Kategori: Marka Mutlak Ret Nedenleri

“Mersin” Kelimesi A.B.D.’nde Gıda Ürünlerinin Coğrafi Kaynağını Belirten Bir Adlandırma mıdır? USPTO Temyiz Kurulu Mersin Kararı

mersinfoto

 

“Yeni dünya” kavramı, Avrupa’nın keşifler dönemi sonrasında ayak bastığı Güney, Orta ve Kuzey Amerika, Avustralya, Okyanusya adaları gibi coğrafi bölgeleri tanımlayan bir terimdir. Yeni dünya olarak anılan bölgelerde önceden yaşayan insanları (yani yeni dünyanın kadim insanlarını) dışsallaştırması nedeniyle siyaseten tartışmalı olan kavram, aynı zamanda sömürgeciliği anımsatması nedeniyle de olumsuz çağrışımlara yol açmaktadır.

Fikri mülkiyet dünyasında, yeni dünya kavramı karşımıza coğrafi işaretler, coğrafi yer adlarının markalaştırılması, geleneksel bilginin korunması gibi önemli tartışmaların taraflarından birisinin genel adı olarak karşımıza çıkmaktadır. A.B.D., Avustralya, Kanada, kimi Güney Amerika ülkeleri, Yeni Zelanda, öz kaynakları sınırlı kimi Avrupa ülkeleri gibi ülkeler yeni dünyanın temsilcileri olarak görülürken; dünyanın kadim medeniyetleri temsil eden birçok ülke eski dünyanın temsilcileri olarak tartışmanın diğer tarafını oluşturmaktadır.

Tartışmaların marka ayağını, geçmiş yüzyıllarda eski dünyadan yeni diyarlara giden göçmenlerin eski memleketlerinin isimlerini marka olarak seçmeleri oluşturmaktadır. Bu konudaki en önemli ve bilinen örnek, bir Alman göçmen olan Adolphus Busch’un A.B.D.’nde “Budweiser” markasıyla 19. yüzyılda bira üretimine başlaması ve markayı dünyanın en bilinen bira markalarının birisi haline getirmesi sonucu ortaya çıkan ihtilaftır. Şöyle ki, Almancası “Böhmisch Budweis” olan “České Budějovice” şehri Çeklerin bira üretimiyle meşhur olan bir kentinin ismidir ve Çekler bu ismin kendileriyle hiçbir ilgisi olmayan A.B.D.’li bir şirket tarafından marka olarak kullanımından son derece rahatsızdır. Bu ihtilaf Avrupa Birliği Adalet Divanı önünde de tartışılmıştır, ancak belirtilen ihtilaf bu yazının konusunu oluşturmamaktadır.

A.B.D. bu tartışmalara şüphesiz ulusal çıkarlarını koruma refleksiyle yaklaşmaktadır ve yeni dünyanın önde gelen sözcüsü konumundadır. Buna karşın, A.B.D. Patent ve Marka Ofisi (USPTO) bu tip sorunlarla daha fazla karşılaşmamak için olsa gerek, coğrafi yer isimlerinin tescili konusunda son derece hassas davranmaktadır ve bu hassasiyetin sonucu olarak dünyanın birçok farklı bölgesindeki coğrafi yer isimlerinin marka olarak tescili talepleri USPTO tarafından reddedilmektedir.

USPTO Temyiz Kurulu tarafından 11 Ekim 2016 tarihinde verilen “MERSİN” kararı ülkemizdeki bir coğrafi yer adının yurtdışında marka olarak tescili talebiyle ilgili olması nedeniyle, bizce son derece dikkat çekicidir. Okumakta olduğunuz yazı bu kararı anahatlarıyla aktarma niyetiyle yazılmıştır. Kararın tüm metnine http://ttabvue.uspto.gov/ttabvue/v?pno=86263642&pty=EXA&eno=23 bağlantısı aracılığıyla erişilmesi mümkündür.

İstanbul’da yerleşik “Yahya Kemal Güngör”, 25 Nisan 2014 tarihinde USPTO’ya aşağıda görseline yer verilen “Mersin” markasını tescil ettirmek için başvuruda bulunur. Başvurunun kapsamında “çeşitli peynirler, dondurulmuş bezelye, havuç ve patatesten oluşan garnitür, hamur, künefe” yer almaktadır.

mersin

Başvuruyu inceleyen USPTO uzmanı, başvurunun kelime unsurunu oluşturan “Mersin” ibaresinin başvuru kapsamındaki mallar için coğrafi açıdan tanımlayıcı olduğunu tespit eder ve başvuru sahibine kelime unsurunun başvuru sahibine münhasır hak sağlamayacağı yönünde bir beyanda (disclaimer) bulunulmasını talep eder. Başvuru sahibi bu yönde bir beyanda bulunmak istemez ve uzmanın görüşünü yeniden değerlendirmesini ister. Uzman ilk görüşünde ısrarcıdır, kararını bu şekilde verir ve başvuru sahibi bu karara karşı itiraz eder.

İtiraz, USPTO Temyiz Kurulu tarafından incelenir ve 11 Ekim 2016 tarihinde karara bağlanır. Temyiz Kurulu’nun kararındaki değerlendirmeler aşağıda yer almaktadır. Bu noktada başvuru sahibinin vekilinin de A.B.D’nde faaliyet gösteren “Bayramoğlu Law Offices, LLC” olduğu belirtilmelidir. Bir diğer deyişle, Türk kökenli vekil ve Türk başvuru sahibi bir arada, bir Türk şehrinin ismini, o şehrin en meşhur olduğu ürünler için A.B.D.’nde başvuru sahibi adına tescil ettirmeye çalışmaktadır ve bir A.B.D. kurumu olan USPTO bu tescil talebini kabul etmemektedir.

Temyiz Kurulu kararında ilk olarak, coğrafi bakımdan esasen tanımlayıcı olan markalara ilişkin içtihadı açıklar. Buna göre, bir markanın coğrafi bakımdan esasen tanımlayıcı olduğunun kabul edilebilmesi için; (i) markayı oluşturan kelimenin yarattığı birincil algının bilinen bir coğrafi yer ismi olması, (ii) tüketicilerin malların ve hizmetlerin belirtilen coğrafi bölgeden geldiğini düşünmesinin olası olması gerekmektedir.

Kurul, başvuruyu yukarıda yer verilen iki ilke bakımından değerlendirir.

(i) Markayı oluşturan kelimenin yarattığı birincil algının bilinen bir coğrafi yer ismi olması:

USPTO uzmanı kararında, Mersin’in Türkiye’de büyük bir il olduğunu, önemli bir limana sahip olduğunu belirtir internet kanıtları sunmuştur. Başvuru sahibi buna karşılık olarak Mersin’in pek tanınmadığını, uzak olduğunu ve bu nedenlerle tüketicilerde yaratacağı ilk izlenimin bilinen bir coğrafi yer ismi olmayacağını öne sürmektedir. Başvuru sahibi bu iddiasına delil olarak Mersin’in isminin belirtilmediği dört Türkiye haritası sunmuştur. Buna karşılık olarak uzman Mersin’in ismen belirtildiği onyedi Türkiye haritasını dosyaya eklemiştir.

Başvuru sahibi, A.B.D. mahkemeleri tarafından verilen Newbridge Cutlery kararının incelenen başvuru için emsal teşkil edeceğini öne sürmektedir. Buna karşın, Kurul, mahkeme tarafından tescile layık bulunan Newbridge kasabasının nüfusunun 20.000 kişi civarında olduğunu, bu durumun yaklaşık 940.000 kişilik nüfusa sahip Mersin bakımından geçerli olmayacağını belirtmiştir. Ayrıca, Newbridge yerleşim yeri olmanın ötesinde başka anlamlara da gelebilecek bir ibareyken, aynı durum Mersin için geçerli değildir. Şöyle ki, Mersin kelimesinin bilinen başka bir anlamı bulunmamaktadır.

Mersin ilinin nüfusunu ve kelimenin bilinen başka bir anlamı bulunmaması hususlarını dikkate alan Temyiz Kurulu, “Mersin” kelimesinin yaratacağı birincil algının bilinen bir coğrafi yer isim olacağı sonucuna ulaşır.

(ii) Tüketicilerin malların ve hizmetlerin belirtilen coğrafi bölgeden geldiğini düşünmesinin olası olması:

Kurul, ikinci olarak tüketicilerin Türkiye’nin Mersin şehriyle, başvuru kapsamında bulunan mallar arasında mal-coğrafi yer ilişkisi kurup kurmayacağını değerlendirmiştir.

Başvuru sahibi, başvuru kapsamında bulunan malların yalnızca Mersin’de değil, Türkiye’nin diğer illerinde de üretileceğini, paketleneceğini, nakliye edileceğini ve satılacağını belirtmiştir. Ayrıca, malların bazıları Mersin’de üretilemeyecek sadece paketlenecektir. Buna karşın Kurul’a göre, malların bir kısmı başka ülkelerde üretilmiş olsa bile, başvuru sahibinin beyan ve kanıtları Mersin ili ile bağlantı kurulması için yeterlidir.

Buna ilaveten USPTO uzmanı kararında, Türkiye ve özellikle Mersin’in başvuru kapsamında bulunan mallarla ilgili olarak ünlü olduğunu gösteren kanıtlar sunmuştur. Başvuru sahibi, malların ilgili tüketici kesiminin Arap kökenli A.B.D. vatandaşlarının (toplam 1,2 milyon kişi) küçük bir bölümü ve Türk kökenli A.B.D. vatandaşları (yarım milyon kişi) olduğunu belirtmektedir. Kurul’a göre bu önemsiz ve dikkate alınmayacak bir rakam değildir. Buna ilaveten, başvuru kapsamında yer alan ürünlerin herhangi bir etnik veya milliyet kökenine indirgenmesi mümkün değildir, bu tip gıdaları tüketmeye ilgi duyan herkes bu ürünlerin tüketicisi olabilir.

USPTO uzmanı, kararında ilgili tüketici kesiminin künefe ve diğer gıda ürünleri ile Türkiye ve özellikle Mersin ili arasında bağlantı kurduğunu gösteren bazı internet çıktılarını da dosyaya eklemiştir.

Yukarıda sayılan kanıtları da dikkate alan Kurul, Mersin ibaresi ile başvuru kapsamında yer alan mallar arasında, mal-coğrafi yer bağlantısı kurulabileceği sonucuna ulaşmıştır.

Başvuru sahibinin diğer iddiaları, Türk şehir isimlerinden oluşan bazı tescilli markaların bulunması ve başvuru sahibinin aynı markayı başka ülkelerde tescil ettirmiş olmasıdır.

Temyiz Kurulu, emsal olarak gösterilen tescilli markaların ikisi dışında kalanların kullanım sonucu kazanılmış ayırt edici nitelik istisnası kapsamında tescil edildiğini belirtmiş, ayrıca bu tescillerin varlığının işbu başvuru hakkındaki karar bakımından bağlayıcı olmadığının altını çizmiştir. Buna ilaveten, farklı kanunlara sahip diğer ülkelerde gerçekleştirilen tescillerin de kendisi açısından emsal teşkil etmeyeceğini belirtmiştir.

Sayılan tüm hususlar ışığında Temyiz Kurulu aşağıdaki sonuca ulaşmıştır:

“Başka bir anlamı bulunmayan “Mersin” kelimesinin yaratacağı birincil algının, Birleşik Devletler tüketicilerince genel olarak bilinen Türkiye’nin Mersin şehri olacağı görüşündeyiz. Malların kaynakları arasında Mersin’in bulunması, Türk mutfağının ünü ve künefe ve diğer belirli gıdaların Mersin’le bağlantısı nedenleriyle, ilgili tüketicilerin mal-coğrafi yer bağlantısı kuracağı kanaatindeyiz. Bunların sonucunda, Mersin kelimesi başvuru kapsamındaki mallar için coğrafi bakımdan esasen tanımlayıcı bulunmuştur. Bu çerçevede, “Mersin” kelimesi için münhasır haklar feragat edildiğini belirtir bir beyanın sunulması gerektiği yönündeki karar haklı görülmüştür. Başvuru sahibinin belirtilen beyanı bu kararın tarihinden itibaren iki ay içinde sunması durumunda, başvuru ilan edilecektir.”

A.B.D. mevzuatında yer alan feragat (disclaimer) müessesi, feragat beyanına konu unsur için marka sahibinin münhasır haklar talep edemeyeceğini düzenlemektedir. Başvuru sahibinin bu karar paralelinde “Mersin” kelimesi için münhasır haklar talep etmeyeceğini beyan etmesi durumunda, marka mevcut haliyle tescil edilecek, ancak “Mersin” kelimesinin başkaları tarafından kullanımını başvuru sahibi muhtemelen sınırlı hallerde engelleyebilecektir.

Okuduğunuz karar kanaatimizce birkaç açıdan dikkat çekicidir.

Birincisi, “Mersin” kelimesi hakkında derin bir inceleme yaparak, bu kelimenin Türkiye’de bir il ismi olduğunu, başvuru kapsamındaki ürünler için coğrafi kaynak belirttiğini ve ünlü olduğunu tespit eden USPTO uzmanının çalışması gerçekten takdire şayandır.

İkincisi, Mersin’in önemsiz bir yerleşim yeri olduğunu, hatta Türk haritalarında yer almadığını savunan Türk başvuru sahibi ve Türk kökenli vekilinin argümanları düşündürücüdür. Türkiye’nin önemli bir ihracat ve üretim noktası olan Mersin ilinin adı, kanaatimizce hiç şüphesiz o ilde yaşayan veya üretim yapanların ortak kullanımına açık nitelikte kalmalıdır ve bu ismi, hele ki künefe gibi, Mersin’le özdeşleşmiş bir ürün için yurtdışında tek bir kişi adına tescil ettirmeye çalışmak, ilin diğer sakinleri ve ili temsil eden kuruluşlar bakımından kabul edilebilir olmayacaktır.

Yazının başında belirttiğimiz gibi yeni dünyayı “keşfeden” Avrupalılar, 15.-16. yüzyıllardan başlayarak göçmenlerini yeni dünyaya göndermiş ve kültür, yaşam tarzı, yiyecek gibi değerlerini o tarihlerden itibaren yeni dünyaya aktarmıştır. Buna karşın yeni dünyaya Türklerin yerleşim amaçlı gidişi esasen 20. yüzyılın son çeyreğinde başlamıştır, dolayısıyla yeni dünyanın Türk mutfağı, gıdaları, kültürü gibi değerlerle tanışması nispeten gecikmiştir. Ancak, internet çağında Türk ürünlerini, şehirlerini araştırmak hiç zor değildir ve USPTO uzmanının yaptığı gibi “Mersin” iliyle “künefe” tatlısının bağlantısı bir A.B.D.’li tarafından da kolaylıkla kurulabilmektedir. Yurtdışında iş yapmak isteyen girişimcilerimizin bunun farkında olarak başvurularını yapmaları kanaatimizce yerinde olacaktır.

Önder Erol Ünsal

Ekim 2016

unsalonderol@gmail.com

Ses Markalarının Ayırt Edici Niteliğinin Değerlendirilmesi – Adalet Divanı Genel Mahkemesi Telefon Zili Sesi Kararı (T-408/15)

tvglobo

 

Geleneksel olmayan marka türlerinin (ses, koku, tat, hareket, vb.) tescil edilebilirliğine ilişkin tartışmalar şu ana dek çoğunlukla bunların gösterim biçimlerinin marka olup olamayacağı üzerinde yürümekteydi. Grafik gösterim şartının bazı geleneksel olmayan marka türleri bakımından netleşmesinin ardından, bu markaların ayırt edicilik başta olmak üzere mutlak ret nedenleri kapsamında ne şekilde değerlendirilmesi gerektiği bir diğer tartışma konusu olarak karşımıza çıktı.

Adalet Divanı Genel Mahkemesi, 13 Eylül 2016 tarihinde verdiği T-408/15 sayılı kararıyla ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçesiyle reddedilen bir ses markası başvurusu açısından değerlendirmelerde bulundu ve ses markalarının ayırt edici niteliği hakkındaki tartışmaları Avrupa Birliği açısından bir ölçüde netleştirdi.

Okumakta olduğunuz yazı, T-408/15 sayılı kararı kısaca aktarma ve okuyucularımızın ses markaları hakkındaki fikirlerini netleştirme amaçlıdır. T-408/15 sayılı kararın tam metnine http://curia.europa.eu/juris/document/document.jsf;jsessionid=9ea7d2dc30d562896814d31340c8b66aa81ed2c95236.e34KaxiLc3qMb40Rch0SaxyKahj0?text=&docid=183262&pageIndex=0&doclang=EN&mode=req&dir=&occ=first&part=1&cid=56734 bağlantısı aracılığıyla erişilmesi mümkündür.

Brezilya menşeili “Globo Comunicação e Participações S/A” firması 28 Nisan 2014 tarihinde Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi (EUIPO)’ne aşağıda grafik gösterimi ve ses dosyası verilen ses markasının tescil edilmesi talebiyle başvuruda bulunur.

globo-sesmarkasi

 

Tescili talep edilen sesin kaydını https://euipo.europa.eu/eSearch/#details/trademarks/012826368 bağlantısından dinleyebilirsiniz.

Başvurunun kapsamında 9., 16., 38. ve 41. sınıflara dahil mallar ve hizmetler bulunmaktadır. Başvurunun incelenmesinin çeşitli aşamalarında başvuru sahibince yapılan sınırlandırmalar sonucunda mal listesi aşağıdaki şekilde nihai haline kavuşur: “Sınıf 9: DVDler ve diğer dijital kayıt ortamları, bilgisayar yazılımları, tabletler ve akıllı telefonlar için uygulamalar. Sınıf 38: Televizyon yayıncılığı hizmetleri. Sınıf 41: Eğitim, öğretim, eğlence, spor ve kültürel faaliyet hizmetleri; televizyon dizileri, şovları, eğlenceleri hizmetleri; televizyon programları ve online eğlence yapımcılığı hizmetleri.”

EUIPO uzmanı 19 Eylül 2014 tarihinde verdiği kararla, başvuruyu ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçesiyle reddeder. EUIPO uzmanına göre, başvuruya konu ses, basit ve banal bir zil sesinden oluşmaktadır ve başvuru kapsamındaki mal ve hizmetler için tüketicilerce ticari kaynak gösteren bir işaret olarak algılanmayacaktır.

Başvuru sahibi bu karara karşı itiraz eder ve itiraz EUIPO Temyiz Kurulu’nca değerlendirilir.

Temyiz Kurulu, 18 Mayıs 2015 tarihinde verdiği kararla itirazı reddeder.

Kurula göre; bir markanın tescil edilmesi için işaretin orijinal veya yaratılmış olması gibi bir şart bulunmamakla birlikte, işaret çok sıradan veya tamamıyla dikkat çekmeyecek nitelikte de olmamalıdır. Başvuruya konu ses, zil sesi tonuna benzemektedir ve her yönüyle sıradandır. Basit bir ses motifinden oluşan başvuru, sıradan ve klişe bir zil sesi özelliği göstermektedir ve hedef tüketiciler tarafından fark edilemeyecek ve hatırlanamayacak niteliktedir.

EUIPO Temyiz Kurulu kararında, itirazı kullanım sonucu kazanılmış ayırt edici nitelik iddiası bakımından “Sınıf 38: Televizyon yayıncılığı hizmetleri.” ve “Sınıf 41: Eğlence hizmetleri.” için bir kez daha incelenmek üzere uzmana iade eder.

Başvuru sahibi bu kararı tatmin edici bulmaz ve karara karşı dava açar. Dava, Adalet Divanı Genel Mahkemesi’nce görülür ve 13 Eylül 2016 tarihli T-408/15 sayılı kararla sonuçlandırılır. Yazının takip eden kısmında Genel Mahkemenin tespitlerine yer verilecektir.

Genel Mahkeme, ilk olarak EUIPO’ya sunulmayan ve dolayısıyla Temyiz Kurulu’nca incelenmeyen delillerin kendisine sunulmasına kabul etmez ve bu deliller bakımından inceleme yapılamayacağını belirtir.

Başvuru sahibinin ilk iddiası EUIPO Temyiz Kurulu kararının gerekçesiz olmasıdır.

Genel Mahkeme bu iddiayı haklı bulmaz. Şöyle ki Temyiz Kurulu, itirazı başvuruya konu işaretin çok sıradan olması nedeniyle ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçesiyle reddetmiştir ve başvurunun konusu mallar ve hizmetler arasındaki doğrudan ve açık bağlantı dikkate alındığında, bu gerekçe Mahkeme’ye göre de, başvurusu konusu tüm mallar ve hizmetler için yeterli düzeyde bir gerekçelendirme olarak kabul edilebilir.

Başvurunun sahibinin ikinci ve esasen daha önemli ikinci iddiası, Topluluk Marka Tüzüğü madde 7/1-(b)’nin yani ayırt edici nitelikten yoksunluk içerikli ret gerekçesinin yanlış uygulanmış olmasıdır.

Başvuru sahibine göre, başvurunun konusu ses kısa olsa da basit değildir ve tekrarlandıkça daha uzun hale geleceğinden tüketicilerin markayı tanıması ve hatırlaması mümkün olacaktır. Ayrıca, başvuruya konu ses jingle niteliğindedir ve sıradan veya normal değildir.

Genel Mahkeme kararında ilk olarak ses markalarına ve ayırt edici niteliğin tespitine ilişkin genel ilkeleri sıralar.

Seslerin doğaları gereği, malların veya hizmetlerin birbirlerinden ayırt edilebilmesini sağlama yeterliliğine sahip olmadıklarını söylemek mümkün değildir. Ses markalarının grafik gösterimlerinin sağlanmış olması şartıyla marka olmaları mümkündür. Porte üzerinde gösterilmiş nota anahtarına, diyezlere, eslere sahip müzik notalarının grafik gösterim şartını karşıladığı tartışma konusu değildir. Bu tip bir gösterim derhal anlaşılır olmasa da, kolaylıkla anlaşılır ve yetkili otoritelerin ve kamunun, özellikle de tacirlerin korunması talep edilen işareti tanımasını sağlayabilir niteliktedir.

Topluluk Marka Tüzüğü madde 7/1-(b)’ye göre ayırt edici niteliği bulunmayan markalar tescil edilmeyecektir. Bu hüküm kapsamında bir markanın ayırt edici niteliği, bir teşebbüsün mallarının veya hizmetlerinin belirli bir işletmeden gelen mallar ve hizmetler olduğunun anlaşılmasını sağlaması ve bu yolla, başka teşebbüslerin aynı nitelikteki mallarından veya hizmetlerinden ayırt edilmesini sağlaması anlamına gelmektedir.

Markanın asli fonksiyonu, malların veya hizmetlerin ticari kaynağını göstermek ve bu yolla ilgili malları veya hizmetleri edinen tüketicilerin sonraki bir satın alma esnasında, önceki deneyimlerinden memnun kalmaları halinde bu deneyimi tekrarlamalarını, tersine memnun olmamaları halinde ise aynı deneyimden kaçınmalarını sağlamaktır.

Ayırt edici nitelik, ilk olarak tescili talep edilen mallar veya hizmetler bakımından, ikinci olarak ise kamunun ilgili kesiminin algısı bakımından değerlendirilecektir. Kamunun ilgili kesimi, ilgili malların veya hizmetlerin, yeteri derecede bilgili, gözlemci ve ihtiyatlı ortalama tüketicilerinden oluşmaktadır.

Ayırt edici niteliğin değerlendirilmesine ilişkin kriterler farklı marka türleri bakımından aynı olsa da, bu kriterler uygulanırken, kamunun ilgili kesiminin algısının her marka türünde aynı olacağından bahsedilmesi mümkün değildir ve bu nedenle, bazı marka türlerinde ayırt edici niteliğin ortaya konulması diğer marka türlerine kıyasla daha zor olabilir.

Bu bağlamda halk, kelime ve şekilleri marka olarak algılamaya alışkın olsa da, aynı durum sesler bakımından her zaman geçerli değildir. Bununla birlikte, bazı mallar ve hizmetler bakımından tüketicilerin seslerle, söz konusu mal ve hizmetler arasında bağlantı kurması sıradışı bir durum değildir. EUIPO Temyiz Kurulu’nca da belirtildiği üzere, televizyon yayıncılığı gibi ekonomik sektörlerde halkın sesleri esas alarak, mal ve hizmetleri bir işletmeden gelen mal ve hizmetler olarak tanıması sıradışı değil, tersine yaygınlaşmış bir durumdur.  Aynı durum, iletişim araçları, TV veya radyo yayıncılığı yoluyla eğlence hizmetleri, iletişim teknolojisi araçları, yazılımlar ve genel olarak medya sektörü hizmetleri için de geçerlidir.

Bununla birlikte her durumda, tescili talep edilen ses işaretinin tüketicilerce marka olarak algılanabilecek ve düşünülebilecek belirli bir rezonansa sahip olması gereklidir. Buna ilaveten, ses işaretinin işlevsel bir unsur olmaması ve hiçbir içsel özelliği olmayan bir işaret olarak algılanmaması da gerekmektedir. Bu karakterlere sahip ses işaretlerinin ayırt etmeyi sağlama kabiliyetinin bulunduğu, dolayısıyla da marka işlevine sahip olduğu kabul edilebilir.

Sadece notaların sıradan biçimde bir araya getirilmesinden başka bir anlamı bulunmayan, dolayısıyla da hedef tüketici kitlesinin malların ve hizmetleri tanımasını sağlamayan bir ses işaretinin, sadece kendisini işaret edeceği ve başka bir şeye referansta bulunmayacağı (ayna etkisi) yönündeki EUIPO değerlendirmesi yerinde bir tespittir.

Dava yukarıda yer verilen genel tespitler ve içtihat çerçevesinde değerlendirilmelidir.

Temyiz Kurulu’nca da belirtildiği üzere, başvuruya konu ses işareti zil sesine benzer sesin tekrarından oluşmaktadır.

Başvuru sahibi, tescil talebine konu işaretin “telefon zili sesine benzer bir ses” veya “iki notanın tekrarından oluşan sonar cihazı sesine benzeyen bir elektronik zil sesi” olarak tanımlanmasına itiraz etmemektedir.

Divan önceki bir kararında, son derece basit ve iki notanın tekrarından başka hiçbir şey olmayan bir ses işaretinin, kullanım sonucu kazanılmış ayırt edici nitelik hali hariç olmak üzere, tüketicilerce hatırlanmayacağı ve marka olarak algılanmayacağı yönünde değerlendirmede bulunmuştur (T-304/05, 12 Eylül 2007).

İncelenen ses işareti bakımından da durum aynıdır. Mahkemeye göre, tüketiciler bu sesi malların ve hizmetlerin bir işlevi olarak algılayacak ve bunların ticari kaynağını gösterir bir işaret olarak değerlendirmeyecektir. Temyiz Kurulu’nca da belirtildiği üzere, başvuru konusu işaret ilgili tüketicilerce genel olarak fark edilemeyecek ve hatırlanmayacaktır.

Başvuru konusu işaret, kullanıldığı bağlam ve ortamdan bağımsız olarak bir alarm veya telefon sesidir ve bu zil sesinin kendisini oluşturan notaların tekrar edilmesi dışında herhangi bir içsel karakteristiği veya alarm veya zil sesi olmanın ötesine geçip tanımlanmasını sağlayabilecek bir özelliği yoktur.

Başvuru sahibi davada, telefon zili sesini hizmetlerin ticari kaynağı gösteren bir işaret olarak kullanmanın sıradışı olduğunu ve bu durumun başvuru konusu işarete ayırt edici nitelik kazandırdığını iddia etmektedir.

Mahkemeye göre, telefon zili sesini hizmetlerin ticari kaynağı gösteren bir işaret olarak kullanmanın sıradışı bir pratik olmasına bağlanan iddia; başvuruya konu sesin son derece basit olmasından kaynaklanan ticari kaynak gösterme yetersizliği ortadayken, bu yetersizliği ortadan kaldırarak işareti ticari kaynak gösterir hale getirmeyecektir. Şöyle ki, EUIPO tarafından da belirtildiği üzere işaret tekdüzedir ve sadece kendisini işaret etmektedir.

Başvuru sahibi, başvurunun grafik gösteriminde yer alan müziksel özelliklerini işaret ederek, bu nüansların tüketicilerin dikkatinden kaçmayacağını belirtmektedir. Buna karşın Mahkeme’ye göre, grafik gösterim ve tarifnamede yer alan özelliklere karşın, mahkeme tarafından da dinlenen ses kaydı iki notanın tekrarlanan çalımından ibarettir ve başvuru sahibi iddiasının aksine hiçbir nüansın duyulması mümkün değildir. Buna ilaveten Temyiz Kurulu’nca da ifade edildiği üzere, zil sesine benzer seslerin kendilerinin diğer ses markalarından ayırt edilmesini sağlayacak unsurlara sahip olmadıkları sürece, ayırt edicilik işlevini yerine getirmesi mümkün değildir. Ancak, bu tespit sesin orijinal veya yaratılmış olması gibi bir şartı da gerektirmemektedir.

Standart bir zil sesiyle eşdeğer olarak kabul edilebilecek inceleme konusu ses işareti, önceden bilgi sahibi olunmadığı sürece halk tarafından başvuru sahibinden gelen mal ve hizmetleri gösteren bir işaret olarak değerlendirilebilir nitelikte değildir. Dolayısıyla da, kamunun hedef kesimince malların ve hizmetlerin ticari kaynağını işaret eden bir gösterge olarak değerlendirilmeyecektir. Bunun sonucu olarak başvuru sahibinin iddia ettiğinin aksine, sıradışı bir jingle olarak kabul edilmesi mümkün değildir.

Başvuru sahibi, başvuru konusu sesin Brezilya’da ve AB üyesi ülkelerden Brezilyalı nüfusa sahip ülkelerde geniş biçimde bilindiğini ve Globo televizyon kanalının ayırt edici işareti olarak kullanıldığını belirtmektedir.

Belirtilen iddia, başvurunun Tüzük madde 7/3 kapsamında kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik iddiası bağlamında değerlendirilmesini gerektirmektedir, dolayısıyla da 7/1-(b) paragrafı kapsamındaki ayırt edici niteliğe sahip olma incelemesinin konusu değildir. Kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik iddiası, EUIPO Temyiz Kurulu tarafından “Sınıf 38: Televizyon yayıncılığı hizmetleri.” ve “Sınıf 41: Eğlence hizmetleri.” bakımından incelenmek üzere uzmana iade edilmiştir, dolayısıyla davanın incelendiği tarihte EUIPO uzmanın önündedir ve Genel Mahkeme tarafından görülen davada bu aşamada incelenebilecek bir iddia değildir.

Başvuru sahibinin bir diğer iddiası aynı ses markasının Fransa ve A.B.D. gibi ülkelerde reddedilmeden tescil edilmiş olması ve EUIPO’nun önceden benzer nitelikteki ses markalarını tescil etmiş olmasıdır.

Genel Mahkeme bu iddiayı alışıldık gerekçelerle reddetmiştir:

Yerleşik içtihada göre, Avrupa Birliği marka sistemi, kendine yeterli ve herhangi bir ulusal sistemden bağımsız işleyen, kendi amaçları ve özellikleri bulunan otonom bir sistemdir. Bunun sonucunda, bir işaretin AB markası olarak tescil edilebilirliği yalnızca ilgili Birlik mevzuatı hükümleri dikkate alınarak değerlendirilmelidir.

EUIPO, eşit muamele ve düzgün yönetim ilkeleri çerçevesinde benzer markalar hakkında önceden verilmiş kararları dikkate almalı ve aynı yönde karar verip vermeyeceğini dikkatle belirlemelidir. Bununla birlikte, bu ilkelerin ne şekilde uygulanacağı hukukilik ilkesiyle uyumlu olmalıdır. Bunun sonucu olarak, bir başvuru sahibi kendi çıkarına olan bir kararı elde edebilmek için, başka birisi için önceden verilmiş hukuki olmayan bir karara dayanamaz. Bunun ötesinde, hukuki belirlilik ve iyi yönetim esasları çerçevesinde, markaların uygun olmayan biçimde tescil edilmesini engellemek amacıyla, her markanın incelenmesi düzgün ve kapsamlı biçimde yapılmalıdır. Buna uygun olarak, inceleme her vaka bazında ayrı olarak gerçekleştirilmelidir. Bir markanın tescil edilmesi, ilgili vakanın kendi şartları kapsamında değerlendirilebilecek ve amacı, inceleme konusu markanın herhangi bir ret gerekçesi kapsamına girip girmediğini belirlemek olan özel kriterlere bağlıdır.

İncelenen vakada, Temyiz Kurulu’nun, itirazı reddederken kapsayıcı ve detaylı bir inceleme yaptığı açıktır. Kararın önceki bölümlerinde belirtildiği üzere, Temyiz Kurulu, başvuruya konu işaretin başvuru kapsamındaki mallar ve hizmetler bakımından ayırt edici niteliğe sahip olmadığını tespit etmiştir ve Mahkeme’ye göre bu tespitler yerindedir. Dolayısıyla, başvuru sahibinin bu sonucu ortadan kaldırmak için EUIPO’nun önceki kararlarına dayanması mümkün değildir.

Belirtilen tüm gerekçeler ışığında, Adalet Divanı Genel Mahkemesi dava konusu EUIPO ret kararını yerinde bulmuş ve davayı reddetmiştir.

Geleneksel olmayan marka türleri için yapılan başvurularda grafik gösterim biçimi şartının hangi durumlarda karşılanmış sayılacağının zaman içerisinde netleşmesi, bu tip markaların tescil edilebilirliği tartışmalarını esasen mutlak ret nedenleri incelemesi açısından yürütülecek tartışmalara yöneltecektir. Okumuş olduğunuz karar, ses markalarının ayırt edici niteliği değerlendirmesi zil sesleri bakımından yapmış olması nedeniyle dikkat çekicidir.

Ülkemizde ses markası başvurularıyla son yıllarda sıklıkla karşılaşılmaktadır. Bu tip başvurularda karşılaşılan başlıca problemler, oldukça uzun sesler için başvuruda bulunulması ve ses kaydı ile grafik gösterimin birbirleriyle uyumlu olmaması gibi sorunlardır. Dakikalarca süren ve aslında bir şarkı olarak nitelendirilebilecek ses kayıtlarının tescili talepleri dahi incelemede karşımıza çıkabilmektedir. Bu noktada, ses markası tescilinin asıl amacının, mal ve hizmetlerin diğer işletmelerin mal ve hizmetlerinden ayırt edilmesini sağlamak olduğu, bu amacın marka olarak akılda kalıcı görece kısa ve ne çok basit ne de çok karmaşık jingle niteliğindeki seslerle sağlanabileceği unutulmamalıdır.

Önder Erol Ünsal

Ekim 2016

unsalonderol@gmail.com  

Cinsel Fantezi Dünyasından Karıştırılma Olasılığına Giden Uzun ve Dolambaçlı Yol – Kırbaçlar ile Parfümeri Ürünleri Benzer Mallar mıdır?

whip

Türk marka inceleme sistemi; başvuru sahipleri, vekiller, idare, bilirkişiler ve yargıyı da kapsayacak biçimde bütün olarak düşünüldüğünde, kanaatimizce sistemin en sorunlu ayaklarından birisi bilirkişilik müessesi olarak ortaya çıkmaktadır. Bilirkişilerin marka hukukuna ve sistemin yapıtaşlarına hakimiyet derecesi ve bilgi düzeyleri bazı raporlarda tartışmalı değerlendirmelere yol açmakta ve bilirkişilik sisteminin ortaya çıkardığı sonuçlar müessesenin güvenilirliğini tartışma konusu yapmaktadır.

İhtisas mahkemeleri hakimleri, bilirkişi raporları ile bağlı olmasa da Yargıtay’ın bilirkişi raporu alınmamış olması nedeniyle bozduğu kararların varlığı ve mahkemelerin ağır işyükü gibi gerekçeler, sistemin bilirkişi incelemesine bağımlılığını artırmaktadır. Buna ilaveten, Türk Patent Enstitüsü (TPE) Yeniden İnceleme ve Değerlendirme Kurulu (YİDK)’nun kararlarına karşı açılan davalarda, Enstitü savunmalarının bilirkişi raporlarına detaylı itirazları içerecek biçimde yapılamaması (ağır işyükü nedeniyle) ve kurum içinde kararı veren kişilerin savunmanın da bir parçası olabileceği iç mekanizmaların (gene işyükü nedeniyle) sağlıklı biçimde işletilememesi, son tahlilde Türk marka inceleme sistemini bilirkişilerin ilginç raporları kolaylıkla yazabildiği bir alan haline getirmiştir.

Hiç şüphesiz raporlarda yer alan maddi yanlışların veya belirgin hatalı yorumların itiraz yoluyla ortaya konulması raporlara en azından düzen verilmesini sağlayacaktır. Buna karşın, inceleme sistemindeki mevcut durumun, bilirkişi raporlarıyla -en azından şu an için- daha iyiye gitmediği, tersine marka incelemesine ilginç yorumların getirildiği kanaatimizce ortadadır.

Mevcut tecrübemiz bize bilirkişi raporlarının en sorunlu olduğu alanların; malların ve/veya hizmetlerin benzerliği hakkında getirilen yorumlar, Enstitü kararlarına karşı açılan iptal davalarında Enstitü’ye sunulmamış ancak dava aşamasında öne sürülen delilleri de dikkate alarak yazılan raporlar (ki Enstitü’ye sunulmamış delilleri esas alarak tanınmışlık, kötü niyet, kullanım sonucu kazanılmış ayırt ediciliğin varlığı sonuçlarına vararak Enstitü kararının iptalinin gerekliliği yorumunu yapmak kanaatimizce yerinde değildir) ve tanınmışlık yorumlarında esas alınan delillerin niteliği olduğunu göstermektedir.

Enstitü kararlarına karşı açılan davaların sonuçlarına ilişkin olarak kimi dönemlerde yapılan taramalarda, ilginç yorumlarla karşılaşıp dava dosyasının içeriğini incelendiğinde, bu ilginç yorumların ana dayanağının bilirkişi raporları olduğu gerçeğiyle karşılaşılmaktadır. Özellikle detaylı yorumlar içeren kararların (evet Enstitü bazen detaylı analizler içeren kararlar veriyor), bilirkişilerin ilginç yorumları esas alınarak iptal edilmesi hiç şüphesiz karar verenleri de etkilemektedir. Bu yazıda, bize göre en ilginç yorumlardan birisini içeren bir raporu, marka numarası, marka, karar numarası ve herhangi bir isim belirtmeden sadece tespitleri çerçevesinde değerlendirmeye çalışacağız.

Rapor konusu davanın özet içeriği aşağıdaki şekildedir:

Enstitü’ye yapılan marka başvurusu 18. sınıfa dahil “İşlenmiş veya işlenmemiş deriler ve postlar, yapay deriler, köseleler, astarlık deriler. Derilerden, deri taklitlerinden veya diğer malzemelerden mamul taşıma amaçlı başka sınıflarda yer almayan eşyalar(Çantalar, deri veya kösele kutular ve sandıklar, anahtarlıklar dahil). Şemsiyeler, güneş şemsiyeleri, güneşlikler, bastonlar. Kırbaçlar, koşum takımları, eyerler, üzengi ve eyer kayışları.” mallarını ve 35. sınıfa dahil “Müşterilerin malları elverişli bir şekilde görmesi ve satın alması için çeşitli malların bir araya getirilmesi hizmetleri ( belirtilen hizmetler perakende, toptan satış mağazaları, elektronik ortamlar, katalog ve benzeri diğer yöntemler ile sağlanabilir ).” hizmetlerini içermektedir. Buna karşın itiraz gerekçesi markanın kapsamında 3. sınıfa dahil “Temizlik malzemeleri ve çamaşır yıkamada kullanım için diğer maddeler; temizlik, parlatma, ağartma ve aşındırma müstahzarları; sabunlar; parfümeri, esans yağları, kozmetikler, saç losyonları; diş macunları.” malları bulunmaktadır.

Başvuru konusu marka İngilizce anlamı bulunan, bu anlamı çok sofistike olmayan, Türk tüketicilerce anlamı kolaylıkla anlaşılabilecek ve Türkçe karşılığıyla neredeyse aynı kelime yapısına sahip bir ibaredir. Başvuru bu haliyle Türk başvuru sahiplerince de kolaylıkla marka olarak seçilebilecek içeriktedir ve –kanaatimizce- her duyulduğunda sadece itiraz sahibi firmayı refleksif olarak çağrıştırabilecek bir yapıya sahip değildir. İtiraz gerekçesi marka da aynı ibareden oluşmaktadır.

Başvurunun yayınına karşı yapılan itiraz TPE Markalar Dairesi Başkanlığı tarafından reddedilir ve bir kez daha yapılan itiraz üzerine dosya YİDK nezdinde incelenir. YİDK, markalar benzer olsa da, kapsadıkları mal ve hizmetlerin benzer olmadığı, dolayısıyla karıştırılma ihtimalinin bulunmadığı, itiraz gerekçesi markanın tanınmışlığının itiraz ekinde sunulan dokümanlarla ispatlanmadığı, kötü niyet iddiasının ispatlanmadığı gibi gerekçeleri ayrıntılı biçimde açıklayarak itirazı reddeder.

İtirazın reddedilmesi kararına karşı YİDK kararının iptali talebiyle dava açılır ve dosya bilirkişiye tevdi edilir.

Bilirkişi heyeti, dava hakkında düzenlediği ilk raporda başvurunun kapsadığı 18 ve 35. sınıflara dahil mal ve hizmetlerle, itiraz gerekçesi markanın kapsadığı 3. sınıfa dahil malları benzer mallar ve hizmetler olarak değerlendirir ve tanınmışlık iddiasının da kabul edilmesi gerektiğini belirterek, belirtilen tespitleri içeren bir rapor sunar.

Mahkeme bilirkişi raporunu kısmen tatmin edici bulmaz ve “Sınıf 18: Kırbaçlar, koşum takımları, eyerler, üzengi ve eyer kayışları.” malları ile davacının 3. sınıfa dahil mallarının neden benzer olduğunun, 18. sınıfa dahil belirtilen malların modayla ilişkisinin ne olduğunun heyet tarafından yeniden irdelenmesi gerektiği tespitiyle ek rapor talep eder.

Bilirkişi heyeti uzun bir giriş yaptıktan sonra can alıcı gerekçesini açıklar ve “Sınıf 18: Kırbaçlar, koşum takımları, eyerler, üzengi ve eyer kayışları.” malları ile davacının 3. sınıfa dahil mallarının benzerliği yönündeki tespitindeki neden ısrarcı olduğunu belirtir:

“… kök raporda yer alan değerlendirmelerde, davaya konu marka başvurusunda yer alan “kırbaçlar, koşum takımları, eyerler, üzengi ve eyer kayışları.” emtiaları da benzerlik kapsamında değerlendirilmiştir. Her ne kadar, genel olarak az önce bahsedilen emtialar; sadece at, koşu ve takımları kapsamında düşünülmekte ise de, bu ve benzeri ürünlerin; farklı talepler kapsamında ve fantazi ürünler yelpazesinde; yine moda sektörü kapsamında, tüketiciye sunulmakta olduğu bir realitedir. Örneğin, Harvey Nichols markası altında yer alan ve yurtdışında oldukça bilinen Agent Provocateur markası; bahse konu emtiaları, tüketiciye, moda sektörü kapsamında arz etmektedir. Bahse konu markanın Türkiye’de (İstanbul Kanyon alışveriş merkezi) dahi bir şubesi bulunmaktadır.

Bu noktada takdiri Mahkemenize ait olmak üzere, ilk raporda 18. sınıf içerisinde yer alan “kırbaçlar, koşum takımları, eyerler, üzengi ve eyer kayışları.” emtialarının da moda ile ilişkili olduğu yönündeki görüşlerimizde herhangi bir değişiklik olmadığı belirtilmelidir.”  

(Bu aşamada, Agent Provocateur markasının rapora konu ihtilafla hiçbir ilgisinin bulunmadığı ve raporda sadece örnek mahiyetinde kullanıldığı özellikle belirtilmelidir. Ayrıca, rapordan yapılan alıntıdaki koyu renkli vurgular yazara aittir.)

Bilirkişi heyeti, ek raporda bu hususa ilaveten tanınmışlığa ilişkin tespiti bir kez daha yapmaktadır.

Yazı içeriğinde tartışacağımız konu “kırbaçlar, koşum takımları, eyerler, üzengi ve eyer kayışları.” mallarının moda sektörü ile ilişkisi, dolayısıyla parfüm ve kozmetik gibi ürünlerle bağlantısı kurulurken kullanılan argüman ve tespitlerin yerindeliği olacaktır. Tanınmışlık yönündeki tespitlere ve başvuru kapsamındaki diğer malların ve hizmetlerin 3. sınıftaki mallarla benzerliğinin kurulması için kullanılan argümanlara ise fazlasıyla değinilmeyecektir.

Ek raporun içeriğinde kullanılan “fantezi ürünler yelpazesi” terimi, açıkça ifade edilmemiş olsa da muhtemelen “kırbaçlar”ın cinsel yaşamda fantezi bir ürün olarak da kullanıldığı kabulüne dayanmaktadır. Şöyle ki inceleme konusu diğer malların yani “koşum takımları, eyerler, üzengi ve eyer kayışları.” mallarının nasıl birer cinsel fantezi ürünü olabileceği hususu zihnimizde canlanmamaktadır. (Canlandıran varsa tebrik ederiz.)

Cinsel yaşamda kullanılan fantezi ürünleri uzmanlık alanıma girmese de, fantezi ürün olarak kullanılabilecek kırbaçların, hayvanlar üzerinde kullanılan 18. sınıftaki bildiğimiz kırbaçlar olmadığı, seks oyuncağı mahiyetinde ürünler olduğu veya 18. sınıftaki kırbaçlar olsa dahi bunların genel moda sektörüyle bir bağlantısının kurulamayacağı görüşündeyim. (Bu tip kırbaçların modası varsa ve bu moda parfümeri, kozmetik kullanıcısı ortalama Türk tüketiciler tarafından takip ediliyorsa yazı için peşinen özür dilerim.)

Bir an için Nicé sınıflandırmasına bakılacak olursa “seks oyuncaklarının” 18. sınıfta değil, 10. sınıfta yer aldığı kolaylıkla görülebilir (bkz. https://webaccess.wipo.int/mgs/?lang=en , aranacak terim sex toys). Fantezi ürün mahiyetindeki kırbaçların Nicé sınıflandırmasının 10. mu yoksa 18. sınıfında mı sınıflandırılması gerektiği ayrı bir tartışma konusu olsa da, kanaatimizce tartışma konusu olmaması gereken konu, bu ürünlerin genel moda sektörüyle bağlantısının kurulmasının ve buna dayanarak parfüm ve kozmetiklerle benzer ürünler olarak değerlendirilmesinin yerinde olmadığıdır.

Bilirkişi heyeti bu noktada “Harvey Nichols markası altında yer alan ve yurtdışında oldukça bilinen Agent Provocateur markasını örnek göstermiş olsa da, her iki alanda (parfümeri ve kırbaç) birden faaliyet gösteren tek bir markanın varlığı, söz konusu ürünlerin genel moda sektörüyle bağlantılı olduğunu göstermek için yeterli olmayacaktır. Bunun ötesinde, malların ve hizmetlerin benzerliğinin içinde bulunulan zaman ve coğrafya da esas alınarak değerlendirilmesi gerekirken, Türkiye’de hangi tüketici grubunun parfüm ve kırbaçları birbirleriyle benzer veya ilişkili ürün olarak değerlendirebileceği, dahası kırbaçları cinsel fantezi ürünü olarak değerlendirip, moda sektörü kapsamında düşünebileceği, sonrasında da kırbaç markasını, parfüm markasıyla ilişkilendirebileceği hususu raporda elbette ki hiç belirtilmemiştir. Heyetin İstanbul Kanyon’da bir Agent Provocateur mağazasının bulunduğunu belirtmesi, kanaatimizce böylesine iddialı bir genellemenin yapılması için tek başına yeterli olmayacaktır.

Aslına bakılırsa bilirkişi heyeti, kanaatimizce kök rapordaki 3. ve 18. sınıftaki mallar esasen moda sektörüne dahil olduğundan, “kırbaçlar, koşum takımları, eyerler, üzengi ve eyer kayışları.” malları da dahil olmak üzere birbirleriyle benzerdir içeriğindeki kolaycı – kestirmeci görüşünden ek raporda vazgeçmemek için, fantezi ürünler sektörüne uzanan zorlama bir gerekçe yazmayı tercih etmiştir.

Belirtilen gerekçe bize göre zorlama olsa da mahkemeyi tatmin etmiş olsa gerek ki, mahkeme kararında “farklı talepler kapsamında ve fantezi ürünler yelpazesinde, yine moda sektöründe” ifadesi aynen kullanılarak ve de ilişki bu şekilde kurulmuşken ilgili tüketici kesimi “orta seviyede bilgi ve dikkate sahip kişiler” olarak tayin edilerek, mallar birbirleriyle benzer bulunmuş ve markalar arasında 556 s. KHK 8/1-(b) bendi bağlamında karıştırılma ihtimalinin bulunduğu kanaatine varılmıştır. (Bu durumda ortalama Türk tüketicisi kırbaç gördüğünde farklı şeyler düşünüyor demektir. Hipodrom, at çiftliği, binicilik tesisleri gibi ortamlardan uzak durmanızı öneririm.)

Mahkeme buna ilaveten tanınmışlık gerekçeli iddiayı da haklı bulmuş ve o iddia bakımından da davayı kabul etmiştir. Bu değerlendirmenin yerindeliği sonucuna varmak kanaatimizce de mümkün olduğundan (mevcut delillerle tersi de mümkün olsa da), tanınmışlık değerlendirmesi hakkında yapacağımız bir yorum bulunmamaktadır.

8/1-(b) bağlamındaki karıştırılma ihtimali sonucu, “kırbaçlar, koşum takımları, eyerler, üzengi ve eyer kayışları.” malları özelinde öne sürülen gerekçe ve değerlendirme bakımından kanaatimizce enteresan olsa da, farklı bir yol takip edildiğinde, hele de itiraz gerekçesi marka tanınmış veya bilinir bir marka olarak değerlendirilmişken, aynı sonuca varılabilmesi bizce mümkündür.

Şöyle ki, Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın Canon  ve Sabel-Puma davalarında ortaya koyduğu ilkeler ortadayken, yani “Mal  ve  hizmetlerin   benzerlik  derecesinin düşüklüğü, markaların benzerlik derecesinin yüksekliğiyle telafi edilebilir veya tam tersi geçerli olabilir. Divanın yerleşmiş uygulamasına göre de, önceki markanın ayırt edici gücünün yüksek olması durumunda karıştırılma riski artmaktadır. (Avrupa Adalet Divanı, Sabel – Puma davası) Dolayısıyla, ayırt edici gücü yüksek markaların korunma derecesi, ayırt ediciliği zayıf markalara göre daha fazladır. Bu nedenle Avrupa Adalet Divanına göre; Direktifin 4(1)(b) maddesinin (karıştırılma ihtimali ile ilgili ret gerekçesi) yorumlanması, mal ve hizmetler arasındaki benzerlik düşük derecede olsa da, markaların çok benzer ve önceki markanın ayırt edici gücünün yüksek olduğu durumlarda tescil talebinin reddedilmesi yönünde olacaktır.”  ilkeleri bağlamında, markalar kapsamındaki malların düşük derecede benzerliği sonucuna varmak mümkün olacaktır.

Nasıl mı? Aşağıdaki şekilde:

3. sınıfta genel olarak temizlik ve parlatma ürünlerinin bulunduğunun, bunlar arasında deriden ürünler için özel temizlik malzemelerinin, cilaların ve hayvanlar için temizlik ürünlerinin de bulunduğunun altının çizilmesi ve bu malların itiraz gerekçesi markanın kapsamında kullanılan genel ifadeler kapsamına girdiğinin belirtilmesi suretiyle; bu tip malların “kırbaçlar, koşum takımları, eyerler, üzengi ve eyer kayışları.” malları ile oldukça düşük derecede de olsa benzerliğinin bulunduğunun iddia edilmesi, buna ilaveten markaların ayniyet derecesindeki benzerliği, itiraz gerekçesi markanın tanınmışlığı nedeniyle artırılmış ayırt edici gücünün varlığı ve bunların sonucunda yukarıda belirtilen Canon ilkeleri kapsamında markalar arasında karıştırılma ihtimalinin, en azından malların aynı veya bağlantılı ticari işletmelerden kaynaklanması anlamında ilişkilendirme ihtimalinin bulunduğunun öne sürülmesi, kanaatimizce daha kabul edilebilir ve daha az zorlama içeren bir gerekçelendirme olacaktır.

Buna karşın incelenen davada, bilirkişi heyetinin Canon kriterleri gibi ilkeleri hiç kullanmadan, kırbacı cinsel fantezi ürünü olarak değerlendirerek, cinsel fantezi ürünlerini de moda sektörüne dahil ürünler olarak kabul ederek ve sonrasında da sadece bu nedenle parfüm gibi mallarla kırbacı benzer bularak, önce malların benzerliği sonra karıştırma ihtimalinin varlığı sonucuna ulaşması, kanaatimizce oldukça zorlama bir tespittir.

Elbette bütün bunları yazarken, Enstitü tarafından ortaya çıkartılan alt grup sisteminin ve buna dayalı mal / hizmet benzerliği incelemesinin, Türk marka inceleme sisteminin gelişimini engelleyen başlıca husus olduğu yönünde yıllardır öne sürdüğümüz tespitimizi bir kez daha tekrar etmekte fayda bulunmaktadır.

IPR Gezgini, bu sonbahardan itibaren sadece yabancı ofis veya mahkeme kararları hakkında değil, kesinleşmiş kararlar olması şartıyla ulusal yargı kararları hakkında da değerlendirmelerde bulunmayı planlamaktadır. Okuduğunuz yazı bu niyetin ilk ürünüdür.

Her ne kadar kırbacın cinsel fantezi ürünü olup olmadığı, Türk tüketicilerce moda sektörüne dahil bir ürün olarak değerlendirilip değerlendirilmeyeceği ve sonrasında parfümlerle ilişkilendirilip ilişkilendirilmeyeceği hakkında sayfalarca yazmak ağır bir işsizlik göstergesi olarak algılanabilse de, gene de ilginç bulduğunuz karar ve değerlendirmeleri yazmamız için bize iletirseniz mutlu oluruz.

Önder Erol Ünsal

Ekim 2016

unsalonderol@gmail.com

“PRO” Kelimesi Mimari Danışmanlık Hizmetleri için Tanımlayıcı mıdır? USPTO Temyiz Kurulu “PRO” Kararı

pro

 

Günlük konuşma dilinde yabancı dillerdeki kelimeleri kullanmak birçoğumuz bakımından bir alışkanlık haline geldi. Türkçe’ye sahip çıkmak ve anadilin yozlaşmasını engellemek gibi nedenlerle bundan kaçınmaya çalışanlarımız olsa da, yabancı dillerdeki kelimelerin kullanımı ticari yaşamda da önemli bir alışkanlık halini almıştır ve birçok yabancı sözcük günlük yaşamın ayrılmaz parçası olmuştur.

Yerli başvuru sahiplerinin marka tescili için seçtikleri sözcüklere bakılınca da durum hiç farklı değildir. İngilizce kelimeleri içeren markalara neredeyse her sektörde yapılan yerli başvurularda rastlanırken, kozmetik – parfümeri – giyim sektörlerinde Fransızca kelimeleri içeren yerli başvurular, yiyecek – giyim – moda sektörlerinde İtalyanca kelimeleri içeren yerli başvurular, makine – otomotiv gibi sektörlerde ise Almanca kelimeleri içeren yerli başvurular sıklıkla görülmektedir. Bu durumun nedenlerinden birinin, yerli ürün veya hizmetler için ilgili sektörlerin dünya üzerinde lideri olan ülkelerin dillerinde markalar seçerek, ürün veya hizmetler sanki o ülke menşeiliymiş gibi bir algı yaratarak, ilgili ülkelerin itibarından bir şekilde faydalanmak olduğu da açıktır.

Ticaret ve rekabetin uzun yıllardır ulusal sınırları aştığının ve ticari yaşamı sürdürebilmek için potansiyel tüm müşterilere hitap edebilecek markalar seçmenin gerekli olduğu kabul eden benim gibiler için bu durum rahatsızlık yaratmasa da, anadil hassasiyeti gelişmiş birçok kişi bakımından yabancı dillerdeki kelimeleri içeren yerli markalar önemli bir hassasiyet noktası oluşturmaktadır.

Marka incelemesi bakımından ortaya çıkan sorun ise, ulusal ofise yapılan başvuruların çoğunun yabancı dillerdeki kelimeleri içermesi ve bunların tescil edilebilirliği incelemesinde birçok yabancı dilde tanımlayıcılık, ayırt edici nitelik incelemesinin yapılması gerekliliğinin ortaya çıkmasıdır. Bu tespit veri olarak alındığında IPR Gezgini’nde yabancı ofis ve mahkemelerin kendi dillerindeki veya diğer yabancı dillerdeki tanımlayıcı sözcük veya kısaltmaları içeren başvurular hakkındaki kararlarına yer vermek bir zorunluluk olarak belirmektedir. Bugünkü yazımız da benzer içerikteki bir kararla ilgilidir.

A.B.D. Patent ve Marka Ofisi (USPTO)’ne 24 Haziran 2015 tarihinde yapılan ve aşağıda görseline yer verilen başvurunun kapsamında 42. sınıfa dahil “Mimari tasarım alanında danışmanlık hizmetleri.” yer almaktadır.

pro

Başvuru sahibi marka tarifnamesinde aşağıdaki açıklamalara yer vermiştir: “Marka P harfi büyük, r ve o harfleri ise küçük harflerle yazılmış halde stilize Pro kelimesinden oluşmaktadır. O harfinin yanında büyük gölgeli bir daire yer almaktadır ve bu bir noktayı işaret etmektedir. Renk markanın bir unsuru olarak talep edilmemektedir.”

USPTO uzmanı başvuruyu tanımlayıcılık gerekçesiyle reddeder ve başvuru sahibi ret kararına karşı itiraz eder.

İtiraz hakkında verilen ve bu yazı kapsamında ele alınacak 23 Ağustos 2016 tarihli USPTO Temyiz Kurulu kararının tüm metninin http://ttabvue.uspto.gov/ttabvue/ttabvue-86672373-EXA-8.pdf bağlantısından görülmesi mümkündür.

Başvuru sahibi itirazında markasının münhasıran tanımlayıcı nitelikte olmadığını öne sürmektedir. Temyiz Kurulu incelemesine tanımlayıcı markalar hakkındaki yerleşik içtihadı belirterek başlar:

“Bir terim, kullanılacağı malların veya hizmetlerin niteliğini, özelliklerini, amacını veya karakteristik özelliklerini derhal bildiriyorsa tanımlayıcıdır. Münhasıran tanımlayıcılık değerlendirmesi soyut olarak değil, talep konusu mallar ve hizmetler dikkate alınarak yapılmalıdır. Bu yapılırken markanın kullanıldığı veya kullanılacağı koşullar ve markanın, malların ve hizmetlerin piyasadaki kullanıcıları üzerinde bırakacağı olası etki dikkate alınmalıdır. Bir terimin alıcı kitlesi için münhasıran tanımlayıcı olup olmadığına ilişkin kanıtlar sözlükler, gazeteler veya kamuoyu araştırmaları gibi uygun kaynaklardan elde edilebilir.”

Temyiz Kurulu bu açıklamaların ardından “pro” kelimesinin anlamını araştırır. USPTO uzmanı tarafından da belirtildiği üzere “pro” kelimesi takip eden anlamlara karşılık gelmektedir:

“Profesyonel, özellikle spor alanında; girişim alanında uzman; profesyonel kelimesinin kısaltması yani uzman, bir alanda önemli beceri gösteren veya sahibi olan; kariyer anlamında bir faaliyetle bağlanmış olan.”

Bu tanımlar esas alındığında Temyiz Kurulu’na göre başvuru konusu marka “başvuru sahibinin mimari tasarım alanında profesyonel danışmanlık hizmetleri verdiğini” göstermektedir ve bu nedenle de münhasıran tanımlayıcıdır. Başvuruda yer alan büyük nokta işareti Kurul’un bu yöndeki değerlendirmesini değiştirmemektedir, şöyle ki yerleşik içtihada göre tanımlayıcı kelimelere noktalama işaretleri eklemek tanımlayıcı bir terimi tanımlayıcı olmayan bir terim haline getirmeyecektir. Kurul, incelenen başvuruda belirtilen yerleşik yaklaşımdan farklılaşmayı gerektirir bir unsur görmemektedir, şöyle ki başvuruda yer alan nokta işareti tüketicinin marka algısını değiştirmemektedir.

Temyiz Kurulu, “pro” kelimesinin münhasıran tanımlayıcılığı konusundaki tespitini üçüncü kişilerin “pro” veya bu kelimenin simgelediği “profesyonel” kelimelerinin mimari tasarım hizmeti veren üçüncü kişilerce de sıklıkla kullanılan bir kelime olduğunu gösteren kanıtları sunarak güçlendirmiştir. Kurul, bunu ispatlamak için üçüncü kişilerin ilgili hizmetlerde belirtilen terimleri kullandığını gösterir örneklere yer vermiştir.

Başvuru sahibinin ret kararına karşı öne sürdüğü bir diğer argüman, markanın stilize yazım biçiminin başvuruyu kendiliğinden ayırt edici hale getirdiği ve dolayısıyla markanın tanımlayıcı nitelikte olmadığı iddiasıdır. Başvuru sahibine göre, başvuruda kullanılan iki ayrı ton, özel yazım fontu, tipik olmayan font ve büyüklükteki gölgeli nokta işareti gibi hususlar markayı kendiliğinden ayırt edici kılmaktadır. Başvuru sahibi markanın standart karakterlerde olmadığını, bunun ötesinde özel bir tasarım içerdiğini belirtmekte ve bu hususun marka tarifnamesinde de belirtildiğini öne sürmektedir.

Temyiz Kurulu bu yöndeki iddiayı takip eden biçimde değerlendirmiştir:

“Yerleşik uygulamaya göre, münhasıran tanımlayıcı olan ve bu nedenle de tescil edilebilir nitelikte olmayan kelimeler, kendiliğinden ayırt edici bir görsel tasarım çerçevesinde sunulduğunda, bu tasarım biçimi markayı bütün olarak tescil edilebilir hale getirebilir, ancak bunun için başvuru sahibinin tanımlayıcı kelimeler için münhasır haklardan feragat etmiş olması (disclaimer) gerekir. Bu tip durumlarda kullanılacak uygun test, harflerin stilize biçimde yazımı suretiyle tanımlayıcı kelimeden bağımsızlaşmış ayrı ve kendiliğinden ayırt edici bir ticari izlenimin yaratılıp yaratılmadığıdır. Stilize yazım biçiminin bir markayı tanımlayıcı nitelikten kurtarmasının markaya bakanların gözüne göre değerlendirebileceğini ve mutlak surette öznel bir değerlendirme olduğunu kabul ediyoruz. Bununla birlikte kanaatimize göre, ne markanın oldukça sade biçimde blok karakterlerle yazılması ne de nokta işaretinin büyük bir top şeklinde olması, “pro” kelimesinden bağımsızlaşmış ayrı ve kendiliğinden ayırt edici bir ticari izlenim yaratmak için yeterli değildir. Bunun sonucu olarak markanın görünümü nispeten sıradandır.”

Sayılan tüm tespitler ışığında Temyiz Kurulu, başvuruyu bütün olarak kendiliğinden ayırt edici nitelikte bulmamış ve “pro” kelimesinden kaynaklanan münhasır haklardan feragat (disclaimer) edilse de markayı esas sicilde tescil edilebilir bir başvuru olarak değerlendirmemiştir.

Sonuç olarak başvuru sahibinin itirazı reddedilmiştir.

15 Temmuz 2016’dan sonra başlayan ve halen devam etmekte olan zor ve sarsıcı günler ve gündem, IPR Gezgini’nin yazı paylaşım sıklığını etkilemiş olsa da, takip eden günlerde eski hız ve rutinimize dönebilmeyi umuyoruz. Bu yazı yeniden ısınma turlarına başlangıcımız sayılsın.

Önder Erol Ünsal

Eylül 2016

unsalonderol@gmail.com

Askeri Timlerin İsimleri Marka Olarak Tescil Edilebilir mi? USPTO Temyiz Kurulu “SEAL TEAM” Kararı

seal2

 

15 Temmuz 2016 darbe girişiminin (daha doğru bir tabirle terör saldırısının) hepimizde bıraktığı etki çok tazeyken ve her geçen dakika bu korkunç girişim hakkındaki yeni gerçekleri öğrenirken, zihni toparlayarak başka konulardan bahsetmek oldukça güç. Suçluların yakalanıp yargılanması ve cezalandırılması, bu yapılırken de hukuk devleti ilkelerinin gözetilmesi şu an için en büyük temenni ve beklentimizi oluşturuyor.

Zihnimiz bu konuyla meşgulken ve her dakika MAK (Muhabere Arama Kurtarma Timi), SAT (Sualtı Taarruz Timi), JÖH (Jandarma Özel Harekat Timi), PÖH (Polis Özel Harekat Timi) gibi kimilerimizin önceden pek de aşina olmadığı isim veya kısaltmaları duyarken, bugün ele alacağımız kararın da gündemle bir şekilde bağlantısının bulunmasını tercih ettik. Tam da bu noktada, Amerika Birleşik Devletleri Patent ve Marka Ofisi Temyiz Kurulu’nun, “Seal Team Physical Training, Inc.” başvurusu hakkında 30 Haziran 2016 tarihinde verdiği oldukça yeni bir kararla karşılaştık. A.B.D. donanmasının en elit birliği olan “SEAL Timi (SEAL TEAM)”ni çağrıştırdığı gerekçesiyle USPTO tarafından reddedilen bu marka tescil başvurusu hakkında USPTO Temyiz Kurulu’nun verdiği karar, bu yazının konusunu oluşturacak. Merak eden okuyucularımız kararın İngilizce tüm metnine http://ttabvue.uspto.gov/ttabvue/ttabvue-86420547-EXA-23.pdf bağlantısı aracılığıyla erişebilirler.

“Seal Team PT Incorporated” unvanlı başvuru sahibi 10 Ekim 2014 tarihinde aşağıda görseline yer verdiğimiz marka tescil başvurusunu USPTO’ya yapar. Başvuru kapsamında 41. sınıfa dahil “Fitness ve egzersiz konularında danışmanlık hizmetleri ve fiziksel fitness eğitimi hizmetleri.” yer almaktadır.

seal

USPTO uzmanı başvuruyu, A.B.D. marka kanunu madde 2(a) uyarınca, başvurunun A.B.D. donanmasının seçkin “SEAL Timleri”yle yanlış bir bağlantı kurulmasına imkan sağlaması nedeniyle reddeder. Başvurunun bir diğer ret gerekçesi ise önceden tescilli “SEAL” markasıyla karıştırılma olasılığıdır.

Başvuru sahibi ret kararına karşı itiraz eder ve itiraz USPTO Temyiz Kurulu’nca değerlendirilerek 30 Haziran 2016 tarihinde sonuçlandırılır.

Temyiz Kurulu kararında ilk olarak, marka kanunu madde 2(a)’nın kapsamını tarif eder. Buna göre, madde kapsamında “Kişiler, kuruluşlar, inançlar veya ulusal sembollerle yanlış biçimde bağlantı kurulmasını sağlayacak unsurlardan oluşan veya bu tip unsurları içeren markalar tescil edilmeyecektir”. Kurula göre, maddede adı geçen “kuruluşlar”, “devlet kurumlarını” da kapsamaktadır.

Başvuruya konu işaretin bir kişi veya kuruluşla yanlış bir bağlantı kurulmasını sağlayıp sağlamadığını değerlendirirken inceleme uzmanı aşağıdaki hususları dikkate almalıdır:

a-    Başvuruya konu işaret, başka bir kişi veya kuruluş tarafından önceden kullanılan isim veya kimliğin aynısı veya yakın derecede benzeri midir?

b-    Başvuruya konu işaret, münhasıran ve açıkça ilgili kişi veya kuruluş olarak mı anlaşılacaktır?

c-     Başvuru sahibinin faaliyetlerinin, başvuru konusu markanın işaret ettiği kişi veya kuruluşla bağlantısının bulunmaması gereklidir.

d-    İlgili kişi veya kuruluş o denli bilinir veya üne sahip olmalıdır ki, başvuruya konu marka, başvuru sahibinin malları veya hizmetleri için kullanıldığında, ilgili kişi veya kuruluşla bağlantı kurulacağı varsayılabilmelidir.

Temyiz Kurulu, başvuruyu yukarıda yer verilen ilkeler kapsamında değerlendirir ve ret kararının yerindeliğini bu değerlendirme sonucunda tespit eder.

Değerlendirilen ilk husus başvuruya konu işaretin, A.B.D. donanmasının elit “SEAL Timi”nin ismiyle aynı veya yakın derecede benzer olup olmadığıdır.

Türkçe karşılığı “SEAL Timi” olan “SEAL Team” ibaresi, inceleme uzmanına göre, A.B.D. donanmasının özel silahlarla operasyon konusunda uzmanlaşmış taktik birim ve timlerinin bilinen adıdır. “Sea-Air-Land Teams” teriminin kısaltması niteliğindeki “SEAL Teams” ibaresi, “SEAL” veya “NAVY SEALS” olarak da bilinmektedir.

Başvuru sahibi, başvuruda yer alan “Inc.” (bu kısaltma İngilizce’de şirket kelimesinin kısaltması olarak kullanılmaktadır) kısaltmasının başvurunun devlet bağlantılı olmadığını göstermek için yeterli olduğunu ve başvuruda takım veya tim anlamlarına gelen “Team” kelimesinin kullanılmasının fitness egzersizlerinin takım halinde yapıldığını işaret etme amaçlı olduğunu belirtmektedir. Bu çerçevede başvuru sahibine göre, başvurusu donanmayı veya donanma timlerini işaret etmemektedir.

Temyiz Kurulu’na göre, bir kuruluşun ismine ilave unsurların eklenmesi, ilgili başvurunun söz konusu kuruluşun isminin yakın derecede benzeri olduğu yönündeki ticari algıyı ortadan kaldırmayacaktır. Bu çerçevede Kurul, başvuruyu A.B.D. donanmasının “SEAL” isimli seçkin timlerinin yakın derecede benzeri olarak değerlendirmiştir.

Kurul takiben, “Başvuruya konu işaret, münhasıran ve açıkça ilgili kişi veya kuruluş olarak mı anlaşılacaktır?” sorusunun yanıtını araştırmıştır.

Başvuru sahibi başvurusunun sadece A.B.D. donanmasının “SEAL” isimli seçkin timlerini işaret etmediğini ispatlamak için USPTO sicilinden “SEAL TEAM” ibaresini içeren iki önceki tarihli tescil sunmuştur.

Temyiz Kurulu her ikisi de aynı kişiye ait olan önceden tescilli markaların, donanmanın seçkin “SEAL” timleriyle başvuru arasında münhasır ve açık bağlantı kurulması hususunu ortadan kaldırmayacağı değerlendirmesini yaparak, başvuru sahibinin tersi yöndeki iddiasını reddetmiştir.

Bu noktada, inceleme uzmanının ret kararını verirken, “SEAL TEAM” ibaresinin donanma “SEAL” timini işaret etmekte olduğunu gösteren çok sayıda medya çıktısı, ticari kullanım örneği ve etiket, çıkartma gibi ticari dolaşıma sokulmuş ürünler sunduğu da belirtilmelidir.

Temyiz Kurulu üçüncü olarak, “Başvuru sahibinin faaliyetlerinin, başvuru konusu markanın işaret ettiği kişi veya kuruluşla bağlantısının bulunmaması gereklidir.” ilkesi çerçevesinde değerlendirme yapmıştır.

Başvuru sahibi, donanma veya SEAL timleriyle herhangi bir bağlantısı olmadığını belirtmiştir ve dolayısıyla bu beyanın ötesinde bir değerlendirme yapılmasına ihtiyaç duyulmamıştır.

Temyiz Kurulu son olarak, “İlgili kişi veya kuruluş o denli bilinir veya üne sahip olmalıdır ki, başvuruya konu marka, başvuru sahibinin malları veya hizmetleri için kullanıldığında, ilgili kişi veya kuruluşla bağlantı kurulacağı varsayılabilmelidir.” ilkesi bakımından değerlendirmelerde bulunmuştur.

Kurul burada, donanma “SEAL Timleri”nin halk nezdindeki bilinirliğinin sonucu olarak, tüketicilerde başvuruya konu “Seal Team Physical Training, Inc.” markasının, donanmayla ve onun elit “SEAL” timleriyle bağlantısı bulunduğu algısının oluşup oluşmayacağını değerlendirmiştir.

Okuyucularımızın muhtemelen çoğu Hollywood aksiyon filmlerine aşinadır ve bu filmlerde “SWAT”, “SEAL” ve diğer birçok A.B.D. operasyon timlerinin isimlerini duymuştur. Temyiz Kurulu da, aynı varsayımdan hareketle, “SEAL” ibaresinin çok sayıda kitap, film ve yayında kullanılması, “SEAL” timlerinin Bin Ladin’i öldüren birim olarak isminin son yıllarda dünyada sıklıkla geçmesi, bu timlerin dünyanın çeşitli yerlerinde ismi sıklıkla duyulan operasyonlar yapmaları gibi faktörler ışığında, “SEAL TEAM” ibaresinin donanma elit birimlerini doğrudan çağrıştıran bir terim olduğu sonucuna ulaşmıştır.

“SEAL” timlerinin üstün fiziki beceri gerektiren testlerden geçmeleri, bunun için sürekli ve düzenli spor ve egzersiz yapmaları, timlerin resmi web sayfasında bu egzersizlerin sayılması, egzersiz bilgilerine pdf formatındaki dosyalarda yer verilmesi, aynı sayfada egzersiz videolarının yayımlanmış olması, başvuru sahibi dahil olmak üzere, çok sayıda fitness kulübünün “SEAL” timlerinin kullandığı egzersiz yöntemlerini kullanarak eğitim verdikleri yönünde kanıtların bulunması, vd. hususların değerlendirilmesi neticesinde Temyiz Kurulu, halkın “Fitness ve egzersiz konularında danışmanlık hizmetleri ve fiziksel fitness eğitimi hizmetleri.” için yapılmış “SEAL TEAM” ibaresini içeren başvuru ile donanmanın seçkin “SEAL” timleri arasında bağlantı kurabileceği neticesine varmıştır.

Başvuruya konu işaretin, bir kişi veya kuruluşla yanlış bir bağlantı kurulmasını sağlayıp sağlamadığını değerlendirirken kullanılan testte aranılan kriterlerin tümünün yerine getirilmiş olması nedeniyle Temyiz Kurulu, başvurunun reddedilmesi yönündeki kararı yerinde bulmuştur. Madde 2(a) çerçevesinde verilen ret kararı yerinde bulunduğundan karıştırılma olasılığı ret kararına karşı yapılan itirazın incelenmesine ihtiyaç duyulmamıştır. Sonuç olarak başvuru sahibi adına yapılan itiraz reddedilmiştir.

MAK (Muhabere Arama Kurtarma Timi), SAT (Sualtı Taarruz Timi), JÖH (Jandarma Özel Harekat Timi), PÖH (Polis Özel Harekat Timi) gibi isim ve kısaltmaları artık haberlerde değil, sadece film veya dizilerde duyacağımız barış ve huzur dolu günlerin özlemiyle ve ülkemizin içinde bulunduğumuz iç karartıcı günler ve gündemden hızlıca kurtulması dileğiyle yazımızı sonuçlandırıyoruz.

Önder Erol Ünsal

Temmuz 2016

unsalonderol@gmail.com

A New Chapter of IP in Turkey: Green Light for Trademark Owners to Co-exist

tbmm

 

The need for a comprehensive revision of the Decree Laws as implemented through the protection of Intellectual Property Rights in Turkey has been an ongoing issue, and the chapters of this long journey so far have failed to pave the promising setting, with repeated terms of anti-climax in return.

 

The IP community in Turkey has been trying to speak out on behalf of the local and international firms to invest into Turkey, who have concerns of trust that prevail against the IP system, both in terms of practice on the administrative level and further through enforcing the rights as granted. Furthermore, practical attitudes and strategies have been generated to adjust to the environment in Turkey to achieve best solutions, with less risks.

 

Indeed, this has not been the quest only for the IP community, and the need for a substantial change has well been acknowledged and concentrated on senior administrative levels of TPI (Turkish Patent Institute) too. Since 2002, though not systematical and periodical, certain drafts have been discussed to signal the need to revise key articles of the decree laws. It is to be admitted that the political strategies adopted through the negotiations for accession to European Union shadows on different fields of society and the need for the transition of protection of IP has become top issues to be consolidated.

 

On a professional approach, we may argue that some earlier intentions to revise drafts with no solid ground arrived in relation to protection of IP – lessons learned– the feedback received from counter partners with whom TPI organizes frequent workshops and the case based topics as to drawbacks of the implementing regulations as addressed by the IP community at every possible grounds of discussion, all provide boost for this gradual change.

 

Though particulars of the new draft law deserves a detailed analyses through further articles, the outline for the readers of this article is set out to mainly refer to the key option for the applicants to benefit through registration of  trademarks, i.e the option to co-exist if mutually agreed on.

 

Before moving to the details of this long awaited option soon to be practiced, key revisions of the new draft law worth nothing may be, but not limited to, the following:

  • Co-Existence: This deserves to be listed as one of the top promises of the new draft Co-existence agreements will be accepted to be practical tools against rejection of a trademark application based on absolute grounds, due to earlier trademark application/ registrations cited with identical/confusingly similar description and class details.
  • Publication Period: Once ex-officio examination is completed and affirmed to be applicable for registration, the said is published within the monthly official trademark bulletin, and the said term of publication has even recently been started to be The updated term of publication is now two months, which may well be interpreted to reach an assumption that the formalities through ex-officio examination of trademark applications are now faster compared to earlier practice of the related department of TPI. Though each case has its own transaction history, in some recent cases, notice of publications have been experienced to be notified even within within 15 days as of actual date of filing.
    • Term of Opposition: Time to involve from filing to registration stage will be shorter thanks to the revised terms of oppositions to be filed against cited publications, to be limited to two months while the current practice enables interested third parties to attend to due action item within three
    • Renewal per Class: Registered holders of trademarks may select classes at renewal stage where no such option is available through current practice (i.e the option to renew partially)
    • Serious Use to be Proved: Per applicant’s request, the application of whom is contested during the publication period and the opponents who argue on registered earlier rights (at least for five years), are to prove serious use of the products/services which enjoy the right of protection and grounded as bases of opposition. This very article within the new draft law is another new requirement for opponents to consider and to satisfy while it may well be argued that the actual practice and frame of it will better be digested and acted upon through the course of related procedures, sure to be tailored individually per each particular
    • Term of Distinctiveness: Deliberate reference is made to “distinctiveness” as a key concern to be satisfied during examination on absolute

 

The Critical Aspect of Co-existence agreements and Importance Attached

The Article 7/a (b) of Current Decree Law No. 556 in relation to protection of trademarks has been in the center of a series of discussions, as it sets the practice of Turkish Patent Institute (TPI) in relation to examination of trademark applications on absolute grounds. For an insight to be provided, the said Article is to be cited to read as follows:

 

Absolute Grounds for Refusal for Registry of a Trademark Article 7/1(b)

The following signs shall not be registered as a trademark:

  1. b) Trademarks identical or confusingly similar with a trademark registered earlier, or with an earlier date of application for registration in respect of an identical or same type of product or

 

Upon receipt of an official request to seek protection for a trademark application, the examiners of Trademark Department of TPI conduct an examination on absolute grounds where the trademark application as filed is subject to the provisions and implementing regulations as defined under Article 7. This very article is considered to be a formal ground for “public interest” to be protected, which is interpreted to be defined particularly under Article No.7/1(b), and discussed to be further supported through a legal ground as defined under the provision of the Article No. 35 of the Constitution. The respective article of the constitution priorities “public interest” where a right to a property may be limited or restricted if/when necessary, i.e “when in conflict with public interest”. The meaning to be attached to “public interest” is still not that narrow to be biased on a negative obligation criteria only, as it engages with the positive obligation to protect the rights conferred against third parties, too.

 

Centralized on the positive obligation on the logic behind this respective article of the constitution, Turkish Patent Institute consolidates the provisions of the said, and trademark applications as examined on absolute grounds are rejected for registered rights in a sense for “public interest” to prevail against third party applications, with confusingly similar nature and to prevent intended registration for/to protect the registered holder. The principle of uniqueness.

 

The Right Conferred through Application/Registration is in Public Domain to be Protected Ex-Officio?

The scope of the right of the holders of registered rights are defined

under Article No. 9 of Decree Law No. 556 and the rights conferred are at the disposal of the registered holders per their preferences, which are expected to be customized through the filter of the contemporary rules of world of business, commerce and trade and the actual setting of the environment where trademarks are to function in parallel to the mission associated.

 

Since this very article outlines the tools the registered holders may apply, it is obvious that the said are all within the discretion of the right owner. Then the question arrives to the idea behind the motivation of relocating the issue of “protection of public interest” and how it turns out to be translated to cover, to secure the interests of the registered holders.

 

Different attributions are available among the IP community in Turkey discussing whether the current practice of TPI is subjective, extends the logic of examination on absolute grounds (to reside mainly on the criteria to be satisfied for a description to be nominated as proper and distinctive), imitates to supervise the earlier rights (which are argued not to be associated with arguments on relative grounds) or not.

 

This so-called or discussed subjective approach, where the interest of the applicants/holders (tagged as public in the sense of Article 7/1(b)) prevails in the new draft law and examination on absolute grounds, will be carried out based on the earlier rights at the local registry. In that sense, although a certain population of IP community cited to be against this practice and consider the said to be outdated once compared to the practice of various IP authorities in different countries, there is still a considerable level of attitude to favor this approach for the trademark applicants/holders rights to be protected through preventing third party applications with confusingly similar nature at the administrative level.

 

Still, what the majority of the IP community in Turkey agree and appreciate is the introduction of co-existence agreements to be accepted by TPI, who has acknowledged the necessity to respect and adopt the contemporary rules of business, where (and if) the brand owners are willing to cooperate with third parties to expand the terms and potential of the business to be generated, while enjoying the exclusive rights granted.

 

Compared to earlier drafts, with an attempt to revise and foster the practice of protection of IP rights in Turkey, this very recent draft law has already been submitted to the Parliament and we hope the law to be accepted and be in force by the end of 2016. All these recent activities in a general sense have also been supported and co-operated with the Ministry of Science, Industry and Technology of Turkey. Sure, a new chapter is soon to be introduced and the practice of the revised articles may come along with minor adversities, yet the vision behind deserves to be appreciated as the key provisions, either revised or introduced, are intended to be evocative of contemporary regulation of leading IP offices in foreign countries and down to earth grounds for registered trademark will be provided to function at the discretion of their holders.

 

Hande Mumcuoğlu

Trademark & Patent Attorney

mumcuogluhande@gmail.com

 

This article was first published and circulated in the INTA, Orlando Issue 3 2016 of The Trademark Lawyer Magazine http://edition.pagesuite-professional.co.uk//launch.aspx?pbid=8f450367-5863-4898-9c66-eb82480402b1&pnum=53

Expansion in the Subject-Matter of Trademark: Have the Law of Passing-Off and the Law of Designs Become Redundant regarding the Protection of Trade Dress?

duygu2

The 21st century is witnessing the victory of the visual sense among the five senses taking into consideration increased visualization of everyday life. In such an environment, inevitably, trade dress has become an important value for companies which want to gain advantage in the economic competition. Trade dress can be identified as “total image” and “overall appearance” of a product or its packaging.[1] It includes visual appearance, shape, packaging or even colour of a product and the decor of a restaurant.

Although the subject matter of trademark in the EU has previously been identified as relatively strict (especially compared with the US), recent Apple[2] case has triggered the expansion of the subject matter of trademark protection in a way including service dress. Under such an expansion, whether the law of passing-off and the law of designs have become redundant have been a highly debated issue which needs to be analyzed specifically. For this purpose, this paper will examine protection of trade dress regarding trademark law and designs law in the EU, and passing-off in the UK and it will reveal that there is still need for the law of designs and the law of passing-off regarding trade dress, so despite the overlapping of the protection provided to trade dress by designs law and passing-off, they have not become redundant.

First, trade dress protection under the EU trademark law will be analyzed. Then, designs law in the EU will be examined as another way of having trade dress protection. After that, law of passing-off will be explained as an alternative protection of trade dress in the absence of any registration. Finally, laws of trademark, designs and passing-off will be compared to draw attention to the advantages and disadvantages of each regime in terms of protecting trade dress. The paper will be concluded stating that the laws of trademark, designs and passing-off provide different kinds of protection to trade dress, and they have different advantages and disadvantages; so the law of passing-off and the law of designs have not become redundant considering the expansion of the subject matter of trademark.

 

Protection of Trade Dress under the EU Trademark Law

 

Trade dress is a judicially-made notion originally stemming from the US jurisdiction used to signify overall image of a product or service capable of identifying the source of them. In Europe, this notion does not appear neither in the statutory law nor in the jurisdiction explicitly; instead, the term “get-up” is used to identify the total look and feel of the product.

Although the statutory law in the EU does not use the term “trade dress” itself, the Regulation which establishes a unitary trademark (Community Trade Mark, CTM) throughout the EU specifies “signs of which a Community trade mark may consist” including shapes and packaging in Article 4 provided that they are capable of “distinguishing the goods or services of one undertaking from those of other undertakings”.[3] In Article 7, the Regulation puts forward necessary conditions for the signs to be registered as a CTM where distinctiveness has been one of the most crucial of them. According to the CJEU, a sign is regarded as distinctive if it “identif[ies] the product in respect of which registration is applied for as originating from a particular undertaking, and thus distinguish[es] that product from products of other undertakings”.[4] As a result of this definition, non-distinctive signs are excluded from protection since they refer “to the characteristics of goods or services in respect of which registration is sought”.[5] As those signs should be used by other competitors freely, they should be prevented “being reserved to one undertaking alone”.[6] As is seen, main rationale behind the requirement of distinctiveness is to prevent hampering of competition through giving monopolistic rights over freely used signs.

In the birth-place of trade dress, Two Pesos Inc v Taco Cabana[7] case, in which a Mexican style business venue was wanted to be protected as a trade dress, points out explicitly necessary criteria for trade dress protection in the US law. Accordingly, the two important factors are distinctiveness and non-functionality. Regarding the first requirement, the trade dress must identify the source of the product or the service and must distinguish it from other competitors.[8] However, not all trade dresses are inherently distinctive, but only ones which are “suggestive, arbitrary and fanciful” have been regarded as distinctive by the Supreme Court.[9] In that case, the Court mainly examined whether inherent distinctiveness was enough for trade dress to be protected under Section 43(a) of the Lanham Act[10] or secondary meaning was necessary for this protection. The Court held that the trade dress was inherently distinctive “because their intrinsic nature serve[d] to identify a particular source of a product” and it was neither descriptive nor functional, so there was no need to prove acquired distinctiveness through secondary meaning,[11] which manifests that a trademark can be regarded as distinctive either as a result of inherent distinctiveness or acquired distinctiveness.

On the other hand, in much recent Wal-Mart v Samara case, the Court distinguished product shapes from packaging and stated that the former was not capable of identifying the source of the product and required secondary meaning to be regarded as distinctive.[12] This decision of the Supreme Court shows that proving distinctiveness of a trade dress has become harder for companies due to the requirement of secondary meaning since then.[13]

On the other hand, regarding trade dress, the EU trademark law does not require acquired distinctiveness in all circumstances. In other words, the distinctiveness test in the EU regarding trade dress is not different from traditional trademarks such as words. Also, the trademark law does not set different eligibility criteria for shapes, packaging and graphically represented signs other than words to be eligible in the meaning of Article 7 of the Regulation. The CJEU has many times put forward this issue through stating that “the criteria for assessing the distinctive character of three-dimensional trademarks consisting of the appearance of the product itself are no different from those applicable to other categories of trade mark”.[14]

Non-functionality is the other main requirement for trade dress protection. In the US context, Sections 2(e)(5) and 43(a)(3) of the Lanham Act explicitly state that in order to benefit from trade dress protection, it must be non-functional.[15] In Traffix, the Supreme Court stated that a trademark is functional “when it is essential to the use or purpose of the device or when it affects the cost or quality of the device”.[16]

In the EU context, Article 7(1)(e) of the Regulation provides specific exclusions to registration of trade dress, which can be identified similar to the “functionality doctrine” in the US law. Accordingly, signs which consist exclusively of the shape, or another characteristic, which results from the nature of the goods themselves; which is necessary to obtain a technical result; and which gives substantial value to the goods are excluded from registration.[17] This exclusion of functional, natural or ornamental product shape marks distinguishes trademark from design. It is enough for an application to fall in the ambit of one of those three conditions to be rejected.[18]

In that context, Lego[19] case was resulted with the rejection of the application of toy brick according to this provision based on the reason of not to prevent competitors from using similar shapes. In other words, competitors should not be detained from using the applicant’s “technical solution” through giving the latter a monopoly.[20] In the Hauck case, the CJEU interpreted “shape which gives substantial value to the goods” provision broadly to include not only shapes with “artistic or ornamental value” but also “essential functional characteristics” of a shape in order not to give exclusive right to the applicant regarding the latter.[21] In this respect, it is reasonable to state that the courts have tried to establish a balance between competition and private reward when deciding on the protection of trade dress. For this purpose, Article 7(1)(e) of the Regulation plays a balancing function specific to trade dress besides other provisions under Article 7 of the Regulation.

Main rationale behind the Article 7(1)(e) is clearly put forward in Philips v Remington case through stating that the purpose is “to prevent trade mark protection from granting its proprietor a monopoly on technical solutions or functional characteristics of a product which a user is likely to seek in the products of competitors”.[22] In other words, the provision aims to confine the use of the shape with the function of identifying its source rather than stifling competition in a way which gives the exclusive right of the technical or functional form to one competitor.

The CJEU has stated many times in its decisions that there is no need to prove acquired distinctiveness through use but inherent distinctiveness is sufficient for registration of those shapes, packaging and signs, which differentiates the EU law from the US one on that point. However, the CJEU has asserted in Mag Instrument case that “consumers are not in the habit of making assumptions about the origin of goods based upon the shape of their packaging in the absence of any graphic or word element, and it could therefore prove more difficult to establish distinctiveness in the cases of such three-dimensional trademarks than in the case of a word or figurative mark”.[23] As a result of this “normative presumption”, the CJEU has made use of “departs significantly test” to determine whether the product shape is inherently distinctive or not.[24] According to this test, “[o]nly a mark which departs significantly from the norm or customs of the sector and thereby fulfils its essential function of indicating origin” can be identified as distinctive in the meaning of Article 7(1)(b) of the Regulation.[25] However, the ignorance of the CJEU to take into consideration the second step, the requirement of “fulfilling essential function”, in the Apple[26] case has opened the doors for trade dress protection to services.[27] While Apple’s trade dress was registered as a result of its acquired distinctiveness in the US, it was found inherently distinctive by the CJEU, which shows that the CJEU has interpreted the “departs significantly test” loosely. After that case, it has become possible to state that the scope of trademark has extended to include service dress.

This analysis shows that while the US treats trademarks differently and requires acquired distinctiveness for product shapes to be protected under the trademark law, there is not such differentiation in the EU law. As long as a trademark including trade dress satisfies the requirement of distinctiveness and non-functionality in the meaning of Article 7(1)(e) of the Regulation, it does not matter whether it is the result of inherent or acquired distinctiveness. On the other hand, what really lies at the very heart of the distinctiveness test in the EU is consumer perception which the CJEU has identified average consumer not in the habit of considering trade dress as the indicator of source. This “normative assumption” results with the requirement of high level of distinctiveness regarding trade dress in practice.

As the EU trademark law requires such a high level of distinctiveness, this can be a reason to analyze designs law to examine whether there is a room for trade dress protection. If it is, there appears a chance to protect trade dresses under design law which are failed from the scrutiny of Article 7 of the Regulation.

 

Protection of Trade Dress under the EU Designs Law

 

According to the definition given in the Designs Regulation which establishes a unitary design protection throughout the EU, namely Community Design (CD), “design means the appearance of the whole or a part of a product resulting from the features of, in particular, the lines, contours, colours, shape, texture and/or materials of the product itself and/or its ornamentation”.[28] It is obvious from this definition that through referencing “the appearance of the whole or a part of a product” it includes trade dress.[29] Main difference between trademark and design is that the former identifies the source of the product or service and distinguishes them from other companies’ products or services whereas the purpose of the latter “is to make the product itself more useful and appealing”.[30]

Article 4(1) of the Designs Regulation puts forward “novelty” and “individual character” as the requirements of a design to be protected as a CD.[31] A design is regarded as new if it has not been made available to the public before the date of filing or priority date and it is “considered to have individual character if the overall impression it produces on the informed user differs from the overall impression produced on such a user by any design which has been made available to the public” before the date of filing or priority date.[32] Here, another important difference between trademark law and designs law appears regarding the term “informed user”. Whereas, trademark law refers to “average consumer” who is “reasonably well informed and reasonably observant and circumspect”,[33] designs law conceptualizes “informed user” which is defined as the “end user” who is an “ordinary people, lacking the knowledge of the ‘skilled designer’” but familiar with the existing designs.[34] In PepsiCo case, the CJEU identified informed user in between the trademark concept of “average consumer” and the “sectoral expert” to mean that “not to a user of average attention, but to a particularly observant one, either because of his personal experience or his extensive knowledge of the sector in question”.[35] In this respect, although it is difficult to distinguish them from each other, it is reasonable to assert that informed user can be deemed one step ahead of average consumer as the former is aware of existing designs.[36] This assumption shows that average consumer can be more disadvantageous to truly identify the origin of the trade dress since he barely “has the chance to make a direct comparison between the different signs” whereas informed user is supposed to be aware of the design corpus.[37]Under this assumption, trademark law requires a high level of distinctiveness test to protect only source-indicative signs.

Furthermore, as it has been pointed out above regarding the CTM, in the same way, the legislator provides certain provisions to exclude “features of appearance of a product which are solely dictated by its technical function”[38] from designs protection to prevent competition being endangered by the monopolization of certain features which should be, indeed, being left to the use of competitors freely. However, it is not always easy to specify which features of the design are technically functional. In this respect, “design freedom” is an important factor to be examined. In cases where there is only one way to  produce the design which requires the same appearance with the design of claimed registration, then it is appropriate to say that the appearance of the product is solely dictated by the function as there is very limited design freedom; hence cannot be protected as a design.

As article 3(2) of the Design Directive clearly puts that “a design shall be protected by a design right to the extent that it is new and has individual character”, meaning that there is no requirement for the design to be “distinctive” in order to be protected. This will give to design owner the opportunity to register his trade dress as a CD if he does not have a CTM protection because of the lack of distinctiveness of this trade dress in the meaning of Article 7 of the Trademark Regulation.

 

Protection of Trade Dress under the Law of Passing-Off

 

The law of passing-off, which has been developed in the UK jurisprudence, can be identified as a form of unfair competition specific to common law which aims to prevent deception.

The classic definition of passing-off was made in Jif Lemon[39] case since then “goodwill”, “misrepresentation”, and “damage” have been regarded as requirements of passing-off protection, the so-called “classical trinity”.[40] The first element of passing-off, namely goodwill, is a special concept to differentiate passing-off from trademark protection. It is goodwill, “the benefit and advantage of the good name […] attractive force which brings in custom”, that passing-off protects but not the trademark itself.[41] To illustrate, in Jif Lemon, it was not the trade dress (lemon-shaped-3D packaging) of the claimant being protected but his goodwill acquired in the course of time.

Misrepresentation is the second element required for passing-off action, which is different from confusion because in the former, deception is “material” and there is a real likelihood of damage towards claimant’s goodwill.[42] Accordingly, in Jif Lemon case, the defendant’s use of a different label on the same lemon-shaped-3D-trademark did not regarded sufficient enough to prevent customers from deceiving as they would probably think that the good was belong with the claimant.[43] Misrepresentation generally results with damage, which is the last element of passing-off, on the claimant’s goodwill in the form of loss of customer or loss of distinctiveness, especially in cases where passing-off was realized through inferior goods or services.[44] As the claimant argued in Henry the Hoover case, any breakdown in the copied version of the vacuum cleaner would be related with the claimant whose goodwill would be eventually affected negatively.[45]

In cases where trademark infringement is not actionable due to the lack of registration, passing-off provides protection. As it was in Lego case, although the registration of the shape of the Lego brick as a trademark was rejected due to its functional feature in the meaning of Article 7(1)(e) of the Regulation, it was protected against copying under the unfair competition law which can be seen as the EU version of passing-off. Two other important cases, Henry the Hoover and Puffin/Penguin, further proves that passing-off has been extended to offer protection to certain types of trade dress. In Henry the Hoover[46] case, the defendant copied the shape of the vacuum cleaner of the claimant but without the smiling face and the name “Henry” on it. The court sought whether the goodwill of the claimant on the small-man-like trade dress was sufficient enough to succeed in passing-off action.[47] The court found the shape of the vacuum cleaner distinctive and indicative of the origin of the product even in the absence of the word mark “Henry” and the smiling face and decided on passing-off[48], which shows that passing-off is flexible enough to provide protection to trade dress. In Puffin/Penguin[49] case, although the signs of “penguin” and “puffin” were not similar to find trademark infringement, an injunction was obtained by the claimant as a result of passing-off action due to the resemblance of the two trade dresses taking into consideration the colour and the birds used as a whole.

 

Comparative Analysis

 

After having analyzed the laws of trademark, designs and passing-off, it is proper to say that each of them provides different advantages as well as disadvantages to applicant of trade dress. It is obvious that the trademark law provides perpetual protection and gives exclusive right to the right-owner to prevent unauthorized use of identical/similar goods and services; therefore, protection under trademark law is highly desirable compared to the limited protection of the designs law and protection of the law of passing-off against copying. Also, there is no need for a trade dress to be “new” to be protected under the trademark law; even if it has been used in trade for many years, it is possible to register it as long as it satisfies the requirements set out in Article 7 of the Regulation. In fact, under such a situation it would be easier to register the trade dress based on acquired distinctiveness through use. Particularly, if the right-owner has a design protection, he can easily benefit from perpetual protection of trademark law based on its acquired distinctiveness after his design expired.

However, such kind of generous protection is not always easy to obtain especially in case of trade dress where proving distinctiveness has been harder as a result of the CJEU’s “normative presumption”. Although the scope of trademark protection has been extended since the Apple case in a way including service dress; nevertheless, there have been many cases that the CJEU rejected trademark protection regarding certain trade dress applications because of the lack of distinctiveness and/or due to their functional, natural and ornamental features. As the law of trademark provides perpetual protection, it has been more focused on the purpose of protecting competition to prevent signs, which should be open to use of competitors, become monopolized  in perpetuum; therefore, satisfying necessary conditions for registration of a trade dress as a trademark has been harder than registering it as a design. Even though a trade dress can pass the distinctiveness test successfully and being registered, it can be invalidated as a result of opposition, meaning that there is always a possibility of a trade dress to become invalid under the trademark law. Last but not least, the “inconsistency” in and among the decisions of EUIPO, the Boards of Appeal and the General Court resulting with lack of predictability, can be an important disincentive for applicants to register their trade dresses as CTM.[50]

In cases where a trade dress is not regarded as “distinctive” or cannot pass the Article 7 examination in the Regulation, it can be possible to register it as a design. It has been analyzed that whereas trademark law necessitates “distinctiveness” for registration, designs law requires “novelty” and “individual character” which are different from the trademark concept of “distinctiveness”. Therefore, in cases where it is difficult to prove distinctiveness of the trade dress no matter inherent or acquired, designs law appears as a savoir where it is easier to pass the test of “novelty” if the trade dress has not been made available to the public before. Indeed, there is no substantial examination and opposition processes in the Community designs law, which makes the registration process faster and easier than trademark.[51] Another remarkable feature of the designs law is it allows making multiple applications, meaning that it is possible to include more than one design to single CD application, which provides easiness in terms of both time and cost compared to CTM’s single sign requirement.[52] The protection is not limited with identical/similar goods or services in the designs law, which stands out as another advantage of it whereas, except well-known marks, the protection is only possible for identical/similar goods and services in the trademark law. Also, there is the right of deferment in CD which provides up to thirty months of deferment of publication from the date of filing/priority.[53]  Regarding such a longer list of advantages of the designs law compared to the trademark law, relatively shorter term of protection appears to be the most important disadvantage of the former.

If it is not possible to register the trade dress under the laws of trademark or designs, there is still a chance to have protection under the law of passing-off. It can be possible for trade dress owner to have protection against copying in the absence of any registered right if the “classical trinity” is fulfilled. Cases such as Jif Lemon, Puffin/Penguin and Henry the Hoover have proved that the scope of passing-off is flexible enough to provide protection to trade dress. However, it only protects against copying which is a disadvantage compared to the generous protection of the trademark law and the designs law. On the other hand, it is harder to prove acquired distinctiveness in trademark law compared to passing-off as the former gives monopoly power to the owner, which requires higher level of distinctiveness whereas the latter only enables the owner, without giving any property right, to prevent others using his trade dress in a deceptive way.[54] Passing-off also makes it easier for unregistered trade dress to be registered in the future through proving acquired distinctiveness by use. Regarding its relatively narrow scope of protection, passing-off can be considered as a last resort where, depending on the applicant’s aim, it is favourable to apply for design protection first as not to endanger the novelty requirement and later to try his chance on the trademark law.

As is seen, there is no single way of obtaining trade dress protection as it is possible to have cumulative protection. Since each regime has its own advantages and disadvantages, it depends on the purpose of the applicant to choose which type of protection he needs. To illustrate, if the trade dress owner has a small company and he is new in the sector, it is suitable for him to register his trade dress as a CD first, as this is quicker and less expensive than having a CTM, as well as does not require substantial examination and allows multiple applications. Then, he can register his trade dress as a CTM to benefit from its perpetual protection. If he misses the chance of registering his trade dress either as a CTM or as a CD, he can still protect it against copying based on the law of passing-off.

 

Conclusion

 

In conclusion, despite the expansion of the subject matter of the trademark law in the EU, this paper has shown that the law of passing-off and the law of designs have not become redundant as each law provides different advantages to trade dress owners, and registration of trade dress under one of them does not preclude the owner from other registrations or benefiting from the protection of passing-off. Instead of making them redundant, this overlapping of different type of protections provides freedom of choice and alternatives to trade dress owners as they are not mutually exclusive regimes. However, what has really been affected from this overlap resulting with the extension in the duration of the monopolistic rights and less competition is public domain, which exceeds the purposes of this paper.

 

Duygu Çampınarı

LLM Student in Intellectual Property Law

University of Leeds

duygucampinari@gmail.com

 

[1] Two Pesos Inc v Taco Cabana Inc 505 US 763 (1992).

[2] Case C-421/13 Apple Inc v Deutsches Patent-und Markenamt [2014].

[3] Council Regulation (EC) 207/2009 on the Community trade mark (codified version) [2009] OJ L78/1, art 4.

[4] Linde AG (C-53/01), Winward Industries Inc (C-54/01), and Rado Uhren AG (C-55/01) [2003] ECR I–3177.

[5] Case C-191/01 P OHIM v Wm Wrigley Jr Company [2003] ECR-I 12473.

[6] Case C-191/01 P OHIM v Wm Wrigley Jr Company [2003] ECR-I 12473.

[7] Two Pesos Inc v Taco Cabana Inc 505 US 763 (1992).

[8] Two Pesos Inc v Taco Cabana Inc 505 US 763 (1992).

[9] Two Pesos Inc v Taco Cabana Inc 505 US 763 (1992).

[10] 15 USC § 1125.

[11] Two Pesos Inc v Taco Cabana Inc 505 US 763 (1992).

[12] Wal-Mart Stores Inc v Samara Bros 529 US 205 (2000).

[13] Christina Platt Hillson, ‘Trade Dress Protection: When A Dress is Just A Dress According to the Supreme Court in Wal-Mart Stores, Inc. v Samara Brothers’(2001) 53 Baylor Law Review 461, 476.

[14] Case C-144/06 P Henkel v OHIM [2007] ECR I-8109.

[15] 15 USC § 1052 and § 1125.

[16] Traffix Devices Inc v Marketing Displays Inc 532 US 23 (2001).

[17] Regulation (EU) 2015/2424 amending Council Regulation (EC) No 207/2009 on the Community trade mark and Commission Regulation (EC) No 2868/95 implementing Council Regulation (EC) No 40/94 on the Community trade mark, and repealing Commission Regulation (EC) No 2869/95 on the fees payable to the Office for Harmonization in the Internal Market  [2015] OJ L341/21, art 7(1)(e).

[18] Case C-205/13 Hauck GmbH & Co KG v Stokke A/S, Stokke Nederland BV, Peter Opsvik and Peter Opsvik A/S [2014].

[19] Case C-48/09 P Lego Juris A/S v OHIM [2010] ECR I-8403.

[20] Case C-48/09 P Lego Juris A/S v OHIM [2010] ECR I-8403.

[21] Case C-205/13 Hauck GmbH & Co KG v Stokke A/S, Stokke Nederland BV, Peter Opsvik and Peter Opsvik A/S [2014].

[22] Case C–299/99 Philips v Remington [2002] ECR I–5490, para 78.

[23] Case C–136/02 P Mag Instrument Inc v OHIM [2004] ECR I–9182.

[24]Cesar J Ramirez-Montes, ‘Protecting “Service” Dress in Europe’ (2015) <https://law.depaul.edu/about/centers-and-institutes/center-for-intellectual-property-law-and-information-technology/programs/ip-scholars-conference/Documents/ipsc_2015/abstracts-papers-presentation/RamirezMontesC_Paper.pdf&gt; accessed 29 November 2015. (Work in progress)

[25] Case C–136/02 P Mag Instrument Inc v OHIM [2004] ECR I–9182; Case C-144/06 P Henkel v OHIM [2007] ECR I-8109.

[26] Case C-421/13 Apple Inc v Deutsches Patent-und Markenamt [2014].

[27] Cesar J Ramirez-Montes, ‘Protecting “Service” Dress in Europe’ (2015) <https://law.depaul.edu/about/centers-and-institutes/center-for-intellectual-property-law-and-information-technology/programs/ip-scholars-conference/Documents/ipsc_2015/abstracts-papers-presentation/RamirezMontesC_Paper.pdf&gt; accessed 29 November 2015. (Work in progress)

[28] Council Regulation (EC) 6/2002 on Community designs (codified version) [2002] OJ L3/1, art 3(a).

[29] Council Regulation (EC) 6/2002 on Community designs (codified version) [2002] OJ L3/1, art 3(a).

[30] Susanna Monseau, ‘European Design Rights: A Model for the Protection of All Designers from Piracy’ (2011) 48 American Business Law Journal 27, 46 citing Wal-Mart Stores Inc v Samara Bros Inc 529 US 205 (2000).

[31] Council Regulation (EC) 6/2002 on Community designs (codified version) [2002] OJ L3/1, art 4(1).

[32] Council Regulation (EC) 6/2002 on Community designs (codified version) [2002] OJ L3/1, art 6(1)(b).

[33] Linde AG (C-53/01), Winward Industries Inc (C-54/01), and Rado Uhren AG (C-55/01) [2003] ECR I–3177.

[34] David C Musker, The Design Directive (UK, The Chartered Institute of Patent Agents) < http://www.jenkins.eu/downloads/the-design-directive-by-david-musker.pdf&gt; accessed 05 January 2016.

[35] Case C–281/10 P PepsiCo Inc v Grupo Promer Mon Graphic SA [2011] ECR I–10178.

[36] Anna Carboni, ‘The Overlap Between Registered Community Designs and Community Trade Marks’(2006) 4 Journal of IP Law & Practice 256, 262.

[37] Anna Carboni, ‘The Overlap Between Registered Community Designs and Community Trade Marks’(2006) 4 Journal of IP Law & Practice 256, 262.

[38] Council Regulation (EC) 6/2002 on Community designs (codified version) [2002] OJ L3/1, art 8.

[39] Reckitt & Colman Products Limited v Borden Limited [1990] 1 WLR 491.

[40] Jennifer Davis, Intellectual Property Law (3rd edn, OUP 2008)

[41] Jennifer Davis, Intellectual Property Law (3rd edn, OUP 2008) 149 citing IRC v Muller & Co’s Margarine Ltd (1901)

[42] Jennifer Davis, Intellectual Property Law (3rd edn, OUP 2008).

[43] Reckitt & Colman Products Limited v Borden Limited [1990] 1 WLR 491.

[44] Jennifer Davis, Intellectual Property Law (3rd edn, OUP 2008).

[45] Numantic International Ltd v Qualtex UK Ltd [2010] EWHC 1237 (Ch).

[46] Numantic International Ltd v Qualtex UK Ltd [2010] EWHC 1237 (Ch).

[47] Numantic International Ltd v Qualtex UK Ltd [2010] EWHC 1237 (Ch).

[48] Numantic International Ltd v Qualtex UK Ltd [2010] EWHC 1237 (Ch).

[49] United Biscuits UK Ltd v Asda Stores Ltd [1997] RPC 513.

[50] Anna Carboni, ‘The Overlap Between Registered Community Designs and Community Trade Marks’(2006) 4 Journal of IP Law & Practice 256, 260-261.

[51] Anna Carboni, ‘The Overlap Between Registered Community Designs and Community Trade Marks’(2006) 4 Journal of IP Law & Practice 256, 260.

[52] Council Regulation (EC) 6/2002 on Community designs (codified version) [2002] OJ L3/1, art 37.

[53] Council Regulation (EC) 6/2002 on Community designs (codified version) [2002] OJ L3/1, art 50.

[54] Jennifer Davis, Intellectual Property Law (3rd edn, OUP 2008) 170-171 (citation omitted).

 

Aroma Kelimesi Elektrikli Yemek Pişiriciler için Tescil Edilebilir mi? (Adalet Divanı Genel Mahkemesi T‑749/14 Sayılı Karar)

aroma.rice

 

21 Kasım 2006 tarihinde Peter Chung-Yuan Chang tarafından WIPO nezdinde “AROMA” ibaresi, 07. ve 11. sınıfta yer alan ve genel olarak “elektrikli pişirme aletleri, yiyecek hazırlama ve pişirme aletleri” şeklinde özetlenebilecek emtialarda tescil başvurusuna konu edilmiştir (uluslararası tescil no: 924502).

AROMA

25 Nisan 2012 tarihinde BSH Hausgeräte GmbH firması tarafından söz konusu başvuruya, başvuru kapsamındaki emtialar açısından “aroma” sözcüğünün tanımlayıcı olduğu gerekçesiyle itiraz edilmiştir.

İtiraz sahibinin bu itirazı 30 Ağustos 2013 tarihinde İlk İtiraz Birimi tarafından görüşülmüş ve itiraz sahibinin tüm itirazları reddolunmuştur.

Bu karara karşı 26 Eylül 2013 tarihinde itiraz sahibi kararı EUIPO’ya taşımış, 4 Eylül 2014 tarihinde ise EUIPO 4. Temyiz Kurulu tarafından, itiraz birimi tarafından verilen karar kaldırılarak itiraz sahibinin itirazları aşağıdaki gerekçeler ile kabul edilmiştir.

Temyiz Kuruluna göre “aroma” sözcüğü İngilizce, Almanca, İspanyolca ve İtalyanca da aynı anlama gelmekte olup tescil edilmek istenilen emtialarda bu ibare ile karşılaşan ilgili tüketicinin tereddütsüz bir şekilde anılan ibareyi tescil edilmek istenilen malların karakteristik bir özelliğini (hoş, güzel koku veren) gösteren bir işaret olarak yorumlayacaktır. Böylesi bir ibarenin kullanım sonucu ayırt edicilik kazanmadığı sürece tescil edilmesi mümkün olmaması nedeniyle, itiraz sahibinin itirazlarının kabulü gerekmektedir.

EUIPO tarafından verilen bu karara karşı başvuru sahibi konuyu Genel Mahkemeye taşımış ve T‑749/14 dosya numarası ile görülen davada, Temyiz Kurulu’nun 207/2009 sayılı Topluluk Marka Tüzüğü’nün 7(1)(c) maddesini yanlış yorumladığını iddia ederek kararın iptalini talep etmiş ve görülen dava neticesinde 12 Mayıs 2016 tarihinde başvuru sahibi, tüm iddialarında haklı görülerek EUIPO kararının iptaline karar verilmiştir.

Genel Mahkemeye göre tescil kapsamında yer alan 07. ve 11. sınıftaki emtialar genel olarak elektrikli pişirme aletleri olarak tanımlanabilecek olup bu emtiaların ilgili tüketicileri ortalama tüketiciler (average consumer) olarak kabul edilebilir. Dolayısıyla yapılacak olan değerlendirmenin bu tüketici kitlesi gözetilerek yapılması gerekmektedir.

Genel Mahkemeye göre “aroma” sözcüğü, sözcük anlamı itibariyle birden fazla anlam içermektedir. Dört ana dilde söz konusu ibare “koku”, “esans”, “şarap kokusu”, “güzel hoş koku” gibi anlamlara gelmekte olup günlük hayatta ise daha ziyade hoş kokulu baharatlar, şaraplar ve bitkiler açısından kullanılan bir sözcüktür. Bununla birlikte özellikle Almanya’da “aroma” sözcüğü aynı zamanda “tat” ve “lezzet” anlamlarına gelecek şekilde yiyecekler yönünden kullanımı olduğu da bilinmektedir.

Genel mahkemece bir ibarenin tüzüğün 7(1)(c) maddesi kapsamında değerlendirilebilmesi için sahip olduğu anlamlardan en azından birinin tescil kapsamındaki emtialar bakımından tanımlayıcı olması gerekmektedir. (3 October 2003 in OHIM v Wrigley, C‑191/01 P) Bu ilişkinin yoğunluğu öyle olmalıdır ki tüketici açısından anılan ibarenin derhal ve başkaca bir yorumlama çabasına girmeksizin derhal tescil edilmek istenilen ürün ile işaret arasında bir bağlantı kurması gerekmektedir.

Genel Mahkemeye göre 07. ve 11. sınıfta tescil edilmek istenilen elektrikli pişirme aletleri herşeyden önce “koku” verme özelliği bulunan ürünler değildir. Yine Genel Mahkemeye göre neredeyse tüm yiyecek ve içecek ürünlerinin kendine özgü doğal bir kokusu vardır. Bu koku ürünün doğan halinden alınabildiği gibi kimi zaman yiyeceğin pişirilmesi esnasında veya sonrasında ortaya çıkan bir esanstır. Ancak ürünün pişirilmesi esnasında ortaya çıkan bu aromatik koku nedeniyle, pişirilme esnasında “yardımcı malzeme” olarak kullanılan bir eşyanın salt bu nedenle “aroma” sözcüğü yönünden doğrudan tanımlayıcı bir ibare olarak kabul edilmesinin mümkün olmadığını tespit etmiştir. Zira bu emtiaların herhangi bir şekilde yiyecek veya içeceklerin pişirilmesi, hazırlanması aşamalarında kullanılması Temyiz Kurulu’nun tespitinin aksine işaretin tanımlayıcı olarak nitelendirilmesi açısından yetersiz olacaktır. Bu nedenle “aroma” sözcüğü ile tescil kapsamındaki emtialar arasında olsa olsa doğrudan olmayan, oldukça dolaylı bir ilişki kurulabileceği ancak tescil kapsamındaki emtiaların kullanım amacı hoş bir koku yaymak değil, yiyeceklerin hazırlanmasına aracılık etmek olduğundan bu ilişki Temyiz Kurulu kararının aksine 7(1)(c) maddesi kapsamında kalmayacaktır.

Dolayısı ile genel mahkemeye göre Temyiz Kurulu bu noktada Tüzüğün 7(1)(c) maddesi doğrultusunda açık ve doğrudan karakteristik bir özellik belirtme fonksiyonunun yorumlanmasında hataya düşmüş olup verilen kararın iptali gerekmektedir.

Genel Mahkemece yapılan bu değerlendirmeler, 556 s. KHK kapsamında 7/1-c maddesi çerçevesinde görülen uyuşmazlıklarda benimsenen görüş ve değerlendirmelerin geneli ile parallellik teşkil etmektedir. Nitekim mevzuatımıza göre de 7/1-c maddesinin uygulanmasında tescil edilmek istenilen işaretin, tescil edilmek istenilen mal veya hizmetin karakteristik bir özelliğini, vasfını, amacını hiçbir özel zihni çabaya mahal bırakmadan, mal veya hizmet ile olan sıkı ilişkisi sebebiyle derhal düşündürmesi ve akla getirmesi gerekmektedir. Ancak somut uyuşmazlık konusu kararda olduğu gibi ülkemizde de bu maddenin lafzının hatalı şekilde yorumlandığı kararlar ile sıklıkla karşı karşıya kalınmaktadır. Örneğin oldukça yakın zaman denk geldiğim bir Yargıtay kararında (Yargıtay 11 HD 2015/4688E, 2015/11384K) yerel mahkemece “dem” ibareli markanın “çay” emtiasının karakteristik bir özelliğini yansıttığı ve tasviri olduğundan bahisle “camdan mamul ayaklı ayaksız bardak, çay bardağı, çay tabağı, fincan, fincan tabağı” emtiaları yönünden 556 sayılı KHK’nın 7/1-c maddesine dayanılarak hükümsüzlüğü karar verildiği ve verilen kararın sonrasında Yüksek Mahkemece aynen işbu uyuşmazlık konusundaki gerekçeler çerçevesinde bozulduğu görülmüştür. Bu bağlamda kanaatimce 7/1-c maddesinin yorumlanmasında doktrin ve emsal kararlarda benimsenen kriterlerin oldukça dikkatli bir şekilde ele alınması gerekmektedir.

Av. Poyraz DENİZ

Mart 2016

poyrazdeniz@ankara.av.tr

 

Tat Markaları Hakkında A.B.D.’nden New York Pizzeria Kararı

Pizza_with_tomatoes

 

Geleneksel olmayan marka çeşitleri kategorilere ayrılırken adı geçen marka türlerinden birisi de “tat markaları”dır. Şu ana kadar tescilli veya başvurusu yapılmış bir tat markasıyla ulusal düzeyde karşılaşmamış olduğum (ve işin aslı bu konuda pek de bilgili olmadığım) için konu hakkında biraz araştırma yaptım. Araştırma sonucunda karşıma çıkan ilginç (en azından benim standartlarımda) bir davayı sizlerle de paylaşmak istiyorum.

Yenilikler çoğunlukla yeni dünya kökenli olduğundan, olay ve davanın geçtiği yerin Amerika Birleşik Devletleri (A.B.D.) olması elbette sizi de şaşırtmayacaktır. Aktaracağımız vaka, bir tescil başvurusunun reddedilmesi kararına karşı yapılan itiraz ve sonrasındaki bir davayla ilgili değildir. Tat markaları hususu, birden çok nedenle açılan davada, davacı tarafça öne sürülen argümanlardan birisidir. Bu noktada giriş kısmını çok da uzatmadan davanın kısa özetini yapmak yerinde olacaktır.

Birleşik Devletler Teksas Bölge Mahkemesi’nde yargıç Gregg Costa’nın 20 Ekim 2014 tarihinde verdiği kararın tarafları, davacı “New York Pizzeria, Inc.” (bundan sonra kısaca NYPI olarak anılacaktır) ve davalılar “Ravinder Syal ve diğerleri”dir.

NYPI, Gerard Anthony Russo’ya ait bir çok sayıda şubesi bulunan bir pizza franchise şirketidir. Adrian Hembree, bu zincirin eski müdürlerinden birisidir, ancak Hembree’nin çalışma akdi Mart 2011’de sona erdirilir. Hembree, NYPI’ya karşı sözleşme feshinin şartlarının ihlal edildiği gerekçesiyle dava açar. Bu davaya NYPI bir karşı davayla yanıt verir.

NYPI’ye göre, Hembree ve diğer komplocular açtıkları Gina’s Italian Kitchen isimli restoranda, NYPI’nin tariflerini, malzemelerini, dokümanlarını ve rehberlerini kullanmaktadır. NYPI karşı davada, bu faaliyetin, Hembree halen kendi şirketlerinde çalışırken, 2010 yılında başladığını tespit ettiklerini ve Hembree’nin bu tip bilgileri belirtilen tarihten itibaren aynı sektörde faaliyet gösteren Ravinder Syal’a aktardığını belirtmiştir. Ötesinde, Hembree’nin NYPI ile franchise şirketleri arasındaki elektronik iletişim ağına sızarak tarifler dahil olmak üzere, NYPI’nın ticari sırlarını çaldığı da iddia edilmektedir. Son olarak, Ravinder Syal’ın NYPI’nin eski çalışanlarını işe alarak NYPI ile çalışanları arasında gizli kalması gereken bilgileri ele geçirmeye çalıştığı öne sürülmüştür. Bütün bu iddialara dayanak deliller ise Gina’s Italian Kitchen isimli restoranda çalışmaya başlayan, ancak aslında NYPI’nin iç deneticisi olan bir kişinin restoranda ele geçirdiği bilgilere ve yaptığı bant kayıtlarına dayandırılmaktadır.

Bir casus filmini andıran dava bütünü itibarıyla da oldukça ilginç gözükmektedir ve dava hakkındaki detayların tamamının https://www.gpo.gov/fdsys/granule/USCOURTS-txsd-3_13-cv-00335/USCOURTS-txsd-3_13-cv-00335-1 bağlantısından görülmesi mümkündür.

NYPI’nin iddiaları mahkeme tarafından 5 ana başlığa indirgenmiştir: (i) Bilgisayar Sahtekarlığı ve İstismarı Yasasının İhlali, (ii) Depolanmış İletişim Verileri Yasasının İhlali, (iii) NYPI’nin ayırt edici tatlarının kullanılması suretiyle marka hakkına tecavüz, (iv) NYPI’nin ayırt edici yemek tabağı düzenleme yöntemlerinin kopyalanması yoluyla ticari takdim şekline tecavüz, (v) Çeşitli suçların işlenmesine yardım ve yataklık.

Kararın bizi ilgilendiren kısmı “NYPI’nin ayırt edici tatlarının kullanılması suretiyle marka hakkına tecavüz” iddiası olduğundan, kararın bu kısmına odaklanıyor ve kararın tamamının incelenmesini meraklı okuyucularımıza bırakıyoruz.

NYPI’ye göre, özel olarak temin edilen bileşenler ve yenilikçi hazırlama ve koruma teknikleri, NYPI ürünlerinin ayırt edici tadını ortaya çıkartmaktadır. NYPI’nin iddiası; davalıların belirtilen malzemeleri ve yöntemleri kullanarak NYPI ürünlerinin ayırt edici tadından kaynaklanan marka haklarına tecavüz ettiği ve bu hakları sulandırdığı yönündedir.

Mahkemenin bu iddiaya yönelik değerlendirmesi takip eden şekildedir:

NYPI’nin belirttiği gibi tatların marka işlevini yerine getirebileceğini engelleyen özel bir hukuki düzenleme bulunmamaktadır. Qualitex v. Jacobson davasında belirtildiği üzere, “Önemli olan bir markanın amacını yerine getirmesini sağlayan renk, şekil, koku, kelime veya işaret gibi ontolojik statüsü değildir, önemli olan bir markanın kaynak gösterme yeterliliğinin olup olmadığıdır.” Aynı davada belirtildiği üzere, A.B.D. Marka Kanunu (Lanham Kanunu)’na göre bir anlam taşıması mümkün olan neredeyse her şey marka olabilir.

Mahkeme’ye göre, kokuların anlam taşıyabileceği konusunda hiç kuşku bulunmamaktadır; bununla birlikte, ancak kokunun ürünün kaynağını ayırt edebilmesi halinde kokulara marka koruması sağlanabilecektir. Kendiliğinden ayırt edici niteliğe sahip (inherently distinctive) işaretler, üzerinde kullanıldıkları ürünü tarif etmekten ziyade, ürünlerin kaynağını gösterirler. Bu tip işaretler genellikle kelime ve şekil markalarıdır ve hayali veya rastlantısal markalar olarak adlandırılabilirler. Buna karşın tek renkten müteşekkil markalar kendiliğinden ayırt edici niteliğe sahip değildir, şöyle ki tüketicilerin bu tip işaretleri bir ürünün kaynağını gösteren işaretler olarak kabul etmeleri beklenemez.

Tek renkten müteşekkil markalarda olduğu gibi, kokular da kendiliğinden ayırt edici niteliğe sahip değildir, çünkü kokular da “otomatik biçimde” bir ürünün kaynağını gösteremez.  Bu nedenle kokular ancak kullanım sonucu ayırt edici nitelik kazanmışlarsa, yani tüketiciler ilgili kokuyla ürünün ticari kaynağı arasında bağlantı kurmayı geçmişteki tecrübeleri nedeniyle başarabilmişlerse, kokular geçerli bir marka olarak işlev gösterme şansına sahip olurlar.

Bu durumun ortaya çıkmasını zorlaştıran bir başka husus daha bulunmaktadır, o da ürünlerin işlevsel özelliklerinin korunabilir olmamasıdır. Bir ürün özelliğinin, ürünün kullanımı veya amacı için gerekli olması veya ürünün maliyetini veya kalitesini etkilemesi hallerinde, ilgili özelliğin işlevsel olduğu kabul edilir. İşlevsel özelliklerin marka olarak tescil edilmesi halinde, ticari alanda rekabet halinde bulunan diğer firmalar önemli ölçüde dezavantajlı konuma düşecektir.

İşlevsellik doktrini, bir koku hakkında marka koruması elde etmek isteyenler için önemli bir engel teşkil etmektedir. Geçmişte USPTO Temyiz Kurulu, portakal tadının haplar (ilaçlar) için tescil talebini işlevsellik nedeniyle reddetmiştir. Bunun nedeni ilaçların genellikle kötü bir tadının olması ve portakal tadının bu bağlamda faydacı bir işleve sahip olmasıdır. Bu işlev Temyiz Kurulu’na göre ilaç sektöründe rekabeti engelleyebilecek niteliktedir.

Eğer tatların marka olarak korunmasının önündeki engel ilaçlar hususunda büyükse, gıda sektöründe bu engel kesinlikle daha büyüktür ve yüksek olasılıkla aşılamaz niteliktedir. İnsanlar elbette açlıklarını gidermek için yemek yerler, ancak yemek yemenin bir diğer özelliği tat almaktır ve bu husus, insanların temel ihtiyaçlarını giderme amacının ötesinde para ödeyerek hizmet aldıkları restoran yiyecekleri için daha da önemlidir. Gıdaların tadı hiç şüphe olmaksızın kalitelerini etkiler ve bu nedenle, tatlar gıdalar için işlevsel bir unsurdur.

Tatların işlevselliği hususu göz önüne alındığında, incelenen vakada NYPI gıda tatlarını marka olarak tanıyan herhangi bir önceki vaka sunamamıştır. NYPI kendi ürünlerinin emsalsiz tadının kaynak gösterme işlevine sahip olduğunu öne sürmüş olsaydı bile, makarna ve pizzaların tadının işlevsellik engeline takılacak olması nedeniyle bu iddia kabul edilemez olacaktır. Belirtilen gerekçelerle, davalıların NYPI ürünlerinin ayırt edici tatlarını kullanarak, NYPI’nin marka hakkına tecavüz ettikleri iddiası haklı bulunmamıştır.

Yukarıda ayrıntılı olarak açıkladığımız gerekçeler kapsamında, A.B.D. yargısının tatların marka olarak tescilinin önüne iki bariyer koyduğunu söyleyebiliriz: (i) Tatlar kendiliğinden ayırt edici niteliğe sahip değildir, ancak kullanım sonucu ayırt edici nitelik (ikincil anlam) kazanmışlarsa korunabilirler. (ii) Talebe konu tadın ilgili ürünler bakımından işlevsel olmaması gerekir. Bu tespitlere karşın, A.B.D.’nde tatların grafik gösteriminin mümkün olmaması nedeniyle marka olabilecek işaretler arasında sayılmadığı şeklinde bir varsayıma, en azından bu kararda ve karar içeriğinde yer alan içtihatta rastlamadık.

Avrupa Birliği mevzuatında marka olabilme koşulları arasında bulunan grafik gösterim şartının yeni Direktif ve Tüzük’le kaldırılmasının ve onun yerine gelen “işaretin, korumanın konusunun açık ve net olarak anlaşılmasını sağlayabilecek şekilde sicilde gösterilebilir olması” koşulunun şu anki kapsamının belirsizliği göz önüne alınırsa, tat markaları konusunda yakında Avrupa Birliği’nde yeni kararlar görebileceğimizi şimdiden öngörebiliriz.

Önder Erol Ünsal

Mayıs 2016

unsalonderol@gmail.com

 

“Liiga” Markası Stilize Yazım Tarzına Rağmen Adalet Divanı Genel Mahkemesi’nce Tanımlayıcı Bulundu (T‑54/15)

liiga2

 

Geçtiğimiz haftalarda, Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi (EUIPO) karar kılavuzunu esas alarak, ayırt edici olmayan kelime unsurları ve buna ilaveten şekil unsurlarının kombinasyonundan oluşan markalarda, ayırt edicilik sınırının EUIPO’da nasıl belirlendiğini aktarmaya çalışmıştık (bkz. http://wp.me/p43tJx-xT ). Okumakta olduğunuz bu yazı, benzer bir durumda Avrupa Birliği Adalet Divanı Genel Mahkemesi’nin verdiği 28 Nisan 2016 tarihli T‑54/15 sayılı “Liiga” kararı hakkındadır.

Finlandiya menşeili “Jääkiekon SM-liiga Oy” firması 9 Ağustos 2013 tarihinde aşağıda görseline yer verilen “Liiga” markasının tescili için EUIPO’ya başvuruda bulunur. Başvuru kapsamında Nicé sınıflandırmasının 9, 16, 25, 28, 29, 30, 32, 33, 39, 41 ve 42. sınıflarına dahil mallar ve hizmetler bulunmaktadır.

liiga

EUIPO uzmanı, 3 Ocak 2014 tarihinde verdiği kararla, başvuruyu ayırt edici nitelikten yoksunluk ve tanımlayıcılık gerekçeleriyle Tüzük madde 7/1-(b) ve (c) bentleri uyarınca “Sınıf 28: Oyunlar ve oyuncaklar; diğer sınıflarda yer almayan jimnastik ve spor malzemeleri. Sınıf 41: Spor etkinlikleri hizmetleri.” bakımından kısmen reddeder.

Başvuru sahibi bu karara karşı itiraz eder ve itiraz EUIPO Temyiz Kurulu tarafından 1 Aralık 2014 tarihinde karara bağlanır. EUIPO Temyiz Kurulu itirazı aşağıda açıklanan nedenlerle reddeder:

Başvurunun kelime unsuru, Fince konuşan ortalama tüketiciler tarafından “Finlandiya’da rekabete dayalı bir spor liginin adı” olan “Liiga” ibaresi şeklinde okunacaktır. Bu bağlamda, başvuruya konu ibarenin kısmi ret kararına konu malların ve hizmetlerin cinsi, niteliği ve amacıyla açık ve doğrudan bağlantısı bulunmaktadır. Başvurunun şekli unsuru, harflerin hafif düzeyde stilize yazımı ve koyu renkte dairesel arka plandan oluşmaktadır. Belirtilen şekli unsurlar sıradan niteliktedir ve tüketicinin dikkatini kelime unsurunun ortaya koyduğu tanımlayıcı anlamdan uzaklaştırma işlevine sahip değildir. Bu bağlamda başvurudaki şekli unsurlar ayırt edici niteliğe sahip değildir. Kurula göre, şekli unsurlar yukarıda açıklanan nedenlerle tanımlayıcı mesajın arka planı olarak değerlendirilecektir. Dolayısıyla, başvuru kısmi ret konusu mallar ve hizmetler bakımından tanımlayıcıdır ve ayırt edici niteliğe sahip değildir ve anılan gerekçelere dayalı kısmi ret kararı yerindedir.

Başvuru sahibi EUIPO Temyiz Kurulu kararına karşı dava açar ve dava Adalet Divanı Genel Mahkemesi’nde görülür. Genel Mahkeme’nin 28 Nisan 2016 tarihli T‑54/15 sayılı kararına ana hatlarıyla aşağıda yer verilmiştir.

Başvuru sahibine göre, başvuruda yer alan “Liiga” kelime unsuru oldukça stilize biçimde el yazısıyla yazılmıştır ve siyah arka plan üzerinde gri renkte gölgelendirilmiştir. Bunun ötesinde, harfler diyagonal biçimde yazılmıştır, başvuruda yer alan “g” harfinin kuyruğu vardır, “l” harfi “1” rakamı biçiminde de algılanabilecek biçimde düzenlenmiştir ve son olarak “ii” çift ünlüsü “ü” harfi olarak da algılanabilecektir. Bu bağlamda, başvuru “Liiga”, “Lüga”, “1iiga” veya “lüga” olarak okunabilecektir. Bu çerçevede başvuru tanımlayıcı olarak değerlendirilebilse de, kelime unsurunun stilize yazımı ve şekli unsurlar başvuruya ayırt edici nitelik kazandırmaktadır ve bu nedenle de başvuru marka olarak asli fonksiyonunu yerine getirebilecektir.

Yerleşik içtihada göre, Tüzüğün 7. maddesinde yer alan ret nedenleri Avrupa Birliği’nin yalnızca bir bölümünde ortaya çıksa da uygulanacaktır.

Tüzüğün 7/1-(c) bendi kapsamına giren markalar tek bir işletme adına marka olarak tescil edilemez. Anılan tescil engelinin amacı, bu tip işaretlerin herkes tarafından serbest biçimde kullanımının sağlanmasıdır ve bent bu nedenle kamu düzenini koruma amacı gütmektedir. Buna ilaveten, ilgili bent kapsamına giren işaretler, aynı zamanda malların ve hizmetlerin ticari kaynağını gösterme şeklinde ifade edilebilecek asli işlevini de yerine getirmemektedir.

Bir işaretin tanımlayıcı özelliği, ilk olarak kamunun ilgili kesimi tarafından ne şekilde algılanacağı, ikinci olarak ilgili mallar ve hizmetler referans alınarak değerlendirilecektir.

Bir işaretin tanımlayıcılık gerekçesiyle reddedilebilmesi için işaret ve mallar ve hizmetler arasında yeteri derecede doğrudan ve özel bir ilişki bulunması ve bu ilişkinin kamunun ilgili kesimi tarafından malların ve hizmetlerin tasviri veya özelliği olarak derhal ve daha derin bir değerlendirmeye ihtiyaç olmaksızın anlaşılması gerekmektedir.

İncelenen vakada kamunun ilgili kesimi Fince konuşan ortalama tüketicilerden oluşmaktadır ve bu husus tartışma konusu değildir. Buna ilaveten Fin dilinin “ü” harfini içermediği ve ortalama Fin tüketicilerin markayı “Lüga” olarak algılamalarının düşük bir olasılık olduğu da başvuru sahibi tarafından tartışma konusu yapılmamaktadır.

Mahkemeye göre, başvuru hedef tüketici kesimince “Liiga” ibaresi olarak algılanacaktır ve bu kelime Fince’de bir şampiyonaya benzeyen rekabetçi bir spor ligi karşılığına gelmektedir. Bunun sonucunda, başvuru kısmi ret kararı kapsamındaki mallar ve hizmetlerin en azından amacı bakımından açık ve doğrudan bir mesaj iletmektedir. Oyunlar ve oyuncaklar ve jimnastik ve spor malzemeleri, bir spor şampiyonasıyla ilgili olabilir ve aynı durum spor etkinlikleri hizmetleri için de geçerlidir.

Başvurunun stilize unsurları, “Liiga” ibaresinin el yazısı ile yazımından ibarettir. Kelime unsuru el yazısıyla yazılmış olsa da halen gayet kolaylıkla okunabilir durumdadır. Başvuru sahibi tüketicilerin şekli bir top veya hokey pakı olarak algılayabileceklerini iddia etse de, kelime unsurunun arkasındaki siyah daire basit ve somut konfigürasyonu göz önüne alındığında,  sadece bir arka plan olarak algılanacaktır. Kaldı ki top veya hokey pakı olarak algılansa da, bu sadece kelime unsuru ile bir spor dalı arasındaki bağlantıyı kuvvetlendirecektir. Sonuç olarak, Temyiz Kurulu’nun da tespit ettiği gibi markayı oluşturan unsurlar, marka ve kısmi ret kararına konu mallar ve hizmetler arasındaki ilişkiyi ortadan kaldırır nitelikte değildir.

Bunun sonucunda, başvuruya konu marka, kısmi ret kararı kapsamındaki “Sınıf 28: Oyunlar ve oyuncaklar; diğer sınıflarda yer almayan jimnastik ve spor malzemeleri. Sınıf 41: Spor etkinlikleri hizmetleri.” ile yeteri derecede doğrudan ve özel bir ilişkiye sahiptir ve kamunun ilgili kesimi belirtilen malların ve hizmetlerin bu markayla piyasaya sürülmesi halinde bu ilişkiyi (en azından malların ve hizmetlerin amacına yönelik ilişkiyi) derhal algılayabilecektir. Dolayısıyla, Genel Mahkeme’ye göre tanımlayıcılık gerekçesiyle verilen kısmi ret kararı yerindedir.

Yerleşik içtihat uyarınca, malların veya hizmetlerin özellikleri hakkında tanımlayıcı bulunan kelime markaları, aynı mallar ve hizmetler bakımından aynı zamanda ayırt edici nitelikten yoksundur. Bu bağlamda, aynı tespitleri bir kez daha tekrar etmeye ihtiyaç olmaksızın, ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçesiyle verilen kısmi ret kararı da Genel Mahkeme’ce yerinde görülmüştür.

Sonuç olarak Genel Mahkeme, EUIPO tarafından verilen kısmi ret kararını yerinde bularak davayı reddetmiştir.

Önceki yazımızda EUIPO uygulama kılavuzunda, kelime markalarının stilize yazımı biçimlerinin ayırt edicilik değerlendirmesini ne şekilde etkileyeceğini yazmıştık. Buna göre, “Standart yazım karakterlerine, harflendirmenin parçası olarak grafik unsurlar eklenmişse, markanın bütün olarak ayırt edici niteliğe sahip olduğunun kabul edilebilmesi için eklenen unsurların yeteri derecede etkiye sahip olması gereklidir. Eklenen unsurlar tüketicilerin dikkatini tanımlayıcı anlamdan uzaklaştırmaya veya markanın uzun süre kalıcı etkisini oluşturmaya yeterliyse, marka tescil edilebilir niteliğe sahip olacaktır.”

Yazı boyunca yer  verdiğimiz Genel Mahkeme kararından anlaşılacağı üzere incelenen vakada, “Liiga” ibaresinin stilize yazım biçimi ve buna ilaveten şekil unsuru ortalama tüketicinin algısını tanımlayıcı kelime unsurundan uzaklaştırabilecek nitelikte görülmemiştir. Bu haliyle değerlendirmenin 556 sayılı KHK’nın 7/1-(c) bendinde yer alan esas unsurun tespiti değerlendirmesine de yaklaştığı söylenebilir. İncelenen vakada, yeteri derecede ayırt edici bulunmayan şekil unsuru ve stilize yazım biçimi, EUIPO Temyiz Kurulu ve Genel Mahkeme tarafından markanın esas unsuru olarak değerlendirilebilecek kelime unsurunun tanımlayıcılığını ortadan kaldırır nitelikte görülmemiştir.

Önder Erol Ünsal

Mayıs 2016

unsalonderol@gmail.com

Ayırt Edici Niteliğe Sahip Olmayan Kelime Unsurları ve Ayırt Edici Niteliğe Sahip Şekil Unsurlarının Kombinasyonundan Oluşan Markaların Değerlendirilmesi Hakkında EUIPO Uygulaması

euipo1

Ayırt edici olmayan veya tanımlayıcı nitelikteki bir kelime unsuru ile ayırt edici niteliğe sahip bir şekil unsurunun kombinasyonundan oluşan işaretlerin tescil edilebilirliğinin değerlendirilmesi, marka incelemesinin tartışmaya en açık ve subjektif yönlerinden birisini oluşturmaktadır.

Avrupa Birliği üyesi ülkelerin marka mevzuatı neredeyse aynı olsa da, ulusal ofislerin birbirinden büyük ölçüde farklılaşan değerlendirmeleri ile uygulamada sıklıkla karşılaşılmaktadır. Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi (EUIPO) ve Avrupa Birliği üyesi ülkelerin ulusal marka ofisleri arasındaki uygulama farklılıklarını asgari düzeye çekmek amacıyla, EUIPO ve üye ülkeler tarafından Yakınlaştırma (Convergence) Programları yürütülmekte ve uzlaşılan genel ilkelerin Ortak Bildirge (Common Communication) ismiyle kamuoyuna duyurulması da sağlanarak, sorunlu konularda AB üyesi ülkelerin marka ofislerinin bundan sonra takip edecekleri genel ilkeler belirlenmektedir.

EUIPO ve Birlik üyesi ülkelerin üzerinde uzlaşarak kamuoyuna duyurdukları son Ortak Bildirgelerden birisi, mutlak ret nedenleri ile ilgilidir ve “Ayırt Edici Olmayan/Tanımlayıcı Kelimeler İçeren Şekil Markalarının Ayırt Ediciliğine İlişkin Ortak Uygulama” başlığını taşımaktadır. 2 Ekim 2015 tarihli Ortak Bildirge’nin İngilizce aslının https://www.tmdn.org/network/web/10181/59 adresinden görülmesi mümkündür.

Bildirgede yer alan esaslar EUIPO marka uygulama kılavuzuna aktarılmış ve EUIPO uygulaması bildirge çerçevesinde güncellenmiştir. Bu yazıda EUIPO Marka Uygulama Kılavuzunun ilgili bölümü, kullanılan örneklerle birlikte, Türkçe’ye çevrilerek aktarılacak ve okuyucularımızın konu hakkındaki EUIPO uygulamasını detaylarıyla görmeleri sağlanmaya çalışılacaktır. EUIPO kılavuzunun ilgili bölümünün, takip eden bağlantının Part B: Examination, Section 4, 74-80. sayfalarında görülmesi mümkündür. (https://euipo.europa.eu/ohimportal/en/trade-mark-guidelines)

Kılavuzun ilgili bölümü; “Tüzüğün 7/1-(b),(c),(d) bentlerinde yer alan ayırt edici nitelikten yoksunluk, tanımlayıcılık ve jeneriklik gerekçeli ret halleri, işaretin ayırt edici niteliğe sahip başka bir unsurla kombinasyonun yapılması halinde ortadan kaldırabilir.” değerlendirmesiyle başlamaktadır. Bir diğer deyişle, ayırt edici nitelikten yoksun, tanımlayıcı veya jenerik bir unsurun başka unsurlarla kombinasyonu, işarete bütün olarak asgari düzeyin üzerinde ayırt edicilik kazandırıyorsa, belirtilen işaret bakımından anılan ret gerekçeleri uygulanmayacaktır. Bu durumda cevaplandırılması gereken soru, markada ayırt edici olmayan ve tanımlayıcı kelime unsuruyla birlikte yer alan figüratif unsurun, işarete asgari derecede ayırt edici nitelik kazandırıp kazandırmadığının nasıl tespit edileceği olarak ortaya çıkmaktadır.

Ortak Bildirge’den kılavuza aktarılan ve yazı boyunca yer verilecek örneklerde yer alacak “Flavor and Aroma” ibaresi “Tat ve Aroma” anlamına gelmektedir ve işaretin başvurusunun 30. sınıftaki “kahveler” malı için yapıldığı varsayılmaktadır. Diğer örneklerden “Taze Sardalya” anlamına gelen “Fresh Sardines” ibaresinin başvurusunun 29. sınıftaki “sardalyalar”, “do it yourself (kendi kendine yap)” ibaresinin kısaltması olan “DIY” ibaresinin başvurusunun 20. sınıftaki “mobilya olarak montajı yapılacak parçalardan oluşan setler”, “haşere kontrol hizmetleri” anlamına gelen “pest control services” ibaresinin başvurusunun 37. sınıftaki “haşere kontrol hizmetleri”, “hukuki danışmanlık hizmetleri” anlamına gelen “legal advice services” ibaresinin başvurusunun ise 45. sınıftaki “hukuki danışmanlık  hizmetleri” için yapıldığı kabul edilmektedir. Yukarıda verilen kelime unsurlarının tamamı ilgili mal ve hizmetler bakımından ayırt edici niteliğe sahip değildir, örneklerin hepsi hayalidir ve aynı ibarenin farklı figüratif unsurlarla kullanımı yoluyla verilecek örnekler aracılığıyla kılavuzu inceleyenlerin konuyu daha iyi kavramaları amaçlanmıştır.

1. Stilize biçimde yazılmış kelime unsurları

a. Harf tipi ve yazım biçimi

Ayırt edici niteliği bulunmayan veya tanımlayıcı kelime unsurlarının; basit, standart karakterlerde harflerle ve el yazısıyla yazımı, yazım karakterlerinde efektler (bold, italik, vb.) kullanılmış olsa da tescil edilebilir nitelikte değildir.

Ayırt edici olmayan örnekler:

cp4.1

Standart yazım karakterlerine, harflendirmenin parçası olarak grafik unsurlar eklenmişse, markanın bütün olarak ayırt edici niteliğe sahip olduğunun kabul edilebilmesi için eklenen unsurların yeteri derecede etkiye sahip olması gereklidir. Eklenen unsurlar tüketicilerin dikkatini tanımlayıcı anlamdan uzaklaştırmaya veya markanın uzun süre kalıcı etkisini oluşturmaya yeterliyse, marka tescil edilebilir niteliğe sahip olacaktır.

Ayırt edici örnekler:

cp4.2a

b. Renklerle kombinasyon

Ayırt edici niteliği bulunmayan veya tanımlayıcı kelime unsurlarında harflere veya arka plana sadece rengin eklenmesi, markaya ayırt edici nitelik kazandırmak için yeterli olmayacaktır. Ticaret esnasında renklerin kullanımı yaygındır ve kaynak gösterir bir unsur olarak kabul edilmeleri mümkün değildir. Bununla birlikte, renklerin sıradışı ve ilgili tüketicilerce kolaylıkla hatırlanabilir belirli bir aranjmanının markaya ayırt edici nitelik kazandırabileceği göz ardı edilmemelidir.

Ayırt edici olmayan örnekler:

cp4.3c. Noktalama işaretleri ve diğer sembollerle kombinasyon

Ayırt edici niteliği bulunmayan veya tanımlayıcı kelime unsurlarından oluşan markalara, noktalama işaretlerinin veya ticaret alanında yaygın kullanımı bulunan sembollerin eklenmesi, ilke olarak markayı ayırt edici hale getirmez.

Ayırt edici olmayan örnekler:

cp4.4d. Kelime unsurlarının pozisyonu (yön, ters yazım, vd.)

Kelime unsurlarının dik, ters veya birden fazla satırda yazımı, ayırt edici niteliği bulunmayan veya tanımlayıcı kelime unsurlarından oluşan işaretlere, ilke olarak tescil için gerekli asgari ayırt edici niteliği kazandırmaz.

Ayırt edici olmayan örnekler:

cp4.5

Bununla birlikte, kelime unsurlarının düzenleniş biçimi nedeniyle, tüketicilerin tanımlayıcı mesajı derhal algılamadığı, onun yerine işaretin düzenleniş biçimine odaklandığı hallerde, bu düzenleniş biçiminin işarete ayırt edici nitelik kattığı kabul edilebilir.

Ayırt edici örnekler:

cp4.6

2. Kelime unsurları ve ek figüratif unsurlar

a. Basit geometrik şekillerin kullanımı

Ayırt edici niteliği bulunmayan veya tanımlayıcı kelime unsurlarının noktalar, çizgiler, çizgi kesitleri, daireler, üçgenler, kareler, dikdörtgenler, paralelogramlar, beşgenler, altıgenler, yamuklar ve elipsler gibi basit geometrik şekillerle kombinasyonu, özellikle de adı geçen şekiller çerçeve veya sınır olarak kullanılmışsa tescil edilebilir nitelikte değildir.

Ayırt edici olmayan örnekler:

cp4.7Bununla birlikte, geometrik şekillerin diğer unsurlarla birlikte sunumunun, konfigürasyonunun veya kombinasyonunun yeteri derecede ayırt edici bir genel izlenim yaratması halinde, bu unsurlar işarete ayırt edici nitelik katabilir.

Ayırt edici örnekler:

cp4.8

b. Şekil unsurunun kelime unsuruna kıyasla konumu ve büyüklüğü (oranı)

Ayırt edici bir şekil unsuru, ayırt edici niteliği bulunmayan veya tanımlayıcı bir kelime unsuruna eklendiğinde, ilke olarak işaret tescil edilebilir hale gelir. Bununla birlikte, söz konusu figüratif unsurun, büyüklük ve konum olarak işarette açık biçimde fark edilir olması gerekir.

Ayırt edici olmayan örnekler:

cp4.9

Ayırt edici örnek:

cp4.10

c. Şekil unsurunun malların ve/veya hizmetlerin görünümü olması veya onlarla doğrudan bağlantısı bulunması

Bir şekil unsurunun aşağıdaki hallerde ayırt edici nitelikten yoksun ve/veya tanımlayıcı olduğu kabul edilir:

  • Malların ve hizmetlerin gerçek yaşamdaki tasviri olması.
  • Şekil ilgili malların veya hizmetlerin stilize veya sembolik görünümü olsa da, bu çizimin ilgili malların veya hizmetlerin genel görünümünden önemli ölçüde farklılaşmamış olması.

Ayırt edici olmayan örnekler:

cp4.11

Ayırt edici örnekler:

cp4.12Malları veya hizmetleri betimlemeyen, ancak malların veya hizmetlerin karakteristik özellikleriyle doğrudan bağlantısı bulunan şekil unsurlarının, yeteri derecede stilize olarak çizilmedikleri sürece, işarete ayırt edici nitelik katmadıkları kabul edilecektir.

Ayırt edici olmayan örnek:

cp4.13Ayırt edici örnek:

cp4.14

d. Şekil unsurunun mal ve/veya hizmetlere ilişkin olarak ticarette yaygın olarak kullanımının bulunması

Tescili talep edilen mallara ve/veya hizmetlere ilişkin olarak ticarette yaygın biçimde kullanılan veya gelenekselleşmiş şekil unsurları, ilke olarak markaya ayırt edici nitelik katmayacaktır.

Ayırt edici olmayan örnekler:

cp4.153. Stilize kelime unsurları ve ek şekil unsurları

Tek tek değerlendirildiklerinde ayırt edici niteliğe sahip olmayan kelime ve şekil unsurlarının kombinasyon halinde sunulması, markayı ayırt edici hale getirmez.

Bununla birlikte, bu tür unsurların kombinasyonu, işaretin sunumu ve kompozisyonuna bağlı olarak kaynak gösterir biçimde de algılanabilir. Böyle bir durum, kombinasyonun oluşturduğu bütünsel izlenimin, ayırt edici olmayan veya tanımlayıcı kelime unsurunun verdiği mesajdan yeteri derecede uzaklaşmış olduğu hallerde ortaya çıkacaktır.

Örnekler:

Bir işaretin tescil edilebilir olması için, minimum derecede ayırt ediciliğe sahip olması gereklidir. Aşağıda yer alan ölçeğin amacı, ayırt edicilik eşiğinin nerede bulunduğunun ortaya konulmasıdır. Aşağıda yer verilen örnekler, soldan sağa doğru artan biçimde markanın ayırt ediciliğini güçlendiren unsurlar içermektedir, unsurların niteliğine göre markalar bütünsel olarak ayırt ediciliğe sahip değildir (kırmızı sütun) veya ayırt ediciliğe sahiptir (yeşil sütun).

cp4.16

EUIPO’nun ayırt edici niteliğe sahip olmayan ve tanımlayıcı kelime unsurlarının, şekil unsurlarıyla kombinasyonu halindeki ayırt edicilik değerlendirmesini yazı boyunca, EUIPO karar kılavuzunu çevirerek aktarmaya çalıştım. Ülkemiz uygulamasında da sıklıkla tartışılan ve genellikle örnekler bazında değerlendirilen bu konu, hiç şüphesiz inceleme konusu markalar temelinde farklı şekillerde de yorumlanabilecektir.

Yukarıda oluşturduğum maddelendirme biçimi esas alınırsa, 2.a başlığı altında yer verilen değerlendirme dışında, EUIPO karar kılavuzunda yer alan değerlendirmeler, kanaatimce oldukça yerindedir ve ülkemizdeki uygulama ile de büyük oranda benzerlik göstermektedir. 2.a başlığı altında ayırt edici bulunan örnekleri, ayırt edici bulunmayan örneklerle alt alta koyduğumdaysa, gerçekten aralarında pek bir farklılık göremiyorum ve örneklerinin tamamının ayırt edici niteliğe sahip olmadığını düşünüyorum:

Ayırt edici olmayan örnekler:

cp4.7Ayırt edici örnekler:

cp4.8

EUIPO ve taraf ülke ofislerinin bir araya gelerek ortak bir metin üzerinde uzlaşmasının ne derece zor olduğunu tahmin ettiğimden, 2.a başlığı altındaki ortak uygulamanın da uzun süren bir tartışma sonucu kaçınılmaz uzlaşma olarak ortaya çıktığını tahmin ediyorum.

Yazı (veya çeviri) umarım okuyucularımız için faydalı olur.

Önder Erol Ünsal

Nisan 2016

unsalonderol@gmail.com

Devletler Kendi Adlarını Marka Olarak Tescil Ettirebilir mi? Adalet Divanı Genel Mahkemesi’nin “MONACO” Kararı (T-197/13)

monacoview200913_afp

 

Bir devlet kendi adını marka olarak tescil ettirebilir mi?

Bu sorunun yanıtı Avrupa Birliği Adalet Divanı Genel Mahkemesi’ne göre “mallara ve hizmetlere ilişkin olarak tanımlayıcılık ve ayırt edici nitelikten yoksunluk halleri mevcutsa” HAYIR’dır.

Adalet Divanı Genel Mahkemesi’nin belirtilen tespiti içeren 15 Ocak 2015 tarihli T-197/13 sayılı kararının tam metnine http://curia.europa.eu/juris/document/document.jsf;jsessionid=9ea7d0f130d544f49bc745124320ad16dfe06fa2c401.e34KaxiLc3eQc40LaxqMbN4OchmTe0?text=&docid=161382&pageIndex=0&doclang=EN&mode=req&dir=&occ=first&part=1&cid=9654 bağlantısından erişilmesi mümkündür.

Bu yazının konusunu oluşturan T-197/13 sayılı kararın verilmesine gerekçe olan süreç aşağıda özetlenecektir:

Monako Devleti’ne ait “S.A.M. Marques de l’Etat de Monaco – MONACO BRANDS L’Estoil” firması “MONACO” kelime markasını Madrid Protokolü kapsamında 1069254 sayıyla uluslararası marka olarak tescil ettirir. Uluslararası tescil kapsamında başvurunun yönlendirildiği taraf ülkeler arasında Avrupa Birliği de bulunmaktadır.

MONACO

Yeni adıyla Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi (eski adıyla OHIM – yazı boyunca ofis yeni kısaltmasıyla EUIPO olarak anılacaktır), Nicé sınıflandırmasının 9, 12, 14, 16, 18, 25, 28, 35, 38, 39, 41 ve 43. sınıflarına dahil çeşitli malları ve hizmetleri içeren başvuruyu alır ve inceleme süreci başlar.

EUIPO uzmanı 1 Nisan 2011 tarihinde, ayırt edici nitelikten yoksunluk ve tanımlayıcılık gerekçeleriyle başvuruyu “Sınıf 9: Manyetik veri taşıyıcılar; Sınıf 16: Diğer sınıflarda yer almayan kağıt ve kartondan yapılmış malzemeler; basılı yayınlar; fotoğraflar; Sınıf 39: Ulaşım hizmetleri; seyahat düzenlenmesi hizmetleri; Sınıf 41: Eğlence hizmetleri; spor faaliyetleri hizmetleri; Sınıf 43: Geçici konaklama hizmetleri.” bakımından kısmen reddeder.

Monako Prensliği hükümetini temsilen başvurunun sahibi olan firma bu karara karşı itiraz eder ve itiraz EUIPO Temyiz Kurulu’nca incelenir.

Temyiz Kurulu, 29 Ocak 2013 tarihli kararı ile kısmi ret kararını yerinde bulur ve başvuru sahibinin itirazını reddeder. Kurula göre, kısmi redde konu mal ve hizmetlerle başvuruyu münhasıran oluşturan “Monaco” ibaresi arasında coğrafi kaynak belirtilmesi anlamında yeteri derecede doğrudan ve somut bir ilişki vardır. “Monaco” ibaresi aynı isme sahip coğrafi bölgeyi işaret etmektedir ve Avrupa Birliği dahilindeki her ülkede ilgili mal ve hizmetlerin coğrafi kaynağını veya varış noktasını (hedefini-amacını) bildiren bir adlandırma olarak anlaşılacaktır. Bu bağlamda “Monaco” ibaresi kısmi ret kararı kapsamındaki mallar ve hizmetler bakımından tanımlayıcıdır ve aynı nedenlerle ayırt edici nitelikten de yoksundur.

Başvuru sahibi bu karara karşı Adalet Divanı Genel Mahkemesi nezdinde dava açar ve dava Genel Mahkeme’nin 15 Ocak 2015 tarihli T-197/13 sayılı kararı ile sonuçlandırılır.

Davacının ilk iddiası Temyiz Kurulu kararının yeteri derecede gerekçeli olmadığı yönündedir. Mahkeme bu iddiayı yerinde bulmaz ve akabinde başvurunun tanımlayıcı olduğu ve ayırt edici niteliğe sahip bulunmadığı yönündeki kararın yerinde olmadığına dair davacı iddialarını inceler.

Davacı ilk olarak, başvuru sahibinin bir devlet (Avrupa Birliği üyesi olmayan üçüncü bir devlet) olduğunu belirtmekte ve bu nedenle bu devlet adına yapılan başvuru için ret kararı verilemeyeceğini öne sürmektedir.

Marka Tüzüğü’nde belirtildiği üzere her gerçek veya tüzel kişinin Birlik Markası sahibi olması mümkündür ve dolayısıyla kamu tüzel kişilikleri de Birlik Markası sahibi olabilir. Birlik üyesi olmayan devletler de, AB hukuku açısından kamu hukuku çerçevesinde kurulu tüzel kişilerdir ve bu devletler adına yapılan Birlik Markası başvuruları için de Birlik Marka Tüzüğü hükümleri uygulanacaktır. Bu çerçevede Monako Devleti’ni temsilen hükümeti adına yapılan başvurunun mutlak ret nedenleri çerçevesinde reddedilmesinde şekli bir yanlışlık bulunmamaktadır.

Mahkeme, EUIPO Temyiz Kurulu’nun “bir kamu veya hükümet organı, bir markaya sahip olmak için ilkesel bir yetkiye sahip değildir” şeklinde yorumunu yerinde bulmuştur.

Davacı, Genel Mahkeme’nin Adalet Divanı’na iki ön yorum sorusu sormasını istemiş olmakla birlikte, ön yorum sorusu sorma yetkisi Genel Mahkeme’ye değil, ulusal mahkemelere aittir.

Belirtilen nedenlerle davacının ilk iddiası haklı görülmemiştir.

Davacının ikinci iddiası korunması gereken genel yararın belirlenmesinde Temyiz Kurulu’nun hatalı bir değerlendirme yapmış olduğudur.

Tüzüğün 7/1-(c) bendi kapsamında tanımlayıcı markaların reddedilmesinin nedeni, mal veya hizmetlere ilişkin özelliklerin isimlerinin tüm ekonomik aktörler tarafından serbestçe kullanımının sağlanmasıdır. Davacıya göre, bir devletin ismi olan “Monaco” ibaresi bakımından belirtilen durum söz konusu değildir.

Mahkemeye göre bu iddianın dayanağı yerinde değildir. Şöyle ki, marka tescili talebi, AB hukukunun Monako’ya empoze edilmesi anlamına gelmemektedir, tersine AB sınırları dahilinde marka korumasının avantajlarından başvuru sahibi Monako devletinin yararlanmasını sağlama amacına yöneliktir. Talebin etkisi, iç pazarın sınırları dahilinde marka koruması elde edecek tüm ekonomik aktörlerin sahip olacakları yetkilerle aynı olacaktır.

Davacı, Temyiz Kurulu’nun kamunun ilgili kesimini, kısmi ret kararına konu malların ve hizmetlerin bir bölümü bakımından ortalama tüketiciler, bir bölümü bakımındansa kamunun özel bir bölümü olarak belirtmesini, Monako’nun lüks ve şöhretle özdeşleşmiş olması yönündeki ima da dikkate alınınca, tüketici profilinin net olarak belirtilmemiş olması nedeniyle yerinde bulmamaktadır.

Genel Mahkeme’ye göre, özellikle coğrafi yer adlarının ortak kullanıma açık kalması kamu yararınadır. Bunun tek nedeni, coğrafi yer adlarının kalite veya ilgili mal ve hizmetlerin özelliklerine ilişkin gösterge olmaları değil, aynı zamanda tüketici zevklerini çeşitli yollarla etkileyebilen adlandırmalar olmalarıdır. Buna ilaveten belirtilmelidir ki, coğrafi yer isimlerinin reddedilmesinin ilk nedeni halihazırda ünlü oldukları mallar ve hizmetler için tüketicilerin zihninde ilgili mal ve hizmetlerle özdeşleşmiş olmalarıyken, ikinci nedeni malların ve hizmetlerin coğrafi kaynağını belirtmeleri nedeniyle, tüm işletmelerce kullanılabilecek coğrafi yer isimlerinin, ilgili mal ve hizmetler açısından tüm işletmelerce ortak kullanıma açık bırakılmaları gerekliliğidir (Peek & Cloppenburg v OHIM (Cloppenburg) kararı, T‑379/03 – 25 Ekim 2005, paragraf 47).

Bununla birlikte, Tüzük madde 7/1-(c); ilgili tüketici kesimince bilinmeyen veya en azından coğrafi yer ismi olarak bilinmeyen veya tüketicilerin coğrafi yer ismiyle ilgili mal ve hizmetler arasında bağlantı kurmayacağı ve mal ve hizmetlerin coğrafi kaynağı olarak algılamayacağı adlandırmaların tescil edilmesini ilke olarak engellemez.

Sayılan tüm hususların ışığında, coğrafi yer isimlerinin tanımlayıcılığı, ilgili mal ve hizmetler ve kamunun ilgili kesiminin algısı esas alınarak değerlendirilmelidir (Cloppenburg kararı paragraf 37).

EUIPO bu değerlendirmeyi yaparken, coğrafi yer adının, kamunun ilgili kesimini oluşturan kişilerce bir yer adı olarak bilinip bilinmediğini ortaya koymak durumundadır. Bunun ötesinde, inceleme konusu yer adı, kamunun ilgili kesimince değerlendirmeye konu mallar ve hizmetler açısından bir çağrışım oluşturmalı veya bu ismin belirtilen kişiler açısından coğrafi kaynak belirttiğini varsaymak akla yatkın olmalıdır. Bu değerlendirmeyi yaparken, kamunun ilgili kesiminin inceleme konusu coğrafi yer ismine, o isimle işaret edilen özelliklere ve ilgili mallara ve hizmetlere aşinalığı özellikle dikkate alınmalıdır (Cloppenburg kararı paragraf 47).

Mevcut vaka belirtilen hususlar ışığında incelendiğinde, başvuruya konu “Monaco” ibaresinin, yüzölçümü ve nüfus bakımından oldukça küçük olmasına rağmen, kraliyet ailesi, Formula 1 Grand Prix otomobil yarışı ve bir sirk festivali nedeniyle tüm dünyada bilinen bir prensliğin adı olduğu açıktır. Buna ilaveten, Monaco, Avrupa Birliği ülkelerinden Fransa ile sınırı olması, İtalya’ya yakınlığı ve Euro para birimin kullanması gibi nedenlerle AB vatandaşlarınca daha da fazla bilinmektedir. Bu çerçevede, incelenen vakada konuştuğu dile bakılmaksızın kamunun ilgili kesimi için “Monaco” ibaresinin aynı isimdeki coğrafi bölgeyi çağrıştıracağına şüphe yoktur.

Genel Mahkeme, kısmi ret kararının konusu mal ve hizmetlerin niteliği dikkate alındığında, Temyiz Kurulu’nun kamunun ilgili kesimini bazı mal ve hizmetler bakımından ortalama tüketiciler, bazı mal ve hizmetler bakımındansa özel bir kitle olarak tespit etmesini yerinde bulmuştur.

Belirtilen nedenlerle davacının bu yöndeki argümanları da haklı görülmemiştir.

Davacının bir diğer iddiası kısmi ret kararına konu mal ve hizmetlerle, bir yer coğrafi yer ismi olarak “Monaco” ibaresi arasında bir ilişki bulunmadığıdır. Davacıya göre bu açık bir hata niteliğindedir. Davacı, kamunun ilgili kesiminin, manyetik veri taşıyıcılar, nakliye ve geçici konaklama hizmetleri ile “Monaco” ismi arasında bir bağlantı kurmayacağı görüşündedir. Buna ilaveten, Formula 1 ve sirk gösterileri bakımından, “Monaco” ibaresinin değil, bu hizmetleri meşhur eden kişilerin sahip oldukları (ve inceleme konusu başvuruyla benzerliği bulunmayan) markaların bilindiğini öne sürmektedir.

Genel Mahkeme, davacının iddialarına katılmamaktadır. Mahkemeye göre, Temyiz Kurulu’nca reddedilen mallar ve hizmetlerin “Monaco” ibaresiyle yeteri derecede açık ve somut bağlantısı bulunmaktadır, bu çerçevede “Monaco” ibaresi kısmi ret konusu mal ve hizmetlerin coğrafi kaynağını, varış noktasını (hedefini-amacını) veya hizmetlerin sunum yerini bildiren bir adlandırma niteliğindedir ve tüm bunların sonucunda ilgili mal ve hizmetler bakımından tanımlayıcıdır.

Davacının, ülkenin tam ismi yani “Principality of Monaco (Monako Prensliği)” ibaresi ile başvuruya konu “Monaco” ibaresi arasında ayırım yapılması gerektiği yönündeki iddiası da kabul görmemiştir.

Belirtilen nedenlerle davacının, Temyiz Kurulu’nun tanımlayıcılık gerekçesiyle 7/1-(c) bendi kapsamında verdiği ret kararına karşı öne sürdüğü argümanlar, Genel Mahkeme tarafından kabul edilmemiştir.

Genel Mahkeme sonrasında ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçeli ret kararına karşı öne sürülen argümanları değerlendirmiştir.

Adalet Divanı’nın yerleşik içtihadına göre, bir kelime markası malların ve hizmetlerin özellikleri bakımından tanımlayıcısıysa, bu marka aynı zamanda ilgili mallar ve hizmetler bakımından ayırt edici nitelikten yoksundur.

İncelenen vakada Genel Mahkeme, Temyiz Kurulu’nun tanımlayıcılık gerekçeli kısmi ret kararını yerinde bulmuştur, dolayısıyla yukarıda belirtilen içtihat da göz önüne alındığında, aynı mal ve hizmetler bakımından ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçesiyle verilen kısmi ret kararı da yerindedir.

Belirtilen nedenlerle davacının, Temyiz Kurulu’nun ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçesiyle 7/1-(b) bendi kapsamında verdiği ret kararına karşı öne sürdüğü argümanlar, Genel Mahkeme tarafından kabul edilmemiştir.

Adalet Mahkemesi Genel Mahkemesi, yukarıda ayrıntılı olarak açıklanan gerekçelerle, EUIPO Temyiz Kurulu kararını yerinde bulmuş ve Monako Prensliği’nce açılan davayı reddetmiştir.

Genel Mahkeme’nin aktarmaya gayret ettiğimiz kararı, Avrupa Birliği yargısına göre, devlet isimlerinin tescili taleplerinin, başvuru sahibinin devletin kendisi olması halinde dahi coğrafi kaynak gösterme ve ayırt edicilik bakımından değerlendirmeye tabi tutulacağını ve başvuru sahibinin devletin kendisi olmasının ret kararının uygulanabilirliğini ortadan kaldırmayacağını göstermektedir.

Devlet ismini tescil ettirmek isteyen kişinin devletin kendisi değil üçüncü kişiler olması halinde, coğrafi kaynak belirtme anlamında tanımlayıcılık ve ayırt edici nitelikten yoksunluk nedenlerine ilaveten, diğer hükümlerin uygulanıp uygulanmayacağı ise WIPO toplantılarında uzun süredir tartışılan bir konudur ve bu hususun da başka bir yazıda irdelenmesi planlanmaktadır.

Önder Erol Ünsal

Nisan 2016

unsalonderol@gmail.com

Pozisyon Markalarının Tescil Edilebilirliği – Adalet Divanı Genel Mahkemesi’nin “STEIFF” Oyuncak Ayı Kararları (T-433/12, T-434/12)

steiff-bear-ear-tag-bear

 

Birkaç yıl öncesine kadar, birçok genç kadını sokaklarda sıklıkla ellerinde güçlükle taşıdıkları kocaman oyuncak ayılarla görüyordum. Artık eskisi kadar sık görmediğimden modası mı geçti bilmiyorum, ama erkeklerin sevgililerine kocaman oyuncak ayılar hediye ederek ne mesaj vermeye çalıştıklarını ve de genç kadınların kocaman bir ayıyı hediye olarak almaktan nasıl bir zevk aldıklarını doğrusu merak ediyorum. Belki de ben bir oyuncak ayı hediye ederek bu heyecanı kendim yaşayıp, cevabı deneyimlemeliyim.

IPR Gezgini’ninde yazdığım konular dikkate alındığında, yazının girişinin son derece anlamsız olduğunun farkındayım. Herşey şöyle gelişti, bir okuyucumuzla pozisyon markaları hakkında yazışıyorduk, kendisinin bana gönderdiği bir metinde Adalet Divanı Genel Mahkemesi’nin oyuncak ayıcıklarda yer alan bir pozisyon markası başvurusu hakkındaki kararını fark ettik, ben bunu fırsat bulursam yazayım dedim. Kararı okurken Türkiye’de oyuncak ayıcıkları en çok nerede gördüğüm aklıma geldi ve yazıyı yazarken de ilk onu belirtmek istedim. Tüm bu bilinç akışına ve yazının hazırlanmasına vesile olan okuyucumuz Mine Güner’e de buradan teşekkür ediyorum.

Adalet Divanı Genel Mahkemesi’nin 16 Ocak 2014 tarihinde verdiği T-433/12, T-434/12 sayılı “Steiff” kararları bu yazının konusunu oluşturmaktadır. Yazı içeriğinde atıflar T-433/12 sayılı karara yapılacaktır. Kararın resmi İngilizce çevirisi henüz yapılmamıştır, dileyen okuyucularımız kararın Fransızca aslına http://curia.europa.eu/juris/document/document.jsf?text=&docid=146427&pageIndex=0&doclang=FR&mode=lst&dir=&occ=first&part=1&cid=696116 bağlantısından erişebilir.

Yazıya başlamadan önce, inceleme konusu kararın konusunu oluşturan “pozisyon markalarını” kısaca tanımlamak yerinde olacaktır. Pozisyon markası, en basit ifadeyle, belirli bir işaret veya unsuru, bir ürün üzerinde, her zaman aynı yere yerleştirmek olarak tanımlanabilir. Bu bağlamda pozisyon markaları, bir işareti ürün üzerine ve ürün üzerinde her zaman aynı yere yerleştirme eylemlerinin bir kombinasyonu olarak ortaya çıkmaktadır. Bu kombinasyonun markanın kaynak gösterme ve ayırt edicilik işlevlerini yerine getirdiği iddia edilmektedir. Bu bağlamda pozisyon markalarının koruma konusu iki bileşenden oluşmaktadır: İşaret ve ürün üzerindeki yeri. (bkz. “Taking a Position” – Claire Lehr, Gabriele Engels, http://www.grur.org/uploads/media/GRUR_NL_Sonderausgabe2014_web.pdf) Bağlantısını verdiğimiz makalenin pozisyon markaları hakkında OHIM, UKIPO, DPMA ve AB yargısı uygulamalarını detaylı biçimde aktaran bir metin olduğu bilgisini vererek, “Steiff” kararını kısaca aktarmaya başlıyorum.

Ünlü Alman oyuncak üreticisi “Margarete Steiff GmbH”, 12 Ekim 2010 tarihinde İç Pazarda Uyumlaştırma Ofisi’ne başvuruda bulunarak, aşağıdaki yer verilen şekil markalarının “oyuncak hayvanlar” için tescil edilmesini talep eder.

steiff1

steiff2

Markaların tarifnamesinde markaların pozisyon markası olduğu belirtilmekte ve koruma talebinin konusu, dolgu oyuncak hayvanın kulağının ortasına yerleştirilmiş parlak veya mat yuvarlak metal bir düğme şekli veya bu düğmeye bağlı dikdörtgen bir kumaş etiket olarak tarif edilmektedir. Düğme kulaktan küçüktür ve kulak düğmenin etrafını tamamen çevirmektedir. Kulağın şekli ve boyutu değişkendir ve koruma talebinin konusu değildir. Noktalarla çizilmiş çizgiler markanın parçası değildir ve sadece markanın ürünler üzerindeki konumunu gösterme amacına hizmet eder. Noktalı çizgilerle gösterilmiş hayvan kafası şekli sadece bir örnektir ve korumanın konusu sadece bu hayvan kafası şekliyle sınırlama niyeti bulunmamaktadır.

OHIM uzmanı başvuruları, başvuruların ayırt edici özelliğinin bulunmaması nedeniyle reddeder ve başvuru sahibi kararlara karşı itiraz eder. İtirazları inceleyen OHIM Temyiz Kurulu itirazları haklı bulmaz ve itirazlar Kurul’un 23 Temmuz 2012 sayılı kararı ile reddedilir.

Temyiz Kurulu kararında, markanın ortalama dikkat seviyesine sahip genel kamuya hitap ettiğini, dolgu oyuncak hayvana düğme eklenmesinin, markayı oyuncak hayvan şekillerinden bağımsız bir hale getirmediğini, oyuncak hayvanlara düğme iliştirilmesinin sıradışı bir pratik olarak kabul edilmesinin mümkün olmadığını belirtir. Kurul’a göre, oyuncak hayvanların kulağında yer alacak düğme veya düğmeye iliştirilmiş etiket şekilleri, müşterilerin ürünlerin ticari kaynağını anlamasına imkan vermeyecek ve ürünün Steiff’a mı yoksa başka bir üreticiye mi ait olduğunun anlaşılmasını sağlamayacaktır. Kurul’a göre, koruma talebinin konusunu oluşturan düğme veya düğmeye bağlı etiket dekoratif işlevin ötesinde bir işleve sahip değildir.

Başvuru sahibi bu kararlara karşı dava açar ve davalar Adalet Divanı Genel Mahkemesi’nce görülür.

Genel Mahkeme ilk olarak markaların ayırt edici niteliğinin tespitine ilişkin yerleşik içtihadı sıralar ve ardından vakayı bu ilkeler çerçevesinde inceler. Daha önce birçok yazıda yer verdiğimiz ayırt edici niteliğe ilişkin yerleşik içtihadı bu yazıda tekrar etmeyerek, doğrudan vakaya ilişkin tespitleri aktarmayı tercih ediyoruz.

İncelenen vakada, başvuru sahibinin koruma talebinin konusu pozisyon markası, kulağı olan herhangi bir doldurulmuş hayvan oyuncakta, kulağın ortasına iliştirilecek parlak veya mat yuvarlak metal bir düğmedir. Koruma talebinin konusu bu düğmenin şekli veya parlak – mat bir düğme değil, bu tip bir düğmenin ilgili ürünlerin spesifik bir bölgesine iliştirilmesidir.

Genel Mahkeme’ye göre, başvuru konusu markalar, oyuncak hayvanların olası görünüm biçimlerinden ayrılmaz nitelikte değildir. Buna karşın, pozisyon markası olarak başvuru konusu işaretlerin, oyuncak hayvanların olası görünüm biçimlerinden ayrılabilir olması gereklidir. Buna karşın bu gereklilik gerçekleşmemiştir, şöyle ki, başvuru konusu markaların, yani düğme ve etiketin üründe özel bir noktaya sabitlenmeden ortaya çıkması mümkün değildir. Buna ilaveten, düğme ve etiket oyuncak hayvanların normal bileşenlerinden birisini oluşturur ve tüketiciler bu tip ürünlerde, tasarımlarında ve olası görünümlerinde geniş bir çeşitliliğe alışkındır. Bu çerçevede, yaygın bir kombinasyon olan düğme veya etiketin kulağa sabitlenmesi tüketicilerce bir dekoratif unsur ve etiketi içeren marka bağlamında işlevsel bir unsur olarak algılanacaktır ve istisnai (sıradışı) bir unsur olarak değerlendirilmesi mümkün değildir.

Mahkemeye göre, ortalama Avrupalı tüketiciler, pozisyon markası sektördeki normal kullanım ve tasarım biçimlerinden dikkat çekici ölçüde farklılaşırsa, oyuncak hayvanların üreticisi hakkında varsayımda bulunabilecektir. Buna karşın, inceleme konusu vakada durum böyle değildir. Oyuncak hayvanlar için düğme veya kumaş etiketlerin kullanılabildiği birçok tasarım varyasyonu (fiyat, üretici ismi, temizleme talimatı iliştirme amaçlı) vardır, dolayısıyla düğme veya kumaş etiketlerin bu ürünlerde kullanımı sıradışı değildir. Düğme ve/veya etiketler oyuncak hayvanlarda genellikle gözlerde ve kıyafetlerde kullanılmaktadır. Tüketiciler, oyuncak hayvanlar üzerinde kullanılan düğme ve etiket gibi unsurları ticari kaynak gösterir markalar olarak algılama alışkanlığında değildir. Davacının ayırt edici bir yerleştirme biçimi olduğunu iddia ettiği pozisyon markası, tüketicilerce düğme veya etiketin oyuncağa iliştirilme hallerinden birisi veya kulaklarına uygulanan bir dekor olarak algılanacaktır. Dolayısıyla, bu görünümü tüketicilerin ticari kaynak gösterir bir unsur olarak algılamaları beklenemez.

Yukarıda sayılan hususlar esas alındığında, başvuru sahibinin oyuncak hayvanların kulaklarına parlak veya mat bir metal düğmeyi veya bu düğmeye bağlı gergin bir dikdörtgen kumaş etiket iliştiren tek üretici olduğu yönündeki iddia, varılan sonucu değiştirir nitelikte bir iddia olarak görülmemiştir.

Genel Mahkeme belirtilen değerlendirmeler çerçevesinde, başvuru sahibinin iddialarını kabul etmez ve davayı reddeder.

Pozisyon markalarının tescil edilmesinin güçlüğü Adalet Divanı Genel Mahkemesi’nin T-433/12, T-434/12 sayılı “Steiff” kararları ile bir kez daha ortaya çıkmıştır. Kanaatimizce, genel kullanıma mahsus ürünlerde pozisyon markalarının tescil edilmesi biraz daha güçtür. Şöyle ki, ortalama tüketicilerin günlük tüketime konu ürünlerdeki tüketim anlayışları ve markaları algılama biçimleri komplike analizlere dayalı değildir. Bu haliyle, piyasadaki sunum biçimlerinin basit varyasyonu olan pozisyon markalarının ayırt edici niteliğe sahip olduğunu iddia etmek ve ispatlamak oldukça güçtür. Buna karşın daha komplike ve profesyonel kullanıma konu ürünlerde pozisyon markalarının piyasadaki diğer kullanım biçimlerinden farklılaştığını ispatlamak bir nebze daha kolay olacaktır. Bu bağlamda, başvuruya konu malların veya hizmetlerin niteliğine ve ortalama tüketici kesimine bağlı olarak pozisyon markalarının tescil edilmesi veya reddedilmesi olası kanaatimizce değişkenlik gösterecektir.

Önder Erol Ünsal

Mart 2016

unsalonderol@gmail.com  

Markanın Ulusal Düzeyde Tescilli Olması Aynı Markanın Diğer Ülkelerde Tescil Edilebilmesi için Dayanak Teşkil Eder mi? Avrupa Birliği Adalet Divanı Kararları Işığında Değerlendirme

equaltreat

Bu yazının kısaltılmış hali GOssIP dergisinin Aralık 2015 tarihli 40. sayısında yayınlanmıştır. Dergiye http://issuu.com/gossipdergi/docs/gossip_dergi_40 bağlantısından erişebilirsiniz.

Başarılı her markanın kaderi taklit edilmektir ve başarısı ulusal düzeyin ötesine taşmış markalar çoğunlukla uluslararası düzeyde de taklit edilmektedir. Bu bağlamda, yurtdışına açılmış bir markanın ulusal düzeyde tescil ettirilmiş olması, yurtdışında koruma için yeterli midir sorusu ortaya çıkmaktadır.

Neredeyse her devlet ulusal marka sicilini tutmaktan sahipli bir sınai mülkiyet ofisine veya belirtilen yetkiyle donatılmış bir devlet birimine sahiptir. Ulusal ofislerde yaptırılan marka tescilleri yalnızca ilgili ülkenin sınırları dahilinde yasal etkiye sahiptir. Bu durumun istisnası, bölgesel düzeyde tescil yapma yetkisiyle donatılmış ofislerdir. Bu tip ofislere örnek olarak, Avrupa Birliği ülkelerinin tamamında geçerli marka tescilleri yapmaya yetkili İç Pazarda Uyumlaştırma Ofisi (OHIM) ve Benelüks ülkelerinde geçerli marka tescilleri yapan Benelüks Sınai Mülkiyet Ofisi (BOIP) verilebilir. Ayrıca, Dünya Fikri Mülkiyet Ofisi (WIPO) tarafından yürütülen Madrid Protokolü’ne taraf ülke vatandaşları, WIPO aracılığıyla birçok farklı ülkede uluslararası marka tescili yaptırabilmektedir. Buna karşın, Madrid Protokolü kapsamında elde edilen tesciller, marka sahiplerine sadece seçtikleri ülkelerde geçerli olabilecek haklar vermektedir ve bu anlamda tescillerin etkisi ulusal düzeyde etkiyle sınırlı kalmaktadır.

Tescilli marka haklarının sağladığı korumanın, yalnızca tescilin elde edildiği ülkenin sınırları dahilinde geçerli olması “ülkesellik ilkesi” kavramı ile açıklanmaktadır. Ülkesellik ilkesi gereğince, bir ülkede marka hakkı elde etmiş bir kişinin hakları yalnızca o ülkenin sınırları dahilinde geçerlidir ve marka sahibinin diğer ülkelerde geçerli marka hakkına sahip olabilmesi için markasını koruma talep ettiği ülkelerin ofislerinde de tescil ettirmesi gereklidir.

Marka sahipleri açısından bu durum her zaman kolaylıkla anlaşılamamaktadır, şöyle ki çoğu marka sahibi ulusal düzeyde tescil ettirdikleri ve maddi – manevi çok emek verdikleri markalarının diğer ülkelerde de otomatikman korunması gerektiğini düşünmektedir. Hele ki, bir ülkede kolaylıkla tescil edilmiş bir markanın, bir diğer ülke ofisince reddedilmesi marka sahiplerinin kafasındaki soru işaretlerini iyice artırmaktadır. Bu yazıda, bir ülkede herhangi bir problemle karşılaşılmadan tescil edilmesine rağmen, bir diğer ülke sınai mülkiyet ofisince reddedilen markalar hakkında açılan davalarda Avrupa Birliği Adalet Divanı’nca verilen birkaç karar okuyucularla paylaşılacak ve Avrupa Birliği yargısının konu hakkındaki değerlendirmesi aktarılacaktır.

Okuyuculara aktarılacak ilk karar Adalet Divanı İlk Derece Mahkemesi’nin 2002 yılında verdiği T-106/00 sayılı “Streamserve” kararıdır. OHIM’in “streamserve” ibareli marka tescil başvurusunu reddetmesi kararına karşı, başvuru sahibi dava açar ve aynı markanın bazı Avrupa Birliği ülkelerinde tescilli olduğu iddiasının yanısıra, OHIM’in benzer başvurular hakkında verdiği kararlar iddiasını öne sürülür. Mahkeme bu iddiaları takip eden gerekçelerle reddeder.

Kararın 47. – 48. paragrafları diğer ülkelerdeki tescil hususunun OHIM (veya yeni başvuruya konu ülkelerdeki) etkisini tartışmaktadır:

“47.  Başvuru sahibince öne sürülen ulusal kararlara ilişkin olarak, içtihattan açık olarak anlaşılacağı üzere, Topluluk markası sistemi, kendine yeterli ve herhangi bir ulusal sistemden bağımsız işleyen, kendi amaçları ve özellikleri bulunan otonom bir sistemdir. Bunun sonucunda, bir işaretin Topluluk markası olarak tescil edilebilirliği yalnızca ilgili Topluluk mevzuatı hükümleri dikkate alınarak değerlendirilmelidir. Bu çerçevede, Ofis (OHIM) ve Topluluk yargısı, ihtilaf konusu işaretin üye bir ülkede veya üçüncü bir ülkede ulusal bir marka olarak tescil edilebilirliği hususunda verilmiş olan önceki bir kararla bağlı değildir. Bu kararın Topluluk Marka Direktifiyle uyumlu bir ulusal mevzuat kapsamında alınmış olması veya kararın, ihtilaf konusu kelimenin kaynak dilsel bölgesine (ilgili kelimenin ait olduğu dilin anadil olduğu) ait, bir ülke tarafından verilmiş olması durumlarında dahi değerlendirme aynı şekilde olacaktır.

  1. Bunun sonucu olarak, başvuru sahibinin, “streamserve” kelimesinin ulusal marka olarak tescil edilebilirliğine ilişkin ulusal kararların varlığı ve özellikle bu kararlardan birisinin Birleşik Krallık’ta verilmiş olması gerekçeli argümanı kabul edilebilir içerikte değildir. Daha ötesi, başvuru sahibi bu kararlardan sonuca ulaşılmasına sağlayacak esasa ilişkin hiçbir argüman sunmamaktadır.”

Başvuru sahibinin mahkemede öne sürdüğü iddialardan bir diğeri ise, OHIM Temyiz Kurulu’nun aynı malları içeren benzer nitelikteki bir marka (imagestream) hakkındaki ret kararını kısmen kaldırılmış olmasıdır. Başvuru sahibi aynı değerlendirmenin “streamserve” markası hakkında yapılmamış olmasını istikrarsızlık olarak nitelendirme ve “streamserve” markası için eşit muamele talep etmektedir.

Mahkeme, bu talep hakkında kararın 66. – 67. paragraflarında takip eden değerlendirmeleri yapmıştır:

“66. … Temyiz Kurulu’nun kararlarının hukuka uygunluğu, Kurul’un önceki karar verme pratikleri esasına göre değil, sadece – Topluluk yargısınca yorumlandığı haliyle –  Topluluk marka tüzüğü esasına göre değerlendirilmelidir.

  1. Bu bağlamda iki hipotez ortaya çıkmaktadır. Eğer, önceki bir vakada, Temyiz Kurulu bir işaretin Topluluk markası olarak tescil edilebilirliğine karar vererek, Tüzüğün ilgili maddelerini doğru biçimde uygulamışken, ilk vakayla kıyaslanabilecek sonraki bir vakada Kurul aksi yönde bir karar aldıysa, Topluluk yargısının tüzüğün ilgili maddelerine aykırılık nedeniyle sonraki kararı iptal etmesi gerekecektir. Bu ilk hipotez çerçevesinde, ayrım yapılmaması (eşit muamele) ilkesine aykırılık iddiası başarısız olmuştur. Diğer taraftan, bir işaretin tescil edilebilirliğine karar vererek Temyiz Kurulu hukuki bir hata yapmışsa ve ilk vakayla kıyaslanabilir sonraki bir vakada, Kurul aksi yönde bir karar almışsa, ilk karar sonraki kararın iptal edilmesini sağlamak için bir gerekçe olamaz. Adalet mahkemesi içtihadına göre, eşit muamele ilkesi, hiç kimsenin talebini desteklemek için başkası lehine önceden gerçekleşmiş kanun dışı fiillere dayanamayacağı prensibini içeren kanunilik ilkesi ışığında uygulanmalıdır. Belirtilen ikinci hipoteze göre de ayrım yapılmaması (eşit muamele) ilkesine aykırılık iddiası başarısız olmuştur.”  

Yukarıda yer verilen paragraflardan açık olarak anlaşılacağı üzere, Adalet Divanı İlk Derece Mahkemesi’ne göre aynı markanın aynı mevzuata sahip başka bir ülke tarafından tescil edilmiş olması, markayı oluşturan kelime tescile konu ülkenin ana dili olsa da, diğer ülkelere veya OHIM’e aynı markayı tescil etme konusunda bir yükümlülük getirmemektedir.

Mutlak ret nedenlerine göre reddedilmiş markalara ilişkin itiraz dilekçelerinde ispatlanması gereken husus, markanın hangi nedenle ilgili ret gerekçesi kapsamında değerlendirilemeyeceğidir. Aynı markanın, aynı mevzuat hükmüne sahip olsalar da diğer ülkelerde tescil edilmiş olması, ret kararını kendiliğinden yanlış hale getirmez. Başvuruyu oluşturan kelime yabancı dilde olsa da ve marka o dilin anadil olarak konuşulduğu ülkede tescil edilmiş olsa da sonuç aynıdır, ispatlanması gereken diğer ülkelerdeki tescil hususu değil, kararın veya değerlendirmenin yanlışlığıdır.

Karara göre, önceden yanlışlıkla verildiği açık olan tescil kararlarının sonraki kararlara esas olması biçiminde bir pratik kabul edilmesi Adalet Divanı İlk Derece Mahkemesi’ne göre mümkün değildir. Aksi yöndeki yorum, kanunilik ilkesi ile çelişmektedir ve eşitlik ilkesini uygulamak için kanunilik ilkesini yok saymak yerinde olmayacaktır.

Konuyla ilgili olarak okuyuculara aktaracağımız ikinci karar, Avrupa Birliği Adalet Divanı Genel Mahkemesi’nin Mart 2012 tarihli T-242/11 sayılı “3D eXam” kararıdır.

OHIM’in, “3D eXam” başvurusunu ayırt edici nitelikten yoksunluk ve tanımlayıcılık gerekçeleriyle reddetmesi kararına karşı açılan davada mahkeme, davacının aynı markanın farklı ülkelerde hali hazırda tescil edilmiş ve tanımlayıcı bir marka olarak değerlendirilmemiş olduğu yönündeki iddiasını incelemiştir. Başvuru sahibi aynı markanın aynı mallar / hizmetler için Almanya, A.B.D. ve Japonya’da tescil edilmiş olmasından hareketle ret kararının yerinde olmadığını iddia etmektedir.

Mahkeme bu iddiaya ilişkin olarak takip eden değerlendirmeyi yapmıştır. Topluluk marka rejimi, kendi amaçları olan otonom bir hukuki sistemdir ve herhangi bir ulusal sistemden bağımsızdır. Bu çerçevede, bir topluluk markasının korunabilirliği ya da tescil edilebilirliği yalnızca ilgili topluluk mevzuatı çerçevesinde değerlendirilir. Bunun sonucu olarak, ne OHIM ne de Topluluk Mahkemeleri, birlik üyesi bir ülkede veya üçüncü bir ülkede bir markanın ulusal bir marka olarak tescil edilebilirliğine ilişkin olarak alınan kararlarla bağlı değildir. Bu durum, tescil edilebilirliğe ilişkin kararın, inceleme konusu kelime markasının dilsel açıdan ait olduğu bölgede kurulu bir ülke tarafından verilmiş olması halinde de geçerlidir. Belirtilen yerleşik içtihat doğrultusunda önceki ulusal tescillere dayandırılan itiraz da haklı bulunmamıştır.

Okuyuculara sunacağımız bir diğer örnek kararsa, Adalet Divanı Genel Mahkemesi’nce 2012 yılında verilen T-338/11 sayılı “photos.com” kararıdır. Dava, “photos.com” başvurusunun OHIM tarafından ayırt edici nitelikten yoksunluk ve tanımlayıcılık gerekçeleriyle reddedilmesi kararına karşı açılmıştır. Davacı aynı markanın, benzer mallar ve hizmetler için kendi adına önceden OHIM tarafından iki kez tescil edilmiş olmasını belirterek eşit değerlendirme ve meşru beklentilerin karşılanması içerikli argümanlar öne sürmüştür.

Başvuru sahibine göre, önceden tescil edilmiş markalar, yeni başvurunun da tescil edilmesi gerektiği beklentisini ortaya çıkartmaktadır; davacının ticari rakiplerinden hiçbirisinin önceki tescillerin geçerliliğine ilişkin işlem (hükümsüzlük, vb.) başlatmamış olması da, bu beklentiyi desteklemektedir. Ayrıca, bu tescillerin hiçbirisi kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik istisnası çerçevesinde elde edilmemiştir.

Mahkemeye göre, OHIM yetkilerini Birlik mevzuatının genel ilkeleri çerçevesinde kullanmakla yükümlüdür. Eşit muamele ve düzgün yönetim ilkeleri çerçevesinde OHIM benzer markalar hakkında önceden verilmiş kararları dikkate almalı ve aynı yönde karar verip vermeyeceğini dikkatle belirlemelidir. Bununla birlikte, bu ilkelerin ne şekilde uygulanacağı hukukilik ilkesiyle uyumlu olmalıdır. Bu çerçevede, bir markayı tescil ettirmek isteyen kişi, kendi lehine aynı kararın verilmesi talebiyle başka bir kişi adına gerçekleştirilmiş kanuni olmayan bir işleme dayanamaz. Bunun ötesinde, hukuki belirlilik ve iyi yönetim esasları çerçevesinde, markaların uygun olmayan biçimde tescil edilmesini engellemek amacıyla, her markanın incelenmesi düzgün ve kapsamlı biçimde yapılmalıdır. Buna uygun olarak, inceleme her vaka bazında ayrı olarak yapılmalıdır. Bir markanın tescil edilmesi, ilgili markanın kendi olguları kapsamında değerlendirilebilecek ve amacı, inceleme konusu markanın herhangi bir ret gerekçesi kapsamına girip girmediğini belirlemek olan özel kriterlere bağlıdır.

Sayılan hususlar ışığında mahkeme, davacının, önceki OHIM kararlarını emsal göstererek öne sürdüğü, eşit muamele ve meşru beklentilerin karşılanması ilkeleri içerikli argümanlarını kabul etmemiştir.

Yazı içeriğinde yer verdiğimiz kararlar, Avrupa Birliği yargısı içtihadı çerçevesinde, aynı markanın birlik ülkeleri dahil olmak üzere çeşitli ülkelerde tescil edilmiş olmasının, marka sahibine söz konusu markayı farklı ülkelerde tescil ettirme hakkını vermediğini göstermiştir. Hatta, “photos.com” kararı aynı markanın aynı ofiste önceden tescil edilmiş olmasının, aynı markadan oluşan yeni bir başvurunun mutlak ret nedenleri çerçevesinde reddedilmesini engellemeyeceğini de göstermektedir.

Markalarıyla farklı pazarlara açılmayı hedefleyen okuyuculara önerimiz, markalarını vakit geçirmeksizin yurtdışında tescil ettirmek için ilgili ülkelere başvuruda bulunmalarıdır.

Önder Erol Ünsal

Ocak 2016

unsalonderol@gmail.com

Şerit Şekilleri Ayakkabılar için Ayırt Edici Niteliğe Sahip midir? Adalet Divanı Genel Mahkemesi’nin T-3/15 Sayılı Kararı

kswiss

Spor ayakkabılarının yan taraflarında yer alan geometrik şekiller, kimi zaman tüketicilerce belirli bir markayla özdeşleştirilmekte ve bir kelime markasına ihtiyaç olmaksızın hangi markalı ürünle karşılaşıldığının anlaşılmasını mümkün kılmaktadır. Bu şekillerin bir kısmı son derece basit geometrik unsurlardan oluştuğundan marka olarak ayırt edici nitelikleri sorgulanmakta ve kimi zaman tescil talepleri ayırt edici nitelikten yoksunluk nedeniyle reddedilmektedir.

Adalet Divanı Genel Mahkemesi, 4 Aralık 2015 tarihinde verdiği T-3/15 sayılı oldukça yeni bir kararında, bu tip bir şeklin ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçesiyle reddedilmesi kararına karşı açılan davayı sonuçlandırmıştır. Benzeri içerikte tescil talepleriyle Türkiye’de de sıklıkla karşılaşıldığından dava ve kararın okuyucularımızın dikkatini çekeceğini düşünüyoruz.

Kararın tüm metninin http://curia.europa.eu/juris/document/document.jsf;jsessionid=9ea7d2dc30dd6058be42ad0c4effb364e1d85eeb3f30.e34KaxiLc3qMb40Rch0SaxuSah50?text=&docid=172647&pageIndex=0&doclang=EN&mode=lst&dir=&occ=first&part=1&cid=271829 bağlantısından incelenmesi mümkündür.

A.B.D. menşeili “K-SWISS INC.” firması 23/5/2013 tarihinde aşağıda yer alan şekil markasının “Sınıf 25: Spor ayakkabıları, yani tenis ayakkabıları, basketbol ayakkabıları, kros koşusu ayakkabıları, jogging ayakkabıları ve günlük kullanım için ayakkabılar.” malları için tescil edilmesi talebiyle tarihinde İç Pazarda Uyumlaştırma Ofisi (OHIM)’ne başvuruda bulunur.

5stripes

OHIM başvuruyu 4/3/2014 tarihinde ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçesiyle reddeder ve başvuru sahibi bu karara karşı itiraz eder. İtiraz 30/10/2014 tarihinde OHIM Temyiz Kurulu tarafından reddedilir.

OHIM Temyiz Kurulu’na göre, ayakkabı şeklinin kenarında yer alan beş şerit şeklinin orijinal hiçbir özelliği yoktur ve spor ayakkabılara şerit şekli koyma şeklinde yaygın uygulama göz önüne alındığında beş şerit şekli sıradan, jenerik bir süslemeden başka bir şey değildir. Buna ilaveten Temyiz Kurulu’na göre; kamunun ilgili kesimi pahalı ayakkabılar alırken daha dikkatli olsa da, bu yaklaşım ilgili sektördeki tüm mallar için geçerli olmayacaktır, başvuru sahibinin sunduğu kanıtlar spor ayakkabılar için şeritlerden oluşan markaları OHIM’in genel bir uygulama olarak tescil ettiğini göstermemektedir ve OHIM kararlarının hukukiliği OHIM’in önceki kararları doğrultusunda değil, Birlik mahkemelerince yorumlandığı haliyle Marka Tüzüğüne göre değerlendirilmelidir.

Başvuru sahibi bu karara karşı dava açar. Dava yukarıda da belirtildiği üzere, Adalet Divanı Genel Mahkemesi’nce 4 Aralık 2015 tarihinde T-3/15 sayılı kararla sonuçlandırılır.

Yerleşik içtihada göre, bir markanın ayırt edici karaktere sahip olması, inceleme konusu işaretin, tescili talep edilen mallar veya hizmetler bakımından bir işletmenin ürünlerini diğer işletmelerin ürünlerinden ayırt edilmesini mümkün kılması anlamına gelmektedir. Ayırt edici nitelik, ilk olarak tescil talebine konu mallar veya hizmetler bakımından, ikinci olaraksa söz konusu malların veya hizmetlerin ilgili tüketicilerine göre değerlendirilmelidir.

Başvuru sahibi OHIM değerlendirmesinin aksine, başvuruya konu işaretin ayırt edici nitelikte olduğunu öne sürüyorsa, bu durumda işaretin ayırt edici niteliğe sahip olduğuna dair spesifik ve doğrulanmış bilgileri sunma yükümlülüğü başvuru sahibine aittir.

İncelenen vakada başvuruya ait tarifnamede, başvuru takip eden biçimde tanımlanmıştır: “Marka, iki set halinde beş paralel şeritten oluşmaktadır. Şerit setlerinin her biri ayakkabının ortasında bulunmaktadır ve ayakkabının üst tarafından tabana doğru uzanmaktadır.”

Marka tarifnamesinden, markanın bir ayakkabı şeklinin iki boyutlu görünümünden değil, malların üzerine uygulanacak bir şekilden oluştuğu anlaşılmaktadır.

OHIM Temyiz Kurulu itirazı, başvuruya konu şeklin sıradan bir şekil olması ve ilgili sektörde yaygın bir uygulama olan ayakkabıların üzerine şerit şekli koyma uygulamasından yeterli derecede farklılaşmamış olması, bu çerçevede başvurunun malların ticari kaynağını gösterme vasfına sahip olmaması gerekçeleriyle reddetmiştir.

Genel Mahkeme’ye göre de, şerit şekilleri sıradan ve jenerik bir süslemeden başka bir şey değildir. Marka 5 adet birbirine paralel eğimli şeritten oluşmaktadır ve bu şeritlerin ölçüleri ayakkabının boyutuna göre değişmektedir.

Buna ilaveten, bu derece basit ve sıradan bir şeklin kullanım sonucu ayırt edici nitelik kazanması da bir hayli güçtür, şöyle ki şekil ayakkabının yan tarafı üzerinde yer almaktadır. Açıklamak gerekirse ilk olarak, başvuru sahibinin de belirttiği üzere, çoğu spor ayakkabı üreticisi ayakkabıların yan taraflarına basit çizgi veya şerit şekilleri yerleştirmektedir. İkinci olarak, şeritler ayakkabının en yüksek kesimine dek uzanmaktadır ve bu yükseklik ayakkabının ölçüsüne göre değişmektedir. Bu durum işaretin, ürünün özelliklerinden bağımsız olarak anında kavranmasını engellemektedir. Son olarak, işaretin ayakkabının yan tarafına yerleştirilmesi kamunun ilgili kesiminin dikkatini muhtemelen çekmeyecek ve ayakkabıların yan taraflarına uygulanan diğer işaretlerden ayırt edilmesini muhtemelen sağlamayacaktır. Belirtilen nedenlerle ayakkabının yan tarafına yerleştirilmiş inceleme konusu işaret, ilgili mallar bakımından ticari kaynak gösteren bir işaret olarak algılanmayacaktır.

Başvuru sahibince öne sürülen iddialar da varılan sonucu değiştirmeyecektir.

Başvuru sahibine göre, ayakkabıların yan tarafına marka koymak ilgili sektörün bir geleneğidir ve bu gelenek nedeniyle, ortalama tüketiciler bu bölüme konulan işaretlere özellikle dikkat edecek ve bu işaretleri marka olarak değerlendirecektir.

Başvuru sahibince sunulan bilgi, çok sayıda spor ayakkabı üreticisinin ayakkabıların yan tarafına şekil markaları yerleştirdiğini gösterse de, bu bilgi ortalama tüketicilerin ayakkabıların yan tarafında yer alan işaretle belirli bir üretici arasında otomatik bir bağlantı kurmayı öğrendiğini ve bunun sonucunda tüketicilerin spor ayakkabıların yan tarafında yer alan her geometrik şekli marka olarak algıladığını kabul etmek için yeterli değildir.

Buna ilaveten, ayakkabıların yan tarafına yerleştirilmiş bazı basit geometrik şekiller bakımından ortalama tüketicilerin belirli bir üreticiyle bağlantı kurabileceği kabul edilse de, bu ayırt edici özellik işaretin ürün üzerine yerleştirilme biçiminden ziyade, ürünlerin piyasada yoğun biçimde kullanımıyla açıklanabilir.

Ayrıca, başvuru sahibi iddiasının aksine Adalet Divanı içtihadının, spor ayakkabıların yan tarafına yerleştirilmiş her basit geometrik şeklin ayırt edici niteliğe sahip olduğu yorumunu mümkün kılmadığı da belirtilmelidir.

Bir an için ayakkabıların yan tarafına yerleştirilmiş şekillere ortalama tüketicilerin özel dikkat gösterdiği ve bunları genellikle marka olarak değerlendirdiği kabul edildiğinde bile; inceleme konusu şeklin sıradanlığı göz önüne alındığında, ortalama tüketicilerin bu şekli basit bir dekoratif unsur olarak değil, ticari kaynak gösteren bir işaret olarak algılayacağını ispatlayan yeterli kanıt başvuru sahibince sunulmamıştır.

Buna ilaveten, en basiti dahil olmak üzere her geometrik şeklin ayakkabıların yan tarafına uygulandığında ayırt edici olduğunu kabul etmek, bazı üreticilerin herkesin kullanımına açık kalması gereken basit ve dekoratif şekilleri kendilerine mal etmelerine yol açacaktır.

Başvuru sahibinin bir itiraz gerekçesi ise, OHIM tarafından önceden benzer içerikteki markaların tescil edilmiş olmasıdır.

Genel Mahkeme bu iddiayı alışıldık gerekçeyle reddetmiştir:

OHIM, eşit muamele ve düzgün yönetim ilkeleri çerçevesinde benzer markalar hakkında önceden verilmiş kararları dikkate almalı ve aynı yönde karar verip vermeyeceğini dikkatle belirlemelidir. Bununla birlikte, bu ilkelerin ne şekilde uygulanacağı hukukilik ilkesiyle uyumlu olmalıdır. Bunun sonucu olarak, bir başvuru sahibi kendi çıkarına olan bir kararı elde edebilmek için, başka birisi için önceden verilmiş hukuki olmayan bir karara dayanamaz. Bunun ötesinde, hukuki belirlilik ve iyi yönetim esasları çerçevesinde, markaların uygun olmayan biçimde tescil edilmesini engellemek amacıyla, her markanın incelenmesi düzgün ve kapsamlı biçimde yapılmalıdır. Buna uygun olarak, inceleme her vaka bazında ayrı olarak gerçekleştirilmelidir. Bir markanın tescil edilmesi, ilgili vakanın kendi şartları kapsamında değerlendirilebilecek ve amacı, inceleme konusu markanın herhangi bir ret gerekçesi kapsamına girip girmediğini belirlemek olan özel kriterlere bağlıdır.

İncelenen vakada, Temyiz Kurulu’nun, itirazı reddederken kapsayıcı ve detaylı bir inceleme yaptığı açıktır. Kararın önceki bölümlerinde belirtildiği üzere, Temyiz Kurulu, başvuruya konu şeklin başvuru kapsamındaki mallar bakımından ayırt edici niteliğe sahip olmadığını tespit etmiştir ve Mahkeme’ye göre bu tespitler yerindedir. Dolayısıyla, başvuru sahibinin bu sonucu ortadan kaldırmak için OHIM’in önceki kararlarına dayanması mümkün değildir.

Belirtilen tüm açıklamalar çerçevesinde, Adalet Divanı Genel Mahkemesi, OHIM Temyiz Kurulu’nun başvuru konusu şekil hakkında ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçesiyle verdiği ret kararını yerinde bulmuş ve davayı reddetmiştir.

Genel Mahkeme bu kararıyla, ayakkabılar üzerine uygulanan şerit işaretlerini veya daha geniş bir tanımlamayla basit geometrik şekillerden oluşan işaretleri ayırt edici nitelikten yoksun olarak değerlendirmektedir. Bu durumun istisnası şüphesiz kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik halidir. Kararın yerindeliğinin değerlendirilmesini bu aşamada okuyucularımıza bırakıyoruz.

Kendi adıma özellikle son birkaç yılda karşılaştığım Adalet Divanı ve Adalet Divanı Genel Mahkemesi kararlarının, aynı mahkemelerin eski pratiklerine ve OHIM kararlarına göre bir hayli farklılaştığını ifade etmem gerekiyor. Bu değişim kanaatimce, ayırt edici niteliğin tespiti konusunda sınırları oldukça geniş bırakan ilkelerin sınırlarının yeniden çizilmesi ve daraltılması amacından kaynaklanıyor. Bir diğer deyişle, Adalet Divanı eski kararlarının arkasını topluyor diyebiliriz. Yazının konusu kararı da bu gözle değerlendirmek kanaatimce yerinde olacaktır.

Önder Erol Ünsal

Aralık 205

unsalonderol@gmail.com

 

Otomobil Şekillerinin Ayırt Edici Niteliği Hakkında Adalet Divanı Genel Mahkemesi Kararı (T-629/14)

rangerover.evoque.1

 

Otomobillerin kendilerine özgü görünümlerinin marka olarak tescil edilebilecek derecede ayırt edici niteliğe sahip olup olmadığı sorusu, Adalet Divanı Genel Mahkemesi’nin T-629/14 sayılı kararında tartışılmıştır. Bu dikkate değer karar, umuyoruz ki okuyucularımızın da ilgisini çekecektir.

Otomobillere olan merakı çocukluk döneminde sahip olduğu “Matchbox” ve “Majorette” markalı oyuncak arabalarla sınırlı olan ve uzun yol dışında araba kullanmaktan hiç hoşlanmayan bu satırların yazarı, çoğu hemcinsinin tersine otomobil modellerini gördüğünde, bunları otomobil markaları ile eşleştirmeyi çoğunlukla başaramamaktadır. Hele ki, motor özelliği, yakıt –yol performansı, araç içi donanım kıyaslaması, vb. konular yanında konuşulduğunda, kendisini mide sancısından beter bir acıya maruz kalıyormuş gibi hissetmektedir.

Bununla birlikte, otomobil modellerinin görünümlerinin tescil edilebilirliğinin tartışıldığı T-629/14 sayılı Adalet Divanı Genel Mahkemesi kararı, yazara oldukça ilgi çekici gelmiş ve tartışmaya gebe konu hakkındaki Adalet Divanı yaklaşımını öğrenmek son derece yararlı olmuştur. İlgilenen okuyucularımız karar metnine http://curia.europa.eu/juris/document/document.jsf?text=&docid=172022&pageIndex=0&doclang=EN&mode=req&dir=&occ=first&part=1&cid=639448 bağlantısı aracılığıyla erişebilirler.

Birleşik Krallık menşeili “JAGUAR LAND ROVER LTD” firması 30 Kasım 2011 tarihinde aşağıdaki üç boyutlu şekil markasının tescil edilmesi talebiyle İç Pazarda Uyumlaştırma Ofisi’ne (OHIM) başvuruda bulunur:

 

rangerover.evoque

 

Başvuru kapsamında 12., 14. ve 28. sınıflara dahil mallar yer almaktadır.

OHIM uzmanı başvuruyu 12. sınıfa dahil “Taşıtlar; kara, hava ve su yoluyla ulaşım için cihazlar; ambülanslar, arabalar, golf arabaları, elektrikli taşıtlar, askeri ulaşım taşıtları, motorlu evler, soğutuculu taşıtlar, oyuncaklar dışında kalan uzaktan kumandalı taşıtlar, spor arabalar, vanlar (taşıtlar), kara, hava, su ve raylar yoluyla ulaşım için taşıtlar, otomobil gövdeleri, otomobil şasileri, otomobil kaportaları, taşıtlar için gövdeler, taşıtlar için kaportalar, taşıt şasileri, biçimlendirilmiş taşıt kılıfları.” malları ve 28. sınıfa dahil “Oyunlar ve oyuncaklar, oyunlar, radyo kontrollü oyuncak taşıtlar, ölçekle küçültülmüş model oyuncaklar, ölçekle küçültülmüş model taşıtlar, oyuncak taşıtlar, oyuncaklar.” malları bakımından Topluluk Marka Tüzüğü’nün 7/1-(b) bendi gereğince ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçesiyle reddeder.

Başvuru sahibi bu karara karşı OHIM Temyiz Kurulu nezdinde itiraz eder. OHIM Temyiz Kurulu başvuru sahibinin itirazını “hava ve su yoluyla ulaşım için cihazlar” malları bakımından haklı bulur ve ret kararını belirtilen mallar bakımından kaldırır, ancak ret kararı kapsamında bulunan diğer mallar bakımından ret kararı onanır. Başvuru sahibi bunun üzerine, OHIM Temyiz Kurul kararına karşı dava açar ve dava Adalet Divanı Genel Mahkemesi tarafından 25 Kasım 2015 tarihli T-629/14 sayılı kararla sonuçlandırılır.

Davacının temel argümanı, başvuruyu oluşturan şeklin ayırt edici niteliğe sahip olduğu, dolayısıyla başvuru hakkında verilen ret kararının yerinde olmadığıdır. Başvuru sahibi iddiasını dört sütuna oturtmuştur: “(i) Temyiz Kurulu başvurunun tarifnamesini dikkate almamıştır; (ii) Temyiz Kurulu, “Range Rover Evoque” ve “Evoque” ibarelerinin başvuruda yer almaması nedeniyle başvuru sahibinin birçok kanıtını dikkate almamıştır, bu yaklaşım yerinde değildir; (iii) Temyiz Kurulu taşıt şekli hakkında sunulan üçüncü taraf görüşlerini yeteri derecede dikkate almamıştır; (iv) Temyiz Kurulu, üzüğün 7/1-(e) bendine atıfta bulunarak hata yapmıştır.”

Mahkeme değerlendirmesine ilk olarak genel tespitlerle başlamıştır.

Buna göre; 207/2009 sayılı Topluluk Marka Tüzüğü’nün 7/1-(b) bendine göre ayırt edici niteliğe sahip olmayan markaların tescil edilmesi mümkün değildir. Bu hüküm kapsamında bir markanın ayırt edici niteliği, bir teşebbüsün mallarının veya hizmetlerinin belirli bir işletmeden gelen mallar ve hizmetler olduğunun anlaşılmasını sağlaması ve bu yolla, başka teşebbüslerin aynı nitelikteki mallarından veya hizmetlerinden ayırt edilmesini sağlaması anlamına gelmektedir.

Ayırt edici nitelik, ilk olarak tescili talep edilen mallar veya hizmetler bakımından, ikinci olarak ise kamunun ilgili kesiminin algısı bakımından değerlendirilecektir. Kamunun ilgili kesimi, ilgili malların veya hizmetlerin, yeteri derecede bilgili, gözlemci ve ihtiyatlı ortalama tüketicilerinden oluşmaktadır.

Ürünlerin görünümünden oluşan üç boyutlu markaların ayırt edici niteliğini değerlendirmek için kullanılacak kriterler, diğer marka kategorileri için kullanılacak kriterlerden farklı değildir.

Bununla birlikte, ortalama tüketicilerin ürünlerin görünümden oluşan üç boyutlu markalara yönelik algısı, aynı tüketicilerin markanın kapsadığı malların görünümüne ilişkin herhangi bir bağlantı içermeyen kelime veya şekillerden oluşan markalara yönelik algısıyla her durumda aynı olmayacaktır. Ortalama tüketiciler, şekil veya kelime unsurları olmadığı sürece, ürünlerin veya ürünlerin ambalajlarının şekillerine bakarak malların kaynağı hakkında tahminde bulunma alışkanlığına sahip değillerdir ve bu nedenle, üç boyutlu bir markanın ayırt edici niteliğini ortaya koymak, bir kelime veya şekil markasının ayırt edici niteliğini ortaya koymaktan daha güç olabilir.

Yerleşik içtihada göre, başvurusu yapılan şekil, inceleme konusu ürünlerin olası şekline ne derece yakınlaşırsa, şeklin ayırt edici nitelikten yoksun bulunması ihtimali o derecede artacaktır. Bu tip durumlarda sadece, ilgili sektörün kurallarından ve geleneklerinden belirgin biçimde farklılaşan ve dolayısıyla, kaynak belirtme işlevi olarak tanımlanan asli işlevi yerine getirebilen markaların, madde 7/1-(b) anlamında ayırt edici niteliğe sahip olduğu söylenebilecektir.

Bu çerçevede, bir ürünün şeklinden oluşan üç boyutlu bir markanın, ilgili ürün şeklinin başka bir biçimi olması, tek başına markanın ayırt edici nitelikten yoksun olduğu sonucuna varmak için yeterli değildir. Bu tip durumlarda, inceleme konusu şeklin, ilgili ürünün yeteri derecede gözlemci, bilgilenmiş ve bilinçli ortalama tüketicilerince -analitik bir inceleme yapılmaksızın ve özel dikkat sarf edilmeksizin-, bir işletmenin mallarını diğer işletmelerin mallarından ayırt edilmesini sağlayabilecek bir işaret olarak değerlendirip değerlendirilmeyeceği dikkate alınmalıdır.

Mahkeme yukarıda yer verilen genel tespitler ışığında davayı değerlendirmiştir.

Mahkemeye göre, Temyiz Kurulu, başvurunun 12. sınıfında yer alan malların hem kamunun geneline hem de profesyonellere, 28. sınıfında yer alan mallarınsa kamunun geneline hitap eden mallar olduğu yönündeki tespiti yerindedir.

Başvuru, bir otomobil gövdesinin değişik perspektiflerden altı adet çiziminden müteşekkil üç boyutlu grafik gösterime sahiptir. Başvuruda, başkaca bir kelime veya figüratif unsur bulunmamaktadır.

İncelenen vakada, Temyiz Kurulu başvuru hakkındaki ret kararını “hava ve deniz yoluyla ulaşım için cihazlar” malları bakımından kaldırarak yerinde bir karar vermiş olmakla birlikte, ret kararını “hava ve deniz yoluyla ulaşım için taşıtlar” malları bakımından kaldırmamakla hata yapmıştır. Dolayısıyla, Genel Mahkeme ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçeli ret kararını “hava ve deniz yoluyla ulaşım için taşıtlar” malları bakımından kaldırmıştır, şöyle ki başvuruyu oluşturan şekil, belirtilen mallar bakımından ilgili sektörün norm ve geleneklerinden belirgin biçimde uzaklaşmıştır.

Takiben Temyiz Kurulu kararı, ret kararı kapsamında bulunan diğer mallar, yani “Sınıf 12: Taşıtlar; kara yoluyla ulaşım için cihazlar; ambülanslar, arabalar, golf arabaları, elektrikli taşıtlar, askeri ulaşım taşıtları, motorlu evler, soğutuculu taşıtlar, oyuncaklar dışında kalan uzaktan kumandalı taşıtlar, spor arabalar, vanlar (taşıtlar), kara, hava, su ve raylar yoluyla ulaşım için taşıtlar, otomobil gövdeleri, otomobil şasileri, otomobil kaportaları, taşıtlar için gövdeler, taşıtlar için kaportalar, taşıt şasileri, biçimlendirilmiş taşıt kılıfları. Sınıf 28: Oyunlar ve oyuncaklar, oyunlar, radyo kontrollü oyuncak taşıtlar, ölçekle küçültülmüş model oyuncaklar, ölçekle küçültülmüş model taşıtlar, oyuncak taşıtlar, oyuncaklar.” malları bakımından değerlendirilmiştir.

Temyiz Kurulu kararında, başvuruyu oluşturan şeklin, dört tekerlekli ve her iki yanında ikişer kapı olan bir araba gövdesinin altı farklı perspektiften kabataslak çiziminden oluştuğu belirtilmektedir. Temyiz Kurulu’na göre bu araba gövdesini, piyasada rastgele seçilecek diğer araba gövdelerinden belirgin bir farklılaştıran özellikler bulunmamaktadır. Başvuruda göze çarpan başlıca özellikler; yassı bir ön cam, kavisli bir ön cephe, eğimli kupe bir çatı hattı, yükselen bir bel hattı, gövdeye entegre ön – arka lambalar ve çamurluk, arka kısmın tepesinde aerodinamik bir kanat gibi modern arabalarda tipik olarak bulunan özelliklerdir. Buna ilaveten arabanın ızgara kısmında belirgin bir unsur bulunmamaktadır ve bu kısmın çizimi son derece kaba durumdadır. Temyiz Kurulu, sayılan ve buna benzer diğer gerekçelerle, başvuruyu oluşturan çizimlerin, piyasadaki diğer alışıldık arabaların görünümlerinden belirgin biçimde farklılaşmadığı ve başvuruya konu şeklin tipik araba biçimlerinden farklılık içermediği görüşlerine ulaşmıştır.

Başvuru sahibi bu tespitlere karşı çıkmakta ve tecrübeli oto tasarımcıları tarafından tasarlanan başvuru konusu şeklin yeteri derecede anlaşılır, net ve objektif olduğunu belirtmektedir.

Mahkemeye göre, başvuru sahibinin iddiaları, başvuru konusu şeklin ilgili sektörün norm ve geleneklerinden belirgin biçimde farklılaştığını göstermemektedir ve dolayısıyla, başvuru hakkında ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçesiyle verilen ret kararı, inceleme konusu mallar bakımından yerindedir.

Başvuru sahibi OHIM tarafından tescil edilen araba şekillerini emsal karar olarak sunmuş olsa da, ilgili markalardaki şekillerin, OHIM tarafından ilgili sektörün norm ve geleneklerinden belirgin biçimde farklılaşmış olarak değerlendirildiği öne sürülebilir. Bunun ötesinde, Temyiz Kurulu kararlarının hukuka uygunluğu, OHIM’in önceki karar verme pratikleri bağlamında değil, Avrupa Birliği mahkemelerince yorumlandığı haliyle Birlik marka mevzuatı çerçevesinde değerlendirilmelidir. Bu bağlamda, OHIM’in önceki kararlarının Birlik mahkemeleri açısından bağlayıcı olması mümkün değildir. Hukuki belirlilik ve iyi yönetim esasları çerçevesinde, markaların uygun olmayan biçimde tescil edilmesini engellemek amacıyla, her markanın incelenmesi düzgün ve kapsamlı biçimde yapılmalıdır. Buna uygun olarak, inceleme her vaka bazında ayrı olarak gerçekleştirilmelidir. Bir markanın tescil edilmesi, ilgili vakanın kendi şartları kapsamında değerlendirilebilecek ve amacı, inceleme konusu markanın herhangi bir ret gerekçesi kapsamına girip girmediğini belirlemek olan özel kriterlere bağlıdır. Bu çerçevede, 12. sınıf için tescilli başka üç boyutlu araba şekli markalarının olması, inceleme konusu şekli kendiliğinden ilgili sektörün norm ve geleneklerinden belirgin biçimde farklı ve ayırt edici niteliğe sahip hale getirmez.

Başvuru sahibinin bir diğer iddiası, OHIM Temyiz Kurulu’nun, “Range Rover” veya “Evoque” terimlerinin inceleme konusu başvuruyla herhangi bir bağlantısının bulunmadığı yönündeki tespitinin yerinde olmadığıdır.

Mahkemeye göre, OHIM başvuruları kendisine sunulan marka örneğini esas alarak incelemek zorundadır ve inceleme konusu başvuruda “Range Rover” veya “Evoque” kelime unsurları yer almamaktadır. Buna ilaveten, başvurunun bir araba modelinin fotoğraflarından değil, çizimlerden oluştuğu da belirtilmelidir. Bu çerçevede, OHIM Temyiz Kurulu’nun kararını yalnızca başvuruya konu çizimleri esas alarak vermesi ve “Range Rover” veya “Evoque” kelime unsurlarını veya bu isimdeki arabanın fotoğraflarını dikkate almaması yerindedir.

Başvuru sahibi, OHIM Temyiz Kurulu’nun inceleme konusu araba şekline ait üçüncü kişi yorumlarını dikkate almadığını, oysa bu yorumların başvuruya konu şeklin ayırt edici niteliğe sahip olduğunu gösterdiğini iddia etmektedir.

Genel Mahkeme bu iddiayı da kabul etmemiştir. Şöyle ki, Mahkemeye göre, OHIM tarafından incelenen başvuru bir araba şeklinin 6 farklı perspektiften çiziminden oluşmaktadır ve başvuruda araba şeklinin veya oyuncak arabaların fotoğrafları bulunmamaktadır. Buna karşın başvuru sahibi, başvuru konusu çizime ilişkin üçüncü kişi yorumları sunmamıştır. Başvuru sahibi tarafından sunulan fotoğraflarda, araba ızgarası ve diğer bazı unsurlar görülebilir durumdayken, başvuruya konu çizimde bu tip unsurlar görülmemektedir. Dolayısıyla, sunulan fotoğraflarla başvuruya konu çizimin aynı olduğunun kabul edilmesi mümkün değildir. Bu bağlamda, OHIM Temyiz Kurulu’nun araba fotoğraflarına dayalı üçüncü kişi yorumlarını incelemede dikkate almamasının bir hukuki hata olarak kabul edilmesi mümkün değildir.

Başvuru sahibi, OHIM Temyiz Kurulu’nun Topluluk Marka Tüzüğü madde 7/1-(e)’yi referans göstermesinin yerinde olmadığını belirtmekle birlikte, başvuru belirtilen bent kapsamında reddedilmemiş olduğundan bu hususun sonucu etkilemesi, Genel Mahkeme tarafından mümkün görülmemiştir.

Belirtilen nedenlerle, Genel Mahkeme, OHIM Temyiz Kurulu tarafından ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçesiyle verilen ret kararını “hava ve deniz yoluyla ulaşım için taşıtlar” dışındaki mallar bakımından yerinde bulmuştur. Bu çerçevede, ret kararı “Sınıf 12: Taşıtlar; kara yoluyla ulaşım için cihazlar; ambülanslar, arabalar, golf arabaları, elektrikli taşıtlar, askeri ulaşım taşıtları, motorlu evler, soğutuculu taşıtlar, oyuncaklar dışında kalan uzaktan kumandalı taşıtlar, spor arabalar, vanlar (taşıtlar), kara ve raylar yoluyla ulaşım için taşıtlar, otomobil gövdeleri, otomobil şasileri, otomobil kaportaları, taşıtlar için gövdeler, taşıtlar için kaportalar, taşıt şasileri, biçimlendirilmiş taşıt kılıfları. Sınıf 28: Oyunlar ve oyuncaklar, oyunlar, radyo kontrollü oyuncak taşıtlar, ölçekle küçültülmüş model oyuncaklar, ölçekle küçültülmüş model taşıtlar, oyuncak taşıtlar, oyuncaklar.” malları bakımından Genel Mahkeme tarafından onanmıştır.

Otomobil modellerinin şekilleri özellikle bu sektörün meraklılarına çok tanıdık gelmekte ve kaba bir çizime bakılarak otomobil markası veya modeli tahmin edilebilmektedir. Bununla birlikte, ilgili sektörün birçok kullanıcısı bakımından bu tip bir tahminde bulunmak çoğunlukla mümkün değildir. OHIM Temyiz Kurulu ve Genel Mahkeme incelenen vakada, bir otomobil modelinin kabataslak çiziminin ilgili sektörün norm ve geleneklerinden belirgin biçimde farklılaşmadığı, dolayısıyla ayırt edici nitelikte olmadığı yönünde karar vererek, kanaatimizce ayırt edici özellikleri göstermekten aciz otomobil şekli çizimlerine tescil yolunu kapatmıştır.

Kararın okuyucularımızın dikkatini çekeceğini umuyoruz.

Önder Erol Ünsal

Aralık 2015

unsalonderol@gmail.com 

 

 

Adalet Divanı Genel Mahkemesi “PORTO ŞARABI” Coğrafi İşareti ile “PORT CHARLOTTE” Markasını Karşılaştırıyor (T-659/14)

resim_port_1

Şarap sever okuyucularımızın da bildiği gibi, Portekiz’in Porto kentinde yetişen üzümlerden yapılan “Porto Şarabı”, çok tatlı bir şarap türüdür ve şarap dünyasında özel bir tat olarak kabul görmektedir. Coğrafi işaret olarak korunan Porto Şarabı, Genel Mahkemenin 18 Kasım 2015 tarihli kararına konu olmuş ve “viski” için tescil edilen “PORT CHARLOTTE” markasının hükümsüzlük talebine dayanak olarak gösterilmiştir. Genel Mahkeme söz konusu tescilin hükümsüzlük talebini, hem önceki coğrafi işaret hak sahipliği açısından, hem de 207/2009 sayılı Tüzüğün birçok farklı maddesi açısından değerlendirmiştir. Karar, sınai mülkiyet konusu olan farklı kategorideki hakların, yani bir coğrafi işaret ile tescilli bir markanın karşı karşıya gelmesi açısından ilginç bir örnektir.

Öncelikle olayın tarihçesi şu şekildedir:

  • 27 Ekim 2006 tarihinde İngiltere merkezli Bruichladdich Distillery Co. Ltd şirketi

PORT CHARLOTTE

kelime markasının, Nice Sınıflandırmasının 33. sınıfında yer alan “alkollü içkiler” için topluluk markası olarak tescili için başvurmuştur.

  • Başvuru 18 Ekim 2007 tarihinde tescil edilmiştir.
  •  7 Nisan 2011 tarihinde Portekiz merkezli Instituto dos Vinhos do Douro e do Porto, IP şirketi PORT CHARLOTTE markasının, 207/200 sayılı Tüzüğün 8/4, 7/1 (c) ve (g) bentlerine göre hükümsüzlüğü için OHIM’e başvurmuştur.
  • Hükümsüzlük talebi üzerine Bruichladdich Distillery Co. Ltd şirketi, markasının içerdiği malları sadece “viski” ile sınırlandırmıştır.
  • Hükümsüzlük talebinde bulunan Instituto dos Vinhos do Douro e do Porto, IP şirketi “port” “porto” kelimelerinin, Portekiz kanunlarına ve Birliğin Ortak Tarım Pazarına ilişkin düzenlemeleri içeren 491/2009 sayılı Tüzüğünün 118m(2) maddesine göre tüm üye ülkelerde; 31 Ekim 1958 tarihli Lizbon Anlaşmasına göre de Fransa, İtalya, Kıbrıs, Macaristan, Portekiz ve Slovakya’da coğrafi işaret olarak korunduğunu iddia etmiştir.
  • OHIM İtiraz Bölümü, 30 Nisan 2013 tarihli kararı ile bu hükümsüzlük talebini reddetmiştir.
  • 22 Mayıs 2013 tarihinde Instituto dos Vinhos do Douro e do Porto, IP şirketi OHIM İtiraz Bölümünün kararına itiraz etmiştir.
  • OHIM Temyiz Kurulu, 8 Temmuz 2014 tarihli kararı ile yine hükümsüzlük talebini reddetmiştir. Kurula göre bahse konu 491/2009 sayılı Tüzüğün 118m(2) maddesine göre coğrafi işaret olarak “oporto” kelimesi korunmakta olup, koruma kapsamı sadece belirli bölgede üretilen şarap ile sınırlıdır. Dolayısıyla şarap ile, hükümsüzlük konusu markanın içerdiği alkol derecesi ve görünüşü farklı olan viski aynı ve benzer olmadığından, somut olay 491/2009 sayılı Tüzüğün 118m(2)(a)(i) kapsamına girmemektedir. Yine Porto Portekiz’deki bir şehir adı olmakla beraber, “porto” veya “port” ibarelerini içeren pek çok şehir ismi (Porto Allegre veya Porto Louis gibi) bulunmaktadır. Kurula göre “port” veya “porto” kelimeleri ile PORT CHARLOTTE ibaresi arasında bir bağlantı kurulması ya da “port” coğrafi işaret adı ile dava konusu markanın birbirini çağrıştırması mümkün değildir. Coğrafi işaret korumasının her “port” kelimesini içeren ibare için genişletilmesi söz konusu olamaz. Kurul, itiraz sahibinin “porto” ve “port”  kelimelerinin, Lizbon Anlaşmasına göre coğrafi işaret olarak WIPO nezdinde 18 Mart 1983 tarihinde tescil edildiği iddiasını, söz konusu korumanın kapsamına sadece “porto” adının girdiğini ve hükümsüzlük konusu markada ise “porto” kelimesinin bulunmadığını belirterek yerinde bulmamıştır. Diğer yandan Kurul 207/2009 sayılı Tüzüğün 7/1 (g) maddesine dayanan iddiayı da yerinde görmemiş ve tüketicilerin farklı bir ürün olan viskinin, hükümsüzlük talebinde bulunanın ürünlerinden farklı olduğunu kolaylıkla anlayacaklarını ve bir yanılma olmayacağını belirtmiştir.

OHIM sürecinin tüketilmesinin ardından Instituto dos Vinhos do Douro e do Porto, IP dava açmıştır.

Davacı öncelikle dava konusu kararda Portekiz şehir isminin yanlış olarak ele alındığını, bu suretle de 491/2009 sayılı Tüzüğün ilgili maddesinin yanlış uygulandığını iddia etmiştir. Davacı şarap için coğrafi işaret olarak korunan “port” veya “porto” kelimelerinin, sadece Birliğin 491/2009 sayılı Tüzüğünün kapsamında değil, Portekiz ulusal yasalarının da dikkate alınarak korunması gerektiğine işaret etmiş ve OHIM’in Portekiz ulusal yasalarına göre “port” veya “porto” coğrafi işaretleri üzerindeki önceki hak sahibinin, sonraki markaları engelleme hakkının olup olmadığı yönünde bir inceleme yapmadığını iddia etmiştir.

Mahkeme öncelikle OHIM’ın şehir ismini “oporto” olarak tespitindeki hataya işaret etmiş, doğrusunun “Porto” olduğunu ve coğrafi işaret olarak kayıtlarda bu şekilde yer aldığını belirtmiştir. Ancak Mahkemeye göre bu hata, Kurulun ne coğrafi işaret ne de menşe adına ilişkin kuralları yanlış uygulamasına neden olmuştur. Dolayısıyla kararın bu yönden iptali için bir neden bulunmamaktadır.

Mahkeme bir sonraki aşamada, Davacının Portekiz ulusal yasaların uygulanması gerektiği yönündeki iddiasının değerlendirilmesi için 491/2009 sayılı Tüzüğün uygulama kapsamını irdelemiştir. Tüzüğün 118s(1) maddesine göre şarap isimleri koruma altındadır ve E-Bacchus listesinde kayıtlıdır.  Ancak E-Bacchus listesindeki kayıt, korumanın ön şartı olmayıp Avrupa Birliğindeki tüm şarap isimleri otomatik olarak 1493/1999 sayılı Tüzük gereğince koruma altındadır. [1]

Somut olayda, “porto” ve “port” coğrafi işaret adlarının Portekiz kanunlarına göre koruma altında olduğu tartışmasızdır. Ancak 491/2009 sayılı Tüzüğün 118m(1) ve (2) maddeleri zaten ulusal düzeyde olan bu korumanın, tüm Birlik düzeyinde tek bir çatı altında ve özel, homojen düzeyde korunmasını amaçlamaktadır. Kaldı ki, “port” ve “porto” kelimeleri de E-Bacchus listesinde coğrafi işaret olarak yer almaktadır. Dolayısıyla bu noktadan sonra Portekiz ulusal yasalarının dikkate alınması gerekmediğinden, Davacının iddiası yerinde bir iddia değildir.

Mahkeme bir sonraki aşamada 207/2009 sayılı Tüzüğün 8/4 maddesine[2] göre inceleme yapmıştır.  İlk aşamada somut olayda hitap edilen tüketici kitlesi tespitine geçilmiştir. Mahkemeye göre Porto Şarabı ve viski tüm Birlik üyesi ülkelerde tüketilen ürünler olduğundan ve üye ülkelerdeki tüketiciler bu ürün isimlerini ve üzerinde kullanıldıkları malları tanıdığından, tüm Birlik içindeki ortalama tüketiciler dikkate alınmalıdır. Mahkeme, Davacının iddiasının aksine, Birlik içindeki ortalama tüketiciler açısından dava konusu markanın içerdiği viski ile 491/2009 Tüzük ile koruma altında olan Porto Şarabının tat, alkol oranı itibari ile birbirine benzer olmadığını, Portekiz dilini konuşan kesim için dahi birbiri arasında çağırışım ihtimalinin bulunmadığını kabul etmiştir.

Mahkeme benzerlik değerlendirmesinde ise, dava konusu markadaki “PORT” kelimesinin “CHARLOTTE” kadın ismi ile beraber kullanılmasından ve “PORT” kelimesinin de birçok Avrupa dilinde (Portekiz dili de dâhil) esasen “liman” anlamına gelmesinden dolayı ortalama Avrupalı tüketiciler için farklı bir kavramsal anlam oluşturmaktadır. Bu nedenle de coğrafi işaret olarak koruma altındaki Porto Şarabı ile bağlantı kurulmasının söz konusu olamayacağını belirtmiştir. Keza dava konusu markadaki “CHARLOTTE” kelimesinin, markanın esas unsuru olduğu ve bu kelimenin tüketicilerin dikkatinin odak noktasını oluşturduğu hususunu teyit etmiştir. Dava konusu marka ile coğrafi işaret arasındaki benzerlik tespit edilemediğinden, OHIM kararına paralel olarak tanınmışlık konusunda değerlendirme yapılmasına gerek duyulmamıştır.

Mahkeme bir sonraki aşamada 207/2009 sayılı Tüzüğün 7/1 (g)[3] maddesi uyarınca dava konusu markanın “yanıltıcı” olduğu iddiasını incelemiştir. Davacı Porto Şarabı şişesinde, PORT CHARLOTTE markası altında sunulan ürünün, tüketiciler açısından yanıltıcı olduğu, tüketicilerin bu markayı, Porto Şarabı coğrafi işareti ile ilişkili olabileceğini düşünmeye sevk edeceğini iddia etmiştir.  OHIM ise somut olayda, ortalama Avrupalı tüketicilerin çok iyi bildiği tat farklılığından dolayı yanıltıcı bir durum olmadığını savunmuştur.

Mahkeme, 207/2009 sayılı Tüzüğün 7(1) g maddesine göre malın doğası, niteliği ve coğrafi menşesi konusunda yanıltıcı olan markaların tescil edilemeyeceğine işaret etmiştir. Mahkeme somut olayda önceki kararlar ışığında[4], OHIM’in markanın yanıltıcı olmadığı, tespit edilen tüketici kitlesinin viski için kullanılan “port” kelimesi ile şarap için kullanılan “port”, “porto” coğrafi işaret adları ile bağlantı kurmayacağı, keza bazı ülkelerde “port” kelimesinin viski üretilen yer olarak da algılandığı yönündeki tespitini yerinde bulmuştur.

Mahkeme bir sonraki aşamada ise 207/2009 sayılı Tüzüğün 7/1 (c)[5] maddesine dayanan iddiayı incelemiştir. Mahkeme Davacının, dava konusu “PORT CHARLOTTE” ibaresinin, tüketiciler için viski üretilen yer anlamında tanımlayıcı ya da coğrafi yer belirten ibare olduğunu ispatlayamadığından bu iddiayı da reddetmiştir. Mahkemeye göre bir yer ismi içeren markalar, şayet o yerin ünlü olduğu bilinen mallar ya da bu mallar ile bağlantı kurulan ya da gelecekte bir bağlantı kurulması ihtimaline neden olabilecek mallar için tescil edilmek isteniyorsa, bu yer adının marka olarak tesciline izin verilmez.[6] Somut olayda ise Davacı “PORT CHARLOTTE” ibaresinin tüketiciler için viski üretilmesi ile ünlü özel bir yer adı olduğu, gelecekte viski veya bağlantılı mallar için bu yönde bir algı oluşmasına neden olabileceği ve diğer işletmeler açısından da bu yer adının kullanılmasının yasaklanamayacağı noktalarını ispat edememiştir. Bu nedenle de Mahkeme dava konusu markanın, tüm viski üreticileri için serbestçe kullanılabilecekleri bir yer adı olduğu konusunda ikna olmamıştır.

Sonuç olarak, Mahkeme Davacının dava konusu markanın hükümsüzlüğüne karar verilmesi yönündeki tüm taleplerini reddetmiştir.

Mahkemenin kararının tüm maddeler açısından odak noktasını, şarap ve viski arasındaki tat farkının ve tüketiciler nezdinde çok iyi bilinen bu tat farkının yarattığı algının oluşturduğu görülmektedir. Avrupalı tüketicilerde oluşan bu tat algısı/kavramı farklılığı; benzerlik, karıştırılma ihtimali değerlendirmesinde önemli bir rol oynamıştır. Marka sahibi ilk itiraz üzerine “PORT CHARLOTTE” markasının içerdiği malları sadece “viski” ile sınırlandırmamış olsaydı, kanaatimce sonuç farklı olabilir, ibre Porto Şarabından yana kayabilirdi. Dolayısıyla marka sahibi stratejik olarak en başından çok doğru bir hareket yaparak, markasını hükümsüzlük sonucundan kurtarmıştır.

Gülcan Tutkun Berk

Kasım, 2015

gulcan@gulcantutkun.av.tr

 

Dipnotlar:

[1] 8 Kasım 2012, Hungary v Commission, T‑194/10

[2]Upon opposition by the proprietor of a non-registered trade mark or of another sign used in the course of trade of more than mere local significance, the trade mark applied for shall not be registered where and to the extent that, pursuant to the Community legislation or the law of the Member State governing that sign: (a) rights to that sign were acquired prior to the date of application for registration of the Community trade mark, or the date of the priority claimed for the application for registration of the Community trade mark; (b) that sign confers on its proprietor the right to prohibit the use of a subsequent trade mark.”

[3](g) trade marks which are of such a nature as to deceive the public, for instance as to the nature, quality or geographical origin of the goods or service;

[4] 5 May 2011, SIMS — École de ski internationale v OHIM — SNMSF (esf école du ski français), T‑41/10

[5] “(c) trade marks which consist exclusively of signs or indications which may serve, in trade, to designate the kind, quality, quantity, intended purpose, value, geographical origin or the time of production of the goods or of rendering of the service, or other characteristics of the goods or service;”

[6] 13 Eylül 2013, Fürstlich Castell’sches Domänenamt v OHIM — Castel Frères (CASTEL), T‑320/10

Üç Boyutlu Ürün Şekillerinin Ayırt Edici Niteliği – Adalet Divanı Genel Mahkemesi’nden Remi Oyunu Ambalajına İlişkin Güncel Bir Karar (T-547/13)

rummyplayers

Türkçe’ye “Remi” adıyla geçmiş, “Rummy” isimli masa oyunu, iskambil kağıtları veya taşlarla oynanan ve yurtdışında oldukça popüler olan bir oyundur.

Ülkemizdeki en yaygın masa oyunu olan “Okey”le yakın benzerlik gösteren “Remi”nin amacı da, oyuncuların ellerindeki kağıt veya taşlarını diğerlerinden önce bitirerek oyunu kazanmasıdır.

Adalet Divanı Genel Mahkemesi 8 Ekim 2015 tarihinde verdiği T-547/13 sayılı karar, Remi oyunu taşları ve tahtaları için tasarlanmış bir ambalaj biçiminin marka olarak tescil edilip edilemeyeceği sorusunun yanıtını içermektedir.

Kararı incelemek isteyen okuyucularımızın, kararın tamamına http://curia.europa.eu/juris/document/document.jsf?text=&docid=169342&pageIndex=0&doclang=en&mode=lst&dir=&occ=first&part=1&cid=346998 bağlantısı aracılığıyla erişimi mümkündür.

Romanya menşeili “ROSIAN EXPRESS SRL” firması 11 Temmuz 2013 tarihinde aşağıdaki şekil markasının tescil edilmesi talebiyle İç Pazarda Uyumlaştırma Ofisi’ne (OHIM) başvuruda bulunur.

rummy

Başvuru kapsamında “Sınıf 28: Oyunlar, oyuncaklar; diğer sınıflarda yer almayan jimnastik ve spor malzemeleri; Noel ağacı süslemeleri. Sınıf 35: Reklamcılık hizmetleri; iş yönetimi ve idaresi hizmetleri; sekreterlik hizmetleri.” malları ve hizmetleri yer almaktadır.

OHIM uzmanı, 1 Şubat 2013 tarihinde verdiği kararla, başvuruyu ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçesiyle “Sınıf 28: Oyunlar ve oyuncaklar.” malları bakımından reddeder. Başvuru sahibi bu karara karşı OHIM Temyiz Kurulu nezdinde itiraz eder, ancak itirazı Temyiz Kurulu tarafından reddedilir. Başvuru sahibi bunun üzerine, OHIM Temyiz Kurul kararına karşı dava açar ve dava Adalet Divanı Genel Mahkemesi tarafından 8 Ekim 2015 tarihli T-547/13 sayılı kararla sonuçlandırılır.

Davacının temel argümanı, başvuruyu oluşturan şeklin ayırt edici niteliğe sahip olduğu, dolayısıyla başvuru hakkında verilen ret kararının yerinde olmadığıdır.

Davacıya göre, OHIM Temyiz Kurulu, Remi oyunu dahil olmak üzere salon oyunlarının, günlük kullanıma mahsus ürünler olmadığını, tersine dayanıklı ve uzun süre kullanılabilen mallar olduğunu, dolayısıyla da ilgili tüketici kesiminin yüksek derecede dikkate sahip olduğu hususunu incelemede dikkate almamıştır.

Davacı, Remi oyununa ilişkin standart tipte bir ambalajlamadan bahsedilemeyeceğini, dolayısıyla Temyiz Kurulu’nun ürünün doğasının başvuruda yer alan biçimde olduğu tespitini de eleştirmektedir. Ayrıca, davacıya göre Temyiz Kurulu kararında yer alan ve piyasada benzer nitelikteki kullanımları gösterdiği iddia edilen dokümanlar, orijinal ürünlerin sahibi olan davacının ürünlerinin taklitleridir. Bu bağlamda, Temyiz Kurulu taklit ürünleri esas alarak karar vermiştir ve karar bu bakımdan da yerinde değildir.

Mahkeme değerlendirmesine ilk olarak genel tespitlerle başlamıştır.

Buna göre; 207/2009 sayılı Topluluk Marka Tüzüğü’nün 7/1-(b) bendine göre ayırt edici niteliğe sahip olmayan markaların tescil edilmesi mümkün değildir. Bu hüküm kapsamında bir markanın ayırt edici niteliği, bir teşebbüsün mallarının veya hizmetlerinin belirli bir işletmeden gelen mallar ve hizmetler olduğunun anlaşılmasını sağlaması ve bu yolla, başka teşebbüslerin aynı nitelikteki mallarından veya hizmetlerinden ayırt edilmesini sağlaması anlamına gelmektedir.

Ayırt edici nitelik, ilk olarak tescili talep edilen mallar veya hizmetler bakımından, ikinci olarak ise kamunun ilgili kesiminin algısı bakımından değerlendirilecektir. Kamunun ilgili kesimi, ilgili malların veya hizmetlerin, yeteri derecede bilgili, gözlemci ve ihtiyatlı ortalama tüketicilerinden oluşmaktadır.

Ürünlerin görünümünden oluşan üç boyutlu markaların ayırt edici niteliğini değerlendirmek için kullanılacak kriterler, diğer marka kategorileri için kullanılacak kriterlerden farklı değildir.

Bununla birlikte, ortalama tüketicilerin ürünlerin görünümden oluşan üç boyutlu markalara yönelik algısı, aynı tüketicilerin markanın kapsadığı malların görünümüne ilişkin herhangi bir bağlantı içermeyen kelime veya şekillerden oluşan markalara yönelik algısıyla her durumda aynı olmayacaktır. Ortalama tüketiciler, şekil veya kelime unsurları olmadığı sürece, ürünlerin veya ürünlerin ambalajlarının şekillerine bakarak malların kaynağı hakkında tahminde bulunma alışkanlığına sahip değillerdir ve bu nedenle, üç boyutlu bir markanın ayırt edici niteliğini ortaya koymak, bir kelime veya şekil markasının ayırt edici niteliğini ortaya koymaktan daha güç olabilir.

Yerleşik içtihada göre, başvurusu yapılan şekil, inceleme konusu ürünlerin olası şekline ne derece yakınlaşırsa, şeklin ayırt edici nitelikten yoksun bulunması ihtimali o derecede artacaktır. Bu tip durumlarda sadece, ilgili sektörün kurallarından ve geleneklerinden belirgin biçimde farklılaşan ve dolayısıyla, kaynak belirtme işlevi olarak tanımlanan asli işlevi yerine getirebilen markaların, madde 7/1-(b) anlamında ayırt edici niteliğe sahip olduğu söylenebilecektir.

Mahkeme yukarıda yer verilen genel tespitler ışığında davayı değerlendirmiştir.

Mahkemeye göre, inceleme konusu malların (oyunlar ve oyuncaklar) niteliği ve fiyatı dikkate alındığında, kamunun ilgili kesiminin bilgi düzeyi, ortalamadan yükseğe dek uzanabilir. Oyunlar ve oyuncaklar malları genel kullanıma yöneliktir ve kullanıcıları sadece profesyoneller ve oyun tutkunları değildir. Bu çerçevede, OHIM Temyiz Kurulu’nun mallarla ilgili tüketici kesimini, sadece yüksek derecede dikkate sahip tüketiciler olarak sınırlandırmaması yerindedir.

Başvuruya konu şeklin ayırt edici niteliği değerlendirilirken, Mahkeme ilk olarak ürünün başvuru sahibi tarafından, başvuruda yer verilen tarifnamesini esas almıştır. Özetlemek gerekirse, başvuruya konu şekil, ahşaptan yapılmış dikdörtgen bir kutudur, kutu ürünün diğer parçalarını içerisinde barındırmasını sağlayacak kayar rafları da içermektedir ve kutunun açık uçlarında bir kapatma mekanizması yer almaktadır. Bahsedilen raflı ve kapatma mekanizmalı sistem, oyun tahtalarının ve taşlarının kutunun içerisine yerleştirilmesini ve ürünün bütün olarak başka bir ambalaj gerekmeksizin saklanmasını sağlamaktadır.

Belirtilen tarifname esas alındığında, mahkemeye göre, OHIM Temyiz Kurulu’nun başvuruyu “şeklin ilgili sektörün kurallarından ve geleneklerinden belirgin biçimde farklılaşmaması ve bu tip oyunların yaygın biçimde, ahşaptan yapılanlar dahil olmak üzere, çeşitli malzemelerden yapılmış ambalajlarda satılması” gerekçeleriyle reddetmesi yerindedir.

İnceleme konusu malların çoğunlukla ahşap dikdörtgen kutularda satıldığı malumdur. Ayrıca, ürünlerin kayar farlardan oluşan bir ambalajlama sistemi ile kutulanması veya kutudan çıkartılması, ilgili sektörün kurallarından ve geleneklerinden belirgin biçimde farklılaşma anlamına gelmemektedir. Bunların sonucunda, başvurunun bir teşebbüsün mallarının veya hizmetlerinin belirli bir işletmeden gelen mallar ve hizmetler olduğunun anlaşılmasını sağladığını ve bu yolla, başka teşebbüslerin aynı nitelikteki mallarından veya hizmetlerinden ayırt edilebilme işlevini yerine getirdiğini kabul etmek mümkün değildir.

Başvuru sahibi kendi başvurusuna benzer şekillerin piyasada bulunmadığına yönelik kanıtlar sunmuş olmakla birlikte, yerleşik içtihat çerçevesinde, bir markanın ayırt edici niteliğinin piyasada ne kadar sayıda benzer şeklin bulunduğuna veya piyasada aynı şeklin hiç bulunmamasına bağlı olarak değerlendirilmediği hatırlatılmalıdır. Bu bağlamda, piyasa hakkında araştırma yapmayan ortalama tüketicilerin piyasada sadece bir firmanın bir ambalaj biçimini kullandığını, buna karşın rakiplerinin aynı ürün için farklı ambalaj biçimlerini tercih ettiğini önceden bilemeyeceği de belirtilmelidir.

Ayrıca, başvuru sahibinin kendi ürünlerinin orijinal olduğu, buna karşın OHIM Temyiz Kurulu tarafından tespit edilen benzer ambalaj biçimlerinin kendi ürünlerinin taklidi olduğu yönündeki iddiası da kabul edilebilir nitelikte değildir.

Son olarak, başvuru sahibinin benzer üç boyutlu markaların OHIM tarafından önceden tescil edilmiş olduğu yönündeki iddiası değerlendirilmiştir.

Genel Mahkeme bu iddiayı alışıldık argümanıyla kabul etmemiştir:

OHIM, eşit muamele ve düzgün yönetim ilkeleri çerçevesinde benzer markalar hakkında önceden verilmiş kararları dikkate almalı ve aynı yönde karar verip vermeyeceğini dikkatle belirlemelidir. Bununla birlikte, bu ilkelerin ne şekilde uygulanacağı hukukilik ilkesiyle uyumlu olmalıdır. Bunun ötesinde, hukuki belirlilik ve iyi yönetim esasları çerçevesinde, markaların uygun olmayan biçimde tescil edilmesini engellemek amacıyla, her markanın incelenmesi düzgün ve kapsamlı biçimde yapılmalıdır. Buna uygun olarak, inceleme her vaka bazında ayrı olarak gerçekleştirilmelidir. Bir markanın tescil edilmesi, ilgili vakanın kendi şartları kapsamında değerlendirilebilecek ve amacı, inceleme konusu markanın herhangi bir ret gerekçesi kapsamına girip girmediğini belirlemek olan özel kriterlere bağlıdır.

İncelenen vakada, Temyiz Kurulu’nun, itirazı reddederken kapsayıcı ve detaylı bir inceleme yaptığı açıktır. Kararın önceki bölümlerinde belirtildiği üzere, Temyiz Kurulu, başvuruya konu şeklin ret kararı kapsamındaki mallar bakımından ayırt edici niteliğe sahip olmadığını tespit etmiştir ve Mahkeme’ye göre bu tespitler yerindedir. Dolayısıyla, başvuru sahibinin bu sonucu ortadan kaldırmak için OHIM’in önceki kararlarına dayanması mümkün değildir.

Belirtilen tüm açıklamalar çerçevesinde, Adalet Divanı Genel Mahkemesi, OHIM Temyiz Kurulu’nun başvuru konusu şekil hakkında, “oyunlar ve oyuncaklar” malları için ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçesiyle verdiği ret kararını yerinde bulmuş ve davayı reddetmiştir.

IPR Gezgini’nde daha önceden de yer verdiğimiz çok sayıda karar, ürün şekillerinden oluşan üç boyutlu marka başvuruları hakkında OHIM değerlendirmesinin ve Genel Mahkeme pratiğinin, başvuru konusu şekiller, ürünlerin standart biçimlerinden çok farklılaşmadığı sürece, çoğunlukla başvuruların reddedilmesi yönünde olduğunu göstermektedir. Bu sonuca varılırken kullanılan gerekçelendirme biçimiyse yazara göre oldukça yerindedir.

Önder Erol Ünsal

Kasım 2015

unsalonderol@gmail.com

“DüsseldorfCongress” Hizmet Markası Tanımlayıcıdır! Almanya Federal Yüksek Mahkemesi “DüsseldorfCongress” Markasının Ayırt Ediciliğini Tartışıyor.

düsseldorf_resim

Almanya Düssedorft’ta uzun yıllardır kongre, toplantı, fuar gibi etkinlik hizmetleri sunan Düsseldorf Congress Veranstaltungsgesellschaft GmbH şirketi, “DüsseldorfCongress” markasını, sunduğu bu hizmetler için de tescil ettirmek üzere Alman Patent ve Marka Ofisi’ne başvurmuştur. Ancak başvuru, esasen markanın kullanıldığı ve tescil edilmek istendiği bu hizmetler için, ayırt edici olmadığı gerekçesiyle reddedilmiştir. Yüksek Mahkeme 15 Mayıs 2014 tarihli kararı ile bu tür hizmetler için yer adının kullanılmasını ayırt edici bulmamıştır.

Kararın Almanca metnine http://juris.bundesgerichtshof.de/cgi-bin/rechtsprechung/document.py?Gericht=bgh&Art=en&Datum=Aktuell&Sort=12288&Seite=15&nr=69296&pos=475&anz=554 bağlantısından ulaşabilirsiniz.

Dava konusu olayların tarihçesi şu şekilde gelişmiştir:

Alman Marka ve Patent Ofisi, 35., 41. ve 43. sınıflarda yer alan hizmetler için Düsseldorf Congress Veranstaltungsgesellschaft GmbH şirketi tarafından başvurusu yapılan

düsseldorf_resim

markasını ayırt edici niteliği haiz olmadığından reddetmiştir.

Başvuru sahibinin Patent Ofisi nezdinde yaptığı itirazlar da reddedilmiştir. Bunun üzerine başvuru sahibi dava açmıştır.

Patent Mahkemesi davayı, dava konusu markanın içerdiği hizmetler için ayırt edici gücü olmadığından reddetmiştir. Patent Mahkemesi’ne göre dava konusu marka, yer adı ve hizmeti tanımlayan kelime kombinasyonundan oluşmaktadır. Dolayısıyla hitap edilen tüketici kitlesi açısından dava konusu marka, sadece hizmetin sunulduğu yeri ve türünü betimleyen niteliktedir. Diğer yandan markanın içerdiği şekil de, tescil ile korunma kapsamına girecek nitelikte ayırt edici değildir.

Söz konusu karar, marka başvuru sahibi tarafından temyiz edilmiştir. Temyiz yargılaması sonucunda Patent Mahkemesi’nin kararı kısmen reddedilmiştir. Buna göre Temyiz Mahkemesi dava konusu başvurunun, “veri ağında reklam yayını, reklamcılık, müze işletmeciliği, spor müsabakaları düzenlenmesi, kültür ve spor gösterileri düzenlenmesi, sahne ışıklandırma malzemeleri kiralanması gösteri, editörlük” hizmetleri için Marka Kanunu’nun 8/2. maddesine göre tescil yasağı kapsamında olmadığına hükmetmiştir.

Davacı başvurunun tüm hizmetler için tescili talebi ile davayı Yüksek Mahkeme önüne taşınmıştır.

Federal Yüksek Mahkeme önüne gelen davada öncelikle markanın ayırt edicilik fonksiyonuna değinmiştir. Alman Marka Kanunu’nun 8/2-1 maddesine göre bir markanın ayırt ediciliğinin kabulü için o markanın bir ayırım gücüne sahip olması gerekmektedir. Bu anlamda markanın ana işlevi; içerdiği mal ve hizmetleri diğer işletmelerin mal ve hizmetlerinden ayırması, hangi işletmeden kaynaklandığını göstermesidir. Bir markanın bu işleve sahip olup olmadığı değerlendirmesi, geniş kriter yelpazesine göre yapılmakla beraber, en küçük bir ayırt edicilik dahi tescil engelinin aşılması için yeterli addedilmektedir.[1]

Bu nedenle ayırt edicilik değerlendirmesi her somut olayın kendine has özellikleri dikkate alınarak münhasıran yapılmalıdır. Özellikle ilgili sektör ve bu sektördeki normal düzeyde bilgilendirilmiş makul seviyede dikkatli tüketicilerin algısı açısından değerlendirme yapılmadır. Belirlenen bu tüketicilerin detaylı bir analiz yapmadan, ilgili markayı olduğu gibi, bir bütün olarak algılayacakları göz önüne alınmalıdır. Ana ilke: birden çok unsurdan oluşan markada ayırt edicilik değerlendirmesi tek tek değil, bir bütün olarak yapılmalıdır.  Bu ana ilke, tıpkı Birlik Marka Hukukunda olduğu gibi Alman Marka Hukukunda da, hem ürün hem de hizmet markaları için aynı şekilde geçerlidir. Elbette doğası gereği ürün markalarında göz önüne alınan ürünün fiziksel görünümü ile marka arasında bağlantı konusu, hizmet markalarında söz konusu olmayacaktır.

Alman Federal Yüksek Mahkeme’ye göre, Patent Mahkemesi’nin yukarıda belirtilen hizmetler dışındakiler için dava konusu “DüsseldorfCongress” markasının ayırt edici olmadığı tespiti yerindedir. Şayet bir kelime markası, hitap ettiği tüketicilerde tereddütsüz ve dolaysız olarak içerdiği mal ve hizmetin niteliğini tanımlıyorsa, o marka ayırt edici değildir. Aynı şekilde dolaysız olarak içerdiği mal ve hizmeti tanımlamasa da, o mal ve hizmetin durumunu, şartlarını tüketiciler nezdinde tereddütsüz olarak tanımlayan ibarelerin de ayırt edicilikten yoksun olduğu kabul edilmektedir.

Patent Mahkemesi dava konusu markanın kelime kombinasyonunun, “Düsseldorf bölgesinde yapılan kongre, konferansları” doğrudan tanımlayan kelimeler olduğundan, markayı tescil engeli içinde görmüştür. Yüksek Mahkeme de bu tespiti yukarıdaki açıklamalar ışığında yerinde görmüştür.  Markadaki “Congress” kelimesinin yabancı dilde İngilizce olması da bu tespite etki etmemektedir zira bu kelimenin Almancası olan “Kongress” doğrudan, kolaylıkla anlaşılmaktadır. Bu nedenle kelimelerin özgün, ayırt edici olduğundan bahsedilemez.

Diğer yandan Yüksek Mahkeme, Patent Mahkemesi’nin markanın arka planındaki tek renk kareden oluşan şekil unsurunun, özgün ve ayırt edici olmadığından tescil engeli içinde olduğu yönündeki tespitini de haklı bulmuştur.

Davacı’ya göre ise “DüsseldorfCongress” markası, tüketicilerde “Düsseldorf’ta yapılan kongre” çağrışımı yapmamaktadır. “Düsseldorf” ve “Congress” kelimelerinin ayrı ayrı çağrışımı ile bir araya gelerek oluşturduğu “DüsseldorfCongress” ibaresinin çağırışımı arasında belirgin bir fark vardır. Bu kelimelerin bir araya geliş tarzı özgündür ve bir bütün olarak oluşturduğu çağrışım, tek tek sahip oldukları anlamları değiştirmektedir. Keza tüketiciler açısından “DüsseldorfCongress” kelimelerinin bir araya gelişi, dil bilgisi kurallarına göre alışıldık bir durum değildir. Dolayısıyla bu kombinasyon, bir bütün olarak tanımlayıcı olarak nitelenemez.

Ancak Yüksek Mahkeme bu iddiayı yerinde bulmayarak, Patent Mahkemesi’nin kelimelerin dil bilgisi kuralları açısından bir araya gelişinin de özgün olmadığı ve ayırt ediciliğine etki etmediği yönündeki tespitlerine aynen katılmıştır. Yüksek Mahkeme, bu konuda daha önceki kararlarına da işaret ederek, birden çok tanımlayıcı ibareler ancak dil bilgisi kurallarına göre aşılmışın dışında, özgün yapıda bir araya geldikleri takdirde, oluşan bütünün tanımlayıcı olmadığını belirtmiştir ve bu durum istisnaen görülmektedir. Bu istinai durum da söz konusu davada oluşmamıştır. Coğrafi yer belirten “Düsseldorf” ile İngilizce “Congress” kelimesinin dil bilgisi kurallarına aykırı olarak yan yana gelişi halinde dahi, kelimelerin tanımlayıcı sıfatları devam etmektedir ve ortaya çıkan bütün ayırt edici güçten yoksundur. Tüketiciler nezdinde bu bütün, ayrı ayrı kelimelerin yaptığı çağrışımdan daha farklı bir çağırım yapmamaktadır.

Yüksek Mahkeme bir sonraki aşamada Davacı’nın, Patent Mahkemesi’nin dava konusu markayı sektörel açıdan incelemediğine yönelik iddiasını incelemiştir. Davacı’ya göre Patent Mahkemesi bazı sektörlerde görülen, coğrafi yer adının o ürünü üreten veya hizmeti sunan işletmeye işaret edebileceği hususunu göz ardı etmiştir. Bu sektörlerdeki tüketiciler açısından bu yer adı, o hizmetin hangi işletme tarafından sunulduğuna yönelik ayırt edici bir işarettir. Ancak Davacı’ya göre Patent Mahkemesi bu sektörel bakış açısını dikkate almamıştır.

Yüksek Mahkeme Davacı’nın bu iddiasının, yani coğrafi yer belirten kelimelerin o işletme için kendiliğinden ayırt edici gücü olabileceği durumunun, uygulamada genellikle dernek adlarında görüldüğünü, tüketicilerin bu sektörler açısından yer adının işletme konusu ile birlikte kullanılmasına alışık olduğunu, tanımlayıcı olarak görmediğini belirtmiştir. Bu alanlarda ayırt edicilik değerlendirmesindeki kriterler daha geniş ele alınmıştır.[2] Ancak dava konusu sektör, emsal gösterilen kararlardaki sektörler gibi değerlendirilemeyeceğinden, Yüksek Mahkeme’ye göre bu iddia açısından Patent Mahkemesi yerinde karar vermiştir.  Zira ne dava konusu kelime kombinasyonu, ne de tek renkten oluşan kare şekli, reddedilen hizmetlerin verildiği sektörler açısından o hizmeti sunan bir işletmeye işaret etmemektedir.

Fuar ve benzeri etkinlikleri hizmeti için yer adının markada esas unsur olarak yer alması ve o etkinliğin sektörde bu şekilde ayırt edicilik kazanması ülkemizde de sıklıkla görülmektedir. Yüksek Mahkemenin “DüsseldorfCongress” markasını, sadece “Düsseldorf’ta yapılan kongre” olarak görmesi ve tanımlayıcı olarak nitelemesi, kanaatimce sektörün kendine has özellikleri dikkate alındığında dar bir bakış açısı oluşturmuştur. En ufak bir ayırt ediciliğin dahi, tescil engelinin aşılması için yeterli görülmesi gerektiğine işaret edilmişken, 1995 yılından beri bu tür fuar, kongre etkinlikleri için kullanılan markanın sektör tüketicileri için ayırt ediciliğinin ispatlanması halinde aksi bir karar verilebilirdi diye düşünüyorum.

Gülcan Tutkun Berk

Eylül, 2015

gulcan@gulcantutkun.av.tr

 

Dipnotlar:

[1] BGH, 17 Ağustos 2011 – I ZB 70/10, Institut der Norddeutschen Wirtschaft e.V. kararı

[2] BGH, 24 Haziran 2010 – I ZB 115/08, TOOOR! ve 17 Ekim 2013 – I ZB 11/13, grill meister kararları

 

Alman Federal Mahkemesi, 9 Temmuz 2015 tarihli “Nivea/Blau” Kararı ile Soyut, Tek Renk Markasının Ayırt Ediciliğini Tartışıyor.

556 sayılı KHK’nın 5.maddesine göre tek/soyut renkten oluşan markalar ayırt ediciliği haiz olduğu takdirde tescil edilebilir. Soyut renk markalarında tescil şartı olan bu ayırt ediciliği tespit etmek çok kolay değildir. Bu yazıda tek renk markasının tescil edilmesine ilişkin kriterlerin neler olduğunun biraz daha somutlaştırılması adına, Alman Federal Mahkemesi’nin tek renkten oluşan “Nivea/Blau (Pantone 280 C)” markası için verdiği yeni tarihli kararını sizlerle paylaşmak istedim. Federal Mahkeme bu kararında 80 yıldır Nivea krem kutularında kullanılan koyu mavi rengin, marka olarak ayırt edici karakteri haiz olup olmadığı noktasında İlk Derece Patent Mahkemesi’nin kararından farklı şekilde hüküm vermiştir.

Kararın Almanca metnine  http://juris.bundesgerichtshof.de/cgi-bin/rechtsprechung/document.py?Gericht=bgh&Art=en&sid=7d39c694347f5953e8da3c3139e5c472&nr=71944&pos=0&anz=2 bağlantısından ulaşabilirsiniz.

Dava konusu olan tek, soyut Nivea/Blau (Pantone 280 C) renginivea_resim

12 Kasım 2007 tarihinde bu yana marka sahibi Beiersdorf AG adına Nice Sınıflandırması’nın 3. sınıfında yer alan bakım ve güzellikleri için tescillidir.

Alman Marka ve Patent Ofisine yapılan başvuru ile, söz konusu soyut renk markasının ayırt edici niteliği haiz olmadığından markanın hükümsüzlüğü talep edilmiştir. Bu talep üzerine Alman Patent ve Marka Ofisi dava konusu renk markanın hükümsüzlüğüne karar vermiştir. Bunun üzerine marka sahibi firma kararın iptal edilmesi için Federal Patent Mahkemesi’ne başvurmuştur.

Federal Patent Mahkemesi yaptığı yargılama sonucunda, Alman Marka Kanunu’nun 50. maddesine göre marka hükümsüzlük sebebinin mevcut olduğuna karar vermiştir. Patent Mahkemesi’ne göre dava konusu soyut renk markası, hem başvurunun yapıldığı hem de hükümsüzlük kararının verildiği zamanda Alman Marka Kanunu’na göre tescil şartı olan ayırt edici karakterden yoksundur. Aynı zamanda dava konusu soyut renk markasının, marka sahibi tarafından marka olarak kullanıldığı, mavi renkten bağımsız marka karakteri oluştuğu hususu Mahkeme’ye göre ispatlanamamıştır. Dava konusu renk, tanınmış Nivea markasının arka planında “dekoratif” amaçlı kullanılmıştır. Kaldı ki dava konusu rengin, değişik renklerle özellikle beyaz renkle birlikte kullanıldığı görülmüştür. Marka sahibinin dava konusu soyut renk markasının ayırt ediciliğine ve tanınmışlığına ilişkin sunduğu kamuoyu anketlerindeki oran yine Patent Mahkemesi’nce yetersiz görülmüştür.

Patent Mahkemesi’nin söz konusu kararı marka sahibince temyiz edilmiştir.

Federal Yüksek Mahkeme, öncelikle tescil için gerekli asgari şart olan ayırt ediciliğe ve bu şartın düzenlendiği hükme işaret etmiştir.  Alman Marka Kanunu 8. maddeye göre bir markanın, içerdiği malın veya hizmetin hangi işletmeden kaynaklandığını gösterdiği ve diğer işletmelerin ürünlerden ayırt etmeye hizmet ettiği sürece ayırt edici gücü olduğu kabul edilmektedir.  Düşük derecedeki ayırt edicilik dahi bir markanın tescili için yeterli sayılmaktadır. Bu temel prensip ve aynı ayırt edicilik ölçütü, tüm markalar için de geçerli görülmekle beraber bu ölçütün bazı marka kategorilerinde klasik kelime ve şekil markalarından farklı tarzda dikkate alınması gerekir.  Zira genellikle tüketiciler nezdinde malın şeklinden, paketlenme tarzından veya renginden, o malın hangi işletmeden kaynaklandığı konusunda kolaylıkla çağrışım uyanmaz. Bunun yanı sıra özellikle soyut renk markalarının korunmasında adil rekabet açısından diğer işletmelerin de serbestçe ilgili rengi kullanabilme ihtimali de göz önünde tutulmalıdır.  Bu geniş bakış açısı nedeniyle, genellikle korunma kriterlerine sahip soyut/tek renk markası sayısı çok azdır.

Yüksek Mahkeme’ye göre Patent Mahkeme’si dava konusu soyut renk markasının ayırt edici karakterden yoksun olduğu sonucuna yanlış hukuki ölçütlerle ulaşmıştır. Patent Mahkeme’si kararına dayanak olarak; soyut renk markalarındaki ayırt edicilik için üç koşulun bir arada bulunması gerektiğine işaret etmiştir. Buna göre: 1) Soyut renk markası görselliğin söz konusu olduğu çok spesifik bir sektörde kullanılmalı; 2) Bu spesifik sektörde rengin kullanılması ya olağandışı olmalı ya da en azından belli bir rengin kullanılması son derece nadir olmalı; 3) Soyut rengin uzun süreli marka olarak kullanıldığı konusunda tereddüt olmamalı.  Ancak Yüksek Mahkeme’ye göre söz konusu bu üç şartın her somut olayda aynı şekilde göz önüne alınması ayırt edicilik değerlendirilmesinin yapılmasında doğru sonuca götürmeyecektir.

Federal Patent Mahkemesi temyiz konusu kararında, dava konusu soyut renk markasının ilgili olduğu sektörde rengin birçok üretici tarafından dekoratif amaçlı olarak kullanıldığını tespit etmiştir. Özellikle koyu mavi rengin erkeklere hitap eden bakım ürünlerine veya gece bakım ürünlerine işaret ettiğini belirtmiştir. Bu anlamda bu sektörde renkler, aynı üreticinin farklı amaçlara yönelik ürünleri veya ürünlerin içeriğindeki kokularına göre ayırt etmek için kullanılmaktadır. Buna karşılık ilgili sektörde sadece birkaç üretici ürün paketlerinde hep aynı rengi kullanmaktadır.  Tüm bu değerlendirmeler nedeniyle Federal Patent Mahkeme’si (i) dava konusu soyut/tek rengin Alman Marka Kanunu’nun 8/2 (2).maddesinde düzenlenen tescil yasağı kapsamında olduğuna; (ii) bu rengin (Mavi/Pantone 280 C) farklı üreticiler tarafından üretilen gece bakım ürünlerini veya erkek bakım ürünlerini belirtmek amacıyla kullanıldığına; (iii) sadece marka sahibinin ürünlerini belirtmek için ayırt edicilik taşımadığına; (iv) diğer firmaların bu rengi kullanmalarının engellenemeyeceğine hükmetmiştir.

Yine Patent Mahkemesi’ne göre soyut renklerin tek başına ürün üzerinde veya reklamlarda kullanılması istisnai bir durum olup, renkler genelde grafik, logo veya kelime unsurları ile “birlikte” kullanılarak bir markadan beklenen ana fonksiyonu yerine getirmektedir. Temel ilke bu olmakla beraber, soyut renklerin tek başına marka olarak kullanıldığı ya da soyut rengin birlikte kullanıldığı diğer unsurlara nazaran ön plana geçtiği bazı mal ve hizmet sektörlerinde istisnalara da rastlanmaktadır. Bu istisnai durumun mevcut olup olmadığı her somut olayın özellikleri dikkate alınarak tespit edilmelidir.

Patent Mahkemesi’ne göre marka sahibi firma dava konusu soyut rengi, tek başına marka olarak hiçbir zaman kullanmamıştır. Mavi renk her zaman beyaz renk ile birlikte arka planda dekoratif amaçlı kullanılmıştır.  Bu nedenle dava konusu soyut rengin tek başına marka sahibinin ürünlerine çağrışım yaptığı iddia edilemez. Keza marka sahibi firma tarafından sunulan 2006 yılına ait kamuoyu anket raporundan soyut markanın tanınmışlığına ilişkin oranın %54,85 olduğu görülmüştür. Oysa soyut rengin ayırt ediciliğinin kabulü için bu oranın %75’den aşağı olmaması gerekmektedir.

Yüksek Mahkeme öncelikle Federal Patent Mahkemesi’nin soyut rengin marka olarak ayırt ediciliğinin mevcut olması için gerekli olarak gördüğü oranı yüksek bulmuştur. Yüksek Mahkeme’ye göre Patent Mahkemesi’nin sözünü ettiği bilirkişi raporundaki kamuoyu anket oranı, metottan kaynaklanan nedenlerle gerçekte %54,85 değil, %57,95 olup, bu orana göre her 2000 kişiden 1.088 kişiye dava konusu soyut renk markası, Nivea ürünlerini ya da marka sahibi firma olan Beiersdorf AG firmasını çağrıştırmaktadır. Her ne kadar Patent Mahkemesi’ne göre bu oran %75’in altında olduğundan ayırt edicilik için yeterli olmadığı belirtilmiş olsa da, Yüksek Mahkeme’ye göre bu yüksek oranın aranması yerinde değildir. Zira ne şimdiye kadar oluşan Yüksek Mahkeme karalarından ne de Avrupa Birliği Adalet Divanı kararlarından soyut rengin ayırt ediciliğinin kabulü için böyle yüksek bir oran arandığı sonucu çıkarılamaz. Bu oranı haklı kılacak hukuksal bir neden bulunmamaktadır.

Diğer yandan soyut bir rengin marka olarak ayırt ediciliğinin değerlendirmesi yapılırken söz konusu markanın tek başına kullanıldığının tespiti de aranmaz. Soyut rengin diğer unsurlarla beraber kullanılması halinde dahi, rengin marka olarak kullanıldığından bahsedilebilir.[1] Bu konuda odak noktası, söz konusu soyut rengin arka planda yer alsa da markanın geleneksel işlevini yerine getirmesinde itici güç olup olmadığı noktasıdır. Somut olayda kamuoyu anketinden çıkan dava konusu renkle ilgili %57,95 oranı da görmezden gelinemeyecek bir orandır. Keza bu oran marka sahibinin dava konusu soyut rengi 80 yıldır “Nivea Creme” kutusunda kullanması neticesinde ortaya çıkmıştır.

Yüksek Mahkeme’nin daha önceki kararlarında üç boyutlu markaların, marka olarak ayırt edici kullanımının kabulü için en az %50’lik anket oranını kabul etmiştir. Yüksek Mahkeme’ye göre bu oran, soyut markaların ayırt ediciliğinin tespiti için de kıyasen kullanılabilir. Ayrıca diğer marka kategorilerinde yer alan markaların ayırt ediciliğinin tespiti için uygulanan ve marka kanunundan kaynaklanan kriterler, soyut renk markalarının ayırt ediciliğinin tespiti için de geçerlidir. Soyut renk markasının doğasından kaynaklanan nedenlerle ayırt ediciliğinin tespitinin zorluk arz etmesi,  uygulanacak kriterlerin diğer marka kategorilerindeki kriterlere göre sertleştirilmesinin bir nedeni olamaz. Bu nedenle Yüksek Mahkeme’ye göre dava konusu soyut renk için sunulan rapordaki ayırt ediciliğe ilişkin kamuoyu anket oranı ister % 57,95 olsun ister % 54,85 olsun, bu oranlar dava konusu rengin marka olarak kullanıldığının tespiti için yeterlidir.

Tüm bu nedenlerle Yüksek Mahkeme, ilk derece Patent Mahkemesi’nin kararını yerinde bulmadığından kararı bozmuş ve dosyayı tekrar yargılama yapılmak üzere geri göndermiştir. Yüksek Mahkeme yeniden yapılacak yargılamada, sektörün özelliklerinin dikkate alınarak, doğru metodlarla ve yönlendirme yapılmamış sorularla düzenlenmiş kamuoyu anket raporu alınmasını ve karara dayanak oluşturulmasını talep etmiştir.

Kanaatimce Alman Federal Yüksek Mahkemesi’ bu yazı konusu kararında, soyut /tek renk markaların ayırt ediciliğinin tespitine ilişkin zorluğun aşılması anlamında, birkaç kriteri zihinlerde somutlaştırmıştır. Kararda yer alan bu kriterlerlerin, ülkemizde gerek TPE gerek yargı aşamasında renk markası ile ilgili konularda uygulayıcılar açısından faydalı olacağını umuyorum.

Gülcan Tutkun Berk

Ağustos, 2015

gulcan@gulcantutkun.av.tr

 

Dipnotlar:

[1] 7 Temmuz 2005 tarihli Nestlé/Mars, C-353/03, 18 Nisan 2013 tarihli Colloseum/Levy Strauss, C-12/12, 18 Temmuz 2013 tarihli Specsavers/Asda, C-252/12 kararları

Lego’nun Küçük Adamları Marka Olarak Korunuyor! Genel Mahkeme’den Yeni Bir Lego Kararı (T‑396/14)

(Görsel http://www.nymgamer.com/?p=7126 adresinden alınmıştır.)
(Görsel http://www.nymgamer.com/?p=7126 adresinden alınmıştır.)

Adalet Divanı Genel Mahkemesi’nin 16 Haziran 2015’de, Lego firmasının meşhur küçük adamcığı şeklinden oluşan üç boyutlu marka hakkında verdiği karar, IPR camiasında oldukça ilgi çekti, yurtdışı basında büyük yankı uyandırdı. Bu kararın içeriğini okuyucularımızla hızlı şekilde paylaşmak istedik. Kararda, Genel Mahkeme bizdeki karşılığı 556 sayılı KHK’nın 7/1 (e)[1] maddesine tekabül eden 207/2009 sayılı Tüzüğün 7/1 (e) maddesindeki mutlak red nedeni açısından bir değerlendirme yapmıştır. Karar sonucu tüm Lego sevenlerin yüzünü güldürecek türden.

Kararın orijinal metnine http://curia.europa.eu/juris/document/document.jsf?text=&docid=165046&pageIndex=0&doclang=EN&mode=req&dir=&occ=first&part=1&cid=236223 bağlantısından ulaşabilirsiniz.

Dava konusu olayın kısa tarihçesi:

  • Danimarka merkezli Lego Juris A/S,18 Nisan 2000 tarihinde aşağıdaki üç boyutlu topluluk markası tescilini almıştır.

 

lego resim

  • Tescil Nice Sınıflandırması’nın 28. sınıfında yer alan “oyunlar, oyuncaklar ve yılbaşı ağaçları için süslemeler” için alınmıştır.
  • 17 Ekim 2011 tarihinde İngiltere merkezli Best-Lock (Europe) Ltd şirketi, 207/2009 sayılı Tüzüğün 52/1 (a) maddesinden hareketle (bu maddeye göre tescilli bir markanın Tüzüğün 7. maddesine aykırı olarak tescil edildiği iddiası ile OHIM’e hükümsüzlük başvurusunda bulunabilmektedir) yukarıdaki markanın 7/1 (e) (i) ve (ii) maddelerine dayanarak tescilin hükümsüzlüğünü talep etmiştir.
  • 28 Haziran 2013 tarihinde OHIM İptal Bölümü Best-Lock’un hükümsüzlük başvurusunu reddetmiştir.
  • 27 Ağustos 2013 tarihinde Euro Lock, OHIM Temyiz Kurulu’na başvuruda bulunmuştur.
  • OHIM Temyiz Kurulu 26 Mart 2014 tarihinde dava konusu kararı vermiştir. Buna göre Kurul Tüzüğün 7/1 (e) (i) maddesine göre eşyanın özgün doğası itibariyle ortaya çıkan şekillerin tescilini yasakladığını; Tüzüğün 7/1 (e) (ii) maddesine göre ise teknik bir sonucu elde etmek için zorunlu, münhasır şekillerin tescilinin yasaklandığını belirtmiş ve somut olayda bu iki durumun da ispatlanamadığı kararını vermiştir.

OHIM’deki sürecin tamamlanmasının ardından Euro-Lock, Tüzüğün 7/1 (e)(i) ve (ii) maddelerinin ihlal edildiği gerekçesi ile dava açmıştır.  Buna göre Euro-Lock dava konusu markanın şeklinin, eşyanın özgün doğal yapısı itibariyle ortaya çıkan şekli ve teknik sonucu elde etmek için zorunlu/münhasır şekli içerdiğini iddia etmektedir.

Genel Mahkeme, Euro-Lock’un dava konusu markanın Tüzüğün 7/1 (e) (i) maddesinde belirlendiği üzere eşyanın doğası özgün yapısı itibariyle ortaya çıkan şekil olduğu konusundaki iddiasını ispatlamak için yeterli belge sunamadığını tespit etmiştir. İddianın ispatı yapılamadığından bu sebepten hükümsüzlük kararı verilmesi için minumum şartların oluşmadığını belirtmiştir.

Bir sonraki aşamada Genel Mahkeme, Tüzüğün 7/1 (e) (ii) maddesi uyarınca dava konusu tescilin teknik sonuç elde etmek için zorunlu şekli içerdiğinden mutlak red sebebinin mevcut olduğu iddiasını incelemiştir. Mahkeme bu noktada 7/1 (e) (ii) maddesinin altında yatan mantığın, eşyanın doğası itibariyle ortaya çıkan şekil dışında kalan, ama eşyanın fonksiyonel karakteri gereği teknik sonucu elde etmek için zorunlu şeklin söz konusu olduğu durumları kapsadığının altını çizmiştir. Bu maddede söz geçen “münhasır” ve “zorunlu” ifadelerinden anlaşılması gerekenin; söz konusu eşyaya doğal olarak eşlik eden ve diğer işletmeler tarafından kullanılmasının engellenemeyeceği teknik sonuçlar/çözümler olduğunu belirtilmiştir.

Dava konusu olayda OHIM, dava konusu markayı oluşturan oyuncağın esasen “modüler” olmadığının, aynı türde istenilen herhangi bir figürle birleştirilmeyeceğinin altını çizmiştir. Bu nedenle bu modülerliğin bir “teknik sonuç” olduğunun iddia edilemeyeceğini tespit etmiştir. Ek olarak dava konusu figürün çocuklara yönelik oyuncak “küçük adamcık” olduğunu, bu kapsamda “teknik sonuç” olarak tanımlanamayacağını belirtilmiştir.   Keza parçaların çıkarılabilir olması da teknik çözüm olarak değerlendirilemez. Zaten Euro-Lock da dava konusu markanın basit figür olması gerçeğinin aksine, bir teknik sonuç olduğunu da ispat edememiştir. Dava konusu figür, ayaklarındaki delikler kullanılarak sadece lego parçaları ile birleşebilmektedir ve eşyaların birbiri ile birleşmesi durumu da teknik çözüm olamaz.

Mahkemeye göre somut olayda dava konusu 3 boyutlu marka, bir insan görünümü oluşturmakta, bu görünümün ana zorunlu parçaları olarak da kafa, vücut, kollar ve bacaklar bulunmaktadır. Dava konusu markanın bu parçalarının, Tüzüğün 7/1 (e) (ii) maddesine göre zorunlu teknik sonuç olduğuna ilişkin delil sunulmamıştır. Aynı şey, bu figürün Lego tuğlaları ile birleşmesi için de geçerlidir.

Diğer yandan dava konusu markanın ellerinin grafik çizimi, baş bölgesindeki çıkıntı, ayakların altındaki delikler veya bacakların arka tarafındaki boşlukların da zorunlu teknik sonuç içerdiği söylenemez. Öyleyse bile bu teknik çözümün/sonucun ne olduğu belli değildir. Bir an için davacının iddia ettiği gibi dava konusu markanın bu unsurlarının, bir başka parçayla birleşmesi için zorunlu teknik sonuç içerdiği varsayılsa bile, marka bir bütün olarak değerlendirildiğinde bu durumun markanın en önemli unsuru olduğu ileri sürülemez. Mahkemece bu şartlar altında, Davacı Euro-Lock firmasının dava konusu markanın diğer parçayla birleşmek için zorunlu, münhasır teknik sonuç içerdiği iddiasının reddi gerekmiştir. Keza Mahkemeye göre OHIM tespitlerine paralel olarak, dava konusu markanın oluşturduğu tek “sonuç”; çocukların oyun oynamasına müsait bir insan şekli oluşturmasıdır ki bu da teknik sonuç olarak değerlendirilemez.

Mahkeme Euro-Lock’un dava konusu 3 boyutlu markadaki figürün özgün/yaratıcı olmadığına ilişkin iddiasını ise, Tüzüğün 7/1(e)(ii) maddesi kapsamına girmediği için reddetmiştir. Ayrıca Mahkeme Davacının daha önce Lego kırmızı tuğlalarının tescil edilemeyeceğine ilişkin olarak verdiği kararın[2] bu davayı bağlamayacağını, iki davanın içeriklerinin farklı olduğunu, tek ortak noktanın aynı oyuncak firmasının ürünleri olduğunu belirtmiştir. Diğer yandan Mahkeme, dava konusu markanın teknik kalitesine ilişkin sunulan belgeleri de, ilgili madde kapsamında değerlendirilemeyeceği ve teknik sonuca dair belgeler olmadığı için dikkate almamıştır. Sonuç olarak Mahkeme, OHIM tespitlerini yerinde bularak davayı reddetmiştir.

Yukarıda özetlemeye çalıştığımız bu dava konusunun, hem Lego gibi büyük küçük herkesin çok sevdiği gibi ürünle ilgili olduğunu, hem de 556 sayılı KHK’nın 7/1 (e ) maddesinde mutlak red sebebinin güzel ve çok yeni bir örneğini teşkil ettiğini düşündüğümüz için ilgiyle okuyacağınızı ümit ediyoruz.

Gülcan Tutkun Berk

Haziran, 2015

Dipnotlar

[1]  “Madde 7 – Aşağıda yazılı işaretler marka olarak tescil edilemez: e) Malın özgün doğal yapısından ortaya çıkan şeklini veya bir teknik sonucu elde etmek için zorunlu olan, kendine malın şeklini veya mala asli değerini veren şekli içeren işaretler,”

[2] 12 Kasım 2008 tarihli Lego Juris v OHIM — Mega Brands (Red Lego brick), T‑270/06 karar.

Adalet Divanı Genel Mahkemesi “SMARTER SCHEDULING” Başvurusunu Değerlendiriyor (T-499/13)

smarter

Akıllı teknolojilerle çalışan cihazları ifade etmek için kullanılan “smart” veya “akıllı” kelimeleri son yıllarda çok sayıda farklı markanın bileşeni olarak karşımıza çıkmaya başlamıştır. “Smart” kelimesiyle bir ürün veya hizmet adının birlikte kullanılması suretiyle oluşturulan marka başvurularının ayırt edici veya tanımlayıcı nitelikte olup olmadığı tartışması son dönemlerde sıklıkla yapılmaktadır ve okumakta olduğunuz karar bu hususun Adalet Divanı Genel Mahkemesi’nce ne şekilde değerlendirildiğini göstermektedir.

Adalet Divanı, bu yazıda inceleyeceğimiz 5 Şubat 2015 tarihli, T-499/13 sayılı kararında, içerdiği malların amacını, özelliğini doğrudan belirten “Smarter Scheduling” ibaresinin ayırt edici karakteri haiz olmadığından tescilini uygun bulmamıştır.

İnceleyeceğimiz bu karar, Amerikan Şirket nMetric LLC’nin OHIM Temyiz Kurulu’nun 17 Haziran 2013 tarihli kararını Mahkeme önüne taşıması sonucu verilmiş bir karardır.

Başvurucu Şirket, nMetric LLC, 22 Ağustos 2011 tarihinde standart karakterlerde yazılı iki kelimeden oluşan

SMARTER SCHEDULING

markasının topluluk markası olarak tescili için başvuruda bulunmuştur.

Bu aşamada “smarter” kelimesinin Türkçe karşılığının “daha akıllı”, “scheduling” kelimesinin karşılığının ise “planlama – programlama” kelimeleri olduğu belirtilmelidir. Bu haliyle, terimin bütüncül Türkçe karşılığı “daha akıllı planlama” olarak ortaya çıkmaktadır.

Başvuru, Nice Sınıflandırması’nın 9. sınıfında yer alan “İş yönetim sistemleri,yani mühendislik, imalat, hizmetler, proje ve/veya ilgili olabilecek tedarik zinciri aktiviteleri, sipariş yönetimi, envanter yönetimi, kaynak atama ve yönetimi, imalat süreç ve yönetimi, hizmet koordinasyon ve yönetimi, bakım koordinasyon ve yönetim, proje ve portföy koordinasyon ve yönetim, lojistik, veri analizi ve yönetimi dahil olmak üzere işin yönetimi, planlaması, koordinasyonu için yazılımlar’ malları için tescil edilmek istenmiştir.

OHIM uzmanı, başvuruyu 207/2009 sayılı Tüzüğün 7/1(b) ve 7/2 maddeleri uyarınca reddetmiştir. Buna göre başvuru ayırt edici karakterden yoksun bulunmuştur. “SMARTER SCHEDULING” şeklindeki bir başvurunun, içerdiği malların iyi yönlerinin altını çizmek için “övgü niteliğinde bir tanıtım” ibaresi olarak algılanacağını ve hitap ettiği tüketici kitlesince kolaylıkla ve hemen hatırlanmayacak nitelikte olduğundan, ayırt edici olmadığı belirlenmiştir. Başvurucu bu tespite karşı OHIM Temyiz Kurulu’na itiraz etmiştir.

Dava konusu Temyiz Kurulu kararında da, inceleme uzmanının görüşü doğrultusunda itiraz yerinde görülmeyerek başvuru reddedilmiştir.

Başvurucu Şirket, başvuru konusu markanın tanımlayıcı olmadığı ve ayırt edici olduğu iddiası ile dava açmıştır. Mahkeme önüne gelen dosyada öncelikle markanın fonksiyonuna değinmiştir. Tüzüğün 4. maddesinde yer alan marka tanımını ve daha önceki içtihatlarını da referans göstererek markanın ana fonksiyonunun; işletmelerin mal ve hizmetlerini birbirinden ayırmaya yarayan ve tüketicilerin edindikleri tecrübeye göre daha sonra o mal ya da hizmeti tekrar tercih etmelerine ya da uzak kalmalarına imkân sağlaması olduğunun altı çizilmiştir.[1] Söz konusu ayırt edici fonksiyonu taşımayan markalar Tüzüğün 7/1(b) maddesine göre tescil edilemezler.

Mahkeme’nin şimdiye kadar oluşan içtihatlarına göre bir markanın ayırt ediciliği; içerdiği mallar açısından ve ilgili tüketici kitlesinin algısı açısından yapılacak tespitlere göre belirlenmektedir.[2]

Başvurucu Şirket’e göre “SMARTER” ve “SCHEDULING” ibarelerinin, başvuru konusu mal sınıfına atıfta bulunduğu bakış açısı hatalıdır. Zira Başvurucu’ya göre ilgili tüketici kitlesinin “SMARTER SCHEDULING” ibaresinin iş yönetim sistemlerini ifade ettiğini hemen algılaması mümkün değildir; başvurunun içerdiği malları düşünmesi için birkaç aşamaya ihtiyaç duyacaktır.

Ancak Mahkeme’ye göre aynen Temyiz Kurulu’nun da dava konusu kararında belirttiği gibi, başvuru konusu ibarenin olası anlamlarından birisi dahi içerdiği sınıfta yer alan malların özelliğini/karakterini/amacını belirtiyorsa, başvuru tescil edilemez.[3]

Mahkeme’ye göre şimdiye kadar oluşan içtihatlar ışığında, uygulamada Tüzüğün 7/1 (b) ve (c) fıkraları birbiri ile kesişmektedir. Zira Tüzüğün 7/1 (c) maddesi anlamında mal veya hizmetlerin karakterini/özelliklerini belirten markalar, ayırt edici karakteri haiz olmadığında tescil edilememekte olduğundan, bu durum esasen 7/1 (b) maddesine göre tanımlayıcı kelimelerin de ayırt edici olmadığından tescil edilmemesi durumunu da kapsamaktadır.[4] Çoğu zaman bu iki fıkra dayanak gösterilerek verilen red kararları ve gerekçeleri birbiri ile benzerlik göstermektedir.[5]

Buna rağmen, bir ibarenin 7/1 (c) anlamında ilgili mal ve hizmetin karakteri/özellikleri bakımından tanımlayıcı nitelikte olmaması, söz konusu ibarenin her halükurda 7/1 (b) anlamında ayırt edici niteliği sahip olduğu anlamına gelmez. Böyle durumlarda ilgili ibarenin bir markadan beklenen ana fonksiyonu yani herhangi bir tereddüte mahal vermeden ayırt edicilik fonksiyonu taşıyıp taşımadığı hususunun ayrıca ele alınması gerekmektedir.[6]

Dava konusu olayda, Başvurucu Şirket ve OHIM arasında başvuru konusu ibarenin içerdiği sınıfta yer alan malların hitap ettiği tüketici kitlesinin, İngilizce konuşan ve ortalamadan daha yüksek dikkat seviyesine sahip profesyonellerden oluştuğu konusunda ihtilaf bulunmamaktadır. Başvurucu Şirket’e göre bu durum, “SMARTER SCHEDULING” ibaresi ile iş yönetim sistemleri arasında doğrudan bir bağlantı kurulduğuna yönelik tespit için yeterli bir neden değildir. Başvurucu “SMART” kelimesinin bilgisayar teknolojileri alanında sıklıkla kullanılmasının bu kelimenin tanımlayıcı olduğunu ifade etmeyeceğini iddia etmiştir. OHIM’in önceki kararlarında “smart”, “smarter” kelimelerini içeren ve markada yer alan diğer kelimenin de açıkça ayırt edici olmamasına rağmen, markaların tescilini kabul ettiğini öne sürmüş; “SMARTER” kelimesinin sadece tanıtıcı bir anlamı olmadığını, içerdiği mallar için sonradan hatırlamayı sağlayan özgün bir karakteri olduğunu da belirtmiştir. Bu özgün yapının markayı oluşturan kelimelerin ister ayrı ayrı, isterse beraber kullanılması halinde de mevcut olduğunu iddia etmiştir.

Başvurucu ek olarak başvuru konusu markanın İngilizce konuşan tüketici kitlesinden ve profesyonellerden oluşan ABD’de de tescilli olduğu itirazını dile getirmiştir.

Başvurucu’nun iddia ve itirazına karşılık OHIM ise, “smart” kelimesinin anlamından yola çıkarak “SMARTER” kelimesinin özellikle bilgisayar teknolojileri alanında sıkça kullanıldığı üzere “sofistike” ve “akıllı” anlamının daha vurgulanmış halini ifade ettiğini belirtmiştir. ‘SCHEDULING’ kelimesinin ise markanın içerdiği yazılımlar için doğrudan planlama ve koordinasyon kapasitesini belirtmektedir. Bu iki kelimenin oluşturduğu ibarenin anlamı düşünüldüğünde, hitap ettiği tüketici kitlesi açısından ayırt edicilikten ziyade doğrudan bir “amaç” belirten bir durum ortaya çıkmaktadır.

Mahkeme Temyiz Kurulu’nun, başvuru konusu ibarenin içerdiği malların hangi işletmeden kaynaklandığını göstermekten ziyade bu ibarenin içerdiği yazılımların diğerlerinden daha akıllı olduklarını işaret etmeye yaradığını tespitine de katılmıştır[7] ki yazılımın bu ana özelliğinin Başvurucu Şirket’in internet sitesi sayfasında da (www.nMetric.com) “schedule more effectively and more realistically’ ve “schedule faster and more easily’ şeklinde açıkça belirtildiği tespit edilmiştir.

Başvurucu Şirket’in OHIM’in daha önceden “smart” kelimesini içeren markaları tescil kararı verdiğine ilişkin iddiası ise yersiz bulunmuştur. Zira Mahkeme’ye göre ‘SMARTER SCHEDULING’ ibaresi başka mallar veya hizmetler için örneğin kağıttan veya kartondan mamül ürünler için kullanıldığında, bu ibarenin bu malların ana karakterini belirten bir anlamının olmadığını; ayırt edici karakteri haiz olduğunu belirtmiştir.[8] Ancak somut olayda Mahkeme, başvuru konusu bu ibarenin içerdiği mallar için ayırt edici olmadığını ve başvuru içeriği malların karakterini/özelliğini belirttiğini tespit etmiştir.

Mahkeme bir sonraki aşamada ise Başvurucu Şirket’in markanın iki kelimeden oluştuğunu ve bu durumun ona ayırt edicilik kazandırdığı iddiasını incelemiştir. Mahkeme’ye göre bir markanın birden çok kelimeden oluştuğu durumlarda, her bir kelime açısından ayrı ayrı inceleme yapılsa da nihayetinde bir bütün olarak da inceleme yapılması zorunludur. Zira bazı olaylarda markayı oluşturan kelimelerin her biri ayrı ayrı ayırt edici karakterden yoksun olmasına karşılık, bir bütün olarak ele alındığında ayırt edici karaktere sahip olabilmektedir.[9] Bu noktada Mahkeme, kelimelerden oluşan sloganların “şaşırtıcı ve etkili” bir karaktere sahip olmasının her zaman bir koşul olarak aranmasa da, Tüzüğün 7/1 (b) maddesine uygun olarak tescili için her hâlükârda ayırt edici sloganların bu karaktere sahip olduğunun görüldüğünü de hatırlatmıştır.

Somut olayda ise Mahkeme bu iki kelimenin oluşturduğu sloganın, yazılımın amacını belirtmek dışında özgün bir unsur içermediğini ve ilgili tüketici kitlesi için daha sonradan hızlı ve kolayca hatırlanmasını sağlayan ayırt edici karakteri haiz olmadığını tespit etmiştir. Bu nedenle Tüzüğün 7/1 (b) maddesi anlamında tescilini uygun görememiştir.

Mahkeme son olarak Başvuru Şirket’in başvuru konusu markanın ABD’de tescil edildiği iddiasını değerlendirmiş ve şu tespitte bulunmuştur: Topluluk marka sistemi kendine has kuralları ve amaçları olan bağımsız bir sistem olup, başvurular yalnızca bu sisteme uygun olarak ve ulusal sistemlerden bağımsız olarak değerlendirilmektedir.[10] Dolayısıyla gerek OHIM’in gerekse Mahkeme’nin üye devletin veya 3. bir devletin tartışma konusu başvuru hakkında verdiği bir kararla bağlı olması düşünülemez. [11] Ayrıca Mahkeme her somut olayda daha önceki kararlarından bağımsız olarak sadece 207/2009 sayılı Tüzüğün uygulanmasına bağlı olarak karar vermektedir.

Yukarıdaki tüm değerlendirmeleri dikkate alarak Mahkeme sonuç olarak “SMART SCHEDULING” başvurusunun reddine karar vermiştir.

“Smart” kelimesini tanımlayıcı kelimelerle birlikte içeren marka başvurusu sayısının ülkemizdeki fazlalılığı göz önüne alındığında, Genel Mahkeme’nin “Smarter Scheduling” kararının ülkemiz bakımından da dikkatle değerlendirilmesi gereken bir karar olduğu ortaya çıkmaktadır. Yazının bu nedenle de okuyucuların dikkatini çekeceği kanaatindeyiz.

Gülcan Tutkun Berk 

Nisan 2015 

gulcan@gulcantutkun.av.tr

 

Dipnotlar:

[1] 12 Haziran 2007 tarihli MacLean-Fogg v OHIM (LOKTHREAD), T‑339/05 sayılı ve 14 Haziran 2007 tarihli Europig v OHIM (EUROPIG), T‑207/06 sayılı kararlar.

[2] 29 Nisan 2004 tarihli Henkel v OHIM, C‑456/01 sayılı ve 21 Ocak 2010 tarihli Audi v OHIM, C‑398/08 sayılı kararlar.

[3] 23 Ekim 2003 tarihli OHIM v Wrigley, C‑191/01 sayılı ve 12 Temmuz 2012 tarihli medi v OHIM (medi), T‑470/09 sayılı kararları.

[4] 12 Şubat 2004 tarihli Koninklijke KPN Nederland, C‑363/99 sayılı ve 29 Mart 2012 tarihli Kaltenbach & Voigt v OHIM (3D eXam), T‑242/11 sayılı kararlar.

[5]29 Nisan 2010 tarihli Kerma vOHIM (BIOPIETRA), T‑586/08 sayılı karar.

[6] 12 Ocak 2006 tarihli Deutsche SiSi-Werke v OHIM, C‑173/04 sayılı ve 8 Mayıs 2008 tarihli Eurohypo v OHIM, C‑304/06 P sayılı kararlar.

[7] 3 Temmuz 2003 tarihli Best Buy Concepts v OHIM (BEST BUY), T‑122/01 sayılı karar.

[8] 23 Kasım 2011 tarihli Geemarc Telecom v OHIM — Audioline (AMPLIDECT), T‑59/10 sayılı karar. 15 Eylül 2009 tarihli Wella v OHIM (TAME IT), T‑471/07 sayılı karar.

[9] 16 Eylül 2004 tarihli SAT.1 v OHIM, C‑329/02 P sayılı karar.

[10] 12 Aralık 2013 tarihli Rivella International v OHIM, C‑445/12 sayılı karar.

[11] 25 Mart 2014 tarihli Deutsche Bank v OHIM (Leistung aus Leidenschaft), T‑539/11 sayılı ve 24 Haziran 2014 tarihli 1872 Holdings v OHIM — Havana Club International (THE SPIRIT OF CUBA), T‑207/13 sayılı kararlar.

Amerikan Patent ve Marka Ofisi, Bir “Moda İkonu” Olan “Prenses Kate” Adının Marka Olarak Tescil Edilebilirliğini Tartışıyor (85179243)

 

princesskate

 

İngiltere kraliyet ailesinin üyeleri ve onların hayatları her zaman tüm dünyada popüler konulardan biri olmuştur. 80’li 90’lı yıllarda ailenin popüler üyesi Prenses Diana iken, günümüzde Kate Middleton, namıdiğer Prenses Kate’dir. Prenses Kate’in her adımı, hareketi, her giydiği tüm dünyada ilgiyle izlenmekte, kendisi bir “moda ikonu” olarak medyada yer almaktadır. Halk nezdinde oluşan, Prenses Kate ile moda arasındaki bu bağın yarattığı algı, Amerikan Patent ve Marka Ofisi (USPTO) uzmanlarınca Kate Middleton’ın “korunmaya değer temel kişilik hakları” arasında görülmüştür. Bu yazıda inceleyeceğimiz 30 Ocak 2015 tarihli Amerikan Patent ve Marka Ofisi Temyiz Kurulu’nun kararı, magazin haberlerinden hareketle halk nezdinde oluşan bu algının Marka Hukuku açısından değerlendirmesini ortaya koymaktadır.

Okuyucularımız kararın orijinal metnine http://ttabvue.uspto.gov/ttabvue/ttabvue-85179243-EXA-39.pdf adresinden ulaşabilirler.

Nieves & Nieves LLC (“LLC”) firması standart yazı karakteri ile

PRINCESS KATE

markasının tescili için başvuruda bulunmuştur. Başvuru; kozmetik ve kişisel temizlik malzeleri (3. sınıf), saatler ve mücevler (Sınıf 14), deriden mamül çantalar ve aksesuarlar (Sınıf 18), yatak malzemeleri, perdeler ve havulular (Sınıf 24), iç ve dış giyim ürünlerini (Sınıf 25) içermektedir.

USPTO uzmanı, 1946 tarihli Marka Kanunu’nun 1052 (a) ve (c) maddelerine göre “PRINCESS KATE” markasının, Cambridge Düşesi Catherine, bilinen adıyla Kate Middleton adını “yanıltıcı” suretle çağrıştırdığını; bu adla yakın benzerlik bağı oluşturduğunu; sahibinin izni olmaksızın yaşayan belirli bir kişiyi tanımladığı için tescil başvurusunu reddetmiştir.

Konu Temyiz Kurulu’nun önüne geldiğinde başvurucu firma LLC, “PRINCESS KATE” markasının;

  • Kate Middleton adı ile yakın benzerlik bağı kurulamayacağını, zira Kate Middleton’ın, “PRINCESS KATE” ibaresini eskiden beri kendisini tanımlayan bir ad olarak kullanmadığını;
  • Aksi yönde bir delil olmadığını;
  • Her ne kadar bazı kişilerce “PRINCESS KATE” ibaresinin Kate Middleton’ı çağrıştırdığı hususu makul ölçüde kabul edilebilir olsa da, Kate Middleton’un bir prenses olmadığını, Kate Middleton’un bizzat kendisinin prenses olmadığını, doğru unvanının“Cambridge Düşesi” olduğunu kamuya basın yoluyla açıkladığını,

iddia etmiştir.

Temyiz Kurulu başvurucunun iddialarını reddetmiştir. Kurul’a göre yanıltıcı çağrışım yoluyla benzerlik: başvurucu dışındaki bir başka kişiye ya da başka kişinin kişiliğine sıkı sıkıya bağlı bir konuya atıfta bulunmak suretiyle tezahür eder. Bu benzerlik türünün kanunda yasaklanmasının nedeni; ilgili kişinin kimliği üzerindeki hâkimiyet ve kontrol hakkını kaybetme olasılığıdır. Bu yasak temelini, özel hayatın gizliliğinden ve kişinin kendini kamuya tanıtım hakkından almaktadır. Başka bir kişiye ait olan ad, ticari amaçla veya marka anlamında kullanılmasa dahi, bu kişinin ilgili ibarenin kullanımını yanıltıcı çağrışım nedeniyle engelleme hakkı mevcuttur.

Kurul açısından, yanıltıcı çağırışıma yönelik olayın değerlendirilmesinde, 3.kişinin korunmaya değer bir hakkının/menfaatinin olup olmadığı hususu, kilit noktayı oluşturmaktadır. Kamuya tanıtım hakkı, ünlü kişilerin kişiliklerine bağlı ticari menfaatlerinin korunmasına yöneliktir. Bu hak kapsamında ünlü kişinin, adının izinsiz ticari kullanımını önlemeye yönelik menfaati mevcuttur. Ünlü bir kişinin, adının izinsiz kullanılması halinde zaten söz konusu hakka bir saldırı olacağından, artık bu noktada tescil başvurusunda o adın aynen mi yoksa benzerinin mi kullanıldığı konusu önem arz etmeyecektir.

Dosyadaki mevcut deliller ışığında, Kate Middleton tanınmış/ünlü bir şahsiyettir. Bu anlamda bu isim, Kanunun 1052/(a) maddesi çerçevesinde “yanıltıcı çağırım” nedeniyle reddedilme ile amaçlanan korumaya değer bir isimdir. Kate Middleton’ın “PRINCESS KATE” ismini kullanıp kullanmaması itirazı, yanıltıcı çağrışım nedeniyle red kararında etkili değildir. Zira bu noktada, tescili talep edilen marka özellikle ve açıkça bir kişiyle özdeşleşmiştir. Dosyaya sunulan ve medya kayıtlarından oluşan tüm delillerden “PRINCESS KATE” isminin halk arasında Kate Middleton’ı kastettiği açıktır.

Kurul’a göre somut olayda, ünlü kişinin ABD dışında yaşaması önem arzetmektedir. Zira ABD halkı nezdinde, Kate Middleton hakkında çıkan haberler yakından takip edilmekte ve onun hakkındaki kaynak haberler ister sanal mecrada ister yazılı basında İngilizce dilinde sunulmaktadır. Kurul, kararında Kate Middleton hakkında basında çıkan bazı magazin haberlerine ayrıntılı şekilde yer vermiş ve “PRINCESS KATE” ibaresinin Kate Middleton’ın şahsına bağlı bir çağrışım yaptığı hususunu netleştirmiştir. Başvurucunun Kate Middleton’un prenses olmadığından dolayı “yakın” çağrışım olmadığına ilişkin aksi yöndeki tüm delilleri, ikna edici bulunmamıştır. Zira Amerikalılara göre Kate Middleton bir prens ile evli olduğundan “prenses” sayılmaktadır. Kaldı ki tarih boyunca da birçok kraliyet ailesinde Catherine ismi kullanılmasına rağmen, “PRINCESS KATE” ibaresinin Kate Middleton dışında bir başka kişiyi işaret ettiğine ilişkin dosyaya delil sunulmamıştır.

Buna ek olarak başvurucu, başvuru konusu ibareyi modayı ilgilendiren mal sınıfları için kullanmak istemektedir. Bu mallar için “PRINCESS KATE” ibaresinin kullanılması doğrudan ve tereddütsüz olarak Kate Middleton’u çağrıştırmaktadır. Wikipedia kayıtlarına göre Kate Middleton “moda zevki ile hayran olunan” ve pek çok kez “en iyi giyinen kişi” olarak tanımlanmaktadır. Bu noktada, esasen başvurucu da Kate Middleton’ın tanınmış bir kişi olduğunu ve şöhretinin geçici olmadığını kabul etmektedir. Ancak başvurucu Kate Middleton’un moda sektörüne girmediğini, kendisinin hiçbir ürünü desteklemeyeceğini bildiklerinden halkın başvuru konusu mallarla Kate Middleton arasında bir bağlantı kurmayacağını iddia etmiştir. Kurul, yanıltıcı çağırışım değerlendirmesinde başvurucunun bu iddiasının doğru bir nokta olmadığını beyan etmiştir. Zira Kurul bu değerlendirmede, Kate Middleton adının kozmetik, mücevher, çantalar, kıyafetler için tanınmış olup olmadığına ilişkin kanıt istememektedir. Kurul’un sorguladığı; bu mallar için “PRINCESS KATE” ibaresi kullanıldığında tüketicilerin doğrudan “PRINCESS KATE” ile Kate Middleton’ın kasdedildiğini anlayıp anlamadıkları konusudur. Buradaki nokta, söz konusu ismin bizzat ve tereddütsüz olarak doğrudan bir şahsa ya da kuruma işaret etmesidir. Somut olayda, hem ibarenin tanınmışlığı ve şöhreti hem de başvurunun içerdiği mal sınıflarının bu tanınmışlıkla bağlantısı, doğrudan ve tereddütsüz olarak tek bir kişiyi işaret etmektedir. Kurul’un önündeki tüm deliller ve kayıtlar, gerçekten de ABD basınında “PRINCESS KATE” ibaresinin Kate Middleton’un tanınmışlığını ifade ettiğini ve bu tanınmışlığın moda ile bağlantılı olduğunu açıkça ve fazlasıyla ortaya koymuştur. Tüm bu deliller ışığında da Kurul;

  • “PRINCESS KATE” markası ile Kate Middleton’a doğrudan ve tereddütsüz olarak çağrışım yapılmasının amaçlandığını,
  • Kate Middleton’un başvurucu ile fiili ve ticari bir bağının olmadığını,
  • Tescil konusu markanın içerdiği mallar için tanınmış “PRINCESS KATE” ibaresinin kullanılmasının ilgili tüketiciler nezdinde Kate Middleton ile bağlantı kurulmasına neden olacağını,

tespit etmiştir. Bu tespitlerle Kurul, “PRINCESS KATE” markasının içerdiği sınıflar için Kate Middleton’la doğrudan bağlantısı nedeniyle “yanıltıcı çağrışım” yaptığı sonucuna varmıştır.

Kurul, son olarak Kanunun 1052/(c) maddesi anlamındaki “onay/izin” konusunda değerlendirmelerde bulunmuştur. Zira ilgili maddeye göre sahibinin izni, onayı olmaksızın yaşayan kişilerin adlarını işaret eden başvurular tescil edilemez. Kurul bu madde kapsamında, ilgili kişinin tam adının yanında ön ad, soyad, kısaltılmış ad, sahne adı, lakap, takma ad, unvan gibi yaşayan kişi ile bağlantısının ispatlandığı ibarelerin de girdiğini belirtmiş ve bu konuda önceki tarihli kararlarına atıfta bulunmuştur. Kurul somut olayda da aynı mantıktan hareketle; her ne kadar Kate Middleton “PRINCESS KATE” adını kullanmasa da, yukarıda açıklandığı gibi bu ad ABD halkı ve medyası tarafından ünlü Kate Middleton’ı tanımlamak ve doğrudan ve tereddütsüz olarak onu işaret etmek üzere kullanıldığı tespit edildiğinden ve Kate Middleton’ın da bu adın tescil edilmesine onayı, izni olmadığından Kanunun 1052/(c) maddesine göre reddedilmesini doğru bulmuştur.

Belirtilen nedenlerle USPTO Temyiz Kurulu, “Princess Kate” ibareli başvuru için verilen ret kararını onamış ve itirazı reddetmiştir.

USPTO tarafından resen yapılan inceleme sonucunda verilen ret kararının gerekçeleri olan “yaşayan veya ölü kişilerle yanıltıcı bağlantı kurulması” ve “yazılı izin verilmediği sürece yaşayan bir kişinin isminden oluşma” (No trademark by which the goods of the applicant may be distinguished from the goods of others shall be refused registration on the principal register on account of its nature unless it— (a) Consists of or comprises … or falsely suggest a connection with persons, living or dead…(c) Consists of or comprises a name, portrait, or signature identifying a particular living individual except by his written consent) şeklindeki ret gerekçeleri Türk marka mevzuatında aynı şekilde yer almamakla birlikte kanaatimizce bu konunun resen incelemede ne şekilde ve ne dereceye kadar değerlendirmeye alınması gerektiği üzerinde tartışılmaya değer bir konudur.

Gülcan Tutkun Berk 

Nisan 2015 

gulcan@gulcantutkun.av.tr

 

“GREEN” Sadece Bir Renk Adı Değildir – Adalet Divanı Genel Mahkemesi “GREENWORLD” Kararı (T-106/14)

greenworld

 

Tüketicilerin yıllar içinde değişen bilinç düzeyinin ve tüketime ilişkin davranış eğilimlerindeki değişikliklerin, marka hukukuna ilişkin kararlara da yansıdığını görmekteyiz. Belki, 15-20 yıl önce “GREEN” ve “WORLD” kelimelerinin bir araya gelmesi ile oluşan “GREENWORLD” ibaresi enerji sektörünü ilgilendiren mallar ve hizmetler için ayırt edici niteliğe sahip bir marka algısı oluşabilirdi. Ancak son yıllarda kaynakların hızla tükenmesi neticesinde, çevre dostu, çevreye en az zarar veren enerji üretmek/tüketmek arayışında olan insanoğlunun yenilenebilir enerjiye olan yoğun ilgisi, bu ibarenin algılama biçimine de etki etmiştir. Artık tüketicilerin zihinlerinde, enerji sektöründe üretilen/tüketilen mallar ve hizmetler için kullanılan “GREENWORLD” ibaresi, “YEŞİL DÜNYA” şeklinde anlamı olan ayırt edici bir marka olarak değil, söz konusu mallar ve hizmetler için “ayırt edici niteliği bulunmayan” ve “tanımlayıcı” bir ibare olarak yer etmektedir.

Yukarıdaki bu tespit, 27 Şubat 2015 tarihinde Avrupa Adalet Divanı Genel Mahkemesi’nin “GREENWORLD” markasına ilişkin dava hakkında verdiği T-106/14 sayılı karara dayanmaktadır. Kararı orijinal Almanca metninden incelemek isteyen okuyucular, karara http://curia.europa.eu/juris/document/document.jsf;jsessionid=9ea7d2dc30dda522765608f34b6eb538ee38064e0216.e34KaxiLc3qMb40Rch0SaxuPbx50?text=&docid=162577&pageIndex=0&doclang=DE&mode=lst&dir=&occ=first&part=1&cid=607241 bağlantısından erişebilir.

Konunun Mahkeme önüne gelmeden önceki safahatı kısaca şöyledir:

  • Alman Universal Utility International GmbH & Co. KG firması, standart karakterlerde yazılı,

                                                                        GREENWORLD

kelime markasının, topluluk markası olarak tescili için 28 Şubat 2013 tarihinde OHIM’e başvuruda bulunmuştur. Başvuru, Nice Sınıflandırmasının 4. sınıfı (Yakıtlar, elektrik enerjisi), 35. sınıfı (Yakıtların internet üzerinden perakende satış ve aracılık hizmeti, elektrik tedarik sözleşmeleri), 39. sınıfı (Elektrik, doğal gaz, su enerjisi iletim ve dağıtım hizmetleri, su temin hizmetleri) için yapılmıştır.

  • OHIM 15 Mart 2013 tarihli kararı ile bu başvuruyu reddetmiştir. Bu karara dayanak olarak 207/2009 sayılı Tüzüğün 7/1 maddesi (b) ve (c) bentleri ile 7/2 maddesi gösterilmiştir. Buna göre OHIM ret kararında, “GRENNWORLD” kelimesinin İngilizce bilen tüketiciler için içerdiği mal ve hizmetlerin “çevreye zararsız”, “çevre dostu” ürünler olduğuna işaret ettiğini, bu kelimenin ilgili olduğu mal ve hizmetlerin niteliğini ve içeriğini belirttiğinden açıkça ve doğrudan tanımlayıcı olduğunu, ayırt edici karakterden yoksun olduğunu gerekçe göstermiştir.
  • Başvurucu firmanın ret kararına itirazlarının, OHIM nezdinde yine aynı gerekçelerle reddedilmesi üzerine Avrupa Adalet Divanı Mahkemesi’nde 14 Şubat 2014 tarihinde dava açılmıştır.

Davacı  Universal Utility International GmbH & Co. KG, öncellikle OHIM’in “GREENWORLD” kelimesinin tanımlayıcı olduğuna ilişkin tespitinin yerinde olmadığını iddia etmiştir.

Mahkeme bu iddia karşısında, 207/2009 sayılı Topluluk Marka Tüzüğü 7/1 maddesi (c) fıkrası uyarınca kamu yararı amacıyla ve herkes tarafından kullanılan ibare ve işaretlerin tanımlayıcı olduğuna ilişkin önceki tarihli içtihatlarına işaret etmiştir.[1] Malların ve hizmetlerin özelliklerini açıklayan bu tür ibare ve işaretlerin, bir markadan beklenen ana fonksiyona sahip olmadığını, bir mal veya hizmetin hangi işletme tarafından sunulduğunu göstermediğini, tüketicilerin edindiği iyi veya kötü tecrübelere göre daha sonra o ürünü ayırt etmelerine olanak sağlamadığını belirtmiştir. Buna ek olarak, bir ibarenin, tüketicilerin düşünmesine fırsat vermeden doğrudan ve ani şekilde ilgili ürünün içeriğini doğrudan ve somut şekilde belirtmesi halinde tesciline izin verilmediğinin altı çizilmiştir.

Tüzüğün 7/1 (c) maddesi anlamında tanımlayıcı nitelikte türetilmiş bir kelimeden ya da her biri tanımlayıcı nitelikteki kelimelerden oluşan bir markada, sadece markayı oluşturan unsurların teker teker tanımlayıcı olduğu tespiti ile yetinilmemesi gerektiği, markanın “bir bütün olarak tanımlayıcı” olup olmadığının tespit edilmesi gerektiği hatırlatılmıştır.[2] Zira bir marka her ne kadar tanımlayıcı nitelikte türetilmiş bir kelimeden ya da tanımlayıcı birden çok kelimelerin bir araya gelmesinden oluşsa da, “özgün/alışıldık olmayan şekilde biraya gelme tarzı itibari” ile “bir bütün olarak” ilgili olduğu mallar ve hizmetler için tanımlayıcı karakterden uzaklaşabilir. İlgili ibarenin bu anlamdaki analizinde, ait olduğu dildeki anlam ve dilbilgisi kuralları göz önüne alınacaktır.

Mahkemeye göre, bir ibarenin tanımlayıcı olup olmadığını tespitinde ilgili malların ve hizmetlerin hitap ettiği tüketici kitlesinin algılayış tarzı da dikkate alınmalıdır.[3] Söz konusu dava açısından OHIM tüketici kitlesini, dava konusu markanın hitap ettiği branştaki çalışanlar ve işletmeler ile aynı zamanda ortalama düzeyde bilgi ve dikkat sahibi tüketiciler olarak belirlemiştir. Başvuru konusu ibaredeki “GREEN” ve “WORLD” kelimeleri İngilizce olduğundan, İngilizce konuşan ülkelerdeki tüketiciler dikkate alınmıştır.

Sonraki aşamada Mahkeme, belirlenen tüketici kitlesi nezdinde dava konusu ibarenin, içerdiği mal ve hizmet grubu için doğrudan ve somut tanımlayıcılık ilişkisi içinde olup olmadığı hususunun incelemesine geçmiştir.[4] İlk olarak “GREEN” kelimesine yönelik tespitler yapılmıştır. “GREEN” kelimesinin sadece “yeşil renk” anlamına gelmediği aynı zamanda “yaygın” olarak “çevre dostu” olarak algılandığı belirtilmiştir. Mahkemeye göre, ilgili tüketici kitlesi bir ürün veya hizmet üzerinde bu kelimeyi gördüğünde, genel olarak o ürün ya da hizmeti çevre dostu ya da daha az çevreye zararlı olarak tanımlamaktadır.

“Dünya” anlamına gelen İngilizce “WORLD” kelimesinin ise, kelime anlamının mı yoksa mecazen mi anlaşılacağı sorusunun, dava konusu olayın değerlendirilmesinde ilgisiz olduğu belirtilmiştir.

“GREENWORLD” kelimesinin bir bütün olarak, içerdiği mallar ve hizmetler açısından incelendiğinde; özellikle yakıtlar ve elektrik enerjisi mal grubu ve elektrik, doğalgaz, termal, su enerjisi, yakıt dağıtım ve pazarlaması göz önüne alındığında “açıkça ve tereddütsüz çevre korumasına ilişkin yaygın bir tanımlayıcı karaktere” sahip olduğu belirlenmiştir.   Her biri ayrı ayrı tanımlayıcı karaktere sahip kelimelerin somut olaydaki şekilde bir araya gelmesi ile oluşan bütünün de tanımlayıcı karaktere sahip olduğu belirtilmiştir. Yine bu tarz bir bileşimin İngilizce dilinin gramer ve sözdizimi açısından da “özgün” olmadığı ortaya konmuştur.  Mahkeme bu noktada önceki tarihli bir içtihadına işaret ederek,    “COMPANY” ve “LİNE” kelimelerinin bir araya gelmesi ile oluşturulan markanın, ilgili işletmenin ürün ve hizmetlerini ayırt edici nitelikte olduğuna ilişkin verdikleri kararın ve o kararda yer alan “COMPANYLINE” şeklindeki kombinasyonun sözlükte bulunmadığına ilişkin tespitlerinin, somut olayda ileri sürülemeyeceğini açıklamıştır. [5]

Mahkeme, davacının “GREEN” kelimesinin “çevre dostu” yanında kullanılan diğer anlamlarının (genç, güvenilir, işlenmemiş, hazır olmayan, hasta/sağlıksız görünüm) olduğu yönündeki itirazlarını yerinde bulmamış, daha önceki içtihatlarına göre bir ibarenin ilgili olduğu mal ve hizmetlerin özelliğini belirten bir anlamının olmasının, tescil engeli için yeterli olduğunu belirtmiştir.

Mahkeme OHIM Temyiz Kurulu’nun, ilgili mal ve hizmetlerden yakıtlar ve elektrik enerjisi için “GREENWORLD” ibaresini gören ortalama dikkat seviyesindeki tüketicilerin zihinlerinde, o mal ve hizmetlerin çevre dostu olduğu izlenimini uyandıracağını ve bu özellikleri nedenleri ile tercih edilecekleri şeklindeki tespitlerini yerinde bulmuştur. Davacının internet arama motorlarında veya Wikipedia kayıtlarında dava konusu markanın tanımlayıcı olarak kullanıldığına dair bir sonuç çıkmadığına ilişkin iddiasını da yerinde bulmamıştır. Zira Mahkemeye göre, her somut olayın özelliğine göre OHIM, mahkemelerin denetimine tabi olarak ve internet sonuçlarında bağımsız olarak bir markanın tanımlayıcı olup olmadığını belirlemektedir. [6]

Davacının son olarak, OHIM’in bir başka başvuru olarak “GREENWORLD” markasının 7, 37, 39 ve 42 için tesciline müsaade ettiğini, dava konusu benzer durumda ise farklı davranarak kararlardaki istikrar ve eşit muamele ilkesinden uzaklaşıldığını iddia etmiştir. Mahkeme, bir markanın topluluk markası olarak tescil edilip edilmeyeceği hususunun, OHIM’in önceki kararlarına bağlı olmadığını, bu konunun Tüzüğü yorumlayan uzmanların değerlendirmesine tabi olduğunu cevaben belirtmiştir.[7] Öte yandan, eşitlik ve yasal istikrar ilkelerinin bir gereği olarak OHIM kararlarının uyum içinde olması gerektiğinin, ancak her somut olayın özelliğine uygun olarak her marka başvurusunun tescil edilebilirlik hususunun titizlikle ve kapsamlı olarak değerlendirilmesi gerektiğinin altı çizilmiştir.[8]

Sonuç olarak Mahkeme, dava konusu “GREENWORLD” markasının içerdiği mallar ve hizmetler için tanımlayıcı karaktere sahip olduğunu tespit ettiğinden, OHIM kararını yerinde bulmuş ve davacı firmanın davasını reddetmiştir.

Son yıllarda ülkemizde “yeşil” veya “green” kelimelerini ürün adlarıyla veya başka tanımlayıcı kelimelerle birlikte içeren markalara sıklıkla rastlanmaktadır. Bu tip markaların tescil başvurularının reddedilmesi durumunda, başvuru sahiplerinin “yeşil” veya “green” kelimesinin bir renk ismi olduğu belirtilerek ret kararlarının yerinde olmadığı savunabileceği düşünülebilir. Bununla birlikte, Adalet Divanı Genel Mahkemesi kararında da belirtildiği üzere “yeşil” veya “green” kelimeleri, artık sadece renk adı değil, çevre dostu ürünleri simgeleyen genel bir adlandırma niteliğindedir ve tüketicilerce de bu şekilde algılanmaktadır. “GREENWORLD” kararı bu bağlamda, markaların kelime anlamına bağlı kalmak yerine, tüketicilerin kelimeleri ne şekilde algıladığına bağlı olarak değerlendirme yapmanın gerekli olduğunu gösteren önemli bir karar niteliğindedir.

Gülcan Tutkun Berk

Nisan 2015

gulcan@gulcantutkun.av.tr

Dipnotlar:

[1] 23 Ekim 2003 tarihli HABM/Wrigley (C‑191/01), 27 Şubat 2002 tarihli Ellos/HABM [ELLOS] (T‑219/00), 7Temmuz 2011 tarihli Cree/HABM [TRUEWHITE] (T‑208/10) kararları

[2] 12 Ocak 2005 tarihli Wieland-Werke/HABM (T‑367/02), 12 Şubat 2004 tarihli Koninklijke KPN Nederland (C‑363/99) kararları

[3] 27 Şubat 2002 tarihli Eurocool Logistik/HABM [EUROCOOL] ( T‑34/00) kararı

[4] 26 Kasım 2003 tarihli HERON Robotunits/HABM [ROBOTUNITS] (T‑222/02) kararı

[5] 12 Ocak 2000 tarihli DKV/HABM (COMPANYLINE) (T‑19/99) kararı

[6] 10 Mayıs 2012 tarihli Amador López/HABM [AUTOCOACHING] (T‑325/11) kararı

[7] 15 Eylül 2005, BioID/HABM (C‑37/03) kararı

[8] 13 Haziran 2014, K-Swiss/HABM – Künzli SwissSchuh (T‑85/13), 10 Mart 2011, Agencja Wydawnicza Technopol/HABM, (C‑51/10) kararları.

Adalet Divanı Sloganların Ayırt Edici Niteliği Konusunu Yeniden Değerlendiriyor – “So What Do I Do With My Money” Kararı (T-609/13 )

sowhatdoido

Sloganların marka olarak tescil edilebilirliği hakkında site içeriğinde önceden yazdığım çok sayıda yazı bulunmaktadır. Konu hakkındaki yazı sayısının fazlalığı, maalesef, herhangi bir ülkede veya yargı bölgesinde istikrarlı bir uygulamanın varlığını işaret eden bir gösterge değildir, tersine Avrupa Birliği ve A.B.D. başta olmak üzere birçok gelişmiş ülkede konu hakkında birbirleriyle çelişir nitelikte çok sayıda karara rastlanmaktadır. Dolayısıyla, sloganların tescil edilebilirliği ile ilgili her yeni Adalet Divanı kararı, bu satırların yazarının ilgisini çekmekte ve fırsat bulundukça bu içerikteki yazılar okuyucularla paylaşılmaktadır.

Avrupa Birliği Adalet Divanı Genel Mahkemesi, 29 Ocak 2015 tarihinde verdiği T-609/13 sayılı “SO WHAT DO I DO WITH MY MONEY” kararında sloganların tescil edilebilirliği konusunu bir kez daha irdelemiştir. Belirtilen karar bu yazının konusunu oluşturmaktadır ve yazının orijinal metnini incelemek isteyenlerin karara http://curia.europa.eu/juris/document/document.jsf?text=&docid=161905&pageIndex=0&doclang=EN&mode=lst&dir=&occ=first&part=1&cid=194940 bağlantısından erişmesi mümkündür.

İlk olarak davaya konu kararın gerekçeleri ve başvuru hakkında bilgi verilmesi yerinde olacaktır:

“Blackrock, Inc.” firması 28 Ağustos 2012 tarihinde “SO WHAT DO I DO WITH MY MONEY” kelime markasının tescil edilmesi talebiyle İç Pazarda Uyumlaştırma Ofisi (OHIM)’ne başvuruda bulunur.

SO WHAT DO I DO WITH MY MONEY

Başvurunun kapsamında 35. sınıfa dahil “Piyasa verilerinin ekonomik analizi ve bununla ilgili danışmanlık hizmetleri, finansal yatırımcılar ve finans profesyonelleri için ticari araştırma ve pazar araştırması hizmetleri, ticari yönetim danışmanlığı, ticari pazar analizi hizmetleri.” ve 36. sınıfa dahil “Finansal yönetim ,finansal danışmanlık hizmetleri ve burada tek tek sayılmayacak çok sayıda finansal hizmet” yer almaktadır.

Bu noktada başvuruyu oluşturan “SO WHAT DO I DO WITH MY MONEY” sloganının Türkçe karşılığının “ÖYLEYSE PARAMLA NE YAPACAĞIM” ibaresi olduğu belirtilmelidir.

OHIM uzmanı başvuruyu ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçesiyle reddeder ve başvuru sahibi bu karara karşı itiraz eder. İtirazı inceleyen OHIM Temyiz Kurulu, 11 Eylül 2013 tarihinde verdiği kararla itirazı reddeder.

Temyiz Kurulu’na göre, başvuru kapsamındaki hizmetlerin tamamı finans veya yatırımla ve dolayısıyla parayla ilgilidir. Buna ilaveten, kamunun ilgili kesimi ortalama tüketicilerden ve profesyonellerden oluşan kişilerdir ve bu kişilerin promosyon terimlerine ilişkin dikkat düzeyi görece düşüktür. “SO WHAT DO I DO WITH MY MONEY” ibaresi tek bir anlama gelmektedir, kelimelerle oynama içermemektedir, fantezi nitelikte bir ibare değildir ve herhangi bir yaratıcı unsur içermemektedir. Bu bağlamda, başvuru kapsamında bulunan parayla ilgili hizmetler açısından, terim çok açık ve kolay anlaşılır niteliktedir ve İngilizce’nin gramer kurallarına uygundur. Temyiz Kurulu, inceleme konusu sloganın tüketicilerin zihninde oluşturduğu tek sorunun finansal durumlarına yönelik değerlendirme yapmaya davet olduğu görüşündedir.

Reklam sloganları hakkında yerleşik olan içtihat, bu tip ibarelerin sadece reklam sloganları olmaları nedeniyle tescillerinin engellenemeyeceği yönündedir. Buna karşılık, bu nitelikteki sloganların tescil edilebilmeleri için, kamunun ilgili kesimi tarafından, malların veya hizmetlerin ticari kaynağını gösterir işaretler olarak derhal algılanmaları gerekmektedir. Temyiz Kurulu’na göre, incelenen başvuru için böyle bir durum söz konusu değildir, dolayısıyla başvurunun 207/2009 sayılı Topluluk Marka Tüzüğü’nün 7(1)(b) maddesi çerçevesinde ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçesiyle reddedilmesi kararı yerindedir.

Başvuru sahibi bu karara karşı dava açar ve dava Adalet Divanı Genel Mahkemesi’nce görülür. Mahkeme kararı aşağıda detaylarıyla aktarılmıştır.

Başvuru sahibinin iki temel iddia çerçevesinde ret kararının yerinde olmadığını savunmaktadır: (i) Başvuru ayırt edici niteliğe sahiptir. (ii) OHIM, Adalet Divanı’nın C-398/08 sayılı kararında yer alan ilkeleri yanlış biçimde değerlendirmiştir.

Genel Mahkeme ilk olarak konu hakkındaki içtihadı özetlemiştir:

Topluluk Marka Tüzüğü madde 7(1)(b) çerçevesinde ayırt edici niteliğe sahip olmayan işaretler tescil edilmeyecektir.

Mahkemeye göre, markanın asli fonksiyonu, malların veya hizmetlerin ticari kaynağını göstermek ve bu yolla ilgili malları veya hizmetleri edinen tüketicilerin sonraki bir satın alma esnasında, önceki deneyimlerinden memnun kalmaları halinde bu deneyimi tekrarlamalarını, tersine memnun olmamaları halinde ise aynı deneyimden kaçınmalarını sağlamaktır.

Yerleşik içtihada göre, bir markanın ayırt edici niteliğe sahip olduğundan bahsedebilmek için, bu markanın tescili talep edilen malların belirli bir işletmeden kaynaklandığını göstermesi ve bu şekilde malların diğer işletmelerin mallarından ayırt edilmesini sağlaması gerekmektedir. Bir markanın ayırt edici niteliği, öncelikle tescil talebine konu mallar veya hizmetler, ikinci olarak, kamunun ilgili kesiminin belirtilen mallara veya hizmetlere yönelik algısı esas alınarak değerlendirilmelidir.

Tescili talep edilen mallara veya hizmetlere yönelik olarak, aynı zamanda reklam sloganı veya bu malların satın alınmasını sağlamak amacıyla kalite veya teşvik emaresi olarak kullanılan işaretlerden müteşekkil markalar, bu kullanımları nedeniyle tescilden muaf tutulamazlar. Adalet Divanı, bu tip markaların ayırt edici karakteri değerlendirilirken, sloganlara diğer işaretlere uygulananlardan daha katı kriterler uygulanmaması gerektiğini de ifade etmiştir.

Ayırt edici niteliğin değerlendirilmesine ilişkin kriterler farklı marka türleri bakımından aynı olsa da, bu kriterler uygulanırken, kamunun ilgili kesiminin algısının her marka türünde aynı olacağından bahsedilmesi mümkün değildir ve bu nedenle, bazı marka türlerinde ayırt edici niteliğin ortaya konulması diğer marka türlerine kıyasla daha zor olabilir. Belirtilen zorluklar, reklam sloganlarının ayırt edici karakterinin tespiti için, kelime markalarının ayırt edici karakterinin tespitinde kullanılanlardan daha farklı ilave veya eksik kriterler kabul edilmesini meşru hale getirmez. Özellikle, reklam sloganlarının ayırt edici niteliğinin varlığının kabul edilebilmesi için, sloganın hayalgücü içermesi veya sürpriz veya sarsıcı etki oluşturacak kavramsal algı yaratması şartları getirilemez. Bunun ötesinde, kamunun ilgili kesiminin markayı bir promosyon ifadesi olarak algılayacağı ve bu tip ifadelerin övücü nitelikleri nedeniyle diğer işletmelerce de kullanılabileceği iddiası, tek başına markanın ayırt edici nitelikten yoksun olduğu sonucuna varılabilmesi için yeterli değildir.

Kelime markalarının övücü çağrışım yapması, bu tip markaların kapsadıkları mallar veya hizmetler bakımından ticari kaynak gösteremeyeceği anlamına gelmez. Bu çerçevede, bu tip markaların tüketiciler tarafından hem bir promosyon ifadesi hem de malların veya hizmetlerin ticari kaynağını gösterir bir işaret olarak algılanması mümkündür. Dolayısıyla, kamunun ilgili kesiminin, markayı kaynak gösterir şekilde algılaması durumunda, bu marka aynı zamanda -hatta öncelikle- bir promosyon ifadesi olarak değerlendirilse de, bu değerlendirme ayırt edici karakterin varlığının tespitinde etkili olmayacaktır.

Mahkeme ayırt edici niteliğe yönelik değerlendirmeyi yukarıda belirtilen genel ilkeler çerçevesinde yapmıştır.

Kamunun ilgili kesimine ilişkin olarak, bu kesimin OHIM Temyiz Kurulu kararında da belirtildiği gibi, hem ortalama tüketicilerden hem de profesyonellerden oluştuğu, markanın İngilizce kelimelerden ibaret olduğu, dolayısıyla ayırt edici nitelik değerlendirmesinin İngilizce konuşan halk esas alınarak yapılması gerektiği ortaya konulmalıdır.

Buna ilaveten, Temyiz Kurulu’nca da belirtildiği üzere, promosyon ifadeleri söz konusu olduğunda, kamunun ilgili kesiminin dikkat derecesi düşük olabilir, bu durum tescil talebinin konusu finansal ve parasal hizmetler bakımından da geçerlidir.

Yerleşik içtihada göre, bileşke kelime markaları söz konusu olduğunda, işareti oluşturan unsurlardan her birinin anlamı tek başına ve diğerlerinden izole edilmiş şekilde değerlendirilmemeli, aksine işareti oluşturan tüm unsurların bir arada oluşturduğu anlam dikkate alınmalıdır. Bu durum, incelemeye başlarken başvuruyu oluşturan kelimelerin her birinin anlamının ayrı biçimde incelenemeyeceği anlamına gelmez. Bütüncül değerlendirmeye giden yolda, bileşke markayı oluşturan bileşenlerin her birini ayrıca değerlendirmek yerinde olabilir.

İncelenen vakada, başvuru yaygın kullanıma konu 8 İngilizce kelimeden oluşmaktadır: “so”, “what”, “do”, “I”, “do”, “with”, “my”, “money”. Başvuruyu oluşturan kelimelerin genel niteliği ve başvuru kapsamında yer alan hizmetlerin alanı dikkate alındığında, “SO WHAT DO I DO WITH MY MONEY” sloganının anlamının kamunun ilgili kesimince kolaylıkla anlaşılacağı düşünülmektedir.

Yaygın kullanıma konu İngilizce kelimelerin tek bir ifade içerisinde toplanması suretiyle oluşturulan ve İngilizce gramer kuralarına uygun olan başvuru, derhal anlaşılacak açık ve kesin bir mesaj vermekte ve İngilizce konuşan tüketicilerce herhangi bir yorum yapılmasını gerektirmemektedir. Bu çerçevede, “SO WHAT DO I DO WITH MY MONEY” sloganı kişinin kendisine finansal kaynakları ve varlıkları ile ne yapması gerektiği sorusunu yöneltmesine yol açmaktadır. İncelenen vakada, başvuru kapsamındaki hizmetlerin makul derecede bilgili ve gözlemci tüketicileri, başvuruya konu ifadeyi gördüklerinde kendilerine paralarını etkin biçimde kullanıp kullanmadıklarını soracaktır. Temyiz Kurulu’nca da belirtildiği üzere, kişinin kendisine sorduğu bu soru, finansal bir uzmandan danışmanlık hizmeti alma yolunda atılan ilk adım niteliğindedir. Dolayısıyla, başvuru sahibinin öne sürdüğünün aksine, Temyiz Kurulu, başvuruda yer alamayan mesajlara ilişkin bir çözümleme yapmış durumda değildir. Bu bağlamda, başvuru, kişilerin kendilerine sorduğu bir sorudan oluşmaktadır ve ifade kamunun ilgili kesiminin başvuru kapsamındaki hizmetlere ilişkin genel bir talebini belirtmektedir. Bunun ötesinde, başvuruyu oluşturan ifade oldukça açıktır ve kamunun ilgili kesiminin hizmetlerle doğrudan bir bağlantı kurmasını engelleyecek anlamsal bir derinlik içermemektedir. Temyiz Kurulu’nca da belirtildiği üzere, başvuruyu oluşturan “SO WHAT DO I DO WITH MY MONEY (öyleyse paramla ne yapacağım)” sorusunu kendisine soran kişi, bir yatırım profesyoneline danışma ihtiyacı hissetmektedir. Bu husus, başvuru kapsamındaki tüm hizmetlerin parayla ilgili olduğu göz önüne alındığında, terimin ilgili hizmetler bakımından sıradan – banal bir ifade olduğunu ortaya koymaktadır.

Başvuru sahibinin bir diğer iddiası, başvuruya konu sloganın birden fazla anlamı olması ve bu durumun başvurunun ayırt edici niteliği olduğunun bir göstergesi olduğudur. Bununla birlikte, Adalet Divanı’nın “Live Richly” kararında belirtildiği üzere “Bir promosyon sloganının birden fazla anlamının bulunması sloganın ayırt edici niteliğinin bulunduğu sonucuna varılabilmesi için tek başına yeterli değildir.” Bu durumda başvuru sahibinin bu yöndeki itirazı da kabul edilmemiştir.

OHIM’in farklı birimleri arasında fonksiyonları itibarıyla devamlılık bulunsa da, Temyiz Kurulu içtihadında açık yer aldığı üzere, Kurul karar verirken, OHIM’in ilgili biriminin gerekçelendirmesi ile bağlı değildir.

Başvuruya konu ifadenin soru kalıbında olması, başvuru kapsamında hizmetler açısından ifadenin sıradanlığını ortadan kaldıran bir husus değildir.

Başvuru sahibi, başvurunun başında yer alan “so (öyleyse, bu nedenle, bunun sonucu olarak)” kelimesinin önceki bir olayı işaret ettiğini, dolayısıyla sloganın tüketicilerin zihninde aşamalı bir değerlendirmeye konu olacağını iddia etmektedir. Buna karşılık, OHIM Temyiz Kurulu’nca da belirtildiği üzere, bu kelimenin slogana dahil edilmesi, kamunun ilgili kesiminin önemli bir karar vermeden, yani parasını yatırıma yöneltmeden önce bir an için durup düşündüğünü göstermektedir. Bunun sonucu olarak, “so” kelimesinin başvuruda yer alması, sloganın apaçık anlamını değiştirmemekte veya slogana, sloganın ayırt edici nitelikte olarak değerlendirilmesini gerektirir, sıradışı gramatik bir yapı katmamaktadır.

Son olarak, başvuruya konu sloganın önceden üçüncü bir tarafça kullanılmamasının, sloganın ayırt edici niteliğe sahip olduğu anlamına gelmediği de belirtilmelidir.

Tüm bunların sonucunda, başvuruya konu sloganın ayırt edici nitelikte olmadığı tespitini içeren OHIM Temyiz Kurulu kararı yerinde bulunmuştur.

Takiben, başvuru sahibinin diğer itiraz gerekçesi yani, OHIM Temyiz Kurulu’nun, Adalet Divanı’nın C-398/08 sayılı kararında (Audi v. OHIM) yer alan ilkeleri yanlış biçimde değerlendirdiği iddiası incelenmiştir.

OHIM Temyiz Kurulu incelemesinde ilk olarak, sloganın başvuruya konu hizmetler açısından paranın kullanımına ilişkin basit bir kavramsal karşılığı bulunduğunu, kamunun ilgili kesiminin bu anlamı algılamak için çaba göstermesine gerek olmadığını ve terimin hizmetlerle bağlantılı bir anlamı olduğunu tespit etmiştir. Temyiz Kurulu, tüm bunların sonucunda, sloganın başvuru kapsamındaki hizmetler bakımından, ticari kaynak gösteren bir işaret olarak algılanmayacağı ve ayırt edici nitelikte olmadığı sonucuna ulaşmıştır. Temyiz Kurulu, kararın sadece 15. paragrafında sloganın övücü ve promosyona yönelik bir slogan olduğunu belirtmiştir. Dolayısıyla, başvuru sahibinin iddia ettiğinin tersine, sloganın derin bir analizi yapılmıştır.

Temyiz Kurulu bu analizi yaparken, “Tescili talep edilen mallara veya hizmetlere yönelik olarak, aynı zamanda reklam sloganı veya bu malların satın alınmasını sağlamak amacıyla kalite veya teşvik emaresi olarak kullanılan işaretlerden müteşekkil markalar, bu kullanımları nedeniyle tescilden muaf tutulamazlar. Adalet Divanı, bu tip markaların ayırt edici karakteri değerlendirilirken, sloganlara diğer işaretlere uygulananlardan daha katı kriterler uygulanmaması gerektiği kararını önceden vermiştir. Kelime markalarının övücü çağrışım yapması, bu tip markaların kapsadıkları mallar veya hizmetler bakımından ticari kaynak gösteremeyeceği anlamına gelmez. Bu çerçevede, bu tip markaların tüketiciler tarafından hem bir promosyon ifadesi hem de malların veya hizmetlerin ticari kaynağını gösterir bir işaret olarak algılanması mümkündür. Dolayısıyla, kamunun ilgili kesiminin, markayı kaynak gösterir şekilde algılaması durumunda, bu marka aynı zamanda -hatta öncelikle- bir promosyon ifadesi olarak değerlendirilse de, bu değerlendirme ayırt edici karakterin varlığının tespitinde etkili olmayacaktır.” ilkelerini dikkate almıştır.

Bir diğer deyişle, başvuruya konu slogan sadece bir reklam sloganı olması nedeniyle reddedilmemiştir. OHIM Temyiz Kurulu’nun başvuruyu reddetmesinin nedeni, sloganın promosyonel niteliğinin ötesinde, kamunun ilgili kesiminin başvuruya konu hizmetler açısından, sloganı ticari kaynak gösterir bir işaret olarak algılamasını sağlayacak herhangi bir unsurun sloganda bulunmamasıdır.

Adalet Divanı C-398/08 sayılı kararında (Audi v. OHIM), başvuruya konu “Vorsprung Durch Technik (teknoloji yoluyla avantaj (veya gelişme))” sloganının ayırt edici niteliğe sahip olduğu kararını verirken, sloganın kolaylıkla hatırlanmasını sağlayabilecek, birden fazla anlama gelen veya kelimeler üzerinde oynama içeren veya hayal ürünü, sürpriz içeren veya beklenilmedik nitelikte olan yapıya sahip olduğunu belirtmiştir. Buna karşılık incelenen başvuru, “Vorsprung Durch Technik” sloganından farklı olarak kararın önceki bölümlerinde detaylı olarak açıklandığı üzere, ticari kaynak gösterebilme işlevini herhangi bir şekilde yerine getiremeyecek, ayırt edici özelliği bulunmayan bir slogan niteliğindedir. Belirtilen husus ve karar içeriğinde yer verilen birkaç ek husus da dikkate alınarak, başvuru sahibinin Adalet Divanı’nın C-398/08 sayılı kararında (Audi v. OHIM) yer alan ilkelerin yanlış biçimde değerlendirildiği yönündeki iddiası da haksız bulunmuştur.

Belirtilen tüm değerlendirmeler ışığında, Adalet Divanı Genel Mahkemesi, “SO WHAT DO I DO WITH MY MONEY” sloganının ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçesiyle, Topluluk Marka Tüzüğü paragraf 7(1)(b) uyarınca reddedilmesi yönündeki kararı yerinde bulmuş ve davayı reddetmiştir.

Yazının başında da belirttiğimiz üzere, sloganların tescil edilebilirliği konusunda birbirleriyle çelişen veya farklı tespitler içeren çok sayıda kararla karşılaşılması mümkündür ve OHIM ile Adalet Divanı kararları incelendiğinde bu husus açık olarak ortaya çıkmaktadır. İncelenen vakada davacı, Adalet Divanı’nın C-398/08 sayılı önceki kararında yer alan ilkelere aykırılığa kolaylıkla öne sürebilmekte ve Temyiz Kurulu veya Mahkeme de aynı rahatlıkla başvurunun incelenmesinde aynı ilkelere aykırı bir husus olmadığını ifade edebilmektedir. Bu ikilemin marka incelemesinin doğasından kaynaklanan belirli derecedeki subjektifliği gösterdiği açık olmakla birlikte, yorum marjının bu derecede açık olması tercih edilebilir nitelikte değildir. Yorum marjının bu denli açık olmasının nedeni, kanaatimizce sloganların tescil edilebilirliğine ilişkin değerlendirme kriterlerinin Adalet Divanı kararlarında çok net olarak ortaya konulmamış olması ve her vaka bazında aynı kriterler kullanılarak farklı sonuçlara gidilebilmesinin mümkün olmasıdır. Tüm bu hususlara karşın, incelenen vakada, “SO WHAT DO I DO WITH MY MONEY” sloganının ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçesiyle reddedilmesi yönündeki karar kanaatimizce de yerindedir.

Önder Erol Ünsal

Nisan 2015

unsalonderol@gmail.com

Yabancı Dillerdeki Terimlerin Tanımlayıcı Niteliği – İtalyan Yüksek Mahkemesi “SLIMMER” Kararı

slimmingtablets

İnceleme ofisinin ana dilinde herhangi bir anlamı bulunmayan, ancak yabancı bir dilde tanımlayıcı anlama gelen kelimelerden oluşan markaların tescil edilebilir nitelikte olup olmadığı hususu, dünya genelinde inceleme ofislerinin gündemini meşgul eden önemli konulardan birisidir.

Okumakta olduğunuz kısa yazının kapsamında, İngilizce dilinde tanımlayıcı nitelikte olan bir sözcüğün, İtalya’da ne şekilde değerlendirildiği bir İtalyan Yüksek Mahkemesi kararı çerçevesinde açıklamaya çalışılacaktır.

Yazının içeriği her zaman merakla takip ettiğim https://www.marques.org/Class46/ sitesinde 20/02/2015 tarihinde Edith Van den Eede tarafından yayınlanan “SLIM SLIMMER SLIMIX” başlıklı yazıdan alınmıştır.

Davacı “Baif International Product New York di Aurelio Iurilli e C.” firması (bundan sonra BAIF olarak anılacaktır) İtalya’da tescilli “SLIMMER” kelime markasının sahibidir. Markanın kapsamında 5. sınıfa dahil “Kilo verme amaçlı diyet takviyeleri” malları yer almaktadır. Marka piyasaya “Mec sas Medicinali e Cosmetici di Maurizio Maestri” firması (bundan sonra MEC olarak anılacaktır) tarafından sürülmektedir.

Geçen zaman içerisinde “MEC” piyasaya benzer amaçlı bir diyet takviye ürünü sürer ve ürünü üzerinde “SLIMIX” markasını kullanmaya başlar. Ürünün piyasaya sürülmesinin ardından “BAIF”, “SLIMIX” markasının kendi marka haklarına tecavüz ettiği gerekçesiyle Milan mahkemelerinde tecavüz davası açar ve “MEC”in “SLIMIX” markasının kullanımının durdurulmasını talep eder.

“MEC” bu davaya karşı, “BAIF”in “SLIMMER” markasının hükümsüzlüğü talebiyle bir karşı dava açar. “MEC”e göre, “SLIMMER” ibaresi tanımlayıcı niteliği ve İtalya dahil olmak üzere yaygın kullanılan bir tabir olması nedeniyle hükümsüz kılınmalıdır.

Milan mahkemesi, 05/09/2005 tarihinde verdiği kararla “BAIF”in talebini haklı bulur ve davalının kullanımının durdurulmasına karar verir. Buna karşılık, Milan mahkemesi “MEC”in karşı davasını reddeder.

Mahkemeye göre, “SLIM” köküne “_MER” son ekinin eklenmesiyle oluşturulan “SLIMMER” ibaresi İtalya’da yalnızca çağrıştırıcı nitelikte kabul edilebilir, ancak tanımlayıcı nitelikte değildir. Dolayısıyla, mahkeme “SLIMMER” ibaresinin İtalya’da ayırt edici niteliğe sahip bir ibare olduğuna karar verir. Milan Temyiz Mahkemesi, 07/05/2007 tarihinde ilk derece mahkemesinin kararını onar ve “MEC” bu karara karşı İtalya Yüksek Mahkemesi nezdinde temyiz yolunu kullanır.

İtalya Yüksek Mahkemesi 09/02/2015 tarihinde verdiği kararla (karar no: 2045), Milan Temyiz Mahkemesi’nin kararını bozar.

Yüksek Mahkeme’ye göre, Temyiz Mahkemesi kararının gerekçesini, “_MER” son ekinin eklenmesinin, İtalyan tüketiciler nezdinde ibarenin anlamını değiştirmek ve inceleme konusu mallar için ibareyi hayali bir terime dönüştürmek için yeterli olacağı hususu üzerine kurarak hata yapmıştır.

Yüksek Mahkeme’nin kararında takip eden değerlendirmelere yer verilmiştir:

Yabancı terimlerden oluşan kelime markalarının ayırt edici niteliği incelenirken, bu terimlerin İtalya topraklarındaki yaygınlığı ve algılanış biçimi (bu değerlendirme ürünün türü veya niteliği ile sınırlı değildir, ürünlerin amacı ve özellikleri de dikkate alınmalıdır) birlikte değerlendirilmelidir. Bunun sonucu olarak Yüksek Mahkeme, ürünle gerektiği ölçüde somut ve doğrudan bağlantı içeren, yaygın kullanılan dilin parçası haline gelen ve buna bağlı olarak, yeteri derecede bilgili ve gözlemci ortalama İtalyan tüketiciler nezdinde, yukarıda belirtilen bağlantıyı doğrudan ve derhal ortaya çıkaran terimlerin tanımlayıcı kabul edilmesi gerektiğini tekrarlamıştır.

Yüksek Mahkeme’ye göre, Milan Temyiz Mahkemesi “SLIMMER” ibaresini yukarıda belirtilen ilkeler çerçevesinde incelememiş ve “SLIM” köküne “_MER” ibaresinin eklenmesinin, İtalyan tüketiciler nezdinde ibarenin anlamını değiştirmek ve inceleme konusu mallar için ibareyi hayali bir terime dönüştürmek için yeterli olacağını kabul ederek, hatalı bir gerekçelendirme yapmıştır. Bu çerçevede, Yüksek Mahkeme davayı Temyiz Mahkemesi’ne iade etmiş ve davanın bir önceki paragrafta belirtilen ilkeler çerçevesinde yeniden incelenmesine ve bu ilkeler doğrultusunda, “SLIMMER” ibaresinin tescil kapsamında bulunan mallar için İtalya’da ayırt edici nitelikte olup olmadığının yeniden değerlendirilmesine karar vermiştir.

Karardan açıkça görüldüğü üzere, İtalyan Yüksek Mahkemesi, Milan Temyiz Mahkemesi’nin kabaca “ortalama İtalyan tüketiciler İngilizce SLIMMER teriminin anlamını bilmez, dolayısıyla terim ayırt edici niteliğe sahiptir” anlamına gelen ve bunun ötesinde somut gerekçelendirme içermeyen kararını yerinde bulmamıştır. Bu tip kaba çözümlemelere kimi zaman ülkemizde de rastlanılmakta ve çeşitli kararlarda ilgili sektörü ve alışkanlıklarını dışlayan, ortalama tüketiciyi yeteri derecede bilgili ve gözlemci tanımlamasının ötesinde, bilgisiz ve cahil tüketici pozisyonuna indirgeyen veya yabancı dildeki kelimelerin piyasadaki ortak kullanım biçimini önemsemeyen yaklaşımlar gözlemlenebilmektedir. Bununla birlikte, konunun sadece Türkiye’de değil, birçok yabancı ülkede de tartışmalı bir alan olduğunun altı çizilmelidir.

Yabancı dillerdeki terimlerin ayırt edici ve tanımlayıcı niteliklerine yönelik inceleme ilkeleri bu satırların yazarının yakından takip ettiği ve önemsediği bir konudur. Konu hakkında yabancı ofis değerlendirmeleri, Avrupa Birliği Adalet Divanı kararları ve OHIM yaklaşımı daha detaylı yeni yazıların içeriğini teşkil edecektir.

Önder Erol Ünsal

Mart 2015

unsalonderol@gmail.com

Sloganlardan Oluşan Markaların Değerlendirilmesi – Adalet Divanı Genel Mahkemesi “Wet Dust Can’t Fly” Kararı (T-133/13)

Wet-Dust-Can-

 

Sloganların marka olarak tescil edilebilecek derecede ayırt edici niteliğe sahip olup olmadıkları sorusunun tek bir yanıtı yoktur. Belirtilen soruya verilen yanıt inceleme konusu slogana göre değişmekte ve bunun ötesinde aynı soruya farklı ofislerin veya aynı ofis içerisinde bulunan farklı uzmanların verdikleri yanıtlar birbirinden tamamen farklı olabilmektedir. Konu hakkında Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın getirdiği değerlendirme kriterleri, IPR Gezgini’nde önceden yayınladığım “Sloganlardan Oluşan Markaların Ayırt Edici Niteliği – Adalet Divanı Genel Mahkemesi “Innovation for the Real World” kararı (T-515/11)” (http://iprgezgini.org/2013/10/29/sloganlardan-olusan-markalarin-ayirt-edici-niteligi-adalet-divani-genel-mahkemesi-innovation-for-the-real-world-karari-t-51511/) başlıklı yazıda detaylı olarak incelenmiştir.

Adalet Divanı Genel Mahkemesi, 22/01/2015 tarihinde verdiği T-133/13 sayılı “Wet Dust Can’t Fly” kararıyla konu hakkında güncel değerlendirmelerde bulunmuştur. “Wet Dust Can’t Fly” kararına ilişkin açıklamalar bu yazının konusunu oluşturmaktadır.

“REXAIR LLC”, 2008 yılında yaptığı başvurunun sonucunda İç Pazarda Uyumlaştırma Ofisi (OHIM)’nde 2009 yılında “Wet Dust Can’t Fly” markasını tescil ettirir. Markanın kapsamında 3. ve 7. sınıflara dahil çeşitli mallar (temizlik malzemeleri, halı, yer, dokuma ve cam temizlik malzemeleri, cilalar, sabunlar, parfümeri, kozmetikler, makineler, motorlar, makine parçaları, zirai makineler, elektrikli süpürgeler, elektrikli fırçalar, elektrikli halı ve dokuma temizlik makineleri, elektrikli su ekstratörleri başta olmak üzere) ve 37. sınıfa dahil çeşitli hizmetler (inşaat hizmetleri, elektrikli süpürgelerin, elektrikli fırçaların, elektrikli halı ve dokuma temizlik makinelerinin, elektrikli su ekstratörlerinin tamiratı ve bakımı hizmetleri başta olmak üzere) yer almaktadır.

wetdust

“Pro-Aqua International GmbH” firması 2011 yılında OHIM’e başvuruda bulunarak, yukarıda belirtilen “Wet Dust Can’t Fly” markasının kısmen hükümsüzlüğünü talep eder. Kısmi hükümsüzlük talebinin kapsamında “Sınıf 3: Çamaşır yıkamada kullanım için maddeler, temizlik, parlatma, ovma ve aşındırma maddeleri, sabunlar, halı, yer, dokuma ve cam temizlik malzemeleri. Sınıf 7: Makineler ve takım tezgahları, motorlar, makine bağlantı ve transmisyon parçaları, elektrikli süpürgeler, elektrikli fırçalar, elektrikli halı ve dokuma temizlik makineleri, elektrikli su ekstratörleri ve bunlar için parçalar. Sınıf 37: Tamirat, bakım hizmetleri, elektrikli süpürgelerin, elektrikli fırçaların, elektrikli halı ve dokuma temizlik makinelerinin, elektrikli su ekstratörlerinin tamiratı ve bakımı hizmetleri, bu hizmetlere ilişkin danışmanlık hizmetleri.” yer almaktadır. “Pro-Aqua International GmbH” firması kısmi hükümsüzlük talebini 207/2009 sayılı topluluk Marka Tüzüğü’nün 7/1-(b) ve (c) bentlerine dayandırmakta ve yukarıda belirtilen mallar ve hizmetler bakımından “Wet Dust Can’t Fly” markasının ayırt edici niteliğe sahip olmadığını ve doğrudan tanımlayıcı nitelikte olduğunu iddia etmektedir.

Karar hakkında açıklamalara geçmeden önce “Wet Dust Can’t Fly” ibaresinin Türkçe karşılığının “Islak Toz Uçamaz” ifadesi olduğu belirtilmelidir.

OHIM İptal Birimi, hükümsüzlük talebini inceler ve 30/11/2011 tarihinde verdiği kararla talebi reddeder. OHIM İptal Birimi’ne göre, “ıslak toz (wet dust)” şeklinde bir şey olamayacağından, “Wet Dust Can’t Fly” ibaresi hayali ve ayırt edici niteliktedir ve ibare hükümsüzlüğü talep edilen mallar ve hizmetler bakımından tanımlayıcı nitelikte değildir. Ayrıca, “Wet Dust Can’t Fly” sloganı orijinal nitelikte olduğundan ve ilgili tüketicilerin zihninde kavramsal bir arayış – çözümleme süreci gerektireceğinden ayırt edici niteliğe sahip olduğu kabul edilmelidir.

“Pro-Aqua International GmbH” firması bu karara karşı itiraz eder ve itiraz OHIM Temyiz Kurulu’nca değerlendirilir. OHIM Temyiz Kurulu 25/01/2012 tarihinde verdiği kararla, OHIM İptal Birimi’nin kararını onar. Hükümsüzlük talebi sahibi bu karara karşı dava açar ve dava Adalet Divanı Genel Mahkemesi’nce görülür. Yazının takip eden kısmında Adalet Divanı Genel Mahkemesi’nin dava hakkında verdiği 22/01/2015 tarihinde verdiği T-133/13 sayılı kararın içeriği yer almaktadır.

Mahkeme ilk olarak, hükümsüzlük talebi sahibinin markanın tanımlayıcı olduğu yönündeki iddialarını değerlendirmiştir.

207/2009 sayılı Topluluk Marka Tüzüğü’nün 7(1)(c) paragrafı kapsamına giren tanımlayıcı işaretler, normal kullanımları itibarıyla kamunun ilgili kesimi nezdinde, tescili talep edilen malların veya hizmetlerin asli özelliklerini doğrudan belirten veya bu asli özelliklere atıfta bulunan işaretlerdir. Bir işaretin bu hükümde belirtilen ret yasağı kapsamında değerlendirilebilmesi için, işaret ve mallar veya hizmetler arasında, işaretin anlamı açısından, değerlendirme konusu mallara veya hizmetlere veya bunların özelliklerine ilişkin olarak, kamunun ilgili kesimince derhal algılanacak yeteri derecede doğrudan ve spesifik bir ilişki bulunmalıdır.

207/2009 sayılı Topluluk Marka Tüzüğü’nün 7(1)(c) paragrafının altyapısını kamu yararı ilkesi oluşturmaktadır. Buna göre, mallara veya hizmetlere ilişkin olarak özellik bildiren işaretler herkes tarafından kullanıma açık olmalıdır. 7(1)(c) paragrafı bu nitelikteki işaretlerin marka olarak tek bir kişi adına tescil edilmesine engel teşkil eder ve tanımlayıcı terimler üzerinde tekel kurulması, bu yolla rakip firmaların bu terimleri kullanımının engellenmesi ihtimalini ortadan kaldırır.

İncelenen vakada, hükümsüzlüğü talep edilen malların ve hizmetlerin tüketicileri temizlik ve tamir sektöründe yer alan ortalama tüketiciler ve profesyonellerdir. Dolayısıyla, kamunun ilgili kesiminin dikkat düzeyinin ortalama olduğu kabul edilmelidir.

“Pro-Aqua International GmbH” firması, “Wet Dust Can’t Fly” ibaresinin İngilizce’nin gramer yapısına uygun ve yaygın kullanımını bulunan sözcüklerden oluşan bir ifade olduğu görüşündedir. Bu ifadenin açık anlamı “ıslak tozun uçamayacağı” şeklinde fiziki bir durumu belirtmektedir. Başvuru kapsamında bulunan mallar ve hizmetler dikkate alındığında, ibare bu malların veya hizmetlerin işleyiş biçimini ve kullanımları halinde ortaya çıkacak fiziksel etkiyi tarif etmektedir. Hükümsüzlük talebi sahibine göre, ana dili İngilizce olmayan ortalama tüketiciler, “wet (ıslak)” ve “dust (toz)” kelimelerinin anlamını yaygın kullanılan kelimeler olduğundan anlayacak, fakat “ıslanmış tozun artık toz olmadığı” şeklinde bir değerlendirme yapmayacaktır.

Buna ilaveten, hükümsüzlük talebi sahibine göre, tanımlayıcı işaretlerin tescili tüzüğe aykırı nitelikte olduğundan, aynı sektörde faaliyet gösteren firmalar temizlik makinelerinin veya diğer temizlik gereçlerinin fonksiyonlarını ifade etme şansından mahrum kalacaktır.

Adalet Divanı Genel Mahkemesi’ne göre, “Wet Dust Can’t Fly” ibaresinin anlamı esas alındığında, bu anlamın malların ve hizmetlerin işleyiş biçimini ifade etmediği ortadadır. Hükümsüzlük talebinin kapsamında bulunan “elektrikli su ekstratörleri” dışındaki malların veya hizmetlerin hiçbirisi doğrudan veya dolaylı olarak “wet (ıslak)” terimi kapsamında değerlendirilebilecek sıvı bir bileşeni işaret etmemektedir. Hükümsüzlük talebi sahibi, “wet (ıslak)” teriminden dolayı “elektrikli süpürgelerle ve bunların tamiri ve bakımı hizmetleri”yle bağlantı kurulacağını iddia etse de, “wet” terimi mal veya hizmet listesinde yer almamaktadır.

Bazı elektrikli süpürgelerin veya elektrikli aletlerin sıvı bileşenler kullandığı bilinse de, bu tip cihazların tozu sıvılar aracılığıyla filtrelediği ifade edilmeli, ancak bu cihazların tozun uçmasını engellemek için tozu ıslatmak amacıyla tasarlanmadığı belirtilmelidir. OHIM tarafından da belirtildiği üzere, “Wet Dust Can’t Fly (Islak Toz Uçamaz)” sloganı, “toz nemlendirici” veya “toz ıslatıcı” gibi malların fonksiyonu bakımından tanımlayıcı olarak değerlendirilebilecek ifadeleri içermemektedir. Bu çerçevede, “Wet Dust Can’t Fly” ibaresi hükümsüzlük talebine konu malları veya hizmetleri tanımlamamaktadır ve ortalama tüketiciler ilgili malları veya hizmetleri, tozun uçmasını ıslatarak engelleyen mallar veya hizmetler oldukları gerekçesiyle satın almayacaktır.

Hükümsüzlük talebi sahibinin, ana dili İngilizce olmayan ortalama tüketicilerin, “wet (ıslak)” ve “dust (toz)” kelimelerinin anlamını yaygın kullanılan kelimeler olduklarından anlayacağı, fakat “ıslanmış tozun artık toz olmadığı” şeklinde bir değerlendirme yapmayacağı yönündeki değerlendirmesi mahkemeye göre yerinde değildir. Şöyle ki, bu iddia makul gerekçelerle açıklanamamıştır ve başvuruyu oluşturan kelimelerin bir kısmının anlaşılacağı, ancak bütünsel anlamın farklı değerlendirileceği şeklindeki değerlendirme yerinde değildir. Aynı sektörde faaliyet gösteren firmaların temizlik makinelerinin veya diğer temizlik gereçlerinin fonksiyonlarını ifade etme şansından mahrum kalacağı yönündeki iddia da haklı görülmemiştir. Mahkemeye göre, “Wet Dust Can’t Fly” ibaresi tanımlayıcı nitelikte olmadığından, bu ibarenin temizlik alet ve cihazlarının amacını belirtir nitelikte değerlendirilmesi mümkün değildir, dolayısıyla ibarenin diğer üreticilerin kullanımına açık tutulması gerektiğinin kabul edilmesi yerinde olmayacaktır.

Dolayısıyla, hükümsüzlük talebi sahibinin tanımlayıcılık gerekçeli talebi kabul edilmemiştir. Takip eden aşamada, ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçeli hükümsüzlük talebi değerlendirilmiştir.

207/2009 sayılı Topluluk Marka Tüzüğü’nün 7(1)(a) paragrafın göre, ayırt edici nitelikten yoksun işaretler tescil edilmeyecektir.

Yerleşik içtihada göre, bir markanın ayırt edici niteliğe sahip olduğundan bahsedebilmek için, bu markanın tescili talep edilen malların belirli bir işletmeden kaynaklandığını göstermesi ve bu şekilde malların diğer işletmelerin mallarından ayırt edilmesini sağlaması gerekmektedir. Bir markanın ayırt edici niteliği, öncelikle tescil talebine konu mallar veya hizmetler, ikinci olarak, kamunun ilgili kesiminin belirtilen mallara veya hizmetlere yönelik algısı esas alınarak değerlendirilmelidir. Tescili talep edilen mallara veya hizmetlere yönelik olarak, aynı zamanda reklam sloganı veya bu malların satın alınmasını sağlamak amacıyla kalite veya teşvik emaresi olarak kullanılan işaretlerden müteşekkil markalar, bu kullanımları nedeniyle tescilden muaf tutulamazlar. Adalet Divanı, bu tip markaların ayırt edici karakteri değerlendirilirken, sloganlara diğer işaretlere uygulananlardan daha katı kriterler uygulanmaması gerektiği kararını önceden vermiştir.

Ayırt edici niteliğin değerlendirilmesine ilişkin kriterler farklı marka türleri bakımından aynı olsa da, bu kriterler uygulanırken, kamunun ilgili kesiminin algısının her marka türünde aynı olacağından bahsedilmesi mümkün değildir ve bu nedenle, bazı marka türlerinde ayırt edici niteliğin ortaya konulması diğer marka türlerine kıyasla daha zor olabilir. Belirtilen zorluklar, reklam sloganlarının ayırt edici karakterinin tespiti için, kelime markalarının ayırt edici karakterinin tespitinde kullanılanlardan daha farklı ilave veya eksik kriterler kabul edilmesini meşru hale getirmez. Özellikle, reklam sloganlarının ayırt edici niteliğinin varlığının kabul edilebilmesi için, sloganın hayalgücü içermesi veya sürpriz veya sarsıcı etki oluşturacak kavramsal algı yaratması şartları getirilemez. Bunun ötesinde, kamunun ilgili kesiminin markayı bir promosyon ifadesi olarak algılayacağı ve bu tip ifadelerin övücü nitelikleri nedeniyle diğer işletmelerce de kullanılabileceği iddiası, tek başına markanın ayırt edici nitelikten yoksun olduğu sonucuna varılabilmesi için yeterli değildir.

Kelime markalarının övücü çağrışım yapması, bu tip markaların kapsadıkları mallar veya hizmetler bakımından ticari kaynak gösteremeyeceği anlamına gelmez. Bu çerçevede, bu tip markaların tüketiciler tarafından hem bir promosyon ifadesi hem de malların veya hizmetlerin ticari kaynağını gösterir bir işaret olarak algılanması mümkündür. Dolayısıyla, kamunun ilgili kesiminin, markayı kaynak gösterir şekilde algılaması durumunda, bu marka aynı zamanda -hatta öncelikle- bir promosyon ifadesi olarak değerlendirilse de, bu değerlendirme ayırt edici karakterin varlığının tespitinde etkili olmayacaktır.

Mahkeme ayırt edici niteliğe yönelik değerlendirmeyi yukarıda belirtilen genel ilkeler çerçevesinde yapmıştır.

İncelenen vakada, hükümsüzlük talebi sahibi, “Wet Dust Can’t Fly” sloganının ilgili tüketicilerin zihninde kavramsal bir arayış – çözümleme süreci gerektirmediği, “dust” ve “wet” terimlerinin kombinasyonunun filtreler – temizlik sistemleri bakımından yaygın kullanımı ve “Wet Dust Can’t Fly” sloganının, sıvıların kullanımı yoluyla tozun uçmasını engelleyerek temizlik cihazlarının performansının sıvı kullanılmayan diğer ürünlerden iyi olduğu mesajını veren bir reklam sloganı olması hususlarını öne sürmektedir.

Bu iddialara yönelik olarak öncelikle, talep sahibinin “dust” ve “wet” terimlerinin kombinasyonunun filtreler – temizlik sistemleri alanında yaygın kullanımını gösterir içerikte hiçbir kanıt sunmadığı belirtilmelidir. Bunun ötesinde “wet dust (ıslak toz)” ibaresi, kavramsal olarak doğru bir tabir değildir, şöyle ki toz ıslandığı zaman toz olma niteliğini kaybeder. Bunun sonucunda, bu iki kelimenin bir arada kullanılması bu kavramı hayali ve ayırt edici hale getirmektedir ve aynı sonucu içeren OHIM Temyiz Kurulu kararı yerindedir.

Genel Mahkeme’ye göre, “Wet Dust Can’t Fly” sloganı tüketicilerin zihninde yorumlamaya yönelik bir gayrete yol açacak ve tüketicilerin bu sloganı hükümsüzlüğü talep edilen mallarla ve hizmetlerle bağdaştırması mümkün olmayacaktır. Şöyle ki, hükümsüzlüğü talep edilen malların ve hizmetlerin amacı, tozun uçmasının engellemek amacıyla tozu ıslatmak değildir.

“Wet Dust Can’t Fly” ibaresinin, temizlik cihazlarının performansının, sıvı kullanılmayan diğer ürünlerden iyi olduğu mesajını veren bir reklam sloganı olduğuna yönelik iddia da mahkemece değerlendirilmiştir. Temyiz Kurulu kararında belirtildiği üzere, inceleme konusu slogan düşük düzeyde çağrıştırıcı olsa da, sloganın malların veya hizmetlerin, diğer mallardan veya hizmetlerden üstün olduğu yönünde mesaj verdiği varsayımını destekleyecek herhangi bir kanıt bulunmamaktadır. Bunun ötesinde, bir kelime markasının övücü çağrışım yapması, markanın kapsadığı mallara veya hizmetlere yönelik olarak ticari kaynak gösteremeyeceği anlamına gelmemektedir.

Yukarıda belirtilen tüm açıklamalar ışığında, Temyiz Kurulu’nun “Wet Dust Can’t Fly” sloganının ayırt edici niteliğe sahip olduğu yönündeki değerlendirmesi, Genel Mahkeme tarafından yerinde bulunmuş ve hükümsüzlük talebi sahibinin ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçeli iddiaları da kabul edilmemiştir.

Sonuç olarak, Adalet Divanı Genel Mahkemesi, OHIM Temyiz Kurulu’nun kararını yerinde bularak onamış ve “Wet Dust Can’t Fly” markasının ayırt edici nitelikten yoksunluk ve tanımlayıcılık gerekçeleriyle kısmen hükümsüz kılınması yönündeki talebi reddetmiştir.

Sloganlardan oluşan markaların değerlendirme kriterlerinin bir kez daha irdelendiği bu güncel kararın, konuyla ilgilenen okuyuculara yol gösterici nitelikte olduğunu umuyorum.

 

Önder Erol Ünsal

Mart 2015

unsalonderol@gmail.com

USPTO Temyiz Kurulu “CLETAXI” Kararı – Tanımlayıcı Markalara Yönelik Uygulama Bir Kez Daha İrdeleniyor

cletaxi2

 

Marka tescil ofislerinin kararlarıyla ortaya koydukları genel eğilim, ofislerin değerlendirme kriterlerinin kimi durumlarda “katı” olarak adlandırılmasına yol açmakta ve “katı” olarak tanımlanan ofisler ticari özgürlüklerin önünü kesmekle itham edilmektedir.

Amerika Birleşik Devletleri (A.B.D.), tüm dünyada özgürlükler ülkesi olarak anılmakta ve siyasi ve ekonomik liberalizmin beşiği olarak tanımlanmaktadır. Bununla birlikte A.B.D. Patent ve Marka Ofisi (USPTO)’nun markaların tescil edilebilirliği ile ilgili uygulamalarını takip edenler, USPTO’nun markaların tanımlayıcılık eşiğini belirlerken oldukça “katı” bir ofis olduğunu kolaylıkla gözlemlemektedir. Siyasal ve ekonomik liberalizmin beşiğinde, tanımlayıcılık konusundaki tescil edilebilirlik kriterlerinin ve uygulamasının oldukça “katı” olması, kanaatimizce “katı” sıfatının kullanıldığı bağlamın yanlışlığını göstermektedir. Bu yazı kapsamında, ülkemizde oldukça “katı” olarak değerlendirilebilecek, ancak USPTO standartları bakımından oldukça normal ve yerinde bir uygulamayı işaret eden bir kararı okuyuculara kısaca aktarmaya çalışacağım.

USPTO Temyiz Kurulu, 5 Mart 2015 tarihinde verdiği kararla “Sınıf 39: Taksiyle ulaşım hizmetleri.” için başvurusu yapılan “CLETAXI” kelime markasının reddedilmesine yönelik kararı onamıştır. Karara ilişkin detaylar aşağıda kısaca açıklanacak olmakla birlikte, kararın tam metnini incelemek isteyenlerin karara http://ttabvue.uspto.gov/ttabvue/ttabvue-86005944-EXA-8.pdf bağlantısından erişmesi mümkündür.

Anthony R. Bozier ismindeki bir gerçek kişi, 9 Temmuz 2013 tarihinde standart karakterlerde yazılı “CLETAXI” kelime markasını “Sınıf 39: Taksiyle ulaşım hizmetleri.” için tescil ettirmek amacıyla USPTO’ya başvuruda bulunur.

cletaxi

USPTO uzmanı başvuruyu, “CLETAXI” ibaresinin başvuru kapsamındaki hizmetler bakımından doğrudan tanımlayıcı olması gerekçesiyle reddeder. Uzmana göre, “CLE” ibaresi, “Cleveland Hopkins Uluslararası Havalimanı”nın kısaltmasıdır, başvuru sahibi belirtilen havalimanından veya belirtilen havalimanına taksi hizmeti sağlamaktadır ve dolayısıyla, başvuru hizmetlerin niteliğini belirtmektedir. Bu çerçevede, başvuru tanımlayıcı niteliktedir.

Başvuru sahibi belirtilen gerekçeyle verilen ret kararına karşı itiraz eder ve itiraz USPTO Temyiz Kurulu’nca incelenir.

Temyiz Kurulu, ilk olarak tanımlayıcı markalarla ilgili içtihadı kısaca belirtir.

Bir terim, markanın kapsadığı mallara veya hizmetlere ilişkin olarak, malların veya hizmetlerin bileşimi, kalitesi, karakteristikleri, özellikleri, fonksiyonları, amaçları veya kullanım biçimleri hakkında derhal ve doğrudan bir fikir iletiyorsa münhasıran tanımlayıcı kabul edilecektir. Bir markanın münhasıran tanımlayıcı niteliği, soyut biçimde veya varsayımlara dayalı olarak değil, tescil talebi kapsamında bulunan mallara veya hizmetlere ilişkin olarak ve terimin kullanıldığı bağlam dikkate alınarak belirlenir. Bir terimin münhasıran tanımlayıcı kabul edilmesi için malların veya hizmetlerin tüm ve her bir özelliğini belirtmesi gerekli değildir, malların veya hizmetlerin önemli bir niteliğinin, amacının veya özelliğinin tanımlanmış olması yeterlidir. Bu husus tespit edilirken, markanın mallara veya hizmetlere ilişkin olarak kullanıldığı veya kullanılacağı bağlam ve markanın, ilgili pazardaki ortalama tüketicilerde yaratacağı olası etki dikkate alınmalıdır. Cevabı aranan soru, markayla karşılaşacak kişilerin, markanın kapsadığı hizmetleri tahmin edip etmemesi değildir. Bunun ötesinde, cevabı aranan soru, hizmetlerin ne olduğunu bilen kişilerin, markanın bunlar hakkında bilgi ilettiğini düşünüp düşünmemesidir.

Münhasıran tanımlayıcı nitelikteki iki veya daha fazla sayıda terim birleştirildiğinde ortaya çıkan bileşke markanın, münhasıran tanımlayıcı nitelikte olup olmadığı sorusu yanıtlanırken, bileşke terimin yeni ve özgün bir ticari izlenim oluşturup oluşturmadığı araştırılmalıdır. Eğer bileşke markayı oluşturan her bir terim mallara veya hizmetlere ilişkin olarak münhasıran tanımlayıcı anlamını muhafaza ediyorsa, bileşke markanın münhasıran tanımlayıcı olduğu sonucuna varılacaktır. Bununla birlikte, münhasıran tanımlayıcı terimlerin kombinasyonundan oluşan bir bileşke marka, terimlerin kombinasyonu özgün nitelikte veya tanımlayıcı olmayan bir anlama karşılık geliyorsa veya ortaya çıkan anlam mallara veya hizmetlere ilişkin olarak tuhaf veya tutarsız ise, tescil edilebilir nitelikte görülecektir. Eğer bir kişi, başvuruya konu terimin tanımladığı özellikleri belirleyebilmek için bir fikri olgunlaştırmak veya çok aşamalı bir gerekçelendirme sürecini izlemek zorunda ise, terim münhasıran tanımlayıcı değil, çağrıştırıcı nitelikte kabul edilecektir.

Başvuruya konu marka, “CLE” ve “TAXI” ibarelerinin aralarında boşluk bırakılmaksızın birlikte yazılması suretiyle oluşturulmuştur. “CLE” kısaltması, diğer anlamlarının yanısıra “Cleveland Hopkins Uluslararası Havalimanı”nın kısaltmasıdır. Başvuru sahibinin web sayfasından edinilen bilgiler ve kendisi tarafından sunulan kanıtlar, başvuru sahibinin markasını “Cleveland Hopkins Uluslararası Havalimanı”na ulaşım veya oradan dönüş için kullandığını göstermektedir.

Temyiz Kurulu’na göre incelenen kanıtlar, başvuru sahibinin sunduğu taksi hizmetlerinin olası kullanıcılarının “CLETAXI” ibaresini, “Cleveland Taxi” olarak algılayacaklarını göstermektedir. “CLE” ve “TAXI” ibarelerinin kombinasyonu, başvuru sahibinin markasının yeni ve özgün bir ticari izlenim oluşturmasını sağlamamaktadır. Kaldı ki, geçmişte incelenen sayısız vakada, tanımlayıcı nitelikte bulunan iki terimden müteşekkil bir markayı aralarında boşluk olmaksızın yazarak tek bir terim haline dönüştürmenin, bileşke terimin münhasıran tanımlayıcı bulunmasını durumunu ortadan kaldırmadığı yönünde karar verilmiştir.

Başvurunun standart karakterlerde yazılmış olması, başvurunun hizmetlere ilişkin kullanım biçiminin özel bir biçim veya stille sınırlandırılmamış olduğunu göstermektedir. Yerleşik içtihada göre, bir marka standart karakterlerde sunulmuşsa, Temyiz Kurulu başvuru sahibinin markasının tasvir edebileceği her biçimi nazara almalıdır. Başvuru sahibinin sunduğu numunelerden görüldüğü üzere “CLE” kısaltmasının “TAXI” ibaresine göre daha büyük karakterlerde ve farklı renkte yazımı suretiyle iki terim arasında belirgin görsel ayrım yaratılmıştır.

Yukarıda belirtilenlerin ışığında Temyiz Kurulu, başvuruya konu “CLETAXI” ibaresinin, başvuru kapsamında bulunan “Sınıf 39: Taksiyle ulaşım hizmetleri.”nin niteliği hakkında tüketicileri derhal ve doğrudan bilgilendirdiği görüşüne ulaşmıştır.

Başvuru sahibine göre, başvurunun, kapsadığı hizmetlerin niteliğini belirttiği sonucuna varabilmek için geniş bir hayalgücü gerekmektedir. Buna karşın Temyiz Kurulu’na göre, başvuru sahibi, başvurunun hizmetlerin niteliğini belirtmediği sonucuna varılmasını sağlamak için gerekli olan, çok aşamalı bir gerekçelendirme sürecinin varlığını ortaya koyamamış durumdadır.

Başvuru sahibi “CLE” kısaltmasının farklı anlamlarının da varlığını öne sürmekte ve çok anlamlılığın markanın bu kısmını muğlak hale getirerek, başvurunun münhasıran tanımlayıcı olarak değerlendirilmesini engellediğini ifade etmektedir. Temyiz Kurulu’na göre, bu argüman sonuca etkili olmayacaktır, şöyle ki tanımlayıcılık hususu markanın kapsamında bulunan mallara veya hizmetlere ilişkin olarak değerlendirilmelidir. Yerleşik içtihatta belirtildiği üzere, bir terimin başka anlamlarının bulunması sonuca etkili değildir.

Başvuru sahibinin bir diğer iddiası, “CLETAXI” ibaresini başka kimsenin kullanmaması ve gelecekte bu terimi başkalarının kullanabileceği iddiasının temelinin bulunmamasıdır. Bununla birlikte yerleşik içtihada göre, bir başvuru sahibinin, münhasıran tanımlayıcı bir terimin ilk veya tek kullanıcısı olması, bu terimi mutlak surette anlamsız veya ayırt edici hale getirmez. Dolayısıyla, başvuru sahibinin bu yöndeki itirazı da yerinde görülmemiştir.

Temyiz Kurulu sonuç olarak, başvuru sahibinin tüm itirazlarını reddetmiş ve uzmanın başvurunun reddedilmesi yönündeki kararını onamıştır.

Bu noktada yazının ilk paragrafında yaptığımız yorumlara dönülecek ve bir an için TPE’nin “taksiyle ulaşım hizmetleri” için [hayali] “TZWTAKSİ” (TZW = Trabzon havalimanının kısaltması) veya “İZMTAKSİ” (İZM = İzmir’in kısaltması) markalarını tanımlayıcılık gerekçesiyle reddettiği varsayılacak olursa, Enstitü’nün bu tip kararlarının ardından şiddetle eleştirilip, KHK’yı “katı” yorumlamakla itham edileceği kanaatimizce şüphesizdir. Bununla birlikte, benzer nitelikteki kararların siyasal ve ekonomik liberalizmin beşiği A.B.D.’nde veriliyor olması ve bu kararların USPTO tarafından nadiren değil, sıklıkla verilmesi, kanaatimizce “katı uygulama”, vb. adlandırmaları tamamen anlamsız kılmaktadır. Bu bağlamda, marka incelemesi hakkında yürütülen tartışmalarda; “katı”, “esnek”, “liberal”, “ticari özgürlükleri engelleyici”, “gelişmiş ülke uygulamalarının aksi”, “gelişmiş ülke uygulamalarıyla uyumlu”, vb. içerikte, marka hukuku bakımından anlamsız ve soyut kalıplar kullanmak yerine, tartışmaları kavramlar ve somut uygulamalar bağlamında yürütmek kanaatimizce daha yerinde olacaktır.

Önder Erol Ünsal

Mart 2015

unsalonderol@gmail.com

Organizasyon veya Etkinlik İsminden Oluşan Markaların Tescil Edilebilirliği Hakkında Güncel Bir USPTO Temyiz Kurulu Kararı – “International Air and Space Program” Markası

 

airandspace2

 

Sanat, kültür, spor, eğlence, eğitim veya ticaret amaçlı organizasyonların veya etkinliklerin isimlerinden oluşan marka başvurularının tescil edilebilirliği meselesi, uygulamada sıklıkla tartışmaya yol açan bir konu niteliğindedir.

Ek bir ayırt edici unsur olmaksızın münhasıran bir organizasyonun veya etkinliğin adından oluşan markalar, organizasyonu düzenleyenlere göre marka olarak tescil edilebilir nitelikte olsa da, marka inceleme ofislerinin bu tip markalar hakkındaki değerlendirmesi genellikle aynı yönde olmamaktadır. Bu yazı kapsamında Amerika Birleşik Devletleri Patent ve Marka Ofisi (USPTO) Temyiz Kurulu’nun bir organizasyonunun adından oluşan bir marka başvurusu hakkında verdiği güncel bir kararı kısaca aktarmaya çalışacağız.

“Aexa Aerospace LLC” firması, standart karakterlerde yazılı “INTERNATIONAL AIR AND SPACE PROGRAM” kelime markasını 41. sınıfa dahil “Havacılık ve uzay alanında konferans ve sempozyum düzenlenmesi hizmetleri.” için tescil ettirmek amacıyla, 31/01/2014 tarihinde USPTO’ya marka tescil başvurusunda bulunur.

airandspace

 

Bu aşamada, başvuruyu oluşturan “INTERNATIONAL AIR AND SPACE PROGRAM” ibaresinin Türkçe karşılığının “ULUSLARARASI HAVA VE UZAY PROGRAMI” olduğu belirtilmelidir. Başvuru sahibi, başvuru aşamasında markada yer alan “AIR AND SPACE PROGRAM” ibaresi için disclaimer (feragat) yolunu kullanmış ve belirtilen ibare üzerinde münhasır haklar talep etmeyeceğini belirtmiştir.

Başka bir yazıda daha detaylı açıklama niyetinde olmakla birlikte, A.B.D. marka hukuku çerçevesinde disclaimer (feragat) kavramı kısaca takip eden biçimde açıklanabilir:

Markadaki belirli unsurlardan feragat (disclaimer) uygulamasının amacı, kapsadıkları bazı unsurlar tek başlarına tescil edilebilir nitelikte olmayan, ancak bütün olarak tescil edilebilir nitelikte olan markaların tesciline -markada yer alan ve tek başlarına tescil edilebilir nitelikte olmayan unsurların sağlayacağı haklar hakkında yanlış izlenim oluşmasına izin verilmeden- imkan sağlamaktır. (Horlick’s Malted Milk Co. v. Borden Co., 295 F. 232, 234 (D.C. Cir. 1924) Bileşke markalarda, markayı oluşturan unsurlardan birisinin sağlayacağı haklardan feragat edilmesi yönündeki bildirim şu anlama gelmektedir: Feragat edilen unsura dayanarak marka hakları ileri sürülemeyecektir, tescilli markadan kaynaklanan haklar bileşke markanın bütününe ilişkindir ve ilgili tescil yalnızca bileşke markanın kullanımından kaynaklanacak hakları içermektedir. (Sprague Electric Co. v. Erie Resistor Corp., 101 USPQ 486, 486-87 (Comm’r Pats. 1954)) Markayı oluşturan unsurlardan birisinden feragat prosedürü, sadece belirli sınıflara ve belirli mallara veya hizmetlere ilişkin olabilir.

USPTO uzmanı, disclaimer talebi içerse de, başvuruyu A.B.D. Marka Kanunu’nun (2)(e)(1) paragrafı uyarınca, tanımlayıcılık gerekçesiyle reddeder. Uzmana göre, başvuruyu oluşturan “INTERNATIONAL AIR AND SPACE PROGRAM” ibaresi başvuru kapsamında bulunan hizmetleri doğrudan tanımlar niteliktedir.

Başvuru sahibi ret kararına karşı itiraz eder ve itiraz USPTO Temyiz Kurulu’nca değerlendirilerek 19/02/2015 tarihinde karara bağlanır. Temyiz Kurulu’nun oldukça kısa sayılabilecek kararı aşağıda anahatlarıyla bilgilerinize sunulmaktadır.

Temyiz Kurulu kararında ilk olarak, tanımlayıcı markalar konusundaki içtihada yer vermiştir:

Bir terim, malların ve hizmetlerin kalitesine, niteliğine, amacına veya özelliklerine ilişkin olarak doğrudan doğruya bilgi iletiyorsa tanımlayıcı niteliktedir. (In re Chamber of Commerce of the U.S., 675 F.3d 1297, 102 USPQ2d 1217, 1219 (Fed. Cir. 2012); In re Gyulay, 820 F.2d 1216, 3 USPQ2d 1009, 1009 (Fed. Cir. 1987)) Bir markanın tanımlayıcı niteliği, başvuru kapsamında bulunan mallar veya hizmetler, markanın kullanım biçimi ve markanın fiili veya niyet edilen kullanım biçiminin ortalama tüketiciler üzerinde yaratacağı olası etki dikkate alınarak değerlendirilir. (In re Chamber of Commerce of the U.S., 102 USPQ2d at 1219) Markanın tanımlayıcı niteliği soyut olarak değerlendirilmez. (In re Bayer Aktiengesellschaft, 488 F.3d 960, 82 USPQ2d 828, 1831 (Fed. Cir. 2007)) Bir diğer deyişle, malların ve hizmetlerin ne olduğunu bilen kişilerin, markayı kendileri için, mallar ve hizmetler hakkında doğrudan bilgi ileten bir terim olarak algılayıp algılamadığını değerlendirmekteyiz. (In reMBNA America Bank N.A., 340 F.3d 1328, 67 USPQ2d 1778, 1780 (Fed. Cir. 2003))

Başvuru sahibi, markada yer alan “AIR AND SPACE PROGRAM” ibaresinin tanımlayıcı olduğunu kabul etmekte, ancak bu ibareden disclaimer yoluyla feragat ettiğini ve başvuruda “INTERNATIONAL” ibaresinin de yer aldığını belirterek, markanın bütüncül olarak tanımlayıcı olmadığını iddia etmektedir. Başvuru sahibine göre, “INTERNATIONAL” kelimesinin çeşitli anlamları bulunmaktadır ve bu kelimeyi başvuru kapsamında bulunan hizmetlerle bağdaştırabilmek için belirli düzeyde hayalgücü gerekmektedir, bu bağlamda başvuru sahibi, markanın bütün olarak doğrudan tanımlayıcı nitelikte olmadığı görüşündedir.

Temyiz Kurulu, başvuru sahibinin argümanlarını ikna edici bulmamaktadır. Kurul’un önceki içtihadında belirtildiği üzere: “Cevaplanması gereken soru, markayla karşılaşacak kişilerin, malların ve hizmetlerin ne olduğunu tahmin etmesi değildir. Bunun ötesinde, cevaplanması gereken soru, malların veya hizmetlerin neler olduğunu bilen kişilerin, markanın mallar veya hizmetler hakkında bilgi ilettiğini düşünüp düşünmeyeceğidir. (re Tower Tech Inc ., 64 USPQ2d 1314, 1316-17 (TTAB 2002)

Başvuru sahibinin itiraz dilekçesinde sunduğu kanıtlar, markanın “öğrenciler için bir uluslararası program” için kullanıldığını göstermektedir. Bu husus da göz önüne alındığında, Temyiz Kurulu, markadaki “international (uluslararası)” kelimesini gören bu hizmetlere aşina tüketicilerin, başvuru sahibinin sağladığı hizmetlerin uluslararası nitelikte olduğunu düşüneceği görüşündedir. Kurul, inceleme uzmanının bu yöndeki tespitine katılmaktadır.

Daha da ötesinde, Temyiz Kurulu, “international (uluslararası)” kelimesini içeren markalar hakkında, tanımlayıcılık gerekçeli çok sayıda ret kararı vermiştir (Örneğin, “International Banking Institute” markası, bankacılar için seminer düzenleme hizmetleri bakımından; “BILLFISH INTERNATIONAL CORP ve şekil” markası, deniz turnası (billfish) için uluslararası düzeyde dernek hizmetleri bakımından; “INTERNATIONAL TRAVELERS CHEQUE” markası ise, uluslararası düzeyde finansal danışmanlık hizmetleri bakımından doğrudan tanımlayıcı nitelikte bulunmuştur.).

Ayrıca, yerleşik içtihada göre, bileşke bir markayı oluşturan her unsur doğrudan tanımlayıcı nitelikte ise, bunların bileşkesi de doğrudan tanımlayıcı nitelikte olacaktır. (re Oppedahl & Larson LLP, 373 F.3d 1171, 71 USPQ2d 1370, 1372 (Fed. Cir. 2004))

Belirtilen nedenlerle USPTO Temyiz Kurulu, “INTERNATIONAL AIR AND SPACE PROGRAM” markasının, başvuru kapsamında bulunan hizmetler bakımından tüketicilere derhal ve doğrudan bilgi verdiği ve bu anlamda da tanımlayıcı nitelikte olduğu sonucuna ulaşmıştır. Dolayısıyla, Temyiz Kurulu başvuru hakkında verilen ret kararını onamıştır.

Yazının başında da belirttiğimiz üzere, sanat, kültür, spor, eğlence, eğitim veya ticaret amaçlı organizasyonların veya etkinliklerin isimlerinden oluşan marka başvurularının tescil edilebilirliği meselesi, sıklıkla tartışma konusu edilmektedir. Bileşke marka niteliğindeki tanımlayıcı terimler hakkındaki USPTO uygulaması, bu karardan da anlaşılacağı üzere, markayı oluşturan unsurların tek tek tescil edilebilirliğinin test edilmesi ve ardından bu unsurların oluşturduğu bütünün tescil edilebilirliği testine dayanmaktadır. Genel içtihat ise, “Bileşke bir markayı oluşturan her bir unsur doğrudan tanımlayıcı nitelikte ise, bunların bileşkesi de tanımlayıcı nitelikte olacaktır.” yönündedir. Bu haliyle USPTO uygulamasında, bileşke markayı oluşturan unsurların her biri tanımlayıcı nitelikte ise, bunların bileşkesinin de tanımlayıcı bir marka olarak değerlendirildiğini ifade etmek ve organizasyon veya etkinlik isimlerinden oluşan markaların da aynı muameleye tabi olduğunu belirtmek yanlış olmayacaktır.

Önder Erol Ünsal

Şubat 2015

unsalonderol@gmail.com

“I ❤ Paris” Sloganı Ayırt Edici Niteliğe Sahip midir? Fransa’dan Dikkat Çekici Bir Mahkeme Kararı

iloveparislogoÜniversite yıllarında ilgimin üzerinde yoğunlaştığı başlıca konu Fransız Devrimi’ydi ve devrim hakkında o kadar fazla okumuştum ki, 1789–1794 arası dönemde Fransa’da olup bitenleri neredeyse günü gününe anlatabilecek konumdaydım. Bu kadar okumanın doğal sonucu ise, devrimin merkezi Paris’i –görmeden- mahalle, sokak düzeyinde öğrenmek oldu. Görmeden tanışıklığın gerekçesi elbette Fransız Devrimi tarihi ile sınırlı değildi, “Sefiller”, “Üç Silahşörler” ve “Pardayanlar” başta olmak üzere romanlar, sonrasında varoluşçular ve yaşamları, Paris Komünü okumaları ve gene çok sevdiğim II. Dünya Savaşı Fransız Direnişi romanları ve filmleri, Paris bilgisi ve merakını iyice artırdı. O kadar ki, yıllar sonra Paris’i ilk kez gördüğümde, içinde yaşadığım ancak uzun süredir gitmediğim bir şehre dönmüş gibi hissettim.

2014 yılında dünyanın en fazla turist çeken üçüncü şehri olan Paris’i, sadece belirtilen yılda 15.570.000 turist ziyaret etmiştir. Bu bağlamda, Paris tutkusu aynı zamanda popüler bir turistik destinasyonun ziyareti olarak da ortaya çıkmaktadır ve turizm şehri kalkındıran ana damar niteliğindedir.

Son yıllarda çoğu şehir kendisi için türetilen özel slogan veya sembollerle dünyaya tanıtılmakta ve sempati puanını artırmaya çalışmaktadır. Bu tip sloganların en popülerlerinden birisi “I LOVE XXX” veya “I ❤ XXX” olarak ortaya çıkan, “XXX’İ (şehrini) SEVİYORUM” sloganıdır.

1977 yılında New York için oluşturan “I LOVE NEW YORK” (I ❤ NY)” sloganı ve aşağıda yer alan logo, bu kullanımın sanırım ilk örneğidir. Marka olarak da tescil edilen bu logonun sahibi kamu yararına hareket eden “New York Empire State Development” şirketidir. (bkz. http://en.wikipedia.org/wiki/I_Love_New_York)

iloveny

Slogan ve logo o kadar popüler olmuştur ki, çok sayıda taklitçi ortaya çıkmış ve New York şehri taklitçilere karşı binlere dava açmıştır (daha detaylı bilgi için https://www.techdirt.com/articles/20130531/02201223267/new-york-continues-its-trademark-bullying-ways-threatens-coffee-shop-with-bogus-threats.shtml, http://observer.com/2011/09/new-york-loves-i-love-new-york-logo/ bağlantıları incelenebilir.).

Elbette sloganın ünü New York’la sınırlı kalmamıştır, dünya üzerinde çok sayıda şehirde bu slogan kullanılmakta ve sloganın üzerinde kullanıldığı turistik ürünler satılmaktadır.

iloveamsterdamilovelondonilovemunichiloverome

Ve hatta, -ben dahil- kimilerine komik gelecek olsa da:

iloveankara

Yukarıda verilen örneklerden görüldüğü üzere, “I ❤ XXX” şeklinde sembolize edilen “I LOVE XXX” sloganı, değişken niteliğindeki farklı şehir isimleri ile birlikte kullanılan, turistik şehirlerin promosyon ürünlerinde sıklıkla görülen ve ticari kaynak gösterme vasfı oldukça tartışmalı bir slogan durumundadır.

Bu noktada, tekrar Paris’e dönerek, bu yazının asıl konusunu oluşturan Fransız Yargıtay’ının güncel bir kararını sizlere aktarmak istiyorum. Yazının konusu mahkeme kararı hakkındaki bilgiler, https://www.marques.org/Class46/ sitesinde 06/02/2015 tarihinde yayınlanmış ve Yvonne Onomor tarafından yazılmış “I love Paris, no more” başlıklı yazıdan alınmıştır. Fransızca bilenlerin konuyla ilgili olarak Le Figaro gazetesinde yayınlanan ve takip eden bağlantıdan erişilebilecek, http://www.lefigaro.fr/societes/2015/01/08/20005-20150108ARTFIG00105-j-aime-paris-un-slogan-tombe-dans-le-domaine-public.php yazısını incelemeleri de mümkündür.

“Laurent Zilberberg”, 1980 yılında J’ PARIS” sloganını marka olarak tescil ettirir ve sonrasında I PARIS” markasının tescilini de yaptırır (J’ ❤ Paris = J’adore Paris = I ❤ Paris = I Love Paris = Paris’i seviyorum).

Zilberberg markaların lisansını “France Trading” firmasına verir ve 30 yılı aşkın süre boyunca, “J’❤ Paris”, “I ❤ Paris” gibi markaların münhasır haklarına sahip olarak gelir elde eder. Tescil sahibi bununla da yetinmeyerek, “J’ ❤ Deauville”, “J’❤ Monaco” vb. gibi markalara karşı itiraz eder. Class 46 yazarı “Yvonne Onomor”a göre, “J’❤ Paris”, “I ❤ Paris” markaları, ilk olarak 1977 yılında New York şehrine ilişkin olarak ortaya çıkan “I ❤ NY” markasından esinlenilerek oluşturulmuştur. Markaların Fransa’daki tesciliyle yetinmeyen Zilberberg, Madrid Protokolü yoluyla markaların uluslararası tescilini de yaptırır.

“I La Tour Eiffel” ve “Paris je t’ markalarını tescil ettirmek için başvuruda bulunan “PARIS WEAR DIFFUSION” firması da Zilberberg’in itirazlarından nasibini alır. Bununla birlikte, “PARIS WEAR DIFFUSION” firmasının itirazlara tepkisi daha farklı olur ve firma, Zilberberg’in “J’❤ Paris”, “I ❤ Paris” markalarının ayırt edici nitelikte olmamaları gerekçeleriyle hükümsüzlüğü yönünde dava açar. Kısmen hükümsüzlük istemli davalar, 9, 14, 16, 18, 21, 24, 25, 28, 33, 34 ve 35. sınıflara dahil mallar ve hizmetler bakımından, “J’❤ Paris”, “I ❤ Paris” markalarının hükümsüzlüğü içeriklidir.

Zilberberg markalarının ayırt edici nitelikte olduklarını iddia eder ve bu hususu kanıtladığını düşündüğü delilleri de sunar. Davayı gören Paris Yüksek Mahkemesi hükümsüzlük taleplerini haklı bulur ve davalının “J’❤ Paris”, “I ❤ Paris” gibi markalarını yukarıda belirtilen mallar ve hizmetler bakımından kısmen hükümsüz kılar. Mahkemeye göre, markalar ayırt edici nitelikte değildir ve davalı tarafından sunulan kanıtlar kamuoyu anketi içermediğinden aksi durumu ispatlar içerikte değildir.

Davalı bu kararı temyiz eder ve dava bu kez Temyiz Mahkemesi’nde görülür. Temyiz Mahkemesi ilk derece mahkemesinin kararını yerinde bulunca, davalı bu kez Yargıtay nezdinde kararı temyiz eder. Zilberberg’e göre, mahkemeler, hükümsüzlük talebinin konusu markaları, markaların kapsadığı mallar ve hizmetler bakımından değil, marka sahibinin ticari faaliyetinin niteliği ile bağlantılı olarak incelemişlerdir ve karar bu nedenle yerinde değildir.

Fransız Yargıtayı, Şubat 2015’de verdiği kararla kısmi hükümsüzlük kararlarını onar. Yargıtay’a göre, “J’❤ Paris”, “I ❤ Paris” markalarında açık olarak Paris şehrine ilişkin bir mesaj verilmektedir. Ayrıca, inceleme konusu malların – hizmetlerin ortalama tüketicisi, Paris ziyaretinde şehre ilişkin hediyelik eşya almak isteyen yeteri derecede gözlemci ve dikkatli turistlerdir. Bu tüketiciler, inceleme konusu “J’❤ Paris”, “I ❤ Paris” markalarını –marka sahibinin ismi etikette yazılı olsa da-, ticari kaynak bildiren bir işaret olarak algılamayacaklar, dekoratif bir unsur olarak değerlendireceklerdir. “J’❤ Paris”, “I ❤ Paris” işaretlerinin anlamı neredeyse herkes tarafından anlaşılabilir niteliktedir, çünkü ❤ sembolü aşık olmak, sevmek fiilinin karşılığı olarak yaygın biçimde kullanılmaktadır. Bu markalar, bir tişört veya yukarıda sayılan sınıflara dahil mallar üzerinde kullanıldığında, malların ticari kaynağını gösteren bir marka olmaktan ziyade, kullanıcının Paris’i ziyaret ettiğini veya oradan hediye aldığını gösteren ve üzerinde bir şehrin ismini taşıyan bir obje olarak algılanacaktır. Dolayısıyla, “J’❤ Paris”, “I ❤ Paris” markalarının ticari kaynak gösterme işlevini yerine getiren ayırt edici niteliğe sahip işaretler olarak değerlendirilmeleri mümkün değildir. Sonuç olarak Yargıtay hükümsüzlük kararlarını onar.

Bu karar kanaatimizce Paris’teki hediyelik eşya satıcılarına rahat bir nefes aldırmıştır, şöyle ki yukarıda gösterdiğimiz üzere “J’❤ XXX”, “I ❤ XXX” işaretleri son derece popülerdir ve turistler gerek kendileri gerekse de ülkelerindeki yakınları için sıklıkla bu işaretleri taşıyan ürünleri tercih etmektedir. Kanaatimizce, bu tip markaların kullanım biçimleri esas alındığında, ayırt edici nitelikte olmayan slogan veya dekoratif unsurlar oldukları sonucuna ulaşmak çok zor değildir. Benzer nitelikte örnekler çoğaltılabilir ve turistik sloganlardan veya turistlere yönelik dekoratif unsurlardan oluşan markaların tescil edilmesi talepleri hakkında daha detaylı bir değerlendirme yapılması yerinde olacaktır.

Önder Erol Ünsal

Şubat 2015

unsalonderol@gmail.com

Avrupa Birliği Adalet Divanı “Tripp Trapp” Kararı (C-205/13) – Ürünlerin Doğasından Kaynaklanan veya Ürünlere Esasa İlişkin Değer Katan Şekillerin Marka Olarak Tescili Taleplerine Yönelik Değerlendirme

tripptrapp2

Avrupa Birliği Adalet Divanı (ECJ), 18 Eylül 2014 tarihinde bir ürünün fonksiyonlarının gerçekleştirilmesi için gerekli olan ve ürüne esasa ilişkin değer katan şekillerden oluşan ve başka bir ayırt unsur içermeyen markaların değerlendirilmesine ilişkin olarak C-205/13 sayılı bir ön yorum kararı vermiştir. Karar metninin http://curia.europa.eu/juris/document/document.jsf;jsessionid=9ea7d2dc30dd0e7747b70be64274a519f59d7766a129.e34KaxiLc3qMb40Rch0SaxuPaxv0?text=&docid=157848&pageIndex=0&doclang=EN&mode=lst&dir=&occ=first&part=1&cid=350266 bağlantısından görülmesi mümkündür.
2008/95 sayılı AB Marka Direktifi’nin 3(1)(e) paragrafının değerlendirilmesine yönelik ön yorum kararı, paragrafın ulusal mevzuatımızda eşdeğeri olan 556 sayılı Markaların Korunması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname’nin 7/1-(e) bendinin ne şekilde değerlendirilmesi gerektiği yönünde yorumları da kapsadığından kanaatimizce dikkatle değerlendirilmelidir.
C-205/13 sayılı ön yorum kararının arka planı, ECJ’e yöneltilen sorular ve ECJ değerlendirmesi takip eden şekilde özetlenebilir:
Peter Opsvik, “Tripp Trapp” adını verdiği bir çocuk sandalyesi tasarlar. Sandalye, çerçeveyi oluşturan L şeklinde direklerden ve sürgülü plakalardan, sandalyeyi oluşturan parçaların birbirine bağlanmasını sağlayan eğimli direklerden oluşmaktadır. ECJ’e ön yorum kararına konu soruyu ileten Hollanda Yüksek Mahkemesi’ne göre bu özel şekil sandalyeye yüksek oranda orijinallik kazandırmaktadır.
Sandalye tasarımı çok sayıda ödül kazanmış, büyük övgülere mazhar olmuş ve müzelerde sergilenmiştir. “Tripp Trapp” sandalyesi 1972 yılından bu yana “STOKKE A/S” tarafından özellikle İskandinav piyasasında ve 1995 yılından bu yana Hollanda’da pazarlanmaktadır.
“HAUCK GMBH & CO. KG” çocuk malzemeleri üretimi, dağıtımı ve satımı konusuyla iştigal etmektedir, firmanın ürünleri arasında “Alpha” ve “Beta” adını verdiği iki sandalye yer almaktadır.
“STOKKE A/S”, 08/05/2008 tarihinde aşağıda şekline yer verilen üç boyutlu markayı tescil ettirmek amacıyla “Benelüks Fikri Mülkiyet Ofisi (BOIX)”ne başvuruda bulunur. BOIX markayı “sandalyeler, özellikle çocuklar için yüksek sandalyeler” malları için tescil eder.

 

tripptrapp

 

Bu esnada, Almanya’da, “STOKKE A/S” ve “HAUCK GMBH & CO. KG” arasında görülen bir davada “Hamburg Yüksek Bölge Mahkemesi”, “Tripp Trapp” sandalyesinin Alman Telif Hakkı Kanunu çerçevesinde korunduğu ve “Alpha” sandalyesinin bu telif hakkına tecavüz ettiği yönünde karar verir.
“Stokke ve diğerleri” (STOKKE A/S, STOKKE NEDERLEND BV, PETER OPSVIK, PETER OPSVIK A/S), Hollanda’da “The Hague Bölge Mahkemesi” nezdinde “HAUCK GMBH & CO. KG” (bundan sonra “Hauck” olarak anılacaktır)’ye karşı dava açar. “Stokke ve diğerleri” nin iddiası, “Hauck”un “Alpha” ve “Beta” sandalyelerinin “Tripp Trapp” sandalyesinden kaynaklanan telif haklarına, BOIX’de tescilli markaya tecavüz ettiğidir. “Hauck” buna karşılık olarak, Stokke’nin BOIX’de tescil ettirdiği markanın hükümsüz kılınması talebiyle dava açar.
“The Hague Bölge Mahkemesi”, “Stokke ve diğerleri”nin taleplerini kabul eder, ancak bununla birlikte “Hauck”un BOIX’de tescilli markanın iptali talepli karşı argümanını da kabul eder.
“Hauck” bu kararı “The Hague Temyiz Mahkemesi” nezdinde temyiz eder. Temyiz Mahkemesi, “Tripp Trapp” sandalyesi şeklinin telif haklarıyla korunduğu ve “Alpha” ve “Beta” sandalyelerinin kullanımı suretiyle “Hauck”un 1986-1999 yılları arasında “Stokke ve diğerleri”nin haklarına tecavüz ettiği kararına ulaşır.
Temyiz Mahkemesi, buna ilaveten, “Tripp Trapp” sandalyesinin şeklinin ürüne esasa ilişkin değer kattığı ve şeklin ürünün doğasından (güvenli, konforlu, rahat bir çocuk sandalyesi) kaynaklandığı, bu çerçevede, tescilli markayı oluşturan şeklin marka direktifinin 3(1)(e) maddesinin (1). ve (3). bentlerinde sayılan ret ve hükümsüzlük gerekçeleri kapsamına girdiği yönünde karar verir. Dolayısıyla, Temyiz Mahkemesi’ne göre üç boyutlu markanın hükümsüz kılınması yönündeki karar yerindedir.
Bu karara karşı hem “Hauck”, hem de “Stokke ve diğerleri” temyiz yolunu kullanır. Hollanda Yüksek Mahkemesi, “Hauck”un talebini reddeder, ancak “Stokke ve diğerleri”nin talebiyle ilgili olarak, Avrupa Birliği Adalet Divanı’na takip eden soruların ön yorum kararıyla cevaplandırılması istemiyle başvuruda bulunur:
1. (a) Marka Direktifi madde 3(1)(e)’nin ilk bendinde yer alan ret veya hükümsüzlük gerekçesi, yani, ürünlerin doğasından kaynaklanan şekillerden münhasır biçimde oluşan markaların reddedileceği veya hükümsüz kılınacağı yönündeki hüküm, ürünlerin fonksiyonları bakımından vazgeçilmez nitelikteki şekillere uygulanabilir mi veya bu hüküm aynı zamanda müşterilerin rakiplerin mallarında muhtemelen arayabilecekleri bir veya birden fazla esasa ilişkin fonksiyonel özelliğin varlığı durumunda da uygulanabilir mi?
(b) Eğer bu alternatiflerin her ikisi de doğru değilse, hüküm hangi şekilde yorumlanmalıdır?
2. (a) Marka Direktifi madde 3(1)(e)’nin üçüncü bendinde yer alan ret veya hükümsüzlük gerekçesi, yani, ürünlere esasa ilişkin değer katan şekillerden münhasır biçimde oluşan markaların reddedileceği veya hükümsüz kılınacağı yönündeki hüküm, kamunun ilgili kesiminin alım kararının temelinde yatan gerekçe veya gerekçelere atıf yapmakta mıdır?
(b) Yukarıda belirtilen hükümde yer alan “mallara esasa ilişkin değer katan şekil” hali, yalnızca, diğer değerler (incelenen vakada yüksek çocuk sandalyelerinin sağlamlığı, konforu ve güvenirliği) ile karşılaştırıldığında şeklin ana veya baskın değeri oluşturduğu kanaatine varılması durumunda mı ortaya çıkar, yoksa bu değere ek olarak, üründe yer alan diğer değerlerin de esasa ilişkin olması halinde mi oluşur?
(c) 2(a) ve 2(b) numaralı sorular yanıtlanırken, kamunun ilgili kesiminin çoğunluğunun görüşü mü belirleyicidir, yoksa, mahkeme hükümde geçen “esasa ilişkin” değeri tespit ederken, kamunun bir bölümünün görüşünün yeterli olduğu yönünde karar verebilir mi?
(d) 2(c) numaralı sorunun yanıtına yönelik olarak sonraki seçenek geçerliyse, kamunun hangi orandaki kesiminin görüşünün gerekli olduğu tespit edilirken dikkate alınacak şartlar nelerdir?
3. Marka Direktifi madde 3(1)(e) hükmü, hükümde yer alan gerekçenin, markayı oluşturan şekil açısından birinci bent anlamında ortaya çıkması ve aynı zamanda, aynı maddenin üçüncü bendi bakımından da geçerli olması halinde, bir arada uygulanabilir mi?
Adalet Divanı oldukça karmaşık cümlelerden kurulu, anlaşılması (ve çevirisi) oldukça güç soruları takip eden biçimde yorumlamış ve yanıtlamıştır. Yazar, bu aşamadan sonra, konunun özünün daha iyi aktarılabilmesi amacıyla karmaşık cümlelerden olabildiğince kaçınacak ve konunun ana fikrini aktarmaya gayret edecektir.
ECJ ilk olarak birinci soruyu yanıtlamıştır:
Adalet Divanı’na göre, Hollanda Yüksek Mahkemesi ilk sorusuyla, Marka Direktifi madde 3(1)(e)’nin ilk bendinde yer alan ret gerekçesinin yalnızca ürünlerin fonksiyonları bakımından vazgeçilmez nitelikteki şekillerden oluşan işaretlere mi uygulanacağını veyahut hükmün uygulama kapsamı içerisinde, müşterilerin rakiplerin mallarında arayabilecekleri, ürünün fonksiyonlarına ilişkin bir veya birden fazla özelliği de içeren şekillerin de bulunup bulunmadığını sormaktadır.
Direktif madde 3(1)(e)’ye göre, malların kendi doğasından kaynaklanan şekillerden münhasır biçimde oluşmuş şekiller tescil edilmeyecek veya tescil edilmişlerse hükümsüz kılınabilecektir.
Adalet Divanı’nın önceki içtihadında çok kez belirtildiği üzere, marka direktifinin 3. maddesinde yer alan ret nedenleri her birinin temelinde yatan kamu yararı dikkate alınarak yorumlanmalıdır.
Divanın önceki kararları çerçevesinde, Direktif madde 3(1)(e)’nin bir ret gerekçesi olarak düzenlenmesinin nedeni, ürün kullanıcılarının rakip şirketlerin ürünlerinde de aramaları muhtemel olan teknik çözümlere veya işlevsel özelliklere ilişkin olarak, tek bir kişiye marka tescili yoluyla tekel hakkı verilmesini önlemektir.
Direktif madde 3(1)(e)’nin ikinci bendinde yer alan işlevsel şekiller hakkındaki ve üçüncü bendinde yer alan mala esasa ilişkin değer katan şekiller hakkındaki tescil yasağının amacı, Avrupa Birliği mevzuatı çerçevesinde belirli sürelerle korunan diğer haklara (patent, tasarım, vb.) sağlanan korumanın, münhasır ve kalıcı haklar sağlayan marka tescili yoluyla belirsiz sürelerle uzatılmasını engellemektir. Adalet Divanı’na göre Direktif madde 3(1)(e)’nin birinci bendinin amacı da aynıdır ve aynı şekilde yorumlanmalıdır.
Dolayısıyla, Direktif madde 3(1)(e)’nin birinci bendinde düzenlenen ret nedeninin ortaya çıkıp çıkmadığı araştırılırken, her vakada ilk olarak işaretin esasi özellikleri (önemli unsurları) tespit edilmeli, bu özelliklerin işaretin oluşturduğu bütüncül izlenime etkisi ve işareti oluşturan her unsur sırayla değerlendirilmelidir.
Direktif madde 3(1)(e)’nin birinci bendinde yer alan ret gerekçesi, malların şeklinden oluşan bir başvuruda yer alan ve malların jenerik işleviyle ilişkisi olmayan bir diğer unsurun, örneğin dekoratif veya hayal ürünü bir unsurun, başvuruda önemli ve esasa ilişkin bir rol oynaması durumunda uygulanamaz.
Direktif madde 3(1)(e)’nin birinci bendinin amacı, inceleme konusu malların işlevlerine ilişkin olarak vazgeçilmez nitelikte olan şekillerden münhasır biçimde oluşan markaların reddedilmesi iken, ürünlerin üreticilerinin şekle kendi kişisel esasi katkılarını yapmalarını engellemek, ret gerekçesinin objektif amaçlarının uygulanmasını engelleyecektir.
Bu yöndeki bir yorum, belirtilen ret gerekçesinin yalnızca, (i) doğal biçimde yetişen ürünlerle, (ii) biçimleri yasal olarak belirlenmiş ürünlerle, sınırlı olarak uygulanmasını sağlayacaktır ki, bu tip şekiller ayırt edici olmadıkları için zaten tescil edilebilir nitelikte değildir.
Direktif madde 3(1)(e)’nin birinci bendinde yer alan ret gerekçesi uygulanırken, “malların doğasından kaynaklanan şekil” kavramı, malların jenerik fonksiyon veya fonksiyonlarıyla ilgili esasi özellikleri ayrılmaz doğası gereği barındıran şekillerin tescili taleplerinin de reddedileceği biçiminde yorumlanmalıdır.
Yukarıda belirtilen tipteki özelliklerin tek bir ekonomik aktör adına tescil edilmesi, rakip firmaların mallarına, malların kullanım amacına uygun biçimler vermelerini zorlaştıracaktır. Bunun ötesinde, malların aynı veya benzer işlevleri yerine getirdikleri dikkate alındığında, bu tip esasa ilişkin özelliklerin müşterilerin diğer firmaların ürünlerinde de arayacakları özellikler olduğu açıktır.
Sonuç olarak ilk soruya verilen yanıt; “Direktif madde 3(1)(e)’nin birinci bendinde düzenlenen ret gerekçesi, ürünün jenerik fonksiyon veya fonksiyonlarına ilişkin olarak bir veya birden fazla sayıdaki ve tüketicilerin ticari rakiplerin ürünlerinde arayacakları nitelikteki esasa ilişkin özellikleri içeren, münhasıran ürün şeklinden oluşan işaretlere uygulanabilir şeklinde yorumlanmalıdır.” olarak ortaya çıkmıştır.
ECJ takiben ikinci soruyu yanıtlamıştır:
Adalet Divanı’na göre, Hollanda Yüksek Mahkemesi ikinci sorusuyla, Marka Direktifi madde 3(1)(e)’nin üçüncü bendinde yer alan ret gerekçesinin, birkaç özelliğe sahip bir ürünün şeklinden münhasıran oluşan bir işarette, şekillerden her birinin ürüne esasa ilişkin değer katması durumunda uygulanıp uygulanamayacağını ve bu değerlendirme yapılırken ürün şekline ilişkin olarak hedef tüketici grubunun algısının dikkate alınmasının gerekli olup olmadığını sormaktadır.
Divana göre, soruyu yönelten mahkemenin kuşkuya düştüğü nokta, “Tripp Trapp” sandalyesinin şeklinin ürüne önemli bir estetik değer verdiği düşünülse de, sandalye şeklinin aynı zamanda emniyet, rahatlık, güvenilirlik gibi özellikleri bağlamında da esasa ilişkin işlevsel değer içermesidir. Bu bağlamda soruyu yönelten mahkeme Marka Direktifi madde 3(1)(e)’nin üçüncü bendinin uygulama alanına ilişkin olarak soru yöneltmiştir.
Bir ürün şeklinin ürüne esasa ilişkin değer kattığını kabul etmek, diğer özelliklerin ürüne önemli değer katamayacağı anlamına gelmemektedir.
“Mallara esasa ilişkin değer katan şekil” kavramı sadece artistik veya süs olarak değer içeren ürün şekilleriyle sınırlanamaz, şöyle ki böyle bir kabul durumunda, asli işlevsel özelliklerin yanında önemli bir estetik özellik içeren ürünlerin bu kapsamda değerlendirilememesi riski ortaya çıkacaktır. Böyle bir durumda, hükmün amacına aykırı olarak, tescilli markanın sahibine sağladığı haklar bağlamında,  ürünlerin esasa ilişkin özellikleri üzerinde marka sahibinin tekel kurması hali ortaya çıkacaktır.
Hedef tüketici kitlesinin etkisi hususunda, Adalet Divanı, hedef kitlenin algısının dikkate alındığı (ayırt edici niteliğin varlığı ile ilgili) Direktif madde 3(1)(b) hükmünün tersine, Direktif madde 3(1)(e) bakımından hedef tüketici kitlesinin algısına yönelik bir değerlendirmenin zorunlu olmadığı görüşündedir.
Ortalama tüketicinin işarete ilişkin varsayılan algısı, Direktif madde 3(1)(e)’nin üçüncü bendi çerçevesinde düzenlenen ret gerekçesi uygulanırken sonuç üzerinde belirleyici bir etken değildir, bununla birlikte, söz konusu işaretin asli özelliklerinin yetkili makamlar tarafından belirlenmesi aşamasında değerlendirme kriteri olarak kullanılabilir.
Bu yönde değerlendirme yapılırken, ilgili malların niteliği, inceleme konusu şeklin artistik değeri, şeklin ilgili piyasada yaygın biçimde kullanılan diğer şekillerden farkları, benzer mallara ilişkin önemli derecedeki fiyat farkı ve inceleme konusu ürünün estetik özelliklerinin vurgulanmasına yönelik bir promosyon stratejisinin geliştirilmesi gibi diğer değerlendirme kriterleri de dikkate alınabilir.
Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında ikinci soruya verilen cevap, “Direktif madde 3(1)(e)’nin üçüncü bendinde düzenlenen ret gerekçesi, birkaç özelliğe sahip bir ürünün şeklinden münhasıran oluşan bir işarette, şekillerden her birinin ürüne esasa ilişkin değer katması durumunda uygulanabilir. Hedef kitlenin ürünün şekline ilişkin algısı, belirtilen ret gerekçesinin uygulanabilir olup olmadığını değerlendirirken kullanılabilecek değerlendirme kriterlerinden sadece birisidir.” şeklindedir.
ECJ son olarak Hollanda Yüksek Mahkemesi’nin üçüncü sorusunu yanıtlamıştır:
Adalet Divanı’na göre, Hollanda Yüksek Mahkemesi üçüncü sorusuyla, Marka Direktifi madde 3(1)(e)’nin birinci ve üçüncü bentlerinde yer alan ret gerekçelerinin bir arada uygulanıp uygulanamayacağını sormaktadır.
Marka Direktifi madde 3(1)(e) hükmü kapsamında, münhasıran malların doğasından kaynaklanan şekillerden oluşan veya bir teknik sonucu elde etmek için gerekli olan malların şeklinden oluşan veya mallara esasa ilişkin değer katan şekillerden oluşan işaretler tescil edilmeyecek veya tescil edilmişlerse hükümsüz kılınabilecektir.
Hükmün içeriğinden anlaşılacağı üzere her üç ret nedeni de birbirinden bağımsız niteliktedir ve ret gerekçelerine birbirini takip eden ayrı bentler halinde yer verilmesi ve münhasıran ibaresiyle birleştirilmiş olmaları bu ret gerekçelerinin birbirlerinden bağımsız şekilde uygulanmaları gerektiğini göstermektedir.
Bu çerçevede, Marka Direktifi madde 3(1)(e) kapsamında yer verilen ret nedenlerinin herhangi birisinin ortaya çıkması halinde, münhasıran bir ürünün şeklinden veya ürün şeklinin grafik gösteriminden ibaret olan işaret tescil edilmeyecektir.
Dolayısıyla, inceleme konusu işaretin birkaç ret gerekçesi kapsamında reddedilmesi, belirtilen ret gerekçelerinden birisi işarete tamamen uygulandığı sürece mevzu konusu olmayacaktır.
Buna ilaveten, Marka Direktifi madde 3(1)(e) kapsamında düzenlenen ret gerekçesinin altında yatan kamu yararı amacı, hüküm kapsamında yer alan ret nedenlerinin herhangi birisi tam olarak uygulanabilir olmadığı sürece, başvurunun reddedilmesine engel teşkil edecektir.
Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında üçüncü soruya verilen cevap, “Direktif madde 3(1)(e)’nin birinci ve üçüncü bentlerinde düzenlenen ret gerekçeleri bir arada uygulanamaz.” şeklindedir.
Sonuç olarak, Adalet Divanı’nın Hollanda Yüksek Mahkemesi’nin sorularına verdiği yanıtlar takip eden biçimdedir:
1. Topluluk Marka Direktifi madde 3(1)(e)’nin birinci bendinde düzenlenen ret gerekçesi, ürünün jenerik fonksiyon veya fonksiyonlarına ilişkin olarak bir veya birden fazla sayıdaki ve tüketicilerin ticari rakiplerin ürünlerinde arayacakları nitelikteki esasa ilişkin özellikleri içeren, münhasıran ürün şeklinden oluşan işaretlere uygulanabilir, şeklinde yorumlanmalıdır.  
2. Topluluk Marka Direktifi madde 3(1)(e)’nin üçüncü bendi kapsamında düzenlenmiş ret gerekçesi, birkaç özelliğe sahip bir ürünün şeklinden münhasıran oluşan bir işarette, şekillerden her birinin ürüne esasa ilişkin değer katması durumunda uygulanabilir, şeklinde yorumlanmalıdır. Hedef kitlenin ürünün şekline ilişkin algısı, belirtilen ret gerekçesinin uygulanabilir olup olmadığını değerlendirirken kullanılabilecek değerlendirme kriterlerinden sadece birisidir.

3. Topluluk Marka Direktifi madde 3(1)(e) hükmü, hükmün birinci ve üçüncü bentleri kapsamında düzenlenmiş ret gerekçeleri bir arada uygulanamaz, şeklinde yorumlanmalıdır.
Adalet Divanı, C-205/13 sayılı kararıyla Marka Direktifi’nin 3(1)(e) bendinin uygulama alanını iyice netleştirmiş ve maddeye ilişkin belirsizlikleri ortadan kaldırmıştır.
İtiraf etmek gerekirse, sitemi yazmaya başladığım üç yılı aşkın süre içerisinde kendi çevirimlerle aktarmaya çalıştığım 100’ü aşkın yabancı mahkeme ve ofis kararı içerisinde çeviri olarak beni en çok zorlayan karar, bu yazı kapsamında aktarmaya çalıştığım C-205/13 sayılı Adalet Divanı kararı oldu. Kararı ilk okuduğumda bu zorluğun farkına vardığımdan yazıya başlamayı Eylül 2014’ten bu yana sürekli erteledim, bununla birlikte sürekli elimin altında durarak beni tetikleyen kararı 28 Ocak 2015 günü itibarıyla yazmaya niyetlendim. Karşılaştığım zorluk, kararda kullanılan ifadelerin belirsizliğinin yanısıra, kararın konusu Direktif 3(1)(e) maddesinin ve bunun Türk mevzuatındaki karşılığı olan 556 sayılı KHK 7/1-(e) bendinin uygulamada sıklıkla karşılaşılan ret gerekçeleri olmamasından, dolayısıyla konuyu benim de çok içselleştirmemiş olmamdan kaynaklandı. Bu noktada, karara ilişkin fazlaca yorum yapmadan değerlendirmeyi okuyuculara bırakıyor ve kararı biraz olsun anlaşılabilir biçimde aktarabilmiş olmayı umut ediyorum.
Önder Erol Ünsal
Ocak 2015
unsalonderol@gmail.com

 

“Je Suis Charlie” Sloganının Marka Olarak Tescil Edilmesi Talepleri – Konu Hakkında OHIM ve INPI Duyuruları

jesuischarlie

Toplumu sarsan politik olaylara veya şiddet eylemlerine karşı oluşan halk tepkisi kimi zaman olayla özdeşleşmiş sloganları da ortaya çıkarmaktadır. Kimin ortaya çıkardığı genellikle belli olmayan bu tip sloganlar anonim nitelik kazanmakta ve politik duruşu simgeleyen genel ifadeler niteliği kazanmaktadır.

Topluma mal olmuş politik sloganların marka olarak tescil edilmesi talepleri ile son yıllarda sıklıkla karşılaşılmaktadır. IPR Gezgini’nde benzer örnek olayları incelediğimiz önceki tarihli birkaç yazı mevcuttur. “Boston Strong” ve “Occupy Wall Street” sloganlarını içeren markalara ilişkin Amerika Birleşik Devletleri Patent ve Marka Ofisi (USPTO) değerlendirmelerini açıklayan yazının http://wp.me/p43tJx-bt bağlantısından, daha güncel bir olay olan “Eric Garner”ın ölümünün ardından A.B.D.’nde gerçekleşen siyahi ayaklanmasına ilişkin “I can’t Breathe” sloganının marka olarak tescil edilmesi talebinin aktarıldığı yazının ise http://wp.me/p43tJx-gv bağlantısından incelenmesi mümkündür.

2015 yılına ilişkin iyimser beklentileri yeni yılın ilk haftasında ortadan kaldıran ve ülkemizin de derinden hissettiği politik ve toplumsal sarsıntıları fişekleyen 7 Ocak 2015 Paris katliamı da kendi sloganını, yani “Je suis Charlie”yi yaratmıştır.

“Je suis Charlie” sloganı Türkçe’ye “Ben Charlie’yim” şeklinde çevrilebilir. Sloganın vermek istediği mesaj oldukça basit olmakla birlikte, söz konusu mesaj bu yazının konusu değildir. Yazının konusu, “Je suis Charlie” sloganını marka olarak tescil ettirmek için yapılan başvurular ve İç Pazarda Harmonizasyon Ofisi (OHIM) ile Fransız Ulusal Fikri Mülkiyet Enstitüsü (INPI)’nün bu tip başvurulara karşı internet sitelerinden yaptığı, bugüne dek benzerine rastlanmamış uyarı yazılarıdır.

“Boston Strong”, “Occupy Wall Street”, “I can’t Breathe” sloganlarının marka olarak tescili taleplerini değerlendirdiğimiz önceki yazılardan anlaşılacağı üzere, bu satırların yazarı, toplumsal nitelik kazanmış sloganların marka olarak tescili taleplerini, slogana sahip çıkma şeklinde ortaya çıkan “masumane” istekler olarak değil, topluma mal olmuş sloganları ticarileştirerek üzerlerinden maddi çıkar elde etme stratejisi olarak değerlendirmekte ve durumu etik bulmamaktadır. Etik açıdan değerlendirmeyi her okurun kendisine bırakarak, bu aşamada “Je suis Charlie” sloganının tescili taleplerinin detaylarını aktarmaya başlamak yerinde olacaktır.

“Je suis Charlie” sloganının marka olarak tescil edilmesi ile ilgili ilk talep Benelüks Marka Ofisi (BOIP)’ne yapılmıştır. Hollanda, Belçika ve Lüksemburg devletlerinin ortak marka tescil ofisi olan BOIP’e yapılan başvuru 8 Ocak 2015 tarihlidir ve bu tarih katliamın hemen bir gün sonrasına karşılık gelmektedir. (Bu satırların yazarı, başvuru tarihini gördüğünde kanının çekildiğini hissetmiştir, ticari kazanç için insanlıktan çıkmak bu olsa gerek diye düşünmemek elde değil.)

jesuischarlie.benelüks

Sloganın marka olarak tescil edilmesi talebi takip eden günlerde haberleşmiş ve büyük tepki toplamıştır. Tepkilerin sonucunda, başvuru sahibi Belçikalı “Yanick Uytterhaegen” başvurusunu 14 Ocak 2015 tarihinde geri çekmiştir.

Uytterhaegen başvurusunu geri çekme kararından önce, “The Independent” gazetesine açıklamalarda bulunmuş ve markayı tescil ettirme talebine ilişkin niyetini açıklamıştır (http://www.independent.co.uk/news/world/europe/charlie-hebdo-belgian-seeking-to-trademark-je-suis-charlie-says-he-wants-to-help-victims-9975783.html .

Uytterhaegen’e göre; “Je suis Charlie, Dior, Guess veya Adidas gibi bir markadır. Birçok büyük markanın ürünlerini satmak için Je suis Charlie ifadesini kullanmak isteyeceklerini tahmin ediyorum.”

Bununla birlikte Uytterhaegen, slogandan ticari kullanımından kazanç elde etmek peşinde olmadığını da ifade etmiştir: “Bu korkunç terörist saldırının kurbanlarına yardım etmek için bir şeyler yapmak istedim. Je suis Charlie markasının lisansını vererek derginin para kazanmasına ve faaliyetine devam etmesine yardım etmeyi arzuluyorum. Ürünlerden elde edeceğim paranın Charlie Hebdo’ya ve kurbanların ailelerine gitmesini istiyorum.”

Uytterhaegen’in ulvi açıklamaları bununla da sınırlı kalmamıştır: “Sloganın, benim yapmak istediklerimden farklı şeyleri planlayan kişilerin eline geçmesini istemedim. Charlie Hebdo ile iletişime geçeceğim… Sloganı ürünleri üzerinde kullanmak isteyen büyük markalara satabiliriz. Ürünler için çalışan kişiler gelir elde edecek, ama finansal gelirin bir bölümü Charlie Hebdo’ya gidecek.

Uytterhaegen’in açıklamaları kimseyi tatmin etmemiş olacak ki, Uytterhaegen bu açıklamalardan bir gün sonra, 14 Ocak 2015 tarihinde tepkilere dayanamayarak başvurusunu geri çekmiştir.

Fransa’da da “Je suis Charlie” sloganının marka olarak tescil edilmesi talepleriyle karşılaşılmıştır. Fransa’da başvuruları yapan kişilerin isimleri belirtilmemiş olsa da, marka tescilinden sorumlu Fransız Ulusal Fikri Mülkiyet Enstitüsü (INPI) internet sitesinden 13 Ocak 2015 tarihinde resmi bir açıklama yapmış ve bu sloganın tescili için yapılmış talepleri reddettiğini açıklamıştır.

jesuischarlieinpi

 

http://www.inpi.fr/fr/l-inpi/espace-presse/communiques-de-presse/detail-communique/article/marque-je-suis-charlie-5968.html?cHash=29c53578373d677cdc62bca45557f40f adresinden incelenebilecek açıklama takip eden ifadeleri içermektedir: “7 Ocak’tan bu yana “Je suis Charlie” sloganından oluşan veya bu slogana atıfta bulunan çok sayıda marka tescil başvurusu alınmıştır. INPI, ayırt edicilik kriterini yerine getirmedikleri gerekçesiyle bu başvuruları tescil etmeme kararı almıştır. Esasen, toplumun bu sloganı yaygın kullanımı dikkate alındığında, bu slogana tek bir ekonomik aktör tarafından sahip olunamayacaktır.”

Avrupa Birliği nezdinde geçerli bölgesel tesciller yapmaya yetkili İç Pazarda Harmonizasyon Ofisi (OHIM)’in açıklaması ise 16 Ocak 2015 tarihinde gelmiştir.

jesuischarlieohim

 

https://oami.europa.eu/ohimportal/en/web/guest/news/-/action/view/1787585 adresinden görülebilecek açıklamaya takip eden içeriktedir: “OHIM politikası kural olarak, inceleme esnasında veya başvurunun ve tescilin herhangi bir aşamasında, marka veya tasarım başvuruları hakkında herhangi bir yorum yapmamaktır. Bununla birlikte, “Je suis Charlie” markasının tesciline ilişkin fikri mülkiyet tartışmaları kamu yararının ön planda tutulmasını gerektirir niteliktedir. Dolayısıyla, Topluluk Markalarının incelenmesine ilişkin OHIM karar kılavuzu (Bölüm B, Kısım 4) uyarınca, “Je suis Charlie” ibaresinden oluşan veya bu ibareyi içeren markaların tescili talepleri, muhtemelen, Topluluk Marka Tüzüğü madde 7(1)(f) bendi uyarınca “kamu düzenine veya genel kabul gören ahlak ilkelerine aykırılık” gerekçesiyle ve aynı zamanda 7(1)(b) bendi uyarınca “ayırt edici nitelikten yoksunluk” gerekçesiyle reddedilecektir.”

OHIM açıklamasında da belirtildiği üzere, OHIM’in incelenmemiş başvurular hakkında inceleme öncesi yorum yapması veya kararını önceden ifşa etmesi şu ana dek karşılaşılmış bir durum değildir. Açıklamada “muhtemelen” kelimesine yer verilmiş olmakla birlikte, açıklamadan OHIM’in bu tip başvuruları reddedeceği net olarak anlaşılmaktadır.

Önceden benzeri görüImemiş INPI, OHIM açıklamaları ve Benelüks Ofisi’ne yapılan başvurunun geri çekilmesi (başvuru sahibinin tepkiler sonrası muhtemelen başvuruyu zorunlu olarak geri çekmesi), “Je suis Charlie” sloganının Avrupa için ne denli önemli hale geldiğinin ve katliama karşı Avrupa halkı ve kurumları nezdinde oluşmuş tepkinin göstergesi olarak değerlendirilmelidir.

Atlantik ötesine gidilecek olursa, bir “Je suis Charlie” başvurusu da A.B.D.’nde karşımıza çıkmaktadır. 9 Ocak 2015 tarihli başvurunun detayları http://tsdr.uspto.gov/#caseNumber=86499802&caseType=SERIAL_NO&searchType=statusSearch bağlantısında yer almaktadır.

USPTO’nun “Boston Strong” ve “Occupy Wall Street” sloganlarını içeren markalara ilişkin ret kararları göz önüne alındığında, “Je suis Charlie” başvurusunun USPTO tarafından reddedilmesi kanaatimizce sürpriz olmayacaktır.

“Je suis Charlie” sloganının neden bu denli iştah kabartıcı olduğu konusunda, http://www.worldtrademarkreview.com/blog/Detail.aspx?g=d4bcc4d6-b033-4740-9bfb-5d4c81b59490 bağlantısından edindiğim bir veriyi okuyucularla paylaşmak yerinde olacaktır. 14 Ocak 2015 tarihi itibarıyla (yani saldırıdan yalnızca 1 hafta sonra), “Je suis Charlie” sloganıyla ilgili olarak eBay’da 5500, Amazon’da 550, Etsy’de 350, Alibaba’da 50 parça ürün satışa sunulmuş durumdadır.

“Je suis Charlie” sloganını saldırıdan 30 dakika sonra yaratarak, Twitter’da paylaşan “Joachim Roncin” ise gelişmelerden dolayı son derece üzgündür. http://www.parismatch.com/Actu/Societe/Joachim-Roncin-Recuperer-mon-logo-pour-le-fric-c-est-honteux-686816 bağlantısından görülebilecek habere göre Roncin, “…İnsanlar delirmiş olmalı ne yaptıklarını düşünmüyorlar. “Je suis Charlie”yi ticari amaçlarla kullanmak utanç verici. Benimle temasa geçenler, reddettiğim talepleri sunanlar oldu.” Roncin, yeni bir tweet’inde “Mesaj ve şekil serbestçe kullanılabilir, ancak ticari kullanımı esefle karşılıyorum.” ifadelerini kullanmıştır.

Türk Patent Enstitüsü (TPE) online kayıtlarına bakılacak olursa, bu yazının hazırlandığı tarih itibarıyla Türkiye’de henüz “Je suis Charlie” sloganının marka olarak tescili için başvuruda bulunulmamış durumdadır. Türkiye’de bu sloganın marka olarak tescil edilmesinin, marka sahibine finansal kazanç sağlayıp sağlamayacağı oldukça şüpheli olduğundan, bu başvurunun henüz yapılmamış olması kanaatimizce normaldir. Buna karşılık, anonim hale gelmiş politik sloganların, politik olayların isimlerinin, siyasi parti lideri sözlerinin, siyasi proje isimlerinin üçüncü kişilerce marka olarak tescili talepleriyle Türkiye’de sıklıkla karşılaşıldığından, “Je suis Charlie” sloganının tescili talebinin ülkemizde de yapılması sürpriz olmayabilir.

Marka incelemesinin kendi dinamikleri olan, durağan biçimde değerlendirilmesi mümkün olmayan ve günlük yaşamla içiçe geçmiş bir alan olduğunun bir diğer kanıtı da “Je suis Charlie” sloganının tesciline ilişkin olarak olaydan yalnızca bir hafta sonra gerçekleşen bu tartışma ve gelişmelerdir. Konunun okuyuculara ilginç geldiğini umuyorum.

Önder Erol Ünsal

Ocak 2015

unsalonderol@gmail.com

USPTO Temyiz Kurulu “THE SLANTS” Kararı – Irkları Aşağılayıcı Terimlerin Marka Olarak Tescili Mümkün müdür?

slants3

 

2015 yılının ilk yazısı için seçtiğim konu, Amerika Birleşik Devletleri (A.B.D.)’nde görülmekte olan, bana oldukça ilgi çekici gelen ve henüz sonuçlanmamış “THE SLANTS” davası.

Davanın detaylarına geçmeden önce, “SLANTS” kelimesinin A.B.D.’nde sokak dilindeki karşılığının “çekik gözlüler” veya “çekikler” olduğu ve kelimenin “Asya kökenli kişilerin gözlerinin şekline atıfta bulunarak onları aşağılamak amacıyla kullanılan” argo bir terim niteliğinde olduğu belirtilmelidir.

Davanın ilginç yönü, başvuruyu yapan ve ilgili müzik grubunun kurucusu olan kişinin ve grubun diğer üyelerinin Asya kökenli kişiler olmasıdır. Başvuru sahibinin ifadeleri kullanılacak olursa: “İnsanların bizim hakkımızda düşündükleri, “çekik gözlü” gibi kalıp yargılara sahip çıkmak ve onların sahibi olmak istiyoruz. Asyalı olmaktan dolayı onur duyuyoruz ve bu hususu saklamayacağız. Asyalı camiasından aldığımız tepki her zaman olumlu oldu.” Bir diğer deyişle, bu davayı ilginç kılan yön, başvuru sahibinin bu terim kullanılarak aşağılandığı varsayılan kişiler arasında bulunması, terimi bu yönüyle sahiplenmek istemesi ve aşağılandığı öne sürülen grup içerisinde yer aldığından başvurunun aşağılayıcı bir terim olarak kabul edilmemesi gerektiğini öne sürmesidir.

Başvuru sahibi “Simon Shiao Tam”, 14/11/2011 tarihinde “THE SLANTS” markasının tescil edilmesi talebiyle A.B.D. Patent ve Marka Ofisi (USPTO)’ne başvuruda bulunur. Başvurunun kapsamında “Sınıf 41: Bir müzik grubu tarafından canlı performanslar yoluyla sağlanan eğlence hizmetleri.” yer almaktadır.

slants

USPTO uzmanı, başvuruyu marka kanununun 2(a) maddesi uyarınca, başvurunun “kişilere, kurumlara, inançlara veya ulusal sembollere yönelik aşağılama, hakaret veya itibarsızlaştırma içeren işaretlerden oluşan veya bu tip işaretleri içeren markalardan” olması gerekçesiyle reddeder.

Başvuru sahibi bu karara karşı USPTO Temyiz Kurulu nezdinde itiraz eder, ancak bu itiraz aşağıda detaylı olarak açıklanacak gerekçelerle 26/09/2013 tarihinde reddedilir. Yazının bundan sonraki kısmında, Temyiz Kurulu’nun vaka hakkındaki tespit ve görüşleri yer almaktadır:

İnceleme uzmanınca tespit edildiği üzere, “THE SLANTS” ibaresi Asya kökenli kişilere yönelik yüksek düzeyde aşağılama içeren bir terimdir ve başvuru kapsamında bulunan hizmetler için kullanımı halinde de bu anlamını muhafaza edecektir. Uzman bu tespitini ortaya koyarken çok sayıda sözlüğe referansta bulunmuştur (örneğin; Slant: … 4. Offensive Slang Used as a disparaging term for a person of East Asian birth or descent. The American Heritage Dictionary of the English Language retrieved from Credo Reference www.credoreference.com and Wordnik www.wordnik.com).

Temyiz Kurulu’na göre bir markanın kanunun 2(a) maddesi uyarınca aşağılayıcı olup olmadığı tespit edilirken iki aşamalı bir test uygulanmalıdır:

  1. İnceleme konusu başvurunun, sözlük anlamı dışında kalan diğer anlamları, başvurudaki diğer unsurlarla ilişkisi, malların veya hizmetlerin niteliği, markanın piyasada mallara veya hizmetlere ilişkin olarak ne şekilde kullanıldığı da dikkate alındığında, olası anlamları nedir?
  2. Eğer bu anlamlar, belirlenebilen kişilere, kurumlara, inançlara veya ulusal sembollere atıfta bulunuyorsa, bu anlamlar, ilgili grubun önemli bir bölümünü aşağılayıcı nitelikte midir?

A.B.D. mahkemeleri ve USPTO içtihadına göre, bir markanın aşağılayıcı nitelikte olup olmadığı, kamunun ilgili kesiminin içindeki önemli bir bölümün güncel bakış açısıyla değerlendirilmelidir (bu önemli bölümün ilgili grubun çoğunluğu olması şart değildir).

İnceleme konusu vakanın kendi şartlarına göre, başvuruya konu marka; (1) Masum (rahatsızlık vermeyen), ancak inceleme konusu mallar veya hizmetler bakımından aşağılayıcı nitelikte, (2) Anlamı aşağılayıcı nitelikte olsa da, özel bir bağlamda aşağılayıcı nitelikte olmayan, (3) Aşağılayıcı anlamı dışında herhangi bir anlamı bulunmayan, başvuru sahibinin fiilen kullanımı veya kullanım niyeti bulunsa da, aşağılayıcı niteliği değişmeyen, bir terim olabilir.

Bir terimin birkaç anlamının bulunması, bu anlamlardan bazıları masumane (zararsız) olsa da, bu terimin bir grup insan bakımından aşağılayıcı nitelikte olması olasılığını ortadan kaldırmaz. Başvuru kapsamındaki malların veya hizmetlerin niteliği değerlendirildiğinde, incelenen vakada “Sınıf 41: Bir müzik grubu tarafından canlı performanslar yoluyla sağlanan eğlence hizmetleri.”yle karşılaşılmaktadır. Dolayısıyla, hizmetler açısından yaklaşıldığında tanımlanabilir bir insan grubu söz konusudur ve bu insanlar, canlı performansı sergileyen müzik grubudur. Bu çerçevede, canlı performansları dinleyen kişilerin “THE SLANTS” ibaresini müzik grubunu oluşturan kişilere yönelik bir terim olarak algılayacakları açıktır. Markanın piyasada hizmetlere ilişkin olarak ne şekilde kullanıldığına bakıldığında, kullanımın “Slants” ibaresinin argo anlamını çağrıştıracak biçimde olduğu görülmektedir. Dolayısıyla, terimin anlamının yol açacağı olası algıya ilaveten, ilgili müzik grubunun performanslarına katılanlarca ve etkinliklere yer sağlayanlarca terimin belirtilen anlamıyla algılandığı anlaşılmaktadır. İlgili müzik grubu, reklamlarında ve web sitesinde, ibarenin Asya kökenli insanlara yönelik yarattığı olası anlamı destekleyici nitelikte yayın yapmaktadır, şöyle ki, grubun web sitesinde “THE SLANTS” ibaresine yükselen bir güneş şekliyle ve stilize bir dragon şekliyle birlikte yer verilmiştir. Buna ilaveten, başvuru sahibi hizmetlerini fiilen belirtilen anlamla bağdaştırarak kullanarak argo anlamı benimsemekte ve “THE SLANTS” terimiyle ortaya çıkan kalıp yargıyı sahiplenmektedir. Başvuru sahibi, aşağılayıcı nitelikteki terimi müzik grubunun ismi olarak seçerek, terimi aşağılayıcı nitelikten çıkarma veya terimin sahipliğini alarak, onu aşağılayıcı anlamıyla kullanabileceklerin eline bırakmama niyetinde olsa da, hatta, kamunun ilgili kesiminin bir bölümü başvuru sahibinin niyetini yerinde bulsa da, bu durum kamunun ilgili kesiminin tamamının başvuru sahibinin niyetini paylaştığını göstermez.

Temyiz Kurulu’nun önceden verdiği bir diğer kararda belirtildiği üzere, başvuru sahibinin terimi kullanırken iyi niyetli olması, kamunun ilgili kesiminin önemli bir bölümünün markayı uygunsuz bulması halini ortadan kaldırmaz.

Başvuru sahibinin bir diğer iddiası, inceleme esnasında başvuru sahibinin Asya kökenli olmasının dikkate alınmasıdır. Başvuru sahibine göre, kendi etnik kökeni göz önüne alındığında, USPTO’nun markayı Asya kökenlileri aşağılama nedeniyle reddetmesinin gerekçesi ortadan kalkmaktadır, şöyle ki başvuru sahibi, kendisinin de dahil olduğu, kamunun ilgili kesimine yönelik olarak aşağılayıcı kullanım niyetinde değildir, tersine başvuru sahibi terimi olumlu biçimde yeniden tanımlamaktadır.

Temyiz Kurulu’na göre, bir markanın aşağılayıcı nitelikte olup olmadığı değerlendirilirken, başvuru sahibinin ırkı değil, başvurunun olası anlamının kamunun ilgili kesimince ne şekilde algılandığı esas alınmalıdır. İncelenen vakada, başvuru sahibinin kullanım biçimi esas alındığında, kamunun ilgili kesiminin, kullanım biçimine küçültücü anlamı atfedeceği ve kullanım biçimini uygunsuz bulacağı düşünülmektedir. Başvuruda bu algıyı ortadan kaldıracak başka herhangi bir unsur bulunmamaktadır. Bu çerçevede, Temyiz Kurulu, ret kararının, başvuru sahibinin veya müzik grubu üyelerinin etnik kökenleri göz önüne alınarak değil, kamunun ilgili kesiminin algısı çerçevesinde verildiği ve bu yaklaşımın yerinde olduğu görüşündedir.

Temyiz Kurulu, son olarak başvuru sahibinin “SLANT” markalarının daha önceden tescil edilmiş olduğu yönündeki iddiasını değerlendirmiştir. Kurula göre USPTO incelemesi, potansiyel tüketicilerin markayı aşağılayıcı nitelikte bulup bulmayacağını esas alınarak yapılmaktadır. Başvuru sahibince öne sürülen üçüncü kişilere ait tescillerin hiçbirisi kişilere atıfta bulunmamaktadır. Temyiz Kurulu’na göre, bu karar yalnızca başvuru sahibinin markayı tescil ettirmesini engellemektedir ve USPTO’nun markalara ilişkin ret kararları, başvuru sahiplerinin markalarını kullanmalarını engellememektedir. Hiçbir fiil yasaklanmamıştır ve somut hiçbir ifade biçimi engellenmemiştir. Dolayısıyla, markanın reddedilmesi yoluyla başvuru sahibi hiçbir anayasal özgürlüğünden men edilmemektedir (bkz. In re McGinley, 211 USPQ at 672, citing Holiday Inn v. Holiday Inn, Inc., 534 F.2d 312, 189 USPQ 630, 635 n.6 (CCPA 1976), Mavety, 31 USPQ2d at 1928).

Temyiz Kurulu, yukarıda belirtilen tüm gerekçelerle başvuru hakkındaki ret kararını 26/09/2013 tarihinde onamıştır. Temyiz Kurulu kararının http://ttabvue.uspto.gov/ttabvue/ttabvue-85472044-EXA-12.pdf bağlantısından görülmesi mümkündür.

Bununla birlikte, hikaye bu kararla sona ermemiştir, şöyle ki Temyiz Kurulu kararına karşı dava açılmıştır ve dava şu anda A.B.D. Federal Bölgesi Temyiz Mahkemesi (CAFC)’nde görülmektedir. Bu yazının hazırlanmasından birkaç gün önce 9 Ocak 2015 günü, davanın duruşmalarından birisi gerçekleştirilmiştir. Davacı, yukarıda detaylı biçimde aktarılan argümanlarını mahkeme önünde de tekrarlamış ve markası hakkındaki ret kararının kaldırılmasını talep etmiştir. Dava henüz sonuçlanmamış olmakla birlikte, bu ilgi çekici dava hakkındaki CAFC kararını takiben IPR Gezgini okuyucularını sonuç hakkında bilgilendirecektir.

“THE SLANTS” grubu Oregon çıkışlı Rock müzik yapan bir gruptur ve başvuru sahibi (davacı) “Simon Tam” grubun kurucusudur. “THE SLANTS” tarzlarını “Çin mahallesi dans rock (Chinatown dance rock)” olarak tanımlamaktadır. Aşağıda grubun Youtube’da en çok izlenen videosunu göreceksiniz. Tarz ve müzik hoşunuza gidecek mi bilmiyorum, ama dava hatırına bir kez olsun dinlemeye değer sanırım.

Önder Erol Ünsal

Ocak 2015

unsalonderol@gmail.com

Tanımlayıcı Markaların Değerlendirilmesine İlişkin Genel İlkeler Tekrar Ediliyor – Avrupa Birliği Adalet Divanı Genel Mahkemesi “REHABILITATE” Kararı (T-712/13)

monsterrehab

 

Avrupa Birliği Adalet Divanı Genel Mahkemesi, 11 Aralık 2014 tarihinde verdiği T‑712/13 sayılı “REHABILITATE” kararı ile tanımlayıcı markalar konusunu bir defa daha irdelemiş ve konu hakkında artık yerleşik hale gelmiş ilkeleri bir kez daha tekrarlamıştır.

A.B.D. menşeili “MONSTER ENERGY COMPANY” firması 24 Nisan 2012 tarihinde aşağıda yer alan “REHABILITATE” kelime markasının “Sınıf 5: Gıda takviyeleri. Sınıf 30: İçime hazır çay, buzlu çay ve çay esaslı içecekler; içime hazır aromalı çay, aromalı buzlu çay ve aromalı çay esaslı içecekler. Sınıf 32: Alkolsüz içecekler.” malları için tescil edilmesi talebiyle İç Pazarda Harmonizasyon Ofisi (OHIM)’ne başvuruda bulunur:

 

                                                                        REHABILITATE

 

Karar içeriğine ve analizine başlamadan önce “REHABILITATE” kelimesinin Türkçe karşılıklarının “iyileştirmek, rehabilite etmek, sağlığa kavuşturmak” olduğu belirtilmelidir.

1 Şubat 2013 tarihinde verilen kararla OHIM uzmanı başvuruyu ayırt edici nitelikten yoksunluk ve tanımlayıcılık gerekçeleriyle reddeder. OHIM uzmanına göre “rehabilitate” kelimesi, ürünlerin kullanıcılarını, ürünlerin sağlığa kavuşmaya yardım eder nitelikte gıda takviyeleri ve içecekler oldukları yönünde doğrudan ve tereddüde yer vermeyecek biçimde bilgilendirmektedir. Başvuru sahibi ret kararına karşı itiraz eder ve itiraz OHIM Temyiz Kurulu tarafından 17 Ekim 2013 tarihinde karara bağlanır.

OHIM Temyiz Kurulu’na göre, başvurunun olası anlamlarından birisi, bir insanı iyi veya sağlıklı duruma geri getirmektir, ikinci olarak, inceleme konusu kelime, başvuru kapsamındaki malların işlev ve amacına ilişkin olarak doğrudan bilgi vermektedir ve son olarak, ilgili tüketicilerde, başvuru kapsamındaki malların onları iyi ve sağlıklı bir duruma getirme kapasitesine sahip oldukları yönünde doğrudan ve tereddüde yer vermeyen bir algı oluşturmaktadır. Kurul’a göre, belirtilen üç nedenle başvuru tanımlayıcı niteliktedir ve Tüzüğün 7/1-(c) bendi kapsamında reddedilmelidir. Başvurunun reddedilmesi kararı, 7/1-(c) bendi kapsamında yerinde bulunduğundan, Kurul, ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçeli ret kararına karşı yapılan itirazın değerlendirilmesine gerek görülmemiş ve itirazı reddetmiştir.

Başvuru sahibi, OHIM Temyiz Kurulu kararına karşı dava açar ve dava Adalet Divanı Genel Mahkemesi tarafından görülür. Genel Mahkeme’nin 11 Aralık 2014 tarihinde verdiği karar ve kararın gerekçeleri aşağıda detaylı olarak aktarılacaktır. Kararın tam metninin http://curia.europa.eu/juris/document/document.jsf;jsessionid=9ea7d2dc30dd2a48be34a2d047d084eeb1c1e6124710.e34KaxiLc3qMb40Rch0SaxuPa3f0?text=&docid=160554&pageIndex=0&doclang=EN&mode=lst&dir=&occ=first&part=1&cid=167194 bağlantısından görülmesi mümkündür.

207/2009 sayılı Topluluk Marka Tüzüğünün 7/1-(c) bendine göre, ticaret alanında çeşit, kalite, miktar, amaç, değer, coğrafi kaynak belirten veya malların üretim zamanını veya hizmetlerin sunulduğu zamanı gösteren veya malların veya hizmetlerin diğer karakteristik özelliklerini bildiren işaret ve adlandırmalardan münhasıran oluşan markalar tescil edilmeyecektir.

Yerleşik içtihat çerçevesinde, 7/1-(c) bendi kamu yararına bir işlevi yerine getirmektedir, buna göre, tescili talep edilen mallar veya hizmetler bakımından karakteristik özellik bildiren işaret ve adlandırmalar herkes tarafından kullanılabilir niteliktedir. Bir işaretin, bu hüküm kapsamında değerlendirilebilmesi için işaretle mallar ve hizmetler arasında yeteri derecede doğrudan ve özel bir ilişki olmalı ve bu bağlantı sayesinde kamunun ilgili kesimi derhal ve tereddüt olmaksızın işareti mallara veya hizmetlere ilişkin bir tanım veya onların bir özelliği olarak algılamalıdır. Bir işaretin 7/1-(c) bendi kapsamında tanımlayıcı niteliği, ilk olarak tescili talep edilen mallara veya hizmetler bağlamında, ikinci olarak kamunun ilgili kesiminin algısı çerçevesinde değerlendirilmelidir.

Davacıya göre, OHIM Temyiz Kurulu, başvuruyu oluşturan “REHABILITATE” kelimesinin anlamını “iyi bir sağlıksal veya fiziksel duruma getirme” olarak değerlendirerek yanlış bir yorum getirmiştir. Davacı iddiası çerçevesinde, “REHABILITATE” kelimesi ile kast edilen iyileşme süreci insani katkı gerektirmektedir, yani eğitim veya terapi ile sağlanan bir iyileşme söz konusudur, dolayısıyla incelenen başvuru kapsamında yer alan yiyecek veya içeceklerle iyileşme süreci için “REHABILITATE” kelimesi kullanılmamaktadır.

Mahkeme bu iddiayı takip eden biçimde değerlendirmiştir:

İncelenen vakada, başvuru kapsamında bulunan malların nitelik ve özellikleri itibarıyla ortalama tüketicilere hitap eden günlük tüketim ürünleri olduğu açıktır. Buna ilaveten, başvuruyu oluşturan “REHABILITATE” kelimesinin olası anlamlarından birisinin, başvuru sahibinin iddia ettiği gibi, insan müdahalesi gerektiren, eğitim ve terapi yoluyla ortaya çıkan bir iyileşme süreci olduğu doğrudur. Buna karşın, Temyiz Kurulu’nca da belirtildiği üzere, “REHABILITATE” kelimesi aynı zamanda, bir kişiyi sağlıklı hale veya iyi bir fiziksel duruma geri getirmek anlamına da gelmektedir ve 5. sınıfta yer alan “gıda takviyeleri” ve 30. ve 32. sınıflarda yer alan içeceklerin bu amaca yardım ettiği kabul edilmelidir.

Yerleşik içtihada göre, bir işaret, olası anlamlarından en az birisinin marka kapsamında bulunan mallara veya hizmetlere ilişkin karakteristik özellik belirtmesi durumunda marka olarak tescil edilmemelidir (bkz. Avrupa birliği adalet Divanı, OHIM v. Wrigley kararı, C-191/01, 23/10/2003, paragraf 32). Bu çerçevede, “REHABILITATE” kelimesi, başvuru sahibince de belirtildiği üzere farklı anlamlara sahip olsa da, bu durum kelimenin tanımlayıcı niteliğini ortadan kaldırmamaktadır. Dolayısıyla, Genel Mahkeme’ye göre, OHIM Temyiz Kurulu’nun başvuruya ilişkin yorumu hatalı nitelikte değildir ve başvuru sahibinin bu yöndeki iddiası kabul edilmemiştir.

Başvuru sahibinin diğer iddiası, başvuruyu oluşturan işaretin, başvuru kapsamındaki malların işlev ve amacına ilişkin açık ve doğrudan bilgi vermediği yönündedir. Başvuru sahibine göre, “REHABILITATE” kelimesi geniş bir anlamı bulunan ve malların niteliklerine ilişkin olarak oldukça muğlak biçimde olumlu çağrışım yapan, ancak incelenen vakadaki malların amacına, niteliğine veya karakteristik özelliklerine ilişkin olarak anlamlı ve spesifik bir referans içermeyen bir sözcüktür.

Mahkemeye göre, incelenen vakada, kamunun ilgili kesimi başvuru kapsamındaki mallardan birisini satın aldığında, “REHABILITATE” kelimesi ile başvuru kapsamındaki mallar arasında doğrudan ve somut bir ilişki kuracaktır ve bu ilişki, malları kullanmanın etkisinin (veya olası etkilerinden birisinin) kişinin yüksek düzeyde enerjiyi tekrar kazanmasının sağlanması yönünde olacaktır. Belirtilen ilişki, 5. sınıfta yer alan ve amaçları kullanıcıların iyi bir fiziki hal edinmesini sağlamak olan “gıda takviyeleri” bakımından çok açıktır. Aynı ilişki, Mahkeme’ye göre ( Temyiz Kurulu’nca belirtildiği üzere), fiziksel enerji sarf ederken tüketilen ve “enerji içecekleri”ni de kapsayan 30. ve 32. sınıflara dahil içecekler bakımından da ortaya çıkacaktır.

Dolayısıyla, Mahkeme’ye göre, özellikle yoğun biçimde enerji sarf eden tüketici kesimi dikkate alındığında, “REHABILITATE” kelimesi sağlığı iyileştirmeye yönelik genel bir referans olarak değerlendirilmeyecek, ilgili malların amacı bakımından açık ve doğrudan bilgi veren bir adlandırma olarak algılanacaktır. Bu bağlamda, 207/2009 sayılı Topluluk Marka Tüzüğünün 7/1-(c) bendinde belirtilen tescil yasağı ortaya çıkmaktadır.

Başvuru sahibi, dava gerekçelerinden birisi olarak OHIM tarafından verilen iki emsal kararı göstermektedir. Bu kararlarda OHIM, “PROACTIV” markasını “farmasötik müstahzarlar; diyetetik müstahzarlar” malları bakımından; “DEEP RELIEF” markasını ise “ağrı kesiciler” malları bakımından tanımlayıcı nitelikte bulmamıştır. Genel Mahkeme’ye göre, OHIM Temyiz Kurulu’nun kararlarının hukuk uygunluğu, önceki OHIM kararları ekseninde değil, Topluluk Mahkemelerince yorumlandığı haliyle Topluluk Marka Tüzüğü çerçevesinde değerlendirilmelidir (Avrupa Birliği Adalet Divanı, Alcon v OHIM kararı, C‑412/05, 26 Nisan 2007, paragraf 65).

OHIM, eşit muamele ve düzgün yönetim ilkeleri çerçevesinde benzer markalar hakkında önceden verilmiş kararları dikkate almalı ve aynı yönde karar verip vermeyeceğini dikkatle belirlemelidir. Bununla birlikte, bu ilkelerin ne şekilde uygulanacağı hukukilik ilkesiyle uyumlu olmalıdır. Bunun ötesinde, hukuki belirlilik ve iyi yönetim esasları çerçevesinde, markaların uygun olmayan biçimde tescil edilmesini engellemek amacıyla, her markanın incelenmesi düzgün ve kapsamlı biçimde yapılmalıdır. Buna uygun olarak, inceleme her vaka bazında ayrı olarak gerçekleştirilmelidir. Bir markanın tescil edilmesi, ilgili vakanın kendi şartları kapsamında değerlendirilebilecek ve amacı, inceleme konusu markanın herhangi bir ret gerekçesi kapsamına girip girmediğini belirlemek olan özel kriterlere bağlıdır (Avrupa Birliği Adalet Divanı, Agencja Wydawnicza Technopol v OHIM kararı, C‑51/10, 10 Mart 2011, paragraf 73-77).

İncelenen vakada, Temyiz Kurulu’nun, itirazı reddederken kapsayıcı ve detaylı bir inceleme yaptığı açıktır. Kararın önceki bölümlerinde belirtildiği üzere, Temyiz Kurulu, “REHABILITATE” kelimesinin hedef tüketici kitlesine inceleme konusu malların özellikleri hakkında bilgi verdiğini ve açıkça amaçlarını belirttiğini tespit etmiştir ve Mahkeme’ye göre bu tespitler yerindedir. Dolayısıyla, başvuru sahibinin bu sonucu ortadan kaldırmak için OHIM’in önceki kararlarına dayanması mümkün değildir.

Belirtilen nedenlerle başvuru sahibinin ikinci iddiası da reddedilmiştir.

Başvuru sahibinin üçüncü ve son iddiası, “REHABILITATE” markasıyla karşılaşacak tüketicilerde derhal ve tereddüt etmeksizin, malların kendilerinin sağlıklı hale gelmesine yardım edeceği algısının ortaya çıkacağı yönündeki OHIM Temyiz Kurulu tespitinin yerinde olmadığı argümanıdır. Başvuru sahibine göre, başvuruyu oluşturan işaret ticaret alanında, başvuru kapsamındaki malları tarif eder biçimde doğrudan ve anlamlı kullanımı bulunan bir terim değildir, dolayısıyla bir durumun, ruh halinin veya yaşam tarzının tescili talep edilen mallarla doğrudan bağlantısının bulunduğu varsayılamaz.

Genel Mahkeme’ye göre üçüncü iddia kapsamında öne sürülen argümanlar, içerik olarak önceki argümanlardan çok farklı değildir. Daha önceden de belirtildiği üzere, “REHABILITATE” kelimesinin anlamı ile tescili talep edilen mallar arasındaki ilişki esas alındığında, ilgili tüketicilerde, derhal ve tereddüt etmeksizin, ürünlerin kendilerinin iyi ve sağlıklı hale dönmelerine yardım edeceği algısının oluşacağı yönündeki OHIM Temyiz Kurulu tespiti yerindedir. Bu değerlendirmenin geçerliliğinin başvuru sahibi tarafından öne sürülen üçüncü argümanla ortadan kaldırılması mümkün değildir.

Şöyle ki, başvuru sahibinin markanın, başvuru kapsamındaki mallara ilişkin olarak ticaret alanında kullanılan bir deyim olmadığı, dolayısıyla reddedilemeyeceği yönündeki argümanı yerinde değildir. Bu yöndeki savın doğru olduğu bir an için kabul edilecek olsa dahi, bir terimin Tüzüğün 7/1-(c) bendi kapsamında tanımlayıcı bir adlandırma olarak değerlendirilmesi için, ilgili terimin başvurunun yapıldığı tarihte tanımlayıcı içerikte kullanılması şart değildir. Tanımlayıcı içeriğin varlığı yönünde bir tespite varılabilmesi için ilgili adlandırma veya işaretin bu amaçla kullanabilmesi (olasılığı) yeterlidir (bkz. Avrupa Birliği Adalet Divanı, OHIM v. Wrigley kararı, C-191/01, 23/10/2003, paragraf 32; Avrupa Birliği Adalet Divanı, Koninklijke KPN Nederland kararı, C‑363/99, 12/02/2004, paragraf 97).

Başvuru sahibinin üçüncü argümanını desteklemek için yer verdiği bir diğer OHIM kararına dayalı itiraz da, yukarıda yer verilen açıklamalar, yani yalnızca OHIM’in önceki kararlarına dayanarak ret kararının geçerliliğinin ortadan kaldırılmasının mümkün olmaması nedeniyle kabul edilmemiştir.

Başvuru sahibinin üç iddiası da kabul edilmediğinden, dava Adalet Divanı Genel Mahkemesi’nce reddedilmiştir. Karar, 11 Aralık 2014 tarihinde verildiğinden bu yazının yazıldığı tarih itibarıyla, halen temyize açık ve kesinleşmemiş durumdadır.

Adalet Divanı Genel Mahkemesi’nin “REHABILITATE” kararı tanımlayıcı markaların değerlendirilmesine ilişkin olarak yerleşik Avrupa Birliği içtihadının, özellikle çifte anlam ve ticaret alanında fiili kullanımın şart olmaması ilkeleri bakımından tekrar edilmesi dersi niteliğindedir. Marka incelemesi ve hukuku ile ilgilenenlerin yakından bildiği üzere, tanımlayıcılık nedeniyle verilen ret kararlarına karşı yapılan itirazlarda veya açılan davalarda sıklıkla kullanılan argümanlardan ikisi, ilgili adlandırmanın birden fazla anlamının bulunduğu ve anlamlardan birisi tanımlayıcı olsa da, diğer anlam esas alındığında tanımlayıcılık değerlendirmesinin yerinde olmayacağı veya ticaret alanında fiilen tanımlayıcı kullanımın bulunmadığı iddialarıdır. Avrupa Birliği Adalet Divanı bakımından her iki iddia da kabul edilebilir nitelikte değildir. Adalet Divanı’nın 2003 ve 2004 yıllarına ait C-191/01, C‑363/99 sayılı kararlarında belirtilen, sonrasında sıklıkla tekrar edilen ve artık yerleşik hale gelmiş içtihat çerçevesinde; bir işaret, olası anlamlarından en az birisinin marka kapsamında bulunan mallara veya hizmetlere ilişkin karakteristik özellik belirtmesi durumunda marka olarak tescil edilmemelidir ve bir işaretin tanımlayıcı bir adlandırma olarak değerlendirilmesi için, ilgili adlandırmanın başvurunun yapıldığı tarihte tanımlayıcı içerikte kullanılması şart değildir, tanımlayıcı içeriğin varlığı yönünde bir tespite varılabilmesi için ilgili adlandırma veya işaretin bu amaçla kullanabilmesi (olasılığı) yeterlidir.

Adalet Divanı kararları yukarıda belirtilen yönde ve yerleşik hale gelmişken, ülkemizde kimi zaman, tanımlayıcılık içerikli 7/1-(c) bendi uygulamasını tanımlayıcı işaretlerin herkes tarafından serbestçe kullanılabilmesi genel ilkesinden ve bunun sonucu ortaya çıkan kamu yararını koruma içeriğinden soyutlayan yaklaşımlarla karşılaşılmaktadır. Tamamen soyut bir piyasayı esas alan bu yaklaşım, herkesin kullanımına açık kalması gereken tanımlayıcı markalar üzerinde tekel oluşturulması riskini yanında getirmektedir. İnternet teknolojisinin ve diğer iletişim yöntemlerinin oldukça gelişmiş olduğu günümüz koşullarında yerel piyasanın anlık fotoğrafını çekerek, yani yerel ve anlık kullanıma bağlı kalarak veya tanımlayıcı olmayan diğer anlamı esas alarak değerlendirme yapmak, kanaatimizce piyasanın kutsallığına atıf yaparak, piyasanın dengeli gelişmesini engellemek anlamına gelmektedir. Bu bağlamda, (önceki hak sahiplerinin önceki haklarıyla ilgili olmayan ret nedenleri niteliğindeki) mutlak ret nedenlerinin kamu yararını korumak amacıyla ortaya konulduğu, kamu yararıyla kast edilen hususlardan birisinin dengeli bir piyasa olduğu ve dengeli piyasanın da ancak ortak kullanıma açık kalması gereken işaretler üzerinde marka tekeli kurulmasını engelleme suretiyle ortaya çıkacağı ilkesi kanaatimizce ülkemizde de unutulmamalıdır. Hele ki, bu hususlar Adalet Divanı tarafından açık olarak ortaya konulmuş ve genel kabul haline gelmişken, tanımlayıcılık kavramına yeni ve yerel boyutlar kazandırmak kanaatimizce pek doğru olmayan bir yolu işaret etmektedir. 

Önder Erol Ünsal

Aralık 2014

unsalonderol@gmail.com

Çikolata Şekillerinin veya Ambalajlarının Ayırt Edici Niteliği – Adalet Divanı Genel Mahkemesi’nin T-440/13 Sayılı Kararı

millano1

Ürünlerin veya ambalajlarının şekillerinden oluşan markaların, ilgili ürünün kendisi için marka olarak tescil edilmesi talepleri, başvuruyu oluşturan şeklin ayırt edici niteliğinin tespiti anlamında kimi zaman tartışmalı değerlendirmelere yol açmaktadır. Bu tartışmaların en çok yaşandığı ürün tiplerinin birisi de çikolata şekilleri veya bunlara ait ambalajlardır.

Avrupa Birliği Adalet Divanı Genel Mahkemesi, 11 Aralık 2014 tarihinde verdiği T-440/13 sayılı oldukça yeni bir kararı ile bu konu hakkında artık istikrar kazanmış yorumunu bir kez daha tekrar etmiştir.

Polonya menşeili “Zakład Wyrobów Cukierniczych “Millano” Krzysztof Kotas” firması, 21 Ekim 2011 tarihinde aşağıda yer alan şeklin topluluk markası olarak tescil edilmesi talebiyle “İç Pazarda Harmonizasyon Ofisi (OHIM)”ne başvuruda bulunur.

 

millano

 

Başvuru kapsamında 30. sınıfa dahil “kutulanmış çikolata” malı yer almaktadır ve başvuru üç boyutlu marka başvurusu olarak yapılmıştır.

OHIM uzmanı 16 Şubat 2012 tarihli kararı ile başvuruyu ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçesiyle reddeder. Başvuru sahibince bu karara karşı yapılan itiraz ise OHIM Temyiz Kurulu’nun 22 Mayıs 2013 tarihli kararı ile reddedilir.

Başvuru sahibi bu karara karşı dava açar ve dava Avrupa Birliği Adalet Divanı Genel Mahkemesi’nin 11 Aralık 2014 tarihinde verdiği T-440/13 sayılı kararla sonuçlandırılır. Bu yazının yazıldığı tarihten sadece 3 gün önce verilmiş, dolayısıyla henüz kesinleşmemiş olan karara ilişkin detaylar aşağıda yer almaktadır.

Başvuru sahibine göre, başvuruyu oluşturan şekil, başvuru kapsamındaki ürünlere yönelik olarak ilgili piyasada kural veya gelenek haline gelmiş ürün şekillerinden yeteri derecede farklılaşmış durumdadır. Bu çerçevede, başvuru sahibine göre, başvuruyu oluşturan şekil ayırt edici niteliğe sahiptir ve OHIM Temyiz Kurulu’nun kararı yerinde değildir.

Mahkeme değerlendirmesine ilk olarak genel tespitlerle başlamıştır. Buna göre; 207/2009 sayılı Topluluk Marka Tüzüğü’nün 7/1-(b) bendine göre ayırt edici niteliğe sahip olmayan markaların tescil edilmesi mümkün değildir. Bu hüküm kapsamında bir markanın ayırt edici niteliği, bir teşebbüsün mallarının veya hizmetlerinin belirli bir işletmeden gelen mallar ve hizmetler olduğunun anlaşılmasını sağlaması ve bu yolla, başka teşebbüslerin aynı nitelikteki mallarından veya hizmetlerinden ayırt edilmesini sağlaması anlamına gelmektedir.

Ürünlerin görünümünden oluşan üç boyutlu markaların ayırt edici niteliğini değerlendirmek için kullanılacak kriterler, diğer marka kategorileri için kullanılacak kriterlerden farklı değildir.

Bununla birlikte, ortalama tüketicilerin ürünlerin görünümden oluşan üç boyutlu markalara yönelik algısı, aynı tüketicilerin markanın kapsadığı malların görünümüne ilişkin herhangi bir bağlantı içermeyen kelime veya şekillerden oluşan markalara yönelik algısıyla her durumda aynı olmayacaktır. Ortalama tüketiciler, şekil veya kelime unsurları olmadığı sürece, ürünlerin veya ürünlerin ambalajlarının şekillerine bakarak malların kaynağı hakkında tahminde bulunma alışkanlığına sahip değillerdir ve bu nedenle, üç boyutlu bir markanın ayırt edici niteliğini ortaya koymak, bir kelime veya şekil markasının ayırt edici niteliğini ortaya koymaktan daha güç olabilir.

Bu tip durumlarda sadece, ilgili sektörün kurallarından ve geleneklerinden belirgin biçimde farklılaşan ve dolayısıyla, kaynak belirtme işlevi olarak tanımlanan asli işlevi yerine getirebilen markaların, madde 7/1-(b) anlamında ayırt edici niteliğe sahip olduğu söylenebilecektir.

Ayırt edici nitelik, ilk olarak tescili talep edilen mallar veya hizmetler bakımından, ikinci olarak ise kamunun ilgili kesiminin algısı bakımından değerlendirilecektir.

İncelenen vakada, başvuru kapsamında bulunan malların günlük tüketime mahsus ürünler olduğu ve bu nedenle kamunun ilgili kesiminin ortalama tüketiciler olduğu açıktır.

OHIM Temyiz Kurulu, başvuruyu oluşturan unsurları, yani bir küp grubunu ve bunları taşıma amaçlı bir kalıbı ayrı ayrı ve sonrasında kombinasyon halinde değerlendirdiğinde, markanın ayırt edici niteliğe sahip olmadığı sonucuna ulaşmıştır. Temyiz Kurulu’na göre, birbirleriyle bağlantısı olmayan 18 çikolata küpünün ve her küpün altında kare bir taban ve trapezoid kenarlar ve 3’lü sıralar halinde her sırada 6 yuva olacak şekilde tasarlanmış toplam 18 yuvaya sahip taşıma kalıbının kombinasyonundan oluşan üç boyutlu işaret, kamunun ilgili kesimi açısından ticari kaynak gösterme işlevine sahip olmayan sıradan ve ayırt edici niteliği bulunmayan bir işaret niteliğindedir.

Başvuru sahibi bu değerlendirmenin geçerliliğini ortadan kaldırabilecek nitelikte argümanlar öne sürememiştir.

Başvuru sahibinin ilk argümanı, başvuruyu oluşturan şeklin ilgili sektörün kural ve geleneklerinden önemli ölçüde farklılaştığı yönündedir. Buna karşın, Temyiz Kurulu’nca da belirtildiği üzere, basit geometrik şekiller çikolata ürünlerinin biçimi olarak yaygın biçimde kullanılmaktadır ve bu bağlamda başvuruyu oluşturan bileşenlerden birisi olan küpler ilgili sektörün kural ve geleneklerinden belirgin biçimde farklılaşmış nitelikte değildir. Aynı şekilde, başvuruda yer alan 3 sıra halinde dizilmiş 6’şar adet çikolata yuvasına sahip taşıma kalıbı da, alışıldık bir sunum biçimini işaret etmektedir ve dolayısıyla, alelade ve sıradan niteliktedir. Bu çerçevede, Temyiz Kurulu’nun bütüncül değerlendirmesi sonucunda başvurunun ayırt edici niteliğe sahip olmadığı kararına ulaşması yerindedir.

Son olarak, başvuru sahibi, başvuruyu oluşturan ambalaj şeklinin piyasadaki tek üreticisi olsa da, bu durum, başvuruyu oluşturan şeklin Tüzüğün 7/1-(b) bendi anlamında ayırt edici niteliğe sahip olduğu anlamına gelmeyecektir. Karar içeriğinde daha önce de belirtildiği üzere, önemli olan husus markayı oluşturan şeklin ilgili sektörün kural ve geleneklerinden önemli ölçüde farklılaşmasıdır ve incelenen vakada başvuru sahibi bu hususu ispatlar nitelikte argümanlar sunmamış durumdadır.

Belirtilen nedenlerle Adalet Divanı Genel Mahkemesi, OHIM Temyiz Kurulu’nun başvurunun reddedilmesi yönündeki kararını yerinde bulmuş ve davayı reddetmiştir.

Adalet Divanı Genel Mahkemesi verdiği bu karar ile ürünlerin veya ambalajlarının şekillerinden oluşan başvuruların ayırt edici niteliği konusunda büyük ölçüde istikrar kazanmış uygulamasını devam ettirmiş ve davayı, ürün veya ambalaj şeklinden oluşan markanın ilgili sektörün kural ve geleneklerinden önemli ölçüde farklılaşıp farklılaşmadığı ölçütü çerçevesinde değerlendirerek sonuçlandırmıştır.

Önder Erol Ünsal

Aralık 2014

unsalonderol@gmail.com

Rubik Küp Şekli Üç Boyutlu Bulmacalar İçin Marka Olarak Tescil Edilebilir mi? Adalet Divanı Genel Mahkemesi’nin T-450/09 Sayılı Kararı

rubik2

Rubik küp şeklinin marka olarak tescil edilmesi yerinde midir sorusu, Avrupa Birliği Adalet Divanı Genel Mahkemesi tarafından 25 Kasım 2014 tarihinde T-450/09 sayılı kararla yanıtlandı. Karara karşı Adalet Divanı’nda temyiz yolu halen açık olmakla birlikte kararı fazla zaman kaybetmeden anahatlarıyla sizlere de aktarmak istedim. Kararın tamamını incelemek isteyenlerin, karar metnine http://curia.europa.eu/juris/document/document.jsf;jsessionid=9ea7d0f130d55d597a5cf4d847ee992ebee91c892c3d.e34KaxiLc3eQc40LaxqMbN4Obh8Le0?text=&docid=160043&pageIndex=0&doclang=EN&mode=lst&dir=&occ=first&part=1&cid=411530 bağlantısından erişmesi mümkündür.

“Seven Towns Ltd.” firması aşağıda görebileceğiniz şekli (bundan sonra “Rubik Küpü şekli” olarak anılacaktır) 1 Nisan 1996 tarihinde İç Pazarda Harmonizasyon Ofisi (OHIM)’nde marka olarak tescil ettirir. Markanın kapsamında 28. sınıfa dahil “üç boyutlu bulmacalar” malı yer almaktadır.

rubik

2006 yılında 10 yıl süreyle yenilemesi yapılan markanın, 15 Kasım 2006 tarihinde “Simba Toys GmbH & Co.” firması tarafından hükümsüzlüğü talep edilir. Talep, başvuruyu oluşturan şeklin ayırt edici nitelikte olmadığı, tanımlayıcı olduğu ve dönme özelliği nedeniyle teknik bir çözümü içerdiği, teknik çözümlerin marka olarak değil, patent olarak korunması gerektiği iddialarına dayanmaktadır. Hükümsüzlük talebini inceleyen OHIM iptal birimi talebi haklı bulmaz, bu karara karşı itiraz edilir ve itiraz OHIM Temyiz Kurulu tarafından incelenir.

OHIM Temyiz Kurulu, 1 Eylül 2009 tarihinde verdiği kararla hükümsüzlük talebini reddeder. Temyiz Kurulu özet olarak takip eden tespitleri içermektedir: (i) Hükümsüzlük talebi sahibinin, başvuruyu oluşturan şeklin marka olamayacağı yönündeki iddiası yerinde değildir, şöyle ki markanın grafik gösterimi şartı yeteri derecede yerine getirilmiştir ve bu şeklin neden marka olamayacağı teorik olarak açıklanamamıştır. (ii) Hükümsüzlük talebi sahibinin başvuruyu oluşturan şeklin ayırt edici niteliği sahip olmadığı yönündeki iddiası da kabul edilmemiştir. Temyiz Kurulu’na göre başvuruyu oluşturan şekil ilgili sektörün adetlerinden önemli derecede uzaklaşmıştır. Hükümsüzlük talebi sahibi kübik kafes yapısının, üç boyutlu bulmacalar alanında bir norm olduğunu gösterir önemli kanıtlar sunamamıştır. Ayrıca, Kurul’a göre ihtilaf konusu şeklin kapsadığı mallar bakımından kendiliğinden ayırt edici niteliğe sahip olarak değerlendirilmesini sağlayacak yeteri derecede özelliği mevcuttur. (iii) Tanımlayıcılık gerekçesine dayandırılan talep de haklı görülmemiştir. Kurul’a göre, inceleme konusu marka, tüketicilerin önceden bilgisi olmadığı sürece, tüketicilere üç boyutlu bir bulmacayı hatırlatmayacak veya anımsatmayacaktır. (iv) Hükümsüzlük talebi sahibinin 7/1-(e) bendine dayandırdığı iddialar da Kurul tarafından kabul edilmemiştir. Temyiz Kurulu’na göre, kübik kafes yapısı, ürünün işlevine ilişkin herhangi bir belirti niteliğinde değildir, kaldı ki bu yönde bir işlevi olsa da, kübik kafes yapısının üç boyutlu bulmacalar alanında teknik bir avantaj veya etki oluşturması mümkün değildir. Ayrıca, Kurul’a göre, ihtilaf konusu şekil, açık olarak üç boyutlu bir bulmacanın biçimini ihtiva etmediğinden ve sahip olabileceği işlevler ve hareketler açık biçimde gizlenmiş olduğundan, şeklin malların doğal yapısından oluştuğu sonucuna varılamaz. Buna ilaveten, Kurul, ihtilaf konusu şeklin mallara asli değerini katan bir şekil niteliğinde olmadığı görüşündedir.

Belirtilen tüm gerekçelerle, OHIM Temyiz Kurulu, hükümsüzlük talebi sahibinin tüm iddialarını ve dolayısıyla hükümsüzlük talebini reddetmiştir.

“Simba Toys GmbH & Co.” bu karara karşı dava açar ve Adalet Divanı Genel Mahkemesi tarafından görülen dava 25 Kasım 2014 tarihinde T-450/09 sayılı kararla sonuçlandırılır. Dava sonucunda Genel Mahkeme, davacının hükümsüzlük istemini reddeder ve OHIM Temyiz Kurulu kararını onar.

Mahkeme kararı oldukça uzun ve detaylı olduğundan, kararın her iddiaya ilişkin tespitlerini detaylı olarak belirtmek yerine, karar içeriğinde önemli gördüğüm tespitlere yer vermekle yetineceğim. Kararın bütününü merak edenlerin yukarıda verdiğim bağlantıyı kullanarak karar metnini detaylı biçimde incelemesi mümkündür.

Genel Mahkeme’ye göre, ihtilaf konusu markanın önemli karakteristik özellikleri, ilk olarak küpün kendisi, ikinci olaraksa yüzeylerinin tamamında mevcut olan kafes yapısıdır. Kafes yapısının parçası niteliğinde olan ve başvuruyu oluşturan üç şekilde de mevcut olup küplerin içinden geçen siyah kalın çizgiler, küpleri oluşturan bağımsız parçaların dönme özelliğini çağrıştırır nitelikte değildir ve dolayısıyla belirtilen siyah kalın çizgiler herhangi bir teknik işlevi yerine getirmemektedir. Rubik küplerinin, yatay ve dikey kafeslerinin dönme özelliği, siyah çizgilerden veya kafes yapısından kaynaklanmamaktadır, dönme özelliğine yol açan faktör küplerin içinde mevcut bir mekanizmadır ve bu mekanizma markanın grafik gösteriminde görülebilir nitelikte değildir. Bunun sonucu olarak, Rubik küpü şeklinin marka olarak tescil edilmesi, şeklin teknik bir işlevi yerine getiriyor olması gerekçesi ile reddedilemez.

İkinci olarak, Genel Mahkeme’ye göre, hükümsüzlüğü talep edilen tescilli marka, sahibine dönme özelliği olan tüm üç boyutlu bulmacaların pazarlanmasını yasaklama hakkı vermeyecektir. Mahkemeye göre marka sahibinin pazarlama tekeli, küp biçiminde olan ve küplerin yüzeyleri kafes yapısı içeren üç boyutlu bulmacalarla sınırlıdır.

Üçüncü olarak, Genel Mahkeme’ye göre, hükümsüzlüğü talep edilen markanın kübik kafes yapısı, piyasada mevcut diğer üç boyutlu bulmacaların şekillerinden belirgin biçimde farklıdır. Bu nedenle inceleme konusu kübik kafes yapısı, markanın tescilli olduğu mallar bakımından tüketicilerin malların üreticisini tanıyabilmesini sağlayabilecek ayırt edici karaktere sahiptir.

Genel Mahkeme, hükümsüzlük talebi sahibinin, ayırt edici nitelikten yoksunluk ve tanımlayıcılık gerekçeli itirazlarını da kabul etmez. Genel Mahkeme’nin ayırt edici nitelikten yoksunluk ve tanımlayıcılığa ilişkin tespitleri esasen Temyiz Kurulu’nun tespitleriyle (Temyiz Kurulu’na göre başvuruyu oluşturan şekil ilgili sektörün adetlerinden önemli derecede uzaklaşmıştır. Hükümsüzlük talebi sahibi kübik kafes yapısının, üç boyutlu bulmacalar alanında bir norm olduğunu gösterir önemli kanıtlar sunamamıştır. Ayrıca, Kurul’a göre ihtilaf konusu markanın, kapsadığı mallar bakımından kendiliğinden ayırt edici niteliğe sahip olarak değerlendirilmesini sağlayacak yeteri derecede özellik mevcuttur. Tanımlayıcılık gerekçesine dayandırılan talep de haklı görülmemiştir. Kurul’a göre, inceleme konusu marka, tüketicilerin önceden bilgisi olmadığı sürece, tüketicilere üç boyutlu bir bulmacayı hatırlatmayacak veya anımsatmayacaktır.) aynı yöndedir. Mahkeme’nin bu konudaki oldukça detaylı değerlendirmelerinin karar metninden okunması mümkündür.

Sonuç olarak, Genel Mahkeme OHIM Temyiz Kurulu kararını tüm gerekçeleri bakımından onayarak, hükümsüzlük talebini reddeder. Bu yazı hazırlanmadan yalnızca 5 gün önce, 25 Kasım 2014 tarihinde verilmiş ve dolayısıyla oldukça yeni tarihli olan Rubik küpü şekli kararına karşı halen temyiz yolu açıktır. Kanaatimizce davacının kararı Adalet Divanı’nda temyiz etmesi sürpriz olmayacaktır, şöyle ki davacının argümanlarının temeli ne denli tartışmaya açıksa, aynı durum Genel Mahkeme’nin argümanları bakımından da geçerlidir.

Konuyu derinlemesine değerlendirmek isteyen okuyucuların yukarıda yer verdiğim bağlantıyı kullanarak Genel Mahkeme kararını detaylı biçimde incelemelerini tavsiye ediyorum.

Önder Erol Ünsal

Aralık 2014

unsalonderol@gmail.com

Bruce Lee Halen Yenilmez! Ünlü Kişilerin İsimlerinden Oluşan Başvurular Hakkında Çin Halk Cumhuriyeti’nden Dikkat Çekici Bir Mahkeme Kararı

brucelee2

 

Çocukluğunda sokaklarda koşturma şansını yaşamış, “karatecilik” isminde oyunlar oynayıp, video film dükkanlarından dövüş filmleri kiralayarak, onları hipnotize biçimde izlemiş kuşaktansanız, “Bruce Lee” ismi size hiç yabancı gelmeyecektir. Çin asıllı A.B.D. vatandaşı Bruce Lee, oynadığı filmlerde sergilediği olağanüstü performansla dövüş sporlarını Türkiye’de sevdiren en önemli kişilerin başında gelmektedir. 1973 yılında 33 yaşında ölmüş olsa da Bruce Lee’nin filmleri 1980 ve 1990’lar boyunca merakla takip edilmiştir. Kendi adıma “karate” filmlerini izlemeyi 1980’lerin sonunda bırakmış olsam da, Bruce Lee benim için halen efsane bir isimdir.

Bruce Lee’nin oldukça genç yaşta ölümü denli büyük bir diğer trajediyse, oğlu Brandon Lee’nin, 1993 yılında, başrolünü oynadığı “The Crow” filminin çekimi sırasında kaza sonucu 28 yaşında ölmesidir. Görünen o ki, Kennedy ailesinin üzerinde dolaşan kabusun benzeri Bruce Lee’nin ailesi üzerinde de tur atmakta. Bu yazıda bahsedeceğimiz haber, ölüm gibi trajik bir konuyla ilgili değil, tersine Bruce Lee isminin halen yaşamakta olduğunu gösteren, kendisini yücelten hukuki bir ihtilaf.

Çin Halk Cumhuriyeti, taklit ürünlerin dünya üzerinde en yaygın biçimde üretildiği ve diğer ülkelere yayıldığı, dünya taklit merkezi sayılabilecek nitelikte bir ülke. Yoğun uluslararası baskı Çin’i bu konuda önlemler almaya itse de, kağıt üzerinde kalan önlemlerin ne derecede uygulanabildiği büyük bir soru işareti teşkil ediyor. Marka taklitçiliği Çin’de sadece taklit ürün üretmekle sınırlı kalmıyor, buna ilaveten Çin’de tescilli olmayan uluslararası üne sahip markaları veya kişi isimlerini yetkisiz biçimde tescil ettirmek de taklitçilerin sıklıkla kullandığı bir yöntem niteliği gösteriyor. Aynı durumla Türkiye’de de sıklıkla karşılaştığımız için, bu yöntem Türk okuyuculara da yabancı gelmeyecektir. “Bruce Lee” ismi Çin’de yukarıda belirtilen içerikte bir ihtilafın konusu olmuştur ve bu yazı belirtilen ihtilafa ilişkin bir habere dayanılarak yazılmıştır.

http://www.chinaiplawyer.com/bruce-lees-daughter-won-trademark-opposition-chinese-name-late-bruce-lee/ linkinden erişilebilecek bir habere göre “Bruce Lee” isminin marka olarak tescil edilmesi talebiyle Çin Halk Cumhuriyeti Marka Ofisi (SAIC)’ne başvuruda bulunulur. “Bruce Lee” isminin Çin yazım karakteriyle yazımından (李小龍) oluşan başvuru “Zhang Chaoqin” isminde bir gerçek kişi tarafından yapılmıştır ve 12. sınıfa dahil “otomobiller ve motorlu bisikletler” mallarını kapsamaktadır. Başvuru sahibinin ünlü aktör Bruce Lee ile herhangi bir ilintisinin bulunmadığı da özellikle belirtilmelidir.

Başvuru, SAIC tarafından ilan edilir ve Bruce Lee’nin varisleri tarafından kurulan “Bruce Lee Enterprises, LLC” firması başvuruya karşı itiraz eder. İtiraz, SAIC tarafından reddedilir, ancak bu karara karşı da itiraz edilmesi sonucunda, itirazı bu kez “Marka Yeniden İnceleme Kurulu” (Trademark Review and Adjudication Board – TRAB) inceler. TRAB yeniden inceleme sonucunda, 27 Ağustos 2012 tarihinde “Bruce Lee Enterprises, LLC” firmasının itirazını haklı bulur, itirazı kabul eder ve başvuruyu reddeder. Haberde aktarıldığı haliyle başvurunun ret gerekçesi, Çin Halk Cumhuriyeti Marka Kanunu Madde 10, fıkra 1, bent 8’dir. SAIC web sayfasında yaptığım incelemeye (http://www.saic.gov.cn/sbjenglish/flfg1_1/flfg/201012/t20101227_103092.html) göre belirtilen bent, “Toplumsal ahlaka veya geleneklere aykırı olan veya diğer kötü etkilere sahip markaların tescil edilemeyeceği (The following signs shall not be used as trademarks: (8)those detrimental to socialist morals or customs, or having other unhealthy influences.)” hükmünü içermektedir.

Başvuru sahibi TRAB kararını yerinde bulmadığından, karara karşı dava açar ve ihtilaf mahkeme tarafından incelenir. Davayı gören mahkeme ve temyiz mahkemesi TRAB’nin ret kararını yerinde bulur. Mahkemelere göre, “Bruce Lee” dövüş sanatı ustası ve film aktörü olarak yüksek derecede ün kazanmış birisidir ve kendi alanında devam eden etkiye sahiptir. İnceleme konusu başvuru “Bruce Lee” ibaresinin Çin karakteriyle yazımından oluşmaktadır ve ortalama dikkate sahip tüketiciler bu ibareyi kolaylıkla ünlü aktörün ismiyle ilişkilendirebilecektir. Bu yolla, ortalama dikkate sahip tüketicilerin malların Bruce Lee’nin ailesinden, ilgili hak sahiplerinden veya Bruce Lee ile herhangi bir şekilde bağlantısı olan kişilerden geldiğini düşünmesi mümkündür. Bu durum, mahkemeye göre, Çin Halk Cumhuriyeti Marka Kanunu Madde 10, fıkra 1, bent 8 uyarınca kamu çıkarı ve düzeni üzerinde dolaylı ve olumsuz etkiler ortaya çıkarabilecektir. Dolayısıyla, mahkemelere göre de, başvurunun Toplumsal ahlaka veya geleneklere aykırı olan veya diğer kötü etkilere sahip markaların tescil edilemeyeceği” hükmü çerçevesinde reddedilmesi yerindedir ve bu yöndeki TRAB kararı onanmıştır.

Haberi aktardığımız http://www.chinaiplawyer.com/ sitesinde yer alan yoruma göre, TRAB ve Mahkeme yorumu, ünlü kişi isimlerinin yetkisiz kişilerce tescili taleplerinin, Marka Kanunu madde 10(1)(8) uyarınca “kötü etkiye (unhealthy influence) sahip işaretler” olarak değerlendirilip reddedilebileceğini göstermesi bakımından önem arz etmektedir. Ünlü kişi isimlerinin yetkisiz biçimde tescili taleplerinin kötü niyetli başvurular olarak kabul edilip reddedilebileceği pratiğine karşılık gelen bu yorum dikkat çekici niteliktedir. Sitede yer alan bir diğer önemli yorum, eğer başvuru sahibinin adı da “Bruce Lee” olsaydı (ki bu isim Çin’de yaygın bir isim olarak kabul edilebilirmiş), mahkeme kararının ne yönde olacağının merak konusu olmasıdır. Muhtemelen benzer nitelikteki yeni markalar ve ret kararları, Çinli dostlarımızın bu konudaki meraklarını giderecektir.

Twitter’da rastladığım ve bana ilginç gelen bu haberi sadece tek kaynağa dayanarak aktardığım ve Çince bilmediğimden alternatif kaynaklardan doğrulayamadığım için derin bir nefes alıp kaynağımın doğru olduğunu umuyorum. Aktardığım haliyle bana oldukça dikkat çekici gelen “Bruce Lee” ihtilafının sizler için de ilginç olduğunu varsayıyorum. Her ne olursa olsun, bu vesileyle Bruce Lee’yi anmak ve çocukluğumun “karatecilik” oyunlarını hatırlamak bana oldukça iyi geldi.

Önder Erol Ünsal

Kasım 2014

unsalonderol@gmail.com

Adalet Divanı Genel Mahkemesi “KAATSU” Kararı – “Piyasada İlk Kez Kullanım” veya “Piyasada Tanımlayıcı Kullanımın Fiilen Bulunmaması” Argümanları Tanımlayıcılık Halini Ortadan Kaldırır mı?

KAATSU-Mini

 

Bir malı veya hizmeti ilk kez ortaya çıkaran ve isimlendiren kişinin, belirtilen mal veya hizmetin ismini marka olarak tescil ettirmek için başvuruda bulunması halinde ayırt edici nitelikten yoksunluk veya tanımlayıcılık gerekçeleri çerçevesinde başvuru reddedilmeli midir sorusuyla incelemede sıklıkla karşılaşılmaktadır.

Belirtilen argümanın da değerlendirildiği bir dava Avrupa Birliği Adalet Divanı Genel Mahkemesi tarafından 7/11/2014 tarihinde T-567/12 sayıyla karara bağlanmıştır (http://curia.europa.eu/juris/document/document.jsf;jsessionid=9ea7d0f130d5b1e0bf81c96745f4805ff5701312032c.e34KaxiLc3eQc40LaxqMbN4Obh4Pe0?text=&docid=159378&pageIndex=0&doclang=EN&mode=lst&dir=&occ=first&part=1&cid=353446). Bu yazı belirtilen kararın açıklanması amacıyla yazılmıştır.

Japonya’da yerleşik “KAATSU JAPAN CO. LTD.”, 5/8/2011 tarihinde “KAATSU” kelime markasının tescil edilmesi amacıyla İç Pazarda Harmonizasyon Ofisi (OHIM)’ne başvuruda bulunur.

kaatsu

Başvuru kapsamında 9., 10., 16., 28., 41. ve 44. sınıflara dahil mallar ve hizmetler bulunmaktadır. Mal ve hizmet listesi esasen ilgili sınıfların sınıf başlıklarından ve bazı sınıflar için bunların biraz detaylandırılmış halinden oluşmaktadır. Detaylı olarak belirtilen mal ve hizmetler arasında, CD’ler ve DVD’ler, tıbbi kullanım amaçlı fiziksel egzersiz cihazları, fitness amaçlı antrenman ve egzersiz cihazları, fiziksel egzersiz alanında eğitim hizmetleri, fiziksel egzersiz alanında eğiticilerin yeterli hale getirilmesi hizmetleri, spor imkanlarının sağlanması hizmetleri, fiziksel terapi hizmetleri, tıbbi cihazların kiralanması hizmetleri, özellikle dikkat çekmektedir.

OHIM uzmanı 7/9/2011 tarihinde gönderdiği bir ön kararla başvuruyu reddetme niyetinde olduğunu başvuru sahibine bildirir. OHIM uzmanına göre, “KAATSU” ibaresi bir fiziksel egzersiz metodunun ismidir ve terim belirtilen anlamı itibarıyla tanımlayıcı niteliktedir. Başvuru sahibi 3/11/2011 tarihinde gönderdiği karşı görüşle, markanın kendi şirketinin yönetim kurulu başkanı tarafından yaratıldığını, uzmanın referansta bulunduğu tüm internet makalelerinin kendi markalarına atıfta bulunduğunu, bu çerçevede markanın ayırt edici olduğunu belirtir. OHIM uzmanı karşı görüşte öne sürülen argümanları kabul etmez ve başvuruyu tanımlayıcılık gerekçesiyle başvuru kapsamında bulunan 9., 10., 16., 28., 41. ve 44. sınıflara dahil malların ve hizmetlerin çoğunluğu bakımından kısmen reddeder. Başvuru sahibi bu karara karşı itiraz eder ve itiraz OHIM Temyiz Kurulu tarafından incelenir.

OHIM Temyiz Kurulu 9/10/2012 tarihinde verdiği kararla itirazı reddeder. Temyiz Kurulu’nun kararı takip eden gerekçelere dayanmaktadır:

Başvuruyu oluşturan “KAATSU” ibaresi kasların büyümesini, kas gücünün artmasını sağlayan bir egzersiz metot ve tekniğiyle ilgilidir ve bu kelimeyi duyan tüketicileri doğrudan ret kararı kapsamındaki malların ve hizmetlerin niteliği hakkında bilgilendirir içerikte bir adlandırmadır. Temyiz Kurulu’na göre “KAATSU” ibaresi çağrıştırıcı veya ima edici nitelikte değildir, aksine malların veya hizmetlerin karakteristik özelliklerini bildirir anlamda doğrudan tanımlayıcı niteliktedir. Buna ilaveten, başvuru sahibinin sunduğu kanıtlar kullanım sonucu kazanılmış ayırt ediciliği ispatlar nitelikte de değildir. Belirtilen nedenlerle Temyiz Kurulu başvuru hakkında verilen ret kararını yerinde bulmuş ve itirazı reddetmiştir.

Başvuru sahibi bu karara karşı dava yolunu kullanır ve Avrupa Birliği Adalet Divanı Genel Mahkemesi dava hakkında 7/11/2014 tarihinde T-567/12 sayılı kararı verir. Adalet Divanı Genel Mahkemesi kararı takip eden tespit ve sonuçları içermektedir:

Davacının temel iddiası, “KAATSU” ibaresinin ret kararı kapsamındaki mallar ve hizmetler bakımından tanımlayıcı olmadığıdır.

Genel Mahkeme, bu iddiaya karşılık olarak öncelikle tanımlayıcılık hususu hakkındaki içtihadı kısaca açıklar.

Tüzüğün 7/1-(c) bendi, bent kapsamına giren ibarelerin marka olarak tek işletme adına tescil edilmesini engeller. Hüküm, bent kapsamına giren ibarelerin herkes tarafından serbestçe kullanılması sağlamakta ve bu yolla kamu yararına bir amaç gözetmektedir. 7/1-(c) bendi kapsamına giren, yani tescili talep edilen malların veya hizmetlerin özelliklerini bildiren adlandırmalar, aynı zamanda malların veya hizmetlerin ticari kaynak gösterme biçimindeki asli işlevini de yerine getirmemektedir. Bir işaretin 7/1-(c) bendi kapsamında değerlendirilebilmesi için, işaret ile mallar veya hizmetler arasında, halkın ilgili kesimin tarafından anında algılanan ve malları veya hizmetleri tanımlayan veya onların bir özelliğini belirten doğrudan ve spesifik bir ilişki olmalıdır. Bir işaretin tanımlayıcı niteliği, ilk olarak halkın ilgili kesimi tarafından ne şekilde algılandığına, ikinci olarak ise ilgili mal ve hizmetlere ilişkin olarak değerlendirilmelidir.

İncelenen vakada, inceleme konusu mallar ve hizmetler, sadece halkın geneline değil, aynı zamanda özel bir kesimine de yöneliktir. Bu özel grup, tıp alanında, kişisel egzersiz ve vücut geliştirme alanında faaliyet gösteren profesyonel birey ve şirketler olarak tanımlanabilir.

Temyiz Kurulu kararında “KAATSU” ibaresinin, kasların büyümesini ve kas gücünün artmasını sağlayan bir egzersiz metot ve tekniğinin ismi olduğu belirtilmiştir. Başvuru sahibi buna karşılık olarak, başvuru sahibinin kendisinin bu egzersiz tekniğini geliştirdiğini ve kendi ürün ve hizmetlerini tanımlamak için bu tekniğe “KAATSU” ismini verdiğini öne sürmektedir.

Genel Mahkeme bu iddia karşısında ilk olarak, başvuruya konu “KAATSU” ibaresinin belirli bir egzersiz yöntemini tanımlamak için, başvuru sahibi şirketin yönetim kurulu başkanı Profesör S. tarafından yaratılmış bir marka olmasının, bu markanın otomatik olarak topluluk markası olarak tescil edilebileceği anlamına gelmediğini belirtmiştir. Mahkemeye göre, OHIM tarafından yapılan inceleme çerçevesinde ortaya çıkan belgeler, “KAATSU” ibaresinin, başvuru sahibi tarafından sunulan malların veya hizmetlerin kaynağını gösteren bir ibare olarak değil, belirli bir egzersiz metodunun ismi olarak kullanıldığını göstermektedir. Bu çerçevede, OHIM Temyiz Kurulu’nun “KAATSU” ibaresini, kısmi ret konusu mallar ve hizmetler bakımından, ilgili malların ve hizmetlerin niteliği ve konusu hakkında doğrudan bilgi veren bir adlandırma olarak değerlendirmesi, Genel Mahkeme’ye göre yerindedir. Dolayısıyla, “KAATSU” ibaresi şu anda müşterek biçimde kullanılan bir kelime olmasa da, 7/1-(c) bendinin amacının kamu yararı olması dikkate alınarak, inceleme konusu mallar ve hizmetler bakımından kamu mülkiyetinde kalmalı ve mülkiyeti tekele konu olmamalıdır.

Adalet Divanı içtihadında (Prana Haus v. OHIM, C-494/08, p. 52 ve Prana Haus v. OHIM, T-226/07, p. 36) belirtildiği üzere, bir markayı oluşturan işaretin 7/1-(c) bendi kapsamında değerlendirilebilmesi için, bu işaretin marka kapsamındaki mallara ve hizmetlere ilişkin olarak başvuru tarihinde fiilen tanımlayıcı biçimde kullanılması şart değildir. Hükmün uygulanabilmesi için, malların veya hizmetlerin bu şekilde kullanılabileceği yönünde makul kabul yeterlidir. Dolayısıyla, 7/1-(c) bendi incelemesinde yanıtı araştırılması gereken soru, tescili talep edilen işaretin şu anda kullanılan dilde alışılmış bir terim olup olmadığı değildir. 7/1-(c) bendi incelemesinde araştırılması gereken husus, tescili talep edilen işaretin kamunun ilgili kesiminin zihninde inceleme konusu mallarla veya hizmetlerle ilişkilendirilip ilişkilendirilmediği veya bu tip bir ilişkinin gelecekte kurulacağının düşünülmesinin makul olup olmadığıdır. OHIM Temyiz Kurulu incelemesinde bu husus dikkate alınarak karar verilmiş olduğundan, başvuru sahibinin, başvuruya konu “KAATSU” markasının yaygın biçimde kullanılmadığı yönündeki iddiası kabul edilmemiştir.

Adalet Divanı Genel Mahkemesi yukarıda detaylı biçimde aktarılan gerekçelerle başvuru sahibinin taleplerini yerinde bulmamış ve OHIM Temyiz Kurulu’nun başvuruyu 7/1-(c) bendi kapsamında reddetmesi kararını onamıştır.

Kanaatimizce “KAATSU” kararı, Adalet Divanı ve OHIM’in, 7/1-(c) bendi kapsamında tanımlayıcılık hususunda, halihazırda yeterince açık ve istikrarlı olan uygulamalarını daha da istikrarlı biçimde tekrar etmiştir. 7/1-(c) bendi kapsamında verilen ret kararlarına karşı yapılan itirazlarda sıklıkla dile getirilen ve ülkemizde de duymaya alışkın olduğumuz “piyasaya ilk kez sürme veya ilgili terimi ilk kez kullanma” ve “piyasada tanımlayıcı kullanımın fiilen bulunmaması” argümanları, tanımlayıcılık konusunda Adalet Divanı ve OHIM tarafından kabul edilmeyen ve itibar görmeyen argümanlardır. “KAATSU” kararında da ifade edildiği üzere, tanımlayıcılık gerekçeli ret kararlarının verilebilmesi için ilgili terimin piyasada fiilen tanımlayıcı biçimde kullanılması şart değildir, tersine ilgili bent kapsamında ret kararı verilebilmesi için gelecekte tanımlayıcı şekilde kullanıma ilişkin makul bir bağ kurulması yeterlidir. Buna ilaveten, “KAATSU” kararının 35. paragrafında belirtildiği üzere, başvuruya konu “KAATSU” ibaresinin belirli bir egzersiz yöntemini tanımlamak için, başvuru sahibi şirket tarafından yaratılmış bir marka olması, bu markanın otomatik olarak topluluk markası olarak tescil edilebileceği anlamına gelmemektedir. Kararın 36. paragrafında belirtildiği üzere, topluluk markası korumasından yararlanılabilmesi için, kamunun ilgili kesiminin başvurusu yapılan markayı, başvuru sahibinden kaynaklanan malları ve hizmetleri işaret eden bir gösterge olarak –derhal- algılaması ve bu yolla belirtilen malları ve hizmetleri diğer ticari kaynaklardan gelen aynı nitelikteki mallardan ve hizmetlerden ayırt etmesi gereklidir. Bu çerçevede, tanımlayıcılık incelemesinde odaklanılması gereken husus, piyasaya ilk kez sürme veya ismi ilk kez kullanma gibi unsurlar değil, derhal ticari kaynak nitelikte algılanır bir adlandırmanın var olup olmadığıdır. Sonuç olarak, istikrarlı Adalet Divanı uygulaması çerçevesinde, “piyasaya ilk kez sürme veya ilgili terimi ilk kez kullanma” ve “piyasada tanımlayıcı kullanımın fiilen bulunmaması” gibi argümanların, tanımlayıcılık gerekçeli ret kararlarının kaldırılmasını tek başlarına sağlar nitelikte güçlü argümanlar olmadığı bir kez daha vurgulanmalıdır.

Önder Erol Ünsal

Kasım 2014

unsalonderol@gmail.com

USPTO Temyiz Kurulu “The Egg” Kararı – Malların Şeklini Tarif Eden Terimlerin Tanımlayıcı Niteliği

the-egg-4

Marka tescil talebi kapsamında bulunan malların şeklini tarif eden veya söz konusu malların şekli olarak algılanabilecek nitelikteki terimler, kanaatimizce malların karakteristik özelliklerini belirtir ifadeler olarak kabul edilmeli ve tescil edilmemelidir. Belirtilen konuya ilişkin güncel bir karar, Amerika Birleşik Devletleri (A.B.D.) Patent ve Marka Ofisi (USPTO) Temyiz Kurulu tarafından 30 Ekim 2014 tarihinde alınmıştır. Bu yazı, USPTO Temyiz Kurulu tarafından 30 Ekim 2014 tarihinde alınan “The Egg” kararının (http://ttabvue.uspto.gov/ttabvue/ttabvue-85811333-EXA-10.pdf) aktarılması ve açıklanması amacıyla yazılmıştır.

“Flageoli Classic Limited, LLC” firması 27 Aralık 2012 tarihinde “The Egg” markasının 10. sınıfa dahil “Kozmetik kullanım amaçlı yüz tonlama (renklendirme) cihazları.” için tescil edilmesi talebiyle USPTO’ya başvuruda bulunur. USPTO uzmanı başvuruyu, “The Egg” ibaresinin başvuru kapsamındaki malların şekil veya biçimini tarif etmesi nedeniyle tanımlayıcılık gerekçesiyle reddeder. İngilizce bilmeyen okuyucular için “egg” kelimesinin “yumurta, yumurta biçiminde” anlamına geldiği, “the” kelimesinin ise herhangi bir anlamı olmayan, ancak önüne geldiği isim veya sıfatları belirginleştiren bir artikel (tanımlık) olduğu belirtilmelidir. Başvuru sahibi, tanımlayıcılık gerekçesiyle verilen ret kararına karşı itiraz eder ve itiraz USPTO Temyiz Kurulu tarafından incelenir.

USPTO Temyiz Kurulu 30 Ekim 2014 tarihinde verdiği kararla itirazı reddeder, Temyiz Kurulu’nun ret kararı takip eden tespit ve açıklamalara dayanmaktadır:

Bir terimin, tescili talep edilen ürüne ilişkin olarak doğrudan doğruya kalite, nitelik, fonksiyon veya karakteristik özellik belirtmesi halinde, bu terimin münhasıran tanımlayıcı olduğu kabul edilir. Bir markanın tanımlayıcı niteliği; başvuru kapsamında bulunan mallar veya hizmetler, markanın kullanıldığı çevre ve markanın fiili veya tasarlanan kullanımının ortalama tüketicilerde yol açacağı olası etki dikkate alınarak belirlenir. Tanımlayıcı nitelik tespit edilirken yanıtlanması gereken soru, ürünleri tanıyan bir kişinin, markanın ürünler hakkında bilgi verdiğini derhal anlayıp anlamadığıdır.

İnceleme uzmanı “egg” kelimesinin anlamını araştırmış ve kelimenin sözlük anlamlarından birisinin “yumurta biçimine sahip herhangi bir şey” olduğunu tespit etmiştir. Uzman buna ilaveten, başvuru sahibinin ürünleri hakkında internetten bilgi toplamış ve çeşitli sitelerde ürünler hakkında “elle kullanılan üniteler yumurta biçimindeki bölmenin içine yerleştirilmiştir”, “bu cihaz, yumuşak biçimde cilde uygulanan ve elle kullanılan iki adet yumurta biçiminde sonda içermektedir” ifadelerini ve takip eden şekilleri tespit ederek kararına eklemiştir:

theegg1

theegg2

Bunlara ilaveten uzman, yumurta biçimindeki kozmetik ürünlerinin farklı üreticiler tarafından da piyasaya sürüldüğünü gösterir nitelikte kanıtları da kararına eklemiştir:

theegg

Buna karşılık başvuru sahibi, kelimenin sözlük anlamının esas alınarak başvurunun reddedilmesi kararını yerinde bulmamaktadır, şöyle ki başvuru sahibine göre sözlük anlamı dolaylı niteliktedir ve ayrıca, yumurta biçiminde olmak, başvuru kapsamındaki “Kozmetik kullanım amaçlı yüz tonlama (renklendirme) cihazları.”nın karakteristik bir özelliği değildir.

USPTO Temyiz Kurulu, bir ürünün biçim veya şeklini tarif eden sözcüklerin tanımlayıcılık gerekçesiyle reddedilmesi gerektiği yönündeki uzman tespitine katılmaktadır. A.B.D. mahkemelerinin konu hakkındaki içtihadı da bu yöndedir: “V-Ring” ibaresi “yönlendirici antenler” bakımından, “Chambered pipe” ibaresi “küçük ayar haznelerinden oluşan boşaltım sistemleri” bakımından, “Matchbox Series” ibaresi “kibrit kutusu büyüklüğü ve biçiminde kutularda satılan oyuncaklar” bakımından, “Beeflakes” ibaresi “dondurulmuş ve ince şekilde dilimlenmiş biftekler” bakımından, “Toobs” ibaresi “tüp biçiminde mutfak ve banyo tesisatları” bakımından, “Straights” ibaresi “düz bacak modeline sahip kot pantolonlar” bakımından, “Wing nut” ibaresi “vidalama esnasında kaldıraç etkisi yapacak kanatlı çıkmalara sahip elektrik konektörleri” bakımından, “V-File” ibaresi “kartlar arasındaki açıklığın V biçiminde olduğu kart dosyalama sistemleri” bakımından reddedilmiştir. Belirtilen kararların tamamı A.B.D. mahkemeleri veya USPTO Temyiz Kurulu tarafından verilmiştir ve ürünlerin biçim veya şeklini tarif eden ibarelerin tescil edilemeyeceği yönünde tespitler içermektedir.

Başvurunun diğer kelime unsuru olan “THE” ibaresine dönülecek olursa, bu sözcüğün birlikte kullanıldığı kelimeye herhangi bir şekilde kaynak gösterme fonksiyonu kazandırmadığı yönünde çok sayıda karar ve yerleşik içtihat bulunmaktadır: “The Greatest Bar” ibaresi “restoran ve bar hizmetleri” bakımından, “The Magazine For Young Women” ibaresi “dergiler” bakımından, “The Computer store” ibaresi “bilgisayar hizmetleri” bakımından, “The Pill” ibaresi “farmasötik müstahzarlar” bakımından tanımlayıcı bulunmuştur. Belirtilen kararlarda, “Belirleme artikeli olan THE ibaresinin markaya ayırt edici herhangi bir nitelik kazandırmamaktadır.”, “Kelime kombinasyonunda THE ibaresinin yer alması önemli değildir. Bu kelimenin kaynak gösterme niteliği bulunmamaktadır.” ifadeleri yer almaktadır.

Bunlara ilaveten uzman, yumurta biçimindeki kozmetik ürünlerinin farklı üreticiler tarafından da piyasaya sürüldüğünü gösterir nitelikte kanıtları da kararına eklemiştir:

Yukarıda yer verilen tüm açıklamaların ışığında, USPTO Temyiz Kurulu, “The Egg” ibaresinin başvuru kapsamında bulunan cihazların yumurta biçiminde olduğunu tarif ettiği, bu itibarla da başvuru sahibi ürünlerinin önemli bir özelliğini yeterli derecede tanımladığı kanaatine ulaşmıştır. Temyiz Kurulu’na göre, “The Egg” ibaresi başvuru sahibinin ürünlerinin olası alıcılarını veya kullanıcılarını, ürünlerin şekli veya biçimi konusunda derhal ve doğrudan olarak bilgilendirmektedir. Dolayısıyla, Temyiz Kurulu’na göre, başvurunun tanımlayıcılık gerekçesiyle reddedilmesi kararı yerindedir ve sonuç olarak, başvuru sahibinin itirazının reddedilmesine karar verilmiştir.

USPTO Temyiz Kurulu’nun “The Egg” kararı, A.B.D. yargısı ve USPTO Temyiz Kurulu’nun ürünlerin biçimini tarif eden terimlerin tanımlayıcılığı konusundaki genel değerlendirmesinden farklılaşan bir yön içermemektedir ve bu bağlamda sürpriz veya beklenmeyen bir karar niteliğinde değildir. Bununla birlikte, ürünlerin şeklini veya biçimini ifade eden sözcüklerin tanımlayıcılığı konusunun yurtdışında nasıl değerlendirildiğinin Türk okuyuculara ve alan profesyonellerine aktarılması kanaatimizce önemlidir. Buna ilaveten, İngilizce’de tanımlayıcı olan kelimelerin başına “The” sözcüğünün getirilmesi suretiyle, kelimelere markasal ayırt edici nitelik kazandırılabileceği iddiasıyla, Türkiye’de de kimi zaman karşılaşılmaktadır. Bu yöndeki argümanların, A.B.D. yargısı ve USPTO tarafından ne şekilde değerlendirildiğinin “The Egg” kararına ilişkin açıklamalar çerçevesinde görülmesi mümkündür. Kararın her iki yönüyle de okuyucuların dikkatini çekeceğini ve yararlı olacağını umut ediyorum.

Önder Erol Ünsal

Kasım 2014

unsalonderol@gmail.com

 

İsviçre Federal Fikri Mülkiyet Enstitüsü “SC Studio Coletti” Kararı – Gelişmiş Ülke Ofisi Kararı Her Zaman Mutlak Doğruyu Gösterir mi?

swissipoffice

Ulusal inceleme ofislerinin marka tescil başvuruları hakkındaki bazı kararları, kimi durumlarda hak sahipleri, onların temsilcileri veya yargı tarafından oldukça yanlış ve anlamsız bulunabilmektedir. Bu tip kararlar eleştirilirken, marka inceleme ofisinin karşısına genellikle yabancı ofislerin aynı veya benzer nitelikteki başvurular hakkında verdiği kararlar konulmakta ve hele ki bu kararlar gelişmiş ülke ofislerine ait kararlarsa, itiraz – dava dilekçelerinde “gelişmiş ülke uygulamalarının aksi yönde olduğu”ndan bahsedilerek ret kararlarının kaldırılması talep edilmektedir. Bu itirazlarda kimi zaman ifadelerde doz aşımı da yaşanmakta ve ofis veya çalışanları ticari özgürlükleri baltalayıcı nitelikte kararlar vermekle itham edilmekte ve “gelişmiş ülke ofisleri”nin uygulamaları buna dayanak olarak gösterilmektedir. Bununla birlikte, kanaatimizce bu yaklaşım tam anlamıyla gerçeklikle örtüşmemektedir.

Her şeyden önce gelişmiş ülke ofisi uygulaması şeklinde tek bir yaklaşım veya gerçeklikten bahsedilmesi kanaatimizce mümkün değildir. Bu içerikte standartlaşmış bir yaklaşım olmadığı gibi, tersine gelişmiş ülkeler olarak adlandırılabilecek ülkelerin marka ofislerinin birçok konuda birbirleriyle tamamen ters yönde kararlar verdiği de sıklıkla gözlemlenmektedir. Ofis kararlarının genellikle tek uzman tarafından verilmesi bu durumun gerekçelerinden birisi olsa da, kimi durumlarda ofis uygulamaları temel konularda birbirinden tamamen farklı yaklaşımlar gösterebilmektedir. Avrupa Birliği üyesi ülkeler esas alınacak olursa, bu ülkeler Topluluk Marka Direktifiyle ana çerçevesi belirlenmiş paralel mevzuata sahip olsalar ve İç Pazarda Uyumlaştırma Ofisi (OHIM) gibi bir ortak ofis 20 yıla yakın bir süredir faaliyette olsa da, halen birbirleriyle aynılaştırılabilmiş bir uygulamaya sahip değillerdir. Bu durumdan duyulan rahatsızlık nedeniyle OHIM ve Birlik üyesi ülkeler, son birkaç yıldır Yakınlaştırma (Convergence) programları uygulamakta ve yalnızca mevzuat bakımından değil, uygulamalar bakımından da birbirleriyle uyumlu hale gelmek için çaba göstermektedir.

Gelişmiş ülke uygulamaları şeklinde bir kavramdan bahsedilecekse, bu kavramın kapsamı elbette ki Avrupa Birliği (AB) üyesi ülkelerle sınırlı değildir. Amerika Birleşik Devletleri, İsviçre, Norveç, Japonya, Kanada, Rusya Federasyonu, vb. bazı ülkelerde gelişmiş ülkeler kategorisi kapsamında sayılması gereken ülkelerdir ve bu ülkelerin uygulamaları çoğu durumda ne AB üyesi ülkelerin uygulamalarıyla ne de, her ülkenin ayrı uygulaması esas alındığında, kendi aralarında uyum göstermektedir. Bu tip farklılıkları gösteren ve altını çizen çok sayıda karar şu ana kadar IPR Gezgini içeriğinde değerlendirilmiş ve özellikle Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın bu durum hakkındaki yorumu açıklanmaya çalışılmıştır.

Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın T-106/00 sayılı kararında açıkça belirtildiği üzere bir markanın AB üyesi ülkelerde veya diğer ülkelerde tescil edilmiş olması, bu ülkeler başvuruyu oluşturan kelime markasının ait olduğu dilin konuşulduğu ülkeler olsa da, OHIM’in markayı reddetmemesi için dayanak teşkil etmeyecektir: “47.  Başvuru sahibince öne sürülen ulusal kararlara ilişkin olarak, içtihattan açık olarak anlaşılacağı üzere (bkz. T-32/00 sayılı dava, Messe München v OHIM (electronica) [2000] ECR II-3289, paragraph 47), Topluluk markası sisteminin, kendine yeterli ve herhangi bir ulusal sistemden bağımsız işleyen, kendi amaçları ve özellikleri bulunan otonom bir sistem olduğu akılda bulundurulmalıdır. Bunun sonucunda, bir işaretin Topluluk markası olarak tescil edilebilirliği yalnızca ilgili Topluluk mevzuatı hükümleri dikkate alınarak değerlendirilmelidir. Bu çerçevede, Ofis (OHIM) ve Topluluk yargısı, ihtilaf konusu işaretin üye bir ülkede veya üçüncü bir ülkede ulusal bir marka olarak tescil edilebilirliği hususunda verilmiş olan önceki bir kararla bağlı değildir. Bu kararın Topluluk Marka Direktifiyle uyumlu bir ulusal mevzuat kapsamında alınmış olması veya kararın, ihtilaf konusu kelimenin kaynak dilsel bölgesine (ilgili kelimenin ait olduğu dilin anadil olduğu, ç.n.) ait, bir ülke tarafından verilmiş olması durumlarında dahi değerlendirme aynı şekilde olacaktır.

48. Bunun sonucu olarak, başvuru sahibinin, “streamserve” kelimesinin ulusal marka olarak tescil edilebilirliğine ilişkin ulusal kararların varlığı ve özellikle bu kararlardan birisinin Birleşik Krallık’ta verilmiş olması gerekçeli argümanı mevzu dışıdır (kabul edilebilir içerikte değildir). Daha ötesi, başvuru sahibi bu kararlardan sonuca ulaşılmasına sağlayacak esasa ilişkin hiçbir argüman sunmamaktadır.” ( http://iprgezgini.org/2013/12/16/streamserve-karari-ayni-markanin-farkli-ulkelerde-onceden-tescil-edilmesi-hususunun-ve-inceleme-ofisinin-onceki-kararlarinin-marka-incelemesine-etkisi/ )

Marka mevzuatları birbirleriyle benzer olsa da, mevzuatın uygulanması esas alındığında, standart hale gelmiş gelişmiş ülke uygulamaları içerikli bir bütünden bahsedilmesi mümkün değildir. Hele ki, aynı başvurunun aynı ofis içerisinde farklı uzmanlarca farklı şekilde değerlendirilebileceği gerçeği de ortadayken, amaç, birçok ofis açısından genellikle ofis içi uyumu en üst noktaya taşımak olarak ortaya çıkmıştır. Bu amaçla birlikte, önemli yabancı ofis uygulamalarını takip etmek ve uygulamaları mevzuat izin verdiği sürece uyumlaştırmak bir diğer önemli amaç olarak tanımlanabilir. Amaçlar bu şekilde ortaya konsa da, gelişmiş ülkeler uygulaması şeklinde bir standarttan bahsedilemeyeceğinden, her gelişmiş ülke ofisinde kararları nihayetinde bireyler verdiğinden ve her bireyin her vakayı, özellikle de borderline (sınırdaki) vakaları, aynı şekilde yorumlaması beklenemeyeceğinden, vaka bazında her ülke ofisinden aynı kararı beklemek hayalcilikten öteye gitmeyecektir.

Uzunca ve planladığımın daha ötesine geçen bir giriş bölümü yazmakla birlikte, okuyucuların tahmin edeceği üzere bu yazı farklı ofislerce farklı biçimde yorumlanan bir marka tescil başvurusuna ilişkin olacak. Yazı içeriğinde değerlendirilecek başvuru hakkındaki ret kararının gelişmiş ve köklü bir sınai mülkiyet geleneğine sahip İsviçre inceleme ofisine ait bir karar olmasının, neredeyse her itirazda gelişmiş ülke ofislerinin uygulamalarını tartışmasız doğru olarak işaret edenlerin fikirlerini bir kez daha gözden geçirmelerini sağlayacağını ümit ediyorum.

Yazının konusu karar hakkında bilgi edinmemi sağlayan ve her zaman ilgiyle takip ettiğim “Marques Class 46” bloğuna ve blogda ilgili yazıyı kaleme alan Mark Schweizer’a özellikle teşekkürlerimi sunuyorum. (bkz. http://www.marques.org/class46/ , 06/10/2014 yayın tarihli – “Switzerland: bet you never heard of this ground of refusal” başlıklı yazı)

Alman menşeili “Otto (GmbH & Co. KG)” firması, “sc studio coletti” markasını Madrid Protokolü kapsamında uluslararası sicilde tescil ettirir ve markasının İsviçre dahil çeşitli ülkelere başvuru olarak gönderilmesini talep eder.

coletti

Yukarıda yer verilen görsele sahip başvurunun kapsamında 14.,18. ve 25. sınıflara dahil takılar, saatler, çantalar, cüzdanlar, valizler, giysiler, baş giysileri, ayak giysileri gibi mallar bulunmaktadır.

İsviçre Federal Fikri Mülkiyet Enstitüsü başvuruyu 15/03/2012 tarihinde verdiği bir kararla, Paris Sözleşmesi’nin ikinci mükerrer altıncı maddesine aykırılık gerekçesiyle reddeder. Belirtilen ret gerekçesinin içerik olarak 556 sayılı Markaların Korunması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname’nin 7/1-(g) bendine karşılık geldiğini söylemek yerinde olacaktır.

sc.coletti2

 

 

 

 

 

Paris Sözleşmesi’nin ikinci mükerrer altıncı maddesi bilindiği üzere, Markalar: Devlet Amblemleri, Resmi Ayar Damgaları ve Devletlerarası Teşkilatların Amblemleri ile ilgili Yasaklar” başlığını taşımaktadır. Maddenin bu yazı açısından önemli bölümleri aşağıdaki şekildedir:

1.(a) Birlik ülkelerine ait armaların, bayrakların ve diğer Devlet amblemlerinin, ve bu ülkelere kabul edilmiş olan resmi kontrol ve teminatı belirten resmi işaretler ve ayar damgalarının ve hanedan armacılığı bakımından taklitlerinin ticari markalar veya markların bir unsuru olarak yetkili makamlardan izin almaksızın kullanılması uygun önlemlerle yasaklamak ve tescili reddetmek ya da geçersiz kılmak hususlarında, Birlik ülkeleri mutabık kalmışlardır.

(b) Yukarıdaki (a) bendinde belirtilen hükümler, korunmaları için tesis edilmiş olan yürürlükteki uluslararası sözleşmelere konu olan armalar, bayraklar, diğer amblemler, kısaltılmış kelimeler vs. dışında, Birlik ülkelerinden birinin veya daha fazlasının üye olduğu Devletlerarası Uluslararası Teşkilatların armaları, bayrakları, diğer amblemleri ve isimleri vs. için de aynı derecede geçerli olacaktır.”

Aynı maddenin 3. paragrafında madde kapsamında korunacak arma, bayrak, kısaltma ve diğer işaretlerin kayıt yöntemi de belirlenmiştir:

3.(a) Bu hükümlerin uygulanması için Birlik ülkeleri, bu Maddenin korunması altına tümüyle veya belli sınırlar içinde almak istedikleri veya bundan sonra isteyebilecekleri Devlet amblemlerinin ve resmi işaret veya ayar damgalarının bir listesini ve bu listenin müteakip tadillerinin tümünü, Uluslararası Büro aracılığıyla birbirlerine iletmeyi kararlaştırmışlardır. Bu arada bütün Birlik ülkeleri, bu şekilde iletilen listeleri kamuya açık tutacaklardır. Ancak bu iletişime Devletlerin bayraklarının dahil edilmesi zorunlu değildir.

(b) Bu Maddenin 1. paragrafının (b) bendindeki hükümler yalnız uluslararası hükümetlerarası teşkilat tarafından, Birlik ülkelerine Uluslararası Büro aracılığıyla bildirilen devletlerarası teşkilata ait armalar, bayraklar, diğer amblemler, kısaltmalar ve isimler için geçerli olacaktır.”

Belirtilen hüküm esas alınarak yapılan düzenleme çerçevesinde Dünya Fikri Mülkiyet Teşkilatı (WIPO) Uluslararası Bürosu, üye ülkelerden gelen bildirimler çerçevesinde oluşturulan bir veritabanını yönetmekte ve korunması talep edilen işaretleri diğer üye ülkelere ileterek Paris Sözleşmesi’nin ikinci mükerrer altıncı maddesi kapsamında öngörülen sistemi işletmektedir. WIPO tarafından oluşturulan, Article 6ter express database olarak anılan ve koruma altına alınmış işaretler arasında çevrimiçi araştırma yapmayı sağlayan veritabanına http://www.wipo.int/ipdl/en/6ter/search-struct.jsp adresinden erişilmesi mümkündür.

Veritabanında yapılan araştırma, İsviçre Federal Fikri Mülkiyet Enstitüsü’nün “sc studio coletti” başvurusunu reddetmesine dayanak olan koruma altındaki kısaltma hakkında takip eden bilgilerle karşılaşmamızı sağlamıştır:

sc.coletti

Veritabanına göre koruma altındaki “SC” ibaresi, “Kalıcı Organik Kirleticilere İlişkin Stockholm Sözleşmesi (Stockholm Convention on Persistent Organic Pollutants)”nin kısaltması olarak 30/09/2009 tarihinden itibaren Qo1327 sayıyla koruma altına alınmıştır.

Görüldüğü üzere, koruma altındaki kısaltma “SC” harflerinden ibarettir ve “sc studio coletti” başvurusunun “studio” ve “coletti” parçalarının ve başvurunun mal listesini oluşturan 14.,18. ve 25. sınıflara dahil malların koruma konusu uluslararası sözleşmeyle hiçbir bağ veya ilintisi bulunmamaktadır. Bir diğer deyişle, kanaatimizce “sc studio coletti” başvurusu, başvuruyu oluşturan öğelerin bütünü esas alındığında, “Kalıcı Organik Kirleticilere İlişkin Stockholm Sözleşmesi (Stockholm Convention on Persistent Organic Pollutants)”ni çağrıştırmadığı gibi, mal listesi itibarıyla da bu sözleşme ile bağlantı kurulmasını sağlayacak herhangi bir unsur içermemektedir. Bu itibarla, başvuruda sadece “SC” harflerinin yer alması, başvurunun Paris Sözleşmesi’nin ikinci mükerrer altıncı maddesine aykırılık gerekçesiyle reddedilmesini gerektirir mi sorusu ortaya çıkmaktadır.

Yazının önceki bölümlerinde belirttiğimiz üzere gelişmiş bir ülke ofisi olan İsviçre Federal Fikri Mülkiyet Enstitüsü’ne göre bu sorunun yanıtı evettir ve İsviçre Federal İdare Mahkemesi de bu ret kararını onaylamıştır.

Peki, uluslararası başvuru kapsamında seçilen ve gelişmiş ülke kategorisine girmediklerini var sayabileceğimiz gelişmekte olan ülke ofislerinden herhangi birisi aynı başvuruyu İsviçre ile aynı gerekçeyle reddetmiş midir? Bir de buna bakmak yerinde olacaktır.

sc.coletti3

WIPO Romarin veritabanından 1068756 sayılı “sc studio coletti” markası için yapılacak bir araştırma, belirtilen uluslararası tescil kapsamında seçilen Bosna Hersek, Belarus, İsviçre, Çin, Hırvatistan, Rusya Federasyonu, Türkiye, Ukrayna arasından, 02/11/2014 tarihi itibarıyla, Rusya Federasyonu, Çin, Türkiye ve İsviçre’nin başvuruyu kısmen veya tamamen reddettiğini göstermektedir. Belirtilen ülkelerden Rusya Federasyonu, Çin ve Türkiye başvuruyu önceden tescilli markalarla benzerlik nedeniyle reddetmişken, yalnızca İsviçre’nin başvuruyu Paris Sözleşmesi’nin ikinci mükerrer altıncı maddesine aykırılık gerekçesiyle reddettiği görülmektedir. Uluslararası tescil, Avrupa Birliği’nde tescilli esas markaya dayandığından, markanın OHIM tarafından da tescile değer bulunduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla, marka OHIM tarafından tescil edilmişken ve birçok diğer ülkenin de markayı benzerlik dışındaki gerekçelerle reddetmediği ortadayken, gelişmiş bir ülke ofisi olduğu ve köklü bir sınai mülkiyet geleneğine sahip bulunduğu açık olan İsviçre Federal Fikri Mülkiyet Enstitüsü başvuruyu Paris Sözleşmesi’ne aykırılık gerekçesiyle reddetmesinin gelişmiş ülke ofisi her zaman doğruyu yapar bakış açısıyla açıklanması mümkün gözükmemektedir. İsviçre Federal Fikri Mülkiyet Enstitüsü’nün başvuruyu belirtilen gerekçeyle reddetmesinin yerinde olup olmadığı konusunda fazlaca yorum yapmadan, değerlendirmeyi okuyuculara bırakmayı tercih ediyorum.

Varmaya çalıştığımız sonuç, şu ana dek yazılanlardan kolaylıkla anlaşılabileceği gibi, marka incelemesinde standartlaşmış bir gelişmiş ülke uygulamasından bahsedilmesinin mümkün olmamasının yanısıra, gelişmiş bir ülke ofisi tarafından verilen her kararın her şartta mutlak doğru kararmış gibi değerlendirilmesinin mümkün olmadığıdır. Gelişmiş ülke ofislerinin birbirlerinden farklılaşan kararları ve uygulamaları böyle bir tespitin yerinde olması ihtimalini en başta ortadan kaldırmaktadır. Dolayısıyla, kanaatimizce, ofis ret kararlarının ortadan kaldırılması için yapılan itirazlarda, sadece yabancı ofis kararlarına dayanmak pek de güçlü bir argüman olarak gözükmemektedir, ki yukarıda yer verdiğimiz “streamserve” markasına ilişkin T-106/00 sayılı Avrupa Birliği Adalet Divanı kararı da aynı yönde tespitler içermektedir.

Bir ret gerekçesi olarak Paris Sözleşmesi’nin ikinci mükerrer altıncı maddesine dönülecek olursa, maddenin neredeyse her ülkenin marka mevzuatında bir ret gerekçesi olarak bulunduğu, buna karşın, birçok ülkenin bu maddeyi oldukça farklılaşan değerlendirmelere tabi tuttuğu ortadadır. Dolayısıyla, maddenin detaylı değerlendirmesi kanaatimizce ayrı bir yazıda derinlemesine yapılmalıdır. Bu değerlendirmeyi başka bir yazıda yapmak yerinde olacaktır.

 

Önder Erol Ünsal

Kasım 2014

unsalonderol@gmail.com

 

Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın Perakende Satış Mağazalarının Görsel Düzenlerinin Marka Olarak Tescil Edilebilirliğine İlişkin C-421/13 Sayılı Ön Yorum Kararı

applestore

Avrupa Birliği Adalet Divanı, 10/07/2014 tarihli C-421/13 sayılı ön yorum kararında perakende satış dükkanlarının görsel düzenlerinin ayırt edici niteliği konusunda değerlendirmelerde bulunmuştur.

 

İlk olarak, ön yorum kararına konu dava ve Alman Federal Patent Mahkemesi’nin Adalet Divanı’na yönelttiği soruların özetlenmesi yerinde olacaktır.

 

“Apple, Inc.” (bundan sonra “Apple” olarak anılacaktır) Kasım 2010’da aşağıda görseline yer verilen üç boyutlu markayı Amerika Birleşik Devletleri Patent ve Marka Ofisi’nde (USPTO) tescil ettirir. USPTO’ya sunulan tarifnamede marka “Bir perakende satış dükkanının ayırt edici tasarımı ve görsel düzeni” olarak tanımlanmıştır. Marka, Nicé sınıflandırmasının 35. sınıfına dahil “Bilgisayarların, bilgisayar yazılımlarının, bilgisayar çevre ürünlerinin, taşınabilir telefonların, tüketici elektronik ürünlerinin ve bunlara ait aksesuarların perakendeciliği hizmetleri ve bunlara ilişkin malların demonstrasyonu hizmetleri.” için tescil edilmiştir.

 

applestore

 

USPTO’da elde edilen tescilin ardından “Apple” markanın çeşitli ülkelerde yukarıda belirtilen hizmetler için tescil edilmesi amacıyla Madrid Protokolü kapsamında başvuruda bulunur. Uluslararası Sicil’de 1060321 sayıyla kaydedilen markanın bir başvuru olarak yöneltildiği ülkeler arasında Almanya da bulunmaktadır.

 

Alman Patent ve Marka Ofisi (DPMA), başvuruyu Ocak 2013’de işletmenin ürünlerinin satışı için oluşturulan görsel tasvirin, işletmenin ticari faaliyetini yürütürken kullandığı esas görünümün gösteriminden ibaret olması, tüketicilerin bu tip bir görsel düzeni ürünlerin kalitesinin veya fiyat aralığının göstergesi olarak algılaması mümkün olsa da, bu görsel düzeni ticari kaynak gösteren bir işaret olarak değerlendirmelerinin mümkün olmaması ve incelenen vakada yer alan perakende satış dükkanı görsel düzeninin, diğer elektronik ürün sağlayıcıların dükkanlarından ayırt edilmesini sağlayabilecek derecede farklılaşmamış olması gerekçeleriyle reddeder.

 

“Apple”, DPMA’nın ret kararına karşı “Alman Federal Patent Mahkemesi (Bundespatentgericht)” nezdinde dava açar.

 

Federal Patent Mahkemesi, davaya konu görsel düzenin, elektronik sektöründeki perakendecilerin kullandığı alışılmış görsel düzenlerden ayırt edilebilmesini sağlayan özelliklere sahip olduğu görüşünde olsa da, görülmekte olan davanın marka hukukuna ilişkin esaslı sorunları gündeme getirmesinden hareketle, davaya ilişkin işlemleri durdurur ve takip eden 4 soruyu ön yorum kararı verilmesi talebiyle Avrupa Birliği Adalet Divanı’na yöneltir:

 

      1. 2008/95 sayılı Direktif’in 2. maddesi uyarınca, “malların ambalajlarının” korunabilmesine sağlanan imkanın, bir hizmetin içerisinde  sağlandığı kuruluşun gösterimine de yayılması mümkün müdür?

     2. 2008/95 sayılı Direktif madde 2 ve 3(1) hükmü, bir hizmetin içerisinde sağlandığı kuruluşun gösteriminden oluşan işaretler, marka olarak   tescil edilebilir biçiminde yorumlanabilir mi?

    3. 2008/95 sayılı Direktif’in 2. maddesinde yer alan grafik gösterim şartının, sadece bir görsel tasarımın sunulması veya bu tasarıma ek olarak görsel düzenin veya özelliklerinin tarifnamesi olarak metre cinsinden mutlak boyutların veya oran olarak izafi boyutların sunulması durumunda, yerine getirildiği kabul edilebilir mi?

   4. 2008/95 sayılı Direktif madde 2 hükmü, perakende hizmetleri için tescilli bir markanın sağladığı koruma derecesi, perakendecinin kendisinin ürettiği ürünlere de sağlanacaktır biçiminde yorumlanabilir mi?

 

Adalet Divanı, ilk üç soruyu bir arada değerlendirmiştir.

 

Adalet Divanı’na göre ilk iki soruda yer alan “bir hizmetin içerisinde sağlandığı kuruluşun gösterimi” terimi, “Apple”ın “tüketicilerin malları satın almalarını sağlamak çeşitli hizmetlerin sunulması” için marka olarak tescil ettirmek istediği, satış mağazalarının görsel tasvirinden oluşan işareti ifade etmek için kullanılmaktadır.

 

Bu çerçevede, Adalet Divanı’na göre, birlikte incelenmesi gereken ilk üç soru esasen aşağıdaki anlama gelmektedir:

 

“Bir perakende satış dükkanının görsel düzeninin, ölçüleri veya boyutları belirtilmemiş, tasarımından oluşan bir gösterim, başvuru sahibinin ürünlerinin satın alınması amacıyla tüketicilere çeşitli hizmetlerin sunulması için tescil edilebilir mi ve eğer yanıt olumluysa, “bir hizmetin içerisinde sağlandığı kuruluşun gösterimi” , “ambalajla” aynı şekilde değerlendirilebilir mi?”

 

Adalet Divanı bu soruyu takip eden yorum çerçevesinde yanıtlamıştır:

 

2008/95 sayılı Direktif madde 2 uyarınca tescil edilebilir bir marka oluşturmak için üç şart yerine getirilmelidir. Öncelikle, bir tescili talep edilen bir işaret olmalı, sonrasında bu işaretin grafik gösterimi mümkün olmalı, nihayetinde de işaret, bir işletmenin mallarını veya hizmetlerini diğer işletmelerin mallarından veya hizmetlerinden ayırt edilebilmesini sağlar içerikte olmalıdır. Direktif madde 2’nin yazım biçiminden, tasarımların, grafik gösterimi mümkün olan işaretler kategorisinde yer aldığı açıktır.

 

Bu çerçevede, incelenen vakada, bir perakende satış dükkanının görsel düzeninden oluşan gösterimin, bir işletmenin mallarını veya hizmetlerini diğer işletmelerin mallarından veya hizmetlerinden ayırt edilebilmesini sağlar içerikte olup olmadığı değerlendirilmelidir. İncelenen vakanın konusu gösterim, bir önceki paragrafta yer verilen ilk iki şartı (işaretin varlığı, grafik gösterimin mümkün olması) yerine getirdiğinden, inceleme konusu işaret sunulurken, perakende dükkanının ölçülerine veya oranlarına ilişkin bilginin var olup olmadığı ve “bir hizmetin içerisinde sağlandığı kuruluşun gösterimi”nin, “ambalajla” aynı şekilde değerlendirilmesinin gerekip gerekmediği soruları esasa ilişkin önem arz etmemektedir.

 

Bir perakende dükkanının görsel düzeninin bir tasarımla gösterimi, bir işletmenin mallarının veya hizmetlerinin diğer işletmelerin mallarından veya hizmetlerinden ayırt edilebilmesini sağlama yeterliliğine sahiptir ve bu nedenle, iki paragraf üstte belirtilen üçüncü şartı yerine getirmektedir. Bu çerçevede, bir perakende satış dükkanının görsel düzeninden oluşan bir işaretin, tescili talep edilen malların veya hizmetlerin belirli bir işletmeden geldiğini gösterebilme ihtimalinin bulunduğunun reddedilemeyeceği belirtilmelidir. Bu durum, tescili talep edilen görsel düzenin, ilgili sektörün kurallarından ve geleneklerinden dikkat çekici ölçüde uzaklaştığı hallerde ortaya çıkabilir.

 

Bir işaretin Direktif madde 2 anlamında marka oluşturabilecek yeterliliğe sahip olması, aynı işaretin, tescili talep edilen mallara ve hizmetlere ilişkin olarak, Direktif madde 3(1)(b) uyarınca, zorunlu biçimde, ayırt edici niteliğe sahip olduğu anlamına gelmemektedir.

 

Bir işaretin ayırt edici niteliği, somut olarak, (1) inceleme konusu mallara veya hizmetlere ilişkin olarak, (2) kamunun ilgili kesiminin, yani malların ve hizmetlerin ait olduğu sektörün makul düzeyde iyi bilgilenmiş ve makul düzeyde gözlemci ve ihtiyatlı ortalama tüketicilerinin algısına göre, değerlendirilmelidir.

 

Malların şekillerinden oluşan işaretlerin tescil edilebilirliği ile ilgili olan ve bu nedenle inceleme konusu vakayla bağlantısı bulunmayan Direktif madde 3(1)(e) hariç olmak üzere, Direktif madde 3(1)’de yer alan hükümlerin hiçbirisi farklı marka türleri hakkında bir ayırım yapmamaktadır. Dolayısıyla, bir perakende dükkanının görsel düzenini tasvir eden bir tasarımdan oluşan işaretin değerlendirilmesine ilişkin olarak yetkili makamlar tarafından uygulanacak değerlendirme kriterleri diğer marka türleri bakımından uygulanacak kriterlerden farklılaşmamaktadır.

 

Adalet Divanı, ilk üç soruya ilişkin yanıtını vermeden önce, Federal Patent Mahkemesi’nin yazılı soruları arasında yer alamayan, ancak duruşmada gündeme gelen bir soruyu değerlendirmiştir. Bu soru esasen, inceleme konusu vakadakine benzer işaretler Direktif madde 2 kapsamında değerlendirilirken, müşterileri tescil talebi sahibinin ürünlerini almaya teşvik edecek hizmetlerin, “hizmet” tanımı kapsamında değerlendirilip değerlendirilemeyeceği ile ilgilidir.

 

Adalet Divanı’na göre, bir ürün üreticisine ait satış yerinin görsel düzenini tasvir eden işaretler, Direktif’in ilgili maddelerinde belirtilen ret nedenleri kapsamına girmedikleri sürece, yalnızca mallar için değil, hizmetler için de tescil edilebilir, ancak bunun için bu hizmetlerin malların satışa sunumunun bütünleşik (dahili, yekpare) bir parçası olmaması gerekir. “Apple”a ait başvuruda sayılan ve duruşma sırasında açıklanan “satış dükkanında sergilenen ürünlere ilişkin olarak seminerler aracılığıyla demonstrasyon (kullanımı gösterme) yapılmasını sağlama”, “hizmet” kavramı kapsamına girebilecek niteliğindedir.

 

Sayılan değerlendirmelerin ışığında, Adalet Divanı, Alman Federal Patent Mahkemesi’nin ilk üç sorusuna karşılık olarak aşağıdaki yanıtı vermiştir:

 

“2008/95 sayılı Direktif maddeler 2 ve 3, bir perakende satış dükkanının görsel düzeninin, ölçüleri veya boyutları belirtilmemiş, tasarımından oluşan bir gösterim, mallara ilişkin olan, ancak onların satışa sunumunun bütünleşik bir parçasını oluşturmayan hizmetlerden oluşan hizmetler için, işaretin başvuru sahibinin hizmetlerinin, diğer işletmelerin hizmetlerinden ayırt edilebilmesini sağlaması ve Direktif’te sayılan diğer ret gerekçeleri kapsamına girmemesi durumunda tescil edilebilir, anlamına gelecek biçimde yorumlanmalıdır.”

 

Takiben, Adalet Divanı, Federal Patent Mahkemesi’nin son sorusunu değerlendirmiştir.

 

Adalet Divanı, “2008/95 sayılı Direktif madde 2 hükmü, perakende hizmetleri için tescilli bir markanın sağladığı koruma derecesi, perakendecinin kendisinin ürettiği ürünlere de sağlanacaktır biçiminde yorumlanabilir mi?” şeklindeki soruyu, incelenen vakanın esasıyla bağlantısının bulunmaması nedeniyle değerlendirmeye almamış ve yanıtlamamıştır.

 

Adalet Divanı’nın C-421/13 sayılı ön yorum kararı, perakende satış dükkanının görsel düzeninden oluşan işaretlerin, ayırt edici nitelikte olmaları ve diğer ret gerekçeleri kapsamına girmemeleri durumunda tescil edilebilir nitelikte oldukları yorumunu içermesi anlamında, büyük bir sürprize yol açmamış, diğer bir deyişle çok yeni bir şey söylememiştir. Gene de, kararın, bu tip başvuruları kapsamlı testler uygulamadan ve fazlaca yorum yapmadan reddeden ülke ofisleri açısından daha detaylı değerlendirme ölçütlerini yanında getireceğini şimdiden tahmin etmek yerinde olacaktır. İnceleme konusu markaya ilişkin Romarin kayıtları (http://www.wipo.int/romarin/detail.do?ID=0) incelendiğinde, başvuruyu reddeden ülkelerin (Türkiye dahil olmak üzere) sayısının fazlalığı ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda, yakın gelecekte, birçok tescil ofisinde perakende satış dükkanlarının görsel düzenlerinin tescil edilebilirliğine ilişkin olarak, yeni değerlendirme ilkelerinin ortaya çıkabileceğini varsayabiliriz.

 

Önder Erol Ünsal

Temmuz 2014

unsalonderol@gmail.com

 

Tek Rengi Münhasır Ayırt Edici Unsur Olarak İçeren Markaların Benzerliğine Dair Değerlendirme – USPTO Temyiz Kurulu “Cook Medical Technologies” Kararı

 

teal

 

Münhasıran tek renkten oluşan (color per se) veya tek rengi münhasır ayırt edici unsur olarak içeren markaların ayırt edici niteliğe sahip olup olmadığı sıklıkla tartışılan ve farklı görüşlerin yürütüldüğü bir konudur. Varılan noktada, çoğu ulusal hukuk sisteminde, grafik gösterimin objektif biçimde sağlanması halinde bu tip markaların kendiliğinden veya kullanım sonucu ayırt edici nitelik kazanmışlarsa reddedilmemeleri gerektiği görüşü ağırlık kazanmıştır. Bu tip markaların tescil edilmeleri halinde önceki tarihli diğer markalarla benzerliklerinin ne şekilde değerlendirileceği ise büyük bir soru işaretidir.

 

15. yılını dolduran ve tamamı marka incelemesi konusuyla ilgili geçen meslek hayatımda, münhasıran tek renkten oluşan (color per se) veya tek rengi münhasır ayırt edici unsur olarak içeren başvuruların tescil edilebilirliği ilgili çok sayıda konuşma dinlememe ve bu konuda birkaç karar vermeme karşın, bu tip markaların diğer markalarla benzerliği konusunda şimdiye dek herhangi bir örnekle karşılamadım. Ta ki, geçtiğimiz günlerde A.B.D. Patent ve Marka Ofisi (USPTO) Temyiz Kurulunun bu tip iki markanın benzerliğini değerlendirdiği 31/12/2012 tarihli bir karar rastgelene kadar. Aşağıda özetine ve değerlendirmesine yer vereceğim USPTO Temyiz Kurulu kararı, her ikisi de tek rengi münhasır ayırt edici unsur olarak içeren markaların benzerliği konusunu irdelemektedir. Bu bağlamda, benim için oldukça ilgi çekici olan değerlendirmeleri sizin de dikkatinize sunmak istedim.

 

2009 yılında “Cook Medical Technologies LLC” firması, “tıbbi cihazlar, yani vasküler veya nonvasküler işlemlerle ilgili tanı ve müdahale cihazlarının girişini sağlama amaçlı giriş iğneleri, tel kılavuzlar ve dilatörlerle birlikte kullanım için rehber kılıflar” mallarının tescil edilmesi amacıyla, aşağıda görseline yer verilen başvuruyu USPTO’ya yapar:

 

teal
Başvuru, USPTO Ek Sicilinde tescil talebiyle yapılmıştır (ek sicil hakkında bilgi için bkz. http://wp.me/p43tJx-7X) ve başvuru marka tarifnamesinde aşağıdaki şekilde tarif edilmiştir: “Marka, çubukla desteklenmiş bir tıbbi rehber kılıfının gövdesi uzunluğunca devam eden yarı saydam, yanardöner yeşilimsi mavi renginden oluşmaktadır. Şekilde kesik çizgilerle yer verilen malların çizimi markanın parçası değildir ve şekilde yer almalarının tek nedeni markanın mallar üzerindeki konumunun gösterilmesidir.”

 

USPTO uzmanı başvuruyu önceden tescilli üç markayla karıştırılma olasılığı gerekçesiyle reddeder (A.B.D.’nde önceden tescilli markalarla benzerlik yönünden inceleme Türkiye’de olduğu gibi ofis tarafından resen yapılmaktadır.). Ret kararının gerekçesi üç markanın görsellerine aşağıda yer verilmiştir:

 

kateter

 

Yukarıda yer verilen markaların her üçü de “kateterler” malını kapsamaktadır ve sırasıyla 1998, 1998, 2004 yıllarında tescil edilmişlerdir. Markaların tarifnamesi aşağıda şekildedir:

 

1. Marka için:
“Şekil mavi rengin gösterilmesi için noktalarla çizilmiştir. Marka mavi rengin ürünlerin kapağına uygulanmasından oluşmaktadır. Ürünlerin noktalarla belirtilmiş ana hatları markanın konumunu gösterme amaçlıdır ve markanın parçası değildir.”  
2. Marka için:
“Şekil mavi rengin gösterilmesi için noktalarla çizilmiştir. Marka koyu mavi rengin ürünlerin kapağına ve açık mavi rengin kateterin kalan kısmına uygulanmasından oluşmaktadır. Ürünlerin noktalarla belirtilmiş ana hatları markanın konumunu gösterme amaçlıdır ve markanın parçası değildir.”       
3. Marka için:
“Şekil mavi rengin gösterilmesi için noktalarla çizilmiştir. Marka mavi rengin ürünlerin kapağına ve kateterin kalan kısmına uygulanmasından oluşmaktadır. Ürünlerin noktalarla belirtilmiş ana hatları markanın konumunu gösterme amaçlıdır ve markanın parçası değildir.”

 

USPTO uzmanı, “yeşilimsi mavi (teal)” ve “blue (mavi)” renklerinin aynı renk olarak değerlendirilmesi gerektiğinden ve başvuru kapsamındaki mallarla, ret gerekçesi markalar kapsamında bulunan malların birlikte kullanılan, birbirini tamamlayıcı mallar olmasından hareketle, markalar arasında karıştırılma ihtimalinin ortaya çıkabileceği görüşündedir. Buna karşın, başvuru sahibi markaların farklı renkleri içerdikleri kanaatindedir. Başvuru sahibine göre, ret kararı (malların benzer olduğu varsayımıyla), önceden tescilli bir markada yer alan bir rengi belirli derecede içeren başka bir rengi bünyesinde barındıran markaların hukuken tescil edilemeyeceği anlamına gelen savunulamaz bir önerme içermektedir.

 

Başvuru sahibi USPTO uzmanının ret kararına karşı itiraz eder ve itiraz USPTO Temyiz Kurulu tarafından incelenir.

 

Aşağıda yer verilecek açıklamalar, USPTO Temyiz Kurulunun kararında yer verilen temel değerlendirmelerden oluşmaktadır. Kararın tamamının http://ttabvue.uspto.gov/ttabvue/ttabvue-77882876-EXA-16.pdf bağlantısından incelenmesi mümkündür.

 

Temyiz Kurulu, öncelikli olarak, iki renk markası arasındaki benzerliğin tespit edilmesinin, karıştırılma olasılığına ilişkin tipik olmayan bir değerlendirme olduğunu belirtmiştir. Temyiz Kurulu, konu hakkında, Profesör Justin McCarthy’den alıntılar yapmış ve “ton karıştırması (shade confusion)” olarak nitelendirilebilecek bu tip benzerlik iddialarının tarif edilmesinin – incelenmesinin oldukça güç ve subjektif olduğunu belirtmiştir. Prof. McCarthy’nin terimleriyle; “Renk markaları arasındaki benzerlik testinde, sonraki markanın önceki markadan kaç Pantone (uluslararası bir renk sınıflandırması) tonu uzak olduğu değil, makul derecede ihtiyatlı tüketicilerin markaları kaynak veya bağlantı konusunda karıştırıp karıştırmaması olasılığı dikkate alınmalıdır…Eğer karar verici, sıradan tüketicilerin veya kullanıcıların rengi kaynak gösteren bir unsur olarak değerlendirdiği ve onların ticari kaynak veya bağlantı konusunda karıştırma olasılığına yakın olduğu görüşündeyse, renk tonları aynı olmasa da önceki markaya tecavüzü tespit edilebilecektir.”   

 

Temyiz Kurulu ardından, başvuru ile ret gerekçesi markaların kapsadığı malların benzerliğini incelemiştir. Kurula göre, karıştırılma olasılığı sonucuna varılması için malların aynı veya birbirleriyle rekabet eden mallar olması veya aynı ticari kanallarla piyasaya sunulması şart değildir. Karıştırılma olasılığı sonucuna varabilmek için, ilgili malların bir şekilde bağlantılı olması ve/veya bu mallarla karşılaşacak aynı kişilerin, malların pazarlanmasıyla ilgili koşullar ve faaliyetler çerçevesinde,   markaların benzerliği nedeniyle, malların aynı kaynaktan geldiği yanlış algısına kapılması yeterlidir. Mesele, alıcıların malları karıştırması değil, malların ticari kaynağına ilişkin karıştırılma olasılığının ortaya çıkıp çıkmamasıdır. Eğer, mallar, nitelikleri itibarıyla tamamlayıcıysa veya birlikte kullanılıyorsa, bu bağlantı karıştırılma olasılığının varlığını destekleyebilir. Başvuru sahibinin itirazı, başvuru kapsamında bulunan tıbbi rehber kılıflar malı ile ret gerekçesi markalar kapsamında bulunan kateterler malının benzerliği konusunda herhangi bir karşı argüman içermemektedir. Temyiz Kurulu, başvuru kapsamında bulunan tıbbi rehber kılıflar ile ret gerekçesi markalar kapsamında bulunan kateterler mallarının yakından ilişkili mallar olduğu görüşündedir ve bu bağlamda uzmanın malların benzer olduğu yönündeki tespiti Kurulca da haklı görülmüştür.

 

Başvuru sahibinin itirazı, esasen markaların benzerliği yönündeki tespite ve o tespitin yanlışlanmasına yöneliktir. İnceleme konusu markalar şekilden ibaret olduklarından, markaların benzerliği hususu görsel benzerlik esas alınarak değerlendirilmelidir.

 

Temyiz Kurulu, benzerlik incelemesini, ret gerekçesi markalardan başvuruyla en yüksek derecede benzerlik arz eden markayı (önceki sayfalarda görsellerine yer verilen 3 markadan en üstte yer alanı) esas alarak gerçekleştirmiştir. Başvuru ile belirtilen marka benzer bulunsa da bulunmasa da, diğer 2 marka bakımından ayrıca değerlendirilme yapılmayacaktır.

 

Renk markaları karşılaştırılırken, markaların yanyana konulması suretiyle birbirlerinden ayırt edilip edilmedikleri değil, markaların görünümleri ve bütünsel olarak bıraktıkları izlenim itibarıyla malların kaynağına ilişkin karıştırmaya imkan verecek derecede benzer olup olmadıkları değerlendirilmelidir.

 

A.B.D. marka mevzuatına göre, renk markaları için başvuruda bulunulurken, talep konusu rengin adının belirtilmesi zorunludur, başvuru sahibi buna ek olarak, ticari renk sınıflandırmalarından birisine referansta bulunarak, talep konusu rengi bu yolla da tanımlayabilir.

 

İnceleme konusu başvuruyu oluşturan renk, marka tarifnamesinde “yeşilimsi mavi (teal)” rengi olarak tanımlanmıştır, buna karşın ret gerekçesi marka tarifnamesinde “mavi (blue)” renk olarak belirtilmiştir.

 

Temyiz Kurulu, ret gerekçesi markada “mavi” rengin, mavinin herhangi bir tonuna indirgenmemiş olmasından hareketle, mavi rengin tüm tonlarını kapsadığını, dolayısıyla “yeşilimsi mavi (teal)” rengini de kapsadığını belirlemiştir. Bu çerçevede, Temyiz Kuruluna göre, markalar kapsamındaki mallar da dikkate alındığında, tescilli marka sahibinin “mavi” rengi ile başvuru sahibinin “yeşilimsi mavi” rengi, renk olarak benzerdir. Başvuru sahibinin “yeşilimsi mavi” renginin yarı şeffaf ve yanardöner olması karıştırılma olasılığı incelemesi bakımından markalar arasında anlamlı bir farklılık arz etmemektedir. Malların birbiriyle yakın bağlantısı da göz önüne alındığında, markalar arasındaki görsel benzerlik Temyiz Kurulunu markaların ticari algı açısından bütünsel benzerlik oluşturduğu sonucuna götürmektedir.

 

Başvuru kapsamındaki malların tüketicileri bu malları satın alırken belirli derecede özen gösterse de, benzer markaları ve yakından ilişkili malları içeren hallerde, sofistike tüketicilerin de malların ticari kaynağı konusunda yanılması mümkündür. Belirtilen nedenlerle, Temyiz Kurulu, markaların ve malların benzerlik derecesi dikkate alındığında, bu benzerlik derecesinin, sofistike tüketiciler ve dikkatli alım kararı faktörlerine göre ağır bastığı görüşündedir. Kaldı ki, başvuru sahibi, ilgili alıcıların bilgili ve sofistike kullanıcılar olduğu yönünde argümanlar öne sürmemiştir.

 

Başvuru sahibinin, başvuru ve ret konusu markaların piyasada 18 yıldır karıştırılmadan birlikte var olduğu yönündeki iddiası, resen reddedilen başvuru hakkındaki kararın değiştirilmesi için yeterli görülmemiştir. Şöyle ki, fiili karıştırılmaya ilişkin ispatlanamamış iddiaların kanıt oluşturma gücü sınırlıdır.

 

Temyiz Kurulu yukarıda detaylı olarak açıklanan nedenlerle USPTO uzmanının ret kararını yerinde bulmuş ve onamıştır.

 

Buna karşın, Temyiz Kurulu, başvuru sahibinin bazı kaygılarını paylaşmaktadır ve kararın son kısmında bu konuda açıklama yapma ihtiyacı hissetmiştir. Temyiz Kuruluna göre bu karar, tek bir rengi tescil ettiren bir kişinin diğer kişilerin, benzer renkler dahil olmak üzere başka renkleri tescil ettirmesini engelleyebileceği anlamına gelmemektedir. İncelenen vakada, Kurulun bu yönde karar almasının nedeni, ret gerekçesi markanın “mavi” şeklinde tarif edilerek tescil edilmesidir. Önceki marka bu şekilde tarif edildikten sonra Kurul, bu tanımı “mavi” renk kapsamına giren her tonu içerir biçimde değerlendirmiştir. Başvuru sahibi, ret kararının ardından, itirazıyla eş zamanlı olarak, önceki markanın tarifindeki çok geniş kapsamlı “mavi” tabirinin sınırlandırılmasını talep edebilecekken bu yöntemi kullanmayı tercih etmemiştir. Eğer başvuru sahibi bu yolu kullansaydı ve talebi haklı bulunsaydı, ret gerekçesi marka mavinin başka bir tonu olarak yeniden tanımlanabilecek ve bunun sonucunda markaların benzer olmadığı sonucuna ulaşılabilmesi mümkün olacaktı. Kararda son olarak, renk markalarının, ret gerekçesi markanın tescil edildiği biçimde tescilinin şu anda mümkün olmadığı, renk markalarının tescil edilmesi için şu anda markanın renkli çizimine yer verilmesi gerektiği belirtilmiştir.

 

Kararı okuduktan sonra, kendi adıma vardığım sonuç, Temyiz Kurulunun kendisinin de verdiği ret kararından çok tatmin olmadığı ve ret kararı verilmesinin asıl nedenini, önceki tarihli ret gerekçesi markanın “mavi” renk şeklinde çok geniş bir renk tanımlamasıyla tescil edilmesi olarak açıkladığıdır. Bu haliyle karar, kabul edilmeyen itirazın, ne şekilde yapılsaydı kabul edilmiş olabileceği hakkında, başvuru sahibine yol göstermiş olması bakımından da ilgi çekici niteliktedir.

 

Önder Erol Ünsal
Mayıs 2014
unsalonderol@gmail.com  

USPTO Temyiz Kurulu “SpiderGraph” Kararı – Başvuru Sahibinin Önceki Tarihli Tescilli Markasının Yeni Başvuruların İncelenmesine Etkisi

spidergraph

 

Önceden tescil edilmiş bir markanın aynısının, aynı mallar veya hizmetler için bir kez daha tescil başvurusunun yapılması halinde, bu işaretin marka olamayacağı gerekçesiyle mutlak ret nedenleri kapsamında reddedilip edilemeyeceği, Türkiye’de tartışılagelen bir konudur. Tescilli markanın sahipleri bu konuda, inceleme ofisinin önceden tescil ettiği markayı halihazırda incelemiş olduğunu, kamu otoritesinin işlemlerinde süreklilik ve istikrarın esas olduğunu, kanunlar değişmediği sürece önceden tescil edilmiş marka hakkında ret kararı verilmesinin mümkün olmadığını, marka sahibinin müktesep hakkının ortaya çıktığını öne sürmekte ve bu tip başvuruların reddedilmemesi gerektiğini öne sürmektedir. Buna karşın, inceleme ofisinin bu konudaki bakış açısı genellikle, önceki incelemede tespit edilemeyen hususların yeni incelemede tespit edilmesinin mümkün olması nedeniyle bu tip başvuruların reddedilebileceği yönündedir.

 

Amerika Birleşik Devletleri Patent ve Marka Ofisi (USPTO) Temyiz Kurulu, 20 Mayıs 2014 tarihinde verdiği yeni bir kararda bu konuda açık tespitlere yer vermiştir.

 

“SpiderGraph” kelimesinin tescil edilmesi talebiyle 2011 yılında yapılan başvurunun mal listesi kapsamında 16. sınıfa dahil “Basılı malzemeler, yani karar verme süreçlerinde alternatiflerin karşılaştırmasında ve analizinde kullanım amaçlı basılı grafikler ve tablolar.” malı yer almaktadır. USPTO uzmanı başvuruyu tanımlayıcılık gerekçesiyle reddeder. Ret kararının gerekçesi, uzmanın “spidergraph” ibaresinin anlamını takip eden şekilde belirlemesidir: “Radar grafiği şeklinde de bilinen “spider graph” terimi, verileri seri halindeki çubuklar ya da radyanlar halinde gösteren (her çubuk ölçümü istenen bir bileşeni simgelemektedir)bir tür özel grafik anlamına gelmektedir.” Uzman, bu anlam ve benzer içerikteki diğer tespitler ışığında, “spider graph” teriminin başvuru kapsamındaki “Basılı malzemeler, yani karar verme süreçlerinde alternatiflerin karşılaştırmasında ve analizinde kullanım amaçlı basılı grafikler ve tablolar.” malı bakımından doğrudan tanımlayıcı olduğu görüşündedir.

 

Başvuru sahibi bu karara karşı itiraz eder ve itiraz USPTO Temyiz Kurulu tarafından incelenir. Başvuru sahibi, itirazında diğer gerekçelerin yanısıra “spidergraph” markasının aynısının kendisi adına aynı mallar için 2003 yılında USPTO tarafından tescil edilmiş olduğunu öne sürmektedir. 2003 yılında tescil edilen marka, 2009 yılında kullanıma ilişkin beyanın gerçekleştirilmemesi nedeniyle iptal edilmiş olsa da, bu durum aynı markanın USPTO tarafından aynı mallar için tescil edilmiş olması durumunu değiştirmemektedir.

 

USPTO Temyiz Kurulu, başvuru sahibinin önceden tescil edilmiş markasına dayalı itirazını kabul etmez, Temyiz Kurulunun konu hakkındaki gerekçeleri takip eden biçimdedir:

 

“Bir terim başlangıçta veya kabul edildiği anda başvuru kapsamındaki mallar veya hizmetler bakımından tanımlayıcı anlamı bulunmayan veya sadece çağrıştırıcı nitelikte olabilir, bununla birlikte sonradan başlayan ve süregelen tanımlayıcı kullanım nedeniyle, terim ayırt edici ve ticari kaynak belirten özelliklerini kaybedebilir ve bunun sonucunda kamunun ilgili kesimi tarafından kullanıma konu mallar bakımından ayırt edici olmayan ve tanımlayıcı bir işaret olarak algılanır hale gelebilir (bkz. Digital Research, Inc. 4 USPQ2d 1242, 1243 (TTAB 1987), Int’l Spike, Inc. 190 USPQ 505, 507 (TTAB 1976)). Bunun ötesinde Kurul, inceleme uzmanlarının önceki kararlarıyla bağlı değildir. Daha önceden çok kez her vakanın kendi özel şartları çerçevesinde karara bağlanması gerektiği belirtilmiştir. Önceki tescillerin başvuruyla benzer özellikleri bulunsa da, USPTO’nun önceki markaları kabul etmesi Temyiz Kurulunu veya mahkemeyi bağlamayacaktır (Merrill Lynch, Pierce, Fenner & Smith Inc., 828 F.2d 1567, 4 USPQ2d 1141, 1142 (Fed. Cir. 1987) Bütün bunların ışığında, başvuru sahibinin markasının tescil edilebilirliğinin, diğer tescilli markaların varlığına dayalı olarak değil, incelenen başvuruya ilişkin kayıtlara dayalı olarak, markanın kendi şartları çerçevesinde değerlendirilmesi gerekmektedir. İptal edilen tescil edilmiş marka, yalnızca markanın tescil edilmiş olduğunu gösteren bir kanıt niteliğindedir ve başvuru sahibine Marka Kanunu çerçevesinde herhangi bir yasal hak sağlamamaktadır (Anderson, Clayton and Co. v. Krier., 478 F.2d 1246, 178 USPQ 46, 47 (CCPA 1973)). Tescilli markanın sağladığı yasal haklar tescilli marka iptal edildiğinde ortadan kalkar (Brown-Forman Corp., 81 USPQ2d 1284, 1286 n.3 (TTAB ‘006); Phillips-Van Heusen Corp., 63 USPQ2d 1047, 1048 n.2 (TTAB 2002)).”

 

USPTO Temyiz Kurulu, yukarıda yer verilen içtihat ve tespitleri esas alarak, başvuru sahibinin markasının, USPTO tarafından aynı mallar için önceden tescil edilmiş olması gerekçesine dayalı itirazı reddeder. Takiben, tanımlayıcılık gerekçeli ret kararının yerindeliği değerlendirilir ve uzmanın tanımlayıcılık gerekçeli ret kararının başvuru kapsamındaki mallar bakımından yerinde olduğu kanaatine varılması nedeniyle, başvuru sahibinin bu yöndeki itirazı da reddedilir.

 

Karar içeriğinde son olarak değerlendirilen husus, başvuru sahibinin itiraz dilekçesinde inceleme uzmanına yönelttiği kişisel saldırı niteliğindeki ifadelerdir. Aynı konu hakkında USPTO Temyiz Kurulunun değerlendirmesini daha önce “İtiraz Dilekçesinde İnceleme Uzmanına Kişisel Saldırıda Bulunulması ve Ahlaka Aykırı Markaların Değerlendirilmesi – USPTO Temyiz Kurulu “FOK’N HURTS” Kararı – http://wp.me/p43tJx-bB)” yazımızda aktarmıştık. USPTO, belirtilen kararda yer verdiği tespitleri bu kararda da tekrarlamıştır:

 

“… Bununla birlikte açık olarak belirtmek gerekirse, başvuru sahibinin yorumları itiraza ilişkin incelememizde herhangi bir etkiye sahip olmamıştır. Başvuru sahibinin Kurul incelemesi esnasında kullandığı ifadelerin çoğunluğu, uzmanın bilgisine ve teknik konuları anlama kapasitesine yönelik saldırılardır. Bu saldırıların çoğunluğuna itiraz dilekçesinde de rastlanılmıştır. Bu aşamada, başvuru sahibinin ifadelerinin başvurunun esasa ilişkin değerlendirmesini etkilemediğini söylemek yeterli olacaktır. USPTO ve Temyiz Kurulu, vekil tarafından temsil edilen veya işlemlerini kendi adına yürüten tarafların tümünün işlemlerini terbiyeli ve nezakete uygun biçimde sürdürmesini şart koşmaktadır. Başvuru sahibi USPTO’yla gelecekte gerçekleşecek her tür iletişiminde, USPTO personeline yönelik şahsi saldırılardan kaçınmalıdır.

 

Sitede daha önce yayınladığımız “A.B.D. Uygulamasında Marka Sahibinin Önceki Tarihli Aynı Markalarının İncelemeye Etkisi Nedir? – veya – A.B.D. Uygulamasında Müktesep Haktan Bahsetmek Mümkün müdür? – http://wp.me/p43tJx-b3”; “Morehouse Savunması – A.B.D. Uygulamasında Çok Taraflı İşlemlerde Marka Sahibinin Önceki Tarihli Aynı Markalarının İncelemeye Etkisi – http://wp.me/p43tJx-b7 başlıklı yazılarda, USPTO uygulamasında başvuru sahibinin önceki tarihli markalarının yeni başvuruların incelenmesine etkisi hususundaki düzenlemeleri detaylı olarak aktarmaya gayret etmiştik. Bu kısa yazıda yer verdiğimiz yeni tarihli “Spidergraph” kararı ise, konu hakkındaki yeni tarihli bir kararı ve USPTO Temyiz Kurulu değerlendirmesini aktarmaktadır. Başvuru sahibinin önceki tarihli tescilli markalarının yeni başvuruların incelenmesine etkisi hususu, Türkiye’de de sıklıkla tartışılan bir konu olduğundan, konu hakkında yurtdışındaki değerlendirmelerin ve yeni tarihli kararların okuyucuların dikkatine sunulması kanaatimizce önem arz etmektedir.

 

Önder Erol Ünsal

Mayıs 2014

unsalonderol@gmail.com

“Stop the Islamisation of America” Marka Tescil Başvurusu – Halkın Bir Bölümünü Aşağılayıcı Markalar Hakkında USPTO Temyiz Kurulu ve Federal Daire Temyiz Mahkemesi Kararları

handsbanner

 

A.B.D. Patent ve Marka Ofisi (USPTO) Temyiz Kurulu tarafından 2013 yılında “Stop the Islamisation of America” başvurusu hakkında verilen ret kararı, A.B.D. Federal Daire Temyiz Mahkemesi’nin 13/05/2014 tarihli kararı ile onandı.

 

Mahkeme kararına konu başvuru hakkındaki süreçler ve kararın içeriği bu yazı boyunca açıklanmaya çalışılacaktır.

 

Şubat 2010’da “Stop the Islamisation of America” kelime unsurlarından müteşekkil bir marka başvurusunun tescili amacıyla USPTO’ya başvuruda bulunulur. Türkçe’ye “Amerika’nın İslamlaşmasını Durdurun” şeklinde çevrilmesi mümkün başvurunun kapsamında “Terörizmin anlaşılması ve önlenmesi hakkında bilgi sağlanması.” hizmetleri yer almaktadır.

 

USPTO uzmanı, başvuruyu A.B.D. Marka Kanununun 2(a) maddesi uyarınca, başvurunun Müslümanları aşağılayıcı içerikte olması nedeniyle reddeder. A.B.D. Marka Kanunu madde 2(a)’da sayılan ret hallerinden birisi; “yaşayan veya ölü kişileri, kurumları, inançları veya ulusal sembolleri aşağılayan veya onlara yönelik hakaret içeren veya itibarsızlaştıran içeriğe sahip markaların reddedileceği” içeriğine karşılık gelmektedir.

 

Başvuru sahibinin ret kararına karşı yaptığı itiraz, öncelikli olarak USPTO Temyiz Kurulu’nda görüşülür ve Temyiz Kurulu, uzman tarafından verilen ret kararını onar. USPTO Temyiz Kurulu kararı aşağıdaki tespitleri içermektedir:

 

“Stop the Islamisation of America” ibareli başvuru hakkında A.B.D. Marka Kanununun 2(a) maddesi uyarınca verilen ret kararı, başvurunun Amerikalı Müslümanları aşağılayıcı içerikte olması gerekçesine dayanmaktadır. Bir başvurunun madde 2(a) çerçevesinde, yaşayan veya ölü kişileri, kurumları, inançları veya ulusal sembolleri aşağılar içerikte olup olmadığı değerlendirilirken uygulanacak test, Kurul tarafından önceden verilen ”re Lebanese Arak Corp.” kararında takip eden şekilde belirlenmiştir:

 

 

  1. İnceleme konusu işaretin muhtemel anlamları nedir? Bu anlam tespit edilirken, sözlük anlamının yanısıra, inceleme konusu işaretin markadaki diğer unsurlarla ilişkisi, malların veya hizmetlerin niteliği ve markanın, mallara ve hizmetlere ilişkin olarak piyasada ne şekilde kullanılacağı da dikkate alınmalıdır. 
  2. Tespit edilen anlamın, tanımlanabilir kişilere, kurumlara, inançlara veya ulusal sembollere ilişkin olduğu belirlenirse, bu anlam ilişkili olduğu grubun önemli bir kısmını aşağılar nitelikte midir?

 

Yazının başında belirtildiği üzere, “Islamisation” terimi “İslamlaşma” anlamına gelmektedir. Başvuru sahibi, başvurusunda terimin yalnızca politik anlamına referansta bulunduğunu, bu anlamıyla “İslamlaşma” teriminin mevcut kanunları İslam dinine ait hukukla değiştirme amaçlı politik ve askeri bir süreci işaret ettiğini, bu hususta çok sayıda kanıt bulunduğunu, incelemede bu kanıtların göz ardı edildiğini, dolayısıyla ret kararının yerinde olmadığını iddia etmektedir.

 

USPTO Temyiz Kurulu başvuru sahibinin bu yöndeki tespitlerine katılmamaktadır. Şöyle ki, başvuruya konu terimin sözlük anlamları ve kullanımı esas alındığında, ret kararını veren uzmanca da belirtildiği üzere, başvuru, terörizmle bağlantılı yıldırıcı tehditleri ve vahşeti önlemek için İslamiyet’e geçişin (din değiştirmenin) ve uyumun durdurulması gerektiğini ifade etmektedir. Başvuru sahibinin internet sitesi bu içerikte çok sayıda kanıt, makale ve yorum içermektedir. Bu kanıtların tamamı, başvurunun inceleme uzmanınca da belirtildiği üzere, “Amerika’da terörizmi yok etmek amacıyla İslamiyet’e geçişin veya ona uyum sağlamanın durdurmak” anlamına karşılık geldiğini göstermektedir.

 

Başvuru sahibi, “İslamlaşma” teriminin politik anlamından hareket ettiğini, kanunlara uyan ve vatansever Müslümanların bu anlamdan dolayı aşağılanmayacağını ifade ettiği etse de, Kurul bu argümanı yerinde bulmamıştır. Şöyle ki, Müslümanların önemli bir kesiminin başvuruyu bu şekilde algılayacağını gösteren hiçbir kanıt bulunmamaktadır ve “Islamisation” teriminin daha genel ve bilinen bir anlamı bulunmaktadır. Müslüman olmayan nüfus terimi, “İslamiyet’e geçiş” anlamına gelen daha genel anlamıyla algılar ve başvuruyu “Amerika’da İslam’ın yayılmasını engelleyin” şeklinde değerlendirirse, bu durum, terimi ne şekilde algıladıklarından bağımsız olarak, Müslümanların önemli kesimini rahatsız edecektir. Başvuruda yer alan “durdurmak” anlamına gelen, “Stop” kelimesi de, başvuruya olumsuz bir ton yüklemekte ve İslamlaşma’nın arzu edilmeyen ve Amerika’da sona erdirilmesi gereken bir husus olduğu intibaını uyandırmaktadır.

 

Sonuç olarak, USPTO Temyiz Kuruluna göre, “Stop the Islamisation of America” markasının başvuru kapsamındaki hizmetler için kullanımı, Amerika’daki Müslümanların önemli bir kesimi bakımından küçük düşürücü nitelikte olacaktır ve bu nedenle başvuru hakkında verilen ret kararı yerindedir.

 

Başvuru sahibinin bir diğer itiraz gerekçesi ise ret kararıyla “ifade özgürlüğünün” sınırlandırılmış olmasıdır. USPTO Temyiz Kurulu, bu argümanı da kabul etmemiştir. Şöyle ki, başvuru sahibinin markasının reddedilmesine yönelik karar, başvurunun tescil edilmemesine yöneliktir ve başvurunun kullanılmasına engel teşkil etmemektedir. Benzer şekilde ret kararı, başvuru sahibinin fikirlerini veya bakış açısını açıklamasına yönelik herhangi bir engel veya sınır getirmediği gibi, ifade şekline ilişkin somut bir engelleme de içermemektedir.

 

Başvuru sahibi yukarıda detaylı olarak açıklanan gerekçelerle verilen USPTO Temyiz Kurulu kararına karşı dava açmıştır. Davayı gören A.B.D. Federal Daire Temyiz Mahkemesi 13/05/2014 tarihli kararı ile başvuru hakkında verilen ret kararını onamıştır. Karar içeriğinde genel olarak Temyiz Kurulu tespitleri sıralanarak bunların yerinde olduğu belirtilmiş ve başvuru sahibinin, Temyiz Kurulu nezdinde öne sürüp mahkeme önünde tekrarladığı iddialar, Temyiz Kurulu argümanlarının yerindeliği karşısında kabul edilmemiştir. Dolayısıyla, yazının önceki bölümlerinde özetlenen argümanlar burada bir kez daha tekrar edilmeyecektir.

 

Yazar, başvuru hakkından A.B.D. federal organlarınca verilen ret kararlarını değerlendirirken okuyucuların kendilerini yerel düzeydeki siyasi görüşlerinden soyutlamaları ve A.B.D. siyasi atmosferi dikkate almaları gerektiği görüşündedir. Özellikle, 11 Eylül sonrası, A.B.D. başta olmak üzere, Batı toplumlarında İslam karşıtı siyasi hareketlerin popülarite ve azımsanmayacak derecede yandaş kazandığı açıktır. Bu hareketlerin hedefinde yer alan kişiler ise siyasi görüşlerine bakılmaksızın İslamiyetle ilişkilendirilen ülkelerin (Türkiye dahil) vatandaşlarıdır. “Terörizmin anlaşılması ve önlenmesi hakkında bilgi sağlanması.” hizmetlerini içeren “Stop the Islamisation of America” başvurusu hakkında sırasıyla USPTO, USPTO Temyiz Kurulu ve A.B.D. Federal Daire Temyiz Mahkemesi tarafından verilen ret kararları, kanaatimizce ayrımcılığa ve ötekileştirmeye karşı A.B.D. federal kurumlarınca verilen ciddiye alınması gereken yanıtlar niteliğindedir. Marka tescili süreçlerinin ve incelemesinin genel hatları ve amaçları itibarıyla, politik konularla bağlantısı bulunmamakla birlikte, devlet aygıtının genel atmosferini yansıtması bağlamında dikkate alınması gereken doneleri içerdiği şüphesizdir. Bu bağlamda, ayrımcı ve ötekileştirici, “Stop the Islamisation of America” başvurusu hakkında A.B.D. makamları tarafından verilen ret karar(lar)ının kanaatimizce önemsenmesi gerekmektedir.

 

Merak edenlerin USPTO Temyiz Kurulu kararına http://ttabvue.uspto.gov/ttabvue/ttabvue-77940879-EXA-15.pdf bağlantısından; Federal Daire Temyiz Mahkemesi kararına ise http://home.comcast.net/~jlw28129/Geller.pdf bağlantısından erişmesi mümkündür.

 

Önder Erol Ünsal

Mayıs 2014

unsalonderol@gmail.com

Kötü Niyetle Yapılan Marka Başvuruları Hakkında Avrupa Birliği Adalet Divanı Kararlarında Yer Alan Temel İlkeler

kötüniyetiçin

 

2008/95 sayılı Topluluk Marka Direktifi madde 3(2)(d) “Her üye ülke, bir marka başvurusunun, başvuru sahibi tarafından kötü niyetle yapılması halinde tescil edilmeyeceği, tescil edilmişse hükümsüz kılınabileceği koşulunu koyabilir.” hükmünü içermektedir. Aynı Direktif madde 4(4)(g) kapsamında ise “Başvuru tarihinde, yurtdışında kullanıma konu olan ve kullanımı halen devam eden önceki bir markayla karıştırılabilecek markaların, başvuru tarihinde başvuru sahibinin kötü niyetle hareket etmesi halinde reddedilebileceği” hükmü yer almaktadır. Hükümlerin her ikisi de, Avrupa Birliği (AB) üyesi ülkelerin mevzuatlarında yer alması gereken zorunlu hükümler olarak düzenlenmemiş ve hükümlere ulusal mevzuatlarda yer verilmesi her üye ülkenin kendi inisiyatifine bırakılmıştır. Bu bağlamda üye ülkelerden bir kısmı ulusal mevzuatlarında kötü niyetli başvuruların reddedileceği yönünde düzenleme yapmışken, bazı üye ülke mevzuatlarında bu yönde düzenlemeye rastlanılmamaktadır. İç Pazarda Uyumlaştırma Ofisi (OHIM) tarafından tescil edilen Topluluk Markalarının (CTM) tabi olduğu rejimi düzenleyen 207/2009 sayılı Topluluk Marka Tüzüğü’nde kötü niyet hususu marka tescil başvurularına ilişkin bir ret gerekçesi olarak düzenlenmemiştir. Buna karşın, tescil edilmiş CTM’lerin hükümsüzlüğünü düzenleyen madde 52(1)(b)’de kötü niyet bir hükümsüzlük gerekçesi olarak yer almaktadır. Topluluk Marka Tüzüğü madde 8(3)’de ayrı bir ret gerekçesi olarak düzenlenmiş vekil veya temsilcinin, marka sahibinin izni olmaksızın markanın kendi adlarına tescil edilmesi için başvuruda bulunması hali ise bu yazı kapsamında değerlendirilmeyecektir.

 

Kötü niyet hususu, Topluluk Marka Direktifi’nde ulusal mevzuatlarda yer verilmesi zorunlu olmayan bir ret hali olarak düzenlenmiş, Topluluk Marka Tüzüğü’nde ise hükümsüzlük gerekçesi olmanın dışında, başvuru ret gerekçesi olarak düzenlenmemiş olmakla birlikte; Direktifin ve Tüzüğün revizyonu amacıyla hazırlanan taslaklarda kötü niyetli markalarla ilgili ret halinin daha kapsamlı biçimde ele alındığı görülmektedir. Taslak Direktif’te, kötü niyetle tescil edilmiş markaların hükümsüz kılınması yönündeki hükmün tüm Birlik üyesi ülkeler bakımından zorunlu bir düzenleme haline getirildiği ve kötü niyetle yapılan başvuruların reddedileceği yönündeki hükmün üye ülkeler bakımından seçimlik bir ret gerekçesi olarak muhafaza edildiği (bkz. http://eur-lex.europa.eu/legal-content/EN/ALL/?uri=CELEX:52013PC0162) görülmektedir. Taslak Tüzük’te ise, nispi ret gerekçeleri arasına kötü niyet hükmünün eklendiği (Başvuru tarihinde önceki tarihli markanın gerçek kullanıma konu olması ve başvuru sahibinin kötü niyetli olması halinde Birlik sınırları dışında tescil edilmiş önceki tarihli bir markayla karıştırılabilecek markalar reddedilecektir., bkz. http://eur-lex.europa.eu/legal-content/EN/ALL/?uri=CELEX:52013PC0162) tespit edilmiştir. Kabul edilmeleri halinde AB marka mevzuatının ana metinlerini oluşturacak taslak Direktif ve Tüzük’te kötü niyet konusunda daha açık ve uygulama alanını genişletici hükümlerin yer alması, kötü niyetli marka başvuruları konusunun AB bakımından da daha titiz biçimde değerlendirilen bir konu olduğunu göstermektedir.

 

Bu yazıda, kötü niyetle başvurusu yapıldığı iddia edilen markalara ilişkin olarak Adalet Divanı ve Adalet Divanı Genel Mahkemesi’nce verilen kararlarda yer alan temel ilkeler aktarılmaya ve bu yolla kötü niyetli marka başvuruları konusunun AB yargısınca ne şekilde değerlendirildiği açıklanmaya çalışılacaktır.

 

Açıklamalara geçmeden önce kötü niyet kavramının AB Marka Direktifi’nde veya Topluluk Markası Tüzüğü’nde tanımlanmadığı belirtilmelidir. Bu çerçevede kötü niyet kavramının tanımlanması ve açıklanmasında Adalet Divanının kavramı ne şekilde değerlendirdiği önem kazanmaktadır.

 

Adalet Divanının kötü niyet kavramını değerlendirdiği önemli kararlardan birisi 27/06/2013 tarihli C-320/12 sayılı karardır (Karar hakkında yazdığım detaylı bir yazının http://wp.me/p43tJx-2l bağlantısından görülmesi mümkündür.). Adalet Divanı C-320/12 sayılı kararda kötü niyet kavramı ve uygulama biçimi hakkında takip eden açıklamaları yapmıştır:

 

2008/95 sayılı Direktif madde 4(4)(g)’de yer alan kötü niyet kavramı, Avrupa Birliği içerisinde tek tip bir yorum gerektiren, Avrupa Birliği hukukuna ait otonom bir kavramdır. 2008/95 sayılı Marka Direktifinin 4(4)(g) maddesi bağlamında, başvuru sahibinin kötü niyetli başvuru yaptığı sonucuna varılabilmesi için, incelenen vakaya ilişkin olarak, tescil başvurusunun yapıldığı tarihteki ilgili tüm faktörlerin değerlendirmeye alınması gerekmektedir. Başvuru sahibinin, başvurusu yapılan markayla karıştırılması olası bir markanın yurtdışında üçüncü bir kişi tarafından kullanıldığını bildiği veya bilmesi gerekliliği hususu, tek başına, başvuru sahibinin ilgili hüküm kapsamında, kötü niyetle hareket ettiği sonucuna varılması için yeterli değildir. 2008/95 sayılı Marka Direktifinin 4(4)(g) maddesi, üye ülkelerin, yabancı markalara bu hükümle oluşturulan sistemden farklı olarak, başvuru sahibinin yabancı markayı bildiği veya bilmesi gerektiği esasına dayalı olarak, özel bir koruma sistemi oluşturmasına izin verilmediği, anlamına gelecek biçimde yorumlanmalıdır.

 

Adalet Divanı C-320/12 sayılı kararında belirtilen “kötü niyetin tespiti için tescil başvurusunun yapıldığı tarihteki ilgili tüm faktörlerin dikkate alınması gerektiği” yönündeki değerlendirme, daha kapsamlı biçimde Adalet Divanının C-529/07 sayılı kararında irdelenmiştir.

 

Adalet Divanının konu hakkındaki en kapsamlı ve ünlü kararı olan 11/06/2009 tarihli C-529/07 sayılı karar, kötü niyetin tespiti için dikkate alınacak başlıca bileşenleri sıralamaktadır.

 

Kararın 35.-53. paragraflarında yer alan önemli değerlendirmeler aşağıda sıralanmıştır:

 

Adalet Divanı’na göre, kötü niyetin tespitinde, başvuru sahibinin, markanın tescil edilmesi için başvuruyu yaptığı tarihteki niyeti dikkate alınmalıdır.

 

Başvuru sahibinin, başvuruya konu işaretle aynı veya benzer bir işaretin, aynı veya benzer ürünler için üçüncü bir tarafça kullanıldığını bilmesi gerektiği yönündeki varsayım, piyasanın ilgili sektörünün genel bilgisinden ve kullanım süresinin uzunluğundan kaynaklanabilir. Üçüncü taraf kullanımının eskiden beri süregelen kullanımının uzunluğu arttıkça, başvuru sahibinin tescil başvurusunu yaparken söz konusu kullanımdan haberdar olması olasılığı artar. Bununla birlikte, başvuru sahibinin, aynı veya benzer işaretin, aynı veya benzer ürünler için üçüncü tarafça en az bir üye ülkede gerçekleşen kullanımını bildiği veya bilmesi gerektiği hususu, tek başına başvuru sahibinin kötü niyetle hareket ettiği sonucuna varılmasını sağlamaz.

 

Başvuru sahibinin, başvuruyu yaptığı tarihteki niyeti, incelenen vakanın nesnel şartları dikkate alınarak tespit edilebilecek bir husustur. Bazı durumlarda, üçüncü bir tarafın bir ürünü pazarlamasını engelleme niyeti, başvuru sahibinin kötü niyetini gösteren bir husus olabilir. Bu durum özellikle, kullanma niyeti olmaksızın topluluk markası tescil ettiren kişinin, tek amacının üçüncü bir tarafın piyasaya girmesini engelleme olması durumunda ortaya çıkar.

 

Üçüncü bir tarafın başvurusu yapılan bir markayla karıştırılabilecek bir işareti, aynı veya benzer mallar için uzun süredir kullanması ve bu işaretin belirli düzeyde hukuki korumadan faydalanması hususu da, başvuru sahibinin kötü niyetle hareket edip etmediğinin tespitinde kullanılabilecek faktörlerden birisidir. Bu tip durumlarda, başvuru sahibinin topluluk markasının sağladığı haklardan beklediği tek avantaj, o zamana dek kendi karakteristik özellikleri nedeniyle belirli düzeyde hukuki koruma elde etmiş bir işareti kullanan ticari rakipleriyle haksız biçimde rekabet etmek olabilir. Bununla birlikte, bu tip bir durumda bile ve özellikle, birden fazla sayıda üreticinin pazarda aynı veya benzer mallar için, başvurusu yapılan işaretle karıştırılabilecek (aynı veya benzer) işaretleri kullandıkları halde, başvuru sahibinin işareti tescil ettirmesi meşru bir amacın gerçekleştirilmesine yönelik olabilir.

 

Bu hususlara ilaveten, başvuru sahibinin kötü niyetle hareket edip etmediği belirlenirken, topluluk markası tescil başvurusu yapılırken, işaretin sahip olduğu bilinirlik (ün) derecesi de dikkate alınmalıdır.

 

Sayılan tüm hususların ışığında, başvuru sahibinin kötü niyetle hareket ettiği tespit edilirken, incelenen vakaya ilişkin olarak, topluluk markası başvurusunun yapıldığı anda mevcut olan tüm faktörler dikkate alınmalıdır. Bu faktörlerden özellikle; başvuru sahibinin, aynı veya benzer işaretin, aynı veya benzer ürünler için üçüncü tarafça en az bir üye ülkede gerçekleşen kullanımını bildiği veya bilmesi gerektiği hususu, başvuru sahibinin üçüncü bir tarafın süregelen kullanımını engelleme niyeti hususu ve üçüncü taraf işaretinin ve tescili talep edilen işaretin yararlandığı hukuki koruma derecesi hususu göz önünde bulundurulmalıdır.

 

Adalet Divanı Genel Mahkemesi’nin 01/02/2012 tarihli T-291/09 sayılı kararında kötü niyetli başvuruların tespit edilmesinde kullanılacak bir diğer önemli ilke yer almaktadır. Kararın 90. paragrafında, inceleme konusu işaretlerin aynı olması, diğer faktörlerden hiçbirisi mevcut değilken (diğer faktörler için bkz. yukarıda sayılan kötü niyeti ispatlarken kullanılan faktörler), kötü niyetin varlığını ortaya çıkarmaz tespiti yapılmıştır. Bir diğer deyişle, kötü niyetle başvurusunun yapıldığı iddia edilen işaretle buna karşı öne sürülen işaretin aynı olması, tek başına başvurunun kötü niyetle yapıldığını ispatlamayacaktır.

 

Aynı kararın 88. ve 89. paragraflarında bir diğer önemli değerlendirme yer almaktadır. Dava konusu markanın, başvurunun kötü niyetle yapıldığını öne süren tarafa devredilmesi için finansal karşılık talep edilmesi, dikkate alınabilir nitelikte olmasına karşın, incelenen vakada tek başına, başvurunun yapıldığı tarihte başvuru sahibinin kötü niyetli olduğunu ispatlamayacaktır. Dava konusu markanın devri için talep edilen miktar markanın gelişimi incelendiğinde aşırı derecede yüksek olsa da, diğer faktörlerden hiçbirisi mevcut değilken (diğer faktörler için bkz. yukarıda sayılan kötü niyeti ispatlarken kullanılan faktörler), incelenen vakada, sadece bu husustan hareketle, başvurunun yapıldığı tarihte başvuru sahibinin kötü niyetli olduğu sonucuna varılamayacaktır.

 

Kötü niyetli marka başvuruları hakkında önemli değerlendirmelerin yapıldığı bir diğer Genel Mahkeme kararı ise, 13/12/2012 tarihli T-136/11 sayılı karardır.

 

Kararın 54.-56. paragraflarında yer alan tespitlere göre, Topluluk Marka Tüzüğü veya yerleşik içtihat, tescil başvurusunda yer alan mal ve hizmet listesinin uzunluğuna bağlı olarak kötü niyetli başvuru sonucuna varılmasını sağlayabilecek herhangi bir dayanak içermemektedir. Fazla sayıda ve çok çeşitli mal veya hizmet için tescil başvurusunda bulunmak topluluk markası tescil ettirmek isteyen çok sayıda firmanın izlediği bir yöntemdir. Bu yöntem, ticaret ve iş yaşamının genel kabul görmüş etik davranış biçimlerinin veya dürüst ticaret teamüllerinin dışında kalan bir fiil değildir. Bir işletmenin, marka tescil başvurusunun yapıldığı anda pazarladığı mallar veya hizmetler arasında yer almayan, ancak gelecekte pazarlamayı planladığı malları ve hizmetleri tescil ettirmek istemesi, kural olarak meşrudur.

 

Aynı kararın, 27. paragrafında yer verilen tespite göre, bir topluluk markası sahibinin önceki markalarının kullanılmama nedeniyle iptal edilmesinden kaynaklanacak sonuçları engellemek amacıyla, aynı markanın tekrar başvurusunu yapması, başvuru sahibinin kötü niyetle hareket edip etmediğini değerlendirirken dikkate alınabilecek bir husustur.

 

Adalet Divanı Genel Mahkemesi’nin 14/02/2012 tarihli T-33/11 sayılı kararında da kötü niyetli başvuru hususu irdelenmiştir. Bu kararda dikkat çeken husus, kötü niyet hususu incelenirken, inceleme konusu işaretin kökeninin, yaratıldığı andan itibaren kullanımının ve işaretin topluluk markası olarak tescil edilmesi talebinin altında yatan ticari mantığın araştırılması gerektiğinin ifade edilmesidir (bkz. kararın 21. paragrafı). Genel Mahkeme aynı kararın 24. paragrafında, markayı taşıyan malların tescil tarihinden başlayarak Avrupa Birliğinin çok sayıda bölgesinde pazarlanmasından hareket ederek, inceleme konusu markanın kullanılma niyeti olmaksızın tescil ettirildiğinin ve tek amacın üçüncü bir tarafın pazara girmesini engellemek olduğunun öne sürülemeyeceğini ifade etmiştir.

 

Yazı boyunca yer verdiğimiz, kötü niyetli başvurular hakkında değerlendirmeleri içeren Adalet Divanı ve Adalet Divanı Genel Mahkemesi kararlarından süzdüğümüz genel ilke ve yaklaşımlar maddeler halinde özetlenecek olursa:

 

Kötü niyetli başvuruların tespitinde, başvuru sahibinin, markanın tescil edilmesi için başvuruyu yaptığı tarihteki niyeti dikkate alınmalıdır. (Adalet Divanı, 11/06/2009 tarihli C-529/07 sayılı karar)

 

Başvuru sahibinin kötü niyetle hareket ettiği tespit edilirken, incelenen vakaya ilişkin olarak, topluluk markası başvurusunun yapıldığı anda mevcut olan tüm faktörler dikkate alınmalıdır. Bu faktörlerden özellikle; başvuru sahibinin, aynı veya benzer işaretin, aynı veya benzer ürünler için üçüncü tarafça en az bir üye ülkede gerçekleşen kullanımını bildiği veya bilmesi gerektiği hususu, başvuru sahibinin üçüncü bir tarafın süregelen kullanımını engelleme niyeti hususu ve üçüncü taraf işaretinin ve tescili talep edilen işaretin yararlandığı hukuki koruma derecesi hususu göz önünde bulundurulmalıdır. (Adalet Divanı, 11/06/2009 tarihli C-529/07 sayılı karar)

 

Kötü niyet kavramı, Avrupa Birliği içerisinde tek tip bir yorum gerektiren, Avrupa Birliği hukukuna ait otonom bir kavramdır. 2008/95 sayılı Marka Direktifinin 4(4)(g) maddesi bağlamında, başvuru sahibinin kötü niyetli başvuru yaptığı sonucuna varılabilmesi için, incelenen vakaya ilişkin olarak, tescil başvurusunun yapıldığı tarihteki ilgili tüm faktörlerin değerlendirmeye alınması gerekmektedir. Başvuru sahibinin, başvurusu yapılan markayla karıştırılması olası bir markanın yurtdışında üçüncü bir kişi tarafından kullanıldığını bilmesi veya bilmesi gerekliliği hususu, tek başına, başvuru sahibinin ilgili hüküm kapsamında, kötü niyetle hareket ettiği sonucuna varılması için yeterli değildir. (Adalet Divanı, 27/06/2013 tarihli C-320/12)

 

İnceleme konusu işaretlerin aynı olması, diğer faktörlerden hiçbirisi mevcut değilken (diğer faktörler için bkz. yukarıda sayılan kötü niyeti ispatlarken kullanılan faktörler), kötü niyetin varlığını ortaya çıkarmaz. (Adalet Divanı Genel Mahkemesi, 01/02/2012 tarihli, T-291/09 sayılı karar)

 

Dava konusu markanın, başvurunun kötü niyetle yapıldığını öne süren tarafa devredilmesi için finansal karşılık talep edilmesi, dikkate alınabilir nitelikte olmasına karşın, incelenen vakada tek başına, başvurunun yapıldığı tarihte başvuru sahibinin kötü niyetli olduğunu ispatlamayacaktır. Dava konusu markanın devri için talep edilen miktar markanın gelişimi incelendiğinde aşırı derecede yüksek olsa da, diğer faktörlerden hiçbirisi mevcut değilken (diğer faktörler için bkz. yukarıda sayılan kötü niyeti ispatlarken kullanılan faktörler), incelenen vakada, sadece bu husustan hareketle, başvurunun yapıldığı tarihte başvuru sahibinin kötü niyetli olduğu sonucuna varılamayacaktır. (Adalet Divanı Genel Mahkemesi, 01/02/2012 tarihli, T-291/09 sayılı karar)

 

Kötü niyet hususu incelenirken, inceleme konusu işaretin kökeninin, yaratıldığı andan itibaren kullanımının ve işaretin topluluk markası olarak tescil edilmesi talebinin altında yatan ticari mantığın araştırılması gerekmektedir. (Adalet Divanı Genel Mahkemesi, 14/02/2012 tarihli, T-33/11 sayılı karar)

 

Topluluk Marka Tüzüğü veya yerleşik içtihat tescil başvurusunda yer alan mal ve hizmet listesinin uzunluğuna bağlı olarak kötü niyetli başvuru sonucuna varılmasını sağlayabilecek herhangi bir dayanak içermemektedir. Fazla sayıda ve çok çeşitli mal veya hizmet için tescil başvurusunda bulunmak topluluk markası tescil ettirmek isteyen çok sayıda firmanın izlediği bir yöntemdir. Bu yöntem, ticaret ve iş yaşamının genel kabul görmüş etik davranış biçimlerinin veya dürüst ticaret teamüllerinin dışında kalan bir fiil içermemektedir. Bir işletmenin, marka tescil başvurusunun yapıldığı anda pazarladığı mallar veya hizmetler arasında yer almayan, ancak gelecekte pazarlamayı planladığı malları ve hizmetleri tescil ettirmek istemesi, kural olarak meşrudur. (Adalet Divanı Genel Mahkemesi, 13/12/2012 tarihli T-136/11)

 

Topluluk markası sahibinin önceki markalarının kullanılmama nedeniyle iptal edilmesinden kaynaklanacak sonuçları engellemek amacıyla aynı markanın tekrar başvurusunu yapması, başvuru sahibinin kötü niyetle hareket edip etmediğini değerlendirirken dikkate alınabilecek bir husustur. (Adalet Divanı Genel Mahkemesi, 13/12/2012 tarihli T-136/11)

 

Dikkatli okuyucular, yazı içerisinde aktardığımız ilkelerin yer bulduğu 5 kararın 2009, 2012 ve 2013 yıllarına ait olduğunu, dolayısıyla kötü niyet hususunun Adalet Divanı ve Adalet Divanı Genel Mahkemesi kararlarında son dönemlerde irdelendiğini fark etmiştir. Buna ilaveten, yazının başlangıcında belirttiğimiz üzere, içinde bulunduğumuz dönemde görüşülmekte olan Taslak AB Marka Direktifi ve Topluluk Marka Tüzüğü’nde kötü niyet konusunda daha kapsamlı düzenlemeler öngörülmüştür. Her iki durum birlikte göz önünde alındığında, Adalet Divanı’ndan ve Adalet Divanı Genel Mahkemesi’nden yakın gelecekte kötü niyetli başvurular konusunda yeni kararlar beklemek ve AB mevzuatında konu hakkında daha kapsayıcı düzenlemelerle karşılaşmak sürpriz olmayacaktır. Türkiye’de ilana itirazların çoğunluğunda başvurunun kötü niyetle yapıldığının öne sürülmesi ve iddianın kimi yargı kararlarında çok daha kolay kabul edilir bir argüman haline indirgenmesi, kötü niyetli başvuru hususunun Avrupa Birliği yargısına göre çok daha zor ispatlanabilir niteliğiyle birlikte dikkate alındığında, konu hakkındaki ulusal uygulamanın -yargı ve idare boyutlarıyla- incelenmesi şüphesiz çok daha dikkat çekici bir çalışma olacaktır.

 

Önder Erol Ünsal

Mayıs 2014

unsalonderol@gmail.com

İtiraz Dilekçesinde İnceleme Uzmanına Kişisel Saldırıda Bulunulması ve Ahlaka Aykırı Markaların Değerlendirilmesi – USPTO Temyiz Kurulu “FOK’N HURTS” Kararı

fokn-hurts-85748810

 

“FICKEN” kelimesinin ahlaka aykırı anlamı nedeniyle marka olarak tescil edilemeyeceği hükmünü içeren Adalet Divanı Genel Mahkemesi kararını aktardığımız yazının üzerinden henüz bir ay geçmeden bu kez A.B.D. Patent ve Marka Ofisi (USTPO)’nin Mart 2014 tarihli “FOK’N HURTS” kararı hakkında açıklamalarda bulunacağız. Bu durum yazarın kafayı “ficken” veya benzeri anlama gelen terimlerle bozmasından değil, tesadüften kaynaklanmaktadır. Şöyle ki, bu yazıda ahlaka aykırılık veya USPTO terimleriyle ifade edilecek olursa utanç verici içerik nedeniyle reddedilen “FOK’N HURTS” markasının neden bu şekilde değerlendirildiği açıklanmakla kalmayacak, aynı zamanda, başvuru sahibinin itiraz dilekçesinde yer verdiği karar uzmanına kişisel saldırı niteliğindeki ifadeler ve bu ifadelere karşı USPTO Temyiz Kurulunca verilen yanıt aktarılacaktır. Kararı orijinal metninden okumak isteyenler http://ttabvue.uspto.gov/ttabvue/ttabvue-85748810-EXA-10.pdf linkini kullanabilir.

 

Vaka kısaca açıklanacak olursa, “FOK’N HURTS” teriminin “şok tabancaları” için tescil edilmesi için amacıyla USPTO’ya başvuruda bulunulur ve USPTO uzmanı, “FOK’N HURTS” teriminin ahlaka aykırı ve utanç verici içeriği nedeniyle başvuruyu Marka Kanunu madde 2(a) uyarınca reddeder.

 

Başvuru sahibi karara karşı itiraz eder ve bu itiraz USPTO Temyiz Kurulu tarafından incelenir. USPTO Temyiz Kurulu kararında esasen iki konu değerlendirilmiştir: Ahlaka aykırılık yönündeki kararın yerindeliği ve itiraz dilekçesinde ve önceki yazışmalarda başvuru sahibi tarafından inceleme uzmanına yöneltilen kişisel suçlamalar. Bu yazıda her iki konu hakkında USPTO Temyiz Kurulu tarafından yapılan değerlendirmeler kısaca aktarılacaktır:

 

A.B.D. Marka Kanunu madde 2(a), “Ahlaka aykırı, yanıltıcı veya utanç verici içerikten oluşan veya bu içeriği kapsayan markalar”ın tescil edilmeyeceği hükmünü içermektedir. Ahlaka aykırı veya utanç verici içerik zaman içerisinde değişebilir ve içtihat haline gelen bir kararda Federal Mahkemece belirtildiği üzere “Sürekli değişen sosyal tutumlar ve duyarlılıklar hakkında dikkatli olmak gerekmektedir.” Federal Mahkeme aynı kararında, bugünün utanç verici içeriğinin yarın muğlak bir içerik haline gelebileceğini, bugün haberler ve sosyal medya aracılığıyla gösterildiği haliyle popüler hale gelen şiddet ve cinsellik derecesinin bir kuşak önceki ortalama halk kitlesini dehşet içerisinde bırakabileceğini belirtmiştir. Sosyal gelişim bu şekilde devam etse de, Marka Kanunu madde 2(a) kapsamında ret kararları tutarlılık göstermeye devam etmiştir.

 

USPTO’nun bu madde kapsamında ret kararı verebilmesi için, ofisin başvuruya konu markanın “hakikat, namus veya görgü algıları bakımından şok edici olduğunu; yüz kızartıcı, hakaret içeren, itibarsızlaştırıcı veya vicdan ve ahlaki duygular açısından incitici olduğunu veya suçlayıcı ifadeleri dile getirdiğini” göstermesi gerekmektedir. Bu bağlamda, özellikle incelenen vakada kullanılabileceği haliyle, ofisin markanın müstehcen olduğunu göstererek markanın utanç verici içeriğini ispatlaması gerekmektedir. Bu tespitin, günümüze ait tutumlar, başvuru kapsamındaki mallara ilişkin pazar dikkat alınarak ve her zaman çoğunluk açısından değil, kamu genelinin hatırı sayılır orandaki bir kısmı bakımından yapılması gerekmektedir. Başvuruya konu terimin, kamunun hatırı sayılır kısmı tarafından müstehcen içerikteki sözlük anlamıyla algılanacağı hallerde marka tescil edilebilir nitelikte değildir. Başvuru sahibinin markanın mizahi olarak algılanması niyetinde olması veya bazı kişilerin markayı gerçekten mizahi bulması incelemenin esasını etkiler mahiyette değildir.

 

Başvuruyu oluşturan kelimelerden “hurts” ibaresi “acıtmak” anlamına gelen “hurt” fiilinin çekilmiş halidir. Başvurunun diğer kelime unsuru olan “fok” kelimesi ise sözlüklerde “fuck” kelimesi ile eşanlamlı bir argo kelime olarak belirtilmiştir. “Fuck” kelimesinin anlamına bu yazıda yer verilemeyecek olmakla birlikte, bu kelimenin Türkiye’de dahi argo ve kaba cinsel içerikli anlamıyla bilindiği belirtilmektedir. “Fok’n” terimi ise argoda ve sokak ağzında “fucking” kelimesiyle aynı anlamda kullanılmaktadır ve bu husus inceleme uzmanınca çok sayıda kanıt kullanılarak gösterilmiştir. “FOK’N HURTS” tabiri Türkçe’ye çevrilecek olursa en terbiylei çeviri muhtemelen “Kahrolası acıtıyor” şeklinde olacaktır, buna ilaveten çevirinin çok daha kaba kelimelerle yapılması da mümkündür. Temyiz Kurulu, USPTO inceleme uzmanının yaptığı değerlendirmeyi yerinde bulmuş ve “FOK’N HURTS” tabirinin içerisinde “fucking” anlamına gelen “fok’n” terimini içermesi nedeniyle, başvuruyu utanç verici içerikte değerlendirmiş ve madde 2(a) uyarınca verilen ret kararını yerinde görmüştür.

 

USPTO Temyiz Kurulu kararı bu ana kadar çok ilginç veya sıradışı bir nitelik taşımamakla birlikte, kararı bu satırların yazarı bakımından ilgi çekici hale getiren husus, itiraz dilekçesinde ve önceki yazışmalarda, başvuru sahibince inceleme uzmanına karşı yöneltilen suçlamalar ve bu suçlamalara karşı Temyiz Kurulunca verilen yanıttır.

 

Başvuru sahibi ret kararına karşı sunduğu görüşte “FOK’N ibaresinin anlamlı bir kelime olmadığını, 1927 yılından kalma bir mahkeme kararına atıfta bulunulmasının yerinde olmadığını, 1927 yılından kalma bir mahkeme kararına atıfta bulunmak yerine gazete okumanın, internet kullanmanın veya pencereden dışarı bakmanın yerinde olduğunu, ülkenin 1927 yılındaki ülkeyle aynı olmadığını, 1927 yılından kalma bir zihniyetle başvurusunun değerlendirilmesinin absürt olduğunu, Temyiz Kurulunun başvurusunu sağduyuyla inceleyeceğini umduğunu, başvurunun incitici olmadığını, tersine komik ve hatırlanmayı sağlar içerikte olduğunu, kendi başvurusu reddedilirse tescil edilmiş benzer nitelikteki markaların da iptal edilmesi gerektiğini, diğer markalar nasıl tescil edildiyse kendi markasının da tescil edilmesi gerektiğini, diğer durumda tarafsızlık ilkesinin çiğneneceğini ve ayrımcılık yapılmış olacağını” öne sürmektedir. Buna ilaveten, Markalar Birim Yöneticisine gönderdiği bir diğer mektupta ve karşı görüş yazısında, “ret kararının saçma olduğunu, ret kararının ilk dili İngilizce olmayan bir uzman tarafından verilmesinin kendisini gücendirdiğini, inceleme uzmanının yeteneksizliği nedeniyle şuana dek ödediği ücretlerin iade edilmesi gerektiğini, inceleme uzmanının bu iş yerine bina sorumluluğu (hademelik) yapmasının daha uygun olacağını (bunu söylerken incittiği hademelerden özür dilediğini ayrıca belirtmiştir), kendisinin işini geliştirmeye ve yaratıcı fikirlerini korumaya çalışan bir işkadını olduğunu, 17 trilyon dolarlık bir ulusal borç mevcutken USPTO’nun girişimcileri cesaretlendirmek yerine bu tip bir muamele yapmasının yerinde olmadığını” belirtmektedir.

 

USPTO Temyiz Kurulunun bu iddia ve suçlamalar karşısındaki yanıtına geçmeden önce, inceleme uzmanının soyisminin yabancı kökenli bir A.B.D. vatandaşı izlenimini verdiğini, karar içerisinde yer verilen ve bizim de yazıda atıfta bulunduğumuz içtihat haline gelmiş Federal Mahkeme kararının 1927 tarihli olduğunu belirtmek yerinde olacaktır.

 

Temyiz Kurulu, başvuru sahibince öne sürülen eşdeğer tescilli markalar argümanının yerinde bulmamıştır, şöyle ki, bu markalardan hiçbirisi “fok’n (veya fok)” kelimesini içermemektedir ve farklı kelimelerden müteşekkil markaların tescil edilmiş olması, kamunun “FOK’N” terimi hakkındaki algısını değiştirecek bir husus değildir. Buna ilaveten, yerleşik içtihatta belirtildiği üzere, “Önceden tescil edilmiş üçüncü kişilere ait markaların hepsinin aslında reddedilmiş olması gerekse de, bu tip hatalar USPTO’nun başvuru sahibinin uygun olmayan markalarını kabul etmesini sağlamayacaktır.” veya “Önceki tarihli bazı tescilli markalar incelenen başvuruyla benzer özellikler içerse de, USPTO’nun bu markaları tescil etmiş olması, Temyiz Kurulunu veya Mahkemeleri bu tip markaların kabul edilmesi konusunda bağlamaz.”

 

Buna ilaveten, Temyiz Kurulu, başvuru sahibinin inceleme uzmanına yönelik kişisel saldırıları görmezden gelmesi ve bunları yanıt vermemesi halinde ihmalkar davranacağını belirtmiştir: “Başvuru sahibinin (inceleme uzmanına kişisel saldırı içeren) yorumları, başvurusunun incelenmesinin esasına ilişkin herhangi bir katkı sağlamamıştır. USPTO ve Temyiz Kurulu, vekil tarafından temsil edilen veya işlemlerini kendi adına yürüten tarafların tümünün işlemlerini terbiyeli ve nezakete uygun biçimde sürdürmesini şart koşmaktadır. Başvuru sahibi USPTO’yla gelecekte gerçekleşecek her tür iletişiminde, USPTO personeline yönelik şahsi saldırılardan kaçınmalıdır.”

 

USPTO Temyiz Kurulu, yazı içeriğinde ayrıntılı olarak açıklanan nedenlerle “FOK’N HURTS” başvurusu hakkında verilen ret kararını yerinde bulmuştur. Bu karara karşı dava açılıp açılmayacağını bilmemekle birlikte, USPTO’nun karar içeriğinde yaptığı açıklamaların tatmin edici nitelikte olduğunu kendi adıma söyleyebilirim. Buna ilaveten, itirazda ve diğer yazışmalarda, başvuru sahibince inceleme uzmanına yöneltilen kişisel suçlamalara ve saldırıya ilişkin olarak USPTO Temyiz Kurulunun nezaketini kaybetmeden yanıt vermesinin de son derece yerinde olduğunu belirtmek yerinde olacaktır. Başvuru sahipleri, vekilleri ve inceleme ofisi personeli arasında gerçekleşecek sözlü ve yazılı iletişimin nezaket kuralları çerçevesinde gerçekleşmesi gerektiği açıktır. Bu konuda ölçülerin kimi zaman kaçtığı ise bilinen bir gerçektir. İletişimde nezaket dışına kayma çoğunlukla kişisel düzeydeki problemlerle ilgili olsa da, bunun süreklilik arz etmesi ve artan biçimde diğer tarafı yetersizlikle suçlayan mahiyete bürünmesi, muhtemelen iletişim kanallarının ve biçiminin kendisine ilişkin bir sıkıntıyı işaret etmektedir.

 

Okurken ve yazarken beni oldukça eğlendiren “FOK’N HURTS” kararının bana en çok anımsattığı şey ise, Robert de Niro ve Ben Stiller’in oynadığı “Meet the Parents” filminde Gaylord M. Focker (Ben Stiller) ile sevgilisinin babası Robert de Niro’nun tanışma sahneleri oldu. İlk izlediğimde pek de komik gelmeyen “Fockers” esprilerinin şu anda benim için daha anlaşılır hale geldiğini de ayrıca belirtmeliyim.

 

Önder Erol Ünsal

Nisan 2014

unsalonderol@gmail.com

Politik – Sosyal Sloganlardan veya Toplumsal Olayların İsimlerinden Oluşan Marka Başvurularının Değerlendirilmesi – USPTO’nun “Boston Strong” ve “Occupy Wall Street” Kararları

bostonstrong

Marka sicilinin çevrimiçi erişimle herkesin kullanımına açılması, Türk basını için yeni bir habercilik yönteminin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Türk toplumunu iyi tanıyan muhabirler, toplumsal öneme sahip olayların-projelerin hemen arkasından çevrimiçi marka sicilinde bir araştırma yaparlar ve mutlak surette o olayın-projenin isminin tescili için yapılmış birkaç marka tescil başvurusuyla karşılaşırlar. Bunun ardından gelen yazı ise hepimizin artık aşina olduğu “XYZ marka oldu”, “XYZ Markalı Tuvalet Kağıdı Geliyor”, vb. içerikte artık klişe olarak nitelendirilebilecek haberlerdir.

 

Okumakta olduğunuz yazı bu haberlerden rahatsızlığı veya haberlerin aktarım biçimini eleştirmek amacıyla yazılmamıştır. Tersine, bu tip haberler, kendilerini ticari zeka olarak adlandıran, bu satırların yazarına göre ise -kelimenin kötü anlamıyla- fırsatçı olan kişilerin, toplumca tanınmasını sağladıkları için iyi bir amaca hizmet etmektedir.

 

Geçtiğimiz günlerde Twitter’da rastladığım bir haber, bu tip başvurularla A.B.D.’nde de karşılaşıldığını bana gösterdi ve kısa bir araştırmayla, A.B.D. Patent ve Marka Ofisi’nin konu hakkındaki değerlendirme ve kararlarına ulaşmam mümkün oldu. Bu yazının ülkemizde marka incelemesinde sıkıntılı ve güncel bir alan olarak tanımlanabilecek, toplumsal olayların isimlerinin veya toplumsal olaylarla özdeşleşmiş kelimelerin-sloganların marka olarak tescil edilebilirliği konusunda, USPTO uygulamasını aktararak okuyuculara fayda sağlayabileceğini düşünüyorum.

 

15 Nisan 2013 tarihinde A.B.D.’nin Boston şehrinde düzenlenen maraton sırasında bomba patlatılmış, bunun sonucunda 3 kişi hayatını kaydetmiş yaklaşık 260 kişi yaralanmıştır. Patlamanın terörist bir saldırı olduğu sonradan anlaşılmış ve saldırıda hayatını kaybedenler terör kurbanı olarak nitelendirilmiştir. Terörizm konusunda 11 Eylül saldırılarından sonra oldukça hassaslaşan A.B.D. toplumunun olaya reaksiyonu, ilk olarak birkaç üniversite öğrencisinin örgütlediği, sonradan kitlesel nitelik kazanan “Boston Strong” hareketi olmuştur. “Boston Strong”, saldırıda hayatını kaybeden veya yaralananlara yardım amacıyla düzenlenen ve şehrin terörizme karşı tek vücut haline gelmesini çeşitli etkinliklerin genel ismi ve bu amaçla kullanılan slogan haline gelmiştir. Çok sayıda kişi bu sloganı tişörtlerinin üzerine basmış, çıkartmalar hazırlanmış ve Aerosmith, New Kids on the Block gibi grupların sahne aldığı bir Boston Strong konseri düzenlenmiştir.

 

Girişimci zekaların ortaya çıkıp bu sloganı ticarileştirmek istemesi ise çok zaman almamıştır. Saldırıdan ve sloganının ortaya çıkışından sadece iki gün sonra “Boston Strong” ibaresini marka olarak tescil ettirmek için USPTO’ya iki başvuru yapılmıştır. Bunu sonraki günlerde yapılan 8 başvuru daha takip etmiştir. Başvurulardan tişörtler, giyim eşyaları, mücevherat, kahve, bira gibi malları ve tişörtlere baskı yapılması gibi hizmetleri kapsamaktadır.

 

“Boston Strong” kelimesini kendi adlarına marka olarak tescil ettirmek için gerçek ve tüzel kişilerin başvuruda bulunduğunun duyulması, A.B.D.’nde tepkiye yol açmıştır. Bu tip başvurularda bulunan kişilerin “kazanacaklarının çok az olduğu, buna karşın itibarlarından çok şey kaybedecekleri” dile getirilmiş ve başvurular “incitici ve saldırgan” kelimeleriyle nitelendirilmiştir.

 

USPTO, “Boston Strong” başvurularını bu atmosferde incelemiştir. İnceleme sonucunda şu ana dek 10 başvurudan 8’i reddedilmiş durumdadır ve kalan 2 başvurunun da reddedileceği tahmin edilmektedir.

 

USPTO’nun başvurular hakkında verilen ret kararlarını dayandırdığı temel gerekçe, ayırt edici nitelikten yoksunluktur. USPTO’ya göre, “Boston Strong” ibaresi, sosyal, politik, dini veya benzeri tipte bir mesaj iletmektedir ve bir işletmenin mallarını veya hizmetlerini, diğer işletmelerin mallarından veya hizmetlerinden ayırt etmenin sağlanması şeklinde tanımlanabilecek marka işlevini yerine getirmemektedir. USPTO’ya göre, bir terimin ve sloganın ayırt edici olup olmadığı değerlendirilirken kamunun ilgili kesiminin algısı dikkate alınmalıdır. Bir terim veya sloganın günlük dilde kullanımı artıkça, kamunun o terim veya sloganın tek bir ticari kaynakla ilişkilendirmesi ve marka olarak tanıması olasılığı azalır. İnceleme konusu, “Boston Strong” ibaresi bakımından da durum aynıdır, sloganın kullanımının yaygınlığı neticesinde, slogan her yerde karşılaşılabilir niteliğe kavuşmuştur. “Boston Strong” sloganı, bu niteliği nedeniyle kamu tarafından ayırt edici bir işaret olarak değil, toplumsal bir mesaj ileten slogan olarak algılanacaktır. Sayılan tüm nedenlerle “Boston Strong” sloganı ayırt edici nitelikten yoksundur.

 

Bunun yanısıra, giyim eşyaları gibi malları içeren başvurular bakımından USPTO bir ret gerekçesi daha kullanmıştır. USPTO’ya göre, tişört ve giyim eşyaları üzerinde “Boston Strong” sloganının kullanılması durumunda, kamu bunu marka olarak değil, giysiler üzerinde süs veya dekor olarak kullanılan bir slogan olarak değerlendirecektir ve bu nedenle slogan markasal ayırt edici işlevini yerine getirmeyecektir.

 

USPTO benzer nitelikte değerlendirmeleri “OCCUPY WALL STREET” başvuruları için de yapmıştır.

occupy-wall-street

 

“Wall Street’i İşgal Et” anlamına gelen “Occupy Wall Street”, okuyucuların muhtemelen hatırlayacağı üzere, Eylül 2011’de A.B.D.’nin New York şehrinin finansal merkezi olarak adlandırılabilecek Wall Street caddesinin işgali ile başlayan, ekonomik ve sosyal eşitsizliği hedef alan ve çok sayıda şehir – ülkeye yayılan büyük çapta bir politik başkaldırı hareketidir. USPTO’ya “Occupy Wall Street” teriminin marka olarak tescil edilmesi amacıyla 2 başvuru yapılmıştır ve her iki başvuru da yukarıda “Boston Strong” markaları hakkında yapılan açıklamalara eşdeğer değerlendirmelerle reddedilmiştir. USPTO’ya göre, kamu “Occupy Wall Street” ibaresini tek bir ticari kaynak belirten bir işaret olmaktan öte, politik başkaldırı hareketinin ismi olarak algılayacaktır ve yalnızca bilgi içeren bir mesaj olarak değerlendirilecek terim markanın ayırt etme işlevini yerine getiremeyecektir.

 

Ülkemizdeki marka başvurularının genel akışını takip edenler, son yıllarda toplumsal olayları, yankı uyandıran politik demeçleri veya ulusal düzeydeki önemli projeleri takiben, bu olayların – projelerin isimlerinin veya politik demeçlerinden cımbızlanan sloganların marka olarak tescil edilmesiyle amacıyla başvurular yapıldığının farkındadır. Bu tip başvuruların değerlendirilmesi genellikle çok kolay olmamaktadır. Şöyle ki, aslen tescilinde sorun olmaması gereken terimler, içinde bulunulan gün ve toplumsal koşulların belirleyiciliğinde, dönemsel olarak markasal ayırt edicilik işlevlerini kaybedebilmektedir. Bu hususun tespit edilebilmesi güçlük arz etmektedir, bunun ötesinde incelemeyi yapacak uzmanlar için karar verirken nesnelliği sağlayabilme zorunluluğu ortadadır ve söz konusu olan toplumsal olaylar, politik demeçler olduğunda değerlendirmenin daha da dikkatli yapılması gerekmektedir. Hele ki, Türkiye gibi, kuşkuculuğun doruklarda yaşandığı toplumsal atmosferlerde, inceleme ofisinin bu tip başvuruları her zaman olduğundan daha dikkatli incelemesi gerektiği açıktır.

 

Bu bakımdan USPTO’nun toplumsal olayların isimlerinden veya bu olaylarla özdeşleşmiş sloganlardan oluşan başvuruların değerlendirmesinde takındığı tavrın ve inceleme sonuçlarının aktarılması kanaatimizce önem arz etmektedir ve USPTO kararları bu başvuruların markasal olarak ayırt edici nitelikte olmadığı iddiasına dayanmaktadır.

 

“Boston Strong” ve “Occupy Wall Street” başvuruları hakkında daha detaylı bilgi ve belgenin USPTO’nun çevrimiçi marka inceleme sayfası aracılığıyla edinilmesi mümkündür, incelemenizi tavsiye ederim.

 

Önder Erol Ünsal

Nisan 2014

onderolunsal@gmail.com

Morehouse Savunması – A.B.D. Uygulamasında Çok Taraflı İşlemlerde Marka Sahibinin Önceki Tarihli Aynı Markalarının İncelemeye Etkisi Nedir? – veya – A.B.D. Uygulamasında Müktesep Haktan Bahsetmek Mümkün müdür? (2)

parry

 

Geçtiğimiz gün bu sitede yayınladığım (http://wp.me/p43tJx-b3 linkinden görülebilecek) yazı “A.B.D. Uygulamasında Marka Sahibinin Önceki Tarihli Aynı Markalarının İncelemeye Etkisi Nedir? – veya – A.B.D. Uygulamasında Müktesep Haktan Bahsetmek Mümkün müdür?” başlığını taşımaktaydı. Belirtilen yazıda Amerika Birleşik Devletleri Patent ve Marka Ofisi (USPTO)’nde, marka başvurusu sahibinin, aynı markayı önceden tescil ettirmiş olması durumunda, önceki tescillerin yeni başvuru için hak sağlayıp sağlamayacağı konusu hakkında açıklamalarda bulunulmuştu. Bahsi geçen açıklamalar USPTO’nun tek taraflı (ex parte) işlemlerinde uygulayacağı ilkeleri genel olarak belirtmekteydi. Buna karşın şu anda okumakta olduğunuz yazı, A.B.D.’nde marka başvurusu sahibinin yeni başvurusunun geçerliliğine karşı yöneltilen iddialara karşı önceki tescillerini öne sürerek yapabileceği savunma hakkında bilgi verecektir. Belirtilen savunma “Morehouse Savunması (Morehouse Defence)” olarak adlandırılmaktadır.

 

Morehouse savunması esasen, başvuru sahibinin (davalının) önceden tescilli ihtilaf konusu olmayan markalarının varlığı nedeniyle, iddia sahibinin (davacının), ihtilaflı markadan zarar görmeyeceği yorumunu içermektedir.

 

Morehouse savunmasının geçerli olabilmesi için, önceden tescilli ihtilaf konusu olmayan markaların, ihtilaf konusu markayla aynı (veya esasen aynı) olması ve aynı (veya esasen benzer) malları veya hizmetleri içermesi gereklidir.

 

USPTO Temyiz kuruluna göre, Morehouse savunmasının tek taraflı (ex parte) işlemler bakımından uygulanması mümkün değildir. Bu husus, savunmasının USPTO’nun resen yaptığı incelemede kendiliğinden dikkate alınmayacağı, ancak başvuru sahibinin itiraza konu yeni başvurusunun itiraz sonucu reddedilmemesi amacıyla bir savunma argümanı olarak öne sürülebileceği anlamına gelmektedir. (USPTO’nun başvuru sahibinin önceki tescillerini tek taraflı (ex parte) işlemlerde ne şekilde dikkate aldığı konusunda bkz. http://wp.me/p43tJx-b3)

Morehouse savunması, 1969 yılında görülen “Morehouse Mfg. Corp. v. J. Strickland Co., 160 USPQ 715, 717” davasında kavramsallaştırılmıştır. Takip eden dönemlerde mahkemeler ve USPTO Temyiz Kurulu tarafından verilen kararlar Morehouse savunmasının uygulama alanını ve anahatlarını netleştirmiştir.

 

Morehouse savunmasında kullanılabilecek önceden tescil edilmiş markaların federal düzeyde tescil edilmiş ve halen hükmünü sürdüren markalar olması gereklidir. Hükümden düşmüş bir marka, önceden başvuru sahibi adına tescilli olsa da Morehouse savunmasına esas teşkil edemez.

 

Savunmanın uygulama alanı bulabilmesi için, itiraz sahibinin önceden tescilli marka nedeniyle uğradığı veya uğrayabileceği zararın, yeni markanın tescil edilmesiyle suretiyle artmasının olası olmaması gerekmektedir. İtiraz sahibinin yeni markanın tescili halinde (önceden tescilli markanın varlığına kıyasla) ek zarar görüp görmeyeceği hususu, başvuru sahibinin önceki tescilinin ve sonraki markasının benzerliğini görsel, işitsel, kavramsal veya yarattığı ticari algı açılarından karşılaştırma suretiyle belirlenebilir.

 

Sonradan başvurusu yapılan markanın, önceden tescil edilmiş markadan farklı malları veya hizmetleri içermesi durumunda Morehouse savunması geçerliliğin kaybeder. Bu bağlamda, savunmanın geçerli olabilmesi için sonraki markanın, önceden tescil edilmiş markayla aynı veya esasen aynı malları veya hizmetleri içermesi şartı aranacaktır.

 

Benzer şekilde, sonradan başvurusu yapılan markanın, önceden tescil edilmiş markadan görsel, işitsel, kavramsal veya yarattığı ticari algı açılarından farklı olması halinde Morehouse savunmasının uygulanması mümkün değildir. Savunmanın uygulanabilmesi için önceki tescilli markanın ve sonraki markanın aynı veya esasen aynı olması gerekmektedir. Önceki ve sonraki marka arasında aynılıktan ziyade benzerliğin bulunduğu hallerde Morehouse savunması uygulama alanı bulmayacaktır.

 

Aşağıda bazı örnekler ve açıklamalar verilerek Morehouse savunmasının uygulama alanı daha net biçimde tarif edilmeye çalışılacaktır:

 

USPTO Temyiz Kurulu 2013 yılında verdiği “Citadel Federal Credit Union v. KCG IP Holdings LLC” kararında Morehouse savunmasına dayandırılan iddiayı kabul etmemiştir.

 

“KCG IP Holdings LLC” firmasının standart karakterlerdeki “CITADEL” markasını “finansal hizmetler” için tescil ettirmesinin ardından “Citadel Federal Credit Union” bu markanın iptali için başvuruda bulunur. Talep, USPTO Temyiz Kurulu tarafından incelenirken, “KCG IP Holdings LLC” firması aynı hizmetler için önceden tescil edilmiş aşağıda görseline yer verilen “Citadel + şekil” markasını gerekçe göstererek Morehouse savunmasını öne sürer.

 

citadel

 

“Citadel + şekil” markasının geçerliliği sorgulanamaz (incontestable) statüsü kazanmış bir marka olduğu özellikle belirtilmelidir (geçerliliği sorgulanamaz (incontestable) statüsü hakkında bkz. http://wp.me/p43tJx-b3).

 

“KCG IP Holdings LLC” firmasına göre, yukarıda görseline yer verilen önceden tescilli marka ve marka sahibinin yalnızca standart karakterlerde yazılı “CITADEL” ibaresinden oluşan kelime markası aynı şekilde telaffuz edilmektedir, aynı anlama sahiptir ve baskın unsurun “CITADEL” kelimesi olması, şekil unsurunun önemli etkiye sahip olmaması nedeniyle aynı ticari etkiyi yaratmaktadır. Buna karşın iptal talebinin sahibi, Morehouse savunmasının uygulama alanı bulabilmesi için uygulanması gereken testin, aynılık veya esasen aynılığın tespitine yönelik olması gerektiği, bu anlamda “KCG IP Holdings LLC” firmasının markaların benzerliğine ilişkin bir test uygulayarak Morehouse savunmasının sınırlarını aştığı görüşündedir.

 

USPTO Temyiz Kurulu, iptal talebi sahibiyle aynı görüştedir. Temyiz Kuruluna göre, standart karakterle yazılı markada yer almayan, mazgallı şekil unsuru, markanın önemli bir bölümünü oluşturmaktadır ve dikkat çeken (göze çarpan) bir algı yaratmaktadır. Markadaki şekil unsuru, fark edilmesi için dikkatli bir bakış gerektiren küçük bir ayrıntı konumunda değildir. Temyiz Kuruluna göre, şekil unsuru, bir arka plan niteliğinde veya kelime markasının stilize biçimde yazılmasından da ibaret değildir. Bu çerçevede, Kurul, inceleme konusu vakada, Morehouse savunmasının uygulama alanı bulamayacağı kanaatine ulaşmış ve “KCG IP Holdings LLC” firmasının bu yöndeki argümanını kabul etmemiştir.

 

Morehouse savunmasının kabul edilmediği bir örnekte, başvuru sahibinin yeni markası “vitamilk” iken önceden tescil ettirdiği markası “vitamilk” ibaresinin Çince karakterlerle yazılmış halidir. USPTO Temyiz Kurulu, görünümleri itibarıyla son derece farklı olan markaların esasen aynı markalar tanımı kapsamına giremeyeceğini, bu nedenle Morehouse savunmasının belirtilen ihtilafta uygulama alanı bulunmadığını ifade etmiştir.

 

USPTO Temyiz Kurulu bir diğer ilana itiraz incelemesinde, başvuru sahibi, geçerliliği sorgulanamaz statüsü kazanmış “MAGNUM MAX” markasının “elle kullanılır taşınır spot lambaları” için önceden tescil ettirmiş durumdadır. Başvuru sahibinin yeni markası ise “elde kullanılır taşınır ışıklar, yani el fenerleri ve spot lambaları” mallarını kapsayan “MAGNUM MAXFIRE” markasıdır. İlana itiraz sahibi ünlü “MAG” marka serisine dahil çok sayıda markayı ve “el feneri lambaları” için tescilli “MAG-NUM STAR” markasını gerekçe göstererek “MAGNUM MAXFIRE” markasına karşı itiraz eder.

 

Başvuru sahibi, ilana itiraza karşı önceden tescilli “MAGNUM MAX” markasını gerekçe göstererek Morehouse savunmasını öne sürer. Başvuru sahibine göre, yeni başvurusu olan “MAGNUM MAXFIRE” markası, önceden tescilli “MAGNUM MAX” markasıyla esasen aynıdır, el fenerleri ile spot lambaları aynı mallardır ve itiraz sahibinin benzerlik savı markaların “MAGNUM / MAX” kısımlarına yönelik olduğundan, yeni başvuruda yer alan “FIRE” kelime unsuru ihtilafın esasıyla ilgili değildir.

 

Buna karşın USPTO Temyiz Kuruluna göre, başvuru sahibinin “MAGNUM MAXFIRE” markası ile önceden tescilli “MAGNUM MAX” markası esasen aynı markalar değildir ve “elde taşınır spot lambaları” ile “el fenerleri” nitelikleri itibarıyla çok benzer mallar olsa da, farklı kategoride aydınlatma ürünleridir ve esasen aynı nitelikte mallar olarak kabul edilemezler. Bu bağlamda, USPTO Temyiz Kurulu, başvuru sahibinin Morehouse savunması esasına dayanan argümanını kabul etmemiştir.

 

Yazı içeriğinde yer verilen açıklamalar ve örneklerden anlaşılacağı üzere, USPTO, Morehouse savunmasının kabul edilebilmesi için oldukça sıkı şartların karşılanmış olmasını beklemektedir ve belirtilen sıkı şartlar, markaların ve malların veya hizmetlerin aynılığını veya neredeyse aynılığını gerektirmektedir. Dolayısıyla, Morehouse savunmasının geçerli olabilmesi kanaatimizce ancak son derece sınırlı hallerde mevcut olabilecektir ve bu sıkı şartlar, Türk uygulamasının veya yargı kararlarının işaret ettiği anlamındaki müktesep hak uygulaması ile büyük ölçüde farklılaşmaktadır. Sıkı şartlar çerçevesinde müktesep halin ortaya çıkabileceği hallerin sınırlandırılmasının, incelemeyi ve karar verme prosedürlerini rahatlatacağı, ancak bunun karşılığında, yeni markalarında belirgin görsel, işitsel farklılıklar yaratmalarına rağmen, bu markalarında önceden tescil edilmiş bir kelime unsurunu da yer vermeleri nedeniyle, her markalarını (varsayılan)müktesep haklarına dayanarak tescil ettirmek isteyen hak sahiplerini mutlu etmeyeceği şüphesizdir.

 

Önder Erol Ünsal

Nisan 2014

unsalonderol@gmail.com

A.B.D. Uygulamasında Marka Sahibinin Önceki Tarihli Aynı Markalarının İncelemeye Etkisi Nedir? – veya – A.B.D. Uygulamasında Müktesep Haktan Bahsetmek Mümkün müdür?

uspto

 

Ulusal marka uygulamamızın en önemli sorunlu alanlarından birisini, marka başvurusu sahibinin, yeni yaptığı başvuruyla, aynı veya çok benzer ve aynı ve aynı tür malları veya hizmetleri kapsayan önceki tarihli bir markaya sahip olması durumunda, yeni başvurunun reddedilip reddedilemeyeceği sorusu oluşturmaktadır. Bu sorun bilinen adıyla müktesep hak meselesi olarak isimlendirilmiştir ve hangi durumların müktesep hak kapsamında değerlendirilmesi gerektiği konusunda açık bir karmaşa yaşanmaktadır. Müktesep hak veya benzer içerikte bir kavram ulusal marka mevzuatımızda tanımlanmamıştır ve mahkemelerin konu hakkında yaptığı birkaç genelleme bulunmakla birlikte, kavramın genel kabul görmüş bir tanımından veya uygulamasından söz edilmesi mümkün değildir.

 

Müktesep hak kavramının Türk marka inceleme sisteminin esasları dikkate alınarak tanımlanması ve uygulamasında fayda bulunmaktadır. Şöyle ki, Türk marka inceleme sistemi, resen gerçekleştirilen inceleme açısından 7/1-(b) bendi kapsamında resen gerçekleştirilen benzerlik incelemesini de içermektedir ve dolayısıyla müktesep hak kavramının benzerlik açısından yalnızca ilana itiraz aşamalarında dikkate alınması mümkün değildir. Bunun yanısıra, mutlak ret nedenlerinin resen incelenmesi bakımından da müktesep hak kavramı kapsamına girebilecek markalarla karşılaşılması mümkündür ve bu nedenle müktesep hak kavramına kapsamına girebilecek hallerin belirtilen ret gerekçeleri bakımından da tanımlanması gerekmektedir.

 

Müktesep hak kavramının, ülkemize benzer bir inceleme sistemine sahip olan ülkeler bakımından ne şekilde değerlendirildiği sorusu özellikle önemlidir. Türkiye gibi resen benzerlik incelemesi yapan, başvuruları resen mutlak ret nedenleri bakımından da inceleyen ve ilaveten ilana itiraz üzerine de önceki markalarla karıştırılma ihtimali hususunu inceleyen Amerika Birleşik Devletleri Patent ve Marka Ofisi (USPTO)’nun konu hakkındaki uygulaması kanaatimizce öncelikle dikkate alınmalıdır.

 

USPTO marka inceleme kılavuzunda konu hakkında bazı açıklamalar yer almaktadır. Konu USPTO tarafından “başvuru sahibinin önceki tescillerinin etkisi (effect of applicant’s prior registrations)” olarak adlandırılmıştır. Yazı boyunca, USPTO marka inceleme kılavuzunda konu hakkında yapılan açıklamalar aktarılacaktır. Buna ilaveten konunun bir diğer boyutunu oluşturan, önceki tesciller iddiasının başvuru sahibi tarafından bir savunma olarak öne sürülmesi durumunda ortaya çıkan “Morehouse savunması (Morehouse defence)” kavramı ve uygulama alanı ise bu yazıyı takiben yazılacak ikinci bir yazıda açıklanacaktır. Yazının USPTO incelemesiyle ilgili “başvuru sahibinin önceki tescillerinin etkisi” kısmının USPTO marka inceleme kılavuzu kaynak alınarak yazıldığı öncelikle belirtilmelidir.

 

USPTO marka inceleme kılavuzunun 1216 numaralı başlığı “başvuru sahibinin önceki tescillerinin etkisi (effect of applicant’s prior registrations)” şeklindedir. Bu başlık kendi içerisinde iki alt başlığa ayrılmıştır. 1216.01 numaralı birinci alt başlıkta konuyla ilgili kısa açıklama ve konu hakkındaki başlıca kararlar sıralanmıştır. 1216.02 numaralı ikinci alt başlık ise “geçerliliği sorgulanamazlık kazanma halinin tek taraflı incelemede etkisi (effect of incontestability in ex parte examination)” şeklindedir.

 

I – Başvuru sahibinin önceki tescillerinin etkisi (effect of applicant’s prior registrations):

 

İnceleme kılavuzuna göre, marka hakları durağan değildir ve tescil için uygunluk, tescil talebinin yapıldığı anda ortaya çıkan faktörler ve kanıtlar dikkate alınarak belirlenmelidir. Her vaka kendi şartları çerçevesinde değerlendirilmelidir. USPTO, başvuru sahibinin önceki tescillerini farklı belgeler esasında inceleyen önceki uzmanlarının kararları ile bağlı değildir.

 

Belirtilen açıklamaların ardından karar kılavuzunda konu hakkındaki önemli kararlardan kısa alıntılar yapılmıştır. Bu alıntılardan önemli gördüklerimize burada kısaca aktarmakla yetineceğiz, detaylar için karar kılavuzunun ilgili kısmının incelenmesi yerinde olacaktır.

 

1987 yılında alınan bir mahkeme kararına göre, “CASH MANAGEMENT ACCOUNT” markasının önceden kredi kartı hizmetleri için tescil edilmiş olması, başvuru sahibine aynı markayı daha geniş kapsamdaki finansal hizmetler tescil ettirme hakkı vermemektedir; 1985 yılında alınan bir mahkeme kararına göre, “DURANGO” markası önceden “purolar” için tescil edilmiş olsa da, bu tescil uzmanın aynı markayı “çiğneme tütünleri” için coğrafi kaynak bakımından yanıltıcı tanımlayıcılık nedeniyle reddetmesini engellemeyecektir; 2001 yılında alınan bir mahkeme kararına göre, “BEST!” markası aynı hizmetler için önceden tescilli olsa da, bu durum uzmanın “BEST! SUPPORTPLUS” ve “BEST! SUPPORTPLUS PREMIER” markalarındaki “BEST” ibaresinin münhasır hak sağlamayacağı yönünde kayıt düşmesine engel teşkil etmeyecektir; 1994 yılında alınan bir USPTO Temyiz Kurulu kararına göre, “ULTRA” markasının önceden “motor yağı, otomobil yakıtı olarak kullanım için gazolin” malları için tescil edilmiş olması, uzmanın aynı markayı “motor yağı, gazolin, otomobil yağı, makine yağı, dişli yağı” malları bakımından reddetmesini engellemeyecektir; 1991 yılında alınan bir USPTO Temyiz Kurulu kararına göre, başvuru sahibinin “taze turunç meyvesi” için tescil edilmiş ancak yenilenmemiş “EL GALLO” markasının sahibi olması, aynı markanın aynı mallar için yapılmış yeni başvurusunun “ROOSTER” markasıyla karıştırılma olasılığı gerekçesiyle reddedilmesini engellemeyecektir; 1986 yılında alınan bir USPTO Temyiz Kurulu kararına göre, “LEAN” markasının farklı mallar ve hizmetler için önceden tescil edilmiş olması, aynı markanın “düşük kalorili yiyecekler” bakımından reddedilmesini engellemeyecektir; 1984 yılında alınan bir USPTO Temyiz Kurulu kararına göre, başvuru sahibinin “LAW & BUSINESS” markasını önceden ek sicilde (supplemental register) “kitaplar, broşürler” için tescil ettirmiş olması, aynı markanın “iş hukuku alanında seminer düzenlenmesi hizmetleri” bakımından ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçesiyle reddedilmesini engellemeyecektir; 1983 yılında alınan bir USPTO Temyiz Kurulu kararına göre, “WHEN IT’S TIME TO ACT” markasının önceden “reklamcılık hizmetleri” için tescil edilmiş olması aynı markanın aynı hizmetler bakımından reddedilmesini engellemeyecektir; vd.

 

II- Geçerliliği sorgulanamazlık kazanma halinin tek taraflı incelemede etkisi (effect of incontestability in ex parte examination):

 

A.B.D. Marka Kanunu kısım 15 kapsamında tanımlanan bir prosedür uyarınca, tescilli marka sahibi tescil tarihinden başlayan 5 yıl boyunca markanın ticarette kesintisiz biçimde kullanıldığı yönünde bir beyanda bulunursa veya bu yönde yeminli beyan verirse, tescilli markayı ticarette tescil kapsamındaki mallar veya hizmetler bakımından kullanabilmek için “geçerliliği sorgulanamazlık (incontestability )” hali kazanır. Eğer markayı kullanma hakkı belirtilen prosedür kullanılarak “geçerliliği sorgulanamaz” hale getirilmişse, tescil, belirli istisnalar hariç olmak üzere, tescilli markanın geçerliliğine ve tescil sahibinin hak sahipliğine ve tescilli markayı ticarette münhasıran kullanma hakkına yönelik nihai kanıt teşkil eder. Belirtilen prosedür ve kapsamı bu yazı kapsamında irdelenmeyecektir, konu hakkında daha fazla bilgi talep edenlerin, USPTO marka inceleme kılavuzunun ilgili bölümlerini incelemesi yerinde olacaktır.

 

Yazı boyunca “tek taraflı inceleme” olarak çevirdiğimiz “ex parte examination” ise birden fazla taraf arasında geçen (inter partes) inceleme işlemleri kapsamına girmeyen, tek tarafı ilgilendiren işlemlere karşılık gelmektedir.

 

1985 yılında verilen bir A.B.D. Yüksek Mahkemesi kararına göre, tescilli marka sahibi tecavüz iddiasını ortadan kaldırmak için markanın “geçerliliği sorgulanamaz” hale geldiği savına dayanabilir ve bu bağlamda geçerliliği sorgulanamaz hale gelmiş bir markanın tanımlayıcı iddiasına dayanılamaz.

 

1986 yılında alınan bir USPTO Temyiz Kurulu kararına göre, “TALL SHIPS” ibareli “geçerliliği sorgulanamaz” statüsü kazanmış bir marka mevcutken, aynı marka sahibinin aynı hizmetler için “RETURN OF THE TALL SHIPS” markasının tescilini talep ettiği durumda, inceleme uzmanının “TALL SHIPS” ibaresi bakımından markanın münhasır hak sağlamayacağı yönünde kayıt düşmek istemesi, “geçerliliği sorgulanamaz” statüsü kazanmış önceki markanın geçerliliğinin sorgulanması anlamına gelecektir. Böyle bir durumdan bahsedilebilmesi için malların ve hizmetlerin aynı olması ve başvuruya konu markanın önceki markayla aynı kısmının jenerik nitelikte olmaması gerekir. Temyiz Kurulu, belirtilen vakada, münhasır hak sağlamayacağı yönünde uzmanca kayıt düşülen kısmın başvuru sahibinin geçerliliği sorgulanamaz statüsü kazanmış markasıyla aynı olduğunu ve hizmetlerin de aynı olduğunu tespit etmiştir.

 

2010 yılında alınan bir USPTO Temyiz Kurulu kararına göre, karıştırılma olasılığı incelenirken itiraz sahibinin federal düzeyde tescilli markasının geçerliliği sorgulanamaz statüsü kazanmış olması, bu markanın geçerliliğine yönelik nihai kanıt teşkil eder, ancak markayı güçlü hale getirmez.

 

2001 yılında alınan bir mahkeme kararına göre, geçerliliği sorgulanamaz statüsü kazanmış bir markanın varlığı başvuru sahibine, aynı markayı, söz konusu mallar veya hizmetler önceki markanın kapsadığı mallarla veya hizmetlerle yakından ilişkili mallar olsa da, farklı mallar veya hizmetler için tescil ettirme hakkı sağlamaz; 2001 yılında alınan bir mahkeme kararına göre, “SAVE VENICE” kelime markasının geçerliliği sorgulanamaz statüsü kazanmış olması, “THE VENICE COLLECTION” ile “SAVE VENICE INC.” kelime ve ilaveten şekil unsurundan oluşan ve farklı malları kapsayan sonraki markanın reddedilmesini engellemez (tescilli bir marka yalnızca tescil edildiği biçimde ve kapsamında yer alan mallar veya hizmetler için geçerliliği sorgulanamaz statüsü kazanır); 1986 yılında alınan bir USPTO Temyiz Kurulu kararına göre, “BANK OF AMERICA” kelime markasının geçerliliği sorgulanamaz statüsü kazanmış olması, aynı markanın bağlantılı hizmetler için reddedilmesini engellemez.

 

Yazı içerisinde yer verilen açıklamalardan anlaşılacağı üzere, USPTO uygulamasında genel ilke, marka haklarının durağan olmadığı ve tescil için uygunluğun, tescil talebinin yapıldığı anda ortaya çıkan faktörler ve kanıtlar dikkate alınarak incelenmesi gerektiği yönündedir. Dolayısıyla, marka sahibinin önceki tescilleri nedeniyle hak kazanacağı hallerle oldukça sınırlı kapsamda karşılaşılmaktadır ve bu hallerden bahsedebilmek için önceki markanın “geçerliliği sorgulanamaz” statüsü kazanmış olması, sonraki markayla – önceki tescilli markanın aynı (veya esasen aynı) olması, sonraki markayla – önceki tescilli markanın aynı malları veya hizmetleri kapsaması gerekmektedir.

 

Ulusal mevzuatımızda bir markanın “geçerliliği sorgulanamaz” statüsü kazanması gibi bir durum mevcut olmamakla birlikte, bu statünün A.B.D.’nde tescil tarihinden itibaren 5 yıl içerisinde kazanılması hali, ulusal uygulamamızda mahkemeler tarafından genel kabul görmüş tescil tarihinden sonra 5 yıl süreyle sessiz kalma durumunda ortaya çıkacak hak kaybı müessesesini anımsatmaktadır. Bu haliyle, kimi mahkeme kararlarında karşılaşılan 5 yıllık hükümsüzlüğü talep etme süresi dolmadığı sürece önceki marka hükümsüz kılınma yönünde saldırıya açıktır, bu bakımdan müktesep hak sağlaması mümkün değildir yorumunun esası itibarıyla, A.B.D. mevzuat ve uygulamasındaki süre sınırıyla ve bu sınırın altyapısı oluşturan hukuki mantıkla örtüştüğünün belirtilmesi gerekmektedir.

 

Bu yazının devamını oluşturacak ikinci yazının, önceki tesciller iddiasının başvuru sahibi tarafından bir savunma olarak öne sürülmesi durumunda ortaya çıkan “Morehouse savunması (Morehouse defence)” kavramı ve uygulama alanı ilgili olacağının şimdiden belirtilmesi yerinde olacaktır.

 

Önder Erol Ünsal

Nisan 2014

unsalonderol@gmail.com

Ahlaka Aykırı Kelimelerden Oluşan Markaların Değerlendirilmesi – Adalet Divanı Genel Mahkemesi “Ficken” Kararı (T-52/13, T-54/13)

Adalet Divanı Genel Mahkemesi, 14/11/2013 tarihinde verdiği T-52/13, T-54/13 sayılı “ficken” ve “ficken liquors” kararlarında ahlaka aykırı kelimelerden oluşan veya bu tip kelimeleri içeren markalar hakkında genel yaklaşımını ortaya koymuştur.

Alman menşeili “EFAG TRADE MARK COMPANY GMBH & CO. KG” firması “ficken” ve “ficken liquors” markalarının tescil edilmesi için Topluluk Marka Ofisine (OHIM) başvuruda bulunur. Başvurular, 25., 32., 33. sınıflara dahil malları ve 35., 43. sınıflara dahil hizmetleri kapsamaktadır. Markalardan birisi standart karakterlerde yazılı “FICKEN” kelimesinden, diğeri ise takip eden görselden oluşmaktadır:

ficke

Başvuruların her ikisi de OHIM uzmanı tarafından, 207/2009 sayılı Topluluk Marka Tüzüğünün, kamu düzenine ve ahlaka aykırı markaların tescil edilemeyeceği hükmünü içeren 7(1)(f) paragrafı kapsamında reddedilir.

Başvuru sahibi ret kararlarına karşı itiraz eder ve itirazlar OHIM Temyiz Kurulu tarafından reddedilir, başvuru sahibi (davacı) bu kararlara karşı Adalet Divanı Genel Mahkemesi nezdinde dava açar. Bu yazı, Adalet Divanı Genel Mahkemesinin belirtilen davalarla ilgili T-52/13, T-54/13 sayılı kararları hakkında açıklamalar içermektedir, her iki karar da esasen aynı tespitleri içerdiğinden, kararlara ayrı atıflar yapmak yerine, açıklamaları tek seferde yapmak yazı boyunca tercih edilecektir.

Davacı, OHIM Temyiz Kurulunun, kamu düzenine ve ahlaka aykırı markaların tescil edilemeyeceği hükmünü içeren 7(1)(f) paragrafını oldukça geniş biçimde yorumladığını, “ficken” kelimesinin anlamlarından sadece birinin müstehcenlik içermesinin markanın genel ahlaka aykırı bir kelime olarak değerlendirilmesine imkan vermeyeceğini ve Kurulun halkın genel algısını dikkate almadığını öne sürmektedir.

Karar hakkında detaylı açıklamalara geçmeden önce Almanca “ficken” kelimesinin Türkçe karşılığının “cinsel ilişkide bulunmak (ve bunun kaba biçimde ifade edilmiş hali)” olduğu belirtilmelidir.

207/2009 sayılı Topluluk Marka Tüzüğü, 7(1)(f) paragrafı kamu düzenine ve ahlaka aykırı markaların tescil edilemeyeceği hükmünü içermekte iken, aynı maddenin ikinci fıkrası, “birinci fıkrada sayılan ret gerekçelerinin birliğin (Avrupa Birliği) yalnızca bir bölümünde ortaya çıkması durumunda da ret gerekçelerinin uygulanacağını” belirtmektedir.

Adalet Divanı Genel Mahkemesinin önceki kararlarına göre, kamu düzenine ve ahlaka aykırılık hususu, birlikte veya onun bir bölümünde yerleşik kamunun ilgili kesiminin işaret hakkındaki algısı dikkate alınarak incelenmelidir.

İnceleme konusu vakada, başvuruların kapsamında bulunan malların günlük kullanım malları olduğu, başvuruların kapsamındaki hizmetlerin nihai ve özel kullanıcılara yönelik olduğu, başvuruyu oluşturan işaretin Almanca bir kelime olduğu ve kamunun ilgili kesiminin birliğin Alman ortalama tüketicilerinden oluştuğu tartışmasızdır.

Başvurulardan birisi standart karakterlerde yazılı “ficken” kelimesinden oluşmaktadır. Diğer başvuruda “ficken” kelimesi, bir dragon şekli ve “likör” anlamına gelen “liquors” kelimesi yer almaktadır. Kelime ve şekil kombinasyonundan oluşan markada, “ficken” kelimesinin diğer unsurlara kıyasla oldukça büyük biçimde yazıldığı ve bu kelimenin büyüklüğü ve konumu itibarıyla başvurunun baskın unsuru olduğu ortadadır. Belirtilen hususlar ışığında, OHIM Temyiz Kurulu, kelime ve şekil kombinasyonundan oluşan başvuruyu da sadece “ficken” kelime unsurundan oluşan başvuruyla aynı paralelde değerlendirmiştir.

Başvuru sahibi, “ficken” kelimesinin Almanca’da yaygın kullanılan ve “cinsel birleşmeyi” ifade eden kaba bir sözcük olduğunu kabul etmektedir. Buna karşın, başvuru sahibine göre, bir kelimenin müstehcen bir anlamının bulunması, bu kelimeyi kamu düzenine veya ahlaka aykırı hale getirmemektedir. Bu bağlamda, başvuru sahibine göre, OHIM Temyiz Kurulu, Topluluk Marka Tüzüğü madde 7(1)(f)’yi olması gerekenden geniş kapsamlı biçimde yorumlamıştır. Başvuru sahibine göre, Topluluk Marka Tüzüğü madde 7(1)(f)’ye aykırılık tespit edilirken kullanılacak ölçüt, markanın korunması kabul edilemeyecek derecede şok edici olmasıdır.

Genel Mahkemeye göre, bir kelimenin kamunun ilgili kesimini şok etmesi için ayrımcı, saldırgan veya aşağılayıcı bir anlama sahip olması şart değildir; cinsel açıdan kabalık içeren ve müstehcen olarak kabul edilen kelimelerin de, tüketicilerce edepsiz, yakışıksız ve itici biçimde algılanması ve bu bağlamda ahlaka aykırılık teşkil etmesi mümkündür. Bu çerçevede, Temyiz Kurulu, başvuru sahibince iddia edilenin aksine Topluluk Marka Tüzüğü madde 7(1)(f)’yi olması gerekenden geniş kapsamlı biçimde yorumlamamıştır.

Başvuru sahibinin ikinci iddiası, OHIM Temyiz Kurulunun kendi görüşünü kamunun ilgili görüşü olarak yansıttığı, dolayısıyla kararın kamunun ilgili kesiminin algısı çerçevesinde alınmadığıdır.

Adalet Divanı içtihadına göre, Topluluk Marka Tüzüğü madde 7(1)(f) bağlamında kamunun ilgili kesiminin algısı değerlendirilirken, hiçbir şeyi şok edici bulmayan kesimin veya her şeyden kolaylıkla etkilenen kesimin algısı değil, ortalama derecede duyarlılığa ve toleransa sahip makul bir kişinin değerlendirme ölçütleri esas alınmalıdır.

Topluluk Marka Tüzüğü madde 7(1)(f) değerlendirilirken kamunun ilgili kesimi, başvuru kapsamındaki malların ve hizmetlerin hedeflediği kitleye indirgenemez. Başvuru kapsamındaki malların ve hizmetlerin hedeflediği kitlenin, bu kitle içinde bulunmasa da günlük yaşamlarında bu ürünlerle tesadüfen karşılaşacak genel kitlenin de sarsılabileceği hususu göz önüne alınmalıdır.

İncelenen vakada, başvuruyu oluşturan veya baskın olan kelime unsurunun cinsel açıdan kaba bir sözcük olan “ficken” ibaresi olduğu ve başvuruların kapsamından bulunan malların ve hizmetlerin nihai tüketicilere yönelik mallar ve hizmetler olduğu ortadadır. Genel Mahkemeye göre istisnai haller dışında, “ficken” kelimesi, kelimeyi okuyan veya duyan ve kelimenin anlamına bilen her normal insanı rencide edebilecek kapasiteye sahiptir. Bu bağlamda, Temyiz Kurulunun, “ficken” kelimesinin anlamını, malları ve hizmetleri ve bunların pazarlanma biçimini dikkate alarak, haklı biçimde, ortalama derecede duyarlılığa ve toleransa sahip tüketiciler bakımından, başvuruya konu markaların ahlaka aykırı nitelik taşıdığı sonucuna ulaşmıştır. Bu çerçevede, başvuru sahibinin, OHIM Temyiz Kurulunun, kendi görüşünü kamunun ilgili görüşü olarak yansıttığı, dolayısıyla kararın kamunun ilgili kesiminin algısı çerçevesinde alınmadığı yönündeki argümanı haklı görülmemiştir.

Üçüncü olarak başvuru sahibinin, OHIM Temyiz Kurulunun halkın oldukça duyarlı bir kısmının algısını esas aldığı yönündeki argümanı incelenmiştir. Başvuru sahibine göre, “ficken” kelimesi günlük dile girmiştir ve gençler tarafından yaygın biçimde kullanılmaktadır. Normal duyarlılığa sahip bir kişi “ficken” kelimesi en fazla zevksiz bulacaktır, ancak bunu ahlaka aykırı olarak değerlendirmeyecektir.

Başvuru sahibi bu argümanı kapsamında, Temyiz Kurulunun markayı rahatsız edici bulmayacak kesimin algısını esas almamasını eleştirmektedir. Bu argüman haklı bulunmamıştır, şöyle ki, daha önceden de belirtildiği üzere, Topluluk Marka Tüzüğü madde 7(1)(f) bağlamında kamunun ilgili kesiminin algısı değerlendirilirken, hiçbir şeyi şok edici bulmayan kesimin veya her şeyden kolaylıkla etkilenen kesimin algısı değil, ortalama derecede duyarlılığa ve toleransa sahip makul bir kişinin değerlendirme ölçütleri esas alınmalıdır.

Başvuru sahibinin dördüncü argümanı, “ficken” kelimesinin ahlaka aykırı bir kelime olarak algılanmayacağı, çünkü kelimenin medya, kültür ve edebiyatta kullanıldığı, kelimenin bu haliyle emir kipi niteliğinde olduğu ve Almanca’da kelimenin kullanımının sıradışı olduğu, “ficken” kelimesinin Almanca’da kaba veya saldırgan içerikte kullanılmadığı ve “ficken” kelimesinin İngilizce “fuck” kelimesiyle eşdeğer bir kullanımının bulunmadığı yönündedir.

Mahkeme, “ficken” kelimesinin anlamı açık ve bilinir olduğundan, başvuru sahibinin yukarıda sayılan argümanlarını kabul etmemiştir. Ayrıca, Mahkemeye göre, kelimenin başka anlamlarının bulunması, ret kararının içeriğini değiştirir mahiyette bir husus değildir. Şöyle ki, kamunun ilgili kesiminin zihnine kelimenin müstehcen anlamının gelmesi durumunda diğer anlamlar önemini kaybedecektir ve başvuru sahibi, kelimenin diğer anlamlarının nüfusun tüm kesimlerince güçlü biçimde benimsenmesi sonucunda, “ficken” kelimesinin müstehcen anlamının ikinci planda kaldığı veya unutulduğu hususlarını ispatlamamıştır. Bir diğer çekici tespit ise, mahkemenin “ficken” kelimesinin İngilizce “fuck” kelimesinden farklı olarak, sıradan bir lanet okuma kalıbı olarak da değil, yalnızca çok kaba ve müstehcen içerikte kullanılmakta olmasıdır.

Başvuru sahibi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi madde 10 çerçevesindeki ifade özgürlüğü hakkının dikkate alınmış olması gerektiğini ifade etmekle birlikte, Adalet Divanı Genel Mahkemesine göre, markanın tescil edilmesi talebinin reddedilmesi, başvuruya konu markayı taşıyan ürünlerin pazarlanmasını veya ifade özgürlüğünü etkilemediğinden, bu yöndeki talep de kabul edilmemiştir.

Başvuru sahibi son olarak, OHIM tarafından reddedilen inceleme konusu Almanca markaların, Alman Federal Patent Mahkemesi’nin markaların ahlaka aykırı olmadıkları yönündeki kararını takiben, Alman Patent ve Marka Ofisi tarafından tescil edildiğini belirterek, ret kararlarının kaldırılmasını talep etmektedir.

Genel Mahkeme, bu iddiaya karşılık olarak Adalet Divanının bilinen içtihadını tekrarlamakla yetinmiştir. Buna göre, Topluluk Markası Sistemi, kendi kuralları ve amaçları olan ve diğer ulusal sistemlerden bağımsız olarak işleyen otonom bir sistemdir. Bu çerçevede, bir topluluk markasının tescil edilmesi ilgili topluluk mevzuatı dikkate alınarak gerçekleştirilmelidir. OHIM ve gerektiğinde Birlik mahkemeleri, kararı veren üye ülke ofisinin mevzuatı Topluluk Marka Direktifiyle uyumlu ve inceleme konusu kelime markası kararı veren üye ülke ofisinin ait olduğu dil bölgesine ait olsa da, işaretlerin tescil edilebilirliği konusundaki üye ülke kararlarıyla bağlı değildir (bununla birlikte bu kararları dikkate almaları mümkündür). Bu çerçevede, bir ulusal karar, inceleme konusu OHIM veya Birlik mahkemesi kararlarının hukukiliğini ortadan kaldırmaz. Dolayısıyla, başvuru sahibinin “FICKEN” kelimesinin ve kelime ve şekil kombinasyonun Almanya’da tescilli olması gerekçeli argümanı da kabul edilmemiştir.

Belirtilen gerekçelerin tamamı kapsamında Adalet Divanı Genel Mahkemesi, başvurunun OHIM Temyiz Kurulu tarafından reddedilmesi kararı yerinde bulmuş ve davayı reddetmiştir.

Adalet Divanı Genel Mahkemesinin yukarıda detaylı olarak açıklanan kararı, ahlaka aykırılık kavramının markaların tescil edilebilirliği bağlamında ne şekilde değerlendirilmesi gerektiğini net kriterler ışığında açıklamıştır. Buna göre, Topluluk Marka Tüzüğünün ilgili maddesi irdelenirken, kamunun hiçbir şeyi şok edici bulmayan kesiminin veya her şeyden kolaylıkla etkilenen kesiminin algısı değil, ortalama derecede duyarlılığa ve toleransa sahip makul bir kişinin değerlendirme ölçütleri esas alınacaktır ve kelimenin farklı anlamlarının bulunması veya yazın dilinde de kullanılması gibi hususlar, kelimenin ahlaka aykırı niteliğini ortadan kaldırmayacaktır. Ayrıca, topluluk mahkemelerinin artık yerleşik ve herkesçe bilinen içtihadı haline gelen, söz konusu olan bir üye ülke veya ilgili dili kullanan bir ülke olsa da, bir markanın başka bir hukuk bölgesinde tescil edilmiş olması, bunun topluluk markası olarak tescil edilmesini sağlamaz içtihadı bu kararda tekrar edilmiştir.

Önder Erol Ünsal
Mart 2014
unsalonderol@gmail.com

OHIM Uygulaması – Mutlak Ret Nedenleri Kapsamında Reddedilen Markalara İlişkin İtirazlarda Kabul Edilmesi Mümkün Olmayan Argümanlar

ohimfoto

Marka tescil başvurularının mutlak ret nedenleri incelemesi sonucunda reddedilmesi kararlarına karşı yapılan itirazlarda, başvuru sahipleri tarafından öne sürülen karşı argümanların kategorize edilmesi genellikle mümkündür. Ret kararlarına karşı sunulan argümanların bir bölümünün ret kararının yerindeliğini değiştirmesi mümkün değildir. İç Pazar Harmonizasyon Ofisi (OHIM)’nin marka inceleme kılavuzunda yer verilen kabul edilmesi mümkün olmayan karşı argümanlar başlığı bu kısa yazının konusunu oluşturmaktadır.

 

Kabul edilmesi mümkün olmayan karşı argümanlar kategorisine giren iddialarla Türkiye uygulamasında da sıklıkla karşılaşılmakta ve bu iddialar kimi zaman ciddi tartışmalara yol açabilmektedir. Dolayısıyla, Avrupa Birliği uygulamasında kabul edilmesi mümkün olmayan karşı iddiaların aktarılmasının, Türkiye’deki tartışmalara da belirli ölçüde ışık tutabileceği düşünülmektedir. Buna karşın, Türkiye’deki tartışmaların çoğunlukla kavramlar veya gerçekçi argümanlar kullanılarak değil, kısır biçimde (neye dayalı olarak belirlendiği belli olmayan) katılık – esneklik skalasında gerçekleştirilmesi, geleceğe yönelik iyimser beklentileri çoğunlukla ortadan kaldırmaktadır.

 

Mutlak ret nedenleri incelemesi sonucu verilen ret kararlarına karşı yapılan itirazlarda yer verilen, ancak kabul edilmesi mümkün olmayan argümanlar, OHIM marka inceleme kılavuzunun, mutlak ret nedenleri bölümünde “Irrelevant Criteria (mevzu dışı kriterler)” başlığı altında incelenmiştir. AB Mahkemeleri tarafından “mevzu dışı kriterler” olarak belirlenen, OHIM tarafından da ilgili mahkeme kararlarına atıf yapılarak kabul edilmeyen karşı argümanlar olarak kategorize edilen haller, dört ana başlık altında toplanmıştır:

 

a-     Kullanılmayan Terimler: Başvuruya konu terimin piyasada tanımlayıcı kullanımının tespit edilememesi hususu kabul edilebilir nitelikte bir karşı argüman değildir. Tanımlayıcı niteliğe ilişkin değerlendirme, başvuruya konu markanın başvuru kapsamındaki mallar veya hizmetler için kullanılacağı varsayımıyla yapılmalıdır. Bu husus, Topluluk Marka Tüzüğünün ilgili bendinin (7(1)(c) paragrafı) yazımında kullanılan “may serve” kalıbından da anlaşılmaktadır (bkz. Adalet Divanının 23/10/2003 tarihli C-191/01 sayılı “Doublemint” kararı, paragraf: 33).

 

b-     Serbest Bırakma Gerekliliği:  Başvuruları reddedilen marka sahipleri sıklıkla, başvuruya konu terimi diğer tacirlerin kullanması zorunluluğun bulunmadığını, diğer tacirlerin mallarının veya hizmetlerinin karakteristik özelliklerini belirtme yönündeki ihtiyaçlarını karşılayabilecek daha net ve doğrudan tabirler bulunduğunu öne sürmektedir. Bu argüman “mevzu dışı kriter” olarak kabul edilmeli ve reddedilmelidir.

 

Topluluk Marka Tüzüğünün ilgili bendi (7(1)(c) paragrafı), tanımlayıcı terimlerin tescil edilmesini engelleyerek ve bu yolla bu tip terimlerin ilgili sektördeki herkes tarafından serbest şekilde kullanmasını sağlayarak kamu yararını gözetse de, Ofisin (OHIM’in), başvuruya konu tanımlayıcı terimin şu anda veya gelecekte üçüncü şahıslarca kullanılması gerekliliğini veya üçüncü şahısların terimin serbestçe kullanımından fayda sağlayacaklarını ispatlaması gerekli değildir (bkz. Adalet Divanının 04/05/1999 tarihli C-108/97 sayılı “Chiemsee” kararı, paragraf: 35; Adalet Divanının 12/02/2004 tarihli C-363/99 sayılı “Postkantoor” kararı, paragraf: 61).

 

Başvuruya konu tanımlayıcı terimle eş anlamlı başka sözcüklerin bulunması veya tanımlayıcı anlamı ifade etmek için daha genel geçer ifadelerin bulunması hususları da dikkate alınmayacaktır (bkz. Adalet Divanının 12/02/2003 tarihli C-265/00 sayılı “Biomild” kararı, paragraf: 42).

 

c-      Fiili Tekel: Başvuru sahibinin, markanın tanımlayıcı nitelikte bulunduğu malların veya hizmetlerin tek sağlayıcısı olması, Topluluk Marka Tüzüğünün ilgili bendi (7(1)(c) paragrafı) kapsamında verilen ret kararının yerindeliğini ortadan kaldıran bir husus değildir. Ancak, bu tip durumlarda, başvuru sahibinin kullanım sonucu kazanılmış ayırt edici nitelik hususunu ispatlaması daha olası olacaktır.

 

d-     Çift Anlam: Başvuru sahiplerinin sıklıkla öne sürdüğü, başvuruya konu terimin birden fazla anlamının bulunması ve bu anlamlardan birisinin başvuru kapsamındaki mallar veya hizmetler için tanımlayıcı nitelikte olmaması argümanı kabul edilmeyecektir. Topluluk Marka Tüzüğünün ilgili bendinin (7(1)(c) paragrafı) uygulanabilmesi için, ilgili mallar veya hizmetler bakımından terimin olası anlamlarından sadece birisinin tanımlayıcı olması yeterlidir (bkz. Adalet Divanının 23/10/2003 tarihli C-191/01 sayılı “Doublemint” kararı, paragraf: 32; Adalet Divanının 12/02/2004 tarihli C-363/99 sayılı “Postkantoor” kararı, paragraf: 97).

 

İncelemenin, başvurunun kapsadığı mallar veya hizmetlere odaklanarak yapılması gerekliliği dikkate alındığında, başvuruyu oluşturan kelime veya kelimelerin, tanımlayıcılık değerlendirmesine konu mallar veya hizmetlerle ilgisi olmayan, diğer olası anlamlarına ilişkin argümanlar kabul edilmeyecektir. Aynı şekilde, başvuruya konu markanın bileşke bir kelime markası olması durumunda, inceleme esasları bakımından önemli olan husus, başvuruyu oluşturan kelimelerin birbirlerinden ayrı biçimde düşünülecek olası anlamları değil, başvuruya konu bileşke markanın bütün olarak ortaya çıkan anlamıdır (Adalet Divanının 08/06/2005 tarihli C-315/03 sayılı “Rockbass” kararı, paragraf: 56).

 

Yukarıda yer verilen genel ilkeler, Avrupa Birliği’nde, başvuruları oluşturan terimlerin anlamlarını objektif biçimde esas alarak karar tesis etme yükümlülüğünü veya genel ilkesini ortaya koymaktadır. Buna karşın, ülkemizdeki kimi alan profesyonellerinin (marka uzmanları dahil olmak üzere), kendi bakış açıları çerçevesinde, “hayali piyasalar” yaratarak ve bu hayali piyasaların hayali bakış açılarını kendilerince esas alarak argüman üretme veya karar tesis etme alışkanlıkları bulunmaktadır ve bunun dışındaki her pratik –her ne kadar objektif ve maddi verilere dayansa da- “katı” olarak adlandırılmaktadır. Hayali piyasaların hayali bakış açılarına dayalı ve objektif kriterleri göz ardı eden bakış açısı, özellikle tanımlayıcı markaların tescil edilebilmesi riski bakımından, tanımlayıcı terimlerin ilgili sektördeki herkes tarafından serbest şekilde kullanılabilmesi genel ilkesini tehdit etmektedir. Yazı kapsamında açıklandığı haliyle Avrupa Birliğine egemen olan, Adalet Divanı tarafından çerçevesi çizilen ve OHIM tarafından uygulanan genel ilkeler ise, hayali piyasalara dayanmak yerine, objektif ve maddi verilere dayalı olarak karar tesis edilmesini öngörmektedir.

 

Önder Erol Ünsal

Ocak 2014

Ülke Bayraklarını Kısmen İçeren Marka Başvurularının Tescil Edilebilirliği Sorunu – Portekiz’den Winhouse Kararı

 

Avrupa Birliği marka gündemine yakından takip etmek isteyenlerin izlemesi gereken bir numaralı internet kaynağı bana göre Class 46 internet bloğudur. MARQUES (Avrupa Marka Sahipleri Derneği) bünyesinde yayınlanan Class 46 içeriğinde, Avrupa Birliği sınırları dahilinde marka hukuku alanında gerçekleşen gelişmeleri yakından takip etmek mümkündür. İlgilenenler Class 46’e http://www.marques.org/class46/ adresinden erişebilir.

Class 46’te geçtiğimiz gün yayınlanan bir haber, marka uzmanları tarafından sıklıkla tartışılan ülke bayraklarını veya bayrakların benzerlerini içeren markalar konusu hakkında Avrupa Birliği üyesi bir ülke mahkemesi tarafından getirilen bir yorumu içermesi ve aynı zamanda dava konusu markanın bir Türk firmasına ait olması nedenleriyle dikkatimi çekti. Belirtilen haberin yukarıda linki verilen internet sayfasının Ocak ayı arşivinde görülmesi mümkündür.

Pedro Malaquias tarafından yazılan habere (bu yazı büyük ölçüde belirtilen haberin çevirisinden oluşmaktadır) göre, bir Türk firması tarafından Madrid Protokolü kapsamında yapılan ve Portekiz’e de yönlendirilen “winhouse” ibareli marka başvurusu (uluslararası tescil no: 929046) 2008 yılında Portekiz Sınai Mülkiyet Ofisi tarafından reddedilir.

Aşağıda yer verilen görsel unsurdan oluşan başvurunun ret gerekçesi, Portekiz Sınai Mülkiyet Kanununun (2003) 239(a) maddesidir.

 

winhouselogo

 

Portekiz Sınai Mülkiyet Kanununun (2003 yılında geçerli olduğu haliyle) 239(a) maddesi, “Paris Sözleşmesinin 6ncı mükerrer maddesi kapsamına girip girmediğini bakılmaksızın, gerekli izinler alınmadığı sürece, devletlerin, belediyelerin veya Portekiz veya diğer ülke kamu kurumlarının bayraklarını, sembollerini, armalarını, amblemlerini veya diğer işaretlerini kısmen veya tamamen kurucu unsurlarından birisi olarak içeren markaların reddedileceği” hükmünü içermektedir. Pedro Malaquias mevcut 2008 tarihli Sınai Mülkiyet Kanununun küçük değişikliklerle halen benzer bir hükmü içerdiğinin altını çizmektedir.

Portekiz Ofisi belirtilen maddeye dayanarak, başvuruda Avrupa Birliği bayrağının benzeri bir şeklin bulunması nedeniyle başvuruyu reddetmiştir.

AB bayrağı aşağıdaki şekilden oluşmaktadır:

euflag

Başvuru sahibi bu karara karşı dava açmıştır. Başvuru sahibine göre başvurusunun baskın unsuru “winhouse” kelime unsurudur ve başvurudaki şekil Avrupa Birliği bayrağının taklidi değildir. Buna ilaveten, başvuru sahibi, başvurudaki şeklin AB bayrağına yönelik saygısızlık veya itibarsızlaştırma içermediğini belirtmektedir.

Dava 2013 yılında sona ermiş ve dava hakkındaki karar 249/2013 sayılı Sınai Mülkiyet Bülteninde yayınlanmıştır.

Mahkemeye göre markadaki unsurlardan herhangi birisi baskın konumda değildir. Başvurunun şekil unsuru 10 yıldız içeren renkli bir çizimden oluşmaktadır, ancak kamunun ilgili kesimi, başvuruda yer alan kelime unsurunun daireyi tamamlayacak iki yıldızın yerini kapladığını kolaylıkla varsayabilecektir. Bunun sonucu olarak, başvuruyu oluşturan işaret ortalama tüketicilerce kolaylıkla Avrupa Birliği bayrağı olarak algılanabilecektir. Bu çerçevede, Mahkemeye göre, başvuru sahibi Avrupa Birliği bayrağını (veya bir kısmını) markasında kullanmak için izin de almamış olduğundan başvurunun reddedilmesi kararı yerindedir. Sonuç olarak, Mahkeme, Portekiz Sınai Mülkiyet Ofisinin ret kararını onamıştır.

Ülke bayraklarını tamamen içeren başvuruların Paris Sözleşmesi kapsamında reddedilmesi gerekliliği konusunda şüphe olmamakla birlikte, ülke bayraklarını kısmen içeren veya ülke bayraklarıyla aynı olmasa da bunları çağrıştıran veya bunların taklidi niteliğinde olan işaretler hakkında yapılması gereken muamele hakkında tartışmalar mevcuttur. Portekiz Ofisinin ilgili mahkeme tarafında onanan ret kararı bu konudaki bir yaklaşımı gösterse de ROMARIN kayıtlarından (http://www.wipo.int/romarin/) görülebileceği üzere aynı marka bazı AB üyesi ülkelerde de tescil edilmiş durumdadır. Dolayısıyla, marka uygulamalarında pek çok durumda olduğu gibi bu halde de, inceleyici ofisin veya mahkemenin bakış açısının belirleyici olduğu görülmektedir.

Önder Erol Ünsal

Ocak 2014

OHIM Marka İnceleme Kılavuzu Güncelleniyor

OHIM-GUidelines-on-the-practice-of-the-OHIM1

İç Pazarda Harmonizasyon Ofisi (bundan sonra OHIM olarak anılacaktır), topluluk markası tescil işlemlerini yürütürken oldukça kapsamlı bir inceleme kılavuzu çerçevesinde işlemlerini yürütmektedir.  İnceleme kılavuzları belirli aralıklarda güncellenmekte ve Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın getirdiği yeni ve ek yorumlar göz önüne alınarak, OHIM inceleme pratikleri değiştirilmektedir.

OHIM inceleme kılavuzunda yapılacak en son düzenleme 1 Şubat 2014 tarihinde yürürlüğe girecektir. Bu konudaki bilgilendirme OHIM’in aylık haber online bülteni olan “Alicante News”in Aralık 2013 sayısında yapılmıştır (bkz. https://oami.europa.eu/tunnel-web/secure/webdav/guest/document_library/contentPdfs/about_ohim/alicante_news/alicantenewsdecember2013_en.pdf).

Bu yazı kapsamında OHIM marka inceleme kılavuzunda yapılacak değişikliklerin mutlak ret nedenleri ile ilgili kısmı, Alicante News içeriğinde yapılan açıklamalar ekseninde özetlenecek ve bilginize sunulacaktır.

İnceleme kılavuzunun mutlak ret nedenleri ile ilgili kısmında yapılacak değişikliklerin temel başlıkları; renk adlarından oluşan markalar, tek harften oluşan markalar, kısaltmalar, sloganlar, ünlü kitapların isimleri, ayırt edici olmayan şekilleri içeren markalar, asli değer katan şekiller, olarak özetlenebilir. Belirtilen konulardaki yeni OHIM değerlendirmesi aşağıdaki içerikte olacaktır:

Renk adlarından oluşan markalar: OHIM’in önceki uygulamasında renk adlarından oluşan marka başvuruları, başvurunun mal listesinde boyaların veya benzer nitelikte renklendiricilerin yer alması durumunda reddediliyordu. Güncellenmiş kılavuza göre, bu tip markaların değerlendirmesinde, ret kararları yalnızca boyalar veya renklendiricilerle sınırlı kalmayacak, renk adından oluşan bir başvuru, ilgili renk adının, mal listesinde yer alan bir malın özelliğini bildirir biçimde algılanması halinde, ayırt edici nitelikten yoksunluk ve tanımlayıcılık gerekçeleriyle reddedilecektir. Bu konuda, Alicante News’te verieln örnekler, peynirler için “blue (mavi)” ve çay için “green (yeşil)” markalarının reddedileceği yönündedir. Bir diğer deyişle, bu tip markaların tanımlayıcı olarak kabul edilmesi için, başvurunun “Yeşil Çay” şeklinde olması gibi bir zorunluluk aramayacak, sadece “Yeşil” ibaresinden oluşan bir başvuru, “çay” malı için ayırt edici nitelikten yoksun ve tanımlayıcı bir ibare olarak değerlendirilecektir.

Tek harften oluşan markalar: OHIM’in önceki uygulaması, standart karakterlerle yazılı ve grafik unsur içermeyen tek harften ibaret markaların reddedilmesi yönündeydi. Avrupa Birliği Adalet Divanının, “α” harfinden (alpha harfi) ibaret bir marka hakkında verdiği C-265/09P sayılı kararda yapılan “bu tip işaretler bakımından yapılması gereken ayırt edicilik testinin, diğer işaretler için yapılan ayırt edicilik testinden farklı olmaması gerektiği, bu işaretlerin de başvuru kapsamındaki mallar ve hizmetlere odaklı somut faktörler çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiği” tespitleri çerçevesinde, OHIM, standart karakterlerle yazılı ve grafik unsur içermeyen tek harften ibaret markalarla ilgili yeni bir uygulama oluşturmuştur.

Yeni uygulama çerçevesinde, standart karakterlerle yazılı ve grafik unsur içermeyen tek harften ibaret markalar, tüketicilerin bu tip işaretleri ayırt edici işaretler olarak değerlendirmeyeceği şeklinde genel bir varsayımla reddedilmeyecektir. Ofis, standart karakterlerle yazılı ve grafik unsur içermeyen tek harften ibaret markalarla ilgili her vakanın kendine özgü şartlarını dikkate alarak, vaka bazında işareti ne gerekçeyle ayırt edici bulmadığını açıklamakla mükellef olacaktır.

Kısaltmalar: Bu tip başvurular, sadece kısaltmadan oluşan başvurular ve kısaltmayla birlikte kısaltmanın karşılığı olan terimin birlikte kullanıldığı başvurular olarak, iki genel başlık altında incelenebilir.

Sadece kısaltmadan oluşan başvurular, kısaltmanın, kısaltmanın karşılığı olan tanımlayıcı terimle aynı anlamda kullanılması veya bu şekilde kullanılmasının mümkün olması halinde ve kamunun ilgili kesiminin kısaltmayı, kısaltmanın karşılığı olan terimin tanımlayıcı anlamıyla aynı şekilde algılaması halinde, tanımlayıcı olarak kabul edilecektir.

Tanımlayıcı terim ve tanımlayıcı terimi oluşturan sözcüklerin ilk harflerinden oluşan kısaltmanın (acronym) birlikte kullanıldığı başvurular ise yeni uygulama kılavuzunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren tanımlayıcılık gerekçesiyle reddedilecektir. OHIM’in bu konudaki yeni uygulaması, Adalet Divanının, C-90/11 sayılı “Multi Markets Fund MMF” kararından kaynaklanmaktadır. Karar hakkında detaylı bilginin, bu site içeriğindeki http://iprgezgini.org/2013/12/16/ayirt-edici-nitelikten-yoksun-ve-tanimlayici-markalarin-degerlendirilmesi-avrupa-birligi-adalet-divaninin-c-9011-sayili-karari/ bağlantısından edinilmesi mümkündür. Yeni uygulama, tanımlayıcı terim ve tanımlayıcı terimi oluşturan sözcüklerin ilk harflerinden oluşan kısaltmanın (acronym) birlikte kullanıldığı hallerde, bu terimlerin birbirini açıklaması ve birbirleriyle bağlantılı oldukları olgusuna dikkat çekmesi gerekçesine dayandırılmaktadır.

Sloganlar: Sloganlar konusunda daha açık hale getirilen uygulama temelini Adalet Divanının C-398/08 sayılı “Vorsprung durch Technik” (teknoloji yoluyla yenilik) kararından almaktadır. Buna göre sloganlar, sadece bir promosyon mesajı olarak algılandıkları halde reddedilebilecektir, buna karşın promosyon mesajı olmanın ötesinde, malların ticari kaynağını gösterir bir algı yaratmaları halinde ayırt edici oldukları kabul edilecektir. Bu konuda ayrımın nasıl yapılacağına ilişkin açıklamalar ve sloganların ayırt edici oldukları bazı özel hallere ilişkin değerlendirmeler (sözcük oyunu, kavramsal şaşırtıcılık, çoklu anlam, zihni çaba gerekliliği, vb.) yeni kılavuzda yer alacaktır.

Ünlü kitapların isimleri ve malları veya hizmetlerin konusu bakımından tanımlayıcılık: OHIM’e göre, bazı öyküler veya bunların isimleri o kadar bilinir hale gelmiştir ki, bunlara ilgili öykü dışında başka bir anlam yüklenmesi mümkün değildir ve bunların “dile girdiklerinin” kabul edilmesi gerekmektedir. Bu çerçevede, yeni kılavuza göre, münhasıran ünlü bir öykü veya kitap isminden markalar, ilgili öyküyü konu olarak içerebilecek mallar veya hizmetler bakımından ayırt edici nitelikte kabul edilmeyecektir. Örneğin, “Cinderella” ibaresi kitaplar ve filmler gibi mallar bakımından ayırt edici nitelikte bulunmayacaktır.

Yeni kılavuz, malların veya hizmetlerin konusu veya içeriği ile ilgili olarak ayırt edici nitelikten yoksun veya tanımlayıcı olan işaretlerle ilgili açıklamalar da içerecektir. Bu konudaki açıklamalar, ret kararının kapsamı konusunda (ilgili mallar veya hizmetler, bunların ne şekilde tarif edildiği [özel bir konuya karşılık gelip gelmediği]) yoğunlaşacaktır.

Ayırt edici olmayan şekilleri içeren markalar: Bu başlık, aynı zamanda OHIM ve Birlik üyesi Ülkeler Yakınlaşma Programının başlıklarından birisi olan ayırt edici olmayan şekil unsurlarını içeren markaların değerlendirilmesi konusunda  detaylı açıklamalar içerecektir. Yeni kılavuzda, bu tip unsurların, varsa ayırt edici unsurlarının ne şekilde tespit edileceği ve bunun markanın bütünsel değerlendirmesine etkide bulunup bulunmayacağı haller açıklanacaktır.

Bu satırların yazarı da, bu açıklamaları merakla beklemektedir, Alicante News’te daha detaylı ipucu bulunmadığından, şimdilik 1 Şubat 2014 tarihini beklemekle yetineceğiz.

Mala asli değer katan şekillerden oluşan başvurular: Bu tip başvuruların reddedileceği yönündeki düzenleme Topluluk Marka Tüzüğünün 7(1)(e)(iii) paragrafında yer almaktadır. Yeni kılavuza göre, Adalet Divanının T-508/08 sayılı (hoparlör) kararı doğrultusunda, bu madde kapsamında ret kararı verilecekse, inceleme konusu şeklin, satın alma kararını etkileyen temel faktör olması (tek faktör olması şart değildir) şartı aranacaktır. Bu değerlendirme, temel olarak, sanat eserleri, mücevherat, vazolar, vb. nitelikte, şekilleriyle birlikte ortaya çıkan estetik değerleri nedeniyle satın alınan ürünler bakımından yapılacaktır.

OHIM’in yeni inceleme kılavuzunun resmi olarak yayınlanmasının ardından, bu yazı kapsamında, Alicante News içeriğindeki kısa açıklamaları aktararak özetlediğimiz değişikliklere, daha detaylı şekilde yeni bir yazı içeriğinde yer vermeye çalışacağız.

 

Önder Erol Ünsal

Aralık 2013

Avrupa Birliği Marka Rejimi Değişiyor mu? Avrupa Birliği Komisyonu’nun Taslak Direktif ve Tüzük Metinleri ve Değerlendirmesi (2)

Change_Is_Good_You_Go_First_(Görsel http://www.sodahead.com/living/some-people-prefer-consistency-and-get-very-anxious-when-confronted-with-the-concept-of-change-are/question-2473607/?link=ibaf&q=&esrc=s adresinden alınmıştır.)

 

Önceden yayınladığım “Avrupa Birliği Marka Rejimi Değişiyor mu? Avrupa Birliği Komisyonu’nun Taslak Direktif ve Tüzük Metinleri ve Değerlendirmesi (1)” başlıklı yazıda (http://wp.me/p43tJx-8e ) , 2008/95 (eski 89/104) sayılı Topluluk Marka Direktifi (bundan sonra Direktif olarak anılacaktır) ve 2007/2009 sayılı Topluluk Marka Tüzüğünde (bundan sonra Tüzük olarak anılacaktır) önemli değişiklikler öngören Taslak Direktif ve Tüzük hakkında bilgi vermiştim. Avrupa Birliği Komisyonu tarafından hazırlanan Taslak Direktif ve Tüzük, beklenen takvimde sıkıntı yaşanmazsa 2014 ilkbaharında yürürlüğe girecektir.

 

Konu hakkında yayınladığım ilk yazıda, öngörülen değişikliklerin bir bölümü hakkında bilgi vermiş ve değişikliklerin bazılarına başka bir yazıda yer vereceğimi belirtmiştim. Dolayısıyla, yazının bütünselliği içerisinde değerlendirilebilmesi için öncelikle, konu hakkında yazdığım ilk yazının gözden geçirilmesi yerinde olacaktır. 

 

Önceki yazıda belirttiğim üzere, Taslak Direktifte öngörülen değişiklik doğrultusunda, önceki markalarla aynılık veya benzerlik halinde ortaya çıkacak ret kararları Ofisler tarafından resen verilemeyecektir. Taslak hükmün kabul edilmesi halinde, tüm Avrupa Birliği (AB) üyesi ülke marka ofisleri, tıpkı İç Pazarda Uyum Ofisi (OHIM) gibi, resen incelemelerini mutlak ret nedenleri ile sınırlı tutacak, nispi ret nedenlerini, yani önceki markalarla aynılık veya benzerlikten kaynaklanacak ret nedenlerini ise resen inceleyemeyecektir.

 

Buna karşılık olarak, Taslak Direktifle getirilen 47. madde kapsamında getirilen bir diğer düzenleme, AB üyesi ülkelerin tamamına, marka ofisleri nezdinde hükümsüzlük ve iptal prosedürleri sağlama zorunluluğu getirmektedir. Bir diğer deyişle, Taslak Direktifin bu haliyle yürürlüğe girmesi halinde, tescilli markalara ilişkin hükümsüzlük ve iptal prosedürleri marka tescil ofisleri nezdinde idari yollarla da gerçekleştirilebilecektir. Bu düzenlemenin gerekçesi, önceden tescilli markalar nedeniyle ilana itirazla karşılaşan, ilana itiraz gerekçesi markaların hükümsüzlüğü için çoğu üye ülkede mahkemelere başvurmak zorunda olan ve bu nedenle uzun ve pahalı mahkeme süreçleriyle baş etmeleri gereken, Topluluk Markası başvurusu sahiplerine, daha ucuz ve kısa idari prosedürlerin kullanımı yoluyla önceki markaların hükümsüzlüğü veya iptali imkanını sağlamaktır. OHIM başta olmak üzere, bazı üye ülke ofislerince sağlanan idari yollarla hükümsüzlük ve iptal sistemi, prosedürleri hızlı ve ucuz hale getirerek, marka sahipleri tarafından tercih edilen bir sistem halini almıştır. Dolayısıyla, Taslak Direktif madde 47 hükmü uyarınca, marka ofisleri nezdinde hükümsüzlük ve iptal prosedürleri sisteminin, tüm üye ülkeler tarafından sağlanması istenmektedir.

 

Taslak Direktif madde 46 kapsamında getirilen hükümle, ilana itiraz prosedürlerinde önemli bir değişiklik öngörülmektedir. Halihazırda, OHIM’de uygulamada olan sistem doğrultusunda, bir Topluluk Markası (CTM) başvurusunun ilanına itiraz halinde, ilana itiraz gerekçesi markanın başvuru tarihiyle ilana itiraz tarihi arasında 5 yıldan fazla sürenin bulunması durumunda, CTM başvurusu sahibinin karşı argüman olarak itiraz gerekçesi markanın kullanılmadığını öne sürmesi mümkündür. Bu tip durumlarda, ilana itiraz sahibinin itiraz gerekçesi markayı kullandığını ispatlaması gerekmektedir, kullanımın ispatlanmaması halinde ilana itiraz tamamen veya kısmen (kullanıma konu olmayan mallar – hizmetler bakımından) reddedilmektedir. Taslak Direktif, bu uygulamanın tüm üye ülkeler bakımından kabul edilmesini zorunlu hale getirmekte ve dolayısıyla, CTM başvurusu sahiplerinin lehine, markayı her tür mal / hizmet için tescil ettirip kullanmayan tescilli marka sahiplerinin ise aleyhine bir düzenleme öngörmektedir. Benzer içerikte düzenleme madde 48 kapsamında hükümsüzlük için de getirilmiştir.

 

Taslak Direktif, madde 10(1) kapsamında getirilen düzenleme, Avrupa Birliği Adalet Divanının C-561/11 sayılı kararında getirdiği yorumu, Direktife yansıtmakta ve tescilli marka sahiplerine, kendisinden izin almamış tüm üçüncü kişilerin, kendi markasıyla karıştırılma olasılığına yol açabilecek işaretleri ticaret sırasında kullanımını engelleme hakkı vermektedir, hükmün getirdiği yenilik, bu hakkın kullanımının üçüncü kişilerin önceki haklarına halel getirmeyeceğini açık olarak belirtmesidir. Konu hakkında detaylı bilgi için, C-561/11 sayılı karar hakkında önceden yayınladığım http://wp.me/s43tJx-473 yazısının incelenmesi yerinde olacaktır.  

 

Taslak Direktif, madde 10(3)(d) uyarınca, tescilli marka sahibine işaretin, ticari isim veya firma ismi olarak veya ticari isim veya firma isminin parçası olarak kullanımını yasaklama hakkı verilmektedir. Aynı maddenin (f) paragrafı uyarınca, tescilli marka sahibine, işaretin 2006/114 sayılı direktife aykırı biçimde karşılaştırmalı reklamlarda kullanımını yasaklama hakkı da tanınmaktadır. Bu iki yeniliğin tescilli marka sahibinin üçüncü kişilere karşı kullanabileceği hakların kapsamını genişlettiği şüphesizdir.

 

Taslak Direktif madde 10(4) uyarınca, ithalatçının ticari amaçlarla hareket etmemesine rağmen, malı gönderenin ticari amaçlarla hareket ettiği hallerde, tescilli marka sahibi, malların ithalatını engelleme hakkına sahip olacaktır.

 

Taslak Direktif madde 10(5), Avrupa Birliği Adalet Divanının C-495/09 sayılı Philips-Nokia kararı sonrası endişelenen marka sahiplerinin sıkıntılarını gideren ve marka sahiplerinin kullanımı yasaklama hakkının kapsamını, serbest dolaşıma açılmamış transit mallar bakımından da güçlendiren bir düzenleme getirmiştir. Avrupa Birliği Adalet Divanının C-495/09 sayılı Philips-Nokia kararı hakkında yazdığım yazıya http://wp.me/p43tJx-4p adresinden erişilerek, kararın incelenmesi ve sorunun anlaşılması mümkündür.

 

Taslak Direktif madde 11 uyarınca, mallar üzerinde veya hizmetler için kullanılacak dış görünümün (get-up), ambalajın veya diğer unsurların, marka sahibinin haklarına tecavüz oluşturacağı kanaatine varılması halinde, marka sahibine dış görünümün (get-up), ambalajın veya diğer unsurların kullanımını yasaklama hakkı verilmektedir. Bu yolla, mallara uygulanmaları halinde tecavüz oluşturacakları açık olan, etiket, vb. araçların ele geçirilmeleri halindeki hukuki durum belirlilik kazanmıştır.

 

Taslak Direktif madde 14 kapsamında önerilen düzenleme, tescilli markadan kaynaklanan hakların kapsamındaki istisnayı netleştirmektedir. Direktif, önceden üçüncü kişinin kendi adının kullanımının engellenemeyeceği hükmünü içerirken, Taslak Direktif, üçüncü kişinin kendi şahsi adının kullanımının engellenemeyeceği hükmünü getirerek, düzenlemeyi bireylere ait kişisel isimlerle sınırlı hale getirmektedir. Ayrıca, madde eklenen yeni bir fıkra kapsamında, özellikle hangi tür kullanımın ticaret alanında dürüst kullanım sayılmayacağı açıklığa kavuşturulmuştur. Buna göre, üçüncü kişi ile marka sahibi arasında ticari bağlantı olduğu izlenimini doğuran veya haklı nedenler olmaksızın, tescilli markanın ayırt edici karakterinden veya ününden haksız avantaj sağlayan veya tescilli markanın ayırt edici karakterine veya ününe zarar veren üçüncü kişi kullanımları dürüst kullanım sayılmayacaktır.

 

Direktifin mevcut halinde yer almayan, devir, rehin, haciz, tasfiye gibi durumlara Taslak Direktifte kısa maddeler halinde yer verilmiş ve markaların bu tür işlemlere konu olabileceği belirtilmiştir.

 

Mevcut Direktif kapsamında detaylı biçimde düzenlenmemiş “kolektif markalar” hakkında Taslak Direktif kapsamında oldukça detaylı hükümler getirilmiştir.

 

“IP Translator” kararı sonrası AB üyesi ülkeler bakımından öncelikli sorun haline gelen ve çözülmesi için büyük çaba sarf edilen, Nicé sınıflandırmasının sınıf başlıkları konusunda ve malların ve hizmetlerin sınıflandırılması alanında Taslak Direktif madde 40 kapsamında detaylı düzenlemeler getirilmiştir. Düzenlemeye göre, başvuru sahipleri, mal ve hizmet listelerini, yetkili otoriteler ve tacirlerce yeterli kesinlik ve açıklıkta anlaşılabilecek terimleri kullanarak hazırlayacaktır, bu terimler seçilirken açık ve kesin olmaları koşuluyla Nicé sınıflandırmasının sınıf başlıklarının kullanılması mümkündür, ayrıca genel ifadelerin kapsamı kullanılan ifadenin kelime anlamının kapsamıyla sınırlı olacak, kullanılan genel ifade kapsamına girmeyen malların veya hizmetlerin kapsandığı kabul edilmeyecektir (konu hakkında daha detaylı bilgi ve açıklama bloğumda “IP Translator” kararı ile ilgili olarak yazdığım önceki 7 adet yazı incelenerek edinilebilir). Taslak hükümde, sınıflandırmanın yalnızca idari amaçlara hizmet ettiği, malların veya hizmetlerin sadece aynı sınıfta yer almaları nedeniyle benzer veya sadece farklı sınıflarda yer almaları nedeniyle benzemez olarak kabul edilemeyecekleri açık olarak belirtilmiştir. Taslak Tüzükte getirilen paralel düzenleme, “IP Translator” kararının verildiği 22/06/2012 tarihinden önce, Nicé sınıflandırmasının sınıf başlıkları kullanılarak başvurusu yapılmış CTM başvurularının sahiplerine, Tüzüğün yürürlüğe girdiği tarihten itibaren başlayacak 4 ay içerisinde, sınıf başlıklarını kullanarak başvuru yaparlarken niyetlerinin sınıf başlığının kelime anlamı dışında kalan Nicé sınıflandırmasının alfabetik listesine dahil olan malları veya hizmetleri de kapsamak olduğunu belirtme hakkı sağlayacaktır. Taslak Tüzük maddesinin bu haliyle kabul edilmesi halinde, yukarıdaki düzenlemede öngörülen 4 aylık süre içerisinde, marka sahipleri, sınıf başlığı kullanarak başvuru yaparken mal veya hizmet listesi kapsamına girdiği niyetiyle başvuruyu gerçekleştirdikleri, sınıf başlığının kelime anlamı dışında kalan malları veya hizmetleri açık olarak OHIM’e sunacaktır. OHIM de sicilinde bu taleplere uygun olarak gerekli kaydı yapacaktır. Belirtilen süre içerisinde, bu yönde bir talebin sunulmaması halinde, sınıf başlığının kelime anlamı kapsamına giren malları veya hizmetleri kapsadığı kabul edilecektir.

 

Taslak Direktif madde 42, başvurunun mutlak ret nedenlerine aykırılık nedeniyle reddedilmesi için üçüncü kişi görüşü prosedürünü tüm üye ülkeler bakımından uygulanacak bir prosedür olarak belirtmiştir.

 

Taslak Direktif madde 44 kapsamında getirilen düzenleme, marka başvurusu ücretlerinin bir sınıf ve bir sınıftan sonraki her ek sınıf için ek ücret şeklinde olacağını öngörmektedir. Dolayısıyla, OHIM başta olmak üzere, bazı AB üyesi ülke ofisleri tarafından sürdürülen üç sınıf için sabit ücret, üç sınıftan fazla olan sınıflar başına ek sınıf ücreti uygulaması, Taslak Direktife göre terk edilecektir.

 

Taslak Direktif madde 45, tescil Ofisi nezdinde etkin ve süratli ilana itiraz prosedürlerini, tüm üye ülkeler bakımından zorunlu hale getirmektedir. 

 

Taslak Direktifin 38. ve 39.  maddeleri, marka başvurularına başvuru tarihi verilmesi için sunulması gerekli dokümanları, Singapur Andlaşmasına uygun biçimde, tescil talebi, başvuru sahibinin kimliğine ilişkin bilgiler, tescil talebine konu mallar veya hizmetler, tescili talep edilen marka, başvuru ücreti (varsa ek sınıf ücreti) olarak belirlemiştir.  

 

Taslak Direktif madde 43 kapsamında, marka başvurularının veya tescilli markaların sahipleri tarafından Ofise talep üzerine bölünebileceği belirtilmiştir.

 

Taslak Direktif derecesinde detaylı olmamakla birlikte, Taslak Tüzükte öngörülen değişikliklerden de kısaca bahsetmek yerinde olacaktır. Taslak Tüzükte öngörülen değişikliklerin büyük çoğunluğu, Taslak Direktifteki değişikliklerin Tüzüğe yansıması şeklinde olduğundan, yazı kapsamında yalnızca çok önemli değişiklikler başlıklar ve kısa açıklamalar şeklinde sayılacaktır.

 

Taslak Tüzük, kapsamında ilk olarak Topluluk Markası (CTM) tanımı ortadan kaldırılmış ve Avrupa Markası (European trade mark) tanımı getirilmiştir. Benzer şekilde, İç Pazarda Uyum Ofisi (OHIM) yerini “Avrupa Birliği Markalar ve Tasarımlar Ajansı (European Union Trade Marks and Designs Agency)” kurumuna bırakmıştır.

 

Taslak Tüzük çerçevesinde, Avrupa Markası başvurularının ulusal ofisler aracılığıyla yapılması prosedürü ortadan kaldırılmıştır. Aynı şekilde, Avrupa Markası başvuruları için ödenmesi gereken ücretlerin başvuru tarihinden itibaren bir ay içerisinde ödenmesi imkanı ortadan kaldırılmış ve başvuru ile birlikte ödeme yapılması şartı getirilmiştir.

 

Taslak Tüzük madde 40, üçüncü kişi görüşlerinin başvurunun ilanından sonra yapılması gerekliliğini ortadan kaldırmıştır. Dolayısıyla, üçüncü kişi görüşlerinin başvuru tarihinden itibaren gönderilmesi mümkün olacaktır. Üçüncü kişi görüşleri için gönderim süresinin dolduğu tarih ise, ilana itiraz süresinin bittiği tarih veya ilana itiraz yapıldıysa ilana itiraz hakkındaki nihai kararın alınmasından önceki tarihtir.

 

Ayrıca, Taslak direktif kapsamında yapılan ve bu yazı ve bu yazının öncesindeki yazımız çerçevesinde detaylı biçimde açıklanan değişiklikler de Taslak Tüzüğe yansıtılmıştır.

 

Mevcut Direktif 19 maddeyken, Taslak Direktifin 57 maddeden oluşması ve Taslak Tüzükle getirilen çok sayıdaki yeni tanım, işlem ve hüküm, Avrupa Birliği Komisyonunun Taslak Direktif ve Tüzükle öngördüğü değişikliklerin kapsamının genişliği ve etkisi hakkında fikir vermektedir. Bu yazı kapsamında öngörülen değişikliklerden, önemli bulduklarıma veya gözüme ilk çarpanlara yer vermiş olmakla birlikte, ilk bakışta gözden kaçırdığım önemli değişikliklerin de bulunduğu şüphesizdir.

 

Taslak Direktif ve Tüzük öngörülen takvimin sorunsuz işlemesi halinde 2014 ilkbaharında yürürlüğe girecek ve üye ülkelere mevzuatlarını yeni Birlik mevzuatıyla uyumlu hale getirmeleri için muhtemelen 2 yıllık geçiş süreci tanınacaktır. Belirtilen takvim göz önüne alındığında, Türkiye’nin öngörülen değişiklikleri incelemek ve en azından değişikliklerle uyumlu bir taslak hazırlamak için yeterli süresi bulunduğu düşünülmektedir. Takvim olarak, öncelikle taslak AB mevzuat önerilerinin nihai hallerini almalarının ve AB tarafından kabul edilmelerinin beklenmesi daha yerinde bir yaklaşım olacaktır. Bununla birlikte, böylesine kapsamlı değişikliklerin yer aldığı Taslak Direktif ve Tüzüğün kamu kurumları başta olmak üzere ilgili tüm kuruluşlar, vekil birlikleri veya örgütleri ve özel sektör tarafından en kısa sürede dikkatli biçimde incelenmesi, Türk marka sisteminin doğrudan etkilendiği AB mevzuatıyla bağlantısının ortadan kalkmaması bakımından büyük önem arz etmektedir. 

 

Önder Erol Ünsal

Haziran 2013

Avrupa Birliği Marka Rejimi Değişiyor mu?

heraklit(Görsel http://www.zazzle.ca/heraclitus_no_man_ever_steps_in_the_same_river_mousepad-144909047183491390 adresinden alınmıştır.)

Avrupa Birliği Marka Rejimi Değişiyor mu?

Avrupa Birliği Komisyonu’nun Taslak Direktif ve Tüzük Metinleri ve Değerlendirmesi (1)

Uzun süren bekleyiş sona erdi ve Avrupa Birliği Komisyonu, 2008/95 (eski 89/104) sayılı Topluluk Marka Direktifi (bundan sonra Direktif olarak anılacaktır) ve 2007/2009 (eski 40/94) sayılı Topluluk Marka Tüzüğünde (bundan sonra Tüzük olarak anılacaktır) önemli değişiklikler öngören Taslak Direktif ve Tüzüğü, 27 Mart 2013 tarihinde kamuoyunun bilgisine sundu.

Taslak Direktif ve Tüzük, mevcut mevzuattan önemli farklılıklar içerdiğinden, taslaktaki halleriyle kabul edilmeleri durumunda, Avrupa Birliği üyesi ülkelerin ve Topluluk Marka Ofisinin uygulamalarında önemli değişiklikler meydana geleceği şüphesizdir.

Taslak Direktif ve Tüzüğün, Avrupa Birliği Parlamentosu ve Konsey tarafından kabulü için öngörülen takvim 2014 ilkbaharıdır. Birlik üyesi ülkelere kabul edilen yeni hükümleri ulusal mevzuatlarına veya uygulamalarına aktarıp yürürlüğe sokmaları için 2 yıllık uyum süresi verilecektir. Bununla birlikte, Tüzükte yapılacak değişiklikler, taslak Tüzüğün kabul edilmesiyle birlikte yürürlüğe girecektir. Taslak Direktif ve Tüzükle birlikte kamuoyunun bilgisine sunulan Ücret Tüzüğü ise farklı bir yöntemle kabul edilecektir. Ücret Tüzüğü, AB Komisyonu tarafından bir uygulama kanunu olarak kabul edildikten sonra, OHIM ücretleri konusunda yetkilendirilmiş Komitenin onayına sunulacak ve Komite tarafından onaylanması durumunda yürürlüğe girecektir. Taslak Ücret Tüzüğünün, 2013 yılı bitmeden yürürlüğe girmesi öngörülmektedir.

Bu yazı kapsamında, taslak Direktifte öngörülen değişikliklerin marka tanımına, mutlak ve nispi ret nedenlerine ilişkin olanları ve bunların Birlik üyesi ülkeler mevzuatlarındaki olası yansımaları açıklanmaya çalışılacaktır.

Taslak Direktif kapsamında öngörülen diğer değişiklikler, Taslak Tüzük kapsamında OHIM’ce incelenen Topluluk Markası (CTM) rejiminde öngörülen değişiklikler ve Taslak Ücret Tüzüğüyle getirilmesi planlanan değişiklikler ise başka yazılar kapsamında değerlendirilecektir.

AB Komisyonu tarafından oluşturulan taslaklara aşağıdaki linklerden ulaşmak mümkündür (her iki taslak da geçici metinler oldukları, nihai taslakların yakında yayınlanacağı notuyla yayınlanmıştır):

Taslak Direktif için:

http://ec.europa.eu/internal_market/indprop/docs/tm/130327_trademark-revision-proposal-directive_en.pdf

Taslak Tüzük için:

http://ec.europa.eu/internal_market/indprop/docs/tm/130327_trademark-revision-proposal-regulation_en.pdf

(Yazı içerisinde yer alan tüm çeviriler tarafıma aittir ve bunların herhangi bir resmi niteliği bulunmamaktadır.)

A-Taslak Direktifle Getirilmesi Planlanan Marka Tanımına, Mutlak ve Nispi Ret Nedenlerine İlişkin Değişiklikler

1-Marka tanımında yapılan değişiklik:

Mevcut Direktifteki marka tanımı, işaretlerin marka olarak tescil edilebilmesi için grafik gösterimin sunulmasını ön şart olarak belirlemiştir. Buna karşılık, taslak Direktifte marka tanımından grafik gösterim şartı çıkartılmış durumdadır.  Taslak Direktifin 3. maddesinde marka tanımı aşağıdaki biçimde yapılmıştır:

“Bir marka;

(i) Bir işletmenin mallarını veya hizmetlerini diğer işletmelerinkinden ayırt edilmesini sağlama,

(ii) Yetkili otoritelerin ve kamunun, marka sahibine tanınan korumanın kesin konusunu belirlemelerine sağlayabilecek biçimde gösterilme,

şartlarını yerine getirmiş her işaretten, özellikle kişi adları dahil olmak üzere kelimeler, şekiller, harfler, sayılar, renkler, malların biçimleri veya ambalajları veya seslerden, oluşabilir.”

Grafik gösterim şartını marka tanımından çıkartan ve onun yerine koruma konusunu belirlemeye imkan verebilecek biçimde gösterimin sağlanması koşulunu getiren yeni tanım, özellikle geleneksel olmayan marka türlerinde karşılaşılan grafik gösterimin sağlanması sorununu ortadan kaldırmak amacıyla oluşturulmuştur. Yeni tanım aracılığıyla, koruma konusunun gösterimini mümkün kılabilecek yeni teknolojik yollarının da kullanılmasının sağlanması amaçlanmaktadır. Bir diğer amaç ise, grafik gösterim şartından kaynaklanan hukuki belirsizliklerin ortadan kaldırılmasıdır.

 2- Mutlak Ret Nedenleri ile İlgili Maddede Yapılan Değişiklikler

Direktifin, mutlak ret nedenlerini düzenleyen maddesinde de değişiklikler söz konusudur. İlk olarak, iki yeni mutlak ret gerekçesinin taslak direktife eklendiği belirtilmelidir:

 “(1) Aşağıdakiler tescil edilmeyecek veya tescil edilmişlerse hükümsüz kılınabilecektir:

(a)…..

(i)Menşe işaretlerine veya coğrafi işaretlere koruma sağlayan Birlik mevzuatına veya Birliğin taraf olduğu uluslararası anlaşmalara göre tescili mümkün olmayan veya kullanımına devam edilemeyecek markalar.

(j) Şaraplar için geleneksel terimlere ve koruma altındaki geleneksel ürünlere koruma sağlayan Birlik mevzuatına veya Birliğin taraf olduğu uluslararası anlaşmalara göre tescili mümkün olmayan markalar.”

Mutlak ret nedenleri ile ilgili maddenin 2. paragrafı takip eden biçimde düzenlenmiştir:

“(2) 1. paragraf hükümleri, tescil edilemezlik (-işaretin tescil edilmesini engelleyen gerekçelerin- Ç.N.) gerekçelerinin aşağıdaki biçimde ortaya çıkmasına bağlı kalmaksızın uygulanacaktır:

(a)  (Tescil edilemezlik gerekçelerinin) Tescil başvurusunun yapıldığı üye ülkeden başka bir üye ülkede ortaya çıkması.

(b)  Yabancı dildeki bir markanın, Birlik üyesi ülkelerin kullandığı bir alfabeye veya Birlik üyelerinin resmi dillerine çevirisinin veya harf çevirisinin yapılmış olması.”

Yukarıdaki değişikliğin, ulusal mevzuatlara veya inceleme pratiğine yansıması, Birlik üyesi ülkelerce kullanılan dillerin herhangi birisinde ortaya çıkan ret nedenlerinin, tüm Birlik üyesi ülkelerce mutlak ret nedeni olarak kabul edilmesi şeklinde olacaktır. Bu haliyle, taslaktaki bu maddenin, kabul ettiği takdirde, üye ülkeler uygulamasında önemli değişikliğe yol açacağı şüphesizdir. Kanaatimce bu madde, taslak içerisinde en yoğun tartışmalara yol açabilecek maddelerden birisidir.

Mutlak ret nedenleri ile ilgili maddenin 3. paragrafı takip eden biçimde düzenlenmiştir:

“(3) Marka başvurusu, başvuru sahibi tarafından kötü niyetle yapılmış ise marka hükümsüz kılınmaya tabi olacaktır. Her üye ülke bu tip bir markanın tescil edilemeyeceği yönünde düzenleme de yapabilir.”

Taslak Direktife eklenen bu madde, önceki Direktifte “may” kalıbı ile birlikte kullanılan, yani üye ülkelerin takdirine bırakılmış, kötü niyetli başvuru durumundaki hükümsüzlük halini, “shall” kalıbına, yani tüm üye ülkeler bakımından zorunlu bir hükümsüzlük haline getirmiştir. Ayrıca, her üye ülkeye kötü niyetli başvuruları bir tescil engeli olarak da kabul etme imkanı sunulmuştur. Bu şekilde, kötü niyetli başvuruların tescillerinin engellenmesine (seçimlik olarak), tescil edilmişlerse hükümsüz kılınmalarına (zorunlu olarak) ilişkin mekanizmalar, üye ülkeler bakımından oluşturulmaya çalışılmaktadır.

Kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik istisnasını düzenleyen paragrafa ilişkin taslak ise aşağıdaki biçimdedir:

“(5) Bir marka, tescil başvurusundan önce veya tescil tarihinden sonra ve kullanımına bağlı olarak, ayırt edici nitelik kazanmış ise, paragraf (1)(b),(c) veya (d) bentleri uyarınca tescili reddedilemez veya hükümsüz kılınamaz.

(6)Her üye ülke, paragraf (5) hükümlerinin, ayırt edici karakterin başvuru tarihinden sonra ve tescil tarihinden önce kazanılmış olması durumunda da uygulanabileceği yönünde düzenleme yapabilir.”

Kanaatimce, kullanım sonucu kazanılmış ayırt ediciliğin, tescil tarihi sonrasında da elde edilebileceği yönündeki düzenleme ile tescil edildikten sonra kullanımla ayırt edici nitelik kazanan markaların hükümsüz kılınmasının engellenmesi amaçlanmaktadır.

3- Nispi Ret Nedenleri ile İlgili Maddede Yapılan Değişiklikler

Direktifin nispi ret nedenleri ile ilgili maddesi kapsamında da taslakla önemli değişiklikler yapılmıştır. Bu değişikliklerin başlıcaları takip eden içeriktedir.

“(3) Bir marka aşağıdaki durumlarda tescil edilmeyecek veya tescil edilmişse hükümsüz kılınacaktır:

(a)….

(b) Bir markanın sahibinin vekili veya temsilcisi, marka sahibinin izni olmaksızın, markanın kendi adına tescil edilmesi için başvuruda bulunursa ve vekil veya temsilci bu fiilin haklılığını gösteremezse.

(c)Marka Birlik dışında korunan önceki bir markayla karıştırılabilir nitelikteyse ve önceki marka, başvuru tarihinde gerçek kullanıma konu ise ve başvuru sahibi kötü niyetle hareket ediyorsa.

(d) Menşe işaretlerine veya coğrafi işaretlere koruma sağlayan Birlik mevzuatına veya Birliğin taraf olduğu uluslararası anlaşmalara göre tescili mümkün değilse veya kullanımına devam edilemeyecekse.”

Aynı paragrafın (a) maddesinde yapılan değişiklikle, Birlik üyesi bir ülkede üne sahip olan veya söz konusu olan bir CTM ise Birlikte üne sahip olan önceden bir markanın itibarından haksız avantaj sağlayacak, ayırt edici karakterine veya ününe zarar verecek sonraki aynı veya benzer markaların reddedilmesine ilişkin hüküm, benzer olmayan mallar veya hizmetler terimi ile sınırlı tutulmamış, aynı veya benzer mallar veya hizmetlerde hükmün yeni halinde özel olarak belirtilmiştir. Bu şekilde, yukarıda sayılan ihtimallerin, yalnızca malların veya hizmetlerin benzer olmadığı durumlara ilişkin olduğu yönündeki algının ortadan kaldırılması hedeflenmiştir.

Paragraf (3)’ün diğer bentlerinde yapılan değişikliklerden özellikle (c) bendi dikkat çekicidir, çünkü taslak Direktifte öngörülen düzenleme, kötü niyetli başvuruların nispi ret nedeni olarak kabul edilmesini Birlik üyesi tüm ülkeler bakımından zorunlu hale getirmektedir. Direktifin önceki halinde, bu düzenleme, bilindiği üzere, “may” kalıbı ile kullanılan ve üye ülkelerin seçimine bırakılmış bir düzenleme niteliğindeydi.

Taslakta nispi ret nedenlerine ilişkin bir diğer düzenleme ise mevcut Direktifte bulunan madde (4) paragraf (4) (d) ila (g) bentlerinin silinmesidir.

4- Resen İnceleme ile İlgili Olarak Öngörülen Düzenleme

Taslak Direktife eklenen 41. madde “resen inceleme” başlığını taşımaktadır. Bu hüküm kapsamında getirilen düzenleme takip eden şekildedir:

“(Birlik üyesi ülke) Ofisler(i), resen yaptıkları incelemeyi, markanın madde 4’te düzenlenmiş mutlak ret nedenlerine uygunluğu hususuyla sınırlandıracaktır.”

Bilindiği üzere, (Türk mevzuatındaki yanlış kavram seti bir tarafa bırakılacak olursa), mutlak ret nedenleri markanın kendisinden kaynaklanan ret nedenleridir ve mutlak ret nedenlerinin önceden tescilli aynı veya benzer markalarla ilgisi bulunmamaktadır (önceki markalar dahil olmak üzere önceki haklarla çatışma durumunda ortaya çıkan ret nedenleri nispi ret nedenleridir). Taslak Direktifte öngörülen düzenleme, önceki markalarla aynılık veya benzerlik halinde ortaya çıkacak ret kararlarının Ofisler tarafından resen verilemeyeceği yönündedir. Taslak hükmün kabul edilmesi halinde, tüm AB üyesi ülke marka ofisleri, tıpkı OHIM gibi, resen incelemelerini mutlak ret nedenleri ile sınırlı tutacak, nispi ret nedenlerini, yani önceki markalarla aynılık veya benzerlikten kaynaklanacak ret nedenlerini ise resen inceleyemeyecektir.

Direktifte öngörülen düzenlemelerin sadece birkaç maddesi ile başladığım taslak metinlerin değerlendirmesi muhtemelen birkaç yazı boyunca sürecektir. Yukarıda yer verilen birkaç madde kapsamındaki değişiklikler bile, öngörülen düzenlemelerin kabulü halinde AB üyesi ülkelerin marka mevzuatlarının ve CTM rejiminin radikal biçimde değişeceğini göstermektedir. AB adayı bir ülke olan Türkiye bakımından da değişikliklerin aktif biçimde takip edilmesi oldukça yerinde olacaktır. Taslak metinler için öngörülen kabul takvimi 2014 ilkbaharı olduğundan ve bürokraside öngörülen takvimler, genellikle gecikmeli olarak reel hale geldiğinden ve bunun ötesinde üye ülkeler bakımından bile uyum amacıyla 2 yıllık bir süre öngörüldüğünden, Türkiye’nin taslak metinleri esas alarak bir değişikliğe gitmesi, şu anda, kanaatimce mümkün değildir. Bununla birlikte, taslak metinlerin yayınlanmasının, Türk sınai mülkiyet mevzuatında değişiklikler içeren kanun tasarısıyla neredeyse eşzamanlı olarak gündeme gelmesi talihsizlik olarak kabul edilmelidir. Netice itibarıyla, Avrupa Birliği tarafında, herşeyin planladıkları gibi gitmesi halinde, yeni marka mevzuatına 2014 yılında kavuşacak, Türkiye de muhtemelen kısa süre içerisinde, mevzuatını AB’nin yeni marka mevzuatına uyumlu hale getirmek için çalışmalara başlayacak ve 556 sayılı Kanun Hükmünde Kararname, bu kez baştan aşağı değişecektir.

Serinin devam yazısında tasarılarla öngörülen diğer değişiklikleri açıklamaya çalışacağım, tekrar görüşmek üzere.

Önder Erol Ünsal

Nisan 2013

USPTO – OHIM Marka Başvurusu Ret Kararı Oranları

i_love_harmonization(Görsel http://www.zazzle.com/harmonization+gifts adresinden alınmıştır.)

A.B.D. Patent ve Marka Ofisi (USPTO) ve Topluluk Marka Ofisi (OHIM)’in Marka Tescil Başvuruları Hakkında Ret Kararı Oranları –  Harmonizasyon Bir Hayal mi?

Amerika Birleşik Devletleri Patent ve Marka Ofisine (USPTO) yapılan marka tescil başvurularına ilişkin olarak verilen ret kararlarının nicelik olarak fazlalığı, gerek Türk başvuru sahipleri gerekse de Avrupa başta olmak üzere dünyanın diğer ülkelerinden kaynaklanan marka başvurularının sahipleri için şaşırtıcı olmaktadır.

Geçtiğimiz günlerde marka profesyonellerinin görüşlerini paylaştıkları bir internet forumunda USPTO’nun Madrid Protokolü kapsamında A.B.D. için yapılan marka tescil başvurularının neredeyse %95’ini ilk ofis kararı olarak reddettiğini okuyunca, ret oranının yüksekliği beni de doğrusu çok şaşırttı. Bu yazı kapsamında USPTO’daki ret oranının yüksekliğinin nedenlerini mümkün olduğunca ortaya koymaya çalışacak ve USPTO ile OHIM oranlarının karşılaştırılmasına gayret edilecektir.

USPTO inceleme sisteminde uzman tarafından verilen ilk karar, office action (ofis işlemi) olarak adlandırılmaktadır. Office Action ile başvuru sahibine, başvuru hakkında verilecek ret kararını ne şekilde engelleyebileceği açıklanmakta ve bu amaçla yönlendirme yapılmaktadır. Başvuru sahibinin office action’a yanıt vermemesi veya verdiği yanıtın ret kararının alınmasını engeller içerikte olmaması halinde ise, başvuru hakkında ret (refusal) kararı verilmektedir.

USPTO’nun marka başvurularının tescili için aradığı şartlar oldukça sıkı olduğundan ve inceleme eksiksiz yapıldığından, Türkiye veya Avrupa ülkelerinin çoğunda karşılaşılmayan ret gerekçeleri ile USPTO uygulamasında karşılaşılmaktadır. Örneğin, başvurunun, tali unsur niteliğinde de olsa tanımlayıcı bir unsur içermesi halinde başvuru sahibinden bu unsurun münhasır haklar sağlamayacağı yönünde beyan istenmekte, mal veya hizmet listesinde USPTO’nun ilgili veritabanında yer almayan mallara veya hizmetlere yer verilmesi halinde, bu malların veya hizmetlerin kendi veritabanlarındaki standartlara uygun hale getirilmesi istenmekte ve standart yazım karakterleri dışındaki unsurları içeren başvurular için mutlak surette tarifname sunulması istenmektedir. Sayılan unsurlara ek olarak çok sayıda diğer prosedürel husus da marka başvurularının USPTO’da office action’a maruz kalması için gerekçe olabilmektedir ve office action mektubunda belirtilen hususların verilen süre içerisinde giderilmemesi halinde başvurular hakkında ret kararı verilmektedir. Bu yazı kapsamında irdelenecek ret kararları, aksi açıkça belirtilmediği sürece, USPTO tarafından verilen office action (ilk ret veya geçici ret) kararlarıdır.

USPTO, prosedürel işlemler konusunda oldukça kuralcı olmanın yanısıra, resen gerçekleştirdiği incelemeyi de oldukça ciddi biçimde yapmaktadır. USPTO, herşeyden önce, başvuruyla aynı veya benzer malları / hizmetleri içeren aynı veya benzer önceki tarihli markalar nedeniyle başvuruları resen reddetme yetkisine sahiptir ve bu yetkisini inceleme esnasında sıklıkla kullanmaktadır. Ayrıca, USPTO tanımlayıcılık ve ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçeli ret nedenlerini de oldukça sıkı biçimde uygulamakta ve özellikle coğrafi yer ismi olan başvuruları çoğunlukla reddetmektedir.

Dünya Fikri Mülkiyet Teşkilatı (WIPO) internet sayfasından eriştiğimiz ve Türkiye, Avrupa Birliği Marka Tescil Ofisi (OHIM) ve A.B.D. için yapılan uluslararası başvuru sayıları ve sayılan ülke ofislerince verilen ret kararı sayılarını gösteren aşağıda görülebilecek istatistikler, A.B.D. ret kararı sayısının ve bunun kendisi için yapılan başvurulara oranının diğer ofislerce kıyaslanamayacak derecede yüksek olduğunu göstermektedir.

Tablo I – A.B.D., OHIM ve Türkiye’ye yapılan uluslararası marka başvurusu sayıları (2005-2012) (kaynak: WIPO)

tablo1

Tablo II – A.B.D., OHIM ve Türkiye tarafından verilen ret kararı sayıları (2005-2012) (kaynak: WIPO)

tablo2

Tablo III – Madrid Protokolü kapsamında en çok ret kararı veren 10 ülke  (2005-2012) (kaynak: WIPO)

 tablo3

Yukarıda yer verilen I ve II numaralı tablolarda yer verilen ret kararı sayılarının toplam başvuru sayısına oranı, USPTO, OHIM ve TPE’nin uluslararası marka tescil başvurularının ne oranda reddettiği hakkında kabaca bir fikir verecektir (ret kararları sayısı ilgili yılda yapılan başvurulara yönelik değil, ilgili yılda verilen ret kararı sayısına yönelik olmakla birlikte, belirlenecek oran ofislerin yaklaşımı hakkında kaba bir değerlendirme oluşturacaktır).

Buna göre, 2010, 2011,2012 yılları için ofislerin toplam başvuru sayısı – toplam ret kararı sayısı oranı (toplam ret kararı, kısmi veya tüm mallara / hizmetlere ilişkin ret kararlarını kapsamaktadır);

  • TPE için 2010 yılında %20,8, 2011 yılında %12,5, 2012 yılında %11,4,
  • OHIM için 2010 yılında %11,6, 2011 yılında %11,4, 2012 yılında %12,9,
  • USPTO için 2010 yılında %95,7, 2011 yılında %94,1, 2012 yılında %91,

oranlarında gerçekleşmiştir.

Verilerin USPTO için ortaya koyduğu tablo, uluslararası tescil başvurularının %90’ından fazlasının reddedildiğini gösterdiği için dikkat çekici durumdadır.

TPE’nin incelediği Madrid Protokolü başvuruları bakımından, toplam başvuru sayısı – toplam ret kararı sayısı oranının 2002-2012 aralığında sırasıyla %18,7, %18,5, %22,1, %11,8, %18,2, %22,2, %17, %21,5, %20,8, %12,5, %11,4 oranında gerçekleşmesi göz önüne alındığında; kanaatimizce dikkat çekici husus -2005 yılındaki sıradışı sapma hariç tutulursa- detaylı inceleme kılavuzlarının yürürlüğe girdiği 2011 yılından itibaren ret kararı oranının %20’ler bandından %12 oranına doğru gerilemesidir. Bu konuda kalıcı bir analizin, ancak gelecek yılların oranlarıyla birlikte yapılması mümkün olmakla birlikte, bu gösterge şimdilik dikkate değer biçimde göze çarpmaktadır.

TPE hakkındaki parantezi kapatarak tekrar USPTO’ya dönülecek olursa, http://www.uspto.gov/dashboards/trademarks/main.dashxml adresinde (erişim Temmuz 2013) yer alan bir veriye göre USPTO’nun ulusal yolla yapılan başvurular için ret oranı (office action oranı) 2013 yılının içinde bulunulan çeyreğinde;

  • TEAS (Trademark Electronic Application System) Plus kullanılan elektronik başvurularda: %65,
  • TEAS (Trademark Electronic Application System) kullanılan elektronik başvurularda: %82,
  • Kağıtla yapılan başvurularda: %90,
  • Madrid Protokolü başvurularında: %97,

oranındadır ve oran kanaatimizce oldukça yüksektir.

tablo4

Bu haliyle USPTO’nun marka tescil başvuruları hakkında verdiği ret kararı oranının, gerek uluslararası başvurular gerekse de ulusal yolla yapılan başvurular bakımından son derece yüksek olduğu görülmektedir. USPTO’nun ret kararı oranının yüksekliği sistem kullanıcıları tarafından sıklıkla dile getirilen bir şikayet niteliğindedir. Sistem kullanıcıların USPTO hakkında dile getirdikleri bir diğer şikayet ise kurum uzmanlarının kararlarında uyum eksikliği ve uzmandan bazında büyük değişiklik gösteren yorum farklılıklarıdır.

OHIM istatistikleri kullanılarak yapılacak bir değerlendirme ise (http://oami.europa.eu/ows/rw/resource/documents/OHIM/statistics/ssc009-statistics_of_community_trade_marks_2013.pdf), OHIM’in 2009, 2010, 2011 yıllarında sırasıyla başvuruların %88,4, %87,7, %85,1’ini tescil ettiğini göstermektedir. Tescil edilemeyen markaların arasında tescil ücreti ödenmediği için tescil olmayanların da bulunduğu ve bu istatistiğin kısmen reddedilerek tescil edilen markaları kapsamadığı bilinmektedir. Gene de bir fikir edinilmesi bakımından bu oran dikkate alınabilir içeriktedir.

tablo5

 Yazı içeriğinde yer verilen tüm veriler ışığında, markasını tescil ettirmek isteyen bir başvuru sahibinin bir tarafa OHIM’in yukarıda yer verilen tablodan görülen %90’ların üzerinde seyreden yayın ve %88 civarında seyreden toplam başvuru/tescil oranını, diğer tarafa ise USPTO’nun %90’lar civarında seyreden ilk aşamada başvurunun reddedilmesi yönündeki oranını koyması durumunda müthiş bir açmaza düşeceği kesindir.

Sınai mülkiyet hakkında konuşması talep edilen bir alan profesyonelinin konuşmasına, sınai mülkiyet haklarının küresel niteliği, globalizasyon gibi klişelerle başlayacağı kesindir. Bununla birlikte, dünyanın en prestijli iki marka ofisi olarak kabul edilebileceğimiz USPTO ve OHIM’in yukarıda yer verdiğimiz ret / kabul oranları ve birbirlerinin tam zıttı yöndeki inceleme pratikleri dikkate alındığında, uyum veya küreselleşme gibi beklentilerin başvuru sahipleri açısından reelize olmadığı, tersine farklı ülkelerde – bu ülkeler dünyanın en prestijli ofisleri olsa da – birbirlerinin tam zıddı muamelerin ortaya çıktığı açık olarak görülmektedir.

Son söz olarak, en gelişmiş ülkelerde bile karşımıza çıkan farklı muameleler esas alındığında, marka incelemesinde global bir harmonizasyonun şimdilik uzak bir hayal olduğu söylenebilir. Türkiye’nin Madrid Protokolü başvurularında en çok seçilen 10 ülke arasında olmasına rağmen, Tablo III’te görüldüğü üzere en çok ret kararı veren 10 ülke arasında yer almaması, aksine 2012 yılında en çok ret kararı veren 10. ülke olan İsviçre ile arasında yaklaşık 800 ret kararı fark bulunması, TPE’yi incelemeyi “katı” biçimde yapan bir ofis olarak değerlendiren ve menşe ülkesinde tescilli markaların Paris Sözleşmesi uyarınca reddedilemeyeceğini öne süren kimi alan profesyonellerine doğrudan verilebilecek bir yanıt niteliğindedir.

Önder Erol Ünsal

Temmuz 2013

A.B.D. Marka Hukukunda Esas Sicil ve Ek Sicil Ayrımı

uspto

Marka tescil başvuruları hakkında verilen ret kararlarına karşı yapılan itirazlarda kimi zaman aynı markanın farklı ülkelerde tescil edilmiş olduğu iddiası öne sürülmekte ve bu hususu ispatlar tescil belgesi kopyaları itiraz ekinde sunulmaktadır. Önceki tescil belgesinin Amerika Birleşik Devletleri (A.B.D.) Patent ve Marka Ofisine (USPTO) ait olması halinde, tescil belgesinin üzerinde principal register (esas sicil) veya supplemental register (ek sicil) ibareleri görülmektedir. İtiraz dilekçelerinde iddialar genellikle bu ayrımı dile getirmemekte ve basitçe markanın A.B.D.’nde tescilli olması nedeniyle Türkiye’de reddedilmesinin yerinde olmadığı savını içermektedir. Oysa ki, “esas sicil” ve “ek sicil” farklı niteliktedir ve “ek sicil” esasen esas sicile kaydedilmesi mümkün olmayan markaların farklı esaslara göre korunması amacıyla oluşturulmuştur. Bu yazıda kapsamında, A.B.D.’ndeki esas sicil ve ek sicil kavramları ve iki sicil arasındaki farklar açıklanmaya çalışılacaktır.

Yapılabilecek en basit tanımla, esas sicil, USPTO tarafından tutulan birincil sicil niteliğindedir ve esas sicilde tescil edilen markalar, tescilin sağladığı tüm haklardan yararlanabilmektedir. Esas sicilde tescil edilebilmek için markanın ayırt edici nitelikte olması şarttır.

Ek sicil de USPTO tarafından federal düzeyde tutulan bir sicil olmakla birlikte, ek sicilde kayıtlı bulunan markalar, kapsadıkları mallara veya hizmetlere ilişkin olarak münhasıran tanımlayıcı nitelikte olan veya marka olarak tescil edilebilecek derece ayırt edici gücü bulunmayan markalardır. Ek sicile kaydedilebilecek nitelikteki markaların kullanım sonucu ikincil anlam (secondary meaning – Türk mevzuatındaki karşılığı kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik) kazanma olasılıkları bulunmalıdır. Bir diğer deyişle, münhasıran tanımlayıcı nitelikte olan, ancak kullanım sonucu ayırt edici nitelik kazanma (ikincil anlam edinme) olasılıkları bulunan, ancak henüz kullanım sonucu ayırt edici nitelik kazanmamış (ikincil anlam edinmemiş) nitelikteki markalar, ek sicile kaydedilmektedir.

1946 yılında Lanham Yasasının II numaralı alt bölümü ile yürürlüğe giren ek sicil uygulamasının ortaya çıkış nedeni, esas sicilde kaydedilmesi mümkün olmayan, ancak yurtdışında koruma elde edilebilmesi için ulusal düzeyde de korunması gereken markaların kaydedilebileceği ulusal bir sicil oluşturma endişesidir.

Ek sicile kaydedilen markalar, genellikle ayırt edici nitelikte bulunmayan soyisimleri, coğrafi terimler, sloganlar ve diğer tanımlayıcı sözcüklerdir. Tanımlayıcı sözcüklerin ek sicile kaydı mümkün olmakla birlikte, kullanıldıkları malların veya hizmetlerin ismi olan jenerik sözcüklerin ek sicilde de tescil edilmeleri mümkün değildir.

Kullanım sonucu ayırt edici nitelik kazanmış markalar, USPTO’da esas sicile kayıt edilmekte olduğundan, ek sicile kayıt işleminin, kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik anlamına gelmediği, ancak başvurunun kullanım sonucu ayırt edici nitelik kazanma potansiyeline sahip bir marka olarak kabul edildiğini gösterdiği özellikle belirtilmelidir.   

USPTO uzmanları başvuruları incelerken res’en veya başvuru sahibinden gelecek talep üzerine başvurunun ek sicile kaydedilmesi yönünde ön karar verebilir. Bu ön kararın başvuru sahibince kabul edilmesi halinde marka ek sicile kaydedilir, başvuru sahibinin bu seçeneği kabul etmemesi durumunda ise başvuru hakkında nihai ret kararı verilir.

Ek sicilde tescilli olmanın marka sahibine sağladığı haklar, esas sicilde tescil edilmiş markaların sağladığı haklara kıyasla oldukça sınırlıdır.

Herşeyden önce, ek sicile kayıtlı markaların hükümsüzlüğüne yönelik olarak açılacak davalarda, marka sahibinin, markanın kullanım yoluyla ayırt edicilik kazanarak geçerli bir marka haline geldiğini, dolayısıyla hükümsüz kılınmaması gerektiğini ispatlaması gerekecektir. Esas sicilde kayıtlı markaların hükümsüzlüğüne yönelik davalarda ise, mahkemeler markanın ayırt edici nitelikte ve tanımlayıcı olmayan bir marka olduğu ön kabulünden hareket edecek ve markanın hükümsüzlüğünü ispatlama yükümlülüğü davacı tarafa ait olacaktır.

Ayrıca ek sicilde tescil edilen markalar,  markanın sahipliğine ilişkin zımni bilgi doğurmayacak (markanın sahipliğine ilişkin zımni bilgi başkalarının aynı markayı tescil tarihinden sonra iyi niyet, masum kullanım veya genişletilmiş kullanım gibi gerekçeler öne sürülerek kullanımını engeller), markanın tescil tarihinden itibaren 5 yıl sonra hükümsüz kılınamaması (sessiz kalma yoluyla hak kaybı benzeri bir durum) hakkını vermeyecek, markaya tecavüz içerdiği öne sürülebilecek markaların A.B.D.’ye ithalatını engellemek için dayanak oluşturmayacaktır (bkz. http://www.jdsupra.com/legalnews/the-uspto-supplemental-trademark-registe-96898/)

Bununla birlikte, ek sicilde tescil edilmiş markalar, USPTO incelemesinde kendileriyle karıştırılma olasılığı içeren markaların ret gerekçesi olabilecek, ek sicile tescil edilmiş markalara tecavüz davaları federal mahkemelerde görülebilecektir.

Ek sicilde tescil edilmiş markaların sahipleri, A.B.D.’nde markanın tescil tarihinden sonra yeterli derecede (genellikle en az 5 yıl kesintisiz, yaygın kullanım şartı aranmaktadır) kullanımını göstermeleri halinde, kullanımla kazanılmış ayırt edicilik istisnası kapsamında markalarını esas sicilde tescil ettirmek için başvuru hakkını yeniden kullanabilirler. Ek sicilde tescil edilmiş bir markanın esas sicildeki bir tescile dönüştürülmesi mümkün değildir, marka sahibi esas sicilde tescil için muhakkak surette yeni bir başvuruda bulunmalıdır (bkz. http://www.inta.org/TrademarkBasics/FactSheets/Pages/PrincipalvsSupplementalRegister.aspx.)

Ek sicilde tescil edilmiş markalar bakımından bir diğer önemli istisna ise, bu markaların ilana itiraz amacıyla bültende ilan edilmemeleridir. Bir diğer deyişle, ek sicilde kayıtlı markalar bültende ilan edilmemeleri nedeniyle üçüncü kişilerini itirazına açık mahiyette değillerdir, bununla birlikte ek sicilde tescilin ardından üçüncü kişilerin markanın hükümsüzlüğü talebiyle dava açmaları mümkündür.

Yazı boyunca yapmaya çalıştığımız açıklamalar, A.B.D.’nde ek sicilde tescil edilmiş markaların esas sicilde tescil edilmesi mümkün olmayan markalar olduğunu, başvuru kapsamındaki mallara veya hizmetlere ilişkin olarak tanımlayıcı nitelikte olan bu markaların esas sicilde kaydedilmelerinin tek yolunun ikincil anlam (kullanım sonucu ayırt edici nitelik) kazanmaları olduğunu göstermektedir. Menşe ülkelerinde esas sicile kaydedilmeleri mümkün olmayan ve bu nedenle ek sicile kaydedilen tanımlayıcı markaların ülkemizde de tanımlayıcılık gerekçesiyle reddedilmesi marka sahipleri için büyük bir sürpriz olmayacaktır. Dolayısıyla, bu tip markaların menşe ülkelerinde ek sicilde tescilli olmaları nedeniyle tanımlayıcı markalar olarak kabul edilmemeleri gerektiği yönünde etkisiz bir savunma yapmak yerine, markanın, eğer varsa, kullanımını öne sürerek ret kararına karşı argümanlar geliştirmek muhtemelen daha yerinde olacaktır.

Önder Erol Ünsal

Temmuz 2013

 

“Halloumi” Kararı Avrupa Birliği Adalet Divanı Tarafından Onandı

approved

Avrupa Birliği Adalet Divanı, 21/03/2013 tarihli C-393/12 P sayılı kararı ile “Foundation for the Protection of the Traditional Cheese of Cyprus named Halloumi” adına yapılan temyiz talebini reddederek, Adalet Divanı Genel Mahkemesinin T-534/10 sayılı “Halloumi” kararını onamıştır.

 

“Halloumi” kararının detayları, içeriği ve Türkiye bakımında önemi bloğumda önceden, Ekim 2012 tarihinde yayınladığım başka bir yazı aracılığıyla incelenebilir. Bu yazıya http://wp.me/p43tJx-79 linkinden erişilebilir.

 

Adalet Divanının, onama kararı, Genel Mahkemenin; “Türkçe, Avrupa Birliğinin resmi dillerinden birisi olmasa da, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin (yazarın notu: Avrupa Birliği, Güney Kıbrıs Rum Yönetimini, Kıbrıs Cumhuriyeti olarak tanımaktadır.) resmi dillerinden birisidir. Bu çerçevede, Türkçe’nin Kıbrıs nüfusunun belirli bir bölümü tarafından anlaşıldığı ve konuşulduğu kabul edilmelidir. Kavramsal benzerliğe ilişkin olarak dikkate alınması gereken, Avrupa Birliği sınırları içerisinde bulunan ve her iki kelimenin de anlam ifade ettiği tüketicilerin bakış açısıdır. Buna karşılık, incelemeye konu işaretleri oluşturan kelimelerin anlamlarına yönelik analizin, kelimelerin kamunun ilgili kesiminin dilinde net anlamları bulunması nedeniyle nötr olması mümkün değildir.” yönündeki yorumunun aksi doğrultuda bir tespit içermemektedir. Bu haliyle, Türkçe’nin üye ülkelerden birisinin (Kıbrıs) resmi dillerinden birisi olarak, OHIM’in mutlak ret nedenleri incelemesinde resen dikkate alınması gereken bir dillerden birisi olduğu sonucu iyice netlik kazanmaktadır.

 

Türkiye bakımından önemli bir karar olan “Halloumi” kararının detayları için Adalet Divanının C-393/12 P sayılı kararının, Adalet Divanı Genel Mahkemesinin T-534/10 sayılı kararının ve bloğumda önceden yayınladığım yukarıda linkini verdiğim yazının incelenmesi yerinde olacaktır.

 

Sonuç olarak, Türkiye henüz Avrupa Birliği üyesi olmasa da, Türkçe’nin OHIM nezdinde üye ülke dilleriyle eşdeğer bir statü kazandığını -şimdilik teorik olarak, zaman pratikteki uygulamayı gösterecektir- dile getirmek mümkündür.

 

Önder Erol Ünsal

Haziran 2013

PHOTOS.COM Kararı – Adalet Divanı Genel Mahkemesinin Ayırt Edici Olmayan ve Tanımlayıcı Nitelikteki İnternet Alan Adlarından Oluşan Markalara Yönelik Değerlendirmesi

images.photos(Görsel http://ch.photos.com/ adresinden alınmıştır.)

Avrupa Birliği Adalet Divanı Genel Mahkemesince 21/11/2012 tarihinde verilen T/338-11 sayılı “photos.com” kararında, internet alan adlarında kullanılan “.com” son ekinin (teknik dildeki karşılığıyla top level domain (en üst düzey etki alanı) isimlerinin), ayırt edici niteliğe sahip olmayan ve tanımlayıcı olan kelime unsurlarıyla birlikte bir markada yer alması halinde, markanın tescil edilebilirliğini sağlayıp sağlamayacağı hususu değerlendirilmiştir. Aynı kararda tartışılan bir diğer husus ise reddedilen bir markanın aynısının (aynı mallar / hizmetler için) OHIM’de önceden tescil edilmiş olması halinde mutlak ret nedenleri kapsamında ret kararı verilmesinin yerindeliği konusudur. Belirtilen her iki konu da Türkiye’de sıklıkla karşılaşılan ve tartışılan meseleler olduğundan “photos.com” kararının ana hatlarıyla açıklanması yerinde olacaktır.

Kararın aslının http://curia.europa.eu/juris/document/document.jsf?text=&docid=130163&pageIndex=0&doclang=EN&mode=lst&dir=&occ=first&part=1&cid=751097 adresinden incelenmesi mümkündür.

A.B.D. menşeili “Getty Images (US), Inc.” firması “photos.com” markasını tescil ettirmek için 2009 yılında Topluluk Marka Tescil Ofisi (OHIM)’ne başvuruda bulunur. Başvuru kapsamında, 9., 42. ve 45. sınıflara dahil çeşitli mallar ve hizmetler (bilgisayar yazılımları, elektronik indirilebilir veriler, elektronik yayınlar, kayıt taşıyıcılar, bilgisayar yazılımlarının bakımı ve kurulumu, görüntü ve görüntü kayıtlarının lisanslanması) yer almaktadır.

Başvuru, OHIM uzmanı tarafından tanımlayıcılık ve ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçeleriyle reddedilir ve karara karşı yapılan itiraz OHIM Temyiz Kurulu tarafından kabul edilmez.

OHIM ret kararının temel gerekçeleri, başvuruyu oluşturan “photos.com” alan adında, ikinci düzey etki alanı konumunda yer alan, “photos” kelimesinin tüketicileri mal ve hizmetlerin fotoğrafçılıkla ilgili olduğu konusunda doğrudan bilgilendiren bir kelime olması ve diğer kelime unsuru olan “.com” ibaresinin, internet alan adlarında en üst düzey etki alanı olarak kullanılan ve ilgili tüketici kesimince internet alan adını belirten bir unsur olarak algılanacak olmasıdır. Bu haliyle, “photos.com” ibaresi tanımlayıcı bir kelime markası olarak değerlendirilmiştir. Bunun ötesinde, OHIM Temyiz Kurulu, tanımlayıcı bir işarete “.com” unsurunun eklenmesinin Topluluk Markası (CTM) olarak tescil için yeterliliği sağlamayacağını da belirtmiştir.

OHIM Temyiz Kurulu, ikinci olarak, ek ayırt edici unsurların yokluğunda, “photos.com” başvurusunun, malların ve hizmetlerin veya bunlara ilişkin bilginin on-line olarak “photos.com” web sitesinden elde edilebileceğini bildirdiği, ancak malların ve hizmetlerin ticari kaynağının anlaşılmasını sağlamadığı görüşündedir. Kurula göre, başvuru sahibinin, başvuruyu oluşturan alan adına karşılık gelen web sitesinin sahibi olması CTM olarak tescil için herhangi bir hak sağlamamaktadır. Kurul, son olarak, başvuru sahibinin kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik yönündeki iddialarını destekler nitelikte sunulan kanıtların, yalnızca kullanımı gösterdiğini, buna karşın tüketicilerin başvuruyu marka olarak algıladığını gösterir kanıtların sunulmamış olduğunu belirtmiştir.

Başvuru sahibi Kurul kararına karşı yargı yoluna gitmiş ve dava Avrupa Birliği Adalet Divanı Genel Mahkemesince sonuçlandırılmıştır. Mahkeme kararında takip eden değerlendirmeler yapılmıştır:

Mahkeme ilk olarak, davacının markasının ayırt edici niteliğe sahip olduğu yönündeki iddiasını değerlendirmiştir. Davacı, markasının alan adı olarak tescil edilmiş olduğunu belirtmekte, kullanımı münhasır olan alan adlarının, bir marka kapsamında yer alan malların ve hizmetlerin kaynağını açık biçimde gösterebileceğini iddia etmekte ve bu çerçevede ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçesiyle verilen ret kararının yerinde olmadığını öne sürmektedir.

Mahkemeye göre, “photos” kelimesi OHIM Temyiz Kurulu kararında da belirtildiği üzere, “photograph – -photographie” sözcüklerinin resmi olmayan kısaltması niteliğindedir ve “.com” kelime unsuru da alan adı uzantısı niteliğinde jenerik bir kelimedir. İnceleme konusu marka, bir alan adının karakteristik özelliklerini taşımaktadır ve kamunun ilgili kesimi tarafından da böyle anlaşılacaktır. Markayı oluşturan iki kelime, ayrı olarak değerlendirildiklerinde ayırt edici niteliğe sahip değillerdir. Mahkeme, “photos” kelime unsurunun tüketicileri, başvuru kapsamında yer alan malların ve hizmetlerin fotoğrafçılıkla ilgili oldukları konusunda doğrudan bilgilendiren bir unsur olduğu yönündeki Temyiz Kurulu değerlendirmesini yerinde bulmaktadır. Dolayısıyla, bu kelime yönünden yapılan ayırt edici nitelikten yoksunluk değerlendirmesi yerindedir. “.com” kelime unsurunun ilgili tüketiciler tarafından bir web sitesini işaret eden unsur olarak değerlendirileceği ortadadır. “.com” kelime unsuru, ticari bir web sitesi adresinin normal yapısında kullanımı gerekli olan teknik ve jenerik bir unsurdur. Bunun ötesinde, “.com” kelimesi, başvuruda yer alan malların ve hizmetlerin çevrimiçi biçimde alınabileceğini veya görülebileceğini veya internetle ilgili olduğunu da bildirebilir. Bu çerçevede, “.com” kelimesi de başvuru kapsamındaki mallar ve hizmetler bakımından ayırt edici nitelikten yoksun bir kelime olarak değerlendirilmelidir.

Yukarıda belirtilenlerden anlaşıldığı üzere, mahkemeye göre, “photos.com” markası ayrı olarak ayırt edici niteliğe sahip olmayan kelimelerin birlikte kullanılmasından oluşturulmuş bir marka niteliğindedir. Başvuru sahibinin iddiası, iki ayrı kelimenin kullanılması suretiyle oluşturulan başvurunun alan adı olması nedeniyle, kelimelerin ayrı anlamlarından belirgin biçimde farklılaştığı yönündedir.

“.com” kelimesinin, ayırt edici nitelikte olmayan ve tanımlayıcı olan “photos” kelimesine eklenmesi, markayı bütün olarak ayırt edici hale getirmemektedir. Temyiz Kurulunca belirtildiği üzere, bir alan adının ayırt edici kısmı jenerik nitelikte olan top level domain (en üst düzey etki alanı) değil, ikinci derece alan adıdır, ki incelenen vakada, bu unsur ayırt edici nitelikten yoksun durumdadır.

Bir kelimenin CTM olarak tescil edilebilmesi için, belirli düzeyde dilsel veya artistik yaratıcılık veya hayal gücü içermesi gibi bir zorunluluk olmamakla birlikte, alışılmış ve alelade nitelikteki “photos” ve “.com” kelimelerinin kombinasyonundan oluşturulmuş başvurunun, kapsadığı mallara ve hizmetlere ilişkin olarak kamunun ilgili kısmının nezdinde tipik olmayan, hayali veya kendi anlamına sahip bir işaret olarak değerlendirilmesi sonucunu destekleyebilecek herhangi bir ek unsur bulunmamaktadır.

Dolayısıyla, inceleme konusu vakada özel karakteristik unsurların yokluğunda, kamunun ilgili kısmının işarete ilişkin algısı, kombinasyonda yer alan iki kelimeye ilişkin algısından farklı olmayacaktır. Bu çerçevede, OHIM Temyiz Kurulunun, kamunun ilgili kısmının başvuru kapsamında yer alan malları ve hizmetleri, başka bir ticari işletmenin mallarından ve hizmetlerinden ayırt edemeyeceği yönündeki tespiti yerindedir. Sonuç olarak, marka ayırt edici nitelikten yoksundur.

Ayırt edici nitelikten yoksunluk yönündeki tespit, başvuru sahibinin internete ve alan adlarına yönelik argümanları (alan adları münhası kullanıma mahsustur, bir alan adı kullanıcılarının malları ve hizmetleri ayırt etmesini sağlayabilir) nedeniyle ortadan kaldırılamaz. Bir işaretin, geleneksel anlamdaki ayırt edicilikten farklı biçimde marka işlevlerini yerine getirebilmesi, kapsadığı malların ve hizmetlerin ticari kökenini derhal (doğrudan) gösterebilmesi ve bu yolla, kamunun ilgili kesiminin malların ve hizmetlerin ticari kökenini diğer işletmelerin mallarından ve hizmetlerinden ayırt etmesini sağlamasıyla mümkündür.

İncelenen vakada, başvuruyu oluşturan marka bir alan adını işaret etse de, işaretin karakteristik özellikleri (yapısı, bileşenlerinin ayırt edici niteliği, kelime markası olması) dikkate alındığında, kamunun ilgili kesiminin işareti, fotoğrafların indirilebileceği bir internet sitesi olarak algılayacağı, malların ve hizmetlerin ticari kaynağını belirtir biçimde değerlendirmeyeceği düşünülmektedir. Bu tespit, ortalama tüketicinin, işaretin malların ve hizmetlerin ticari kaynağını doğrudan belirtmediği, sadece tanıtıcı, soyut bilgi verdiği hallerde, makul olandan daha yüksek derecede dikkatli olmayacağı ve işaretin olası işlevlerini düşünmek veya onu marka olarak değerlendirmek için zaman kaybetmeyeceği yönündeki gerçeklikle de desteklenmektedir.  

İlaveten, bir alan adının, alan adı olarak tescil edilmesiyle elde edilen haklarla, bir işaretin CTM olarak tescil edilmesiyle elde edilen haklar arasındaki ayrımın altı çizilmelidir. Bu çerçevede, davacının “photos.com” alan adının sahibi olması, bu ismin topluluk markası olarak tescil edilmesi gerektiği sonucunu doğurmaz.  Bunun mümkün olabilmesi için, Topluluk Marka Direktifinde sayılan tüm şartların (marka olarak tescil edilebilirlik şartları) yerine getirilmesi gerekir.

Davacının, tüketicilerin web sitesine ve dolayısıyla mallarına ve hizmetlerine ulaşmak için, başvuruyu oluşturan işareti herhangi bir web tarayıcısına yazmalarının yeterli olduğu ve işaretin malların ve hizmetlerin ticari kaynağını gösterdiğinin bu şekilde kanıtlandığı yönündeki iddiası temelsiz bulunmuştur. Bir alan adından oluşan markaların ayırt edici niteliği, bir internet kullanıcısı tarafından mallara ve hizmetlere erişmek için takip edilecek adımlar esas alınarak değil, tescilin talep edildiği mallar ve hizmetler ve kamunun ilgili kesiminin algısı esas alınarak değerlendirilir. Ek olarak, davacının bu iddiası, Temyiz Kurulunun işaretin malların ve hizmetlerin ticari kaynağını belirtmediği, kamunun ilgili kesiminin işareti fotoğrafçılığa ait mallara ilişkin olarak internet üzerinden ulaşılabilen  bir bilgi kaynağı olarak algılayacağı yönündeki değerlendirmesini, geçersiz kılmamaktadır.

Yukarıda belirtilen tüm nedenlerle, mahkeme “photos.com” markasının, başvuru kapsamındaki mallar ve hizmetler bakımından, ayırt edici niteliğe sahip olmadığı yönündeki OHIM Temyiz Kurulu kararını yerinde bulmuştur.  

Mahkeme, bir topluluk markası başvurusunun reddedilmesi için Topluluk Marka Tüzüğünde yer alan mutlak ret gerekçelerinden birisinin yeterli olduğu hususunu ve incelenen başvuru hakkında ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçesiyle verilen ret kararının yerinde bulunmasını dikkate alarak, tanımlayıcılık gerekçesiyle verilen ret kararına karşı öne sürülen argümanları ve bu yöndeki ret kararını değerlendirmemiştir. Ayrıca, başvuru sahibinin kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik yönündeki iddiasının OHIM Temyiz Kurulu tarafından reddedilmesi yönündeki karar, sunulan kanıtların kullanımı göstermesi, ancak kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik hususunu ortaya koymaması nedeniyle yerinde bulunmuştur. Mahkemenin, sunulan kanıtların niteliğine ve ispat gücüne yönelik oldukça detaylı değerlendirmesi kararda yer almaktadır. Bu değerlendirmenin kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilikle ilgili başka bir yazıda aktarılması yerinde olacaktır.

“photos.com” kararında dikkat çeken bir diğer değerlendirme, davacının, aynı markanın benzer mallar ve hizmetler için kendi adına önceden OHIM tarafından iki kez tescil edilmiş olmasını belirterek öne sürdüğü, eşit değerlendirme ve meşru beklentilerin karşılanması içerikli argümanlara karşı mahkeme tarafından verilen yanıttır.

Davacı, “photos.com” markasının benzer mallar ve hizmetler için kendi adına önceden OHIM tarafından iki kez tescil edilmiş olduğunu belirterek, eşit muamele ilkesinin ihlal edilmiş olduğunu ve meşru beklentilerin korunması gerektiğini öne sürmektedir. Başvuru sahibine göre, önceden tescil edilmiş markalar, yeni başvurunun da tescil edilmesi gerektiği beklentisini ortaya çıkartmaktadır; davacının ticari rakiplerinden hiçbirisinin önceki tescillerin geçerliliğine ilişkin işlem (hükümsüzlük, vb.) başlatmamış olması da, bu beklentiyi desteklemektedir. Ayrıca, bu tescillerin hiçbirisi kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik istisnası çerçevesinde elde edilmemiştir.

Mahkemeye göre, OHIM yetkilerini Birlik mevzuatının genel ilkeleri çerçevesinde kullanmakla yükümlüdür. Eşit muamele ve düzgün yönetim ilkeleri çerçevesinde OHIM benzer markalar hakkında önceden verilmiş kararları dikkate almalı ve aynı yönde karar verip vermeyeceğini dikkatle belirlemelidir. Bununla birlikte, bu ilkelerin ne şekilde uygulanacağı hukukilik ilkesiyle uyumlu olmalıdır. Bu çerçevede, bir markayı tescil ettirmek isteyen kişi, kendi lehine aynı kararın verilmesi talebiyle başka bir kişi adına gerçekleştirilmiş kanuni olmayan bir işleme dayanamaz. Bunun ötesinde, hukuki belirlilik ve iyi yönetim esasları çerçevesinde, markaların uygun olmayan biçimde tescil edilmesini engellemek amacıyla, her markanın incelenmesi düzgün ve kapsamlı biçimde yapılmalıdır. Buna uygun olarak, inceleme her vaka bazında ayrı olarak yapılmalıdır. Bir markanın tescil edilmesi, ilgili markanın kendi olguları kapsamında değerlendirilebilecek ve amacı, inceleme konusu markanın herhangi bir ret gerekçesi kapsamına girip girmediğini belirlemek olan özel kriterlere bağlıdır.

Sayılan hususlar ışığında, mahkeme, OHIM Temyiz Kurulunun, başvurunun reddedilmesi yönündeki kararı bakımından haklı olduğunu belirtmiş ve buna bağlı olarak, davacının, önceki OHIM kararlarını emsal göstererek öne sürdüğü, eşit muamele ve meşru beklentilerin karşılanması ilkeleri çerçevesinde ret kararının yerinde olmadığı yönündeki argümanı kabul etmemiştir.

Avrupa Birliği Adalet Divanı Genel Mahkemesinin “photos.com” kararı, kanaatimizce, internet alan adından oluşan ve asli unsuru ayırt edici nitelikte olmayan (veya tanımlayıcı olan) kelime markaları bakımından uygulanması gereken ilkeleri açık olarak belirtmesi nedeniyle son derece önemlidir. Bu tip kelimelerden oluşan başvuruların fazlalığı dikkate alındığında, başvurular hakkında uygulanan ayırt edici nitelikten yoksunluk ve tanımlayıcılık gerekçeli ret pratiğinin, Adalet Divanı kararıyla da tasdik edilmesi konu hakkındaki soru işaretlerini – şimdilik – büyük ölçüde ortadan kaldırıcı niteliktedir.  

“photos.com” kararının dikkat çekici bir diğer yönü ise, aynı marka, benzer mallar / hizmetler bakımından önceden tescil edilmiş olsa bile, OHIM’in sorumluluğunu ret incelemesini her başvurunun kendi şartları kapsamında ayrı biçimde yapmak olarak ortaya koyması, bu çerçevede hukukilik ilkesini ön plana çıkartarak, bu ilkeye uygun olmayan hallerde eşit muamele ve meşru beklentiler ilkelerinin uygulanmaması gerektiğini belirtmiş olmasıdır. Belirtilen saptamaların, mutlak ret nedenleri kapsamında reddedilen markalar bakımından öne sürülen kazanılmış hak iddialarının değerlendirilmesi noktasında, Türkiye’de de dikkate alınabileceği öne sürülebilir.

Önder Erol Ünsal

Aralık 2012

 

 

Adalet Divanı Genel Mahkemesi “3D eXam” Kararı – Tanımlayıcı Markalar Konusunda Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok

3d exam

 

Avrupa Birliği Adalet Divanı Genel Mahkemesinin tanımlayıcı ve ayırt edici nitelikten yoksun markaların değerlendirilmesi ile ilgili olarak 2012 yılında verdiği dikkat çekici kararlardan birisi 29 Mart 2012 tarihli T-242/11 sayılı “3D eXam” kararıdır.

 

“Kaltenbach & Voigt GmbH” firması tarafından “diş hekimliğinde kullanım amaçlı X-ray cihazları” malları için “3D eXam” markasının topluluk markası olarak tescil amacıyla Topluluk Marka Ofisine (OHIM) yapılan başvuru ayırt edici nitelikten yoksunluk ve tanımlayıcılık gerekçeleriyle reddedilir. Başvuru sahibinin karara karşı OHIM Temyiz Kuruluna yaptığı itiraz ise Kurul tarafından kabul edilmez.

 

Temyiz Kurulu kararında ilk olarak, ürünlerin potansiyel kullanıcı kitlesinin tıbbi alanda faaliyet gösteren özel bir grup, özellikle diş hekimleri olduğu belirtir ve bu kişilerin başvuru kapsamındaki malların amacının diş muayenesini X-ray cihazı aracılığıyla üç boyutlu olarak yapmak olduğunu bileceklerini ifade eder. Markanın İngilizce terimlerden oluşması nedeniyle dikkate alınması gereken tüketiciler Birliğin İngilizce konuşan tüketicilerdir. Temyiz Kuruluna göre, markayı oluşturan iki unsurdan birisi olan “3D” ibaresi “üç boyutlu (3 dimensional)” teriminin yaygın kullanılan kısaltmasıdır ve diğer kelime unsuru olan “exam” kelimesi “tıbbi test” veya “examination” kelimesinin kısaltması olarak “tıbbi inceleme benzeri detaylı inceleme veya çalışma” anlamlarına gelmektedir. Belirtilen tüm hususlar birlikte dikkate alındığında Kurula göre, malların özel tüketici grubu, “3D exam” markasını, başvuru kapsamında yer alan mallar bakımından, üç boyutlu inceleme yapılmasını sağlayan diş hekimliğine ilişkin bir X-ray cihazının kısaltması olarak algılayacaktır. Dolayısıyla, başvuru kapsamında yer alan mallar bakımından marka münhasıran tanımlayıcı ve aynı nedenlerle ayırt edici nitelikten yoksun niteliktedir ve dolayısıyla, 7(1)(b) ve (c) paragrafları kapsamında verilen ret kararı yerindedir.

 

OHIM Temyiz Kurulu kararına karşı dava açan başvuru sahibi temel olarak üç argümana dayanmaktadır: başvuru tanımlayıcı nitelikte değildir, ayırt edici özelliğe sahiptir ve başvuru çeşitli ulusal ofislerce tescil edilmiş durumdadır. Avrupa birliği Adalet Divanı Genel Mahkemesince görülen davada, bu iddialar sırayla incelenmiştir.

Mahkeme ilk olarak başvurunun tanımlayıcı nitelikte bulunmasına dair karara karşı öne sürülen iddiaları değerlendirmiştir. İncelemede ilk olarak, tanımlayıcılık gerekçeli ret nedeninin amacının tanımlayıcı terimlerin ilgili sektördeki tüm kullanıcıların ortak kullanımına açık tutularak kamu yararının korunması olduğu yinelenmiş ve bu nitelikteki işaretlerin markanın ayırt ediciliğe yönelik asli işlevini yerine getirmekten yoksun oldukları belirtilmiştir. Mahkemeye göre, bir işaretin tanımlayıcılık gerekçesiyle reddedilebilmesi için, işaretin malları / hizmetleri tanımladığına (veya bunlara ilişkin bir özellik olduğuna) dair ilgili tüketici kesimi tarafından derhal ve doğrudan (ek bir zihni çabaya ihtiyaç olmaksızın) algılanabilecek bir bağlantı bulunmalıdır. Her biri tanımlayıcı olan sözcüklerin birleştirilmesinden oluşturulmuş bir neolojizm (yeni sözcük, uydurma sözcük) veya kombinasyondan oluşan markalar söz konusu olduğunda, neolojizmin veya kombinasyonunun kendisinin de tanımlayıcı bulunması gerekir.

 

Her biri ilgili mallara / hizmetlere ilişkin olarak tanımlayıcı olan unsurlardan oluşturulmuş bir neolojizm veya kombinasyondan oluşan markalar, söz konusu neolojizm veya kombinasyon kendisini oluşturan parçalardan açıkça farklılaşmış olmadığı sürece tanımlayıcı olarak kabul edilecektir. Neolojizmin veya kombinasyonun kendisini oluşturan parçalardan açıkça farklılaşmış olması, ilgili mallara / hizmetlere ilişkin olarak, kombinasyonun sıradışı yapısı nedeniyle, neolojizmin veya kelimenin kendisini oluşturan tanımlayıcı kelimelerden yeterli derecede farklı biçimde algılanması anlamına gelmektedir. Bu bağlamda, inceleme konusu kelimenin anlamsal ve gramere ilişkin kurallar bakımından da değerlendirilmesi gerekebilir.

 

Takiben yapılan değerlendirmede, öncelikle başvuru kapsamında yer alan malların, özellikle diş hekimlerine yönelik özel bir tüketici kitlesi bulunan mallar olduğu belirlenmiştir. Mahkeme, başvuruyu oluşturan sözcüklerin İngilizce olması nedeniyle ret gerekçesinin ortaya çıkıp çıkmadığının topluluğun İngilizce konuşan kısmı dikkate alınarak değerlendirilmesi gerektiği yönündeki tespitini ve ilaveten malların özel tüketici grubunun niteliği dikkate alındığında topluluğun İngilizce konuşmayan kesimlerinde de başvurunun anlamının anlaşılabileceği yönündeki değerlendirmesini yerinde bulmuştur.

 

Genel Mahkeme, başvuruyu oluşturan kelime unsurlarından, “3D” kelimesinin “üç boyutlu” anlamına gelen “three dimensional” kelimesinin kısaltması olduğu ve “exam” kelimesinin “detaylı inceleme” anlamına geldiği yönündeki tespitleri onamıştır. Başvuru sahibinin “exam” kelimesinin ilgili tüketiciler tarafından “öğrencilerin girdikleri sınav” şeklinde algılanacağı yönündeki değerlendirmesi ise haklı bulunmamıştır. “Exam” kelimesinin çok sayıda anlamının bulunduğu açık olmakla birlikte, kelimenin “muayene”, “laboratuvar çalışması” anlamlarına da gelen ve tıp alanında yaygın olarak kullanılan “examination” kelimesinin kısaltması olması tespitini içeren Temyiz Kurulu değerlendirmesi mahkeme tarafından da yerinde görülmüştür. Başvuru kapsamında yer alan malların diş hekimliğine yönelik tıbbi cihazlar olduğu dikkate alındığında, malların tüketici kitlesini oluşturan diş hekimlerinin “exam” kelimesini tıbbi anlamıyla algılayacakları mahkemeye göre açıktır.

 

Başvuru sahibinin, ilgili tüketicilerin iddia edilen tanımlayıcı anlamı doğrudan algılamayacakları, bunun için ek zihni aşamalar gerekeceği yönündeki iddiası ve “eXam” kelime unsurunda “X” harfinin büyük yazılmış olmasının bütünsel algıyı değiştireceği ve iddia edilen tanımlayıcılığı ortadan kaldıracağı yönündeki iddiaları ise haklı görülmemiştir. Bu iddiaların ilkine ilişkin olarak, mahkeme, başvurunun tanımlayıcı niteliğinin soyut olarak değil, başvuru kapsamındaki mallara ilişkin olarak değerlendirilmesi gerektiğinin yeterli derecede açık bir yanıt olduğunu belirtmiştir. Diğer iddiaya ilişkin olarak ise “X” harfinin büyük yazılmış olmasının X-ray incelemesine yönelik bir vurgu yaparak tanımlayıcı niteliği güçlendirdiğinin ve harfin büyük yazımının telaffuzu etkilemediğinin altı çizilmiştir.

 

Bu çerçevede, mahkemeye göre, “3D eXam” başvurusu ile tescili talep edilen mallar arasında, ilgili tüketici grubu tarafından doğrudan tespit edilebilecek tanımlayıcı bir ilişki bulunmaktadır ve bu çerçevede 7(1)(c) paragrafı kapsamında verilen ret kararı yerindedir.

 

Başvurunun 7(1)(b) paragrafı kapsamında ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçesiyle reddedilmesi kararı ise yukarıda sayılan gerekçelerle yerinde görülmüştür. Şöyle ki, mahkemeye göre 7(1)(b) ve (c) paragraflarında tanımlanan ret gerekçeleri arasında belirli ölçüde çakışma vardır. 7(1)(c) paragrafında tanımlanan ret gerekçesinin, 7(1)(b) bendinden tanımlanan ret gerekçesinden ayrıldığı nokta, (c) paragrafında tanımlanan ret halinin, bir işaretin sadece belirli durumlarda teşebbüslerin mallarının / hizmetlerinin birbirinden ayırt edilmesini sağlayamaması durumuna ilişkin olmasıdır. Bu çerçevede, 7(1)(c) paragrafı çerçevesinde kapsadığı mallara / hizmetlere ilişkin olarak özellik belirtir biçimde tanımlayıcı bulunan bir kelime markası, aynı nedenlerle aynı mallar / hizmetler bakımından 7(1)(b) paragrafı kapsamında ayırt edici nitelikten yoksun olarak değerlendirilecektir. Dolayısıyla, başvuru hakkında 7(1)(b) paragrafı kapsamında ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçesiyle verilen ret kararı da yerindedir.

 

Mahkeme son olarak, başvuru sahibinin aynı markanın değişik ülkelerde hali hazırda tescil edilmiş ve tanımlayıcı bir marka olarak değerlendirilmemiş olması yönündeki iddiasını incelemiştir. Başvuru sahibi aynı markanın aynı mallar / hizmetler için Almanya, A.B.D. ve Japonya’da tescil edilmiş olmasından hareketle ret kararının yerinde olmadığını iddia etmektedir.

 

Mahkeme bu iddiaya ilişkin olarak, artık klasik olarak kabul edebileceğimiz ve hiç değişmeyen takip eden değerlendirmeyi yapmıştır. Topluluk marka rejimi, kendi amaçları olan otonom bir hukuki sistemdir ve herhangi bir ulusal sistemden bağımsızdır. Bu çerçevede, bir topluluk markasının korunabilirliği ya da tescil edilebilirliği yalnızca ilgili topluluk mevzuatı çerçevesinde değerlendirilir. Bunun sonucu olarak, ne OHIM ne de Topluluk Mahkemeleri, birlik üyesi bir ülkede veya üçüncü bir ülkede bir markanın ulusal bir marka olarak tescil edilebilirliğine ilişkin olarak alınan kararlarla bağlı değildir. Bu durum, tescil edilebilirliğe ilişkin kararın, inceleme konusu kelime markasının dilsel açıdan ait olduğu bölgede kurulu bir ülke tarafından verilmiş olması halinde de geçerlidir. Belirtilen yerleşik içtihat doğrultusunda önceki ulusal tescillere dayandırılan itiraz da haklı bulunmamıştır.

Genel Mahkeme yazı içerisinde detaylı olarak aktarılan gerekçelerle, başvuru hakkında OHIM tarafından ayırt edici nitelikten yoksunluk ve tanımlayıcılık gerekçeleriyle verilen ret kararın onamıştır.

 

Kararın dikkat çekici yönü, kısaltmalardan oluşan neolojizm veya kombinasyon niteliğindeki markaların tanımlayıcılık ve ayırt edici nitelik incelemesine ilişkin olarak, mevcut uygulamalardan farklı yeni bir ilke veya değerlendirme kriteri getirilmemiş olması ve bu tip markaların ilgili tüketici grubunda doğrudan yol açacakları anlam çerçevesinde değerlendirilmeleri gerektiğinin belirtilmesidir. Diğer ülkelerdeki önceki tescillerin OHIM veya Topluluk Mahkemeleri değerlendirmesini etkilemeyeceğinin altının çizilmesi ise, bu içtihadın iyice yerleştiğini ve diğer ülkelerdeki tescillerin incelemeye etkisinin olmayacağını bir kez daha göstermiştir.

 

Önder Erol Ünsal

Ekim 2012   

Adalet Divanı Genel Mahkemesi “Halloumi – Hellim” Kararı

Grilled_Halloumi_(Görsel http://en.wikipedia.org/wiki/Halloumi adresinden alınmıştır.)

Avrupa Adalet Divanı Genel Mahkemesi tarafından verilen 13/06/2012 tarihli T-534/10 sayılı “Halloumi” kararı Türkçe kelimelerin İç Pazarda Harmonizasyon Ofisi (OHIM) tarafından değerlendirilmesine yönelik önemli tespitler içermektedir.

 

Kararın açıklanmasına geçmeden önce altyapıyı oluşturan süreçlerin özetlenmesi yerinde olacaktır:

 

Almanya’da yerleşik “GARBO AG” “hellim” kelimesinin “süt ve süt ürünleri” için Topluluk Markası (CTM) olarak tescil edilmesi talebiyle 2005 yılında OHIM’e başvuruda bulunur. Başvuru OHIM’in mutlak ret nedenleri incelemesinin ardından kabul edilerek ilan edilir. Başvurunun ilanına karşın, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi menşeili “Organismos Kypriakis Galaktokomikis Viomichanias” firması “peynirler” için 1999 yılından bu yana tescilli “halloumi” kolektif markasını (collective mark) gerekçe göstererek ve markalar arasında karıştırılma ihtimalinin ortaya çıkacağını öne sürerek itiraz eder.

 

OHIM ilana itiraz birimi, mallar aynı veya benzer olsa da, “hellim” – “halloumi” kelimeleri arasında görsel ve işitsel benzerlik bulunmadığını tespit ederek itirazı reddeder. OHIM itiraz birimine göre, markalar arasında her iki marka da özel bir peynir türünü işaret ettiğinden kavramsal benzerlik bulunmakla birlikte, “halloumi” kelimesi Kıbrıs kaynaklı özel bir peynirin ismi olduğundan kelimenin ayırt edici gücü zayıftır ve bu nedenle, kavramsal benzerlik, görsel – işitsel açılardan benzemezliğe baskın gelerek, karıştırılma olasılığına yol açabilecek nitelikte değildir.

 

İlana itiraz sahibi bu karara karşı itiraz ederek konuyu OHIM Temyiz Kurulu önüne götürür. Temyiz Kurulu, markalar arasında düşük derece görsel ve işitsel bulunduğunu ve malların aynı veya benzer olduğunu belirtir. Bunun yanısıra, Kurula göre, Türkçe Avrupa Birliğinin resmi dillerinden birisi olmadığından, başvuruyu oluşturan “hellim” kelimesinin olası anlamı karıştırılma olasılığının değerlendirilmesinde belirleyici olmayacaktır. Bunun ötesinde, kamunun ilgili kesimi başvuruyu Kıbrıs menşeili peynir türü olarak bilse dahi, başvuru tamamen tanımlayıcı bir anlama sahip olduğundan ve bu nedenle işaretlerin karşılaştırılmasına esas olamayacağından, bu durumun da değerlendirmeye etkisi olmayacaktır. Dolayısıyla, kavramsal benzerliğe yönelik karşılaştırma nötr (itirazın kabulü yönünde olumlu veya olumsuz etki doğurmayacak veya etkisiz) durumdadır. Son olarak, Kurul’a göre, itiraz gerekçesi markanın kolektif bir marka olarak tescil edilmiş olması, markanın ortalama derecede ayırt edici karaktere sahip olduğu anlamına gelmez. Kolektif markanın diğer markalardan ayrı olduğu yön, tanımlayıcı coğrafi unsurlara yönelik olarak verilecek ret kararlarının kolektif markalar bakımından uygulanabilir nitelikte olmamasıdır (çünkü kolektif marka kapsadığı malların bir bölgeye ait yerleşik üreticilerden geldiğini göstermektedir). Bu çerçevede, önceki markanın ayırt edici gücünün zayıflığı ve markalar arasındaki görsel ve işitsel benzerlik derecesinin düşüklüğü hususlarını birlikte dikkate alan Temyiz Kurulu, markaların kapsadıkları mallar aynı veya benzer olsa da markalar arasında karıştırılma olasılığının bulunmadığı sonucuna ulaşmıştır.

 

İlana itiraz sahibi OHIM Temyiz Kurulu kararına karşı dava açmıştır. Avrupa Birliği Adalet Divanı Genel Mahkemesi tarafından görülen davada, davacı markalar arasında karıştırılma olasılığı bulunduğu yönündeki iddiasını yinelemiştir.

 

Mahkeme ilk olarak davacının markalar arasında görsel ve işitsel benzerlik bulunduğu yönündeki iddiasını incelemiştir. Mahkemeye göre; markaların her ikisi de “h” harfiyle başlasa, “ll” harflerini ortak olarak içerse ve birisi “im” diğeri “mi” harfleriyle bitse de, “halloumi” ve “hellim” kelimelerinin yapılarındaki farklar, kullanılan sesli harflerin farklı olması, harflerin dizilimi ve kelimelerin uzunluğu dikkate alındığında markalar görsel olarak benzer değildir.

 

İşitsel benzerlik konusunda, markalardan birisinin iki diğerinin üç heceden oluşması, hecelerin ortaya çıkardıkları seslerin farkları olması nedenleriyle markaların işitsel olarak da benzer değillerdir. Kelimelerin ilk hecelerinde yer alan “ha” ve “he” harflerinin belirli bir derecede işitsel benzerlik içerdiği düşünülebilse de, kelimelerin kalan parçalarının farklılığı, farklı sesli harflerin kullanılmış olması, harflerin dizilimi ve sayısındaki farlar dikkatte alındığında, markalar işitsel olarak benzer bulunmamıştır.

 

Davacının, “hellim” kelimesinin ortalama Kıbrıs tüketicisi tarafından “hellimi” şeklinde telaffuz edileceği ve bu nedenle markaların işitsel olarak benzer oldukları yönündeki iddiası ise, bu iddianın OHIM nezdinde öne sürülmemiş, dolayısıyla davaya konu karar kapsamında değerlendirilmemiş olması ve bu nedenle o karara karşı açılan davada öne sürülmesinin mümkün olmaması gerekçesiyle kabul edilemezi nitelikte bulunmuştur. ((paragraf 28) It must be noted that, under Article 76(1) of Regulation No 207/2009, in proceedings relating to relative grounds for refusal of registration, the examination is to be restricted to the facts, evidence and arguments provided by the parties and the relief sought. It follows that, in relation to a relative ground for refusal of registration, elements of law and of fact which are pleaded before the Court without having previously been raised before the Board of Appeal cannot affect the legality of a decision of that Board. (paragraf 29) It follows that, in the context of the review of legality of decisions of the Boards of Appeal, for which the General Court has jurisdiction under Article 65 of Regulation No 207/2009, elements of law and of fact which are pleaded before the Court without having previously been raised before the departments of OHIM cannot be examined for the purpose of assessing the legality of the decision of the Board of Appeal and must for that reason be declared inadmissible. (paragraf 31) … in accordance with the case-law referred to in paragraphs 28 and 29 above, the argument raised by the applicant at the stage of the oral procedure must be rejected as inadmissible.)

 

Mahkeme, karıştırılma olasılığına ilişkin son analizini kavramsal benzerlik açısından yapmıştır. Yukarıda da belirttiğimiz üzere, kavramsal benzerlik konusunda Temyiz Kurulu, Türkçe Avrupa Birliğinin resmi dillerinden birisi olmadığından, başvuruyu oluşturan “hellim” kelimesinin olası anlamının karıştırılma olasılığının değerlendirilmesinde belirleyici olmayacağı ve kamunun ilgili kesimi başvuruyu Kıbrıs menşeili peynir türü olarak bilse dahi, başvuru tamamen tanımlayıcı bir anlama sahip olduğundan, işaretlerin karşılaştırılması değerlendirmesine esas olamayacağı değerlendirmesini yapmıştır. Bir diğer deyişle, Temyiz Kuruluna göre, kavramsal benzerliğe yönelik karşılaştırma nötr (itirazın kabulü yönünde olumlu veya olumsuz etki doğurmayacak veya etkisiz) durumdadır. Ancak, Mahkemeye göre Kurulun kavramsal benzerliğe ilişkin bu yorumu kabul edilebilir içerikte değildir.

 

Mahkemeye göre; Türkçe, Avrupa Birliğinin resmi dillerinden birisi olmasa da, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin (Avrupa Birliği, Güney Kıbrıs Rum Yönetimini, Kıbrıs Cumhuriyeti olarak tanımaktadır. Mahkeme kararında Kıbrıs Cumhuriyeti olarak anılan yönetim, yazı boyunca gerekli yerlerde Türkiye tarafından adlandırıldığı haliyle Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) olarak belirtilecektir. Bununla birlikte, mahkeme kararında belirtildiği haliyle Kıbrıs Cumhuriyetinin hem GKRY’yi hem de yalnızca Türkiye tarafından ayrı bir devlet olarak tanınan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni kapsar biçimde kullanıldığı belirtilmelidir.) resmi dillerinden birisidir.  Bu çerçevede, Türkçenin Kıbrıs nüfusunun belirli bir bölümü tarafından anlaşıldığı ve konuşulduğu kabul edilmelidir. Kavramsal benzerliğe ilişkin olarak dikkate alınması gereken, Avrupa Birliği sınırları içerisinde bulunan ve her iki kelimenin de anlam ifade ettiği tüketicilerin bakış açısıdır. Buna karşılık, incelemeye konu işaretleri oluşturan kelimelerin anlamlarına yönelik analizin, kelimelerin kamunun ilgili kesiminin dilinde net anlamları bulunması nedeniyle nötr olması mümkün değildir.

 

İncelenen vakada, Yunanca “halloumi” kelimesinin Türkçe karşılığının “hellim” kelimesi olduğu ortadadır. Bu bakış açısıyla, Türkçe ve Yunancanın resmi diller olduğu Kıbrıs’ta, ortalama tüketicilerin “halloumi” ve “hellim” kelimelerinin ikisinin de Kıbrıs menşeili özel bir peynir türünü ifade ettiğini anlayacakları tartışılmaz durumdadır. Sonuç olarak, markalar arasında, belirli düzeyde, çeviriden kaynaklanan kavramsal benzerlik bulunmaktadır.

 

Avrupa Adalet Divanı içtihadına göre, önceki markanın ayırt edici gücü yükseldikçe, karıştırılma ihtimali artacaktır. Bu çerçevede, önceki markanın kendiliğinden veya piyasadaki bilinirliği nedeniyle ayırt edici gücünün yüksek olduğu durumlarda, benzer anlamsal içeriğe sahip iki işaret arasındaki kavramsal benzerliğin karıştırılma olasılığı sonucunu ortaya çıkarması mümkündür. Buna karşın, önceki markanın kamunun ilgili kesimi tarafından tanınmadığı ve hayal gücü katkısı zayıf görsel unsurları içermesi durumunda, markaların kavramsal benzerliği tek başına markalar arasında karıştırılma olasılığının bulunduğu sonucuna varılması için yeterli olmayacaktır.

 

İncelenen vakada, Temyiz Kurulunun bulgusu, önceki markanın ayırt edici gücünün, markayı oluşturan “halloumi” kelimesinin kapsadığı malları, yani “peynir”i tanımlaması nedeniyle zayıf olduğu yönündedir. Kurula göre, “halloumi” kelimesi, peynirin coğrafi kaynağını veya bölgesel özelliklerden kaynaklanan karakteristiklerini değil, peynirin niteliğini ve türünü tanımlamaktadır. Davacı kurul tespitinin aksi yönünde düşünmektedir. Davacıya göre, önceki markanın kolektif bir marka olmasından kaynaklanan özellikler dikkate alınmamıştır. Bu özellikler, sadece, peynirin belirli işletmelerden (kolektif marka sahibinin üyesi işletmeler) kaynaklanması değil, peynirin belirli bir coğrafi bölgeden gelmesidir. Bu çerçevede, kolektif markanın spesifik özellikleri, tescil sahibini olumsuz yönde etkilememeli, bir diğer deyişle markanın ayırt edici gücünün zayıf olduğu sonucuna varılmasına yol açmamalı, tersine markanın ortalama derecede ayırt edici güce sahip olduğu değerlendirmesini yanında getirmelidir.

 

Mahkemeye göre, davacının yukarıda yer verilen argümanı kabul edilebilir içerikte değildir. Mahkeme, 207/2009 sayılı Topluluk Marka Tüzüğü madde 66(2)’de yer alan ve tanımlayıcı markalara ilişkin olarak aynı tüzüğün 7(1)(c) maddesinde düzenlenen ret gerekçesinin istisnası olan hükmün sıkı biçimde uygulanması gerekmektedir. Tüzük madde 66(2), coğrafi kaynak belirtir içerikte tanımlayıcı olsalar dahi, kolektif markaların tescil edilebileceği hükmünü içermektedir. Bununla birlikte, aynı maddede, üçüncü tarafların ticaret alanındaki kullanımı dürüstçe gerçekleştiği sürece, kolektif markaların sahiplerine üçüncü kişilerin kullanımını engelleme hakkını vermediği, özellikle bir coğrafi ismi kullanmaya yetkili üçüncü taraflara karşı markadan kaynaklanan hakların öne sürülemeyeceği belirtilmektedir. Tüzük madde 66(2), coğrafi bakımdan tanımlayıcı olsalar dahi, kolektif markaların tescil edilmesine imkan sağlamakla birlikte, davacının iddialarının aksine kolektif marka tescili, tek başına, markanın ortalama düzeyde ayırt edici güce sahip olduğu varsayımına ulaşılması sonucuna yol açamaz. Bu çerçevede, Temyiz Kurulunun, önceki markanın ayırt edici gücünün zayıf olduğu yönündeki tespiti yerindedir.

 

Mahkeme bu tespitin ardından yorumuna takip eden şekilde devam etmiştir. Önceki markanın ayırt edici gücünün zayıf olduğu kimi durumlarda, inceleme konusu malların aynılığı ve markaların benzerliğine bağlı olarak karıştırılma olasılığı ortaya çıkabilir. Bununla birlikte, – markaların kapsadığı mallar aynı veya benzer olsa da -, inceleme konusu işaretler arasında görsel veya işitsel benzerliğin bulunmaması ve önceki markanın tanımlayıcı bir marka olması durumunda, işaretler arasındaki kavramsal benzerliğin, kamunun ilgili kesimi bakımından karıştırılma olasılığının ortaya çıkacağı varsayımına ulaşılması için yeterli olmadığı, sonucuna varılması gerekmektedir.

 

Yukarıda yer verilen tespiti incelenen dava bakımından uygulayan mahkeme, önceki markanın belirli ayırt edici karakterinin bulunmaması ve tanımlayıcı nitelikte olması hususunu göz önünde bulundurmuş ve – markaların kapsadığı mallar aynı veya benzer olsa da -, kavramsal benzerliğin tek başına karıştırılma olasılığının ortaya çıkacağı sonucuna varılması için yeterli olmadığı tespitine ulaşmıştır. Bu çerçevede, mahkemeye göre, Temyiz Kurulunun markalar arasında karıştırılma olasılığı bulunmadığı yönündeki tespiti yerindedir.

 

Mahkeme, davacının öne sürdüğü Temyiz Kurulu kararının alındığı gün OHIM’e sunmuş olduğu iddiaların kararda değerlendirmeye alınmamış olduğuna ilişkin bir diğer itiraz gerekçesini de haklı bulmamış ve davayı reddetmiştir.

 

“Halloumi” kararı kanaatimizce birkaç bakımdan önemli tespitler içermektedir:

 

  • Coğrafi bakımdan tanımlayıcı bir marka Topluluk Marka Tüzüğü madde 66(2)2de yer alan istisna göz önünde bulundurularak kolektif marka olarak tescil edildiğinde ve bu tescile dayanılarak aynı veya benzer tanımlayıcı unsuru içeren sonraki bir markaya itiraz edildiğinde takip edilecek yaklaşım büyük oranda ortaya çıkmıştır. Kolektif marka olarak tescilin tanımlayıcı bir markaya ortalama derecede ayırt edici güç kazandırmadığı Mahkeme tarafından belirtilmiştir.

 

  • Temyiz Kurulunun, Türkçe’nin Avrupa Birliğinin resmi dillerinden birisi olmaması nedeniyle yaptığı, “… başvuruyu oluşturan “hellim” kelimesinin olası anlamı karıştırılma olasılığının değerlendirilmesinde belirleyici olmayacaktır…” yaklaşımı mahkeme tarafından yerinde bulunmamış ve Avrupa Birliğinin tanıdığı ismiyle Kıbrıs Cumhuriyeti’nin resmi dillerinden birisinin Türkçe olması nedeniyle, orada yerleşik ortalama tüketiciler bakımından “halloumi” – “hellim” kelimeleri arasında kavramsal benzerlik bulunduğu sonucuna varılmıştır (ancak, yazı içerisinde detaylı olarak aktarılan nedenlerle, bu benzerlik tek başına karıştırılma olasılığının ortaya çıkması için yeterli olmayacaktır).

 

  • “Halloumi” davası esasen nispi ret nedenleri incelemesi ile ilgili olsa da, karar içerisinde mahkeme tarafından Türkçeye ilişkin olarak genel yorumlar yapılmıştır. Bu yorumların, bizi OHIM’in mutlak ret nedenleri incelemesini Türkçe dilinde de yapması gerektiği sonucuna götürmesi dolaylı olarak mümkündür. Bununla birlikte, bu sonucun Türkiye’nin tanımadığı Kıbrıs Cumhuriyeti’nin iki resmi dili bulunması olgusundan hareketle savunulması veya gündeme getirilmesi, Türkiye bakımından ne derece yerinde olacaktır veya mümkündür, bu konuların da ayrıca tartışılması gerekecektir.

 

  • Karara ilişkin olarak getirebilecek alternatif bir bakış ise, davada “hellim” kelimesinin mutlak ret nedenleri kapsamında tescil edilebilirliğinin tartışılmamış olmasından hareketle (tartışılmaması normaldir, çünkü davanın konusu bu husus değildir), davanın içeriğinin mutlak ret nedenleri incelemesinin Türkçe bakımından da yapılması gerektiği sonucuna varılmasını dolaylı olarak da sağlayamayacağı yönünde bir değerlendirme olabilir.  “Hellim” markasının iptali için mutlak ret nedenlerine aykırılık gerekçeli bir dava açılırsa, bu konudaki OHIM yaklaşımının daha net görülmesi mümkün olacaktır.

 

  • Bu hususlara ilaveten, kanaatimizce Avrupa Birliği sınırları dahilinde yaşayan Türk kökenli insan sayısının fazlalığı ve birliğe üyelik perspektifiyle devam eden ikili ilişkiler dikkate alındığında, mutlak ret nedenleri incelemesinin OHIM’de Türkçe bakımından da yapılması gerektiği savunulabilir bir argüman olarak gözükmektedir.

 

  • Son olarak, Genel Mahkemenin kararının 24/08/2012 tarihinde temyiz edildiği ve davanın Avrupa Adalet Divanı önünde C-393/12 sayıyla görülmekte olduğu ve muhtemelen gelecek sene(lerde) yukarıda bahsettiğimiz konularla ilgili daha detaylı veya farklı bir değerlendirmeyle karşılaşmamızın mümkün olduğu da özellikle belirtilmelidir.

 

  • En nihayetinde de, Türk tarafının “hellim” kelimesinin bir Alman firması adına “süt ve süt ürünleri” yani “peynirler” için tescil edilmesinden hiçbir kazanç sağlamayacağı, tersine peynir ihracatçıları veya üreticilerinin bu tescilden zarar göreceği ve görünen haliyle davadan taraflardan herhangi birisi lehine veya aleyhine çıkacak her sonucun Türkiye açısından her haliyle potansiyel zarar doğuracağı, “kaybet – kaybet (lose – lose)” durumunun oluşacağı ise kanaatimizce oldukça açıktır. Konuyla ilgili olarak incelediğim bazı forumlarda Rum tarafından alternatif yorumcular konuyu “Hellim bir Kıbrıs ürünü değildir. Almanların onu almasında bir sakınca yok. Hellim bundan sonra Halloumi’nin ucuz Alman taklidi olarak bilinecek. Mükemmel! (Hellim is not a Cypriot product. Let the Germans have it. From now on, Hellim will be known as the cheap German imitation of Halloumi. Excellent! – http://www.cyprus-forum.com/cyprus38193-10.html)” şeklinde dahi yorumlayabilmektedir.

 

  • Bundan sonrası için, Türkiye’ye düşen rol ise, kanaatimizce mümkün olduğu ölçüde Topluluk Markası başvurularının ilanını takip yöntemleri oluşturmak (bu konuda etkin takip sistemleri sağlayan marka vekilleri öncü rol üstlenebilir) ve Türkçe ürün isimlerinin tescilinin engellenmesi konusunda Türkiye’deki ilgilileri uyarmak olmalıdır. Bunun yanında, bir diğer faaliyet alanının da, OHIM’in birlik sınırları dahilinde yerleşik Türkleri ve taraflar (Avrupa Birliği – Türkiye) arasındaki yakın ilişkileri dikkate alarak mutlak ret nedenleri incelemesini Türkçe açısından da yapmasını sağlamak için baskı oluşturmak, olabileceği düşünülmektedir.

 

Önder Erol Ünsal

Ekim 2012

Yabancı Dillerdeki Tanımlayıcı Markalar Hakkında USPTO Uygulaması – Yabancı Eşitler Doktrini

right-wrong-decision-3D-Exhibits

(Görsel http://www.3dexhibits.com/Posts/2010/11/key-deciding-factor-determining-trade-show-attendance/ adresinden alınmıştır.)

Amerika Birleşik Patent ve Marka Ofisi (USPTO), yabancı dillerdeki tanımlayıcı kelimelerin tescil edilebilirliğine ilişkin değerlendirmeyi, “yabancı eşitler doktrini (foreign equivalents doctrine)” kapsamında yapmaktadır.

Yabancı dillerdeki tanımlayıcı kelimelerin tescil edilebilirliğine dair değerlendirme konusunda marka inceleme otoritelerinin birbirlerinden farklı yorumlarına sıklıkla rastlanmaktadır. Konu hakkında, USPTO değerlendirmesi, ABD mahkemeleri tarafından oluşturulmuş bir doktrine dayanmakta olduğundan özellikle dikkat çekicidir. Bu yazı kapsamında, “yabancı eşitler doktrini”, USPTO internet sitesindeki marka inceleme kılavuzunda yer verilen ifadelerin ve örneklerin aktarılması yoluyla açıklanmaya çalışılacaktır. Açıklamaların İngilizce aslına http://tess2.uspto.gov/tmdb/tmep/1200.htm#_T120903g (bölüm 1209.03(g) adresinde ulaşılması mümkündür.  

“Yabancı eşitler doktrini”, kısaca, münhasıran tanımlayıcı nitelikte olan bir İngilizce kelimenin yabancı bir dildeki karşılığının tescil edilebilirliği, söz konusu İngilizce kelimenin tescil edilebilirliğinden daha fazla değildir, ifadesiyle özetlenebilir. Bir diğer deyişle, doktrine göre, İngilizcedeki tanımlayıcı bir kelime ile bu kelimenin yabancı bir dildeki karşılığının tescil edilebilirliği hakkında (aynı mallar ve hizmetler için), aynı kararın verilmesi gerekmektedir.

Doktrin çerçevesinde verilen bazı dikkat çekici mahkeme kararları ve tespitleri örneklendirilecek olursa:

N. Paper Mills, 64, F 2d 998, 1002, 17 USPQ 492, 493 (C.C.P.A. 1933) davası: “İyi bilinen modern bir yabancı dilden alınan ve bir ürün bakımından tanımlayıcı olan bir kelimenin ABD’nde aynı ürün için tescili talep edilirse, bu marka tanımlayıcı bir marka olarak değerlendirilecektir.”

Tokutake Indus. Co., 87 USPQ2d 1697 (TTAB 2008) davası: Bu davada “ayumi” kelimesi ve bu kelimenin Japon karakterlerindeki yazımı, kelimenin Japonca anlamının “yürümek” olması nedeniyle “ayak giysileri” için tanımlayıcı bulunmuştur.

Oriental Daily News, Inc., 230 USPQ 637 (TTAB 1986) davası: Çince karakterle yazılı bir kelime, kelimenin karşılığının “Doğuya ilişkin (Oryantal) Günlük Haberler” olması nedeniyle “gazeteler” bakımından tanımlayıcı bulunmuştur.

Geo. A. Hormel & Co., 227 USPQ 813 (TTAB 1985) davası: Bu davada İtalyancada lezzetli anlamına gelen “saporito” kelimesi, başvuru kapsamında yer alan kurutulmuş sosisler bakımından karakteristik özellik belirttiği için tanımlayıcı bulunmuştur.

“Yabancı eşitler doktrini” mutlak surette uygulanması gerekli bir kural olmamakla birlikte, kılavuz bir ilke olarak kabul edilmektedir.

Doktrin sıradan bir ABD’li tüketicinin markayla karşılaştığında durup, yabancı kelimeyi İngilizce karşılığına çevireceğinin düşünüldüğü durumlarda uygulanacaktır (bkz. Palm Bay Imps., Inc. v. Veuve Clicquot Ponsardin Maison Fondee en 1772, 396 F.3d 1369, 1377, 73 USPQ2d 1689, 1696 (Fed. Cir. 2005). Sıradan ABD’li tüketici, ilgili yabancı dil hakkında bilgisi olan ABD’li kişi anlamında kullanılmaktadır (Thomas, 79 USPQ2d 1021, 1024 (TTAB 2006). Bir diğer karara göre, sıradan ABD’li tüketici, İngilizce dışındaki bir dilde bilgili olanlar, yani normal koşullarda ilgili sözcükleri İngilizceye çevirmesi beklenebilecek kişiler dahil olmak üzere, tüm ABD’li tüketicileri kapsamaktadır (Spirits Int’l, N.V., 563 F.3d 1347, 1352, 90 USPQ2d 1489, 1492 (Fed. Cir. 2009)).

N. Paper Mills, 64, F 2d 998, 1002, 17 USPQ 492, 493 (C.C.P.A. 1933) davasında yer verilen “iyi bilinen (yaygın) – modern bir yabancı dil” tanımlaması kapsamına giren, yani doktrinin uygulamasına esas olabilecek dillerin tespiti ve değerlendirilmesine yönelik olarak USPTO marka inceleme kılavuzunda (bölüm 1207.01(b)(vi)(B)) takip eden açıklamalara yer vermiştir (bu açıklamalar kılavuzun karıştırılma olasılığı ile ilgili bölümünde yer almaktadır, şöyle ki yabancı eşitler doktrini, iki marka arasında karıştırılma olasılığının tespitinde de kullanılmaktadır (yani, yabancı dildeki bir kelime ile İngilizce eşanlamlısı arasındaki karıştırılma olasılığı)):

İnceleme uzmanı, ilgili yabancı dilin yaygın – modern bir dil olduğu konusunda delil sunmalıdır. Sunulacak delillerin cinsi, ilgili vakanın özel koşullarına göre farklılık gösterebilir, ancak, mümkünse, inceleme uzmanı ABD’li tüketicilerin yüzde kaçının veya kaç tanesinin ilgili dili konuştuğuna dair kanıt sunmalıdır (bu tip delillere ABD bakımından http://www.census.gov/hhes/socdemo/language/ adresinde ulaşılması mümkündür). Örneğin, başvuru sahibi tarafından sunulan ve ABD nüfusunun yalnızca %0.6’sının Fransızcayı çok iyi veya iyi konuştuğunu gösteren nüfus sayımı sonucu içeriğindeki kanıt, mahkeme tarafından, Fransızcanın ABD’nde yaygın konuşulan ve İspanyolcanın ardından ABD’nde en çok bilinen ikinci yabancı dil olduğu tespitlerine varılmasını sağlayarak, başvuru sahibinin aleyhine kullanılmıştır (bkz. Thomas, 79 USPQ2d at 1024). Benzer şekilde, ABD’nde 706,000 adet Rusça konuşan kişinin yaşadığı yönündeki kanıt, Rus dilindeki bir markanın İngilizce anlamının tüketicilerin önemli bir bölümü tarafından anlaşılacağını gösteren inandırıcı bir kanıt olarak kabul edilmiştir. (bkz. Joint Stock Co. “Baik,” 80 USPQ2d 1305, 1310 (TTAB 2006)

Bu tip kanıtlara ulaşılamaması veya kanıtların yeterli olmaması halinde, inceleme uzmanı, ilgili dilin konuşulduğu ülkenin ABD’nin önemli ticari ortaklarından birisi olduğunu veya dünya genelinde büyükçe bir nüfusun bu dili konuştuğuna dair deliller sunabilir.

Ulaşılan kanıtlar, inceleme konusu kelimenin ait olduğu dilin yüksek oranda tanınmayan veya ölü bir olduğunu gösterirse, yabancı eşitler doktrini uygulanmayacak ve yabancı dildeki kelime tanımlayıcılığın tespit edilmesi amacıyla İngilizceye çevrilmeyecektir (bkz. Palm Bay Imps., 396 F.3d at 1377, 73 USPQ2d 1689, 1696; cf. In re Spirits Int’l, N.V., 563 F.3d 1347, 1351, 90 USPQ2d 1489, 1491 (Fed. Cir. 2009); Enrique Bernat F. S.A. v. Guadalajara Inc., 210 F.3d 439, 443, 54 USPQ2d 1497, 1499 (5th Cir. 2000), reh’g denied 218 F.3d 745 (2000); cf. Gen. Cigar Co. v. G.D.M. Inc., 988 F. Supp. 647, 45 USPQ2d 1481 (S.D.N.Y. 1997). Bir dilin “ölü” bir dil olup olmadığına yönelik değerlendirme, inceleme konusu terimin ilgili tüketici kesimince algılanacağı anlam esas alınarak, vaka bazında yapılmalıdır. (Örneğin; Latince ölü bir dil olarak kabul edilmekle birlikte, ilgili tüketici kesimi halen Latince terimleri kullanıyorsa, bu durumda Latince ölü bir dil olmaktan çıkacaktır.)

Yabancı dildeki bir kelimenin İngilizce bir kelimeyle birlikte kullanılmasından oluşturulan kombinasyonlar, eğer bu kombinasyonun yarattığı ticari algı, iki İngilizce kelimenin birlikte yaratacağı algıdan farklılaşmış ise tescil edilebilir nitelikte değerlendirilebilecektir. (Örn.: Johanna Farms Inc., 8 USPQ2d 1408 (TTAB 1988) davasında “LA YOGURT” kelime kombinasyonu, “yogurt” kelimesi için mutlak bir sağlanmayacağı yönündeki şerh ile birlikte yoğurtlar için tescil edilmiştir; Sweet Victory, Inc., 228 USPQ 959 (TTAB 1986) davasında “GLACE LITE” kelime kombinasyonu dondurmalar, meyveli dondurmalar, dondurulmuş yoğurtlar ve sütlü olmayan dondurulmuş tatlılar bakımından tanımlayıcı nitelikte bulunmamıştır; Universal Package Corp., 222 USPQ 344 (TTAB 1984) davasında “LE CASE”  kelime kombinasyonu, case kelimesi için mutlak bir sağlanmayacağı yönündeki şerh ile birlikte mücevher ve hediye kutuları bakımından tescil edilmiştir.)

“Yabancı eşitler doktrini” esas alındığında, İngilizce dışındaki dillerde olsalar da tanımlayıcı anlama sahip olan kelimelerin ABD’nde tescil edilmesinin oldukça güç olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla, ait olduğu dildeki anlamı itibarıyla tanımlayıcı olan kelimelerin, ABD’nde tescil ettirilmesi olasılığının düşüklüğünün, başvuru öncesi dikkate alınması gerekmektedir. Yukarıdaki açıklamalardan anlaşılacağı üzere, ilgili kelimenin İngilizcede anlamlı olmadığı yönündeki savunmaların, USPTO açısından kabul edilme olasılığı düşük olacaktır. Son söz olarak, doktrine ve uygulamasına yönelik ABD’nde eleştiriler getirildiğinin ve doktrinin uygulamasının orantılılık ilkesine uygun olmadığının altının çizildiğinin belirtilmesi yerinde olacaktır.

Önder Erol Ünsal

Eylül 2012

 

 

Adalet Divanı Birinci Derece Mahkemesi “Eurohealth” Kararı – Kapsayıcı Terimin İçeriğinin Yalnızca Bir Bölümüne İlişkin Tanımlayıcılık Hali

kt3(Görsel http://www.survival-supply.com/survival-kits-c-260.html adresinden alınmıştır.)

 

Adalet Divanı Birinci Derece Mahkemesinin 07/06/2001 tarihli T-359/99 sayılı “Eurohealth” kararının dikkat çekici yanı, birden fazla sayıda malı veya hizmeti kapsayabilecek nitelikteki kapsayıcı ifadelerden oluşan mal veya hizmet tanımlamalarında, tanımlayıcılık veya ayırt edici nitelikten yoksunluk halinin tanım kapsamına giren malların veya hizmetlerin sadece birine veya bir bölümüne ilişkin olması halinde, ret kararının kapsamının ne şekilde belirleneceğinin açıklığa kavuşturulmasıdır. (Kararın tamamı için bkz. http://oami.europa.eu/en/mark/aspects/jugement/T-359-99.htm)

 

Mal ve hizmet listelerinde uzun ifadelerden kaçınmak isteyen başvuru sahiplerinin kapsayıcı terimler kullanarak mal ve hizmet listelerini düzenlemeleri sıklıkla karşılaşılan bir durumdur. Örneğin, her tür basılı yayını tescil ettirmek isteyen başvuru sahipleri mal listelerinde onlarca tür basılı yayını tek tek saymak yerine, genellikle “basılı yayınlar” ifadesine yer vermekte ve anlamı itibarıyla her tür basılı yayını kapsayıcı içerikte bir ifade olan bu terimin tescil ettirilmesi yoluyla tüm basılı yayınlar üzerinde hak tesis edilmektedir. Bununla birlikte, yalnızca bir basılı yayın türüne ilişkin bir ret gerekçesinin ortaya çıkması durumunda ret kararının kapsamının ne şekilde verilmesi gerektiği konusunda kimi zaman belirsizlikler ortaya çıkabilmektedir.

 

Adalet Divanı Birinci Derece Mahkemesinin “eurohealth” kararı bu duruma ilişkin Avrupa Birliği pratiğini 2001 yılında belirleyerek, konuyu açıklığa kavuşturmuştur.

 

36. sınıfta yer alan “finans hizmetleri ve sigorta hizmetleri”ni kapsayan “eurohealth” başvurusunun OHIM tarafından ayırt edici nitelikten yoksunluk ve tanımlayıcılık gerekçeleriyle reddedilmesi üzerine başvuru sahibi karara karşı dava açmıştır. Başvuru sahibi, “eurohealth” teriminin başvuru kapsamında bulunan hizmetler bakımından ayırt edici nitelikte olduğunu, tanımlayıcı olmadığını iddia etmekte ve başvurunun gerçekçi olmayan, spekülatif nedenlerle reddedildiğini öne sürmektedir. Başvuru sahibine göre markanın Birlik üyesi bazı ülkelerde tescilli olması da markanın reddedilmemesi gerektiğini göstermektedir. Buna karşılık OHIM, “eurohealth” markasının olası anlamlarından birisinin ret kararının verilmesi için yeterli olduğunu belirtmektedir.

 

Mahkeme incelemesi, başvuru kapsamında bulunan “sigorta hizmetleri” ve “finansal hizmetler” bakımından ayrı ayrı yapılmıştır.

 

“Sigorta hizmetleri” bakımından yapılan incelemede; “sağlık” anlamına gelen “health” kelimesi ve “Avrupa’ya ait” anlamında kullanılan “Euro” sıfatının bir arada yazılmasından oluşturulmuş “eurohealth” teriminin, OHIM Temyiz Kurulunun belirtildiği üzere ilgili iş çevrelerinde “Avrupa düzeyinde geçerli sağlık sigortası” olarak algılanabileceği belirtilmiş, ilgili hizmetler bakımından açık biçimde tanımlayıcı olan “health” kelimesinin başına “Euro” sıfatının getirilmesinin markanın tanımlayıcı niteliğini ortadan kaldırmadığının altı çizilmiştir.

 

Mahkemeye göre, halkın ilgili kesimi,  “eurohealth” kelimesi ile “sigorta hizmetleri” kapsamına giren “sağlık sigortası hizmetleri” arasında derhal ve doğrudan bağlantı kuracaktır.

 

Markanın Avrupa Birliği üyesi ülkelerin ulusal ofislerinde tescilli olması kararı esas yönünden etkilemeyen, sadece incelemede göz önüne alınan bir husus olduğundan markanın (İngilizce konuşan ülkeler olan) İrlanda ve İngiltere’de tescil edilmiş olması OHIM incelemesinin aynı yönde sonuçlanmasını gerektirmemektedir.

 

Başvuru sahibi, tescil talebini, aralarında ayrım yapmaksızın sigorta hizmetleri tanımlaması kapsamına giren tüm sigorta hizmetleri için yapmış olduğundanTemyiz Kurulunun bu hizmetleri bütün olarak değerlendirerek inceleme yapmış olmasının da onaylanması gerekmektedir (paragraf 33) (Bu yazının amacını oluşturan paragrafın yorumu kararın içeriği aktarıldıktan sonra yapılacaktır.).

 

Belirtilen nedenlerle, Mahkeme başvurunun “sigorta hizmetleri” bakımından tanımlayıcılık gerekçesiyle reddedilmesi kararını yerinde bulmuştur. Mahkemeye göre, başvurunun aynı hizmetler bakımından ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçesiyle reddedilmesi de yerindedir.

 

“Finansal hizmetler” bakımından yapılan inceleme sonucunda ise başvurunun tanımlayıcı nitelikte olmadığı ve ayırt edici niteliğe sahip olduğu sonuçlarına varılmış ve OHIM Temyiz Kurulunun ret kararı belirtilen hizmetler bakımından kaldırılmıştır.

 

Sonuç olarak, Adalet Divanı Birinci Derece Mahkemesi, “eurohealth” markasının “sigorta hizmetleri” bakımından reddedilmesi kararını ayırt edici nitelikten yoksunluk ve tanımlayıcılık gerekçeleriyle yerinde bulmuş, buna karşın “finansal hizmetler” bakımından verilen ret kararı haklı görülmemiştir.

 

Kararın 33. paragrafında yapılan değerlendirmeye dönülecek olursa, Mahkemenin başvuruda “sigorta hizmetleri” ifadesinin yer aldığını belirttiği ve başvuru sahibinin “sigorta hizmetleri” arasında ayrım yapmadığının altını çizdiği görülmektedir. Bu husus göz önünde bulundurulduğunda Mahkemeye göre, ret kararının gerekçesi “sağlık sigortası hizmetleri”ne ilişkin olsa da, kararın kapsamının tüm “sigorta hizmetleri”ne ilişkin olması yerindedir. Bu çerçevede Mahkemenin, tanımlayıcılık gerekçeli ret kararından kaçınmak amacıyla, mal veya hizmet listesinin sınırlandırılması işlemini başvuru sahibinin yapması gerektiği görüşünde olduğu sonucuna ulaşılması, kanaatimizce mümkündür.

 

Alternatif durum, yani Ofisin “sigorta hizmetleri”ni resen ikiye bölerek, “sağlık sigortası hizmetleri” bakımından ret kararını devam ettirmesi ve “sağlık sigortası hizmetleri dışında kalan sigorta hizmetleri” bakımından ret kararını kaldırması ise Mahkeme kararında söz konusu edilmemiştir. Bununla birlikte, kanaatimizce bu yöntem de kimi durumlarda uygulanabilir niteliktedir.

 

İçeriği itibarıyla birden fazla sayıda malı veya hizmeti içeren mal – hizmet tanımlamaları (örn: basılı yayınlar, giysiler, iletişim hizmetleri, eğitim hizmetleri, vb.) söz konusu olduğunda ve ret gerekçesinin bu tanım kapsamına giren malların veya hizmetlerin tamamına değil sadece birine veya bir kısmına ilişkin olması halinde takip edilebilecek yollar kanaatimizce takip eden iki alternatif biçimde olmalıdır:

 

1-      Ret kararı göndermeden uyarı yazışmaları yoluyla sınırlandırma yapılmasının sağlanması (ideal yöntem): Başvurunun reddedilmesinden önce Ofisçe yazılacak bir uyarı mektubu yoluyla, başvuru sahibine başvurusunda yer alan kapsayıcı terimi hangi biçimde sınırlandırması durumunda ret kararı ile karşılaşmadan işlemleri sürdürebileceği hakkında bilgi vermek. Süreli bu mektuba yanıt verilmemesi veya önerinin kabul edilmemesi halinde kapsayıcı terimi reddetmek ve varsa karara itiraz üzerine incelemeyi sürdürmek. Bu yöntem, kanaatimizce ideal yöntem olmakla birlikte, çok sayıda başvuru, inceleme ve itiraz yükü altında ezilmiş ofisler bakımından, ek yazışma işlemleri yaratılması anlamında sürdürebilir bir yöntem olmayabilir.

 

2-     Ret mektubu üzerine yapılacak sınırlandırma ve eş zamanlı karara itiraz yöntemi: Öncelikli olarak, ret kararını ilgili kapsayıcı tanım bakımından vermek ve ret kararında mal / hizmet listesinin ne şekilde sınırlanması halinde ret kararının kısmen kaldırılabileceğinin çerçevesini başvuru sahibine çizmek. Başvuru sahibinin sınırlandırma talebinin yapılması yoluyla ret kararını kısmen kaldırmayı uygun bulması durumunda, Ofise bu yöndeki sınırlandırma talebini ve eş zamanlı olarak sınırlandırma talebini gönderdiğini belirten karara itiraz dilekçesini sunması ve itiraz işlemlerini talebin kaydedilmesi çerçevesinde sonuçlandırmak.

 

Son bölümlerde yazının ana fikrinden uzaklaşmış olmakla birlikte bu yazıda altını çizmek istediğimiz husus, başvuru listesinde yer alan kapsayıcı (birden fazla malı veya hizmeti işaret eden) bir terime (örn: basılı yayınlar, giysiler, iletişim hizmetleri, eğitim hizmetleri, vb.) ilişkin olarak, markanın o tanım kapsamına giren mallardan veya hizmetlerden sadece birisi veya bir bölümü bakımından ayırt edici nitelikten yoksun veya tanımlayıcı olması halinde, malın veya hizmetin başvuru sahibi tarafından sınırlandırılmaması halinde ret kararının malın veya hizmetin tamamına ilişkin olarak verilmesi gerektiğidir.

 

Bu içerikteki bir ret kararıyla karşılaşmamanın veya ret kararını kısmen bertaraf etmenin yolu ise, kapsayıcı terimin başvuru sahibince sınırlandırılması olacaktır (bkz. yukarıdaki öneriler). Bu sınırlandırmanın ne içerikte, şekilde ve aşamada yapılması gerektiğinin tescil Ofisi tarafından başvuru sahibine yazılı olarak bildirilmesi ve tarafların (Ofis ve başvuru sahibi) aynı fikirde olması hali, tarafları, belirsizlik ve itiraz incelemesi yükünden kurtararak, işlemlerin daha hızlı ve düzenli biçimde ilerlemesini sağlayabilecektir. Bu işleyiş biçiminin gerekli değişiklikler yapılarak diğer ret gerekçeleri bakımından da uygulanması da elbette mümkün olacaktır.

 

Önder Erol Ünsal

unsalonderol@gmail.com

 

OHIM Temyiz Kurulu “Sharbati” Kararı – Yabancı Dillerdeki Kelimelerin Tanımlayıcı Niteliğine İlişkin Değerlendirme

imagesCA9TX1AK(Görsel http://bigthink.com/ideafeed/turn-rejection-into-success adresinden alınmıştır.)

OHIM 5. Temyiz Kurulu 1 Mart 2012 tarihinde verdiği R 1095/2011-5 sayılı “Sharbati” kararında yabancı dillerdeki tanımlayıcı markaların Avrupa Birliğinde tescil edilebilirliğine ilişkin önemli saptamalar yapmıştır. Kararın tamamının http://oami.europa.eu/LegalDocs/BoA/2011/en/R1095_2011-5.pdf adresinde incelenmesi mümkündür. Bu yazı kapsamında kararın ana hatlarının ve Temyiz Kurulu saptamalarının kısaca açıklanmasına gayret edilecektir.

 

OHIM’e 29. ve 30. sınıflara dahil bazı malların tescil edilmesi talebiyle yapılan “sharbati” kelime markası başvurusu OHIM tarafından “pirinç; un ve tahıllardan yapılmış ürünler, ekmek, hamur işleri ve şekerlemeler” malları bakımından ayırt edici nitelikten yoksunluk, tanımlayıcılık ve ticaret alanında herkes tarafından kullanılır terimler arasında bulunma (Topluluk Marka tüzüğü madde 7/1(b),(c),(d)) gerekçeleriyle kısmen reddedilmiştir. OHIM’in ret kararının nedeni “sharbati” kelimesinin “sharbati” kelimesinin Hinsitan’a özgü bir pirinç ve buğday türünün ismi olmasıdır.

 

Başvuru sahibi Hindistan menşeili “Amira Foods (India) Limited” karara karşı OHIM Temyiz Kurulu nezdinde itiraz etmiştir. Başvuru sahibi itirazında temel olarak takip eden argümanları öne sürmüştür:

  • Avrupa Birliğinde yerleşik ortalama tüketicilerin “sharbati” kelimesinin pirinç, un ve kısmi ret kararı kapsamında yer alan diğer mallara ilişkin tanımlayıcı bir marka olduğunu bilmesi veya anlaması mümkün değildir. “Sharbati” kelimesi Avrupa Birliğinde konuşulan dillerde anlama veya tanımlayıcı içeriğe sahip bir kelime değildir.

 

  • İnternet aracılığıyla elde edilen deliller Hindistan menşeili kaynaklardan derlenmiştir. Avrupa Birliğinde yerleşik ortalama tüketiciler asla bu kaynaklara danışmayacaktır.

 

  • “Sharbati” kelimesi ortalama tüketicilerce marka olarak algılanabilecek nitelikte bir kelimedir.

 

  • “Sharbati” markası halihazırda 22 ülkede tescil edilmiş bir markadır ve tesciller kapsamında kısmi ret kararına konu mallar yer almaktadır.

 

  • OHIM Temyiz Kurulu başvuru sahibinin itiraz gerekçelerini detaylı biçimde değerlendirmiş ve aşağıda sayılan tespitleri yapmıştır:

 

  • Tanımlayıcılık başvuruya konu mallar ve halkın ilgili kısmı dikkate alınarak değerlendirilmelidir. Bir markanın kapsadığı mallara veya hizmetlere ilişkin tanımlayıcı veya ayırt edici niteliği değerlendirilirken, kamunun ilgili kesiminin algısı dikkate alınmalıdır. Kamunun ilgili kesimi ise, tescil talebinin gerçekleştiği yerde bulunan, ilgili malların veya hizmetlerin tacirleri ve ortalama tüketicilerinden oluşmaktadır. Bu kişilerin yeteri derece bilgili, gözlemci ve tedbirli olduğu kabul edilmektedir. Bir markanın tanımlayıcılık gerekçesiyle reddedilebilmesi hususunda ticaret çevrelerinin bu terim hakkındaki bilgisi öncelikli olarak belirleyici olacaktır. Tacirler bir ürünü veya onun özelliklerini isimlendiren terimlerin kullanımı konusunda serbest olmalıdır.

 

  • Başvuru sahibinin “sharbati” kelimesinin Avrupa Birliğinde bilinmediği veya kullanılmadığı dolayısıyla markanın tanımlayıcılık gerekçesiyle reddedilemeyeceği yönündeki argümanı, tanımlayıcılık gerekçeli ret gerekçesinin yanlış yorumlanmasından kaynaklanmaktadır. Şöyle ki bir markanın tanımlayıcılık gerekçesiyle reddedilebilmesi için o markanın Avrupa Birliğinde genel kullanımda bulunması gerekli değildir. Bu husus maddenin yazımında kullanılmış “may serve” ifadesinden anlaşılmaktadır.

 

  • Bir ürünün Avrupa Birliği sınırları dışında bilinmesi, o ürünün Avrupa Birliğinde de bilinebileceğinin güçlü bir işaretidir. Hindistan’da yetiştirilen bir pirinç veya buğday türünün, Avrupa Birliğinde bilinmemesi veya gelecekte bilinmeyecek olması, Hint pirinç ve buğdayının yüksek sayıdaki taciri ve müşterisi dikkate alındığında, olası değildir.

 

  • “Sharbati” kelimesinin ret kararı kapsamındaki mallar için tescil edilmesine izin vermek, başvuru sahibinin bir cins ismi üzerinde tekel hakkı oluşturmasına ve bu cins pirinç veya unu Avrupa Birliği sınırları dahilinde satmak isteyen diğer tacirlerin ürünlerini tanımlamak için bu cins ismini kullanmasını engelleyecek bir durumun oluşmasına imkan sağlayabilecektir.

 

  • Başvuru sahibinin “sharbati” kelimesinin pirinç ürününü tanımlamak için yaygın olarak kullanılan bir kelime olmadığı yönündeki iddiası ise ilgili piyasalardaki durum incelendikten sonra yerinde görülmemiştir. “Sharbati” tipi pirinç Basmati pirincinin kız kardeşi olarak anılmakta ve kalitesi ve daha ekonomik fiyatına bağlı olarak Hindistan’da orta sınıf aileler tarafından yaygın olarak kullanılmaktadır. “Sharbati” pirincini veya buğdayını, Avrupa Birliği dahil, ülke dışına ihraç edecek çok sayıda firmanın bulunması da mümkündür. Başvuruyu inceleyen uzman ve Temyiz Kurulunun ulaşmış olduğu deliller de bu bağlamda değerlendirilmelidir. Ulaşılan delillerin çoğunluğu ticari ürünleri pazarlayan ihracat firmalarının dokümanlarından elde edilmiştir. Daha önce de belirtildiği üzere, bir kelimenin Hindistan’da bir pirinç türünün ismi olması o ürünün Avrupa Birliğinde de ticari dolaşıma gireceğinin güçlü bir göstergesidir.

 

  • Başvuru sahibinin Avrupa Birliği dışındaki ülkelerde ret kararı kapsamındaki mallar için marka tescili elde etmiş olması, yerleşik içtihat doğrultusunda OHIM incelemesini etkiler bir husus değildir. Değerlendirme esnasında bu tescillerin varlığı dikkate alınmış ancak yukarıda yer verilen açıklamalar doğrultusunda markanın tescilini engeller hususlar belirlenmiştir.

 

  • Sayılan tüm gerekçeler doğrultusunda OHIM Temyiz Kurulu başvurunun tanımlayıcılık gerekçesiyle Topluluk Marka Tüzüğü 7(1)(c) bendi kapsamında kısmen reddedilmesi kararını yerinde bulmuş ve kelimenin reddedilen mallar bakımından ilgili sektördeki tacirlerin ortak kullanımına açık bir kelime olarak kalması gerektiğini tespit etmiştir.

 

  • Temyiz Kurulu değerlendirilen delillerin, Avrupa Birliğinde yerleşik pirinç tüketicilerinin, tacirlerinin ve uzmanlarının önemli kısmının “sharbati” kelimesini bildiğini göstermek için yeterli olduğu sonucuna ulaşmıştır. Kurula göre, deliller pirinç ithalatçıları ve Hint mutfağı meraklıları “sharbati” pirinci veya buğdayı türünü bildiğini göstermektedir. Sayılan nedenlerle, “sharbati” kelimesi kamunun önemli bölümü tarafından marka olarak hatırlanmayacak içeriktedir ve dolayısıyla başvurunun ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçesiyle Topluluk Marka Tüzüğü 7(1)(b) bendi çerçevesinde reddedilmesi kararı da yerindedir. Bununla birlikte, Kurul başvurunun Topluluk Marka Tüzüğü 7(1)(d) bendi kapsamında reddedilmesi kararını yerinde bulmamıştır.

 

Sonuç olarak, OHIM Temyiz Kurulu, “sharbati” kelimesinin “pirinç; un ve tahıllardan yapılmış ürünler, ekmek, hamur işleri ve şekerlemeler” malları bakımından tanımlayıcılık gerekçesiyle ve ilaveten ayırt edici nitelikten yoksunluk nedeniyle reddedilmesi yönündeki kararı haklı bulmuş ve ret kararını onamıştır.

 

Kanaatimizce, kararın önemli noktası, tanımlayıcılık hususunun değerlendirilirken, dikkate alınacak kamu kesiminin yalnızca ürünlerin nihai tüketicilerinden oluşmadığının, ilgili malların veya hizmetlerin tacirlerinin ve ilgili ticaret gruplarının da değerlendirilme de dikkate alınması gerektiğinin bir kez daha altının çizilmesidir. Bunun yanısıra, tanımlayıcılık değerlendirmesinin piyasadaki fiili – güncel duruma ilişkin bir değerlendirme olmasının yanında, madde yazılırken kullanılan “may serve” kalıbından da anlaşılacağı üzere, gelecekte piyasada kullanılma ihtimali bulunan  terimlere ilişkin değerlendirmeyi de içerdiğinin tekrardan belirtilmesi önemlidir.   

 

Özellikle, genel kullanıma açık mallar veya hizmetler bakımından, bu malların veya hizmetlerin nihai tüketicilerinin teknik veya farklı yabancı dillere ait kelimeleri yüksek oranda bilmesini veya algılamasıni beklemek gerçekçi olmayacaktır. Bununla birlikte, tanımlayıcılık gerekçeli ret gerekçesinin varlık nedeni, nihai tüketicilerin bilgi düzeyinin, genel kültürünün veya yabancı dil bilgisinin test edilmesi değil, ilgili sektördeki tacirlerin ortak kullanımına açık kalması gereken nitelikteki kelimelerin veya şekillerin, bir kişi adına marka olarak tescil edilmesinin engellenmesi yoluyla kamu yararının korunmasıdır. Dolayısıyla, kanaatimizce, tanımlayıcılık hususu değerlendirilirken, öncelikle maddenin varlık nedeni göz önünde bulundurulmalı ve inceleme – değerlendirme yalnızca malın veya hizmetin nihai tüketici kitlesi bakımından değil, ilgili malın veya hizmetin ticaretinin parçası olan tüm tacirler ve ticari aktörler açısından yapılmalıdır.    

 

Önder Erol Ünsal

Ağustos 2012

 

Uluslararası Bir Suçlunun İsmi Marka Olarak Tescil Edilebilir mi? Kolombiya’da “Pablo Emilio Escobar Gaviria” Başvurusu

Pablo_Escobar

 

Uluslararası gündemi ve polisiye olayları takip etmeye meraklı okuyucuların hafızasında, 1990’lu yıllarda “Pablo Escobar” ismi muhtemelen yer edinmiştir.

 

Hemen her Güney Amerikalı Latin gibi uzun bir ismi olan “Pablo Emilio Escobar Gaviria”, “Pablo Escobar” kısa ismiyle tanınmıştır ve kendisi Kolombiya’nın (belki de 90’lı yıllarda dünyanın) en ünlü uyuşturucu baronudur. Uyuşturucu kaçakçılığında elde ettiği gelir, Forbes dergisine göre 1989 yılında kendisini dünyanın en zengin 227 kişisi arasına sokmuştur.  “Pablo Escobar” 2003 yılında polisle girmiş olduğu bir çatışmada öldürülmüş olsa da, büyük suç imparatorluğu nedeniyle ismi halen hatırlanmaktadır ve muhtemelen kendi ülkesinde çok uzun süre unutulmayacaktır.

 

http://abcnews.go.com/International/wireStory/pablo-escobar-trademark-denied-colombia-20243100 adresinde yer alan bir habere göre, “Pablo Escobar”ın ailesi de kendisini unutmamış olacak ki, Arjantin’de yaşayan dul karısı ve iki çocuğu, Escobar’ın tam ismini, yani “Pablo Emilio Escobar Gaviria” ismini marka olarak tescil ettirmek için Kolombiya makamlarına başvuruda bulunmuşlar.

 

Kolombiya Sanayi ve Ticaret Bakanlığı, uluslararası bir suçlunun isminden oluşan marka tescil başvurusunu kamu düzenini bozan ve ahlaka aykırı nitelikte bulduğu için reddetmiş ve habere göre aile bu karara karşı itiraz etmiş.

 

Dünya genelinde suçun ve suçlunun sıradanlaştırılarak günlük yaşamın parçası haline getirildiği günlerde, bu tip bir marka başvurusuyla karşılaşmak doğrusu pek şaşırtıcı değil. Bakalım daha nelerle karşılaşabiliriz.

 

Önder Erol Ünsal

Eylül 2013

Madrid Protokolü’nde Statü Bildirim Yazıları ve Kesin Karar Bildirimleri

beach_too_much_information_sign(Görsel http://www.dawgsports.com/2008/10/17/637322/too-much-information-georg adresinden alınmıştır.)

 

Madrid Protokolü kapsamında yapılan uluslararası marka tescili başvuruları, WIPO Uluslararası Bürosu tarafından uluslararası sicile kaydedilmelerinin ardından, ulusal mevzuatlara göre gerçekleştirilecek inceleme için başvuru formunda seçilen ülkelerin ofislerine gönderilmektedir. Önceden yayınladığım “Madrid Protokolü kapsamındaki Uluslararası Marka Başvurularına ilişkin Ret Kararları, İlgili Düzenlemeler ve Süre Limitleri” başlıklı yazımda, (http://wp.me/p43tJx-5L)  uluslararası başvuruların reddedilmesine yönelik düzenleme, prosedür ve süre limitlerini açıklamaya çalışmıştım, bu yazıda ise uluslararası başvuruların kabul edilmesi ve nihai kararların bildirilmesine yönelik düzenleme ve prosedürleri özetlemeye gayret edeceğim.

 

Madrid Andlaşması ve Protokolünün Ortak Yönetmeliği birinci ve ikinci mükerrer 18inci maddeleri (bundan sonra 18bis ve 18ter maddeleri olarak anılacaktır) “Belirlenen bir Akit Tarafta Markanın Geçici Durumu” (Interim Status of a Mark in a Designated Contracting Party) ve “Belirlenen bir Akit Tarafta Markanın Durumuna ilişkin Nihai İşlem” (Final Disposition on Status of a Mark in a Designated Contracting Party) başlıklarını taşımaktadır.

 

Başvuru sahibi tarafından uluslararası başvurunun yönlendirildiği taraf ülke ofisleri, başvurular kendilerine iletildikten sonra 12 veya 18 aylık süre limitleri dahilinde başvurulara ilişkin (varsa) ret kararlarını Uluslararası Büroya göndermekle mükelleftir. Seçilen ülke ofislerince hakkında ret kararı veya herhangi bir bildirim gönderilmemiş başvuruların akıbeti veya hangi aşamalarda olduklarının bilinmesi yönündeki istekler ve sistemin daha şeffaf hale getirilmesi yönündeki çalışmalar sonucunda, uluslararası tescil sistemine başvuruların durumuna ilişkin bildirimler eklenmiştir. Bazı ülkeler tarafından (Türkiye dahil) neredeyse 10 yıldır gönderilen bu bildirimler, talepler doğrultusunda Yönetmelik kapsamında detaylı olarak düzenlenmiş ve bildirimlere ilişkin kurallar getirilmiştir. Belirtilen bildirimlerden markanın geçici durumuna ilişkin bildirimler Yönetmeliğin 18bis maddesinde, nihai duruma ilişkin bildirimler ise 18ter maddesinde yer almaktadır.

 

A-   Ortak Yönetmelik Madde 18bis

 

Yönetmeliğin 18bis maddesi yukarıda da belirtildiği üzere “Belirlenen bir Akit Tarafta Markanın Geçici Durumu” başlığını taşımaktadır.

 

Madde 18bis kapsamında gönderilecek bildirim, başvuru sahiplerini seçilen ülke ofisince yapılan resen incelemenin tamamlandığı, resen inceleme sonucunda başvurunun reddedilmesini gerektirecek gerekçeye rastlanmadığı, bununla birlikte başvurunun üçüncü kişilerin ilana itirazlarına veya görüşlerine açıldığı yönünde bilgilendirmeye ve ilana itiraz veya görüşlere ilişkin tarihleri bildirmeye yönelik bir yazışmadır.

 

Madde 18bis kapsamındaki bildirim seçilen ülke ofisi tarafından WIPO Uluslararası Bürosuna gönderilir. Bildirimin uluslararası sicilde kaydının ardından, bildirim Uluslararası Büroca başvuru sahibine (vekili de kapsar anlamda kullanılmaktadır) iletilir. Yazışmayı alacak başvuru sahibi, markasının seçilen ülke ofisinde hangi aşamada olduğu hakkında bilgi sahibi olmanın yanısıra, başvuruya karşı yapılacak itirazlara ilişkin süre limitini de öğrenecektir.

 

Seçilen ülkelerin bu bildirimi göndermeleri zorunlu değildir, ancak bildirim gönderilecekse, bildirimin ret için belirlenmiş 12 veya 18 aylık süre limitleri dahilinde gönderilmesi gerekmektedir.

 

Madde 18bis birinci paragraf (b) bendinde, aynı bildirimin ofis tarafından hakkında önceden ret kararı verilmiş markalar için de gönderilebileceği belirtilmektedir, bununla birlikte bu tip markalar bakımından bildirimin 12 veya 18 aylık süre limitleri dahilinde gönderilmesi gibi bir zorunluluk belirtilmemiştir. Madde 18bis birinci paragraf (b) bendinde yer alan bildirimin gönderilmesinin de Yönetmelik kapsamında zorunlu olmadığı ve üye ülkenin takdirinde olduğu ayrıca belirtilmelidir.

 

B-   Ortak Yönetmelik Madde 18ter

 

Yönetmeliğin 18ter maddesi “Belirlenen bir Akit Tarafta Markanın Durumuna ilişkin Nihai İşlem” başlığını taşımaktadır.

 

18ter maddesi farklı durumlarda gönderilecek bildirimlerin niteliğini bildiren 4 paragraf içermektedir. Bu paragrafları ayrı başlıklar altında incelemek sistematik bir değerlendirmeyi mümkün kılacaktır.

 

1-      Önceden Ret Bildiriminin Gönderilmediği Hallerde Koruma Sağlandığına Yönelik Beyan (Statement of Grant of Protection Where No Notification of Provisional Refusal Has Been Communicated):

 

Madrid Sistemi kapsamında gönderilen ret kararları, kesinleşmiş ret kararı gönderilene kadar “geçici ret (provisional refusal)” kararları olarak kabul edilmektedir. Ofis tarafından ret kararını kısmen veya tamamen teyit eden kesinleşmiş ret kararlarının gönderilmesi halinde geçici ret kararı adlandırması ortadan kalkmaktadır. Türkiye’de “geçici ret” kararı şeklinde bir adlandırma olmadığı ve geçici kelimesi yanlış anlaşılmalara yol açabilecek nitelikte olduğu için geçici ret (provisional refusal) ifadesini kullanmayı tercih etmiyorum.

 

Madde 18ter birinci paragrafta düzenlenen durum, hakkında önceden herhangi bir ret bildirimi gönderilmemiş markalara ilişkindir. Seçilen ofisler, 12 veya 18 aylık ret süreleri dahilinde bir uluslararası tescil başvurusuna ilişkin incelemeyi tamamlamış ve herhangi bir ret nedeni tespit etmemişlerse, belirtilen süreler içerisinde ve mümkün olan en kısa zamanda Uluslararası Büroya söz konusu markaya koruma sağlandığına ilişkin bildirimde bulunmak zorundadır.

 

Taraf ülke ofisleri madde 18ter birinci paragrafta yer alan bildirimi, madde 18bis’teki düzenlemenin tersine, Uluslararası Büroya göndermek zorundadır. Bildirimi göndermek zorunlu olmakla birlikte, bildirimi göndermemenin belirlenmiş bir sonucu yoktur.

 

2-     Ret Bildirimini Takiben Gönderilen Koruma Sağlandığına Yönelik Beyan (Statement of Grant of Protection Following a Provisional Refusal)

 

Seçilen ofis bir başvuruya ilişkin olarak 12 veya 18 aylık süre limitleri dahilinde bir ret kararı göndermiş olmakla birlikte, başvuru sahibi tarafından yapılan itiraz üzerine veya resen bu ret kararı kaldırılmış olabilir. Bu tip durumlarda gönderilecek bildirimler madde 18ter ikinci paragrafta düzenlenmiştir. Madde 18ter ikinci paragrafa göre, hakkında önceden bir ret kararı gönderilmiş bir uluslararası başvuruya ilişkin olarak, seçilen ofis nezdindeki tüm işlem ve prosedürlerin tamamlanmasının ardından, ilgili ofis, Uluslararası Büroya ret kararının kaldırıldığı ve markanın başvuru kapsamında bulunan tüm mallar ve/veya hizmetler bakımından korunduğu (ret kararının tümüyle kaldırılması) veya ret kararının kısmen kaldırıldığı ve markanın başvuru kapsamında bulunan bazı mallar ve/veya hizmetler bakımından korunduğu (ret kararının kısmen kaldırılması, bu durumda korumaya konu mallar ve/veya hizmetler belirtilmelidir) yönünde bildirimde bulunmak zorundadır.

 

Aynı zorunluluk, kısmi ret kararının teyit edildiği bildirimler bakımından da geçerlidir. Bir diğer deyişle, önceden kısmen reddedilen bir uluslararası başvuruda, kısmi ret kararına ilişkin olarak, seçilen ofis nezdindeki tüm işlem ve prosedürlerin tamamlanmasının ardından kısmi ret kararı ofis nezdinde kesinleştiyse, buna ilişkin beyanın (yani, markanın ret kararı kapsamında bulunmayan mallar ve/veya hizmetler için koruma altına alınacağına yönelik beyanın) Uluslararası Büroya gönderilmesi zorunludur.

 

Taraf ülke ofisleri, yukarıda açıklanan durumlara ilişkin olarak, madde 18ter ikinci paragrafta yer alan bildirimi, Uluslararası Büroya göndermek zorundadır. Bununla birlikte, bildirimin gönderilmesi için öngörülmüş bir süre limiti yoktur, dolayısıyla 12 veya 18 aylık süre limitlerinin madde 18ter ikinci paragraf bakımından geçerliliği bulunmamaktadır.

 

3-     Tüm Mallar ve/veya Hizmetler için Geçerli Ret Bildiriminin Onaylanması (Confirmation of Total Provisional Refusal)

 

Madde 18ter üçüncü paragrafa göre, bir uluslararası başvuru kapsamında bulunan tüm mallar ve/veya hizmetler için reddedildikten (tümden ret) sonra, karara karşı itiraz edilmemesi veya itirazın reddedilmesi neticesinde, başvuruya ilişkin olarak seçilen ofis nezdindeki tüm işlem ve prosedürler tamamlanmışsa, ofis kendi nezdindeki işlemlerin tamamlandığını ve ret kararının onaylandığını bildiren bir beyanı Uluslararası Büroya göndermek zorundadır.

 

Madde 18ter üçüncü paragrafta yer alan bildirimin, Uluslararası Büroya gönderilmesi için öngörülmüş bir süre limiti yoktur, dolayısıyla 12 veya 18 aylık süre limitlerinin madde 18ter üçüncü paragraf bakımından geçerliliği bulunmamaktadır.

 

4-    Sonraki Kararlar (Further Decision)

 

Madde 18ter ikinci ve üçüncü paragraflar kapsamında gönderilen bildirimler, seçilen ofis nezdindeki işlemlerin tamamlanmasının (kararın ofiste yapılabilecek işlemler bakımından kesinleşmesi)  ardından gönderilmesi gereken beyanlardır. Ofis nezdindeki işlemler terimi, seçilen taraf ülkedeki idari tescil otoritesi nezdindeki işlemleri ifade etmektedir ve tescil otoritesinin kararlarına karşı açılacak davalar sonucu mahkemeler veya ofis dışındaki denetim organları tarafından verilecek kararlar belirtilen ifade kapsamına girmemektedir.

 

WIPO tarafından yayınlanan Madrid Sistemine ilişkin kılavuzda (bkz. http://www.wipo.int/export/sites/www/madrid/en/guide/pdf/partb2.pdf s.50), bu husus açık olarak belirtilmiştir. WIPO, bu düzenlemenin nedenini, idari tescil otoritesinin kendi dışında başlatılan işlemlerden (dava, vb.) her durumda haberdar olmasının mümkün olmaması ve dolayısıyla, kendi dışında verilecek kararların kesinleşip kesinleşmediği hakkında bilgi sahibi olma imkanının bulunmaması olarak açıklamaktadır. Dolayısıyla, Yönetmelik madde 18ter ikinci ve üçüncü paragraflar kapsamında gönderilen bildirimler, ofis (Türkiye bakımından Türk Patent Enstitüsü) tarafından verilen “idari bakımdan nihai kararları” bildirir içeriktedir ve bu kararların mahkemeler tarafından iptal edilmesi durumunda, önceden gönderilen beyanların değiştirilmesi gerekmektedir.

 

Madde 18ter dördüncü paragraf, ofis tarafından önceden ikinci ve üçüncü paragraflar kapsamında gönderilen beyanlarda belirtilen koruma kapsamında, mahkeme (veya ofis kararını iptal yetkisine sahip ofis dışındaki bir denetleme organı) kararı sonrası değişiklik olması halinde, ofislere uluslararası marka hakkındaki son durumu yeni bir bildirimle Uluslararası Büroya bildirme imkanı vermektedir. Ofisin bu yönde bir bildirimde bulunabilmesi için karardan haberdar olması gerekmektedir ve bu husus Madde 18ter dördüncü paragrafta belirtilmiştir. Dördüncü paragrafta ve kılavuzda açık olarak yazılmamış olsa da, kanaatimizce, Uluslararası Büroya gönderilecek yeni bildirim, ancak kesinleşmiş mahkeme kararları bakımından yapılmalıdır.

 

Uluslararası marka tescil sistemi, kısa adıyla Madrid sistemi yapısında, marka sahiplerinin bilgilendirilmesine yönelik kanalların eksikliği ve bazı durumlarda yokluğu sistem kullanıcıları tarafından uzun yıllar boyunca eleştirilmiştir. Yönetmelikte önceden beri mevcut olan ve bazıları sonradan eklenen bilgilendirme beyanlarının, taraf ülke ofislerince etkin kullanımı, uluslararası marka başvurusu sahiplerinin markalarının ulusal ofislerdeki durumu hakkında yeteri derecede bilgi sahibi olmalarını sağlayacaktır. Dolayısıyla, mevcut Yönetmelik hükümleri çerçevesinde, kanaatimizce, asıl sorun bilgilendirme kanallarının yokluğu ve eksikliği değil, bu kanalların taraf ülke ulusal ofislerince yeteri derecede etkin olarak kullanılmaması olarak ortaya çıkmaktadır.

 

Önder Erol Ünsal

Temmuz 2012

 

Madrid Protokolü kapsamındaki Uluslararası Marka Başvurularına ilişkin Ret Kararları, İlgili Düzenlemeler ve Süre Limitleri

imagesCA9DJB4J

(Görsel http://www.mndwidefenseblog.com/articles/test-refusal/ adresinden alınmıştır.)

 

Türkiye’nin 1999 yılından bu yana taraf olduğu ve sınai mülkiyet alanında en yoğun olarak kullandığı uluslararası andlaşma olan Markaların Uluslararası Tesciline ilişkin Madrid Protokolü, uluslararası marka tescil başvurusu şartlarını düzenlemesinin yanısıra taraf ülke ofislerinin Protokol yoluyla yapılan başvuruları incelemesine ilişkin düzenlemeleri de içermektedir. Bu yazı Protokol kapsamında yapılan uluslararası marka başvurularına ilişkin ret kararlarına yönelik düzenlemeleri, şartları ve kısıtlamaları aktarmak ve değerlendirmek amacıyla yazılmıştır.

 

Madrid Protokolünün 5. maddesi taraf ülkelerin uluslararası başvuruları reddetme veya hükümsüz kılma yetkilerine ilişkin düzenlemeleri içermektedir.

 

5. maddenin birinci paragrafına göre seçilen ülke ofislerinin, mevzuatlarının kendilerine tanıdığı yetki çerçevesinde, kendi ofislerine yöneltilen uluslararası tescil başvurularını reddetme yetkisi bulunmaktadır. Seçilen ülke ofislerinin verdiği ret kararlarının gerekçelerinin Paris Sözleşmesinin dördüncü mükerrer altıncı maddesi B paragrafında sayılan ret gerekçeleri kapsamına girmesi ve ulusal başvurular için uygulanabilecek ret gerekçelerinden farklı olmaması gerekmektedir. Aynı paragrafa göre, seçilen ofisin mevzuatının çok sınıflı başvurulara izin vermemesi nedeniyle başvuruyu reddetme yetkisi bulunmamaktadır. Bu durumda, Çin Halk Cumhuriyeti gibi ulusal başvurularda yalnızca tek sınıflı (ve bilindiği kadarıyla en fazla 5 adet mal veya hizmet için) başvuruları kabul eden ülkeler, Madrid Protokolü aracılığıyla gelen başvurularda bu tip kısıtlamaları uygulayamayacaktır.

 

5. maddenin ikinci paragrafı (a) bendine göre, ulusal ofisler WIPO Uluslararası Bürosuna ret kararlarını, başvurunun kendilerine iletildiği tarihten başlayan 12 aylık süre içerisinde göndermek zorundadır. 12 aylık süre geçtikten sonra gönderilen ret kararları ise uluslararası sicile kaydedilmeyecek ve başvurunun ilgili ülkede kabul edildiği varsayılacaktır. Dikkat edilmesi gereken nokta, ret için süre limitinin uluslararası tescil tarihinden itibaren değil, uluslararası başvurunun seçilen ülkeye bildirim tarihinden itibaren başlamasıdır. Belirtilen bildirim tarihi uluslararası başvuruların üzerinde yer almaktadır ve başvuru sahiplerine de bildirilmektedir. Seçilen ulusal ofisin bildirim tarihini bildirimin kendisine ulaştığı posta tarihiyle değiştirmek gibi bir yetkisi ise bulunmamaktadır.

 

5. maddenin ikinci paragrafı (b) bendine göre, taraf ülkelerin (a) bendinde belirtilen 12 aylık ret süresini 18 aya çıkarma yönünde deklarasyonda bulunma hakları mevcuttur. Dolayısıyla, Protokol tarafı ülkelerden bu deklarasyonu yapanlar bakımından, yukarıdaki paragrafta yaptığımız diğer açıklamalar aynı kalmak şartıyla, ret süresi uluslararası başvurunun seçilen ülkeye bildirim tarihinden itibaren 18 ay olacaktır. Türkiye, bu yönde bildirim yapmış olduğundan, Türkiye’ye yapılan uluslararası tescil başvuruları bakımından ret süresi 18 aydır. Temmuz 2012 itibarıyla, ulusal ofislerine yapılan başvurular için ret süresinin 18 ay olduğu yönünde bildirimde bulunan ülkeler;  Ermenistan, Avustralya, Bahreyn, Belarus, Bulgaristan, Çin, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Danimarka, Estonya, Avrupa Birliği, Finlandiya, Gürcistan, Gana, Yunanistan, İzlanda, İran, İrlanda, İsrail, İtalya, Japonya, Kenya, Litvanya, Madagaskar, Norveç, Umman, Polonya, Güney Kore, San Marino, Singapur, Slovakya, İsveç, İsviçre, Suriye, Tacikistan, Türkiye, Ukrayna, Birleşik Krallık, Amerika Birleşik Devletleri ve Özbekistan’dır.

 

5. maddenin ikinci paragrafı (b) bendine göre yapılan bildirimin, hem anlaşmaya hem protokole taraf bir ülkenin menşe ofis olduğu, hem anlaşmaya hem protokole bir diğer ülkenin ise seçilen ülke olduğu durumda etkisinin olmadığı ve ret süresinin bu tip bir durumda 12 ay olacağının ayrıca belirtilmesi gerekmektedir. Protokol’de 2008 yılında yapılan değişiklikle, hem anlaşmaya hem protokole taraf ülkelerin menşe ofis ve seçilen ülke ofisi olmaları halinde, Protokol hükümlerinin belirleyici olacağı düzenlenmiş olmakla birlikte, Protokol madde 5(2)(b) ve (c) bentleri ile Protokol madde 8(7) hükmü (bireysel ücretler) bu düzenlemenin dışında kalmıştır. Türkiye, Madrid Andlaşması’na taraf olmadığından, Türkiye için yapılan tüm başvurularda Protokol hükümleri belirleyicidir.

 

5. maddenin ikinci paragrafı (c) bendi ret süresi uzatımına ilişkin bir diğer özel düzenleme içermektedir. Bu düzenlemeye göre, ulusal ofislerin olası itirazlardan kaynaklanabilecek olası ret kararlarını Uluslararası Büroya, ilgili süre limitleri dahilinde, önceden bildirmeleri durumunda ilgili ofise 18 aya ek yeni bir ret bildirimi süresi tanınmaktadır. Bu bildirim, her başvuru bakımından geçerli bir ek süre niteliğinde değildir ve bildirimin ulusal ofis tarafından ilgili süre limitleri içerisinde ilgili başvuru özelinde Uluslararası Büroya gönderilmesi gerekmektedir. Bu hakkın kullanılabilmesi için Protokol madde 5(2)(c)’ye göre, bir başvuruya ilişkin olarak 18 aylık ret süresinin dolmasından itibaren olası itirazların gelebileceğine yönelik bir bildirimin, başvuruya ilişkin ret süresinin dolmasından önce Uluslararası Büroya gönderilmesi gerekmektedir. Bu yönde bildirimde bulunulmasının ardından, itiraz üzerine başvurunun reddedilmesine yönelik kararın, ilana itiraz süresinin dolmasından itibaren bir ay içerisinde Uluslararası Büroya iletilmesi gerekmektedir ve bu sürenin ilana itiraz süresinin başlangıcından itibaren yedi aydan geç olması hiçbir durumda mümkün değildir.

 

Temmuz 2012 itibarıyla, ulusal ofislerine yapılan başvurular için 5. maddenin ikinci paragrafı (c) bendinde yer alan ek süre limitini kullanabilecekleri yönünde deklarasyonda bulunan ülkeler;  Avustralya, Çin, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Danimarka, Estonya, Finlandiya, Gana, Yunanistan, İran, İrlanda, İsrail, İtalya, Kenya, Litvanya, Norveç, Güney Kore, Singapur, İsveç, Suriye, Türkiye, Ukrayna, Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri’dir.

 

Uluslararası Büro, seçilen ülke ofisinden bir uluslararası başvuruya ilişkin ret mektubu almasının ardından, ret kararını süre limiti dahil olmak üzere şekli şartlara (başvuruya ilişkin bilgilerin uygunluğu, ret kararına gerekçe ulusal mevzuat hükümlerinin ve hüküm içeriklerinin belirtilmesi, ret kararı önceki bir markaya dayanıyorsa, bu markaya ilişkin verilere yer verilmesi, varsa karara itiraz süresinin ve yönteminin belirtilmesi, ret kararının başvurunun tümü veya bir bölümü tarafından verildiğine dair bilgi ve kısmi ret söz konusu ise reddedilen mallara veya hizmetlere yer verilmesi, itiraz üzerine verilen ret kararlarında itiraz sahibinin belirtilmesi, vb.) uygunluk bakımından kontrol eder. Şekli şartlara aykırılık varsa, ret mektubu Uluslararası Sicile kaydedilmez ve ret kararını gönderen ofise bu yönde bilgi verilir, eğer şekli eksiklik düzeltilebilir bir eksiklikse düzeltilmiş ret bildiriminin Uluslararası Büroya bildirilmesinin ardından ret kararı sicile kaydedilir.

 

Uluslararası Büro, hiçbir ret kararını esas bakımından incelemez ve ulusal ofis tarafından verilen ret kararının yerindeliğini kontrol etmez. Ret kararlarına yönelik olarak, Uluslararası Büronun tek görevi, bu kararları ulusal ofisten almak, eğer şekli şartlara uygunlarsa uluslararası sicile kaydetmek, başvuru sahiplerine göndermek ve ret kararları şekli şartlara uygun değilse ilgili ulusal ofisi uyararak düzeltme talep etmektir. Bir diğer deyişle, Uluslararası Büroda görevli uzmanlar hiçbir ret kararına yönelik yerindelik incelemesi yapmamaktadır.

 

Ret kararının, Uluslararası Büro tarafından başvuru sahibine (başvuru sahibinin vekilini de kapsar anlamda kullanılmaktadır) iletilmesinin ardından, ret mektubunda belirtilen süre limitini ve itiraz yöntemini dikkate alan başvuru sahibi, ilgili ret kararına karşı ilgili ülkede itiraz edip etmeyeceğine karar vermek durumundadır. Karara itiraz edilmesi durumunda, bu itiraz ilgili ülke mevzuatında öngörülen şartlar dikkate alınarak (eğer varsa, ulusal vekil gerekliliği, itiraz ücretleri, itiraz makamı, vb.) gerçekleştirilir. Karara itiraz dilekçesi veya itirazla ilgili hiçbir doküman Uluslararası Büroya gönderilmemelidir. Kısaca, ulusal ofisin ret kararına karşı itiraz edilmesi halinde, Uluslararası Büro tamamen devre dışı kalır ve tüm işlemler, ilgili ulusal ofis mevzuatı çerçevesinde gerçekleştirilir.

 

5. maddenin beşinci paragrafına göre, bir uluslararası başvuruya ilişkin olarak Uluslararası Büroya, aynı maddenin birinci ve ikinci paragraflarında belirtilen şartlara uygun bir ret kararı göndermeyen ulusal ofisler, ilgili başvuru bakımından başvuruyu reddetme hakkını kaybederler.

 

Ulusal ofislerin, 5. maddede belirtilen süre limitleri içerisinde Uluslararası Büroya göndermeleri gereken ret kararları ilk (geçici – provisional) ret kararlarıdır. Süre limitleri içerisinde geçici ret kararının gönderilmesi yeterlidir, ofisin kesinleşmiş ret kararını aynı süre limiti içerisinde göndermesi veya karara itiraz incelemesini belirtilen süre limiti içerisinde sonuçlandırması şart değildir. Karara itirazların incelenmesi ve kesinleşmiş ret kararlarının bildirilmesi için Protokol kapsamında öngörülen bir süre limiti bulunmamaktadır.

 

Ulusal ofisler, ret gerekçelerinin tamamını ret süresi içerisinde göndermek zorundadır. Yeni ret gerekçelerinin ret süre limitinin dolmasının ardından eklenmesi mümkün değildir (An Office may notify additional grounds with respect to that particular international registration in further notifications of refusal, provided that it sends such further notifications to the International Bureau within the time limit. – bkz.

http://www.wipo.int/export/sites/www/madrid/en/guide/pdf/partb2.pdf, s.39).

 

 

Protokol kapsamında, uluslararası başvuruların akıbeti hakkında bilgi veren bir diğer bildirim formatı ise başvurular hakkındaki statü bildirim yazıları ve kesin kararlardır. Bu tip bildirimlerin açıklanmasına yönelik yeni bir yazı Madrid Protokolü ile ilgili yazılarımın takip edeni olacaktır.

 

Önder Erol Ünsal

Temmuz 2012

 

Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor – Peki Katı Marka Uzmanları Ne Oluyor?

allthatissolid

 

Karl Marx’a ait “Katı olan her şey buharlaşıyor.” tümcesi, değişimin sürekliliğini işaret eden meşhur bir ifadedir. Bu ifadeyi gerçek bağlamından farklı biçimde alarak bu yazıda başka bir amaçla kullanıyoruz. Yazıda yanıtını arayacağımız sorular, katı marka uzmanı var mıdır, varsa buharlaşmış mıdır veya kısa zamanda buharlaşacak mıdır veya buharlaşması gerekli midir, sorularıdır.

Marka uzmanlarının marka tescil başvuruları hakkında verdikleri kabul veya ret kararları ve Kanun Hükmünde Kararnamenin incelemeyi düzenleyen maddelerine getirdikleri kişisel yorum veya bakış, uzmanların katı (strict) veya esnek (flexible) uzmanlar olarak değerlendirilmelerini yanında getirmektedir. Bu yazı, uzmanların incelemeye ilişkin bakışlarını değerlendirmek için kullanılan bu tip tanımlamaların yerindeliğinin sorgulanması amacıyla yazılmıştır.

Öncelikle, detaylı inceleme kılavuzlarının yokluğunda, marka incelemesinde kişisel değerlendirmelerin görece daha önemli payının olabileceğinin kabulü gereklidir. Tersi durumda, yani detaylı inceleme kılavuzlarının varlığı halinde ise, kişisel değerlendirmeler etkilerini haliyle yitirmekte ve kurumsal bakış ve değerlendirme ön plana çıkmaktadır. Detaylı inceleme kılavuzlarının varlığı ve bunlarla uyumlu karar alınması esasında, katı veya esnek uzman ayrımı marjinalize olmakta, bir diğer deyişle kurumsallık yerleşik hale gelmektedir.

2011 yılı öncesinde Türkiye’de marka inceleme kılavuzlarının yetersizliği veri olarak alınmalı ve bu tarih öncesinde katı – esnek uzman ayrımı için objektif şartların var olduğu kabul edilmelidir. 2011 yılında oldukça detaylı ve kanaatimce başarılı inceleme kılavuzlarının

(http://www.tpe.gov.tr/TurkPatentEnstitusu/resources/temp/F9E4CFAF-A7AE-4FEA-8BCC-DA8B5C7DAB00.pdf)  yürürlüğe girdiği andan itibaren ise bu ayrımın objektif şartları ortadan kalkmıştır.

Marka inceleme kılavuzlarının varlığı, kurumsal olarak bunlara uygun karar verilmesi gerekliliği ve kurumun bu kriterlere uygun karar verdiği yönündeki varsayım, teorik olarak katı – esnek uzman ayrımını marjinal düzeye indirgemiştir. İnceleme kılavuzlarında çeşitli konularda çizilen çerçeve merkez olarak kabul edilirse, – çoğunluğun yer aldığı – bu merkezin uzağında sürekli biçimde farklı karar verilmesi, kanaatimizce uzmana verilen karar verme yetkisinin yanlış yönde kullanılması anlamına gelecektir. Şöyle ki, uzman kendi adına değil kurum adına karar vermektedir ve kendisine tanınan yetkinin sınırları, kanaatimizce inceleme kılavuzu dahilinde çizilmiş durumdadır.

Bununla birlikte, marka incelemesinin matematiğe, kurallara veya formüllere indirgenmesi mümkün değildir. Çözülmesi gereken temel soru, markaların benzerlik (ayırt edilemeyecek derecede benzerlik dahil) derecesinin ve malların / hizmetlerin benzerliğinin bir arada değerlendirilmesi neticesinde Kanun Hükmünde Kararnamede ifade edilen ret durumlarının ortaya çıkıp çıkmadığı olunca ve bu incelemenin her marka ve benzerleri bakımından ayrı ayrı yapılması gerekince, marka inceleme kılavuzlarına veya benzeri metinlere her sorunun yanıtını verecek sihirli metinler olarak bakılması mümkün değildir. Dolayısıyla, genel durumları tanımlayan ve bu durumlara ilişkin genel ilkeleri belirleyen detaylı inceleme kılavuzlarının varlığı durumunda bile, özel durumlara ilişkin olarak birbirlerinden farklı yorumlar (kimine katı kimine esnek denilebilir) getiren uzmanlar olacaktır ve marka incelemesinin genel özellikleri dikkate alındığında bu sonuç kaçınılmazdır.

Son tahlilde, detaylı inceleme kılavuzlarının düzenlenmesi neticesinde, marka incelemesinde katı – esnek uzman ayrımının objektif şartları ortadan kalkmış olmakla birlikte, incelemenin doğası, özellikle benzer marka incelemesi, kişisel yaklaşımın belirleyiciliğini kaçınılmaz hale getirdiğinden ve kılavuzlar ne kadar detaylı olsa da, her özel durumu düzenlemeleri mümkün olmadığından, katı – esnek uzman ayrımının subjektif şartları halen mevcuttur.

Katı – esnek uzman ayrımı ve bu ayrımın incelemeye etkisi önceki dönemlere kıyasla marjinalize edilmiş olsa da, yukarıda bahsettiğimiz subjektif şartların ortadan kalkmamış olması (ve kalkmasının mümkün olmaması) nedenleriyle halen devam etmektedir. Bununla birlikte, yanıtı halen verilmemiş bir soru bulunmaktadır. Katı – esnek uzman ayrımının hangi yaklaşımın farklılığından kaynaklandığı varsayılmaktadır ve hangi veriye göre katı veya esnek uzman sıfatı elde edilmektedir?

Bu sorunun yanıtını ararken, katı – esnek uzman ayrımını sınai mülkiyet korumasının mantığı çerçevesinde değerlendirmek kanaatimizce yerinde olacaktır.

Liberal ekonomik özgürlüklerin temel ayaklarından birisini özel mülkiyet hakları oluşturmaktadır. Özel mülkiyet hakları, fikri ve sınai mülkiyet haklarını da kapsamaktadır. Liberal ekonomik teoride devletten beklentiler sınırlıdır ve bu beklentilerden birisi de özel mülkiyetin korunmasıdır. Fikri ve sınai mülkiyet hakları da korumaya konu hakkın yaratıcısı adına korunurlar ve bu haklar korundukları süre boyunca, liberal ekonomik teorinin bir diğer kurucu ilkesi olan serbest rekabetin istisnasını oluşturan alanlar olarak kabul edilir. Bir diğer deyişle, sınai mülkiyet haklarının ilk yaratıcının tekelinde tutulmasıyla oluşturulan koruma sistemi, serbest rekabet ilkesinin istisnasıdır. Sınai mülkiyet haklarının kayıt altına alınmasından ve korunmasından sorumlu kurumlar ise şüphesiz, özel mülkiyet haklarının devlet kontrolü altında korunması amacıyla örgütlenmiş ve oluşturulmuş kuruluşlardır. Marka haklarının tescil edilmesi, sicilin oluşturulması ve mevcut hakların yeni başvurulara karşı korunması da bu kuruluşların görevleri arasında yer almaktadır; dolayısıyla bu kurumlarda görev yapan kişilerin asli görevi bu hakların ilgili mevzuatlar dahilinde en etkin biçimde korunmasını sağlamaktır.

Yukarıda yer verdiğimiz temel yaklaşımın gerekçeleri göz önünde bulundurulduğunda, marka incelemesinden sorumlu bir uzmandan beklenenler şu şekilde ortaya çıkmaktadır; önceden mülkiyet hakkını elde etmiş sahiplerin markalarını korumak (resen veya itiraz üzerine koruma temel mantığı değiştirmez), ortak kullanıma açık tutulması gereken hakları kimse adına tescil etmeyerek rekabetçi ortamın bozulmasını engellemek ve kamu düzeni, vb. ilkeleri gözeterek bu tip ilkelere aykırı markaları kabul etmemek.

Dolayısıyla, marka korumasının temel mantığı dikkate alındığında, bir uzmandan beklenmesi gerekenler –ilgili mevzuat çerçevesinde hareket ederek- önceki hakları korumak, ortak kullanıma açık markaları kabul etmemek ve kamu düzenine aykırı markaları reddetmek olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak, gerçeklikte resen incelemeye konu 7nci madde (556 sayılı KHK) bakımından uzmanın yukarıda yer verilen ilkeleri yorumlayış biçimi eğer önceki hak sahibini daha etkin biçimde koruma perspektifine yönelikse uzman katı uzman sıfatıyla taçlandırılmaktadır. Diğer taraftan, önceki hak sahibini daha etkin biçimde koruma perspektifine yönelik yaklaşım 7nci maddede değil, 8inci maddede (önceki hak sahibinin itirazı üzerine yapılan benzerlik incelemesi) sergilenirse, bu kez katı uzman sıfatı her nedense kullanılmamaktadır. Bir diğer deyişle, 7nci maddeyi önceki hak sahibi lehine yorumlamak katı uzman sıfatını yanında getirirken, 8inci maddeyi önceki hak sahibi lehine yorumlamak her nedense katı uzman sıfatını elde etmenin gerekçesi olmamaktadır. Bu çerçevede kanaatimizce katı uzman sıfatı, her nasılsa yalnızca 7nci madde incelemesiyle sınırlı bir anlam ifade eden ve bu nedenle de son derece anlamsız kalan bir adlandırma niteliğindedir.

Ülkemizde hoyratça kullanılan sıfatlar ve adlandırmalar çoktur. Kanaatimizce bunlardan birisi de marka uzmanlarına atfedilen katı – esnek uzman adlandırmalarıdır. Kanunlar düzgün ve dünyanın kalanıyla uyumlu olduğu sürece, kanunların uygulamasının yurtdışındaki kanunların uygulamasıyla karşılaştırılması mümkündür. İçeriğinde gelişmiş ülkelerde benzeri olmayan “ayırt edilemeyecek derecede benzerlik, aynı tür mal / hizmet, esas unsur” gibi kavramları barındıran (bunun dışında gene kolaylıkla benzeri bulunamayacak tanınmış marka listesi, koruma markası vb. uygulamaları içeren) ve bu kavramlar ekseninde incelemeyi öngören bir uygulama sistemini, mevzuatlarında bu kavramları barındırmayan ülkelerin inceleme sistemleriyle karşılaştırmak, kanaatimizce doğru sonuçlara yol açan bir karşılaştırma olmayacaktır. Benzer şekilde, farklı kavramlar ve esaslar çerçevesinde inceleme yapan bir ülke ofisinin uzmanlarının, aynı kavramlar çerçevesinde inceleme yapmayan bir başka ofisin uzmanları ile karşılaştırarak katı – esnek gibi sıfatlar kullanmak da son derece hatalı olacaktır.

Sonuç yerine:

Aynı kurum içerisinde görev yapan uzmanlar arasındaki yaklaşım farklılıklarını ifade etmek için kullanılan katı – esnek uzman ayrımı veya uzmanlar arasındaki yaklaşım farklılıkları, uygulama esaslarını belirleyen ve mümkün olduğunca net çerçeveler çizebilen uygulama kılavuzları aracılığıyla azaltılabilir niteliktedir. Kanaatimizce bu durum ülkemiz özelinde büyük ölçüde minimalize edilmiş durumdadır. Uygulama kılavuzlarının daha da detaylandırılması ve güncelleştirilmesi ise bu tip farklılıkları iyice marjinal hale getirecektir. Bu durumu katı – esnek uzman ayrımının objektif şartlarının ortadan kalkması olarak kabul ediyoruz. Bununla birlikte, marka incelemesinin doğası, özellikle benzer marka incelemesi, kişisel yaklaşımın belirleyiciliğini kaçınılmaz hale getirdiğinden uzmanlar arasındaki görüş farklarının subjektif şartları halen mevcuttur ve incelemenin doğası dikkate alındığında bu durumun ortadan kaldırılması mümkün değildir. Dolayısıyla, önemli olan görüş farklarının ve yaklaşımdaki ayrımın mümkün olduğunca azaltılması yoluyla uygulama kılavuzunda öngörülen genel uygulamalara yakın karar birlikteliğinin sağlanmasıdır.

Yazının başında belirttiğimiz sorulara dönecek olursak, “katı olan her şey buharlaşmaktadır” öngörüsü, marka incelemesi bakımından da gerçekleşmektedir ve ayağı yere basan uygulama kriterlerinin getirilmesi yoluyla buharlaşma sağlanmaktadır. Dolayısıyla, uygulama kılavuzları ile düzenlenen alanlarda, katı – esnek uzman farklılığına imkan veren objektif şartların ortadan kalktığını söylemek ve katı – esnek uzman ayrımı yoktur uygulama kılavuzu vardır demek, yeteri derecede yerinde bir saptama olacaktır.

Önder Erol Ünsal

Temmuz 2012

Üç Boyutlu Markalarda Grafik Gösterim ve Ayırt Edici Nitelik Tartışması – Almanya’dan bir Mahkeme Kararı

 

Almanya Federal Patent Mahkemesi tarafından 2011 yılında üç boyutlu bir markanın iptali hakkında verilen karar, üç boyutlu markaların grafik gösteriminin hangi durumlarda yeterli olarak kabul edilebileceği konusunda açıklamalar içermektedir. Belirtilen karar iptal edilen markanın sahibi tarafından temyiz edilmiş ve konu hakkındaki nihai karar Almanya Federal Yüksek Mahkemesi’nce verilecek olmakla birlikte, Federal Patent Mahkemesinin kararın ana hatlarının açıklanması konunun daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.

 

(Yazı içeriğinde yer alan davaya ilişkin veriler, http://www.marques.org/class46/Default.asp?D_A=20111215&XID=BHA2679#2679 adresinde 15/12/2011 – 21/07/2011 tarihlerinde yayınlanan ve Robert Börner tarafından yazılan yazılardan aktarılmıştır.)

 

Aşağıda yer verilen marka “Kakao, çikolata ve çikolata ürünleri” bakımından Almanya’da tescil edilmiştir:

alman3d

Tescilin ardından, markanın ayırt edici nitelikten yoksunluk ve tanımlayıcılık gerekçeleriyle iptal edilmesi için Almanya Patent ve Marka Ofisi nezdinde üçüncü bir kişi tarafından iptal talebi yapılmıştır. Alman Ofisi, tescil edilen şeklin tescil kapsamındaki malların genellikle kullanılan şeklinden son derece farklı olduğunu ve bu nedenle tüketicilerce kaynak gösterme işlevini yerine getirebilen bir marka olarak algılanacağını belirterek iptal talebini reddetmiştir. Bunun üzerine talep sahibi markanın iptal edilmesi istemiyle Federal Patent Mahkemesi’nde dava açılmıştır.

 

Federal Patent Mahkemesi davayı incelerken vakaya tamamen farklı bir perspektiften yaklaşmış ve başvuruyu oluşturan üç boyutlu marka olduğu öne sürülen şeklin grafik gösterimi itibarıyla üç boyutlu marka olma yeterliğine sahip olup olmadığını ve markanın yeterli derecede ve açıklıkta tanımlanıp tanımlanmadığını değerlendirmiştir. Bu değerlendirmeye esas olan sorulara yer vermeden önce markanın grafik gösteriminin yukarıda yer verilen tek boyutlu fotograftan ibaret olduğu ve farklı açılardan çekilmiş fotograflara başvuruda yer verilmediği belirtilmelidir.

 

Mahkeme, davaya davet ettiği Almanya Patent ve Marka Ofisi başkanından aşağıda yer verilen üç soru hakkında görüş talep etmiştir:

 

·         Bir işaretin açık olmayan tarifi (tanımlaması), Paris Sözleşmesi’nin altıncı mükerrer dördüncü maddesi kapsamında kamu düzenine (ordre public) aykırılığın bir parçası olarak değerlendirilebilir mi ve bu yolla korumanın iptalinin gerekçesi olabilir mi?

 

·         Üç boyutlu bir nesnenin sadece tek tarafının görünümünün sunulması yoluyla üç boyutlu marka tescili talebinde bulunulması genel olarak mümkün müdür ve incelenen olayda tek tarafın görünümünün sunulması yoluyla sadece kısmi koruma mı elde edilmektedir?

 

·         İddiaya göre üç boyutlu olmayan –yukarıdaki- şeklin üç boyutlu markanın grafik gösterimi olarak kabul edildiği dikkate alındığında, bu şekil korunması talep edilen üç boyutlu markanın koruma kapsamını tanımlama (gösterebilme) yeterliliğine sahip midir?

 

Almanya Patent ve Marka Ofisi başkanının görüşü alındıktan sonra Federal Patent Mahkemesi kararını açıklamış ve yukarıda yer verilen üç soru hakkında takip eden tespitleri yapmıştır:

Bir işaretin açık olmayan tarifi (tanımlaması), Paris Sözleşmesi’nin altıncı mükerrer dördüncü maddesi kapsamında kamu düzenine (ordre public) aykırılığın bir parçası olarak değerlendirilebilir ve bu nedenle koruma iptal edilebilir.

Üç boyutlu bir nesnenin sadece tek tarafının görünümünün sunulması yoluyla üç boyutlu marka tescili talebinde bulunulması genel olarak mümkündür. Bununla birlikte, sunulan gösterim, tescili talep edilen nesnenin, net ve hukuki bakımdan yeterli derecede açık biçimde tanımlanabilmesini sağlayabilecek düzeyde kaliteye sahip olmalıdır.

Yukarıdaki şekil, korunması talep edilen üç boyutlu markanın koruma kapsamını tanımlama (gösterebilme) yeterliliğine sahip değildir. Şekilde üç boyutlu bakış açısı bulunmamaktadır veya en azından bu açılar görünür biçimde değildir. Ayrıca, şekille birlikte sunulan “üzüm asması dalı” biçimindeki tarifname incelenen vaka bakımından yardımcı olabilecek içerikte değildir. Belirtilen nedenlerle, incelenen vakada koruma kapsamı açık olarak tarif edilmemiştir.

Federal Patent Mahkemesi yukarıda yer verilen gerekçeleri dikkate alarak markanın iptal edilmesi talebini haklı bulmuş ve markayı iptal etmiştir. Bununla birlikte, marka sahibi iptal kararını temyiz etmiştir ve dava Almanya Federal Yüksek Mahkemesi’nce ilerleyen günlerde sonuçlandırılacaktır.

 

Dava sonucu ortaya çıkan temel sonuç; “üç boyutlu marka tescili taleplerinde, üç boyutlu nesnenin tek açıdan sunulmuş görünümü, bu görünümün tescili talep edilen nesnenin, net biçimde tanımlanabilmesini sağlayabilecek düzeyde kaliteye sahip olması şartıyla, tescil için yeterlidir” cümlesiyle özetlenebilir. Bu sonuç ise, ülkemizde üç boyutlu markaların grafik gösterimlerinin yeterliliğine ilişkin olarak gerçekleştirilen iş çevresi tartışmalarında yol gösterici nitelikte bir argüman olarak öne sürülebilir.

 

Önder Erol Ünsal

Mart 2012 

 

Marka İtirazlarında Açık Büfe veya Fiks Menü Tarifeler

buffet(Görsel http://en.wikipedia.org/wiki/Table_d%27h%C3%B4te adresinden alınmıştır.)

 

“Fiks menü” ifadesi, önceden belirlenmiş sayıda ve çeşit veya miktar olarak sınırlı içerikte yiyecek ve içeceğin bir restoranda müşterilere önceden belirlenmiş sabit bir fiyatta sunulduğu bir restorancılık terimi olarak tanımlanabilir. “Açık büfe” ifadesi ise, gene sabit bir fiyat esas alınarak, müşterilerin miktar ve çeşit olarak mevcut seçenekler arasından serbestçe tercihte bulunacakları ve kendi kendilerine servis yapacakları bir diğer restorancılık terimidir. Bu yazıda, mevcut marka tescil başvuruları hakkında verilen ret kararlarına veya ilan edilen marka tescil başvurularına karşı yapılan itirazların, içerik ve yöntem olarak hangi gerekçelerle bu restorancılık terimleriyle benzeştiğini açıklamaya çalışacağız. Açıklamalara geçmeden önce, yazı boyunca kullanılacak itiraz kelimesinin, aksi belirtilmediği sürece hem karara itirazı hem de ilana itirazı kapsadığı belirtilmelidir.

 

 

Enstitüye yapılan itirazların çoğunluğunun son yıllarda, başvuruların içerdiği öznel şartlar dikkate alınmaksızın aynı argümanları tekrarlayan, aynı dilekçelerin sunulması yoluyla yapıldığı gözlemlenmektedir. Aynı vekil firmanın, farklı kararlara karşı yaptığı itirazlarını birbirinden ayıran özellik genellikle değişkenler olarak niteleyebileceğimiz başvuru numarası, itiraz gerekçesi markaların numaraları, markalar gibi veriler olmakta ve itirazları incelemekle görevli uzmanlar dilekçede yazılı bir cümleyi duyduklarında, genellikle itirazın hangi vekil firmaya ait olduğunu kolaylıkla tahmin edebilmektedir. Aynı vekil firmanın format dilekçeleri ile yapılan itirazlarda, sürekli olarak aynı cümlelerle tekrar edilen aynı iddiaların dışında cümlelere veya iddialara rastlamak sürpriz olarak karşılanmaktadır. Bu genel tarzın dışında kalan ve her itiraza ilişkin olarak ayrı dilekçe hazırlayan, farklı iddiaları – argümanları öne süren vekiller bulunmakla birlikte, maalesef yukarıda belirttiğimiz kopyala – yapıştır usulü itiraz, marka tescil sistemimiz bakımından gelenek halini almıştır ve itiraz dilekçelerinin çoğunluğu kopyala – yapıştır yöntemiyle hazırlanmış birbirinin aynısı metinlerden ibarettir. Kopyala – yapıştır yöntemiyle hazırlanmış itiraz dilekçeleri, her dosya için somut olayın özelliklerini ayrı olarak tartışmayan, objektif – somut kanıtlar sunulması yerine soyut – her duruma uygulanabilir vasat iddiaların birbiri ardına tekrarlanmasından ibaret olan derleme metinlerdir.

 

Metinlerin derleme olarak adlandırılmasının nedeni;

 

  • bu tip itirazlarda somut çekişmenin veya vakanın niteliğine bakılmaksızın tüm iddiaların önceki dilekçelerden kopyalanarak peşpeşe sayılması,

 

  • somut vakaya ilişkin gerçekçi, objektif, kanıtlara dayalı verilere yer verilmemesi, her itirazda itiraz sahibi markalarının tanınmış markalar olarak belirtilmesi (bu itirazlar veri olarak kabul edilirse Türkiye’de neredeyse tüm markalar tanınmıştır),

 

  • karşı tarafın her durumda kötü niyetli olması (bu itirazlar veri olarak kabul edilirse Türkiye’de iyi niyetli kimse kalmamıştır),

 

  • geçmişte verilmiş ve her nasılsa bir yerden kopyalanmış bir mahkeme kararının tüm somut uyuşmazlıkları çözecek sihirli bir değnekmiş gibi ilgili kararın gerekçesine ve somut olayın niteliğine bakılmaksızın her tür itirazda tekrarlanması (bu kararlardan 1950-60’lı yıllara ait olan bir İsviçre bir de Alman mahkeme kararı çok mühimdir, özellikle her itiraza yapıştırılmaları gereklidir, muhtemelen Almanya veya İsviçre’de –mevzuatları da 60 seneden bu yana değişmiş olduğundan- kimse bu kararları bu kadar önemsemiyordur),

 

  • “benzer- benzemez” marka içerikli iddialarda neden sorusunun yanıtına yönelik savlara hiçbir zaman ihtiyaç duyulmaması, “benzerdir – benzemezdir” gibi ifadelerin bu iddiayı kanıtlayacak argümanlar olarak kabul edilmesi (Enstitü aynı içerikte yanıt verdiği zaman bu kararların gerekçeli olmadığı belirtilerek gerekçesiz kararlar eleştiri konusu yapılabilmektedir),

 

  • ayırt edici nitelikten yoksunluk veya tanımlayıcılık gibi nedenlerle reddedilmiş her başvurunun kullanım sonucu ayırt edici nitelik kazanmış olması (dilekçelere göre iki fatura veya iki broşür genellikle bu iddiayı kanıtlamak için yeterlidir),

 

  • yurtdışında tescilli yabancı markaların hiçbir veriye, kullanıma, kanıta ihtiyaç olmaksızın Türkiye’de tanınmış marka olarak kabul edilmesi (böyle bir iddiayı kabul edebilecek başka bir ofis veya mahkeme muhtemelen yeryüzünde yoktur),

 

  • eskiye dayalı kullanımın tarih içermeyen belgelerle bile kanıtlanabileceğinin varsayılması,

 

  • ve bunlara benzer çok sayıda rasyonellik barındırmayan iddia,

 

olarak sayılabilir.

 

Bu tip derlemeler sayfalarca sürmesine rağmen içeriklerinde genellikle elle tutulur herhangi bir argümana rastlanılmamaktadır. Elle tutulur argümanlar olmaması, her tür iddianın kopyalanıp – yapıştırılarak peşpeşe sıralanması ve somut, vakaya özgü iddialardan yoksunluk gibi hususlar itiraz dilekçelerini, herkesin miktar – çeşit olarak dilediğince ve her şeyi birbirine karıştırarak yiyebildiği açık büfe yemeklere veya en azından restoran sahibi tarafından içeriği veya miktarı belirlenmiş seçeneklerden oluşturulan fiks menü yemeklere benzetmektedir.

 

Yazının kalan kısmında kararın niteliğine göre açık büfe veya fiks menü itirazda nelerin bulunduğu ve hangi durum için ne tip kombinasyonların uygun görüldüğü aktarılacaktır:

 

Önceki bir markayla benzerlik nedeniyle resen reddedildiyseniz:

 

Resen benzerlik incelemesi az gelişmiş ülke uygulamasıdır, gelişmiş ülkeler böyle uygulama yapmazlar iddiası başlangıç içkisi olarak iyi olacaktır. Bu yanlış iddianın gerçek olduğuna Türkiye’de o kadar insan inanmıştır ki, iddianın masalsı aroması kendinizi kuş gibi hafif hissetmenizi sağlayarak, dilekçe boyunca size rahatça uçma imkanı sağlayacaktır.

 

Başlangıç olarak her itiraz dilekçesinin vazgeçilmezi olan başvuru sahibinin web sayfasının “şirket hakkında” bölümünün kopyalanmasını tavsiye ederiz. Başlangıç olarak hafiftir çünkü web sayfasından yapacağınız kopyalama size ek bir ağırlık – yük getirmeyecektir ve her şirket web sayfasında doğal olarak ne kadar büyük, anlı şanlı olduğunu anlatmaya gayret etmiş olacağından, sizi sonraki aşamalarda tanınmışlık konusunda nasıl bir şeyler yazsam da tanınmışlığı ispatlasam zahmetinden kurtaracaktır.

 

Kullanma iddiaları başlangıçta ikinci alternatif olabilir. Kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik resen benzerlik gerekçeli ret kararlarının istisnası olmadığından bu konuda öne süreceğiniz standart iddialar ana iddia öncesi elinizi güçlendirecek ve sizi yormayacaktır.

 

Ana yemek olarak, gelişmiş ülke – az gelişmiş ülke ayrımı iddialarıyla iyi giden, resen ret söz konusuysa hiçbir marka birbirine benzemez (ancak ilana itiraz edilirse birbirlerine benzerler) içerikli cümleleri öneririz. Markalar aynı olsa da bu iddiaları yazabilirsiniz, çünkü belirttiğimiz gibi uçuş halindeyken sizi kimse sorgulayamaz. Ayrıca, markaların neden benzer olmadıklarını göstermeye çalışmakla uğraşmanıza gerek yok, beylik cümleler işinizi görecektir.

 

Açık büfenin veya fiks menünün vazgeçilmezleri ana yemekten sonra veya onunla birlikte alacağınız çok sayıda meze, salata, vb. yiyecektir. İtirazımızı hazırlarken meze arabasından veya salata büfesinden 1950-1990 yıllarına ait yabancı mahkeme kararlarını kopyalayabilir (yabancı mahkeme kararları şarap gibidir ne kadar eski olurlarsa o derecede makbullerdir), firmanın ne kadar mağdur olduğunu ve ticari yaşamının sonlanacağını belirtebilir, yurtdışında marka tesciliniz varsa tanınmışlığınızı öne sürebilir, tanınmışlığa veya kullanıma ilişkin yeni cümleler kurabilir, önceki markanın sahibinin kötü niyetli olduğunu belirtebilirsiniz. Açık büfemizde herkese kötü niyetli demek serbest olduğundan, bu kelimeyi rahatlıkla kullanabilirsiniz, bilmelisiniz ki marka itirazları söz konusu ise kötü niyet en rahatlıkla kullanacağınız tabirdir, çünkü size göre kendiniz dışında herkes kötü niyetlidir.

 

Tatlı olarak emsal kararlar, hak, eşitlik, adalet kavramlarından oluşan spesiyalimizi almanızı öneririz. İtirazınızla ilgisi veya alakası olmasına bakılmaksızın onlarca Enstitü veya mahkeme kararını numaralarıyla sıralamanız yeterlidir, bu kararlarla sizin itirazınızın ne ilgisi olduğunu açıklamaya gerek olmadığı için tatlı çok hafiftir. Tatlınızda sos olarak anayasanın eşitliğe ilişkin hükümlerini, hak, eşitlik, adalet kavramlarını kullanabilirsiniz, oranı size kalmış.

 

Ayırt edici nitelikten yoksunluk veya tanımlayıcılık gibi nedenlerle reddedildiyseniz:

 

Ret gerekçeniz ayırt edici nitelikten yoksunluk veya tanımlayıcılık ise ana yemeğiniz şüphesiz değişecektir. Bizim size önereceğimiz ana yemek, “baby-dry” sosu ile servis edilen bizim markamız ayırt edicidir, tanımlayıcı değildir iddiasıdır. Ana yemeğin güzelliği, bu iddiaya ilişkin kanıtlar sunulmamasından kaynaklanmaktadır, iddiayı yazıp geçmeniz yeterlidir, hiç yorulmayacaksınız. “Baby-dry” sosu yurtdışında gerçek anlamına uygun itirazlarda kullanılmasına rağmen, Türkiye’de “baby-dry” 7/1-(c) görülen her karara uygulanabilir, “baby-dry”ı okumanıza, ne dediğini anlamaya çalışmanıza veya sizin olayınızla bağlantısını kurmaya çalışmanıza gerek yoktur, “baby-dry”ı ana yemeğe ekleyin ve tadını çıkarın.

 

Ana yemeğin tadını tam almanızı sağlayacak yan yemek ise, kullanım sonucu kazanılmış ayırt ediciliktir. Bu yan yemek yurtdışında, erişilmesi güç ve pahalı bir yemek iken, yani ispatlanması istisnai durumlara özgü iken, Türkiye’de buna erişim görece kolay ve maliyetsizdir. İddia yazılır, iki fatura, 1 broşür eklenir, afiyet olsun.

 

İçecekler ve diğer yiyecekler konusunda bir önceki maddeyi aynen kullanabilirsiniz.

 

İlana itiraz ediyorsanız:

 

Öncelikle içeceğinizi değiştirin, çünkü dünyanız değişmekte, artık her markayı birbirinden ayırt eden süpersonik tüketicilerin dünyasından ayrılıyor ve her şeyi birbirine karıştıran ortalama tüketicilerin dünyasına adım atıyorsunuz. Biliyorsunuz ki, marka içtihadında 8. madde söz konusu olduğunda her marka birbiri ile karıştırılır veya en azından ilişkilendirilir. Bu maddenin değerlendirilmesinde ihtimal yeterlidir ifadesi sihirli bir cümledir, çünkü ihtimalin tüketicilerin belirli bir bölümü bakımından gerçekçi olması gerekmez mi diye soranlara, niye ki ihtimal yeterlidir demek adettendir. Dolayısıyla, iki markada geçen ve sizin birbirine benzettiğiniz kelimeleri (markalardaki diğer kelimeleri yazmanıza gerek yok, çünkü onları yok saymak gerekir) dilekçenin bir yerinde yan yana gösterin, bunlar karışır ve ihtimal yeterlidir cümlesini kurun ve rahatınıza bakın. Bundan sonrası kendiliğinden gerçekleşecektir. Yani, bu tip itirazlarda, içki olarak ihtimal yeterlidir sipariş ediyoruz ve ana yemek olarak 8. maddede her marka benzerdir isimli şaheseri tadıyoruz.

 

 

Mezelerimiz ve salatalarımız, bizim markalarımız tanınmıştır ve başvuru sahibi kötü niyetlidir isimlerini taşımaktadır. Bu cümleleri ne kadar tekrarlarsanız etkisi o derecede artacaktır, hatta aynı ifadeyi farklı cümlelerle sonsuz kere yazma denemesi yapabilirsiniz. Bu iddialarda da hiçbir şeyi kanıtlama yükümlülüğü altına girmenize gerek yok, o nedenle rahatsınız, ihtimal yeterlidir kadehinden bir yudum daha alın ve kötü niyet ve tanınmışlıktan birer tabak daha doldurun. Unutmadan, eskiye dayalı kullanımımız da vardır diyerek ondan da bir tabak alın, itiraz sahibinin web sayfasındaki hakkımızda bölümünden yapacağınız kopyala – yapıştır cümleler, kanıtsız iddianıza ayrı bir lezzet katacaktır.

 

Sonuç yerine:

 

Yazı boyunca marka itirazlarının derleme metinler olmalarını, itirazlarda somut vakaya ilişkin objektif – somut kanıtlar sunmak yerine kopyala-yapıştır kolaycılığının tercih edilmesini, bu kolaycılığın farklı durumlara ilişkin olarak önceden yazılan metinlerin somut olayın nitelikleri göz önüne alınmaksızın her itiraza kopyalanıp-yapıştırılmasıyla çıktı haline dönüştürülmesini, bunun sonucunda marka itiraz dilekçelerinin gerçeklikle bağlantıları olmayan, tablet şeklinde tüketime sunulabilir metinler haline gelmelerini eleştirdik. Gerçeklikten uzak, toplama ve derleme metinler haline dönüşen itiraz dilekçeleri yukarıda sayılan nitelikleri itibarıyla, restorancılık sektörüne ait olan ve her şeyden biraz alma veya belirli sayıda seçeneği aynı anda tüketime sunma biçiminde hayat bulan açık büfe veya fiks menü yemek seçenekleri ile benzeşmektedir.

 

İtiraz dilekçesi hazırlayan azımsanamayacak sayıda kişi veya kuruluş bu tip itirazlardan kaçınmakta ve her duruma özel, ayrı iddialar içeren ve bunları kanıtlamaya gayret eden kapsamlı ve dayanağa sahip dilekçeler sunmaktadır, dolayısıyla bu kişi veya kuruluşlar bu yazıda eleştirilen genel yaklaşımın kapsamına girmemektedir. Ancak, bütünün çoğunluğunu oluşturan grup itiraz dilekçelerini eleştirimizin konusunu oluşturan yöntemlerle hazırlamakta – sunmaktadır ve bu hal giderek kronikleşmektedir. İsteğimiz ve beklentimiz, kronik hale gelen kopyala-yapıştır yöntemiyle itiraz hazırlama geleneğinin sona ermesi ve itiraz kapsamının somut olayın nitelikleri göz önüne alınarak her durum için emek ve gayret sarf edilerek belirlenmesidir.

 

 

Önder Erol Ünsal

Kasım 2011

 

Kullanım Sonucu Kazanılmış Ayırt Edicilik İddiasının İspatlanmasında Tüketici Anketleri – İsviçre’den bir Mahkeme Kararı

 

556 sayılı Markaların Korunması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin 7/1-(a), (c) veya (d) bentleri kapsamında reddedilen marka tescil başvuruları hakkındaki ret kararlarına karşı yapılan itirazların neredeyse tamamında kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik iddiasıyla karşılaşılmaktadır. Bu yöndeki iddiaları desteklemek için sunulan kanıtlar, genellikle kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik hususunu ispatlama gücüne sahip olmayan içerikte dokümanlar olduğundan, talepler Enstitü tarafından çoğunlukla kabul edilmemektedir.

 

Kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik hususunu destekleyebilecek içerikteki en önemli kanıtların tüketici grupları nezdinde gerçekleştirilecek anketler olduğu şüphesizdir. Enstitü’ye yapılan itirazlarda genellikle tüketici anketleri sunulmamakla birlikte, sunulan anketler bakımından, objektif biçimde hazırlanmamış ve müşterinin amacını ispatlar sorular esasında oluşturulmuş anketlerin varlığı, bu tip delillerin itibar edilirliğine ciddi biçimde zarar vermektedir. Kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik iddiasına kanıt olarak sunulacak tüketici anketlerinin ne şekilde hazırlanması gerektiği ve değerlendirilme biçimleri konusunda İsviçre Federal İdare Mahkemesi 17/02/2012 tarihinde aşağıda ana hatları aktarılmaya çalışılacak kararı vermiştir. Söz konusu kararın aşağıda yer verilen ana hatları http://www.marques.org/class46/ adresinde 29/02/2012 tarihinde yayınlanan, Mark Schweizer tarafından yazılmış olan yazıdan aktarılmıştır.

 

Almanya menşeili “Verein Münchner Brauereien eV” (bu ticaret birliği Münih’te yerleşik 6 bira firmasından oluşmaktadır ve birliğin üyeleri Münih’te her yıl düzenlenen dünyaca ünlü Oktoberfest isimli bira festivalinde bira satışı yapmaya yetkili olan firmalardır) Almanya’da ve Topluluk Marka Ofisinde (OHIM) biralar için tescilli “oktoberfest-bier” (bier = bira) markasının sahibidir. OHIM’deki tescilin kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik çerçevesinde elde edilmiş olduğu da belirtilmelidir.

 

Birlik, aynı markayı biralar için ortak marka olarak tescil ettirmek amacıyla 2008 yılında İsviçre Federal Fikri Mülkiyet Enstitüsü’ne başvuruda bulunmuştur. İsviçre Ofisi başvuruyu, “oktoberfest-bier” teriminin İsviçre’de ortalama tüketiciler tarafından marka olarak algılanmayacağı ve bira çeşidi olarak değerlendirileceği gerekçesiyle reddetmiştir. Başvuru sahibi itirazında kullanım sonucu ayırt edicilik iddiasını da öne sürmüş ve bu hususa ilişkin olarak bir tüketici anketi sunmuştur. Ancak, bu iddia da haklı görülmemiştir. Sonuç olarak başvuru sahibi ret kararına karşı dava açmıştır ve dava İsviçre Federal İdare Mahkemesi tarafından karara bağlanmıştır.

 

İsviçre Federal İdare Mahkemesi dava sonucunda, İsviçre Ofisinin ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçeli kararını haklı görmüş ve kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik iddiasını ispatlamak için sunulan tüketici anketini metodolojik eksiklikler nedeniyle, iddianın ispatlanması bakımından yeterli bulmamıştır. Mahkemenin anketteki metodolojik eksiklikler olarak belirttiği başlıca hususlar aşağıda sayılmıştır:

 

  • Mahkemeye göre, omnibus (birkaç ayrı değerlendirmenin tek mülakatla gerçekleştirildiği yöntem) anketlerde, değerlendirilen sorunun öncesinde sorulan bir önceki soruya da yer verilmelidir, çünkü bu tip sorular sonraki soruya verilecek yanıtın içeriğini etkileyebilmektedir.

 

  •  1000 civarında mülakattan oluşan örneklem büyüklüğü genel koşuldur.

 

  • “Oktoberfest-bier” terimi size bir firmayı veya birkaç firmayı çağrıştırıyor mu veya hiçbir firmayı çağrıştırmıyor mu sorusunun, soruya yanıt olabilecek üç alternatif cevap olması nedeniyle evet veya hayır biçiminde yanıtlanması mümkün değildir.

 

  • Eğer ürün nüfusun genelinin kullanımına yönelik bir ürünse, filtre sorular kullanılmasına izin verilmemelidir. Dava konusu ankette “Düzenli olarak bira içer misiniz?” sorusu yöneltilmiş ve katılımcıların %23’ü hiç bira içmediklerini belirtmiştir, ancak bu %23’lük kesim anket sonuçları değerlendirilirken analizin dışında tutulmuştur. Mahkeme analiz dışında bırakılan tüketici yüzdesinin de analizin sonucunu etkilemesi gerektiği görüşündedir, şöyle ki mahkemeye göre kamu genelinin %50’sinden fazlasının tescili talep edilen işareti tek bir kaynakla ilişkilendirdiği gösterilmek isteniyorsa, tescilin talep edildiği ürünleri tüketmeyen kişiler de hesaplama da dikkate alınmalıdır.

 

(Kararın Almanca aslının http://www.decisions.ch/entscheide/id/1481 adresinden görülmesi mümkündür.)

 

Yukarıda sayılan hususlar, kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik hususunun ispatlanması konusunda tüketici anketleri sunulsa dahi, bu anketlerde yer verilen sorular ve örneklem grubu dikkate alınmadan sağlıklı karar verilemeyeceğini, en azından İsviçre mahkemelerinin pratiğinin bu yönde olduğunu göstermektedir.

 

Ülkemizde de benzer yaklaşımların benimsenmesi ve tüketici anketlerinin sonuçlarıyla birlikte metodolojisinin de değerlendirilmesi gerekmekle birlikte; birkaç dokümana, yurtdışındaki tescil belgelerine, bir miktar faturaya veya finansal verilere “göz atarak”, kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik veya tanınmış marka tespitine varan fantastik bilirkişi raporları ülkemizde mahkeme kararlarına esas olduğu sürece, bu beklentinin iyimser bir beklenti olarak kalacağı şüphesizdir.

 

Önder Erol Ünsal

Şubat 2012

 

(Bu yazı kapsamında yer verilen mahkeme kararının ana hatları http://www.marques.org/class46/ adresinde 29/02/2012 tarihinde yayınlanan, Mark Schweizer tarafından yazılmış olan yazıdan aktarılmıştır.)

 

Ayırt Edici Nitelikten Yoksun ve Tanımlayıcı Markaların Değerlendirilmesi – Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın C-90/11 sayılı Kararı

parvis(Görsel http://curia.europa.eu/jcms/upload/docs/image/jpeg/2009-07/parvis.jpg adresinden alınmıştır.)

 

Avrupa Birliği Adalet Divanı tarafından 15 Mart 2012 tarihinde (birleştirilmiş C‑90/11, C-91/11 sayılı davalara ilişkin olarak) verilen C-90/11 sayılı ön yorum (preliminary ruling) kararı ayırt edici nitelikten yoksun ve/veya tanımlayıcı nitelikte olan markaların değerlendirilmesi konusundaki yorum farklılıklarının giderilmesine yardımcı olacak değerlendirmeler içermektedir. Kararın İngilizce metninin http://eur-lex.europa.eu/LexUriServ/LexUriServ.do?uri=CELEX:62011CJ0090:EN:HTML  adresinden görülmesi mümkündür.

 

Karar yukarıda belirtildiği üzere birleştirilmiş iki davaya ilişkindir.

 

Birinci davada taraflar, Alfred Strigl ve Alman Patent ve Marka Ofisi’dir. Davanın geçmişi takip eden şekilde özetlenebilir. Alfred Strigl, “Multi Markets Fund MMF” markasının 36. sınıftaki “sigortacılık, finansal hizmetler, gayrimenkul komisyonculuğu, finansal danışmanlık, sigorta danışmanlığı, parasal işlemler, vb.” hizmetler için tescil ettirilmesi amacıyla 2008 yılında Alman Patent ve Marka Ofisi’ne başvuruda bulunur. “Multi Markets Fund” terimi Türkçe’ye “çoklu piyasalar fonu” olarak çevrilebilirken “MMF” kelimesinin bilinen bir anlamı yoktur. Ofis aynı yıl verdiği kararla başvuruyu ayırt edici nitelikten yoksunluk ve tanımlayıcılık gerekçeleriyle reddeder. Ofisin ret kararının gerekçesi “multi markets fund” teriminin finansal piyasalarda rastlanan bir yatırım fonunun ismi olmasıdır. “MMF” kısaltması ise Ofise göre, herhangi bir anlamı bulunmayan, ancak “multi markets fund” teriminin ardında yer alması nedeniyle ortalama tüketicilerde bu terimi oluşturan üç kelimenin baş harflerinden oluşan kısaltma olarak algılanabilecek bir harf dizisidir. Ofise göre, “MMF” harf dizisi, çok sayıda farklı terimin kısaltması olarak kullanılabilecek olmakla birlikte, başvuruyu oluşturan diğer kelimeler ve tescili talep edilen hizmetler dikkate alındığında ne şekilde kullanıldığı açıktır.

 

Başvuru sahibi bu karara karşı Federal Patent Mahkemesi’nde dava açmış ve “MMF” harf dizisinin çok sayıda farklı terimin kısaltması olabileceğini, herhangi bir finansal hizmetle doğrudan bağlantısının bulunmadığını belirterek, başvurunun ayırt edici niteliğe sahip olduğunu iddia etmiştir. Federal Patent Mahkemesi, bu aşamada işlemleri durdurmuş ve davayla ilgili olarak takip eden soruyu Adalet Divanına yöneltmiştir:

 

“Tanımlayıcı bir kelime kombinasyonu ve tanımlayıcı olmayan bir harf dizisinden oluşan kelime markaları bakımından, ilgili kamu kesiminin harf dizisini, bu dizinin tanımlayıcı kelimelerin baş harflerinden oluşması nedeniyle, tanımlayıcı kelimelerin kısaltması olarak algılaması ve bu şekilde markanın bütün olarak tanımlayıcı ibarenin veya kısaltmanın kombinasyonundan oluştuğu şeklinde yorumlaması halinde,  Direktifin 3(1)(b) ve/veya 3(1)(c) maddelerinde (ayırt edici nitelikten yoksunluk ve tanımlayıcılık) düzenlenen ret gerekçelerinin uygulanması mümkün müdür?”

 

Birleştirilen ikinci davada taraflar, “Securvita Gesellschaft zur Entwicklung alternativer Versicherungskonzepte mbH” ve “Öko-Invest Verlagsgesellschaft mbH” firmalarıdır. Securvita firması “NAI – Der Natur-Aktien-Index” kelime markasını 36. sınıftaki hizmetler bakımından 2001 yılında Alman ofisinde tescil ettirmiştir. 2007 yılında Öko-Invest firması, “NAI” kısaltmasının finans sektöründe “Natur-Aktien-Index” kelime kombinasyonun kısaltması olarak kullanılması gerekçesiyle tescilin iptal edilmesi talebinde bulunmuştur. Öko-Invest firması, “Natur-Aktien-Index” kelime kombinasyonunun tanımlayıcı olduğunu öne sürmekte, tanımlayıcı kelime kombinasyonunun ilk harflerinden oluşan ve bu kombinasyonun öncesinde yer alan harf dizisinin de kaçınılmaz olarak tanımlayıcı biçimde algılanacağını belirtmektedir. 2008 yılında Alman Ofisi, Öko-Invest firmasının iddialarını haklı bulmuş, “NAI” kısaltmasının, takip eden tanımlayıcı kelime kombinasyonundaki kelimelerin ilk harflerinden oluşması nedeniyle, tanımlayıcı kelime kombinasyonunu simgeleyen bir kelime olarak değerlendirileceği görüşüne ulaşmış, bu sebeple markayı bütün olarak tanımlayıcı içerikte bir marka olarak nitelendirmiş ve markayı iptal etmiştir. Bu karara karşı, Securvita firması tarafından dava açılmıştır. Securvita firması, markanın iptal edilmesi için geçerli nedenlerin olmadığını iddia etmektedir. Federal Patent Mahkemesi bu aşamada işlemleri durdurmuş ve davayla ilgili olarak takip eden soruyu Adalet Divanına yöneltmiştir:

 

“–Tek başına ele alındığında- tanımlayıcı olmayan bir harf dizisi ve tanımlayıcı bir kelime kombinasyonundan oluşan kelime markaları bakımından, ilgili kamu kesiminin harf dizisini, bu dizinin tanımlayıcı kelimelerin baş harflerinden oluşması nedeniyle, tanımlayıcı kelimelerin kısaltması olarak algılaması ve bu şekilde markanın bütün olarak tanımlayıcı ibarenin veya kısaltmanın kombinasyonundan oluştuğu şeklinde yorumlaması halinde,  Direktifin 3(1)(b) ve/veya 3(1)(c) maddelerinde (ayırt edici nitelikten yoksunluk ve tanımlayıcılık) düzenlenen ret gerekçelerinin uygulanması mümkün müdür?

 

Adalet Divanı, davalara ilişkin incelemesi sırasında davaları birleştirme kararı almış ve iki dava hakkında tek bir karar vermiştir. Adalet Divanı kararının gerekçeleri ve sonucu takip eden biçimdedir.

 

Adalet Divanı, ilk olarak soruları içerik açısından tahlil etmiştir. Buna göre, her iki davada tartışma konusu edilen terimlerden, “multi markets fund” ve “der natür-aktien-index” kelime kombinasyonları tescili talep edilen hizmetler bakımından hizmetlerin vasfını belirtir nitelikte olmaları nedeniyle tanımlayıcı nitelikte terimlerdir. Bu terimlerle birlikte markaları oluşturan “MMF” ve “NAI” kısaltmaları ise tescili talep edilen hizmetlere ilişkin olarak tanımlayıcı nitelikte kelimeler değildir. Bununla birlikte, her iki kısaltmada yer alan harfler, tanımlayıcı terimlerin ilk harflerin yanyana getirilmesinden oluşturulmuştur. Bu çerçevede, dava konusu her iki markada da kelime kombinasyonları ve  kısaltma biçimindeki harf dizileri birbirlerini açıklama ve bağlantılı bulundukları diğer terime dikkati çekme niyetiyle kullanılmıştır. Dolayısıyla, kısaltma biçimindeki iki harf dizisi de, kelime kombinasyonunun kullanımını basitleştirme ve hatırlanmasını kolaylaştırma yollarıyla, ilgili kamu kesiminin kelime kombinasyonunu algılamasını desteklemek amacıyla oluşturulmuştur. Bu bağlamda, kısaltma biçimindeki harf dizisinin tanımlayıcı kelime kombinasyonunun başında veya sonunda olmasının önemi bulunmamaktadır. Belirtilen hususlara ilaveten, kelime kombinasyonunun ve harf dizisinin birlikte yer alması suretiyle oluşturulan markaların sıradışı veya kendi anlamına sahip olarak algılanmasını sağlayacak, bir diğer deyişle ibarelerin ilgili kamu kesimince marka olarak ayırt edilmesine imkan verebilecek ek unsurlar her iki markada da bulunmamaktadır. Tersine, kısaltma niteliğindeki (veya öyle algılanan) bir harf dizisini ve bir kelime kombinasyonunu, sıradışı herhangi bir farklı unsura yer vermeksizin sadece bir araya getirmek, ticari hayatta münhasıran hizmetlerin karakteristik özelliklerini bildiren işaretlerden veya unsurlardan oluşan kelimeler şeklinde değerlendirmeye yol açacaktır. Ayrıca, harf dizilerinin ilgili kamu kesimi tarafından birlikte yer aldıkları kelime kombinasyonunun kısaltması olarak algılanması halinde, bu harf dizileri tek başlarına ayırt edici nitelikte olsalar da, bütün olarak yapılacak değerlendirme bakımından, söz konusu harf serileri markada bulunan tüm unsurların oluşturduğu sonucun (algının) ötesinde bir sonuca (algıya) yol açmayacaktır. Tersine, kelime kombinasyonunu oluşturan kelimelerin ilk harflerinden oluşan harf dizisi, kelime kombinasyonuna göre tali pozisyonda kalacaktır. Dava konusu markalarda yer alan iki harf dizisi (MMF, NAI) de tek başlarına tanımlayıcı nitelikte olmasalar da, onların kısaltması biçiminde algılandıkları sürece, bu markalarda yer alan tanımlayıcı kelime kombinasyonlarıyla birlikte tanımlayıcı nitelikte olacaklardır.

 

Dolayısıyla, ilgili kamu kesimi, dava konusu markaları bütün olarak değerlendirdiğinde, finansal hizmetlerin karakteristik özelliklerinin belirtildiği algısına ulaşıyorsa, bu tip markalar Direktif madde 3(1)(c) kapsamında tanımlayıcı markalar olarak değerlendirilmelidir. Adalet Divanı içtihadına göre (bkz. Koninklijke KPN Nederland, paragraf 86), kapsadıkları mallar / hizmetler bakımından tanımlayıcı olan markalar, aynı mallar / hizmetler bakımından aynı zaman da Direktif madde 3(1)(b)’ye göre ayırt edici nitelikten yoksundur.

 

Sayılan tüm gerekçeler ışığında Adalet Divanı, Alman Federal Patent Mahkemesi’nce yöneltilen sorulara takip eden yanıtı vermiştir:

 

“Tanımlayıcı bir kelime kombinasyonu ve tanımlayıcı olmayan bir harf dizisinden oluşan kelime markaları bakımından, ilgili kamu kesiminin harf dizisini, bu dizinin tanımlayıcı kelimelerin baş harflerinden oluşması nedeniyle, tanımlayıcı kelimelerin kısaltması olarak algılaması ve bu şekilde markanın bütün olarak tanımlayıcı ibarenin veya kısaltmanın kombinasyonundan oluştuğu şeklinde değerlendirmesi halinde,  Direktifin 3(1)(b) ve/veya 3(1)(c) maddelerinde (ayırt edici nitelikten yoksunluk ve tanımlayıcılık) düzenlenen ret gerekçeleri, bu tip markalara belirtilen ret gerekçelerinin uygulanması mümkündür şeklinde yorumlanmalıdır.”

 

Adalet Divanının bu kararı, genele ilişkin bir düzenleme olmaktan ziyade, son derece özel bir duruma (tanımlayıcı kelime kombinasyonu ve bu kombinasyonu oluşturan kelimelerin ilk harflerinden oluşturulmuş harf dizilerinin birlikte oluşturduğu markaların tanımlayıcılığı ve ayırt ediciliği hususu) ilişkin bir değerlendirme ilkesi getirmektedir. Bu haliyle, kararın uygulama alanı içeriği itibarıyla son derece sınırlıdır. Bununla birlikte, uygulamada bu tip markalarla sıklıkla karşılaşılması ve getirilen yorum farklılıklarının yoğunluğu göz önünde bulundurulduğunda, Adalet Divanı kararının uygulamada birliktelik sağlanması bakımından fayda sağlayacağı şüphesizdir. Aynı değerlendirme, kararda belirtilen ilkelerin Enstitü ve mahkemeler tarafından benimsenmesi halinde Türkiye bakımından da geçerli olacaktır.

 

 

Önder Erol ÜNSAL

Mart 2012

 

Irkçı – Ayrımcı Kelimelerden / Sembollerden Oluşan Markalar ve Kamu Düzenine Aykırılık – Adalet Divanı Genel Mahkemesi “PAKI” kararı ve Türkiye Özelinde Bazı Görüşler

notoracism

Bir süredir uzaklarda olmakla birlikte, internet ve sosyal paylaşım ağları aracılığıyla Türkiye’de olup biteni ve gündemi yakından takip etmeye çalışıyorum. Bir süre önce, ilk olarak facebook’ta karşılaştığım, daha sonra ise gazetelerde gördüğüm bir reklam filmi bana bu kadarı da fazla dedirtti.

 

Bahsettiğim reklam filmini mutlaka izleyenler olmuştur. Bir erkek şampuanı markasına ilişkin reklamda Hitler’in ateşli bir konuşmasındaki görüntüleri kullanılıyor, arka planda bağıran bir ses ise “erkek adam kadın şampuanı kullanmaz, erkek şampuanı kullanılır” içerikli birtakım cümleler kuruyor. Bir reklamda canavarlığın insan formuna dönüşmüş hali olan Hitler’in görüntülerinin kullanılması mı, reklamdaki kadın karşıtlığı mı, yoksa Hitler’in görüntülerinin kullanıldığı reklamın şampuan ürününe (bkz. toplama kampları – sabun ilişkisi) ilişkin olmasının yarattığı algı mı rezalet karar vermesi oldukça güç? Elbette bu durumun insanın kendi ülkesinde ortaya çıkması ve ülkedeki önemli bir yüzdenin ırkçılığın, dinsel – etnik – cinsel ayrımcılığın, farklı kimliklere – milliyetlere karşı tahammülsüzlüğün sessiz destekçisi olması, bu satırların yazarını geleceğe yönelik olarak oldukça karamsar kılıyor.

 

Marka tescili incelemesi bu tartışmanın neresinde kalıyor sorusuna gelince…

 

Konuyla marka tescili incelemesinin doğrudan bir bağlantısı bulunmasa da, konuya ırkçılığa, dinsel – etnik – cinsel ayrımcılığa, nefret suçlarına, toplumda infial yaratan suçlara, bu suçların faillerine ilişkin sembollerin, isimlerin marka olarak tescil edilmesinin talep edilmesi halinde ortaya çıkabilecek değerlendirme bakımından yaklaşılması mümkündür. Olayın bir diğer boyutunu ise toplumda tepki – infial yaratan olayları, bu olayların süjelerinin isimlerini kullanma yoluyla ticari – siyasi rant sağlamak veya meşhur olmak isteyen kişilerin tescil taleplerinin değerlendirilmesi oluşturmaktadır.

 

Sistematik bir değerlendirme yapabilmek için konuyu iki ayrı kategoride incelemeye çalışacağız:

 

1-      Irkçı, ayrımcı veya nefret suçu içeren sembollerden, kelimelerden, olay isimlerinden veya bu olaylarla özdeşleşmiş kişilerin isimlerinden oluşan başvurular. Bu tip başvurulara ilişkin değerlendirme öncesi Avrupa Birliği Adalet Divanı Genel Mahkemesi’nin T-526/09 sayılı PAKI kararındaki açıklamalara yer verilecektir.

 

2-     Yukarıda sayılanlar kapsamına girmemekle birlikte, toplumda dönemsel olarak infial yaratan suçlara – suçlulara – kurbanlara ait isimlerden veya bu olaylarla özdeşleşmiş sembollerden oluşan veya toplumda tepki yaratma – provokasyon amacıyla yapılmış başvuruların değerlendirilmesi. Bu konuya ilişkin emsal bir mahkeme kararı bulamadığım için, bu kategoriyi Enstitüye önceden tescil başvurusu yapılmış bazı markalar veya hayali örneklerle açıklamaya çalışacağım.

 

Değerlendirmelere geçmeden önce, konunun hassasiyetle incelenmesi gerektiği, bu tip örneklerle uygulamada sık olmamakla birlikte karşılaşıldığı ve karar aşamasında belirsizliklerin ortaya çıkabildiği belirtilmelidir.

 

Irkçı, ayrımcı veya nefret suçu içeren sembollerden, kelimelerden, olay isimlerinden veya bu olaylarla özdeşleşmiş kişilerin isimlerinden oluşan başvurular

 

Avrupa Birliği Adalet Divanı Genel Mahkemesi’nin T-526/09 sayılı PAKI kararı:

 

“PAKI” kelime unsurundan ibaret bir markayı topluluk markası olarak tescil ettirmek isteyen Alman menşeili “PAKI LOGISTICS GMBH” firması Topluluk Marka Ofisine (OHIM) başvuruda bulunur. Başvurunun kapsamında 6., 20., 37. ve 39. sınıflara dahil mallar / hizmetler bulunmaktadır. Başvuru OHIM’deki ilk inceleme sonucunda kamu düzenine ve genel ahlak ilkelerine aykırı markaların (trade marks which are contrary to public policy or to accepted principles of morality) tescil edilmeyeceği hükmünü içeren madde 7 paragraf 1-(f) hükmü uyarınca reddedilir. Kararı veren uzmanın gerekçesi, “paki” kelimesinin, Avrupa Birliği’nin İngilizce konuşan kesimince, Pakistanlı veya daha genel olarak Hindistan bölgesinden gelmiş göçmenleri küçültücü – aşağılayıcı içerikte ırkçı bir terim olarak algılanmasıdır. Bir diğer deyişle, “paki” kelimesi İngiltere’de ırkçı anlama sahip bir terimdir, Pakistan – Hindistan asıllı kişileri aşağılayıcı biçimde kullanılmaktadır ve bu nedenle de kamu düzenine – genel ahlaka aykırılık gerekçesiyle tescili mümkün değildir. Karara karşı yapılan itiraz OHIM Temyiz Kurulunca kabul edilmemiş ve başvuru hakkındaki ret kararı yerinde bulunmuştur. Bunun üzerine başvuru sahibi ret kararının kaldırılması amacıyla konuyu yargıya taşımıştır.

 

Dava, Avrupa Birliği Adalet Divanı Genel Mahkemesi’nce görülmüştür. Başvuru sahibi, “paki” teriminin tek başına aşağılayıcı anlamda kullanılan, hakaret içeren bir kelime olmadığını iddia etmiş, Pakistanlı kişilerin bile kendi dükkanlarında – restoranlarında satılan yerel ürünleri tanımlamak için bu kelimeyi kullandığını, buna benzer veya oldukça açık biçimde hakaret içeren kelimelerin önceden OHIM tarafından tescil edilmiş olduğunu ve başvuru sahibinin İngilizce konuşulan ülkelerle uzun yıllardır yaptığı ticaret süresince “paki” kelimesinin herhangi bir şekilde şikayet konusu olmadığını belirtmiştir.

 

Genel Mahkeme, 05/10/2011 tarihinde verdiği T-526/09 sayılı kararında başvuru sahibi tarafından öne sürülen iddialarının tümünü reddetmiş ve OHIM kararının yerinde olduğuna hükmetmiştir. Mahkeme kararında, özet olarak, her tür ayrımcılığa karşı mücadelenin Avrupa Birliği’nin kurucu ilkelerinden birisi olduğunu belirtmiş, terimin ırkçı anlamda kullanımına yönelik tespiti haklı bulmuş, başvuru sahibinin terimin aşağılayıcı anlamda kullanılmadığına dair kanıtlarını yeterli bulmamış, başvuru sahibinin OHIM’in önceden benzer içerikli markaları tescil ettiği yönündeki iddiasına, her kararın kendi özel durumu çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiği karşılığını vermiş ve başvuru sahibinin terimi hiçbir şikayetle karşılaşmadan yıllarca kullandığı yönündeki iddiasına yönelik olarak, başvuru sahibinin şikayetle karşılaşmamış olması kimsenin bu terimin kullanımından rahatsız olmadığı anlamına gelmemektedir ve bu durum ırkçı içerikte bir kelimenin tescil edilmesini meşru hale getirmez, değerlendirmesini yapmıştır.

 

Kararın içeriği incelendiğinde, OHIM ve Genel Mahkemenin ırkçı anlamda kullanılan bir terimin tescil edilmesinin engellenmesi konusunda son derece hassas davrandığı ve ayrımcılığa karşı mücadelenin Avrupa Birliğinin kurucu ilkelerinden olmasını kararların gerekçelendirmesinde kullandıkları görülmektedir.

 

Türkiye’ye dönüldüğünde, yazının başında belirtildiği üzere, maalesef Türkiye’de her türlü ayrımcılık ve ırkçılık üst düzeylerde yaşanmaktadır ve sosyal ağların kullanımı sırasında gözlemlenen saptamalar –en azından bu satırların yazarı bakımından-sıradan insanların nefret suçlarına yönelik destekçi yaklaşımlarını göz önüne koymaktadır. Bir arada iken dünyanın en sevimli – insancıl – iyiliksever insanlarından birisidir diyebileceğiniz bir kişinin facebook veya benzeri bir medyadaki paylaşımlarını – yorumlarını gördüğünüzde yaşadığınız şok, genellikle kelimelerle tarif edilebilir nitelikte olmamaktadır.

 

Türkçe’de günlük dile yerleşmiş, ırkçı, dinsel-mezhepsel-cinsel-etnik ayrımcılık içeren çok sayıda aşağılayıcı veya kelime anlamı aşağılayıcı olmasa da yerleşik – günlük kullanımı itibarıyla aşağılayıcı anlam kazanmış sözcük bulunmaktadır ve bunların iyi veya kötü niyetle tescil ettirilmesi yönündeki taleplerle karşılaşılacağı – karşılaşıldığı şüphesizdir. Bu tip başvuruların değerlendirilmesi, kanaatimizce ırkçı, ayrımcı anlamları tespit edildiği sürece başvuruların reddedilmesi bakış açısıyla yapılmalı ve başvuru sahibi aslında bu kelimeyi iyi niyetle tescil ettirmek istemiş olabilir, halkın bir kısmı bakımından bu yönde bir değerlendirme oluşmayacaktır, bu kelimenin başka anlamları da vardır gibi ırkçı – ayrımcı terimlerin tescilini olumlayan  yaklaşımlardan kaçınılmalıdır. Bu kapsama girebilecek bazı kelimeler ise; eksik etek, şopar, çöl bedevisi, nataşa, liboş,  sıkmabaş, mumsöndü, gavur, … dölü, … kırması, kız kurusu, imansız, dinci, laikçi, fellah (örnekler çoğaltılabilir), semboller bakımından nazi swastikası, bir milleti simgeleyen kıyafet üzerine çizilmiş çarpıdan oluşan şekiller vb. olarak örneklendirilebilir.

 

Toplumda dönemsel olarak infial yaratan suçlara – suçlulara – kurbanlara ait isimlerden veya bu olaylarla özdeşleşmiş sembollerden oluşan veya toplumda tepki yaratma – provokasyon amacıyla yapılmış başvurular 

 

Bu başlık altında değerlendirilebilecek başvurular ise kelime anlamları veya kullanımları itibarıyla aşağılama, ırkçılık, ayrımcılık veya hakaret içermemekle birlikte, dönemsel olarak toplumda tepki veya provokasyon yaratma olasılıkları bağlamında tescil edilmeleri sorun teşkil edebilecek kelimeler veya sembollerdir.

 

Ülkemizde bu tip başvurular, önemli bir toplumsal olayın veya toplumda infial yaratan bir hadisenin ardından ilgi çekmek, bu olayın ününü ticari kazanca dönüştürmek amacıyla yapılabilmektedir. Bu konuda aklıma ilk gelen örnek, gelinlikle dünya turuna çıkan (barış gelini) “Pippa Bacca” takma ismini kullanan bir İtalyan kadının Türkiye’de hunharca öldürülmesi, bu olayın Türkiye’de ve Avrupa’da yarattığı tepkinin ve üzüntünün ardından, ülkemizden “Pippa Bacca” isminin marka olarak tescil edilmesi talebiyle yapılan başvurulardır. Cinayetten önce veya muhtemelen cinayetten on sene sonra tescil edilmesinin önünde bir engel bulunmayan bu ibarenin toplumda infial yaratan bir olayın hemen ardından tescil ettirilmesi yönündeki talep kanaatimizce bu kapsamda değerlendirilebilir içeriktedir. Benzer şekilde, toplum hafızasına kazınmış bazı suçluların, işlenen suçla özdeşleşmiş mekanların isimlerini marka olarak tescil ettirmek için yapılan başvurular da kanaatimizce oldukça hassas biçimde incelenmelidir.

 

Bir diğer örnek ise, toplumsal hafızaya kazınmış bazı tarihlerin tescil ettirilmek istendikleri mallara / hizmetlere bağlı olarak ortaya çıkabilecek kamu düzenine aykırılık sorunu olabilir. Örneğin, toplumsal hafızaya kazınmış 2 Temmuz 1993 veya 12 Eylül 1980 tarihlerinin, mesela, eğlence hizmetleri için tescil ettirilmek istenmesi şüphesiz provokasyon amaçlı talepler olacaktır ve bu tip başvurular hakkında da kamu düzenine aykırılık içerikli ret gerekçesinin uygulanması yerinde olacaktır.

 

Son olarak, marka tescilinin son dönemlerde Türkiye’de edindiği magazinsel işleve de dikkat çekmek yerinde olacaktır. Kısa yoldan tanınmak mı istiyorsunuz, yapacağınız çok basit, gündemi takip edin, Türkiye ile hangi ülke siyasi olarak sorun yaşıyorsa, o ülke cumhurbaşkanının soyadını tuvalet kağıdı için tescil ettirilmek için başvuruda bulunun, ertesi gün tüm Türkiye basını sizi haber yapacaktır ve Andy Warhol’a atfedilen “herkes bir gün 15 dakikalığına meşhur olacak” sözü sizin için gerçekleşmiş olacaktır.

 

Önder Erol Ünsal

Mart 2012

 

Paris Sözleşmesi’nin Dördüncü Mükerrer Altıncı Maddesine (Article 6quinquies) Dünya Ticaret Örgütü Temyiz Organı Tarafından Getirilen Yorum

WTO-DSB

 

Giriş

 

Avrupa Topluluğu’nun, Amerika Birleşik Devletleri’ne ait 1998 tarihli Çok Amaçlı Ödenek Yasası’nın (Omnibus Appropriations Act) 211. maddesinin, Ticaretle Bağlantılı Fikri Mülkiyet Anlaşması’na (TRIPS) ve bu Anlaşma uyarınca taraf ülkelerce geçerliliği kabul edilen Sınai Mülkiyetin Korunması için Paris Sözleşmesi’nin bazı maddelerine aykırı olduğu gerekçesiyle Dünya Ticaret Örgütü nezdinde yaptığı şikayet ve bu şikayet sonucu Anlaşmazlıkların Çözümü Organı’nın Temyiz Organı tarafından verilen karar (karar sayısı ve tarihi: AB-2001-7; 02/01/2002) bu yazının konusunu oluşturmaktadır. Şikayetin yazı kapsamında ele alınan bölümü, Paris Sözleşmesi’nin dördüncü mükerrer altıncı maddesinin (Article 6quinquies) değerlendirilmesine ve kapsamına ilişkindir.

 

Şikayete ve alınan kararın metninin tamamına;

http://www.wto.org/english/tratop_e/dispu_e/cases_e/ds176_e.htm

adresinden ulaşılması mümkündür.

 

Yazı içeriğinde kararın her paragrafına ayrıca göndermede bulunulmamış olmakla birlikte, yazı kararın 1-20, 60-64, 122-149 ve 360-361. paragraflarında yer verilen değerlendirmeler esasında oluşturulmuştur.

 

Kararın İçeriği, Gerekçeleri ve Değerlendirmesi

 

Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) üye ülkeler arasındaki çeşitli ticari anlaşmazlıkları, Anlaşmazlıkların Çözümü Organı’nın (Dispute Settlement Body – DSB) kararları aracılığıyla sonuca bağlamaktadır.

Bu yazı kapsamında değerlendirilecek DSB kararı, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile Avrupa Topluluğu arasında Küba ile ilgili bir konu hakkında ortaya çıkmış anlaşmazlığın bir boyutunu oluşturan Paris Sözleşmesi’nin dördüncü mükerrer altıncı maddesinin (Article 6quinquies) değerlendirilmesine ilişkindir.

 

Paris Sözleşmesi’nin dördüncü mükerrer altıncı maddesinin işbu anlaşmazlıkla ilgili kısmının Türkçe çevirisi aşağıdaki şekildedir:

 

“Markalar: Bir Birlik Ülkesinde Tescil Edilen Markaların Birlik Üyesi Diğer Ülkelerde Korunması

A.(1) Menşe ülkesinde usulüne uygun olarak tescil edilen her ticaret markası, bu maddede belirtilen ihtirazi kayıtlar altında, diğer Birlik ülkelerinde olduğu gibi başvuru yapmak ve korunmak üzere kabul edilecektir. Bu ülkeler nihai tescil işleminden önce yetkili makam tarafından verilmiş olan menşe ülkesindeki tescile ait bir belgenin ibrazını isteyebilirler. Bu belgenin resmi onayı gerekmeyecektir.

(2) Başvuru yapanın gerçek ve fiili bir sınai veya ticari müessese sahibi olduğu Birlik ülkesi veya Birlik içinde böyle bir müessesesi olmadığı takdirde ikamet ettiği birlik ülkesi veya Birlik içinde ikametgahı olmadığı takdirde vatandaşı olduğu Birlik Ülkesi, menşe ülkesi olarak kabul edilecektir.

B. Bu madde kapsamında olan ticaret markalarının, aşağıdaki durumlar dışında tescili reddedilemez veya geçersiz kılınamaz.

(1) Bu markaların, korunma talep edilen ülkelerdeki üçüncü kişiler tarafından kazanılmış haklara tecavüz etmesi,

(2) Bu markaların ayırt edici özellikleri olmaması veya münhasıran ticarette ürünlerin cinsini, kalitesini, miktarını, amacını, değerini, menşe yerini veya üretim zamanını göstermeye yarayan veya günlük konuşmalarda dile yerleşmiş olan veya korumanın istendiği ülkedeki iyi niyetli ve alışılmış ticari uygulamalarda kullanılan işaret ve sembollerden ibaret olması,

(3) Bu markaların ahlaka ve kamu düzenine aykırı olması ve özellikle kamuyu yanıltacak mahiyette olması, durumunda. Markalarla ilgili mevzuatın bir hükmüne uygun olmaması, bu hükmün kamu düzeni ile ilgili olması dışında markanın kamu düzenine aykırı olarak düşünülmesini gerektiren tek sebep olamayacağı uygun bulunmuştur. Ancak bu hüküm için Madde 10- Birinci Mükerrer geçerlidir.”

Yukarıda yer verilen hüküm, Paris Sözleşmesi tarafı bir ülkede (menşe ülke) tescilli olan bir markanın tescili için sözleşme tarafı bir diğer ülkede talep yapılması durumunda, talep yapılan ülkenin markanın tesciline ilişkin yetkilerini içermektedir. Hükmün (A) fıkrasının (1) numaralı paragrafında menşe ülkesinde tescilli markaların üye diğer ülkelerde kabul edilmesi gerektiği şeklinde genel bir hüküm içerirken, (B) fıkrasının (1),(2) ve (3) numaralı paragraflarında genel hükmün istisnaları sayılmıştır.

 

ABD ile Avrupa Birliği arasındaki anlaşmazlık esas olarak, ABD’nin yukarıda yer verilen hükmün A(1) paragrafı kapsamını, yalnızca markaların şekli olarak başvurularının kabul edilmesi yükümlülüğü olarak değerlendirmesi, buna karşılık Avrupa Topluluğu’nun paragraf kapsamına markanın esasa ilişkin değerlendirmesinin de dahil olduğunu belirtmesidir. Bu yorum farklılığının ABD’ye ait bir federal kanundaki yansıması Avrupa Topluluğu tarafindan DTÖ nezdinde Anlaşmazlıkların Çözümü Organı’na (Dispute Settlement Body – DSB) şikayet edilmiş ve ilk incelemenin Panel tarafından ABD lehine sonuçlandırılması üzerine şikayet temyiz organı önünde yinelenmiştir. Temyiz Organı tarafından verilen karar Paris Sözleşmesi dördüncü mükerrer altıncı maddenin kapsamını netleştirmek bakımından önemli bir metin niteliğindedir.

 

Avrupa Topluluğu şikayetinde, Paris Sözleşmesi dördüncü mükerrer altıncı madde  A(1) paragrafı kapsamının yalnızca markaların şeklen başvuruya uygun olarak kabul edilmesi meselesi ile ilgili olmadığını, hükmün esasa ilişkin değerlendirmeyi de kapsadığını belirtmektedir. Avrupa Topluluğu, aynı maddenin B fıkrası (1),(2) ve (3) numaralı paragraflarında yer alan istisnaları ve bu istisnaların ortaya çıkması halinde menşe ülkede tescilli olsalar dahi aynı markadan oluşan başvuruların Paris Sözleşmesi tarafı diğer ülkelerde reddedilebileceğini kabul etmekle birlikte, B fıkrasında sayılan istisnalar kapsamına girmeyen durumlarda, sözleşme tarafı diğer ülkelerin markayı tescil etmekle yükümlü olduğunu öne sürmektedir.

 

ABD ise A(1) paragrafı kapsamında düzenlenen konunun, menşe ülkesinde tescil edilmiş markaların sözleşme tarafı diğer ülkelerde de şeklen başvuruya uygun bir marka olarak kabul edilmesi gerektiği yönünde bir düzenleme olduğunu belirtmekte, menşe ülkesinde tescil edilmiş markaların sözleşme tarafı diğer ülkelerde esasa ilişkin değerlendirmesinin Paris Sözleşmesi kapsamında yer almadığını öne sürmektedir.

 

DTÖ Anlaşmazlıkların Çözümü Organı, Panel olarak adlandırılan ilk derece incelemesinde uyuşmazlığa ilişkin olarak ABD tezini haklı bulmuş ve Paris Sözleşmesi dördüncü mükerrer altıncı maddesi A(1) paragrafı kapsamında yer alan düzenlemenin şeklen başvuruya uygun bulma konusunu düzenlediği yorumunu getirmiştir. Panel’in kararına karşı Avrupa Topluluğu tarafından yapılan itiraz ise DTÖ Anlaşmazlıkların Çözümü Temyiz Organı (Appeal Body) tarafından değerlendirilmiştir. Temyiz Organı tarafından alınan karar, tarafların dayanakları ve kararın gerekçerleri takip eden paragraflarda değerlendirilmektedir.

 

Avrupa Birliği, Panel kararına karşı yaptığı itirazında, Paris Sözleşmesi dördüncü mükerrer altıncı maddede yer alan Fransızca “telle quelle” (İngilizce “as is” – Türkçe’ye ise “olduğu gibi” şeklinde çevrilmiştir) teriminin menşe ülkesinde tescilli markanın diğer sözleşme üyesi ülkelerde başvuruya uygun bir marka olarak kabul edilmenin ötesinde bir anlam taşıdığını iddia etmekte ve üye ülkelerin B paragrafında sayılı istisnalar kapsamına girmeyen hallerde bu tip markaları tescil etmekle yükümlü olduğunu belirtmektedir. Avrupa Topluluğu’na göre, Paris Sözleşmesi dördüncü mükerrer altıncı maddenin amacı Paris Birliği üyesi ülkelerin birisinde tescilli olan bir markanın diğer üye ülkelerde tescil edilmesini kolaylaştırmaktır, ancak bu kolaylık tescil süreciyle sınırlıdır, tescil işleminin ardından markalar birbirinden tamamen bağımsız hale gelecektir. Bu anlamda, Panel’de varılan yargının aksine, Avrupa Topluluğu’nca getirilen yorumla Paris Sözleşmesi altıncı maddesi üçüncü paragrafı arasında çelişki bulunmamaktadır (Paris Sözleşmesi paragraf 6(3): Bir Birlik ülkesinde, usulüne uygun olarak tescil edilmiş bir marka, menşe ülkesi dahil diğer Birlik ülkelerinde tescil edilmiş olan markalardan bağımsız olarak kabul edilecektir.)

 

ABD, temyiz incelemesi öncesi sunduğu görüşünde, Panel’in Paris Sözleşmesi dördüncü mükerrer altıncı maddeye ilişkin olarak getirdiği yorumun yerinde olduğunu belirtmiştir. ABD’ye göre, bu hüküm menşe ülkede tescil edilmiş markaların sözleşme üyesi diğer ülkelerde de tescil edilmesi gerektiği anlamına gelmemektedir ve hüküm üye ülkelerin menşe ülkesinde tescil edilmiş markaların başvuruya uygun markalar olarak kabul edilmemesi yönündeki yorumları engeller içerikte, markaların biçimine ilişkin bir hükümdür.

 

Panel kararında yer verilen tespitleri, Avrupa Topluluğu ve ABD iddialarını değerlendiren Temyiz Organı, Paris Sözleşmesi dördüncü mükerrer altıncı maddesine ilişkin olarak takip eden değerlendirmeleri yapmıştır.

 

Temyiz Organı, ilk olarak Ticaretle Bağlantılı Fikri Mülkiyet Anlaşması (TRIPS) Madde 2.1’e atıf yaparak Paris Sözleşmesi hükümlerinin ve bu hükümlerin uygulanmasının TRIPS’in ve bu yolla DTÖ Anlaşması’nın parçası olduğu tespitini yapmıştır. Temyiz Organı, bu tespitin ardından Panel kararını, tarafların iddialarını özetlemiş ve sonrasında Paris Sözleşmesi altıncı mükerrer dördüncü maddeye ilişkin analizine başlamıştır.

 

Temyiz Organı, Paris Sözleşmesi dördüncü mükerrer altıncı maddeye ilişkin analizine sözleşmede öngörülen iki tescil elde etme (başvuru) yöntemini ortaya koyarak başlamıştır. Buna göre, birinci başvuru yolu, altıncı madde birinci fıkrada yer verilen “Ticari markaların başvuru ve tescil koşulları, her bir Birlik ülkesinin, yerel yasaları ve mevzuatıyla belirlenecektir.” hükmü bağlamında karşımıza çıkan yoldur. Buna göre, Paris Birliğinin her üyesi markaların başvuru ve tescil şartlarını ulusal mevzuatına göre belirleyecektir. Başvuru için bu yolu tercih edecek başvuru sahibinin menşe ülkesinde tescile sahip olması şeklinde bir zorunluluk bulunmamaktadır.

Paris Sözleşmesinde öngörülen diğer başvuru yolu ise dördüncü mükerrer altıncı maddede öngörülen yoldur. Bu yolu kullanmak için iki ön şart bulunmaktadır. Bu şartlardan birincisi menşe ülkede usulüne uygun olarak tescil edilmiş bir markaya sahip olmak ve diğeri ise menşe ülkenin dördüncü mükerrer altıncı madde A(2) paragrafındaki (“Başvuru yapanın gerçek ve fiili bir sınai veya ticari müessese sahibi olduğu Birlik ülkesi veya Birlik içinde böyle bir müessesesi olmadığı takdirde ikamet ettiği birlik ülkesi veya Birlik içinde ikametgahı olmadığı takdirde vatandaşı olduğu Birlik Ülkesi, menşe ülkesi olarak kabul edilecektir.”) tanıma uygun bir ülke olmasıdır. İnceleme konusu şikayette tartışılan husus ise bu iki şartın yerine getirilmesi ile ilgili değil, bu şartların yerine getirilmiş olması halinde ortaya çıkan başvuru hakkının kapsamı ve bu hakkın tescil sonucu doğurup doğurmadığı ile ilgilidir.

 

Paris Sözleşmesi dördüncü mükerrer altıncı madde A(1) paragrafı kapsamı dikkate alındığında, Paris Sözleşmesi ve TRIPS üyesi ülkeler, markalarını Birlik üyesi menşe ülkelerinde usulüne uygun olarak tescil ettirmiş başvuru sahiplerine, ulusal mevzuata tabi başvuru sahiplerine tanınmış haklarından daha geniş haklar vermek durumundadır. Bu haklar, şikayet edilen ABD’ye göre başvuruya konu markanın biçimi ile sınırlıdır, şikayetçi Avrupa Topluluğu ise, aynı maddenin B paragrafında sayılan istisnalar hariç olmak üzere, bu hakların markayı başvuruya uygunluk bakımından biçim olarak kabul etmenin ötesinde koruma sağlamayı da kapsadığını öne sürmektedir.

 

Temyiz Organı, ilk olarak, dördüncü mükerrer altıncı madde A(1) paragrafında yer alan “telle quelle (as is)- (olduğu gibi)” teriminin “menşe ülkesinde usulüne uygun olarak tescil edilen markaları” değerlendiren birlik üyesi ülkelere ilişkin bir tanımlama olduğunu kabul etmiştir. Buna göre, menşe ülkesinde usulüne uygun olarak tescil edilen bir markanın bir diğer birlik üyesi ülkede başvurusunun yapılması halinde bu başvuru biçim olarak (as to the form) başvuruya ve korumaya uygun olarak kabul edilmelidir. Biçimin ötesinde, ulusal mevzuat kapsamında düzenlenen tescil edilebilirlik şartlarından muaf olma konusunda ise Temyiz Organı takip eden değerlendirmeleri yapmıştır.

 

1968 yılındaki ismiyle “Fikri Mülkiyetin Korunması için Uluslararası Büro” tarafından yayınlanan G.H.C. Bodenhausen’a ait “1967 Stockholm Revizyonu bağlamında Sınai Mülkiyetin Korunması için Paris Sözleşmesi’nin Uygulanmasına ilişkin Rehber”in 110-111. sayfalarına atıf yapan Temyiz Organı, bu kitaptan “… bir marka menşe ülkesinde usulüne uygun olarak tescil edildiğinde, birlik üyesi diğer ülkeler, markayı biçimine ilişkin olarak, yani markayı oluşturan işaretler bakımından, (bu marka) ulusal mevzuatta öngörülen şartlara uygun olmasa da kabul etmek ve korumak zorundadır, söz konusu koruma, bu maddede yer verilen diğer kurallara, özellikle ret veya hükümsüzlük gerekçelerine bağlı olarak sağlayacaktır. Bu çerçevede, bu hüküm sayılardan, harflerden, soy isimlerinden, coğrafi yer adlarından, herhangi bir dilde veya alfabede yazılı olmalarına bakılmaksızın sözcüklerden oluşan markalar ve markayı oluşturan diğer işaretler bakımından uygulanacaktır.” alıntısını yapmıştır.

 

Bunun ardından, Temyiz Organı, dördüncü mükerrer altıncı madde A(1) paragrafını içerik olarak değerlendirmiş ve hüküm içeriğinin, hükmün Avrupa Topluluğu görüşüne uygun olarak değerlendirilmesi yönünde destek sağlamadığı yorumunu yapmıştır. Temyiz Organına göre, Paris Sözleşmesi altıncı madde birinci paragrafa göre, üye ülkeler başvuru ve tescil şartlarını iç mevzuatlarına göre belirleme yetkisine sahiptir, üye ülkelerin sözleşmede belirtilen bazı yükümlülükleri bulunmakla birlikte, bu maddeye göre üye ülkelerin birliğe katılarak başvuru ve tescil şartlarını iç mevzuatlarına göre belirleme yetkisinden feragat etmedikleri açıktır. Bu çerçevede, eğer, dördüncü mükerrer altıncı madde A(1) paragrafı Avrupa Topluluğun talep ettiği üzere, geniş biçimde yorumlanacak olursa, sözleşmenin altıncı maddesinin birinci paragrafı çerçevesinde üye ülkelere tanınan takdir yetkisi önemli oranda ortadan kaldırılacaktır.

Temyiz Organı, kararının takip eden paragrafında yukarıdaki yorumu daha netleştirmek için örnekle açıklama yöntemini kullanmıştır. Örnek, Avrupa Topluluğu’nun argümanlarının geçerli olduğu öne sürülerek verilmiştir. Örneğe göre, bir an için Avrupa Topluluğu’nun argümanlarının geçerli olduğu varsayılırsa, menşe ülkesinde bir markayı usulüne uygun olarak kabul ettiren bir başvuru sahibi, markasını birlik üyesi bir diğer ülkede tescil ettirmek istediğinde, Paris Sözleşmesi dördüncü mükerrer altıncı madde A(1) paragrafı uyarınca tescil yöntemini kullanacak olursa, ilgili ülkenin ulusal mevzuatınca öngörülen tescil şartlarının herhangi bir anlamı veya geçerliliği olmayacaktır. Bu varsayım çerçevesinde, bir ulusal mevzuatça öngörülen tescil için kullanım şartından kaçınmak isteyen bir başvuru sahibi, markasını tescil için kullanım şartı öngörmeyen menşe ülkesinde tescil ettirerek bu yükümlülüğe tabi olmayacaktır. Temyiz Organı, Paris Sözleşmesi hazırlanırken böyle bir amacın güdülmediği ve bu sonucun amaçlanmadığı görüşündedir.

 

Avrupa Topluluğu itirazında, Paris Sözleşmesi dördüncü mükerrer altıncı madde A fıkrası kapsamının markanın biçimine yönelik koruma olarak değerlendirilmesi durumunda, bu madde uyarınca sağlanacak korumanın istisnası olarak belirtilen B fıkrası paragraflar (1)-(3)’te sayılan hallerin anlamsız olacağını belirtmektedir. Paris Sözleşmesi dördüncü mükerrer altıncı maddesi  B fıkrası, aşağıda sayılan halleri A fıkrasında öngörülen korumanın istisnası olarak saymıştır:

 

“B. Bu madde kapsamında olan ticaret markalarının, aşağıdaki durumlar dışında tescili reddedilemez veya geçersiz kılınamaz.

(1) Bu markaların, korunma talep edilen ülkelerdeki üçüncü kişiler tarafından kazanılmış haklara tecavüz etmesi,

(2) Bu markaların ayırt edici özellikleri olmaması veya münhasıran ticarette ürünlerin cinsini, kalitesini, miktarını, amacını, değerini, menşe yerini veya üretim zamanını göstermeye yarayan veya günlük konuşmalarda dile yerleşmiş olan veya korumanın istendiği ülkedeki iyi niyetli ve alışılmış ticari uygulamalarda kullanılan işaret ve sembollerden ibaret olması,

(3) Bu markaların ahlaka ve kamu düzenine aykırı olması ve özellikle kamuyu yanıltacak mahiyette olması, durumunda. Markalarla ilgili mevzuatın bir hükmüne uygun olmaması, bu hükmün kamu düzeni ile ilgili olması dışında markanın kamu düzenine aykırı olarak düşünülmesini gerektiren tek sebep olamayacağı uygun bulunmuştur. Ancak bu hüküm için Madde 10- Birinci Mükerrer geçerlidir.”

 

Temyiz Organı, üçüncü kişilerin önceki haklarıyla çatışma, ayırt edici nitelikten yoksunluk ve kamu düzenine, ahlaka aykırılık ve yanıltıcılık olarak özetlenebilecek bu hükümlerin, Paris Sözleşmesi dördüncü mükerrer altıncı madde A fıkrası kapsamının markanın biçimine yönelik koruma olarak değerlendirilmesi durumunda da uygulama alanı bulabileceği görüşündedir.

 

Temyiz Organı kararında son olarak, Paris Sözleşmesi’nin 1883 yılında kabul edilen orijinal halinde bulunan Sonuç Protokolünün 4. paragrafında yer alan ve sonradan altıncı mükerrer dördüncü madde A fıkra olarak Sözleşmeye eklenecek maddenin kapsamını açıklayan hükme yer verilmiştir. Sonuç Protokolünün 4. paragrafına göre “… (bu madde) markayı oluşturan işaretlere ilişkin olarak menşe ülkesindeki kanunlara uygun olan ve başvurusu orada düzgün şekilde yapılmış olan hiçbir marka, birlik üyesi bir başka devlette, markayı oluşturan işaretlerin bu ülkenin kanunlarınca öngörülen şartlara uygun olmaması münhasır gerekçesiyle koruma dışı bırakılamaz, biçiminde anlaşılmalıdır.    Münhasıran markanın biçimiyle ilgili olan bu istisnaya ve Sözleşmenin diğer maddelerinde yer alan hükümlere bağlı kalmak şartıyla, her ülke kendi iç mevzuatını uygulayacaktır.” Temyiz Organı, Paris Sözleşmesi’nin orijinal halinde yer alan bu yorumun altıncı mükerrer dördüncü madde A fıkrası kapsamına ilişkin olarak arzulanan amaç hakkında fikir verdiği kanaatindedir.

 

Yukarıda yer verilen tüm gerekçelerle, Temyiz Organı, Panel tarafından Paris Sözleşmesi dördüncü mükerrer altıncı madde A fıkrası kapsamına ilişkin olarak yapılan yorumu, yani fıkranın kapsamını “menşe ülkesinde usulüne uygun olarak tescil edilen bir markanın bir diğer birlik üyesi ülkede başvurusunun yapılması halinde bu başvuru biçim olarak (as to the form) başvuruya ve korumaya uygun olarak kabul edilmelidir” yönündeki yorumu yerinde bulmuştur. Temyiz Organı’nca yerinde bulunan Panel kararına göre, Paris Sözleşmesi dördüncü mükerrer altıncı maddesi A fıkrası, üye ülkelere, menşe ülkesinde tescil edilmiş bir markanın başvurusunun yapılması durumunda, bu markayı biçim olarak başvuruya uygun olarak kabul etmenin ötesinde bir yükümlülük getirmemektedir ve taraflar arasındaki anlaşmazlığın Paris Sözleşmesi’nin dördüncü mükerrer altıncı maddesi A fıkrasına ilişkin kısmı da bu yorum esas alınarak çözüme kavuşturulmuştur.

 

Ülkemizde, Paris Sözleşmesi’nin dördüncü mükerrer altıncı maddesi A fıkrası, blogumda sıklıkla fantastik tanımlamasıyla betimlediğim bazı bilirkişi raporlarında, maalesef menşe ülkedeki tescili diğer ülkelerdeki tescil için yeterli şart olarak kabul etmek biçiminde yorumlanmaktadır. Bu yazı kapsamında açıklanmaya gayret edilen şikayette görüleceği üzere, şikayet edilen ABD, değerlendirmeye konu maddede öngörülen korumanın yalnızca markanın biçimi ile ilgili olduğunu öne sürmektedir. Şikayet sahibi Avrupa Topluluğu ise, maddenin kapsamının markaların biçimiyle sınırlı olmadığını, menşe ülkesinde usulüne uygun olarak tescil edilmiş markaların birlik üyesi diğer ülkelerde de aynı sonucu (tescil) yanında getirmesi gerektiğini iddia etmekle birlikte, aynı maddenin B paragrafında yer alan istisnaları ve tescilin ancak bu istisnaların ortaya çıkmadığı hallerde elde edilebileceğini kabul etmektedir. Kısaca, B paragrafında sayılan hallerin birlik üyesi diğer ülkelerde ortaya çıkması halinde A fıkrası kapsamında tescilin edilmesi, maddeyi geniş olarak yorumlayan Avrupa Topluluğu’na göre de mümkün değildir. Ancak, maddenin ülkemizde, fantastik olarak isimlendirmeyi tercih ettiğimiz bilirkişi raporlarında yer alan hali, B fıkrasında yer alan istisnaları hiçe saymakta ve menşe ülkesinde tescilli markaların birlik üyesi diğer ülkelerde de tescil edilmesi gerektiğini öne sürmektedir. Bu iddiaları esas alan mahkeme kararlarının, en azından bu maddenin yorumu bakımından, yanlış değerlendirmeler içerdiğini söylemek ise çok iddialı bir söylem değil, tersine maddenin yurtdışındaki yorumunun dile getirilmesidir. Bu yazı kapsamında, yalnızca DTÖ Anlaşmazlıkların Çözümü Organı Temyiz Organı’nın yorumuna yer verilmiş olmakla birlikte, Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın çok sayıda kararında, birlik üyesi diğer ülkelerdeki tescillerin OHIM veya bir diğer birlik üyesi ülke bakımından aynı markanın tescil zorunluluğunu getirmediği sıklıkla belirtilmiştir. Konunun bu boyutu ve Paris Sözleşmesi’nin dördüncü mükerrer altıncı maddesinin ülkemizdeki değerlendirmesi ise başka bir yazı kapsamında yorumlanacaktır.

 

 

Önder Erol Ünsal

Mart 2012

 

“Streamserve” kararı – Aynı Markanın Farklı Ülkelerde Önceden Tescil Edilmesi Hususunun ve İnceleme Ofisinin Önceki Kararlarının Marka İncelemesine Etkisi –

EqualTreatment_000

(Görsel http://www.iaapa.org/europe/en/EqualTreatment.asp adresinden alınmıştır.)

Avrupa Toplulukları Adalet Divanı İlk Derece Mahkemesi tarafından 27 Şubat 2002 tarihinde verilen T-106/00 sayılı “streamserve” kararında, Topluluk üyesi diğer ülkelerde tescilli olan bir markanın “Topluluk Marka Ofisi” (OHIM)’nde de mutlak ret nedenlerine takılmadan tescil edilmesinin gerekip gerekmediği ve aynı veya benzer markanın OHIM tarafından önceden tescil edilmiş olmasının yeni başvurunun da tescil edilmesini sağlayıp sağlamayacağı hususlarında önemli tespitler yer almaktadır.

Kararın içeriğini aktarmaya girmeden önce, yazı kapsamında cevabı aranacak soruların netleştirilmesi gerekmektedir. Bu çerçevede, yanıtı aranacak ilk soru, Topluluk üyesi ülkelerin bir kısmında mutlak ret nedenleri kapsamında reddedilmeden tescil edilmiş olan markaların, diğer Topluluk üyesi ülkelerde veya OHIM’de mutlak ret nedenleri incelemesi sonucu reddedilmesi hakkında Adalet Divanı değerlendirmesinin ne yönde olduğudur. Yanıtlanacak diğer soru ise, tescili talep edilen başvuru ile aynı veya benzer bir marka, eğer OHIM tarafından önceden mutlak ret nedenleri kapsamında reddedilmemişse, bu durum sonraki başvurunun da reddedilmemesi gerektiği sonucunu yanında getirecek midir sorusudur.

Soruların yanıtları tescil incelemesi bakımından kritik önemdedir. Şöyle ki, özellikle yabancı ülkelerden yapılan başvuruların Enstitü tarafından mutlak ret nedenleri (kast edilen ret nedenleri ayırt edici nitelikten yoksunluk, tanımlayıcılık, yanıltıcılık, vb. ret nedenleridir, önceki haklarla ihtilaf kapsamında aslı itibarıyla nispi bir ret nedeni olan 7/1-(b) bendi kast edilmemektedir) kapsamında reddedilmesine kararlarına karşı yapılan itirazların vazgeçilmez gerekçelerden birisi aynı markanın bazı ülkelerde tescil edilmiş olması hususuna yapılan atıftır. Diğer ülkelerdeki tescil iddiası genellikle iki ayrı başlık kapsamında sunulmaktadır. Bu iddialardan ilki Paris Sözleşmesi’nin dördüncü mükerrer altıncı maddesi kapsamında menşe ülkesinde tescilli olan markaların reddedilemeyeceği görüşü, diğeri ise aynı mevzuata sahip ülkelerce reddedilmeyen bir markanın Enstitü tarafından da reddedilmemesi gerektiği görüşüdür. İddialardan ilkinin Paris Sözleşmesi’nin yanlış yorumlanmasına dayandığını http://wp.me/p43tJx-42 adresinden görebileceğiniz yazıda göstermeye çalışmıştık. Dolayısıyla, bu yazı kapsamında bazı ülkelerde tescil edilmiş markaların Türkiye’de tescil zorunluluğu getirip getirmediği sorusunun yanıtını Adalet Divanı İlk Derece Mahkemesi’nin “streamserve” kararı kapsamında yapılan değerlendirmeler ışığında açıklamaya çalışacağız.

Açıklamalara başlamadan önce Enstitü’nün bazı durumlarda, aslında mutlak ret nedenleri kapsamında değerlendirilmemesi gereken bazı sözcüklere dolaylı anlamlar yükleyerek ret kararları verdiği, bu durumun özellikle yabancı dillerdeki sözcüklerin değerlendirilmesi aşamasında ortaya çıkabildiği ve bu tip kararların değerlendirmeye yönelik hata içermeleri nedeniyle yerinde olmadığı belirtilmelidir. Bu çerçevede, itirazda ispatlanması gereken husus, değerlendirmenin yanlışlığının gösterilmesidir ve bu husus ispatlanırken aynı markanın yurtdışında tescilli olması hususunun öne sürülmesi son derece mantıklıdır.

Bununla birlikte, bu yazı kapsamında tartışılacak husus, değerlendirme yanlışlığı içermeyen ret kararlarının, aynı markanın yurtdışında başka tescil sistemleri kapsamında tescilli olmasının tek başına ret kararının kaldırılması sonucuna yol açıp açmayacağıdır.

“Streamserve” markasının 09. ve 16. sınıflara dahil bazı mallar bakımından tescil edilmesi talebiyle OHIM’e yapılan başvuru kelimenin tescili talep edilen mallar bakımından ayırt edici nitelikte bulunmaması ve tanımlayıcı içerikte görülmesi nedeniyle reddedilmiştir. Uzman “streamserve” kelimesinin bilgisayar teknolojisi alanında anlamı ve kullanımı bulunan bir sözcük olduğunu tespit etmiş ve ret kararını bu hususa dayandırmıştır. Aynı yaklaşım Temyiz Kurulu tarafından da benimsenmiş ve ret kararı yerinde bulunarak başvuru sahibi tarafından yapılan itiraz reddedilmiştir. Bunun üzerine başvuru sahibi Temyiz Kurulu kararına karşı dava açmış ve dava Avrupa Toplulukları Adalet Divanı İlk Derece Mahkemesi tarafından görülmüştür.

Başvuru sahibi itirazında, öncelikli olarak “streamserve” kelimesine ilişkin değerlendirmenin yerinde olmadığını belirtmiş, ardından aynı markanın aynı mallar için aynı mevzuatı uygulayan Birleşik Krallık, İsveç, Almanya, Benelüks, Norveç, Fransa gibi ülkelerin ofislerince mutlak ret nedenleri incelemesi kapsamında değerlendirilip kabul edilmiş olduğunu belirtmiş ve markanın bu ülkelerden bir kısmı tarafından tescil edilmiş olduğunu öne sürmüştür. Bu iddia kapsamında sayılan ülkelerden bir kısmının ana dilinin İngilizce olduğu, bir kısmının İngilizce kelimeler bakımından ana dilleriyle eşdeğer inceleme yaptığının altı çizilmiştir. Başvuru sahibi son olarak, OHIM Temyiz Kurulu’nun “streamserve” ibaresiyle  anlam ve içerik olarak çok benzer “imagestream” markası hakkındaki ret kararını kısmen kaldırmış olduğunu, dolayısıyla bu başvuruya ilişkin olarak aynı kararın verilmemesinin yerinde olmadığını, istikrarsızlık ve eşitsizlik olduğunu belirtmekte ve ret kararının bu nedenle de kaldırılması gerektiğini öne sürmektedir.

İlk Derece Mahkemesi kararında, öncelikli olarak “streamserve” kelimesinin tanımlayıcılığı hususunu değerlendirmiştir. Yazımızın konusu bu husus olmadığından bu değerlendirmenin sonucunu belirtmek bizim için yeterli olacaktır. Değerlendirme sonucunda, mahkeme “streamserve” ibaresinin başvuru kapsamında yer alan mallardan “rehberler ve yayınlar” gibi mallar bakımından tanımlayıcı nitelikte olmadığı ve ayırt edici olduğu sonucuna ulaşmış ve ret kararını bu mallar bakımından yerinde bulmamıştır. Bununla birlikte, 9. Sınıfa dahil mallar bakımından ayırt edici nitelikten yoksunluk ve tanımlayıcılık gerekçeleriyle verilen ret kararı yerinde görülmüştür.

Kararın devamında yazımızın konusunu oluşturan hususlar irdelenmiştir. Kararın 47. – 48. paragrafları diğer ülkelerdeki tescil hususunun OHIM (veya yeni başvuruya konu ülkelerdeki) etkisini tartışmaktadır. Belirtilen paragraflarda yer verilen değerlendirmelerin birebir çevirisine aşağıda yer verilmiştir:

“47.  Başvuru sahibince öne sürülen ulusal kararlara ilişkin olarak, içtihattan açık olarak anlaşılacağı üzere (bkz. T-32/00 sayılı dava, Messe München v OHIM (electronica) [2000] ECR II-3289, paragraph 47), Topluluk markası sisteminin, kendine yeterli ve herhangi bir ulusal sistemden bağımsız işleyen, kendi amaçları ve özellikleri bulunan otonom bir sistem olduğu akılda bulundurulmalıdır. Bunun sonucunda, bir işaretin Topluluk markası olarak tescil edilebilirliği yalnızca ilgili Topluluk mevzuatı hükümleri dikkate alınarak değerlendirilmelidir. Bu çerçevede, Ofis (OHIM) ve Topluluk yargısı, ihtilaf konusu işaretin üye bir ülkede veya üçüncü bir ülkede ulusal bir marka olarak tescil edilebilirliği hususunda verilmiş olan önceki bir kararla bağlı değildir. Bu kararın Topluluk Marka Direktifiyle uyumlu bir ulusal mevzuat kapsamında alınmış olması veya kararın, ihtilaf konusu kelimenin kaynak dilsel bölgesine (ilgili kelimenin ait olduğu dilin anadil olduğu, ç.n.) ait, bir ülke tarafından verilmiş olması durumlarında dahi değerlendirme aynı şekilde olacaktır.

48. Bunun sonucu olarak, başvuru sahibinin, “streamserve” kelimesinin ulusal marka olarak tescil edilebilirliğine ilişkin ulusal kararların varlığı ve özellikle bu kararlardan birisinin Birleşik Krallık’ta verilmiş olması gerekçeli argümanı mevzu dışıdır (kabul edilebilir içerikte değildir). Daha ötesi, başvuru sahibi bu kararlardan sonuca ulaşılmasına sağlayacak esasa ilişkin hiçbir argüman sunmamaktadır.”

Yukarıda yer verilen paragraflardan açık olarak anlaşılacağı üzere, Avrupa Toplulukları Adalet Divanı İlk Derece Mahkemesi’ne göre aynı markanın aynı mevzuata sahip başka bir ülke tarafından tescil edilmiş olması, markayı oluşturan kelime tescile konu ülkenin ana dili olsa da, diğer ülkelere veya OHIM’e aynı markayı tescil etme konusunda bir yükümlülük getirmemektedir.

Karar o denli açıktır ki, bu kararın ne anlama geldiğini veya kararda ne denilmek istediğini uzun uzadıya tartışamaya gerek bulunmamaktadır. Uygulamaya ilişkin sonuç olarak belki ise, takip eden değerlendirmenin yapılması yeterli olacaktır:

Mutlak ret nedenlerine göre reddedilmiş markalara ilişkin itiraz dilekçelerinde ispatlanması gereken husus, markanın hangi nedenle ilgili ret gerekçesi kapsamında değerlendirilemeyeceğidir. Aynı markanın, aynı mevzuat hükmüne sahip olsalar da diğer ülkelerde tescil edilmiş olması, ret kararını kendiliğinden yanlış hale getirmez. Başvuruyu oluşturan kelime yabancı dilde olsa da ve marka o dilin anadil olarak konuşulduğu ülkede tescil edilmiş olsa da sonuç aynıdır, ispatlanması gereken diğer ülkelerdeki tescil hususu değil, kararın veya değerlendirmenin yanlışlığıdır.

Bir markanın, mutlak ret nedenleri kapsamına girse de, bir ülkede kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik istisnası kapsamında tescil edilmiş olması olasılığı ve bazı ülke ofislerinin neredeyse hiç inceleme yapmadan markaları tescil etmesi ve tescilin geçerliliğinin hükümsüzlük davaları ile mahkemelerce değerlendirilmesi gibi farklı inceleme gelenekleri dikkate alındığında, farklı ülkelerdeki tescilleri incelemeye esas alma argümanı mantıken de anlam içeren nitelik sunmamaktadır.

Başvuru sahibinin mahkemede öne sürdüğü iddialardan bir diğeri ise, OHIM Temyiz Kurulu’nun aynı malları içeren benzer nitelikteki bir marka (imagestream) hakkındaki ret kararını kısmen kaldırılmış olmasıdır. Başvuru sahibi aynı değerlendirmenin “streamserve” markası hakkında yapılmamış olmasını istikrarsızlık olarak nitelendirme ve “streamserve” markası için eşit muamele talep etmektedir.

Mahkeme, bu talep hakkında kararın 66. – 68. paragraflarında takip eden değerlendirmeleri yapmıştır:

“66. … Temyiz Kurulu’nun kararlarının hukuka uygunluğu, Kurul’un önceki karar verme pratikleri esasına göre değil, sadece – Topluluk yargısınca yorumlandığı haliyle –  Topluluk marka tüzüğü esasına göre değerlendirilmelidir.

67. Bu bağlamda iki hipotez ortaya çıkmaktadır. Eğer, önceki bir vakada, Temyiz Kurulu bir işaretin Topluluk markası olarak tescil edilebilirliğine karar vererek, Tüzüğün ilgili maddelerini doğru biçimde uygulamışken, ilk vakayla kıyaslanabilecek sonraki bir vakada Kurul aksi yönde bir karar aldıysa, Topluluk yargısının tüzüğün ilgili maddelerine aykırılık nedeniyle sonraki kararı iptal etmesi gerekecektir. Bu ilk hipotez çerçevesinde, (incelenen vakada öne sürülen, ç.n.) ayrım yapılmaması (eşit muamele, ç.n.) ilkesine aykırılık iddiası başarısız olmuştur. Diğer taraftan, bir işaretin tescil edilebilirliğine karar vererek Temyiz Kurulu hukuki bir hata yapmışsa ve ilk vakayla kıyaslanabilir sonraki bir vakada, Kurul aksi yönde bir karar almışsa, ilk karar sonraki kararın iptal edilmesini sağlamak için bir gerekçe olamaz. Adalet mahkemesi içtihadına göre (bkz. 134/84 Williams v Court of Auditors [1985] ECR 2225, paragraf 14, ve 188/83 Witte v Parliament [1984] ECR 3465, paragraf 15), eşit muamele ilkesi, hiç kimsenin talebini desteklemek için başkası lehine önceden gerçekleşmiş kanun dışı fiillere dayanamayacağı prensibini içeren kanunilik ilkesi ışığında uygulanmalıdır. Belirtilen ikinci hipoteze göre de, (incelenen vakada öne sürülen, ç.n.) ayrım yapılmaması (eşit muamele, ç.n.) ilkesine aykırılık iddiası başarısız olmuştur.

68. Belirtilen hususlar bağlamında, ayrım yapılmaması (eşit muamele, ç.n.) ilkesine aykırılık iddiası başarısız olmuştur.”  

“Streamserve” kararının yukarıda yer verilen bölümü, son derece önemlidir. Buna göre, önceden yanlışlıkla verildiği açık olan tescil kararlarının sonraki kararlara esas olması biçiminde bir pratik kabul edilmesi Adalet Divanı İlk Derece Mahkemesi’ne göre mümkün değildir. Aksi yöndeki yorum, kanunilik ilkesi ile çelişmektedir ve eşitlik ilkesini uygulamak için kanunilik ilkesini yok saymak yerinde olmayacaktır.

Uygulama pratiği bakımından karşımıza çıkan tablo oldukça nettir. Hatalı karar emsal karar kabul edilmez ve hatalı tescil sonraki tesciller için kazanılmış hak sağlamayacaktır şeklinde inceleme diline çevrilmesi mümkün olan mahkeme kararını mutlak ret nedenleri bakımından uygulamak son derece kolaydır. Nispi ret nedenleri bakımından uygulamanın ne şekilde yapılması gerektiği veya bu ilkenin aynı şekilde uygulanıp uygulanamayacağı ise ayrı bir tartışma oluşturabilir içeriktedir. Bu tartışma bu yazı kapsamında yapılmayacak olmakla birlikte, Türk marka tescil sisteminin en muğlak alanlarından birisini oluşturan kazanılmış hak konusunun nispi ret nedenleri bakımından açıklığa kavuşturulması önemli beklentilerden birisini oluşturmaktadır.

Önder Erol Ünsal

Nisan 2012

Paris Sözleşmesi Birinci Mükerrer Altıncı Maddesi Anlamında Tanınmış Markalar – “Sınai Mülkiyetin Korunması Hakkında Paris Sözleşmesi’nin Uygulamasına ilişkin Rehber”de Maddenin Analizi

books

(Görsel http://books.google.ch/books/about/Guide_to_the_application_of_the_Paris_Co.html?id=EDfuIoT5rxQC&redir_esc=y sitesinden alınmıştır.)

Paris Sözleşmesi’nin tanınmış markaların korunması hakkında hükümler içeren birinci mükerrer altıncı maddesinin hangi içerikte bir düzenlemeyi öngördüğü konusu ülkemizde çok sayıda çalışmada irdelenmiş ve hüküm hakkında farklı yorumlar yapılmıştır. Yorumlardaki belirgin farklılık; birinci mükerrer altıncı madde anlamındaki tanınmışlık için menşe ülkedeki tanınmışlığın yeterli olduğunu öne süren görüş ile hüküm kapsamında işaret edilen tanınmışlığın tescile konu ülkedeki tanınmışlık olduğunu öne süren görüş arasındaki farktır.

 

Birinci görüşe göre, Paris Sözleşmesi tarafı herhangi bir ülkede tanınmış olan bir marka, sözleşme tarafı Türkiye’de de (veya sözleşme tarafı diğer ülkelerde) kendiliğinden tanınmış bir marka olarak kabul edilmelidir, bu markanın Türk tüketicileri tarafından tanınması ilgili hükme göre gerekli değildir. Diğer görüş ise hüküm kapsamında getirilen düzenlemenin korumanın talep edildiği ülkede tescilli olmayan, ancak bu ülkede tanınmış olan markalara koruma sağladığını öne sürmektedir. Bir diğer deyişle, ilk görüş tanınmışlık için menşe ülkedeki tanınmışlığın yeterli olduğunu ve bu tanınmışlığın sözleşme tarafı tüm ülkelerde tanınmışlık anlamına geldiğini öne sürerken, ikinci görüş tanınmışlığın koruma talep edilen her ülke bakımından ayrı ayrı değerlendirilmesi gerektiğini ve menşe ülke dahil diğer ülkelerdeki tanınmışlığın koruma talep edilen ülkede otomatikman tanınmışlık anlamına gelmediğini savunmaktadır.

 

Bu yazı kapsamında, Paris Sözleşmesi birinci mükerrer altıncı maddesinin getirdiği korumanın ne yönde olduğu, Dünya Fikri Mülkiyet Teşkilatı (o dönemdeki ismiyle BIRPI) tarafından yayınlanan “Sınai Mülkiyetin Korunması Hakkında Paris Sözleşmesi’nin Uygulamasına ilişkin Rehber” (Prof. G.H.C. Bodenhausen – Sınai Mülkiyetin Korunması için Uluslararası Büro (BIRPI), ilk basım 1969 – WIPO reprinted 1991, 2004, 2007) adlı eserdeki yoruma yer verilerek aktarılmaya çalışılacaktır. Bu kitabın Paris Sözleşmesi’nin yorumlanması konusunda WIPO’nun temel referans kaynağı olduğu ayrıca belirtilmelidir.

 

Yoruma geçmeden önce, Paris Sözleşmesi birinci mükerrer altıncı maddesinin, bize göre doğru olan yorumlanma biçiminin yukarıda yer verdiğimiz ikinci yorum biçimi olduğu, yani koruma kapsamının tescilsiz ama tanınmış markalar için öngörüldüğü, tanınmışlığın ilgili (korumanın talep edildiği) ülkedeki tanınmışlık olarak yorumlanması gerektiği belirtilmelidir.

 

Bodenhausen yorumuna geçmeden önce, ilgili hükmün Türkçe çevirisine yer vereceğiz. Paris Sözleşmesinin birinci mükerrer altıncı maddesinin resmi Türkçe çevirisi aşağıdaki biçimdedir:

 

“Markalar: Tanınmış Markalar

(1) Birlik ülkeleri, tescilin yapıldığı ülkenin yetkili makamınca söz konusu ülkede bu sözleşmeden yararlanacağı kabul olunan bir kişiye ait olduğu, aynı veya benzeri mallar için kullanıldığı iyi bilinen tanınmış bir markanın herhangi bir karışıklığa yol açabilecek bir şekilde yeniden reprodüksiyonunu, taklit edilmesini veya aslına yakın bir şekilde değiştirilmesini içeren bir markanın kullanılmasını gerek mevzuat izin verdiği takdirde re’sen gerekse ilgilinin isteği üzerine yasaklamayı ve tescilini reddetmeyi veya iptal etmeyi taahhüt ederler. Markanın elzem bir bölümünün tanınmış bir markanın reprodüksiyonundan oluşması veya bu tanınmış markayla karıştırılabilecek bir taklitten ibaret olması durumunda da, bu hükümler geçerli olacaktır.

(2) Böyle bir markanın iptalinin istenmesi için tescil tarihinden itibaren en az beş yıllık bir sürenin tanınması gerekecektir. Birlik ülkeleri, kullanmanın yasaklanması talebinin yapılması için gerekli süreyi tanıyabilirler.

(3) Kötü niyetli tescil edilen veya kullanılan markaların kullanımının yasaklanmasını veya iptalini istemek için süre tespit edilmeyecektir.”

 

Çevirinin marka terminolojisinden uzak ve başarısız ortadadır. Dolayısıyla, yoruma yönelik okumalarda sözleşmenin eşzamanlı olarak İngilizce veya Fransızca asıllarından okunması da yerinde olacaktır.

 

Bodenhausen, Paris Sözleşmesinin birinci mükerrer altıncı maddesinin yorumuna hükmün tarihçesiyle başlamaktadır. Yazının bundan sonraki kısmını, aksini belirtmediğimiz sürece, Bodenhausen’in yukarıda yer verilen kitabı s.89-93’ten aktaracağız.

 

Birinci mükerrer altıncı madde sözleşmeye 1925 yılında Hague’da yapılan Revizyon Konferansında eklenmiş ve 1934 ve 1958 yıllarında sırasıyla Londra ve Lizbon’da yapılan revizyon konferanslarında değiştirilmiştir. 1958’de yapılan değişiklik yoğun biçimde tartışılmış ve önceden sadece tescilin reddi veya iptali ile ilgili olan hükmün kapsamı kullanımın engellenmesine de yayılmıştır.

 

Hüküm, Paris Sözleşmesinin diğer birçok hükmünden farklı bir dilde yazılmıştır. Bu yazım biçimi, uluslararası anlaşmalara, kendiliğinden uygulanabilir (self-executive) geçerlilik sağlayan ülkelerin idari ve yargı makamlarına, (ayrı bir ulusal düzenlemeye gerek olmaksızın) hükmü doğrudan uygulama yükümlülüğü getirmektedir.

 

Hükmün uygulaması sadece ticari markalar yani malları kapsayan markalar bakımından geçerlidir, hizmet markaları yani hizmetleri kapsayan markalar hüküm kapsamına girmemektedir. Üye ülkeler hükmün gerekliliklerini hizmet markaları bakımından uygulamakla yükümlü olmamakla birlikte, hükmü benzer durumlar için, hizmet markaları bakımından da uygulamalarının önünde engel bulunmamaktadır.

 

Hükmün amacı, tescile veya kullanıma konu ülkede tanınmış olan bir markayla karıştırılabilecek bir markanın tescilini veya kullanımını engellemektir. Tescile veya kullanıma konu ülkede tanınmış olan markanın ilgili ülkede tescilli olması gerekli değildir, zaten böyle bir durumda karışıklığa yol açan markanın tescili veya kullanımı zaten engellenebilecektir. Tanınmış markalara sağlanan istisnai nitelikteki bu koruma, bu tip markalarla karışıklığa yol açabilecek markaların tescilinin veya kullanımının çoğu durumda haksız rekabete yol açması ve markalar konusunda yanılan kişilerin çıkarlarının zarar görmesi hususlarıyla açıklanmaktadır. Bir markanın tanınmış bir markayla karışıklık yaratıp yaratmayacağı sorusunun yanıtını ilgili ülkenin yetkili makamları verecektir ve ilgili makam bu soruyu markanın kullanıldığı malların tüketicilerinin bakış açısını dikkate alarak yanıtlayacaktır. Hüküm, karışıklığın, sonraki markanın, tanınmış markanın reprodüksiyonu (özdeş baskısı), taklidi veya çevirisi (resmi çeviride aslına yakın bir şekilde değiştirilmesi şeklinde yer almaktadır) olması veya sonraki markanın asli kısmının (resmi çeviride elzem bir bölümünün şeklinde yer almaktadır) tanınmış markanın reprodüksiyonu veya karıştırılabilecek kopyası olması hallerinde ortaya çıkabileceğini belirtmektedir.

 

Bir marka bir ülkede tescil edilmesinden önce, tanınmış hale gelebilir. Tanınmışlığın ilgili ülkede kullanım gerçekleşmeden, diğer ülkelerdeki reklamların yol açtığı etkiyle ortaya çıkması da mümkündür. Tanınmışlığın bir ülkede ortaya çıkıp çıkmadığı o ülkenin yetkili idari veya yargı organlarınca saptanacaktır. 1958 yılında Lizbon’da toplanan revizyon konferansında, birinci mükerrer altıncı madde kapsamında koruma için ilgili ülkede kullanımın gerekli olmadığı yönünde düzenleme yapılması yönündeki bir öneri kabul edilmemiştir. Bu çerçevede, üye ülkeler, kendi ülke sınırları dahilinde kullanılmayan markaları -bahsedilen üye ülkede- tanınmış olsalar da korumak zorunda değillerdir, ancak bu içerikte koruma sağlamalarının önünde engel bulunmamaktadır.

 

Tanınmış bir marka, bu maddede öngörülen korumadan, sahibinin bu sözleşme hükümlerinden faydalanma hakkı olan gerçek veya tüzel bir kişi olması durumunda yararlanabilecektir. Birinci mükerrer altıncı madde hükmü, bu genel ilkeden bir adım daha öte giderek, koruma için, tanınmış markanın ilgili ülkede o kişiye ait bir marka olarak algılanması gerektiğini belirtmektedir (…söz konusu ülkede bu sözleşmeden yararlanacağı kabul olunan bir kişiye ait olduğu…… bilinen…).

 

İnceleme konusu hüküm çerçevesinde tanınmış markalara sağlanan koruma, yalnızca aynı veya benzer mallar için tescil edilen, başvurusu yapılan, kullanılan markalar bakımından geçerli olacaktır. Bu şartın gerçekleşip gerçekleşmediği korumanın talep edildiği ülkenin yetkili idari veya yargı otoritelerince belirlenecektir.

 

Karışıklığa yol açabilecek bir markanın tesciline tanınmış markanın sahibince reaksiyon gösterebilmesi için, tanınmış markanın sahibine tescilin iptal edilmesi talebinin sunulmasına yönelik olarak en az 5 yıllık süre tanınacaktır. 5 yıllık süre tescil tarihinden itibaren başlayacaktır. Önceden 3 yıl olan bu süre, Lizbon Revizyon Konferansında uzatılmıştır. Üye ülkelerin, karışıklığa yol açabilecek bir markanın kullanımının engellenmesi taleplerinin sunulması için süre limiti belirlemesi mümkün olmakla birlikte, bu süreye ilişkin sınır hüküm kapsamında belirtilmemiştir.

 

Tanınmış bir markanın tescilinin talep edildiği ülkenin idari veya yargı otoriteleri, karışıklığa yol açacak markanın kötü niyetle tescil edildiğini veya kullanıldığını tespit edecektir. Kötü niyetle tescil veya kullanım durumunda, kullanımın yasaklanması veya tescilin iptal edilmesi için bir süre limiti olmayacaktır. Normal şartlarda, kötü niyetin, karışıklığa yol açan markayı tescil ettiren, ettirmek isteyen veya kullanan kişinin tanınmış markayı bildiği ve tanınmış markayla kendi tescil ettirdiği veya kullandığı marka arasında ortaya çıkacak olası karışıklıktan fayda sağlamak niyetinin varlığı (anlaşılması) durumlarında ortaya çıkacaktır.

 

Yukarıda yer verdiğimiz açıklamalar WIPO’nun Paris Sözleşmesini yorumunun esasını oluşturan görüşlerdir. Metnin herhangi bir kısmında, farklı ülkelerde (menşe ülke dahil) tescilli ve tanınmış olan markaların, tescilin talep edildiği ülkede de tanınmış markalar olarak kabul edilmesi gerektiği yönünde bir yorum veya böyle bir yoruma yol açabilecek bir ima dahi bulunmamaktadır. Paris Sözleşmesi’nin birinci mükerrer altıncı maddesinin kendisinde ve Türkçe tercümesinde de bu yönde bir çıkarsamaya yol açabilecek bir ifade yer almamaktadır. O halde, Türkiye’de bu yönde bir yorumun ne şekilde ortaya çıktığının ve bir kısım alan profesyonelince hangi nedenle kabul edildiğinin anlaşılması gerekmektedir. Bu yöndeki yorum,  o denli fantastik ve kelimenin doğru anlamıyla o denli akıldışıdır ki, Paris Sözleşmesi üyesi olma şartını yerine getiren ülkelerdeki tüm tanınmış markaların Türkiye’de de kendiliğinden tanınmış marka olarak kabul edilmeleri sonucuna yol açmaktadır. Bu akıldışı yoruma göre, örneğin, Paris Sözleşmesi tarafı Pasifik okyanusundaki bir ada ülkesinde tanınmış olan bir kraker markası, bu markayı Türkiye’de kimse bilmese de (ve hatta adını dahi duymamış olsa da), Türkiye’de tanınmış marka olarak kabul edilmelidir ve birinci mükerrer altıncı maddesi anlamında korumadan yararlanmalıdır. Elbette, Paris Sözleşmesi’nin bu içerikte bir yorumuna (Türkiye dışında) dünyanın herhangi bir yerinde rastlanması mümkün değildir ve ilgili ülkede bilinmeyen – tanınmayan bir Türk markasının, Türkiye’de tanınmış olması nedeniyle ilgili ülkede de tanınmış marka olarak kabul edilmesi yönündeki bir talep muhtemelen tebessümle karşılanacaktır.

 

Menşe ülkedeki tanınmışlığın sözleşme tarafı her ülkede tanınmışlık anlamına geldiği yönündeki yorum sahiplerinin atıfta bulundukları İsviçre Federal Mahkemesi, BGE 120 II 144 sayılı “Yeni Rakı” kararında, “yeni rakı” markasının tanınmışlığın değerlendirilmesi konusunda, İsviçre’de yaşayan Türk kökenli kişilere (ki İsviçre’de toplam nüfus içerisindeki Türk kökenli vatandaşlar dikkate alınabilir bir kesim oluşturabilir) göndermede bulunulmuş ve Paris Sözleşmesi birinci mükerrer altıncı maddesi anlamındaki tanınmışlık için İsviçre’de kullanım şart olmasa da, İsviçre’de tanınmışlığın gerekli olduğu belirtilmiştir. Mahkemeye göre, marka Türk kökenli tüketicilere yönelik olduğundan, İsviçre’deki tanınmışlık İsviçre’de yaşayan Türk kökenli kişilere yönelik olarak tespit edilmelidir. Bir diğer deyişle, farklı bir ülkede tescilli ve tanınmış olan bir markanın, tescilin talep edildiği ülkede de tanınmış bir marka olarak kabul edilmesi gerektiği yönünde bir yorum İsviçre Federal Mahkemesi’nin Yeni Rakı kararında yer almamaktadır. Kaldı ki, bu içerikte bir yorum herhangi bir ülkenin mahkeme kararında yer alsa dahi, Paris Sözleşmesi bu içerikte bir düzenleme getirmediğinden, bu yöndeki yorumun yanlış bir değerlendirme olarak kabul edilmesi gerekmektedir.

 

Kısaca, Türkiye’de akademide, yargıda ve profesyonel kesimde yaygın kabul gördüğü söylenebilecek olan ve bu kesimlerce Paris Sözleşmesi’nin birinci mükerrer altıncı maddesine dayandırılan “Paris Sözleşmesi birinci mükerrer altıncı madde anlamındaki tanınmışlıkla kast edilen menşe ülkedeki tanınmışlıktır, ilgili markanın korumanın talep edildiği ülkede (Türkiye’de) tanınmış olması gerekli değildir” görüşü, ilgili hüküm kapsamında böyle bir yoruma imkan sağlayacak herhangi bir unsurun bulunmaması (bu yazı kapsamında ayrıntılı olarak yer verdiğimiz WIPO rehberi de bu yönde bir yoruma olanak vermemektedir) nedeniyle, kanaatimizce yanlıştır. Yanlış yorumun ve yanlış yoruma dayandırılan yanlış uygulamaların değişmesi ise bir zorunluluk olarak ortadadır.

 

Önder Erol Ünsal

Nisan 2012    

Topluluk Markası Sistemi

 

GİRİŞ

 

Topluluk Markası Sistemi, topluluk içerisinde malların/hizmetlerin serbest dolaşımı ilkesinin sonucu olarak ortaya çıkmış bir yapılanmadır. Sistem çerçevesinde sağlanan koruma, bir ya da birkaç topluluk üyesi ülke ile sınırlı değildir, tüm topluluğu kapsamaktadır.

 

Topluluk Markası Sistemi, AB komisyonu ve üye ülkeler temsilcileri tarafından sürdürülen 13 yıllık bir çalışmanın sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Konu hakkındaki ilk fikirler ise 1950’li yıllara dayanmaktadır. Komisyon ve çalışma grupları 1993 yılında 40/94 sayılı Topluluk Marka Tüzüğü’nün kabul edilmesiyle çalışmalarını sonuçlandırmıştır. Topluluk Marka Ofisi ise 1996 yılında işlevsel hale gelip başvuruları kabul etmeye başlamıştır. Topluluk Marka Ofisi’nin tam adı “Office for Harmonization in the Internal Market (Trademarks and Designs)” yani “İç Pazarda Harmonizasyon için Ofis (Markalar ve Tasarımlar)”dır. İsimden de açık olarak anlaşıldığı üzere Ofis’in yetki alanı sadece markalar ile sınırlı değildir, endüstriyel tasarımlar da 2003 yılından bu yana Ofis’in yetki alanı dahilindedir. Konumuz sadece markalarla sınırlı olduğundan elinizdeki metin Ofis’in markalar alanındaki uygulamaları ve yapısı ile sınırlıdır. Ofis bundan sonra metin boyunca kısaca “OHIM” olarak anılacaktır. OHIM faaliyetlerini kuruluşundan bu yana İspanya’nın Alicante şehrinde sürdürmektedir.

 

TOPLULUK MARKASI SİSTEMİNİN YASAL KAYNAKLARI

 

–         Topluluk Markası Sistemini kuran 40/94 sayılı Tüzük (Kabul edildiği tarihten bu yana içeriğinde birçok değişiklik yapılan Tüzük tüm değişiklikleri kapsar şekilde yeniden yazılmış ve bu haliyle 207/2009 Topluluk Tüzüğü olarak tekrardan kabul edilmiştir. Ancak, 207/2009 sayılı Tüzük 13/04/2009 tarihinde yürürlüğe gireceğinden ders boyunca atıflar 40/94 sayılı Tüzüğe yapılmaya devam edecektir.)

–         Tüzüğün Uygulanmasına ilişkin 2868/95 sayılı Komisyon Yönetmeliği

–         Ücretleri düzenleyen 2869/95 sayılı Komisyon Yönetmeliği

–         OHIM Temyiz Kurulunun çalışma esaslarını belirleyen 216/96 sayılı Komisyon Yönetmeliği

–         OHIM’in çeşitli konularda çıkardığı genelgeler

 

TOPLULUK MARKASI SİSTEMİNİN TEMEL ÖZELLİKLERİ

 

Topluluk markası (bundan sonra CTM olarak anılacaktır), topluluk sınırları dahilinde markasını korumak isteyen başvuru sahiplerine, tüm üye ülkelerde korumayı tek bir başvuru ile sağlama olanağı verir.

 

OHIM’e yapılan tescil başvurusunun olumlu sonuç vermesi durumunda, tüm üye ülkeler için koruma sağlayan ve hak doğuran CTM’in sahibi olunur.

 

Başvuru sahiplerinin üye ülkelerde ayrı ayrı marka başvurusu yapmak yerine CTM yolunu tercih etmeleri durumunda elde edecekleri avantajlar başlıklar halinde aşağıda belirtilmiştir:

 

–         Tek bir başvuru,

–         Tek bir mevzuat,

–         Takip edilecek tek usül,

–         Tek ofis,

–         Tek ücret sistemi.

 

Bu çerçevede, başvuru sahipleri ayrı ülkelerde, ayrı mevzuatlar, ayrı prosedürel kurallar, ayrı ücretlendirme sistemleri, ayrı diller ya da ayrı vekillerle karşılaşmak / çalışmak yerine, CTM yoluyla tek bir sistem, mevzuat ve ücretlendirme sistemi esası çerçevesinde tüm Toplulukta geçerli marka koruması elde edebilmektedir.

 

Sayılan tüm avantajlarına karşın CTM sisteminin oldukça önemli ve göz ardı edilmemesi gereken bir handikabı söz konusudur. Bu handikap, CTM başvurusunun reddedilmesi durumunda üye ülkelerin hiçbirisinde geçerliliğin olmamasıdır. Kısaca, CTM sistemi “ya hep ya hiç” sistemi olarak adlandırılabilir. Örneğin; CTM başvurusunun tek ret nedeni, başka ülkelerin hiçbirisinde herhangi bir problem olmamasına rağmen Portekiz’deki önceki bir hak sahibinin itirazı olabilir. Bu durumda CTM başvurusu Portekiz’deki önceki hak sahibi nedeniyle sadece Portekiz için değil bütün olarak reddedilir. Başka bir örnek vermek gerekirse; incelemede tüm üye ülkelerin dilleri esas olduğundan başvuru yalnız İtalyanca’da vasıf belirten bir ibareden oluşması nedeniyle reddedilebilir. Bu durumda diğer dillerdeki anlamsızlığa yahut tanımlayıcı nitelik olmamasına bakılmaksızın CTM  bütün olarak reddedilir. Dolayısıyla, CTM başvurularının her durumda kesinlikle çok dikkatli bir ön incelemenin ve tetkikin ardından yapılması başvuru sahiplerinin lehine olacaktır; aksi durumlarda hiç beklenilmedik sonuçlarla karşılaşılması ve finansal / zamansal kayıplara uğranılması kuvvetle muhtemeldir.

 

Bununla birlikte reddedilen CTM başvurularının, Topluluk üyesi ülkelerden ret kararının geçerli olmayacağı ülkeler için ulusal başvurulara dönüştürülmesi mümkündür. Ulusal başvuruya dönüştürülme durumunda ulusal başvuru CTM’in başvuru tarihinden yararlanır.

 

KİMLER TOPLULUK MARKASI SAHİBİ OLABİLİR?

 

CTM başvurusu yapma yolu aşağıdaki koşullardan herhangi birisini yerine getiren herkese açıktır:

 

a)      Aşağıda sayılanlardan herhangi birisinin vatandaşı olanlar:

 

  • Avrupa Birliği üyesi ülkeler.
  • Paris Sözleşmesi’ne taraf ülkeler.

v     DTÖ Kuruluş Antlaşması’nı imzalamış ülkeler.

 

b)      Aşağıda sayılanlarda yerleşik olanlar veya gerçek ve etkin ticari işletmesi olanlar:

 

  • Avrupa Birliği üyesi ülkeler.
  • Paris Sözleşmesi’ne taraf ülkeler.

 

c)      Karşılıklılık ilkesi uyarınca başvuru yapma hakkına sahip ülkelerin vatandaşları.

 

Bu koşullardan herhangi birisini yerine getiren her gerçek veya tüzel kişinin CTM sahibi olma hakkı bulunmaktadır.

 

OHIM’DE TEMSİL

 

AB üyesi ülkelerin herhangi birisinde yerleşik olmayanlar veya gerçek ve etkin bir ticari işletmeye sahip bulunmayanlar, başvuru yapmak dışında kalan tüm işlemlerini mutlaka temsilci (vekil) aracılığıyla yapmak zorundadır. CTM başvurusu yapma temsil zorunluluğun dışında tutulmasına rağmen, başvurunun ardından mutlaka yazışmalar / işlemler yapılacağından ve bu yazışmaların / işlemlerin vekil aracılığıyla yapılması zorunlu olduğundan, bu husus fazla önem arz etmemektedir.

 

Başvuru sahibini temsil edecek vekilin herhangi birisi olması mümkün değildir. Vekil iki durumda yetkili vekil olarak kabul edilir:

 

a)      OHIM tarafından oluşturulan listede yer alan profesyonel vekiller.

b)      Üye ülkelerin ulusal marka ofislerinde başvuru yapma yetkisine sahip kişiler.

 

CTM BAŞVURUSU

 

CTM başvurusu posta, e-başvuru, faks veya elden teslim yollarıyla doğrudan OHIM’e yapılabilir. Bunun yanı sıra, üye ülke ofislerine de CTM başvuruları teslim edilebilir. Üye ülke marka ofislerine teslim edilen başvuruların 1 ay içerisinde OHIM’e iletilmesi gerekmektedir.

 

Başvuru AB üyesi ülkelerin dillerinden herhangi birisinde yapılabilir. Ancak, başvuru sahipleri başvuru için ikinci bir dil de seçmelidir. İkinci dil, OHIM’in resmi dilleri olan İngilizce, İspanyolca, Almanca, Fransızca, İtalyanca dillerinden birisi olmalıdır.

 

CTM başvurusunun, başvuru tarihi alabilmesi için aşağıda sayılan bilgi ve unsurları muhakkak içermesi gerekmektedir:

 

–         Tescil talebi.

–         Tescili talep edilen marka (marka örneği).

–         Başvuru sahibinin belirlenebilmesi için gerekli bilgi (unvan, adres).

–         Tescili talep edilen malların / hizmetlerin listesi.

–         Başvuru ücreti (Başvuru ücreti tescil talebinin yapıldığı tarihten başlayan 1 ay içerisinde ödenmelidir).

 

Yukarıda sayılan unsurların tamamı başvuruda yer alıyorsa, başvuruya başvuru tarihi verilir. Eksiklik olması durumunda, eksikliğin giderilmesi için başvuru sahibine 2 ay süre verilir. Eksikliğin giderilmesi durumunda, eksikliğin giderildiği tarih başvuru tarihi olarak kaydedilir. Eksikliğin giderilmemesi durumunda başvuru işlemden kaldırılır.

 

CTM BAŞVURUSUNUN İNCELENMESİ

 

Şekli inceleme ve Uluslararası Nis Sınıflandırması’na göre yapılan malların / hizmetlerin sınıflandırılması işleminin ardından her başvurunun mal / hizmet listesi çeviri işlemlerinin tamamlanması için Lüksemburg’taki AB Çeviri Merkezi’ne gönderilir. Eş zamanlı olarak OHIM’de marka hakkında arama raporu hazırlanır ve başvuru üye ülkelerden arama raporu hazırlayan ülkelere iletilir. Üye ülkelerden arama raporu istenmesi zorunlu değildir ve başvuru sahibi bu talebi için ek ücret ödemelidir. Tüm üye ülke ofislerinin arama raporu hazırlamadığı da ayrıca belirtilmelidir. Arama raporları başvuru sahibine iletilir, bu sistemin amacı OHIM sicilinde veya üye ülke ofisleri sicilinde kayıtlı aynı / benzer markalar nedeniyle başvuru sahibine başvurudan vazgeçmesi ya da sınırlama yapması için bir fırsat tanınmasıdır.

 

Çevirinin tamamlanması ve arama raporlarının gönderilmesinin ardından başvuru esasa ilişkin hükümler bakımından incelenmeye alınır.

 

HANGİ İŞARETLER CTM OLARAK TESCİL EDİLEBİLİR?

 

40/94 sayılı Topluluk Marka Tüzüğü’nün 4 üncü maddesinde hangi işaretlerin marka olabileceği belirtilmiştir. Bu hüküm, 556 sayılı Markaların Korunması Hakkında Kanun hükmünde Kararname’nin 5 inci maddesinde yer alan ifadenin hemen hemen aynısıdır. Hükme göre, bir işaret aşağıdaki iki koşulu yerine getirirse marka olabilir:

 

  • Grafik gösterimi mümkün ise,
  • İşaret bir işletmenin mallarının / hizmetlerinin diğer işletmelerin mallarından / hizmetlerinden ayırt edilebilmesini sağlayabiliyor ise.

 

Bu şartları yerine getirebilen işaretler CTM’i oluşturabilecek işaretler arasında yer alır. Bir işaretin grafik gösterimi mümkün değilse, o işaretin marka olması mümkün değildir (Örneğin, OHIM koku markalarını grafik gösterimi mümkün olmadığı için şu anda tescil etmemektedir; ancak herhangi bir teknoloji yardımıyla koku markalarının grafik gösterimi mümkün hale getirilirse bu işaretler de marka olabilecektir.).

 

4 üncü maddede belirtilen genel ilke çerçevesinde özellikle aşağıdaki sayılan işaretler CTM olabilir:

 

  • Kelime markaları (harfler, rakamlar, bunların kombinasyonları).
  • Şekiller.
  • Şekil – kelime kombinasyonları.
  • Renkler ve renk kombinasyonları.
  • Üç boyutlu markalar.
  • Ses markaları.

 

Bu işaretler, CTM olabilecek işaretler olarak kabul edilmektedir; ancak bu husus söz konusu işaretlerden oluşan başvuruların koşulsuz olarak tescil edilecekleri anlamına gelmez. OHIM, CTM olma niteliğine sahip her markayı öncelikle 40/94 sayılı Tüzüğün 7 nci maddesinde yer alan mutlak ret nedenlerine göre incelemektedir.

 

40/94 SAYILI TOPLULUK MARKA TÜZÜĞÜNE GÖRE MUTLAK RET NEDENLERİ

 

CTM başvuruları, OHIM uzmanları tarafından öncelikle 40/94 sayılı Topluluk Marka Tüzüğünün 7 nci maddesinde belirtilmiş mutlak ret nedenlerine göre incelenir. İnceleme sonucu tamamen kabul, tamamen ret ya da kısmen kabul (başvuru kapsamındaki malların/hizmetlerin bir kısmı bakımından kabul [doğal olarak diğer kısım kısmen reddedilecektir]) yönünde olabilir.

 

40/94 sayılı Tüzük’te aşağıdaki durumlar mutlak ret nedenleri olarak sayılmıştır:

 

  • Marka olamayacak işaretler reddedilecektir.
  • Hiçbir ayırt edici niteliğe sahip olmayan markalar reddedilecektir.
  • Ticaret alanında tür, kalite, nitelik, amaç, miktar, değer, coğrafi kaynak belirten, malların üretildiği veya hizmetlerin sağlandığı zamanı gösteren veya malların veya hizmetlerin diğer karakteristik özelliklerini belirten işaret veya adlandırmalardan münhasıran oluşan markalar reddedilecektir.
  • Ticaret alanında herkes tarafından kullanılabilecek işaret ve adlandırmalardan münhasıran oluşan markalar reddedilecektir.
  • Kamu düzenine ve genel ahlaka aykırı markalar reddedilecektir.
  • Malın veya hizmetin niteliği, kalitesi veya coğrafi kaynağı konusunda halkı yanıltabilecek markalar reddedilecektir.
  • Malın özgün doğal yapısından ortaya çıkan şekilden veya bir teknik sonucu elde etmek için zorunlu olan şekilden veya mala asli değerini veren şekilden oluşan markalar reddedilecektir.
  • Paris Sözleşmesi’nin 6 ncı maddesine göre koruma altında olan ve yetkili merciler tarafından kullanımına izin verilmemiş markalar reddedilecektir.
  • Şarapları veya sert alkollü içecekleri kapsayan markalar bakımından; coğrafi işaret olan bir ibareyi içeren veya coğrafi işaret olan bir ibareden oluşan, ancak söz konusu coğrafi yöre ile bağlantısı bulunmayan markalar reddedilecektir.
  • 2081/92 sayılı Topluluk Tüzüğü uyarınca tescil edilmiş coğrafi işaretleri içeren veya coğrafi işaretten oluşan markalar reddedilecektir (coğrafi işaretle aynı cins ürün için yapılan başvurular bakımından).

 

OHIM inceleme biriminde görevli uzmanlar her CTM başvurusunu yukarıda belirtilen mutlak ret nedenleri çerçevesinde inceler. Reddi uygun bulunan başvurular kısmen veya tamamen reddedilir. Ret kararı ülkelerin bir kısmını kapsayacak biçimde kısmen verilemez. Yani, CTM başvurusuna ilişkin karar ülke ayırımı gözetilmeksizin tek bir karardır.

 

Ayırt edici nitelikte bulunmayan, tanımlayıcı veya ticaret alanında herkes tarafından kullanılabilir nitelikte bulunan markalar bakımından verilen ret kararları; eğer başvuru sahibi redde konu mallara/hizmetlere ilişkin olarak kullanım sonucu ayırt edicilik kazandığını ispatlarsa kaldırılabilir.

 

Mutlak ret nedenlerine göre yapılan inceleme sonucu tamamen veya kısmen kabul edilen CTM başvuruları CTM Bülteni’nde ilan edilir. İlan tarihinden itibaren başlayan 3 aylık süre içerisinde önceki hak sahiplerinin ilana karşı itiraz etme hakları bulunmaktadır.

 

CTM’in ilanına karşı itiraz edilmesi durumunda başvuru 40/94 sayılı Tüzüğün 8 inci maddesinde yer alan nispi ret nedenleri çerçevesinde incelenir.

 

40/94 SAYILI TOPLULUK MARKA TÜZÜĞÜNE GÖRE NİSPİ RET NEDENLERİ

 

Daha öncede bahsedildiği üzere, OHIM üçüncü kişilerin önceki hakları bakımından incelemeyi resen değil itiraz üzerine yapmaktadır. 556 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile düzenlenen Türk marka tescil sistemi ile Topluluk marka tescil sistemi arasındaki en belirgin farklılıklardan başlıcası bu noktadadır. Tekrar altı çizilmesi gereken nokta, aynı veya aynı tür (benzer) mallar / hizmetler için önceden tescilli veya başvurusu yapılmış markalarla aynı ya da ayırt edilemeyecek derecede benzer başvuruların resen reddini öngören Türk marka tescil sisteminin de 2008/95 sayılı Direktif ve öncülü 89/104 sayılı Direktif ile çerçevesi çizilen AB müktesebatına uygun olduğudur. Türkiye yukarıdaki belirtilen içerikteki nispi ret nedenini resen incelemeyi seçmiş iken, 40/94 sayılı tüzük çerçevesinde OHIM açısından kabul edilen düzen üçüncü kişilerin haklarıyla ilgili her türlü nispi ret nedeninin itiraz üzerine incelenmesidir.

 

CTM Bülteni’nde ilanın ardından geçen 3 aylık süre içerisinde, önceki hak sahibi olduğunu iddia eden üçüncü kişiler başvurunun ilanına karşı itiraz edebilirler.

 

Aşağıda sayılan hususlar itiraza gerekçe gösterilebilecek önceki hakları oluşturur:

 

  • Önceden tescil edilmiş veya tescil başvurusu yapılmış CTM (ler).
  • Herhangi bir üye ülkede önceden tescil edilmiş veya tescil başvurusu yapılmış ulusal marka (lar).
  • Madrid Antlaşması veya Protokolü çerçevesinde herhangi bir üye ülkede geçerli uluslararası tescil (ler).
  • Tescilli olmamasına rağmen eskiye dayalı olarak herhangi bir üye ülkede kullanılan marka (lar).
  • Herhangi bir üye ülkede tanınmış olan marka (lar).

 

40/94 sayılı Tüzüğün 8 inci maddesinde önceki haklar göz önüne alınarak itiraz üzerine değerlendirilecek nispi ret nedenleri aşağıda belirtilmiştir:

 

  • CTM önceden tescilli ya da başvurusu yapılmış bir marka ile aynı ise ve CTM kapsamındaki mallar / hizmetler önceki marka kapsamındaki mallar / hizmetler ile aynı ise.
  • CTM’in önceden tescilli veya başvurusu yapılmış bir marka ile aynı veya benzer olmasından ve CTM’in ve önceki markanın kapsadığı malların / hizmetlerin aynı veya benzer olmasından dolayı, halkın bir bölümünde önceki marka ile ilişkilendirme olasılığı dahil karıştırma olasılığı ortaya çıkabilecek ise.
  • CTM önceki marka ile aynı veya benzer olmasına rağmen önceki markanın kapsadığı mallar / hizmetler ile benzer olmayan malları / hizmetleri kapsıyorsa, ancak önceki marka Topluluk’ta veya tescilli olduğu üye ülkede üne sahipse (bilinir, tanınmış bir marka ise) ve başvurusu yapılan CTM’in kullanımı üne sahip önceki markanın itibarından, bilinirliğinden haksız kazanç sağlanmasına yol açabilecekse veya önceki markanın ayırt edici karakterine veya itibarına zarar verebilecek ise.
  • CTM başvurusu asıl sahibin bilgisi dışında vekil veya temsilci tarafından yapılmış ise.
  • CTM başvurusunun, tescilli olmamasına rağmen önceden başka birisi tarafından eskiye dayalı olarak marka olarak kullanımı mevcut ise.

 

OHIM itiraz uzmanları nispi ret nedenleri kapsamında önceki haklara dayalı olarak yapılan itirazları haklı bulurlar ise, CTM başvurusu tamamen veya kısmen reddedilir.

 

OHIM KARARLARINA KARŞI İTİRAZ

 

OHIM uzmanlarının mutlak veya nispi ret nedenleri çerçevesinde verdikleri ret kararlara karşı, ret kararının bildirilmesini takip eden 2 aylık süre içerisinde itiraz edilebilir. İtirazlar OHIM’in Temyiz Kurulu (Board of Appeal) tarafından incelenir. Temyiz Kurulu tarafından verilen kararlar OHIM’in nihai kararları niteliğindedir. Bu kararlara karşı itiraz yolu açıktır ve itiraz merci Avrupa Adalet Divanı’dır. OHIM nihai kararlarına karşı yapılan itirazlar ilk olarak Avrupa Adalet Divanı’nın İlk Derece Mahkemesi’nce (Court of First Instance) değerlendirilir.

 

TESCİL PROSEDÜRÜ

 

CTM Bülteni’nde ilan edilen, ilanına karşı itiraz edilmeyen veya hakkında yapılan itiraz reddedilen CTM başvuruları tescil aşamasına gelir. Tescil işleminin yapılabilmesi için başvuru sahibinin tescil ücretini ödemesi gerekmektedir. Tescil ücretinin ödenmesinin ardından CTM başvurusu tescil edilerek Sicil’e kaydedilir ve tescil işlemi CTM Bülteni’nde ilan edilir.

 

Tescilli CTM’den kaynaklanan ve üçüncü kişilere karşı ileri sürülebilecek haklar, tescilin CTM Bülteni’nde ilan edildiği tarih itibarıyla başlar. Markanın kullanılmasının zorunlu olduğu 5 yıllık periyot ise CTM’in tescil tarihi itibarıyla başlamaktadır.

 

 

(ALINTI VEYA ATIFLARINIZI LÜTFEN KAYNAK GÖSTEREREK YAPINIZ. BU METİN, ÖNDER EROL ÜNSAL TARAFINDAN YAZILMIŞ, ANKARA ÜNİVERSİTESİ FİKRİ SINAİ HAKLAR UYGULAMA MERKEZİ (FİSAUM)’NCE DÜZENLENEN SINAİ MÜLKİYET HAKLARI KONULU SERTİFİKA PROGRAMI BÜNYESİNDE 27/03/2009 TARİHİNDE DERS NOTU OLARAK SUNULMUŞTUR.)

 

Topluluk Marka Hukuku

2008/95 SAYILI MARKA KANUNLARININ UYUMLULAŞTIRILMASI AMAÇLI AB DİREKTİFİ

 

Avrupa Birliği üyesi ülkelerin marka kanunlarının uyumlulaştırılması amaçlı 89/104 sayılı Direktif 1989 yılında kabul edilmiştir. 89/104 sayılı Direktifin yerine geçen 2008 tarihli 2008/95 sayılı Direktifte 89/104 sayılı Direktifle getirilen ana sistem korunmuş, bazı maddelerde değişiklikler yapılmıştır.

 

Üye ülkelerin marka kanunlarının tamamen aynı hale getirmek Direktifin amacı değildir. Direktifle getirilen düzenlemelerle güdülen amaç, marka mevzuatlarında yer alıp, iç pazarın işleyişini doğrudan etkileyen hükümlerin uyumlu hale getirilmesidir (bkz. Direktifin giriş bölümü).

 

Bu amaç çerçevesinde, Direktif içerik bakımından ana hükümleri düzenleyecek, daha doğru deyişle genel esasları belirleyecek şekilde sınırlı tutulmuştur. Örneğin, üye ülkelerin mevzuatlarında yer verebilecekleri marka başvurusu ret nedenlerinin bir bölümü, kanunlarda mutlak yer alacak şekilde zorunlu tutulmuş (söz konusu ret nedenleri üye ülkelerin tamamı bakımından zorunlu olarak kanunlarında yer alacaktır), bir kısmı ise ret nedeni olarak tercihen seçilebilecek hükümler olarak belirlenmiştir (bu nitelikteki ret nedenlerini üye ülkeler kanunlarına ekleyebilirler ya da tercihe bağlı olarak eklemeyebilirler). Dolayısıyla, bir üye ülke zorunlu ret nedenlerine mevzuatında yer vermek yükümlülüğündedir; tercihen benimsenebilecek ret nedenlerinin bir kısmına veya tamamına mevzuatında yer verebilir ya da tercihi ret nedenlerinin hiç birisini mevzuatı kapsamına almayabilir.

 

Direktif, Sınai Mülkiyetin Korunmasına ilişkin Paris Sözleşmesi hükümleri göz önüne alınarak hazırlanmıştır ve Sözleşme ile tamamen uyumludur. Kaldı ki, AB üyesi ülkelerin tamamı da Paris Sözleşmesi’ne taraftır.

 

Direktif; başvuru, tescil usulleri ve diğer prosedürel konulara ilişkin hiçbir düzenleme getirmemektedir. Temel amaç belirtildiği üzere iç pazarın işleyişini doğrudan etkileyecek esasa ilişkin konularda marka korumasının ana çatısının kurulmasıdır. Ana çatı tüm üye ülkeler bakımından uyumlu olarak kurulduktan sonra, usül, prosedür veya diğer konulardaki düzenlemeleri belirlemekte üye ülkelerin kendi yapılanmaları, tercihleri belirleyici olacaktır.

 

Türk marka koruması sistemini düzenleyen temel metin olan 556 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) hazırlanırken Paris Sözleşmesi, TRIPs Antlaşması gibi bağlayıcı nitelikteki uluslararası sözleşmelerin yanı sıra 89/104 sayılı Topluluk Marka Direktifi de esas alınmıştır. Bu çerçevede, 556 sayılı KHK özelinde Türk marka koruması sistemi, AB’nin 89/104 sayılı Direktif’le ön gördüğü ana çatıya uygun olarak hazırlanmıştır. Bu bağlamda, mevcut marka mevzuatımızın konu hakkındaki AB müktesebatı ile uyumlu olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

 

89/104 sayılı Direktifin kabul edilmesinin ardından üye ülkelere mevzuatlarını uyumlu hale getirmeleri için 2 yıl süre verilmiştir. Günümüze kadar geçen süre içerisinde Topluluk Marka Ofisi kurulmuş, Marka Kanunu Antlaşması, Madrid Protokolü, TRIPs Antlaşması kabul edilmiş, AB uluslararası (uluslarüstü) bir örgütlenme olarak Madrid Protokolüne dahil olmuştur. AB üyesi ülkelerin neredeyse tamamı aynı zamanda yukarıda sayılı bulunan uluslararası antlaşmaların tarafıdır. Dünya Fikri Mülkiyet Teşkilatı (WIPO) tarafından yürütülen çalışmaların sonucu olarak kabul edilen Marka Kanunu Antlaşması (TLT), taraf ülkelerde marka tescili konusundaki prosedürel, başvuru yapılmasına ilişkin işlemleri, devir, unvan değişikliği, düzeltme,vb. tarzdaki işlemleri uyumlu hale getirmiştir. Yukarıda da bahsedildiği üzere AB üyesi ülkelerin çoğu ve Türkiye TLT’ye de taraftır. Prosedürel kural ve işlemlerin TLT ile uyumlu hale getirilmesinden sonraki adım muhtemelen marka kanunların esasa ilişkin hükümler bakımından aynılaştırılması amaçlı yeni bir uluslararası antlaşma olacaktır ki, bu yönde bir eğilim WIPO çalışmalarında hissedilmeye başlanılmıştır.

 

2008/95 SAYILI DİREKTİF KAPSAMINDAKİ DÜZENLEME

 

Madde 1 – Kapsam: Direktifin üye ülkelerde ticaret/hizmet markası ortak marka, garanti veya sertifika markası olarak tescil edilmiş veya tescil için başvurusu yapılmış markalara uygulanacağı belirtilmiştir.

 

Madde 2 – Markayı oluşturabilecek işaretler: Bu madde ile markayı oluşturabilecek işaretler tanımlanmıştır. Maddede yapılan tanım 556 sayılı KHK’nın 5 inci maddesinde yer alan tanım ile içerik bakımından hemen hemen aynıdır. (556 sayılı KHK Madde 5 birinci fıkra: Marka, bir teşebbüsün mal veya hizmetlerini bir başka teşebbüsün mal veya hizmetlerinden ayırt etmeyi sağlaması koşuluyla, kişi adları dahil, özellikle sözcükler, şekiller, harfler, sayılar, malların biçimi veya ambalajları gibi çizimle görüntülenebilen veya benzer biçimde ifade edilebilen, baskı yoluyla yayınlanabilen ve çoğaltılabilen her türlü işaretleri içerir.)

 

Madde 3 – Ret veya Hükümsüzlük Nedenleri: Bu maddede üye ülkelerin mevzuatlarında yer vermeleri zorunlu olan ya da tercihen yer verebilecekleri (mutlak) ret nedenleri belirtilmiştir.

 

a) Üye ülkelerin yer verilmesi zorunlu olan ret / hükümsüzlük nedenleri:

 

–         Marka olamayacak işaretler tescil edilemez. (556 sayılı KHK’daki karşılığı 7/1-(a) bendi)

–         Hiçbir ayırt edici niteliğe sahip olmayan markalar tescil edilemez. (556 sayılı KHK’daki karşılığı 7/1-(a) bendi)

–         Ticaret alanında cins, çeşit, vasıf, kalite, miktar, amaç, değer, coğrafi kaynak belirten veya malların üretildiği, hizmetlerin yapıldığı zamanı gösteren veya malların ve hizmetlerin diğer karakteristik özelliklerini belirten işaret ve adlandırmaları münhasıran içeren markalar tescil edilemez. (556 sayılı KHK’daki karşılığı 7/1-(c) bendi)

–         Ticaret alanında herkes tarafından kullanılan veya belirli bir meslek, sanat veya ticaret grubuna mensup olanları ayırt etmeye yarayan işaret ve adları münhasıran içeren markalar tescil edilemez. (556 sayılı KHK’daki karşılığı 7/1-(d) bendi)

–         Malın özgün doğal yapısından ortaya çıkan şeklini veya bir teknik sonucu elde etmek için zorunlu olan, kendine malın şeklini veya mala asli değerini veren şekli içeren işaretler tescil edilemez. (556 sayılı KHK’daki karşılığı 7/1-(e) bendi)

–         Kamu düzenine ve genel ahlaka aykırı markalar tescil edilemez. (556 sayılı KHK’daki karşılığı 7/1-(k) bendi)

–         Mal veya hizmeti niteliği, kalitesi veya üretim yeri, coğrafi kaynığı gibi konularda halkı yanıltacak markalar tescil edilemez. (556 sayılı KHK’daki karşılığı 7/1-(f) bendi)

–         Yetkili mercilerden kullanmak için izin alınmamış ve dolayısıyla Paris Sözleşmesinin 2 nci mükerrer 6 ncı maddesine göre reddedilmesi gerekli markalar. (556 sayılı KHK’daki karşılığı 7/1-(g) bendi)

 

b) Üye ülkelerin mevzuatlarında tercihen yer verebilecekleri (mutlak) ret nedenleri:

 

–         Üye ülkelerin veya topluluğun marka kanunu dışında kalan diğer kanunlarına göre kullanımı yasaklanabilecek markalar.

–         Sembolik değeri yüksek işaretleri içeren markalar, özellikle dini sembolleri içeren markalar. (556 sayılı KHK’daki karşılığı 7/1-(j) bendi)

–         Paris Sözleşmesinin 2 nci mükerrer 6 ncı maddesi kapsamı dışında kalan, kamuyu ilgilendiren ve ilgili mercilerin tescil izni vermediği armaları, amblemleri veya nişanları içeren markalar. (556 sayılı KHK’daki karşılığı 7/1-(h) bendi)

–         Kötü niyetle yapılmış tescil başvuruları.

 

Madde 4 – Önceki haklarla çatışma olması durumundaki ret / hükümsüzlük nedenleri (Nispi ret nedenleri):

 

Mutlak ret nedeni / Nispi ret nedeni konusundaki ayırım ve genel yanlış algılama hakkında açıklama:

 

Mutlak Ret Nedeni: Mutlak ret nedeni başvurusu yapılan ibarenin/şeklin kendisinden (anlam, görünüm, vs.) kaynaklanan ret nedenidir. Ofis tarafından resen incelenecek ret nedeni anlamına gelmez.

 

Nispi Ret Nedeni: Başvurusu yapılan ibarenin/şeklin üçüncü kişilerin önceki haklarıyla çatışması durumunda ortaya çıkan ret nedenidir. İtiraz üzerine incelenecek ret nedeni anlamına gelmez.

 

Genel Yanlış Algılama / Bilgi: Türkiye’de akademide, literatürde yer edinmiş önemli bir yanlış bilgi söz konusudur. Mutlak ret nedenleri Ofis tarafından resen incelenecek ret nedenleri olarak algılanmakta, nispi ret nedenleri ise itiraz üzerine incelenecek ret nedenleri olarak değerlendirilmektedir. Bu bilgi kökten yanlıştır. Marka ofisleri, nispi ret nedenlerini resen, itiraz üzerine ya da hem resen hem de itiraz üzerine iki aşamalı olarak inceleyebilir. Nispi ret nedenleri bakımından önemli olan husus, başvurusu yapılan ibarenin veya şeklin üçüncü kişilerin önceki haklarıyla çatışma içerisinde olması durumudur. Mutlak ret nedenlerinde ise değerlendirmede esas olan ibarenin kendisinden kaynaklanan ret durumudur, mutlak ret nedenleri üçüncü kişilerin önceki haklarıyla bir çatışma olması durumunu kapsamaz.

 

Yanlış Algılama / Bilginin Gerekçesi: Yanlış bilginin gerekçesi 556 sayılı KHK’nın 7 nci maddesi için seçilen başlıkla maddenin içeriği arasındaki uyumsuzluktur. 7 nci madde “mutlak ret nedenleri” başlığını taşımasına rağmen 7/1-(b) bendi önceden tescilli veya başvurusu yapılmış markalarla aynı tür malları/hizmetleri kapsayan aynı ya da ayırt edilemeyecek derecede benzer markaların reddedileceği hükmünü içermektedir. Dolayısıyla 7/1-(b) bendinde sayılan hal üçüncü kişilerin önceki haklarıyla çatışmayı içeren bir durumdur ve nispi bir ret nedenidir. Ancak, 7/1-(b) bendi nispi bir ret nedeni olmasına rağmen mutlak ret nedenleri başlığını taşıyan 7 nci madde kapsamındadır. Bu durumun yol açtığı sonuç ise, mutlak ret nedeni teriminin gerçek anlamını yitirerek resen incelenen ret nedenleri olarak algılanması ve nispi ret nedenlerinin de gerçek anlamını kaybederek itiraz üzerine incelenen ret nedenleri gibi bir anlam kazanmasıdır. Kazanılan bu anlamlar yanlıştır, ancak bu yanlışlık KHK’dan kaynaklanarak akademik metinler dahil birçok kaynağa yansımış durumdadır. Bahsedilen yanlışlık yeni Marka Kanunu Tasarısında düzeltilmiş ve yanlış başlıklar terk edilmiştir.

 

208/95 sayılı Direktif ve bu Direktifin öncülü 89/104 sayılı Direktif giriş bölümünde açık olarak Ofislerin ret / hükümsüzlük nedenlerini resen ya da itiraz üzerine inceleme konusunda serbest bırakmıştır. Dolayısıyla AB üyesi ülkelerden dileyenler, örn. önceki markalarla benzerlik halindeki ret durumunu resen inceleyecek, dileyen ülkeler ise bu hususu yalnızca itiraz üzerine inceleyecektir. İskandinav ülkelerinin tamamı, Doğu Avrupa ülkelerinin çoğunluğu ve bazı diğer ülkeler önceden tescilli veya başvurusu yapılmış benzer markaların varlığı durumunu bir ret gerekçesi olarak resen incelemektedir (556 sayılı KHK 7/1-(b) bendindeki durum); Almanya, İspanya, Topluluk Marka Ofisi ve diğer bazı üye ülkeler ise bu ret halini yalnızca yayıma itiraz durumunda incelemektedir.

 

Direktifin 4 üncü maddesinde yer alan ret nedenleri 556 sayılı KHK’nın 7 nci maddesinin (b), (ı) bentlerinde ve 8 inci maddesinde bulunmaktadır.

 

Direktifin 3 üncü ve 4 üncü maddelerinin aynı zamanda hükümsüzlük nedenleri olarak düzenlendiği göz önüne alındığında, hükümsüzlük nedenleri olarak karşılıkları 556 sayılı KHK’nın 42 nci maddesinde bulunmaktadır.

 

Madde 5 – Markanın Sağladığı Haklar:

 

Direktifin 5 inci maddesi markanın tescil edilmesi halinde sahibine sağladığı münhasır hakları, hak sahibinin rızası olmadan ticari kullanım halinde verilen yasaklama haklarını ve yasaklamaya konu olabilecek durumları düzenlemektedir.

 

Paralel hükümler, 556 sayılı KHK’nın 9 uncu maddesinde düzenlenmiştir.

(556 sayılı KHK “Madde 9- Marka tescilinden doğan haklar münhasıran marka sahibine aittir. Marka sahibi, aşağıda belirtilen fiillerin önlenmesini talep edebilir:

a)Markanın tescil kapsamına giren aynı mal ve/veya hizmetlerle ilgili olarak, tescilli marka ile aynı olan herhangi bir işaretin kullanılması,
b)Tescilli bir marka ile aynı veya benzer olan ve tescilli markanın kapsadığı mal ve/veya hizmetlerin aynı veya benzeri mal ve/veya hizmetleri kapsayan ve bu nedenle halk tarafından, işaret ile tescilli marka arasında ilişkilendirilme ihtimali de dahil, karıştırılma ihtimali bulunan herhangi  bir işaretin kullanılması,        

c) Tescilli marka ile aynı veya benzer olan ve tescilli markanın kapsamına giren mal ve/veya hizmetlerle benzer olmayan, ancak Türkiye’de ulaştığı tanınmışlık düzeyi nedeniyle, tescilli markanın itibarından  dolayı haksız bir yarar elde edecek veya tescilli markanın itibarına zarar verecek veya tescilli markanın ayırt edici karakterini zedeleyecek nitelikteki herhangi bir işaretin kullanılması.
Aşağıda belirtilen durumlar, birinci fıkra hükmü uyarınca yasaklanabilir:

a)İşaretin mal veya ambalajı üzerine konulması,    

b) İşareti taşıyan malın piyasaya sürülmesi veya bu amaçla stoklanması,  teslim edilebileceğinin teklif edilmesi veya o işaret altında hizmetlerin sunulması veya sağlanması,

c) İşareti taşıyan malın gümrük bölgesine girmesi, gümrükçe onaylanmış bir işlem veya kullanıma tabii tutulması,     

 d)İşaretin, teşebbüsün iş evrakı ve reklamlarında kullanılması.         

e) İşareti kullanan kişinin, işaretin kullanımına ilişkin hakkı veya meşru bir bağlantısı olmaması koşuluyla, işaretin aynı veya benzerinin internet ortamında ticari etki yaratacak biçimde, alan adı, yönlendirici kod, anahtar sözcük veya benzeri biçimlerde kullanılması.”)

 

Madde 6 – Markanın Sağladığı Haklarda İstisnalar:

 

Direktifin 6 ncı maddesi markanın sahibine sağladığı haklardaki istisnaları düzenlemektedir. Buna göre, marka sahibi üçüncü kişilerin kendi isimlerini veya adreslerini kullanmalarını, mallarla / hizmetlerle ilgili olarak cins, çeşit, vasıf, vs. bildiren unsurların kullanımını, özellikle aksesuar veya yedek parça gibi mallar için malın veya hizmetin amacını, kullanım alanını belirtecek şekilde markanın kullanılmış olması durumunu engelleyemez. Ancak tüm durumlarda, üçüncü kişilerin kullanımı ticari yaşamın dürüstlük ilkelerine uygun olmalıdır.

 

Direktifin 6 ncı maddesiyle paralel düzenleme 556 sayılı KHK’nın 12 inci maddesinde bulunmaktadır.

 

(556 sayılı KHK Madde 12Dürüstçe ve ticari veya sanayi konularıyla ilgili olarak kullanılmaları koşuluyla üçüncü kişilerin, ad ve adresini, mal veya hizmetlerle ilgili cins, kalite, miktar, kullanım amacı, değer, coğrafi kaynak, üretim veya sunuluş zamanı veya diğer niteliklere ilişkin açıklamaları kullanmaları marka sahibi tarafından engellenemez.)

 

Madde 7 – Markanın Sağladığı Hakların Tüketilmesi:

 

Markalı bir malın sahibi tarafından veya sahibinin rızası ile üçüncü bir kişi tarafından topluluk sınırları içerisinde piyasaya sürülmesi durumunda, marka sahibi o mallara ilişkin olarak markasının kullanımını yasaklayamaz (mallarla ilgili fiiller marka tescilinden doğan hakkın kapsamı dışında kalır). Ancak, malların kalitesinin / niteliğinin değiştirilmesi veya bozulması gibi haklı nedenlerin varlığı durumunda marka sahibi kullanımı engelleme hakkını kullanabilir.

 

Görüldüğü üzere, Direktifle getirilen ilke “topluluk sınırları içerisinde piyasaya sürme” terimi doğrultusunda bölgesel tükenme ilkesidir. Türkiye ise ulusal tükenme prensibini uygulamaktadır. Henüz AB üyesi olmadığımız dikkate alındığında bu hususun Direktifle uyumsuz olmadığı tartışmasız derecede açıktır.

 

Direktifin 7 nci maddesiyle paralel düzenleme 556 sayılı KHK’nın 13 üncü maddesinde bulunmaktadır.

 

(556 sayılı KHK Madde 13Tescilli bir markanın tescil kapsamındaki mal üzerine konularak marka sahibi tarafından veya onun izni ile Türkiye’de piyasaya sunulmasından sonra, mallarla ilgili fiiller marka tescilinden doğan hakkın kapsamı dışında kalır.

 

Marka sahibinin, birinci fıkra hükmüne girmesine rağmen, malın piyasaya sunulmasından sonra, üçüncü kişiler tarafından değiştirilerek veya kötüleştirilerek ticari amaçlı kullanmalarını önleme yetkisi vardır.)

 

Madde 8 – Lisans:

 

Direktifin lisansa ilişkin hükmünde yer alan düzenlemelerle paralel 556 sayılı KHK’nın 21 inci maddesinde bulunmaktadır.

 

Madde 9 – Ses Çıkarmama Sonucu Ortaya Çıkabilecek Hak Kaybı:

 

Üye bir ülkede önceden tescil edilmiş olan bir markanın sahibi, aynı ülkede sonradan tescil edilmiş bir markanın kullanımı konusunda, kullanımdan bilgisi olmasına rağmen birbirini takip eden 5 yıl boyunca sessiz kalmış ise önceden tescilli markası nedeniyle sonraki markayı hükümsüz kılma hakkını yitirir. Sonraki markanın tescilinin kötü niyetli bir başvuru sonucu gerçekleşmiş olması durumunda hak yitimi söz konusu olmaz.

 

Madde 10 – Markanın Kullanımı:

 

Direktifin 10 uncu maddesinde hangi durumların marka kullanımı sayılacağı belirtilmiştir. 556 sayılı KHK’nın 14 üncü maddesinde Direktif ile paralel hükümler bulunmaktadır.

 

(556 sayılı KHK Madde 14Markanın, tescil tarihinden itibaren beş yıl içinde, haklı bir neden olmadan kullanılmaması veya bu kullanıma beş yıllık bir süre için kesintisiz ara verilmesi halinde, marka iptal edilir.

Aşağıda belirtilen durumlar markayı kullanma kabul edilir:

a) Tescilli markanın ayırt edici karakterini değiştirmeden markanın farklı unsurlarla kullanılması,

b) Markanın yalnız ihracat amacıyla mal ya da ambalajlarında kullanılması,

c) Markanın, marka sahibinin izni ile kullanılması,

d) Markayı taşıyan malın ithalatı.)

 

Tescil prosedürünün tamamlanmasının ardından geçen 5 yıllık süre içerisinde marka sahibi markanın ciddi kullanımını gerçekleştirmemişse veya kullanım aralıksız olarak 5 yıl boyunca durdurulmuşsa, kullanmamanın geçerli nedeni yoksa, marka Direktifte belirtilen yaptırımlara (hükümsüzlük) konu olur.

 

(Paralel düzenleme 556 sayılı KHK 42 nci madde 1-(c) bendi:

Aşağıdaki hallerde markanın hükümsüz sayılmasına yetkili mahkeme tarafından karar verilir:

c) 14 üncü maddeye aykırılık. (Ancak, 5 yılın dolması ile davanın açıldığı tarih arasında ciddi biçimde kullanma hükümsüzlük nedeni sayılmaz. Dava açılacağı düşünülerek kullanma gerçekleşmiş ise, mahkeme davanın açılmasından önceki üç ay içerisinde gerçekleşen kullanmayı dikkate almaz.)

 

Madde 11 – Markanın Kullanılmaması Durumunda Hukuki veya İdari Süreçlerdeki Yaptırımlar:

 

Bir marka önceden tescilli bir markanın varlığı nedeniyle, eğer önceki marka 10 uncu maddede düzenlenmiş kullanım şartlarını yerine getirmemişse hükümsüz kılınmayabilir.

 

Topluluk üyesi ülkeler, 10 uncu maddede belirtilen kullanım şartlarını yerine getirmemiş markaların, sonradan yapılmış marka başvurularına ilişkin ret gerekçesi olamayacağı şartını getirebilir.

 

Markanın tescil edildiği malların/hizmetlerin bir kısmı için kullanılıp bir kısmı için kullanılmaması durumunda, kullanımın sadece markanın kullanıldığı mallar/hizmetler bakımından gerçekleştiği kabul edilir.

 

Madde 12 – Hükümsüzlük nedenleri:

 

Bir marka tescil edildiği mallara veya hizmetlere ilişkin olarak kesintisiz 5 yıl süreyle kullanılmamışsa ve kullanmamaya ilişkin makul bir neden yoksa hükümsüz kılınabilir. (bkz. 556 sayılı KHK madde 42/1-(c) )

 

Hükümsüzlük sonucuna yol açan diğer durumlar ise aşağıda sayılmıştır:

 

– Marka, sahibinin eylemleri veya eylemsizliği nedeniyle tescil edildiği malın ya da hizmetin adı haline geldiyse.

– Marka, sahibinin kullanımı nedeniyle tescil edildiği mallar/hizmetler için nitelik, kalite veya coğrafi kaynak bakımından halkı yanıltabilecek hale geldiyse.

 

Paralel düzenleme 556 sayılı KHK’nın 42 nci maddesinin (d),(e) bentlerinde bulunmaktadır.

 

(556 sayılı KHK 42 nci madde 1-(d), (e) bendleri:

Aşağıdaki hallerde markanın hükümsüz sayılmasına yetkili mahkeme tarafından karar verilir:

d) Marka sahibinin davranışları nedeniyle, marka mal ve hizmetler için yaygın bir ad haline gelmiş ise,

e) Hak sahibi veya yetkili kıldığı kişi tarafından kullanım sonucunda tescil edildiği mal ve hizmetlerin niteliği, kalitesi, üretim yeri ve coğrafi kaynağı konusunda halkta yanlış anlama ihtimali var ise,)

 

Madde 13 – Malların veya hizmetlerin bir kısmı için hükümsüzlük veya ret 
Ret veya hükümsüzlük nedenleri markanın kapsadığı malların/hizmetlerin yalnızca bir kısmı bakımından ortaya çıkmışsa, ret veya hükümsüzlük işlemi yalnızca bu mallar/hizmetler bakımından söz konusu olacaktır.

 

14 üncü madde Topluluk Markalarında kıdem konusuna ilişkin özel bir düzenlemedir (feragat edilen veya süresinin dolması sonucu hükümden düşen önceki bir markanın topluluk markası olarak kıdeminin talep edilmesi durumuna ilişkin düzenleme).

 

Madde 15 – Ortak markalar, garanti markaları ve sertifika markaları ile ilgili özel düzenlemeler

 

89/104 numaralı Direktifte yer almayan ancak 2008 yılında kabul edilen 2008/95 sayılı Direktif kapsamında yer alan 15inci madde ortak markalar, garanti markaları ve sertifika markaları ile ilgili özel iki düzenleme getirmektedir.

 

Hükme göre; mevzuatları ortak markaların, garanti markalarının veya sertifika markalarının tesciline izin veren üye ülkeler, bu tip markaların işlevlerinin öyle gerektirdiği durumlarda bu markaların reddedilmesi, hükümsüz kılınması için 3üncü ve 12nci maddelerde belirtilen ret veya hükümsüzlük gerekçelerine ek gerekçeler öne sürebilirler.

 

3üncü madde hükmünde öngörülenin aksine malların veya hizmetlerin coğrafi kaynağını belirten işaretlerin ortak marka, garanti markası veya sertifika markası olarak tesciline üye ülkeler imkan sağlayabilir. Bununla birlikte, bu tip markalar sahiplerine üçüncü kişilerin bu markayı dürüstçe ticari veya sanayi konularıyla ilgili olarak kullanılmalarını engelleme hakkı vermez; özellikle bu tip bir marka coğrafi bir ismi kullanma hakkı olan üçüncü kişilere karşı öne sürülemez.

 

NOT: Direktif toplam 19 maddeden oluşmaktadır. Kalan 4 madde idari hususlarla ilgili olduğundan çalışma kapsamı dahiline alınmamıştır.

 

 

(ALINTI VEYA ATIFLARINIZI LÜTFEN KAYNAK GÖSTEREREK YAPINIZ. BU METİN, ÖNDER EROL ÜNSAL TARAFINDAN YAZILMIŞ, ANKARA ÜNİVERSİTESİ FİKRİ SINAİ HAKLAR UYGULAMA MERKEZİ (FİSAUM)’NCE DÜZENLENEN SINAİ MÜLKİYET HAKLARI KONULU SERTİFİKA PROGRAMI BÜNYESİNDE 24/03/2008 TARİHİNDE DERS NOTU OLARAK SUNULMUŞTUR.)

Marka İncelemesinde Mutlak Ret Nedenleri*

 

I- TANIMLAR ve GİRİŞ:

 

Mutlak Ret Nedenleri (absolute grounds for refusal): Mutlak ret nedenleri başvurusu yapılan kelimenin / şeklin kendisinden (anlam, görünüm, vs.) kaynaklanan ret nedenleridir. Ofis tarafından resen incelenecek ret nedenleri anlamına gelmez.

 

Nispi Ret Nedenleri (relative grounds for refusal): Başvurusu yapılan kelimenin / şeklin üçüncü kişilerin önceki marka haklarıyla çatışması durumunda ortaya çıkan ret nedenleridir. Farklı ülkelerin farklı mevzuatlarına göre resen ya da ilana itiraz üzerine incelenebilir. İlana itiraz üzerine incelenecek ret nedenleri anlamına gelmez.

 

Cornish, mutlak ve nispi ret nedenleri arasındaki farkı takip eden biçimde açıklamaktadır:

 

“…(ret nedenleri) iki kategoriye ayrılmaktadır:

a) mutlak nedenler, ayırt ediciliğe ilişkin olarak işaretin kendisinden kaynaklanan (inherent) uygun bulunmama hallerine ve kamu yararı ile ilgili belirli uygun bulmama hallerine ilişkindir; ve

b) nispi nedenler, başka bir tacirin veya sahibin (işaretle) çatışan önceki haklara sahip olması durumunda ortaya çıkar.” [1]

 

Bainbridge ise, mutlak ve nispi ret nedenleri arasındaki farkı aşağıdaki biçimde ifade etmektedir:

 

“…mutlak ret nedenleri açısından reddedilen markalar, belirli istisnalar hariç olmak üzere, kendiliğinden tescil edilemez niteliktedir. Nispi nedenler açısından, başvurulan marka ve önceki markalar veya önceki diğer haklar arasındaki ilişki önemlidir. Nispi ret nedenleri tescilli markalara tecavüzün söz konusu olduğu durumlarla yakın paralellik içermektedir.” [2]

 

Genel Yanlış Algılama / Bilgi: Türkiye’de akademide, literatürde yer edinmiş önemli bir yanlış algılama / bilgi söz konusudur. Mutlak ret nedenleri Ofis tarafından resen incelenecek ret nedenleri olarak algılanmakta, nispi ret nedenleri ise ilana itiraz üzerine incelenecek ret nedenleri olarak değerlendirilmektedir. Bu bilgi yanlıştır.

 

Marka ofisleri, nispi ret nedenlerini resen, ilana itiraz üzerine ya da hem resen hem de ilana itiraz üzerine iki aşamalı olarak inceleyebilir. Nispi ret nedenleri bakımından önemli olan husus, başvurusu yapılan kelimenin veya şeklin üçüncü kişilerin önceki marka haklarıyla (aynılık, ayırt edilemeyecek derecede benzerlik, karıştırılabilecek, ilişkilendirilebilecek derecede benzerlik, eskiye dayalı kullanım, tanınmışlık, vb.) çatışma içerisinde olması durumudur.

 

Mutlak ret nedenlerinde değerlendirmede esas olan başvuruyu oluşturan kelimenin / şeklin kendisinden (anlamından, görünümünden, bıraktığı baskın izlenimden) kaynaklanan ret durumudur. Mutlak ret nedenleri üçüncü kişilerin önceki haklarıyla bir çatışma olması durumunu kapsamaz. Bununla birlikte, mutlak ret nedenleri de ilana itiraz üzerine veya ilandan sonra üçüncü kişi görüşü prosedürü doğrultusunda incelenebilmektedir. 556 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK)’nin 35inci maddesi hükmüne göre “Tescil başvurusu yapılmış markanın 7 nci ve 8 inci madde hükümlerine göre tescil edilmemesi gerektiğine ilişkin itirazlar ile başvurunun kötü niyetle yapıldığına ilişkin itirazlar ilgili kişiler tarafından marka başvurusunun yayınından itibaren üç ay içerisinde yapılır.” Yani 7nci madde kapsamındaki ret gerekçeleri ilana itiraz üzerine de değerlendirilebilir. Aynı KHK’nın 34üncü maddesi kapsamında düzenlenen üçüncü kişilerin görüşleri müessesesi de benzer bir yaklaşım içermektedir. Hüküm takip eden şekildedir: “Marka başvurusunun yayınından sonra, herhangi bir gerçek veya tüzel kişi veya herhangi bir grup veya hizmetleri temin edenler, üreticiler veya imalatçıları temsil eden bir organ, tacir veya tüketiciler, 7nci maddeye göre, markanın tescil için yeterli nitelikleri taşımadığını belirten yazılı görüşlerini Enstitüye sunabilir. Ancak bu kişiler, Enstitü nezdinde işlemlere taraf olamaz.”

 

Açıklandığı ve görüldüğü üzere, mutlak ret nedenleri kategorisinin resen incelenecek ret nedenleri anlamı ile, nispi ret nedenleri kategorisinin ise ilana itiraz üzerine incelenecek ret nedenleri anlamı ile ilintisi bulunmamaktadır.

 

Yanlış Algılama / Bilginin Gerekçesi: Yanlış bilginin gerekçesi 556 sayılı KHK’nın 7nci maddesi için seçilen başlıkla maddenin içeriği arasındaki uyumsuzluktur. 7nci madde “mutlak ret nedenleri” başlığını taşımasına rağmen 7/1-(b) bendi önceden tescilli veya başvurusu yapılmış markalarla aynı tür malları/hizmetleri kapsayan aynı ya da ayırt edilemeyecek derecede benzer markaların reddedileceği hükmünü içermektedir. Dolayısıyla 7/1-(b) bendinde sayılan hal üçüncü kişilerin önceki haklarıyla çatışmayı içeren bir durumdur ve nispi bir ret nedenidir. Ancak, 7/1-(b) bendi nispi bir ret nedeni olmasına rağmen mutlak ret nedenleri başlığını taşıyan 7nci madde kapsamında sayılmıştır. Bu durumun yol açtığı sonuç ise, Türkiye’de mutlak ret nedeni teriminin gerçek anlamını yitirerek resen incelenen ret nedenleri olarak algılanması ve nispi ret nedenlerinin de gerçek anlamını kaybederek itiraz üzerine incelenen ret nedenleri gibi bir anlam kazanmasıdır. Kazanılan bu anlamlar yanlıştır, ancak bu yanlışlık KHK’dan kaynaklanarak akademik metinler dahil birçok kaynağa yansımış durumdadır. Bahsedilen yanlışlık yeni Marka Kanunu Tasarısında düzeltilmiş ve yanlış başlıklar terk edilmiştir.

 

Mutlak Ret Nedenleri ve Kamu Yararı

 

Mutlak ret nedenleri ulusal ve uluslararası literatürde kamu yararı ilkesi ile ilişkilendirilmekte ve mutlak ret nedenleri kapsamına giren işaretlerin tescil edilmemesi suretiyle kamu yararının korunduğu kabul edilmektedir.

 

Arkan, mutlak ret nedenleri ile kamu yararı ilişkilendirmesini “…mutlak ret nedenleri, toplumun çıkarlarıyla yakından ilgili olup, TPE tarafından resen dikkate alınır.” [3] ifadesi ile yaparken; Tekinalp aynı ilişkilendirmeyi “Mutlak ret nedenleri marka olarak seçilmiş bulunulan işaretin niteliğinden kaynaklanan itirazlardır…İtiraz dayanağını kamu menfaatinde, hatta düzeninde bulur. Bu kategori içine giren işaretlerin, başka bir kişiye ait oldukları veya üzerlerinde üçüncü kişilerin hakları bulunduğu için değil; aksine – dini veya ahlaki sebeplerle veya herkesin kullanımına açık tutulmaları gereği dolayısıyla ya da ayırt etme gücüne sahip olmamaları gibi nedenlerle – üzerlerinde hiç kimse hak iddia edemeyeceği için, marka olarak tescilleri reddedilmektedir.” [4] ifadesi ile yapmıştır.

 

Mutlak ret nedenleri ile kamu yararı ilkesinin bağlantısı Avrupa Toplulukları Adalet Divanı (ATAD) kararlarında da kurulmuştur. ATAD, “Libertel” kararında tanımlayıcılık gerekçesini kamu yararı prensibi ile takip eden biçimde ilişkilendirmiştir: “Avrupa Toplulukları Andlaşması’nın kurmaya ve sürdürmeye çalıştığı bozulmamış rekabet sisteminde marka haklarının asli bir unsur olduğu yerleşmiş bir içtihat niteliğindedir. Markaların sahiplerine sağladığı haklar ve yetkiler bu amacın ışığında değerlendirilmelidir. Direktif Madde 5(1) çerçevesinde marka, sahibine tescil kapsamındaki mallara ve hizmetlere ilişkin olarak, tescil edilen işaret için sınırsız bir süre boyunca tekel kurmasına izin verecek, münhasır haklar sağlamaktadır. Bir markanın tescil edilmesi imkanı, kamu yararına ilişkin gerekçelerle sınırlandırılabilir. Bu nedenle, Direktifin üçüncü maddesinde yer alan marka tescili ret nedenleri, her birinin temelini oluşturan kamu yararı ışığında yorumlanmalıdır. Direktif Madde 3(1)(c) ile ilgili olarak, Mahkeme bu hükmün, tescilin talep edildiği mallara ve hizmetlere ilişkin olarak tanımlayıcı olan işaretlerin ve unsurların herkes tarafından serbestçe kullanılmasının sağlanması yoluyla kamu yararına bir amacı yerine getirdiği görüşündedir.” [5]

 

ATAD “Eurohypo” kararında ise 40/94 sayılı Topluluk Marka Tüzüğü Madde 7(1)(b)’de yer alan ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçeli ret gerekçesini kamu yararı ilkesi çerçevesinde aşağıdaki biçimde açıklamaktadır: “Adalet Divanı ret nedenlerinin her birinin ret nedeninin temelini oluşturan kamu yararı dikkate alınarak yorumlanması gerektiğini önceden açık olarak belirtme fırsatını bulmuştur. Ret gerekçelerinin her birinin incelenmesinde dikkate alınan kamu yararı, inceleme konusu ret gerekçesinin kendisinden kaynaklanan farklı yaklaşımları yansıtabilir veya mutlaka yansıtmalıdır. Bu bağlamda, 40/94 sayılı Tüzük Madde 7(1)(b)’nin temelini oluşturan kamu yararı ilkesinin kesinlikle bir markanın asli fonksiyonundan (markalı ürünün veya hizmetin tüketicisinin veya son kullanıcısının, mal veya hizmetin kaynağını, farklı kaynaktan gelenlerle karıştırması ihtimaline izin vermeksizin, ayırt etmesini garanti altına almak) ayrı biçimde düşünülemeyeceğinin altı çizilmelidir.” [6]

 

Kamu yararı ilkesi ve  mutlak ret nedenleri ilişkilendirmesi, 556 sayılı KHK’da yer alan mutlak ret nedenleri açısından aşağıdaki biçimde kategorilere ayırılabilir:

 

1- Marka olma özelliğine sahip olmayan işaretlerin marka olarak tescil edilmelerini engelleyerek kamu yararına hizmet eden ret nedenleri (5inci madde kapsamında sayılan marka olabilecek işaretler kapsamına girmeyen işaretlerin reddedileceği düzenlemesini içeren 556 sayılı KHK 7/1-(a) bendi).

 

2- Tescil talebinin konusu mallar / hizmetler bakımından ayırt edici niteliğe sahip olmayan veya tanımlayıcı, ticaret alanında herkes tarafından kullanılabilir nitelikte olan, mala asli değerini veren kelime veya şekillerin marka olarak tescil edilmesini engelleyerek ve bu tip işaretlerin ticaret alanında ortak kullanıma açık biçimde kalmasını sağlayarak kamu yararına hizmet eden ret nedenleri (556 sayılı KHK 7/1-(a),(c),(d),(e) bentleri).

 

3- Kamu düzenine, genel ahlaka aykırı olan veya tescil kapsamında bulunan malların / hizmetlerin doğasına, kaynağına ilişkin olarak yanıltıcı nitelikte olan veya dini, tarihsel, kültürel değerler bakımından topluma mal olmaları nedeniyle bir kişi adına marka olarak tescili uygun bulunmayan işaretlerin tescil edilmesini engelleyerek kamunun genel yararını koruyan ret nedenleri (556 sayılı KHK 7/1-(f),(h),(j),(k) bentleri.

 

4- Türkiye’nin taraf olduğu Paris Sözleşmesi uyarınca marka olarak kullanımı yasaklanan devlet, hükümranlık amblemlerinin, bayrakların, vs. marka olarak tescil edilmesini engelleyen ret nedeni (556 sayılı KHK 7/1-(g) bendi).

 

5- Yukarıda sayılan bentler dışında kalan 7/1-(b) ve (ı) bentleri kanaatimizce aslen önceki hak sahiplerinin önceki haklarının korunmasına yönelik hükümler içerdiğinden (ve bu nedenle mutlak değil nispi ret nedenleri olduklarından) doğrudan kamu yararı ile ilişkilendirilebilir nitelikte değildir. Eğer, halkın malın / hizmetin kaynağına ilişkin olarak aynı / benzer markaların aynı kaynaktan geldiğini düşüneceği ve bu nedenle bu tür markaların tescilinin engellenmesinin doğrudan kamu yararı ile ilintili olduğu öne sürülecekse, kanaatimizce aynı amaca yönelik 8inci madde kapsamındaki tüm nispi ret nedenlerinin de doğrudan kamu yararına hizmet ettiği kabul edilmelidir. Yazarın görüşü, 7/1-(b),(ı) bentleri ve 8inci madde kapsamında düzenlenen ret nedenlerinin ana amacının önceki hak sahiplerinin önceki tarihlere dayanan (farklı şekillerde ortaya çıkan) önceki haklarının korunması olduğu, bu tip hakların kamu yararı ile ilişkisinin doğrudan olmadığı, 7/1-(b),(ı) bentleri ve 8inci madde kapsamında halkın markaları karıştırmasının engellenmesinin kamu yararına hizmet ettiği öne sürülecekse dahi kamu yararı ile bağlantının doğrudan değil, dolaylı olarak ortaya çıktığıdır.

 

KHK’nın 7nci maddesinde sayılan ret hallerinden 7/1-(a),(c),(d),(e),(f) bentleri ile 7/2 fıkrasında yer alan kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik istisnası bu çalışmada açıklanmaya çalışılacaktır. KHK kapsamında düzenlenmiş diğer mutlak ret nedenleri çalışmanın bütünlüğünün ve amaca uygunluğunun sağlanması endişeleriyle çalışma kapsamı dışında tutulmuştur.

 

Mutlak ret nedenlerinin içeriğine geçmeden önce KHK’da sayılan mutlak ret nedenlerinin kaynakları konusunda bilgi verilmesi kanaatimizce yerinde olacaktır.

 

II- 556 SAYILI KHK’DA DÜZENLENMİŞ MUTLAK RET NEDENLERİNİN KAYNAKLARI

 

A- SINAİ MÜLKİYETİN KORUNMASINA DAİR PARİS SÖZLEŞMESİ

 

Sınai mülkiyetin korunmasına dair ilk uluslararası sözleşme niteliğinde olan 1883 tarihli Paris Sözleşmesi’nin marka korumasına ilişkin maddelerinde sözleşmeyi imzalayan Paris Birliği üyesi ülkelerin hangi durumlarda marka başvurularını reddedebilecekleri genel ilkeler anlamında hükme bağlanmıştır.

 

Sözleşme’de belirtilen temel ilkeler aşağıdaki şekilde özetlenebilir:

 

1- Markanın başvuru ve tescil koşulları her ülke tarafından kendi ulusal mevzuatınca belirlenecektir (madde 6).

 

2- Hiçbir marka menşe ülkesinde tescilli olmaması veya iptal edilmiş olması gerekçe gösterilerek birlik üyesi başka bir ülke ofisi tarafından reddedilmez (madde 6).

 

3- Paris Sözleşmesi’nin birinci mükerrer 6ncı maddesi anlamındaki tanınmış markalar üye ülkenin mevzuatının çizdiği sınırlar bağlamında resen veya ilgili tarafın itirazı üzerine reddedilecektir.

 

4- Üye ülkeler, ilgili otoritelerce yetki veya izin verilmeden başvurusu yapılan ve markayı veya markanın bir unsurunu oluşturan devlet amblemleri, bayrakları, uluslararası örgüt adları, resmi işaretler, vb. türde başvuruları reddedecektir (ikinci mükerrer 6ncı madde hükmü).

 

5- Dördüncü mükerrer 6ncı madde A paragrafına göre menşe ülkesinde usulüne uygun olarak tescil edilmiş markalar Birlik üyesi diğer ülkelerde de, aynı maddede belirtilen istisnalar saklı kalmak koşuluyla, korunacaktır. Ret nedeni olarak kabul edilebilecek istisnalar aynı maddenin B paragrafında belirtilmiştir. İstisnalar anahatlarıyla aşağıdaki şekilde özetlenebilir:

 

i-                    Korumanın talep edildiği ülkede üçüncü kişilerin hakları ile ihtilaf çıkartabilecek nitelikteki markalar reddedilebilir.

ii-                  Ayırt edici niteliğe sahip olmayan, ticaret alanında cins, çeşit, miktar, amaç, değer, menşei,  üretim zamanı bildiren markalar veya ticaret alanında herkes tarafından kullanılabilir nitelikte olan markalar reddedilebilir.

iii-                 Yanıltıcı nitelikte olan veya kamu düzenine, genel ahlaka aykırı olan markalar reddedilebilir.

 

B- TİCARETLE BAĞLANTILI FİKRİ MÜLKİYET HAKLARI ANLAŞMASI (TRIPs)

 

Dünya Ticaret Örgütü Kuruluş Antlaşması’nın eki olan Ticaretle Bağlantılı Fikri Mülkiyet Hakları Anlaşması (TRIPs), Paris Sözleşmesi ile getirilen ilkeleri korumakla birlikte daha ayrıntılı sayılabilecek bazı hükümler getirmiştir. Buna göre:

 

1- Üye ülkeler tescil koşulu olarak başvurusu yapılan markanın görsel olarak algılanabilir olması gerektiği (grafik gösterimin sağlanması) şartını getirebilirler (madde 15 paragraf 1).

 

2- Başvurusu yapılan markanın ilgili mallar / hizmetler için kendiliğinden (inherently) ayırt edici niteliğe sahip olmaması durumunda üye ülkeler “kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik” yoluyla tescile izin verebilir (madde 15 paragraf 1).

 

3- Başvuru kapsamındaki malların / hizmetlerin niteliği markanın tesciline engel olamaz (madde 15 paragraf 4).

 

C- 89/104 SAYILI MARKA KANUNLARININ UYUMLULAŞTIRILMASI AMAÇLI AB DİREKTİFİ

 

Avrupa Birliği üyesi ülkelerin marka kanunlarının uyumlulaştırılması amaçlı 89/104 sayılı Direktif 1989 yılında kabul edilmiştir. Direktif, içeriğinde esasa ilişkin bir değişiklik yapılmaksızın 2008 yılında yenilenmiş ve 2008/95 sayısını almıştır. Çalışma içeriğinde yer alan ATAD kararlarında atıflar eski 89/104 sayısına yapılmış olduğundan ve her iki direktifte esasa ilişkin farklılık bulunmadığından, çalışmanın bütünlüğünün bozulmaması için marka kanunlarının uyumlulaştırılması amaçlı AB Direktifi çalışma içeriğinde  89/104 sayılı Direktif olarak anılmıştır.

 

Üye ülkelerin marka kanunlarının tamamen aynı hale getirmek Direktifin amacı değildir. Direktifle getirilen düzenlemelerle güdülen amaç, marka mevzuatlarında yer alıp, iç pazarın işleyişini doğrudan etkileyen hükümlerin uyumlu hale getirilmesidir (bkz. Direktifin giriş bölümü).

 

Bu amaç çerçevesinde, Direktif içerik bakımından ana hükümleri düzenleyecek, daha doğru deyişle genel esasları belirleyecek şekilde sınırlı tutulmuştur. Örneğin, üye ülkelerin mevzuatlarında yer verebilecekleri marka başvurusu ret nedenlerinin bir bölümü, kanunlarda mutlaka yer alacak şekilde zorunlu tutulmuş (söz konusu ret nedenleri üye ülkelerin tamamı bakımından zorunlu olarak kanunlarında yer alacaktır), bir kısmı ise ret nedeni olarak tercihen seçilebilecek hükümler olarak belirlenmiştir (bu nitelikteki ret nedenlerini üye ülkeler kanunlarına ekleyebilirler ya da tercihe bağlı olarak eklemeyebilirler). Dolayısıyla, bir üye ülke zorunlu ret nedenlerine mevzuatında yer vermek yükümlülüğündedir; tercihen benimsenebilecek ret nedenlerinin bir kısmına veya tamamına mevzuatında yer verebilir ya da tercihi ret nedenlerinin hiç birisini mevzuatı kapsamına almayabilir.

 

Direktif, Sınai Mülkiyetin Korunmasına ilişkin Paris Sözleşmesi hükümleri göz önüne alınarak hazırlanmıştır ve Sözleşme ile tamamen uyumludur. Kaldı ki, AB üyesi ülkelerin tamamı da Paris Sözleşmesi’ne taraftır.

 

Direktif; başvuru, tescil usulleri ve diğer prosedürel konulara ilişkin hiçbir düzenleme getirmemektedir. Temel amaç belirtildiği üzere iç pazarın işleyişini doğrudan etkileyecek esasa ilişkin konularda marka korumasının ana çatısının kurulmasıdır. Ana çatı tüm üye ülkeler bakımından uyumlu biçimde kurulduktan sonra, usul, prosedür veya diğer konulardaki düzenlemeleri belirlemekte üye ülkelerin kendi yapılanmaları, tercihleri belirleyici olacaktır.

 

Türk marka koruması sistemini düzenleyen temel metin olan 556 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) hazırlanırken Paris Sözleşmesi, TRIPs Antlaşması gibi bağlayıcı nitelikteki uluslararası sözleşmelerin yanı sıra 89/104 sayılı Topluluk Marka Direktifi de esas alınmıştır. Bu çerçevede, 556 sayılı KHK özelinde Türk marka koruması sistemi, AB’nin 89/104 sayılı Direktif’le öngördüğü ana çatıya uygun olarak hazırlanmıştır. Bu bağlamda, mevcut marka mevzuatımızın konu hakkındaki AB müktesebatı ile uyumlu olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

 

89/104 sayılı Topluluk Marka Direktifi’nde yer alan mutlak ret nedenleri aşağıda sayılmıştır:

 

a) Üye ülkelerin marka mevzuatında yer verilmesi zorunlu olan ret / hükümsüzlük nedenleri:

 

–         Marka olamayacak işaretler tescil edilemez. (556 sayılı KHK’daki karşılığı 7/1-(a) bendi)

–         Hiçbir ayırt edici niteliğe sahip olmayan markalar tescil edilemez. (556 sayılı KHK’daki karşılığı 7/1-(a) bendi)

–         Ticaret alanında cins, çeşit, vasıf, kalite, miktar, amaç, değer, coğrafi kaynak belirten veya malların üretildiği, hizmetlerin yapıldığı zamanı gösteren veya malların ve hizmetlerin diğer karakteristik özelliklerini belirten işaret ve adlandırmaları münhasıran içeren markalar tescil edilemez. (556 sayılı KHK’daki karşılığı 7/1-(c) bendi)

–         Ticaret alanında herkes tarafından kullanılan veya belirli bir meslek, sanat veya ticaret grubuna mensup olanları ayırt etmeye yarayan işaret ve adları münhasıran içeren markalar tescil edilemez. (556 sayılı KHK’daki karşılığı 7/1-(d) bendi)

–         Malın özgün doğal yapısından ortaya çıkan şeklini veya bir teknik sonucu elde etmek için zorunlu olan, kendine malın şeklini veya mala asli değerini veren şekli içeren işaretler tescil edilemez. (556 sayılı KHK’daki karşılığı 7/1-(e) bendi)

–         Kamu düzenine ve genel ahlaka aykırı markalar tescil edilemez. (556 sayılı KHK’daki karşılığı 7/1-(k) bendi)

–         Mal veya hizmeti niteliği, kalitesi veya üretim yeri, coğrafi kaynağı gibi konularda halkı yanıltacak markalar tescil edilemez. (556 sayılı KHK’daki karşılığı 7/1-(f) bendi)

–         Yetkili mercilerden kullanmak için izin alınmamış ve dolayısıyla Paris Sözleşmesinin 2 nci mükerrer 6 ncı maddesine göre reddedilmesi gerekli markalar. (556 sayılı KHK’daki karşılığı 7/1-(g) bendi)

 

b) Üye ülkelerin mevzuatlarında tercihen yer verebilecekleri (mutlak) ret nedenleri:

 

–         Üye ülkelerin veya topluluğun marka kanunu dışında kalan diğer kanunlarına göre kullanımı yasaklanabilecek markalar.

–         Sembolik değeri yüksek işaretleri içeren markalar, özellikle dini sembolleri içeren markalar. (556 sayılı KHK’daki karşılığı 7/1-(j) bendi)

–         Paris Sözleşmesi’nin ikinci mükerrer 6 ncı maddesi kapsamı dışında kalan, kamuyu ilgilendiren ve ilgili mercilerin tescil izni vermediği armaları, amblemleri veya nişanları içeren markalar. (556 sayılı KHK’daki karşılığı 7/1-(h) bendi)

–         Kötü niyetle yapılmış tescil başvuruları.

 

III- 556 SAYILI MARKALARIN KORUNMASI HAKKINDA KANUN HÜKMÜNDE KARARNAME ÇERÇEVESİNDE DÜZENLENEN MUTLAK RET NEDENLERİ

 

556 sayılı KHK’nın 7nci maddesi “marka tescilinde red için mutlak nedenler” başlığını taşımaktadır. Maddenin birinci fıkrasında 11 adet ret nedeni sayılmıştır. Maddenin ikinci fıkrası ise bazı ret nedenlerinin uygulanmasını ortadan kaldırır “kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik” istisnasını düzenlemektedir.

 

Birinci fıkrada sayılan ret nedenlerinden (a),(c),(d),(e),(f) bentleri ve ikinci fıkrada düzenlenmiş kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik istisnası bu çalışma kapsamında açıklanmaya çalışılacaktır.

 

Ret nedenleri hakkında açıklamaya geçmeden önce marka tescil ofislerine verilen inceleme yetkisinin ATAD tarafından Topluluk Marka Direktifi ekseninde ne şekilde anlaşıldığının ve yorumlandığının belirtilmesi yerinde olacaktır. ATAD’ın konu hakkındaki yorumu için “Libertel” ve “Das Prinzip der Bequemlichkeit” kararlarından takip eden alıntılar yapılmıştır:

 

“Komisyon görüşünde, belirli işaretlerin (ortak) kullanıma açık kalması ve bu nedenle korumadan yararlanmalarına izin verilmemesi gerektiği ilkesinin Direktif Madde 2 ve 3’ten ziyade Madde 6’da ifade bulduğunu belirtmektedir. Bu argüman kabul edilebilir değildir. Direktif Madde 6 markanın tescil edilmesinin ardından sağlayacağı hakların sınırları ile ilgilidir. Komisyon’un tescil başvurusunun Direktif Madde 3’te yer alan ret nedenleri bakımından incelendiği aşamada incelemenin minimal düzeyde gerçekleştirilmesi anlamına gelen argümanı, inceleyicilerin serbest kalması (tescil edilmemesi) gereken belirli işaretlerin tescilini uygun bulması riskinin, tescilli markanın sağladığı haklardan avantajın elde edildiği aşamadaki sınırları ortaya koyan Madde 6’yla ortadan kaldırılmış olduğu temeline dayanmaktadır. Bu yaklaşım, Direktif Madde 3’te yer alan ret nedenlerinin değerlendirilmesinin markanın tescil edildiği aşamada yetkili olan otoriteden alınıp, markadan kaynaklanan hakların fiilen kullanılmasının sağlanması yetkisine sahip mahkemelere devredilmesiyle eşanlamlıdır. Belirtilen yaklaşım, tescil sonrası aşamada inceleme üzerine değil, tescil öncesi inceleme üzerine kurulu Direktif yapısına uygun değildir. Direktifte Madde 6’nın bu yönde bir sonuca vardığını gösterir hiçbir şey (hüküm) yoktur. Tersine, Direktif Maddeler 2 ve 3’te düzenlenen ret nedenlerinin çok sayıda ve detaylı içerikte olması ve ret durumunda kullanılabilir telafi yöntemlerinin geniş olması, tescil başvurusunun değerlendirilmesi aşamasında yapılan incelemenin minimal (alt) düzeyde olmaması gerektiğini işaret etmektedir. İnceleme uygun olmayan markaların tescil edilmesinin engellenmesi amacıyla sıkı ve tam bir inceleme olmalıdır. Mahkemenin daha önceden belirttiği gibi, mahkemeler tarafından kullanımları engellenebilecek olan (geçerlilikleri iptal edilebilecek, hükümsüz kılınabilecek) markaların,  hukuki belirlilik ve iyi yönetim ilkeleri çerçevesinde tescil edilmemelerinin sağlanması gerekmektedir.” [7]

 

“…başvuru sahibi Erpo tarafından öne sürülen, 40/94 sayılı Tüzük Madde 12(6)’nın yeterli rekabetçi korumayı sağlayarak daha serbest bir tescil politikası oluşturduğu, bu yolla şüpheli durumlarda (in cases of doubt) başvuru konusu markaların tescil edilmesine izin verildiği yönündeki argüman da reddedilmelidir. Bu yöndeki bir argüman Adalet Divanı tarafından önceden, tescil başvurularının incelenmesi, uygun olmayan ve mahkemeler nezdinde iptal edilebilecek markaların tescil edilmesinin engellenmesi amacı çerçevesinde minimal (alt) düzeyde yapılmamalı, tersine inceleme sıkı ve tam olmalıdır gerekçesiyle reddedilmiştir.” [8]

A- 7/1-(a) bendi

 

7/1-(a) bendinde düzenlenen ret gerekçesi aynı KHK’nın 5inci maddesine atıf yaparak; “5 inci madde kapsamına girmeyen işaretler”in marka olarak tescil edilemeyeceğini hükme bağlamaktadır. KHK’nın 5inci maddesi ise aşağıda yer verildiği üzere markanın tanımını içermektedir:

 

“Marka, bir teşebbüsün mal veya hizmetlerini bir başka teşebbüsün mal veya hizmetlerinden ayırt etmeyi sağlaması koşuluyla, kişi adları dahil, özellikle sözcükler, şekiller, harfler, sayılar, malların biçimi veya ambalajları gibi çizimle görüntülenebilen veya benzer biçimde ifade edilebilen, baskı yoluyla yayınlanabilen ve çoğaltılabilen her türlü işaretleri içerir.”

 

Tanıma bakıldığında iki temel koşula yer verildiği görülmektedir:

1- Ayırt etmeyi sağlama,

2- Çizimle görüntülenebilme, baskı yoluyla yayınlanabilme, çoğaltılabilme.

 

Dolayısıyla ortaya çıkan tanıma göre başka bir teşebbüsün mallarından / hizmetlerinden ayırt edilebilmeyi sağlayabilecek nitelikte olmak koşuluyla grafik gösterimi mümkün olan, baskı yoluyla yayınlanabilen ve çoğaltılabilen her tür işaret marka olabilme niteliğine sahiptir.

 

TPE’nin 7/1-(a) bendi kapsamında ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçesiyle reddettiği marka tescil başvurularına karşı yapılan itirazlarda genellikle altı çizilen konu başvuruyu oluşturan kelime veya şeklin 5inci madde kapsamındaki marka olabilecek işaretler arasında bulunduğu, dolayısıyla 7/1-(a) bendi kapsamında reddedilemeyeceğidir. Ancak, daha önce de belirtildiği üzere, 5inci maddedeki marka tanımı iki farklı unsur içermektedir:

 

1- Grafik gösterimi mümkün olan işaretler marka olabilir,

2- Bunların marka olabilmesinin koşulu, söz konusu işaretin başvuru kapsamındaki malların / hizmetlerin diğer teşebbüslerin mallarından / hizmetlerinden ayırt edilebilmesini sağlamasıdır.

 

Yani, grafik gösterimi mümkün olsa da bazı işaretler başvuru kapsamındaki mallara / hizmetlere ilişkin olarak ayırt edici nitelik taşımadığından reddedilebilir.

 

Markanın asli fonksiyonunun bir teşebbüsün mallarının / hizmetlerinin diğer teşebbüslerin mallarından / hizmetlerinden ayırt edilmesini sağlamak olduğu bilinmektedir. Ayırt edicilik fonksiyonu olarak adlandırılan hususun işaret ettiği sonuç, ayırt ediciliğe sahip olmayan işaretlerin marka olarak asli fonksiyonlarını yerine getiremedikleri ve bunların tescili yönündeki taleplerin reddedilmesi gerektiğidir.

 

2006-M-1949 sayılı Yeniden İnceleme ve Değerlendirme Kurulu (YİDK) kararı yukarıda bahsedilen hususa ilişkin değerlendirmeler içermektedir. Karara konu başvuru bir çakmak şeklinden oluşmaktadır ve Markalar Dairesi Başkanlığı’nca 7/1-(a) bendi çerçevesinde reddedilmiştir. Başvuru sahibi vekili karara itiraz etmekte, başvurunun 5inci madde kapsamında marka olabilecek işaretlerden olduğunu belirtmekte, başvuru hakkındaki ret kararının kaldırılmasını istemektedir. Karara itiraz neticesinde verilen YİDK kararı aşağıdaki içeriktedir:

 

“… başvurunun 556 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 7/1-(a) bendi  uyarınca reddine yönelik karara karşı yapılan itiraz incelenmiştir. Öncelikle belirtilmesi gereken, başvurunun üç boyutlu bir şekillerin marka olamayacağı gerekçesi ile değil, şeklin ayırt edici nitelikte bulunmamasından dolayı reddedildiğidir.

Bu çerçevede, değerlendirme, başvurusu yapılan ibarenin ayırt ediciliği açısından yapılmıştır. Şekil, piyasada birçok üretici tarafından üretilen ortalama çakmak biçiminden çok farklı olmadığından reddedilmiştir. Bu anlamda Kurul’a göre de bu yaklaşım yerindedir…

 

Grafik gösterim şartı ise başvurusu yapılan işaretin iki boyutlu gösteriminin başvuru ile birlikte sunulması şartı anlamına gelmektedir. Grafik gösterim şartı, geleneksel markalar olarak adlandırılabilecek kelime, şekil, vb. markalar bakımından sorun teşkil etmemekle birlikte üç boyutlu markalar, ses markaları, koku markaları, vb. tarzda geleneksel olmayan marka türleri söz konusu olduğunda inceleme, değerlendirme kriterleri yönünden sorunlara yol açmaktadır. Bu sorunlar sadece Türkiye’ye özgü değildir, geleneksel olmayan marka türlerinin değerlendirilmesi dünyanın birçok ülkesinde problematik bir konudur.

 

5inci maddede yapılan marka tanımına dönülecek olursa, ayırt ediciliği sağlamaları koşuluyla, grafik gösterimi mümkün olan yeni marka türlerinin marka olarak kabulü zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle geleneksel olmayan marka türleri bakımından önemli olan husus hangi tür gösterimin grafik gösterim şartını karşıladığının tespit edilmesi ve takiben kabul edilen grafik gösterimin ayırt ediciliği sağlayıp sağlamadığının belirlenmesidir.

 

Avrupa Toplulukları Adalet Divanı (ATAD)’nın Sieckmann kararı geleneksel olmayan marka türlerinde grafik gösterim şartının hangi kriterlere göre değerlendirilmesi gerektiği konusunda açıklık getirmektedir. Davada “Hafifçe tarçını andıran balsamik meyve kokusu” olarak tanımlanan ve kimyasal formülü grafik gösterim olarak içeren başvurunun grafik gösterim şartını yerine getirip getirmediği tartışılmış ve geleneksel olmayan marka türlerinin grafik gösterimi konusunda temel kriterler oluşturulmuştur. ATAD Sieckmann kararında görsel olarak algılanmayan işaretlerin; şekiller, çizgiler veya yazım karakterleri aracılığıyla görsel olarak betimlenmeleri ve bu betimlemenin açık, kesin, neyi ifade ettiğini içeriğinde kapsar, kolaylıkla erişilebilir, anlaşılır, kalıcı, herkesçe aynı şekilde anlaşılır olması durumunda Topluluk Marka Direktifince kapsandığı yorumunu yapmıştır. [9]

 

Buna göre, herkesçe aynı şekilde algılanabilme, açık, kesin, neyin korunduğunu içeriğinde ihtiva etme, erişilebilme, anlaşılma şartlarını yerine getiren grafik gösterime sahip olan geleneksel olmayan marka türleri korunabilir niteliktedir. Ses markaları nota anahtarı üzerinde vuruş, ritme ilişkin detayları, notaları belirtir grafik gösterime sahip olmaları durumunda tescil edilebilir durumdadır (ses markalarının grafik gösterimi konusunda bkz. ATAD – Shield Mark kararı). TPE de ses markalarının grafik gösterimi konusunda benzer yaklaşımı kabul etmiştir ve ilan / tescil edilen ses markaları bulunmaktadır (TPE aynı zamanda tescili istenen sese ilişkin ses kaydını ve marka tarifnamesini talep etmektedir). Ancak, durumun koku markaları bakımından aynı olmadığı belirtilmelidir. AB’de koku markalarının mevcut grafik gösterim metotlarıyla (kimyasal formül, kokunun niteliğinin kelimelerle ifade edilmesi, vb.) yukarıda sayılan Sieckmann kriterlerini yerine getirmediği kabul edilmekte ve koku markaları grafik gösterim şartını yerine getirmediklerinden marka olarak tescil edilmemektedir. Geçmişte tescil edilen birkaç koku markası ise bu durumun istisnasıdır ve iptal edilme riskini taşımaktadır. Bununla birlikte, koku markalarının Sieckmann kriterlerini uygun şekilde yerine getirebilen yeni grafik gösterim yöntemlerinin bulunması halinde tescili önünde engel bulunmamaktadır.

 

Nota anahtarı üzerinde detayları (vuruş, ritm, notalar, vb.) belirtilmiş ses markalarının 556 sayılı KHK anlamında grafik gösterim şartını yerine getirebildikleri tespitini içeren 2007-M-5778 sayılı YİDK kararı takip eden içeriktedir:

 

“…başvuru numaralı nota anahtarı üzerinde yer alan notalar ve müziksel işaretlerden oluşturulmuş başvurunun 556 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname’ nin 7/1-(a) bendi kapsamında reddedilmesi kararına karşı yapılan itiraz incelenmiştir. İnceleme sonucunda Kurul aşağıdaki yargılara varmıştır:

1-      Başvuru dilekçesinde belirtildiği üzere, başvuru bir ses markasıdır.

2-      Ses markaları çizimle görüntülenebilme (grafik gösterim) şartını yerine getirebilirler. İncelenen başvurunun grafik gösterimi nota anahtarı üzerinde belirtilmiş notalar ve işaretlerdir.

3-      Başvuru sahibi itiraz aşamasında tescili talep edilen sesi içeren elektronik kaydı ve marka tarifnamesini Enstitü’ye iletmiştir.

4-      Grafik gösterim, ses kaydı ve tarifnamenin birlikte değerlendirilmesi sonucu Kurul, başvurunun 556 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 5inci maddesinde belirtilen marka olabilme ve ayırt edicilik sağlama koşullarını yerine getirdiği kanaatine varmıştır.

5-     Bu bağlamda, ret kararından dönülmesi gerekmiştir.”

 

Uygulamada en çok karşılaşılan geleneksel olmayan marka türü ise üç boyutlu markalardır. Üç boyutlu markaların grafik gösterimi konusunda sorun bulunmamaktadır; TPE üç boyutlu markaların iki boyutlu (çizim, fotograf niteliğindeki) gösterimlerini grafik gösterim şartını yerine getirir nitelikte gösterim olarak kabul etmektedir. Bazı ülkeler iki boyutlu gösterimin yanı sıra tescili talep edilen üç boyutlu şeklin numunesi (specimen) ve marka tarifnamesini de talep etmektedir. Üç boyutlu markalara ilişkin yaygın olarak yaşanan sorun marka olabilirlik (grafik gösterimin mümkün olup olmaması) kriteriyle ilgili değil, ayırt ediciliğin sağlanması koşuluyla ilgilidir. Bu noktada tekrar yukarıda bahsedilen 2006-M-1949 sayılı YİDK kararında yer alan ve TPE’nin üç boyutlu markalara ilişkin değerlendirmesinin asli yönünü oluşturan “Öncelikle belirtilmesi gereken, başvurunun üç boyutlu bir şekillerin marka olamayacağı gerekçesi ile değil, şeklin ayırt edici nitelikte bulunmamasından dolayı reddedildiğidir.” ifadesinin hatırlanması gerekmektedir.

 

Özellikle şişe, ambalaj, ürün şekli vb. tarzda şekillerin tescil talepleri sırasında sorunlarla karşılaşılmaktadır. Tescili talep edilen şekil; o tip ürünlere ilişkin standart ürün biçiminden ne derece uzaksa markanın ayırt edici bulunması olasılığı artmakta; tersine şekil o tip ürünlerin standart, herkesçe kullanılır şekline ne derece yakınsa markanın reddedilmesi riski o denli artmaktadır.

 

Marka tescil başvurusunun kapsadığı mallar / hizmetler dikkate alınarak, söz konusu mallar / hizmetler bakımından ayırt edici niteliğe sahip olmayan ibarelerin / şekillerin reddedilmesinin (örneğin, nakliye hizmetleri için “nakliyat”, “transport” ibareleri ya da parfümeri ürünleri için “parfüm” ibaresi) yanı sıra marka olarak algılanması mümkün olmayan standart karakterlerde (marka olarak algılanmalarını sağlayacak özel biçim verilmemiş) yazılmış tek harfler, tek basamaklı sayılar da hiçbir mal / hizmet için tescil edilmemektedir.

 

Kelime unsuru tek bir harften oluşan başvuruların tescil edilebilirliği ve koruma kapsamları ile Enstitü yaklaşımı 2010-M-1049 sayılı Yeniden İnceleme ve Değerlendirme Kurulu kararında takip eden biçimde özetlenmiştir: “Kurul, tek harflerden oluşan başvuruların (münhasıran standart karakterlerden oluşmayan) stilize biçimdeki yazımlarının, başvurulara marka olarak tescil edilebilir derede ayırt edicilik kazandırdığı, ancak bu tip markaların stilize yazım biçimlerinde üst düzeyde benzerlik, ayniyet olmadığı sürece, aynı tek harfin farklı biçimlerde stilize yazımından oluşan başka markalarla karıştırılmayacağı kanaatindedir. Kısaca, stilize yazım biçimine sahip tek harflerden oluşan başvurular, Kurul’a göre tescil edilebilir nitelikte, ancak farklı markalarla karıştırılmaya yol açabilme bakımından ayırt edici güçleri görece zayıf markalardır.”

 

Uygulamada ayırt ediciliğin değerlendirilmesi konusunda tartışmalara yol açan bir diğer konu ise sloganların ayırt edici niteliğidir. TPE uygulamasında KHK’nın diğer ret nedenleri bakımından sorun olmadığı sürece sloganlar ayırt edici bulunmakta ve tescil engeli ile karşılaşmamaktadır. Örneğin; vasıf, üstünlük belirten bir slogan olması nedeniyle “İnşaatçılıkta en iyi” sloganı “inşaatçılık hizmetleri” için 7/1-(c) bendi gereğince reddedilecektir; ancak “Sen her şeyi bilirsin”, “Lezzet ustaları bu adreste”, vb. tarzda sloganlar (aynı / ayırt edilemeyecek derecede benzer sloganlar başkaları adına tescilli olmadığı sürece) 7nci madde incelemesinde reddedilmeyecektir.

 

ATAD tarafından verilen “Das Prinzip Der Bequemlichkeit (Konforun İlkesi)” kararı sloganların ayırt edici niteliği konusunda önemli tespitler içermektedir. 8., 21. sınıflara dahil malları kapsayan “Das Prinzip Der Bequemlichkeit” başvurusu OHIM tarafından ayırt edici nitelikten yoksun bir slogan olarak değerlendirilmiş ve başvuru reddedilmiştir. Karara karşı yapılan itiraz son olarak ATAD’ın önüne gelmiştir. ATAD kararına göre, sloganların ayırt ediciliği konusunda diğer işaretlere uygulanan kriterden katı uygulama benimsenmesi yerinde değildir. Çeşitli marka türlerinin doğalarından kaynaklanan niteliklerinden dolayı (örneğin, üç boyutlu markalar) ayırt ediciliklerinin tespit edilmesi daha zor olabilir, ancak bu zorluktan dolayı bu tip markalara yerleşik içtihatla belirlenmiş olandan daha farklı bir ayırt edicilik kriteri uygulanması haklı değildir. Bu çerçevede, reklam sloganlarından oluşan markaların ayırt ediciliği konusunda farklı ve daha katı bir uygulama benimsenmemelidir. Yerleşik ATAD içtihadına göre, her marka, hangi marka kategorisine girerse girsin, ürünün belirli bir firmaya ait olduğunun anlaşılmasını sağlayabilmeli ve bu yolla ürünün başka bir firmalara ait benzer ürünlerden ayırt edilmesi işlevini yerine getirmelidir ki bu da markanın asli fonksiyonunu yerine getirmesi anlamına gelmektedir.   İçtihada göre ayırt edicilik, ilk olarak tescili talep edilen mallar ve hizmetler bakımından, ikinci olarak ise başvuru kapsamındaki malların / hizmetlerin makul ölçüde iyi bilgilenmiş, gözlemci ve basiretli ortalama tüketicilerinden oluşan halkın ilgili kesiminin algısı bakımından değerlendirilmelidir. Başvuru kapsamındaki mallara / hizmetlere ilişkin reklam sloganlarından, kalite belirten unsurlardan, alışverişe teşvik amaçlı cümleciklerden oluşan markalar da ayırt edicilik açısından diğer markalara uygulanan (yukarıda belirtilmiş) değerlendirmeyle aynı değerlendirmeye tabii tutulmalıdır. [10]

 

Avrupa Birliği Genel Mahkemesi (European Union General Court, eski adıyla Avrupa Toplulukları İlk Derece Mahkemesi (CFI)) ayırt edicilik kavramı ve slogan olarak değerlendirilebilecek kelime gruplarının tescil edilebilirliği konusunda “Best Buy” kararında önemli değerlendirmelerde bulunmuştur. 35., 37., 42. sınıflara dahil hizmetlerin tescil edilmesi için yapılan  başvurusu ayırt edici nitelikten yoksunluk ve tanımlayıcılık gerekçeleriyle OHIM tarafından reddedilmiş ve ret kararına karşı başvuru sahibi tarafından yapılan itiraz nihayetinde CFI’nın önüne gelmiştir. CFI, “best buy” kararında takip eden tespitleri yapmıştır: “CFI’nın önceden belirttiği gibi, 40/94 numaralı Tüzük Madde 7(1)(b) (ayırt edici nitelikten yoksunlukla ilgili ret gerekçesi) kapsamına giren markalar, aynı mallara / hizmetlere ilişkin sonradan gerçekleşen  bir alım esnasında, halkın ilgili kesiminin olumlu sonuç veren bir alım deneyimini tekrarlamasını mümkün kılmayan veya olumsuz sonuç veren bir alım deneyimini tekrarlamasını engellemeyen markalardır…Best buy kelime markası İngilizce diline ait unsurlardan oluştuğundan, ilgili kamu kesimi İngilizce konuşan veya İngilizce konuşmasa bile İngilizce hakkında yeterli kavrayışa sahip halktır…Best buy kelime markası bağlamında Mahkeme ilk olarak kelimenin, başvuru kapsamında yer alan hizmetlerin fiyatı ve pazar değeri arasındaki avantajlı bir ilişkiyi açık olarak belirten sıradan İngilizce kelimelerden oluştuğunu tespit etmiştir. Bu nedenle, (OHIM) Temyiz Kurulu tarafından verilen kararın 17. paragrafında belirtildiği üzere ilgili kamu kesimi, markayı derhal, başvuru konusu hizmetlerin kendi kategorisinde en iyi alım imkanıyla veya en iyi fiyat – kalite oranıyla sunulduğu bir promosyon cümleciği veya bir slogan olarak algılayacaktır…Fiyat etiketinin şeklinin ve renginin ilgili kamu kesimi tarafından algılanması konusuna dönülecek olursa, Mahkeme (OHIM) Temyiz Kurulu’nun ilgili kararının 19. paragrafında belirtildiği üzere, renkli fiyat etiketleri her tür malın ve hizmetin ticaretinde yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu nedenle başvuru sahibinin bu tip bir etiketin halkın dikkatini çekeceği yönündeki argümanı yersizdir…Bu nedenle başvurusu yapılan marka ilgili mallar ve hizmetler için ayırt edici nitelikten yoksundur…Son olarak, yerleşmiş içtihata göre, Topluluk Marka rejiminin otonom bir sistem olduğu ve (OHIM) Temyiz Kurulu’nun kararlarının hukuka uygunluğunun yalnızca 40/94 sayılı Tüzük esas alınarak değerlendirilebileceği hatırlatılmalıdır.” [11]

 

CFI kararında altı çizilen temel noktalar kısaca takip eden şekilde özetlenebilir; bir markanın ayırt edici karaktere sahip olup olmadığı test edilirken markanın ilgili mallar / hizmetler için tüketici hafızasında iz bırakır unsurlara sahip olması ölçüt olarak kullanılabilir, ayırt edici niteliğin tespitinde başvuruyu oluşturan kelimelerin ait oldukları dilin profesyonel düzeyde konuşulması zorunluluğu yoktur, ilgili kamu kesiminin söz konusu dile ilişkin belirli düzeyde kavrayışa sahip olması yeterlidir, markada yer alan şekli unsurların veya renklerin her durumda markaya ayırt edici nitelik kattığı kabul edilemez, bu şekillerin ticarette yaygın olarak kullanılır olup olmadığı dikkate alınmalıdır, OHIM kararlarının hukuka uygunluğu denetlenirken ilgili Tüzük hükümleri esas alınır, başka ülke ofislerinin tescile veya redde yönelik kararları OHIM incelemesinin hukuka uygunluğunu denetlemede ölçüt değildir.

 

Son olarak, satıh üzerinde tek renk veya renk kombinasyonlarından oluşan markaların grafik gösterim şartını yerine getirip getirmedikleri, ayırt edicilikleri konusunda açıklamalar yapılacaktır.

 

TPE uygulamasında satıh üzerinde tek renklerin veya renk kombinasyonlarının grafik gösterim şartını karşıladıkları kabul edilmektedir. Dolayısıyla bu tarz işaretlerin marka olabilirlikleri konusunda tartışma bulunmamaktadır. Ancak, önemli husus bu işaretlerin ayırt edici niteliğe sahip olup olmadıklarıdır.

 

Renk kombinasyonları genel ilke olarak ayırt edici nitelikte bulunmakta ve diğer ret gerekçeleri bakımından sorun olmadığı sürece ilan edilmektedir. Bununla birlikte renk kombinasyonlarının başvuru kapsamındaki mallar / hizmetler özelinde ayırt edici niteliğe sahip olmadıkları özel durumlar ortaya çıkabilmektedir.

 

Satıh üzerinde yer alan tek renklerin genel ilke olarak ayırt edici niteliğe sahip olmadıkları kabul edilmekte ve bu nitelikteki başvurular 7/1-(a) bendi gereğince reddedilmektedir. Kullanım sonucu kazanılmışlık ayırt edicilik hususu ise satıh üzerinde tek renkten ibaret markaların reddedilmesi uygulamasının istisnası niteliğindedir. Bahsedilen durumu kapsayan 2008-M-1454 sayılı YİDK kararı takip eden içeriktedir:

 

“….başvuru numaralı “… rengi”nden ibaret başvurunun 556 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 7/1 (a) bendi kapsamında reddi kararı Kurulumuzca yeniden değerlendirilmiştir. Yapılan incelemede, şu tespit ve değerlendirmelerde bulunulmuştur:

-Kurulumuz kural olarak, özel bir şekilde somutlaşmamış tek renklerin, tüketiciler tarafından marka olarak algılanmayacağını ve dolayısı ile ayırt edicilik fonksiyonuna sahip olmadığını düşünmektedir.

….itirazda ise, başvuru sahibi mezkur markanın tescili talep edilen ürünlerle ilgili olarak yoğun bir şekilde kullanıldığını ve bu kullanım sonucunda işaretin ayırt edici hale geldiğini iddia etmektedir…. 

… Ancak itirazın kabulü yani 556 SKHK.nin 7/2 fıkrası hükümlerinin işletilebilmesi açısından, kullanım tek başına yeterli olmayıp, işaretin bu kullanım sonucunda ayırt edici hale gelmesi, diğer bir deyişle anılan rengin “belirli bir mal veya hizmetle özdeşleşmesi veya onu çağrıştırır hale gelmesi gerekmektedir (Tekinalp, Ü.; Fikri Mülkiyet Hukuku, 1999, Beta Yayınları, S.336)”. Bu hususun Kurulumuzca değerlendirilmesinde de;

– … renginin, tescili talep edilen ürünler açısından kullanımı zorunlu olmayan bir renk olduğu,

-…Başvuru sahibinin … markasının ülkemizdeki bilinirlik oranının %90’lara ulaştığı, bu markanın çoğu ürün üzerinde … rengi zeminde kullanıldığı ve bu nedenle anılan renk ile özdeşleştiği, …. hususları dikkate alınmıştır.

…Yukarıdaki tüm açıklamalar çerçevesinde, Kurulumuz “… Rengi”nin başvuru sahibi firma ile özdeşleştiği, bu firmanın “…” markalarını refleksif olarak çağrıştırdığı ve bu doğrultuda yoğun kullanım promosyon çalışmaları neticesinde anılan rengin ayırt edicilik kazandığı kanaatine ulaşmıştır. Açıklanan nedenlerle, başvurunun 556 SKHK.nin 7/2 fıkrası uyarınca ilanına karar verilmiştir.”

 

Kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik kavramı ayrıca açıklanacağından kararın kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik hususu ile ilgili bölümlerine yukarıda yer verilmemiştir.

 

B- 7/1-(c) bendi

 

556 sayılı KHK’nın 7/1-(c) bendi; Ticaret alanında cins, çeşit, vasıf, kalite, miktar, amaç, değer, coğrafi kaynak belirten veya malların üretildiği, hizmetlerin yapıldığı zamanı gösteren veya malların ve hizmetlerin diğer karakteristik özelliklerini belirten işaret ve adlandırmaları münhasıran veya esas unsur olarak içeren markalar”ın tescil edilmeyeceği hükmünü içermektedir.

 

Bent kapsamında yer alan ret durumları doktrin ve uluslararası literatürde genel olarak “tanımlayıcı markalar (descriptive marks)” olarak adlandırılmaktadır.

 

Tanımlayıcı markalar, tescili talep edilen mallara / hizmetlere ilişkin olarak kalite, vasıf, özellik, karakteristik nitelik bildiren kelimeler veya şekiller olarak tanımlanabilir. Tanımlayıcı markalar ilke olarak, başvuruda münhasıran yer alıyorlarsa veya başvurunun esas unsurunu oluşturuyorlarsa, tescil edilebilir nitelikte değildir; ancak talep sahibi ilgili kelime veya şeklin kullanım sonucu ayırt edicilik kazandığını yani tüketicilerce kaynak gösterme işlevini yerine getirebilen bir marka olarak algılandığını ispatlayabilirse işaret tescil edilebilir nitelik kazanır.

Tescili talep edilen işaretin tanımlayıcı olup olmadığı değerlendirilirken, başvuru kapsamındaki mallar / hizmetler esas alınmak durumundadır. Çünkü, bir mal / hizmet için tanımlayıcı nitelikte olan bir kelime, başka bir mal / hizmet için tanımlayıcı olmayabilir. Örneğin; meyveler için nitelik belirten “taze” kelimesi, elektronik cihazlar için herhangi bir özellik belirtmemektedir.

 

7/1-(c) bendi irdelenirken karşılaşılan önemli kavramlardan ikisi başvuruda münhasıran veya esas unsur olarak yer alma durumudur. Bir markanın 7/1-(c) bendi kapsamında değerlendirilebilmesi için tanımlayıcı unsurun başvuruda münhasıran yer alması veya markanın esas unsurunu oluşturması gerekmektedir. Tanımlayıcı unsur başvuruda tanımlayıcı içerikte olmayan başka unsurlarla birlikte kullanılmışsa ve tanımlayıcı unsur markada esas unsur konumunda değilse ilgili markanın 7/1-(c) bendi kapsamında değerlendirilmesi mümkün değildir. Markanın münhasıran tanımlayıcı bir unsurdan veya münhasıran tanımlayıcı unsurlardan oluşması durumu gayet açık ve tespit edilmesi kolay bir hal olmakla birlikte, markanın esas unsurunun tanımlayıcı olması halinin uygulamada tespiti aynı derecede kolay değildir. Belirtilen halin tespiti için öncelikle “esas unsur” kavramı tanımlanmalı ve esas unsurun ne şekilde tespit edilebileceğinin sınırları çizilmelidir.

 

“Esas unsur” kavramı 556 sayılı KHK’ya kaynak uluslararası andlaşmalarda veya AB mevzuatında yer alan bir kavram değildir. Tersine, ilgili metinlerde yalnızca “münhasıran (exclusively) tanımlayıcı markalar”ın reddedilebilir nitelikte olduğu hükme bağlanmıştır. Bu haliyle, esas unsur kavramına yer verilen 7/1-(c) ve (d) bentleri, AB mevzuatında aynı içeriğe denk gelen ret gerekçelerinden içerik ve uygulama bakımından belirgin farklılık içermektedir. Münhasıran tanımlayıcılık halinin ve esas unsurun tanımlayıcı olması halinin birbirinden kavramsal olarak son derece farklı olduğu açıktır. Bu çerçevede, öncelikli olarak 556 sayılı KHK’ya kaynak uluslararası andlaşmalarda veya AB mevzuatında yer almayan “esas unsur” kavramının KHK kapsamına nereden alındığı tespit edilmeli ve takiben uluslararası kaynaklarda tanımı bulunmayan “esas unsur” kavramının Türkiye’de ne şekilde algılandığı ve değerlendirildiği açıklanmalıdır.

 

“Esas unsur” kavramı ve kısa tanımı, 556 sayılı KHK öncesi yürürlükte bulunan 551 sayılı eski Markalar Kanunu’nun 6ncı maddesinde takip eden şekilde yer almaktadır:

 

“Esas unsur olarak aşağıda yazılı hususları ihtiva eden işaretler marka olarak tescil edilemez:

a) Münhasıran markanın üzerine konacağı eşyanın çeşidi, cinsi, vasfı, miktarı, kıymet ve menşeini sevk ve tahsis olunduğu yeri veya zamanı gösteren işaret ve kayıtlardan ibaret bulunan markalar;

b) Ticaret aleminde herkes tarafından kullanılan veya muayyen bir meslek, sanat yahut ticaret grubuna mensup olanları ayırt etmeye yarıyan işaret ve adlar;

c) Belli bir tip eşyayı gösteren veya eşya adı haline gelmiş olan işaret ve adlar.

Markanın benzerlerinden tefrikine yarıyan unsurlar, markanın esas unsurları sayılır.” [12]

 

Görüldüğü üzere, uluslararası andlaşmalarda ve AB mevzuatında yer almayan “esas unsur” kavramı 556 sayılı KHK’ya eski marka mevzuatından aktarılan bir kavram niteliğindedir. “Esas unsur” kavramı, tıpkı KHK’ya kaynak uluslararası andlaşmalarda ve AB mevzuatında yer almamasına rağmen 556 sayılı KHK’nın 7/1-(b) bendi (ve diğer bazı maddelerinde) bulunan “ayırt edilemeyecek derecede benzerlik” kavramının öncüsü “ilk bakışta tefrik edilemeyecek benzerlik” kavramı gibi köklerini 551 sayılı eski Markalar Kanunu’ndan almaktadır. Modern marka mevzuatlarında yer almayan söz konusu iki kavram (esas unsur, ayırt edilemeyecek derecede benzerlik), modern bir kavram seti kullanılarak AB mevzuatı paralelinde düzenlenmiş 556 sayılı KHK bünyesine aktarılmıştır. Bu aktarımın hangi gerekçeler gözetilerek yapıldığı bilinmemekle birlikte, marka incelemesinde kritik öneme sahip söz konusu iki kavram çerçevesinde 556 sayılı KHK uygulaması AB uygulamalarından belirgin derecede farklılaşmış ve modern bir kavram seti kullanılarak oluşturulmaya çalışılan 556 sayılı KHK’nın –tabiri yerindeyse- genetiği başlangıç aşamasında bozulmuştur. Bununla birlikte, yukarıda yer verilen görüşün yazarın kişisel görüşü olduğunun ve kurumsal bir bakış açısını yansıtmadığının özellikle altı çizilmelidir.

 

“Esas unsur” kavramının kaynağının tespitinin ardında, bu kavramın altının ne şekilde doldurulduğunun da belirtilmesi gerekmektedir. “Esas unsur” kavramının sınırları çizilirken Yargıtay ve ihtisas mahkemeleri tarafından verilmiş üç önemli karardan bahsedilmesi yerinde olacaktır.

 

Yargıtay 11. Hukuk Dairesi’nin E. 2000/7590, K. 2000/9528 sayılı kararında “Markada bilgisayar anlamındaki “Computer” ve resim anlamındaki “Bild” sözcüklerinden oluşan “Computer Bild” isimleri bir unsur olup, sözü edilen renk ve şeki1 kompozisyonu ise, diğer ikinci bir unsurdur. Sorun bu unsurlardan teşekkül etmiş davacı markasındaki asıl unsurun “Computer” sözcüğü olup olmadığıdır. Bir markaya oluşturan unsur, o markanın başka markalardan ayırt edilebilmesini sağlayan kelime, harf, sayı vs.den oluşan sekil olup, marka birden ziyade unsuru ihtiva ediyorsa, asıl unsuru markanın bütünü itibariyle bıraktığı izlenim, tümüne hakim olan görünüş ve ayırıcılığını vurgulayan imajda aramak lazımdır. Mahkemece, iki sözcükten oluşan yazı unsuru, markadaki şekil unsuru nazara alınmadan incelenmiş, “Computer” sözcüğü biraz daha büyük ve kalın yazıldığı gerekçe gösterilerek onun asıl unsur olduğu neticesine varılmıştır. Marka sırf sözcük unsurundan oluşsa idi varılan bu netice doğru olabilecekti. Oysa, anlatılan bu durumda sözcüklerden cins bildiren “Computer” sözcüğü asıl unsur olmaktan çıkmış, sözcükler özel ve özgün renk ve şekil kompozisyonu içinde verilmiş bu nedenle de öne çıkıp ayırt edici özellik kazanmış ve oluşan bu genel marka şekli kabul ve tescile değer hale gelmiştir.” hususları vurgulanmış ve bu yolla tanımlayıcı unsurun büyük puntolarla yazılmış olmasının tek başına esas unsur algılamasına yol açmayacağı belirtilmiş, markadaki esas unsurun tespiti için markanın bütünü itibarıyla ortaya çıkan izlenimin, markanın bütününe hakim olan görünüşün ve ayırt ediciliği vurgulayan imajın tetkik edilmesi gerektiğinin altı çizilmiştir.

 

Ayrıca; Yargıtay 11. Hukuk Dairesi “İnteraktif Bankacılık + Şekil” ibareli markanın, davacı adına tescilli “İnteraktif + Şekil” markalarıyla karıştırılabilecek derecede benzerlik gerekçesiyle hükümsüz kılınması talepli davaya ilişkin olarak verdiği E. 2003/11146, K. 2004/6926 sayılı kararda; interaktif ibaresinin bankacılık alanında herkes tarafından kullanılabilir, tanımlayıcı bir kelime olması yaklaşımından hareketle verilen, markalardaki esas ve ayırt edici unsurun “şekiller” olduğu, şekiller arasında benzerlik bulunmadığı yönündeki alt mahkeme kararını yerinde bulmuş ve davanın reddedilmesi kararını onamıştır.

 

Ankara Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesi tarafından verilen 2004/238 esas 2004/204 karar sayılı “Number 1” kararında ise takip eden önemli tespitler yapılmıştır: “Markanın esas unsuru markayı benzerlerinden ayırt etmeye yarayan unsurdur. Markanın asıl ve yardımcı unsurlarının belirlenmesi için yapılacak bu tür bir incelemede; markanın bütünü itibarıyla bıraktığı etki dikkate alınarak karar verilmesi gerekmektedir. Markanın bütünü itibarıyla bıraktığı etki esas olduğundan, markanın parçalara bölünerek inceleme yapılması ve özellikle markaların tek başına ayırım gücü bulunmayan tasviri işaretlerden oluşan kısımlarının esas unsur olarak kabulü doğru sonuçlar vermeyebilir. Bu tür ibareler elbette ki markanın genel görünümüne etkileri ölçüsünde incelemede dikkate alınabilirler. Buna karşılık markanın esas unsurlarının ayırt ediciliği sağlamaya olanaklı olmasına rağmen, markanın genel görünümüne etkisi az olan yardımcı nitelikteki cins belirten unsurların esas unsur olarak nazara alınmaları doğru netice vermeyecektir. Şekil (resim) + sözcükten oluşan markada kural olarak kullanılan sözcükler nazara alınarak karar verilir. Ancak resim yahut şekil, tamamen ön plana geçip esas unsuru oluşturuyorsa marka içerisindeki diğer unsurlar bütünde yardımcı durumunda kalacaklardır.” [13]

 

Yukarıda yer verilen kararda dikkati çeken başlıca tespitler; markanın parçalara bölünerek incelenmemesi gerektiği, markada yer alan tasviri unsurların esas unsur olarak kabul edilmemesi gerektiği, ancak tasviri unsurların markanın genel görünümüne etkilerinin göz önünde bulundurulması gerektiği, şekil ve kelime kombinasyonundan oluşan markalarda kural olarak sözcükler dikkate alınarak karar verilmesi gerektiği, bununla birlikte şekil unsuru tamamen ön plana geçip esas unsuru oluşturuyorsa kelime unsurunun yardımcı unsur konumunda değerlendirilmesi gerektiği yönündedir.

 

OHIM marka inceleme kılavuzuna göre; tanımlayıcı nitelikteki bir kelime unsuru, ayırt edici niteliğe sahip bir şekli unsurla birlikte tescil edilebilir niteliktedir. Tescil edilebilirlik için ayırt edici nitelikteki şekli unsurun, markanın genelindeki baskın ve eşit değerdeki baskın unsur olması gerekli değildir. Kolaylıkla seçilebilir (recognizable) olması yeterlidir. Tanımlayıcı unsuru farklı yazım karakterleri kullanarak yazmak, çerçeve içine almak, renkli yazmak, altını çizmek, standart süsleme biçimlerini kullanmak, ayırt edici özellikte olmayan şekli unsurlara yer vermek münhasıran tanımlayıcılık durumunu ortadan kaldırmaz. [14]

 

Yabancı mevzuatlar esas unsur gibi bir kavram barındırmamakla birlikte, bunların bir bölümü (örn: OHIM (40/94 sayılı Tüzük Madde 37 paragraf 2), ABD, Rusya vb.) marka başvurusunda tanımlayıcı unsurla birlikte ayırt edici bir unsurun yer alması durumunda, tanımlayıcı unsurun başvuru sahibine münhasır haklar sağlamadığını belirten ‘‘disclaimer’’ müessesine yer vermektedir. Disclaimer, kısaca markadaki tanımlayıcı (veya ayırt edici nitelikte olmayan) unsurların başvuru sahibine markasal haklar tanımayacağının ilanda veya tescil belgesi üzerinde belirtilmesi olarak tanımlanabilir. Disclaimer uygulaması, yurtdışında genellikle başvuru sahibine bu yöndeki karara karşı itiraz hakkı veren bir kısmi ret gerekçesi olarak gerçekleştirilmektedir.

 

556 sayılı KHK’nın 5inci maddesi ikinci fıkrasında yer alan ‘‘Marka, mal veya ambalajı ile birlikte tescil ettirilebilir. Bu durumda mal veya ambalajın tescili marka sahibine mal veya ambalaj için inhisari bir hak sağlamaz. İnhisari hak sağlamayan bu tür unsurlar tescil belgesi üzerinde açıkça belirtilir.” hükmünün kapsamı açık olarak sadece malın şekli ve ambalajıyla sınırlı olduğundan, bu hükmün tanımlayıcı unsurlar içeren tüm markalar bakımından uygulanıp, koruma kapsamının disclaimer uygulaması örneğinde olduğu gibi netleştirilmesi mümkün değildir.

 

Enstitü’nün başvuruda yer alan kelime unsuru için disclaimer (ksıtlamalı ilan) uygulaması yaparak ilan ettiği bir başvuru hakkında, Ankara Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesi tarafından verilen 2005/136 esas 2005/315 karar sayılı “Turkish Cargo” kararında konu ve Enstitü’nün yetkisi hakkında takip eden tespitler yapılmıştır: “TPE’nin kısıtlamalı ilana karar verme yetkisi yoktur…Kurumun bu uygulamayı 5194 sayılı yasanın 12. Maddesi ile değişik 556 sayılı KHK’nin 5. maddesinin 2. fıkrasındaki ‘‘marka, mal veya ambalajı ile birlikte tescil ettirilebilir. Bu durumda mal veya ambalajın tescili marka sahibine mal veya ambalaj için inhisari bir hak sağlamaz. İnhisari hak sağlamayan bu tür unsurlar tescil belgesi üzerinde açıkça belirtilir.” hükmüne dayanarak aldığı düşünülmektedir. Ancak madde metni son derece açıktır. Hüküm sadece, mal ve ambalajı ile birlikte tescil ettirilen markalardaki mal ve ambalajın marka sahibine inhisari bir hak sağlamayacağı hususunu düzenlemekte ve sadece bunların kısıtlayıcı bir hak sağlamayacağına ilişkin kısıtlayıcı ibarenin tescil belgesi üzerinde belirtileceğini açıklamaktadır. Anılan madde hükmünün, tüm başvurularda mal ve ambalaj niteliğinde bulunmayan şekil ve sözcüklerden bazılarının dahi koruma kapsamı dışında bırakılması ve bunun tescil belgesi veya sicil üzerinde şerh edilebileceğine imkan verileceği tarzda yorumlanmasının mümkün olmadığı düşünülmektedir…kurumun kısıtlamalı ilan kararı vermesinin yasal dayanağı bulunmaması sebebiyle anılan kararın ayrıca bu nedenle de iptali gerekmiştir.’’ [15]

 

Doğrudan tanımlayıcı nitelikte olmayan, ancak çağrışım yoluyla bazı yakıştırmaların yapılmasına neden olabilecek nitelikteki “çağrıştırıcı markalar (suggestive marks)” tescil edilebilir niteliktedir. Şöyle ki, bu tip markalar tüketicinin zihninde yarattıkları çok aşamalı düşünme prosesi sonrası çağrışımlara yol açmakta, ancak anlamları veya görünümleri itibarıyla doğrudan tanımlayıcı unsurlar içermemektedir. Örneğin, “kurye hizmetleri” için “hızlı” kelimesi tüketici tercihini doğrudan etkiler, vasıf belirten bir özellik olması nedeniyle tanımlayıcı (tescil edilemez) bir kelimedir. Ancak, son derece hızlı bir hayvanın adı olan “leopar” kelimesi tüketici zihninde düşünme sonrası “hızı” çağrıştırmasına rağmen, anlamı itibarıyla “kurye hizmetleri”nin niteliğini, özelliğini doğrudan belirtmemesi nedeniyle tescil edilebilir nitelikte olacaktır.

 

Yargıtay 11. Hukuk Dairesi “saten” kelimesinin boyalar için tanımlayıcı bir kelime olup olmadığının tespitinin asli önem taşıdığı E. 2000/2921, K. 2000/3904 sayılı kararında “…saten sözcüğü bu kanun hükmü (7/1-(c) bendi) anlamında bir boya cinsi değildir. Bu nedenle boya markası olarak tescil edilen kişi tarafından kullanılmasının ve tescilin korunması gerekir.” yargısına varmıştır. Yargıtay’ın tespiti kanaatimizce, kelimenin pürüzsüz dokusu olan parlak bir kumaş cinsi anlamından hareketle, “saten” kelimesini ürettiği parlak, pürüz bırakmayan boyalar için çağrıştırıcı bir marka olarak seçen ve tescil ettiren, ilk tescil sahibinin gerçek hak sahipliğini korumaya yöneliktir. Şöyle ki, “saten” ibaresi kuvvetli çağrıştırıcı niteliği, yaygın kullanımı nedeniyle diğer üreticiler tarafından tanımlayıcı içerikte bir boya türü olarak değerlendirilmeye başlamıştır. Ancak, kelime asli anlamı itibarıyla boyalar için herhangi bir vasıf, özellik belirtmemektedir, tanımlayıcı nitelikte değildir ve ilk tescil sahibi markanın jenerik hale gelmesini engellemek için gerekli çabayı göstermektedir (ilana itiraz prosedürü yoluyla farklı kişilerin markayı kullanmasını engellemek). Dolayısıyla, “çağrıştırıcı markalar” tescil edilebilir olmalarının yanı sıra, üçüncü kişilerin markalarıyla ihtilaf durumunda tescil sahibi lehine koruma sağlayabilecek niteliktedir. Sağlanacak korumanın kapsamı ise markanın güçlü, zayıf marka niteliğiyle doğrudan bağlantılıdır.

 

Yargıtay 11. Hukuk Dairesi E. 2000/6656 K. 2000/7589 sayılı “Juice Plus +” kararında; “…markada yer alan “juice” kelimesi anlamı itibarıyla tasviri bir işaret olarak kabul edilse dahi, tek başına kullanılmadığı hallerde tescili talep edilen marka bir bütün olarak değerlendirilerek sonuca ulaşılmalıdır. Somut olayda “juice plus +” markasında yer alan kelimelerden birinin diğerine göre daha üstün bir niteliği bulunmadığı gibi, Juice kelimesi meyve suyu olarak algılama dahi”plus +” kelimesinin ilavesi nedeniyle tescili istenen marka ürün türünü gösteren tasviri bir işaret olmaktan çıkmakta ve özgün bir isim haline gelmektedir.” tespitlerini yapmış ve tanımlayıcı unsura yeni kelimeler ekleyerek türetilen kelime kombinasyonlarının her durumda doğrudan tanımlayıcı markalar olarak kabul edilemeyeceğini belirlemiştir.

 

Tanımlayıcı nitelikte iki kelimenin yan yana, peşpeşe yazılmasından oluşturulan başvurular 7/1-(c) bendi incelemesinde sorunlara yol açmaktadır. Her biri tanımlayıcı nitelikte olan kelimelerin birlikte kullanılmasıyla oluşturulan kelime kombinasyonlarının tescil edilebilirliği incelemesinde ATAD’ın konu hakkında verdiği kararlar değerlendirmeye yön verecek içeriktedir. Belirtilen kararlar kısaca değerlendirilecek olursa:

 

Her biri tanımlayıcı nitelikte olan kelimelerin birlikte kullanılmasıyla oluşturulan kelime kombinasyonlarının tanımlayıcılığı konusunda değerlendirilmesi gereken başlıca husus, bu şekilde oluşturulmuş başvuruların birlikte tanımlayıcı anlama sahip olup olmadığıdır. ATAD bu konuda verdiği, ünlü “baby dry” kararında (baby-dry ibaresinin bebek bezleri için tescili talep edilmektedir) aşağıdaki tespitleri yapmıştır. “Tanımlayıcılık sadece her kelimenin ayrı ayrı anlamına göre değil, aynı zamanda oluşturdukları bütüne göre değerlendirilmelidir. Tescili talep edilen kelime kombinasyonuyla, ilgili tüketici kesiminin malları / hizmetleri veya onların karakteristik özelliklerini tanımlamak için günlük dilde kullandıkları terimler arasındaki belirgin farklar, kelime kombinasyonuna marka olarak tescil edilmesini sağlayacak derecede ayırt edicilik kazandıracaktır.” ATAD’a göre; markayı oluşturan “bebek” anlamına gelen “baby” ve “kuru” anlamına gelen “dry” kelimeleri tek başlarına günlük dilde “bebek bezi” malının işlevi, amacı ile ilgili tanımlayıcı kelimeler iken, bu iki kelimenin sıradışı, sözdizimine aykırı biçimde yan yana bulunmasından oluşan kombinasyon İngilizce’de kullanılan alışılagelmiş bir kombinasyon değildir. [16]

 

ATAD yorumu takip eden yıllarda verilen “doublemint”, “biomild”, “postkantoor” kararlarıyla “baby-dry” yorumundan yaklaşım olarak farklılaşmış ve tanımlayıcılık halinin sınırları yeniden çizilmiştir. Yukarıda adı geçen kararlarla yeniden oluşturulan çerçeve literatürde “baby-dry”dan geri dönüş (the retreat from baby-dry) olarak da anılmaktadır. [17]

 

“Sakızlar” için yapılmış “doublemint” (double = iki kat, iki misli; mint=nane) ibareli markaya ilişkin olarak verdiği kararda ATAD, “kelime kombinasyonun karşılık geldiği anlamlardan en az birisinin tanımlayıcı olması durumunda tescil talebinin reddedilmesi gerektiğini belirtmiş ve kombinasyonun diğer anlamlarının inceleme dışında tutulacağını belirtmiştir. ATAD kararını kamu yararı ile ilişkilendirmiş ve malların / hizmetlerin karakteristik özelliklerini belirten tanımlayıcı kelimelerin ilgili sektörde herkes tarafından kullanılabilir nitelikte olması gerektiğinin altını çizmiştir. ATAD kararında belirtilen ilkelerin uygulanması neticesinde; “doublemint” kelimesinin ürünün “iki kat daha fazla nane aroması” içerdiğine dair doğrudan, tüketiciler tarafından hemen algılanır bir özellik belirttiği, bu özelliğin tüketicinin alım tercihini doğrudan etkiler nitelikte olması nedeniyle tanımlayıcılık içerdiği sonucu ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla ATAD’ın “doublemint” kararı ile ilgili sektördeki diğer üreticiler / hizmet sağlayıcılarca da, özellik, vasıf bildirir şekilde kullanılabilir ibarelerin tanımlayıcı nitelikte kabul edilip, tescil edilemeyeceği belirtilmiştir. [18]

 

Tanımlayıcılık uygulamasında AB uygulamalarına kılavuz olan bir diğer önemli ATAD kararı ise “Postkantoor” kararıdır. Felemekçede “posta ofisi” anlamına gelen “Postkantoor” kelimesinin “kağıt, pullar, reklamcılık hizmetleri, sigortacılık, inşaat hizmetleri, telekomünikasyon hizmetleri, ulaşım hizmetleri, eğitim hizmetleri, teknik bilgilendirme ve danışmanlık hizmetleri” için tescil edilmesi amacıyla yapılan başvuru Benelüks Marka Ofisi’nce reddedilmiş ve ret kararının kaldırılması amacıyla yapılan itiraz sonucu talep nihayetinde ATAD’ın önüne gelmiştir. ATAD yorumunda takip eden genel ilkelere yer verilmiştir: “Tescil talebi kapsamındaki mallara / hizmetlere ilişkin olarak her birisi tanımlayıcı olan öğelerin kombinasyon halinde bir araya getirilmesinden oluşturulan markalar, genel kural olarak tanımlayıcı niteliktedir ve bu nitelikteki markalar Direktifin 3(1)(c) maddesi uyarınca tanımlayıcılık gerekçesiyle reddedilmelidir. Direktifin  3(1)(c) maddesindeki kamu yararı karakteristik özellik bildiren işaretlerin kamuya açık tutulmasında (inhisari haklar doğuracak biçimde tek bir kişi adına marka olarak tescil edilmemesinde) ortaya çıkar. Bununla birlikte; markayı oluşturan kelime kombinasyonunun olağandışı yapısından dolayı, markanın bütün olarak bıraktığı izlenim, kelimelerin tek tek tanımlayıcı anlamından uzaklaşmışsa ve kombinasyon kelimelerin tek tek bıraktığı izlenimden farklı bir genel izlenim ortaya çıkartıyorsa marka tescil edilebilir niteliktedir.” [19]

 

Tanımlayıcılık ile ilgili kılavuz niteliğindeki bir diğer önemli ATAD kararı ise “Biomild” kararıdır. “Biomild” kelimesinden oluşan başvuru Benelüks Marka Ofisi tarafından süt ürünleri dahil gıda maddeleri için reddedilmiş ve ret kararının kaldırılması amacıyla yapılan itiraz sonucu talep nihayetinde ATAD’ın önüne gelmiştir. “Biomild” kararında; tanımlayıcılığın ortaya çıkması için başvuruyu oluşturan kelimenin başvuru tarihinde tanımlayıcı biçimde kullanılmasının şart olmadığı, kelimenin tanımlayıcı biçimde kullanılması olasılığının yeterli olduğu belirtilmiştir. ATAD, yeni oluşturulmuş kelimeler (neoloji) bakımından da durumun aynı olduğunun altını çizmiş ve tescil talebi kapsamındaki mallara / hizmetlere ilişkin olarak her birisi tanımlayıcı olan öğelerin kombinasyon halinde bir araya getirilmesinden oluşturulan markaların, ortaya çıkan kombinasyon yeni bir kelime (neoloji) niteliğinde olsa da tanımlayıcı olarak değerlendirilmesi gerektiğini belirtmiştir. [20]

 

KHK’nın 7/1-(c) bendi kapsamında reddedileceği belirtilen bir diğer durum ise coğrafi kaynak belirtilmesi durumudur. Bu husus değerlendirilirken mal / hizmet listesi kapsamı öncelikli olarak dikkate alınmaktadır. Markayı oluşturan coğrafi lokasyon ismi niteliğindeki kelimenin mal / hizmet listesi kapsamındaki mallar / hizmetler için ün kazanmış, bilinir, doğrudan o ürünleri / hizmetleri anımsatır hale gelmiş olması, menşei bildirmesi vb. hallerde başvurular coğrafi kaynak belirtilmesi nedeniyle reddedilecektir. Örneğin, “Baltık denizi” ibaresi balık ürünleri için, “Edremit Körfezi” ibaresi “zeytinler, zeytinyağları ve bölgenin meşhur olduğu, (potansiyel veya aktif olarak) menşei bildirdiği, üretim sahası olduğu ürünler” için tescil edilmez niteliktedir.

 

Yargıtay 11. Hukuk Dairesi E. 2003/6901, K. 2004/1531 sayılı kararında, kiremitler malı için coğrafi kaynak belirttikleri gerekçesi hükümsüzlükleri talep edilen “Granada”, “Valensiya” ibarelerinin (Granada ve Valencia İspanya’da yerleşim yeri, bölgesi isimleridir); sözü geçen yerleşim yerlerinin kiremit üretimi ile ilgisinin bulunmaması nedeniyle hükümsüzlük kılınamayacaklarını belirtmiştir.

7/1-(c) bendi konusunda belirtilecek bir diğer husus ise, yabancı dillerde tanımlayıcı olan kelimelerin marka olarak tescili taleplerinde yapılan değerlendirme ile ilgilidir. Belirtilen konu Türkiye’de ve yurtdışında yoğunlukla tartışılmakta ve içerik olarak birbirinden son derece farklı yaklaşım ve değerlendirmelere konu olmaktadır.

 

Yabancı dillerdeki anlamı doğrudan tanımlayıcı olan kelimeler Amerika Birleşik Devletleri Patent ve Marka Ofisi (USPTO) tarafından “yabancı eşitler doktrini (foreign equivalents doctrine)” kapsamında değerlendirilmektedir. “Yabancı eşitler doktrini” çerçevesinde USPTO ve mahkemeler yabancı dillerdeki kelimelerin İngilizce karşılığını dikkate alarak tanımlayıcılık değerlendirmesi yapmaktadır. Doktrinin, USPTO inceleme kılavuzunda yer alan açıklaması çerçevesinde; münhasıran tanımlayıcı olan İngilizce bir kelimenin yabancı dildeki karşılığının tescil edilmesi ihtimali İngilizce kelimenin kendisinin tescil edilmesi olasılığından daha fazla değildir. Modern dillerdeki kelimeler, tanımlayıcılık veya jenerikliğin tespit edilebilmesi için İngilizceye çevrilmektedir. [21]

 

Aynı kılavuza göre tanımlayıcılığın tespitinde kullanılacak ölçüt, tanımlayıcı kelimenin ait olduğu yabancı dile aşina Amerikalı tüketicilerin markayı tanımlayıcı veya jenerik bulup bulmayacağıdır. Doktrinin uygulamasında esas alınan ortalama (sıradan) Amerikalı tüketici, normal şartlarda altında kelimeleri İngilizceye çevirmesi beklenen, yabancı bir dili iyi düzeyde bilen tüketiciler dahil olmak üzere tüm Amerikalı tüketicileri kapsamaktadır. [22]

 

USPTO uygulamasında, modern dillerdeki yabancı kelimeler genellikle İngilizceye çevrilmekle birlikte yabancı eşitler doktrini kılavuz niteliğindedir. Doktrin mutlak olarak takip edilmesi zorunlu nitelikte değildir. Doktrin yukarıda bahsedilen ortalama Amerikan tüketicisinin (ilgili dili iyi bilen tüketiciler dahil olmak üzere), markayı gördükten sonra durup markayı İngilizceye çevireceğinin düşünüldüğü zamanlarda uygulanacaktır. Modern diller kapsamı dışında kaldığı kabul edilen ölü (günümüzde kullanılmayan) ve tanınmamış dillerdeki yabancı kelimeler yabancı eşitler teorisinin kapsamının dışında tutulmuştur. [23]

 

Konu hakkındaki ATAD değerlendirmesi ise markanın AB üyesi ülke ofislerine yapılmış ulusal bir başvuru olması veya OHIM’e yapılmış bir Topluluk Markası başvurusu olması hallerine göre farklılaşmaktadır.

 

ATAD, ulusal bir ofiste tescil edilmiş yabancı dildeki bir kelimenin tanımlayıcılığının tartışıldığı “matratzen” kararında (matratzen kelimesi Almancada çarşaf anlamına gelmektedir ve İspanya’da çarşaflar için 1994 yılında marka olarak tescil edilmiştir, tescilin hükümsüz kılınması amacıyla açılan davada ATAD’dan görüş talep edilmiştir) aşağıdaki tespitleri yapmıştır: “Üye ülkeler arasındaki dilsel, kültürel, sosyal ve ekonomik farklılıklar nedeniyle, bir ülkede ilgili mallar veya hizmetler bakımından ayırt edici nitelikten yoksun veya tanımlayıcı olan bir marka başka bir üye ülkede öyle olmayabilir. Bu nedenle, Direktif Madde 3(1)(b) ve (c) tescilin talep edildiği mallara veya hizmetlere ilişkin olarak üye bir ülkenin dilinde ayırt edici nitelikte olmayan ve tanımlayıcı olan bir markanın başka bir üye ülkede – tescilin talep edildiği ülkedeki ilgili taraflar kelimenin anlamını tanımadığı sürece –  ulusal bir marka olarak tescil edilmesini engellemez.” [24]

 

Aynı kararın bir diğer paragrafında ise kararda bahsedilen “ilgili taraflar (relevant parties)”ın  kim olduğu açıklığa kavuşturulmaktadır. “Ulusal bir markanın tescilin talep edildiği mallara veya hizmetlere ilişkin olarak ayırt edici veya tanımlayıcı olup olmadığı belirlenirken ilgili tarafların, yani tescil başvurusunun yapıldığı bölgede tescil talebine konu malların veya hizmetlerin ticaretteki ve / veya ortalama tüketicileri arasındaki makul derecede iyi bilgilendirilmiş ve makul derecede gözlemci ve basiretli tarafların, algısı esas alınmalıdır. [25]

 

Dolayısıyla, ATAD’ın “ilgili taraflar” tanımı çerçevesinde, yabancı dildeki tanımlayıcı kelimelerin tescil edilebilirliği değerlendirilirken, yalnızca ilgili ülkedeki ortalama tüketicilerin algısının değil, ilgili ülkedeki ticari aktörlerin (diğer üreticiler, hizmet sağlayıcılar, vb.) bilgisinin de dikkate alınması gerekmektedir.

 

AB’de yabancı dildeki tanımlayıcı markalar için üye ülkelere yapılan başvurulara ilişkin yaklaşım yukarıda yer verilen “matratzen” kararı çerçevesinde iken, OHIM’e yapılan Topluluk Markası başvuruları için yapılan incelemede topluluk üyesi ülkelerin dillerinin tamamı dikkate alınmaktadır. Konuya ilişkin açıklama OHIM inceleme kılavuzunda takip eden şekilde yapılmıştır: “Uzmanlar markada yer alan kelimeleri Topluluğu bütün olarak dikkate alarak değerlendirmelidir. Madde 7(2)’de belirtildiği üzere bir mutlak ret nedeni, Topluluğun herhangi bir parçasında ret gerekçesinin ortaya çıkması durumunda uygulanacaktır…Bir kelimenin anlamıyla ilgili olarak Avrupa Birliği’nin tüm resmi dilleri dikkate alınacaktır. Bu çerçevede, dil yönünden inceleme belirtilen tüm dillerde (AB’nin tüm resmi dilleri) yapılacaktır.” [26] 

 

Enstitü uygulamasında, çalışmanın hazırlandığı tarihte  (Eylül 2010) geçerli olduğu haliyle, tanımlayıcı kelimeler, tüketiciler tarafından marka olarak algılanmayacakları gerekçesiyle reddedilmelerinin yanısıra, ilgili sektörde diğer üreticilerin, tacirlerin, hizmet sağlayıcıların ortak kullanımına açık serbest kelimeler oldukları için de reddedilmektedir. Bu yaklaşıma göre, tanımlayıcı içerikte olan yabancı dillerdeki kelimeler ticaretin (ithalat, ihracat dahil) herhangi bir aşamasında tüm tacirlerce kullanılabilmektedir; dolayısıyla bu kelimeler üzerinde mutlak marka haklarının bir kişinin / firmanın tekeline verilmesi yerinde değildir. Buradan hareketle Enstitü, Türkiye’de ve uluslararası ticarette yaygın olarak kullanılan yabancı dillerdeki kelimeler bakımından da markaları tanımlayıcı bulabilmekte ve ret kararları verebilmektedir. Özellikle; İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Almanca, İspanyolca gibi ticarette yaygın olarak kullanılan dillerdeki anlamlar resen dikkate alınmaktadır; bunun yanısıra uzman mal / hizmet grubunun niteliğini dikkate alarak diğer dillerde tanımlayıcı anlamlara rastlarsa da başvuruları reddedebilmektedir. Bununla birlikte, uygulamanın yerindeliğinin Enstitü içerisinde de tartışılmakta olduğu belirtilmelidir.

 

Uygulamada dikkat edilmesi gereken hususlar ise TPE Marka karar kriterlerinde takip eden şekilde sayılmıştır:

 

“Yabancı dillerde yapılan başvurular anlamlarından dolayı, kelimenin Türkçe karşılığının;

a-      İlgili malın / hizmetin adı olması,

b-      İlgili mala / hizmete ilişkin doğrudan tanımlayıcı nitelikte olması,

c-      KHK’nın diğer maddeleri açısından ret gerekçesi olması, durumlarında reddedilecektir.” [27]

 

Yani, yabancı kelimelere yakıştırma yoluyla dolaylı anlamlar yüklenerek başvuruların reddedilmesi TPE tarafından uygun bulunan bir yaklaşım değildir. Anlamın doğrudan tanımlayıcı olması halinde ret kararı verilecektir. Benzer içerikte yorum, yabancı dildeki başvuruların KHK’nın 7nci maddesinin diğer bentleri uyarınca reddedilecek nitelikte olması halinde de geçerlidir.

 

Yukarıda yer verilen tüm açıklamalar dikkate alındığında, mevcut Enstitü uygulamasının benzer içerikteki ret gerekçesini “Yabancı Eşitler Doktrini” çerçevesinde modern diller bakımından uygulayan ABD Marka Tescil Ofisi uygulaması ile büyük ölçüde benzeştiği görülmektedir.

 

Yargıtay 11. Hukuk Dairesi yabancı bir dilde tanımlayıcı olan ibarelerin tescil edilebilirliği hususunun değerlendirildiği E. 2003/2953, K. 2003/9172 sayılı kararında takip eden tespitleri yapmıştır: “…”Labne” sözcüğünün, özellikle Ortadoğu ülkelerinde çok bilinen iştah açıcı aperatif olarak tüketilen yoğurtlu bir peynir cinsi olduğu, hatta Suudi Arabistan tarafından standartlarının dahi belirlenmiş olduğu, dolayısıyla cins ve çeşit belirten bu kelimenin bir kişinin inhisarına verilmesinin mümkün olamayacağı da açıklanmıştır. Yukarıda anılan ilkeler doğrultusunda 7/c maddesi uyarınca bir kişi adına tescili mümkün olmayan davaya konu markanın aynı kanunun 7/son maddesine göre tescil tarihinden önce münhasıran kullanılarak ayırt edici nitelik kazandırıldığı da ispat edilememiştir. O halde tescil isteminin reddine dair davalı Enstitü kararının yerinde olduğu anlaşılmış bulunmasına göre davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı olduğu şekilde davanın kabulüne karar verilmesi yerinde görülmemiştir.”

 

Yargıtay’ın aynı Dairesi E. 2000/236, K. 2000/1141 sayılı kararında da benzer yaklaşımı benimsemiştir: “Mahkemece, iddia, savunma ve dosyadaki kanıtlara göre, davacının ticari marka olarak tescil ettirmek istediği, CHIFFON sözcüğünün Fransızca’da kumaş adı olduğu, Türkçe’de şeffaf, ince kumaş anlamında kullanıldığı, gerek kelime anlamı gerekse Türkçe’de kullanılma şekli ile cins, çeşit ve vasıf ifade ettiği….gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir…..Dava dosyası içerisindeki bilgi ve belgelere, mahkeme kararının gerekçesine dayanılan delillerin tartışılıp, değerlendirilmesinde usul ve yasaya aykırı yön bulunmamasına göre davacı vekilinin tüm temyiz itirazları yerinde değildir.”

 

C- 7/1-(d) bendi

 

556 sayılı KHK’nın 7/1-(d) bendi; Ticaret alanında herkes tarafından kullanılan veya belirli bir meslek, sanat veya ticaret grubuna mensup olanları ayırt etmeye yarayan işaret ve adları münhasıran veya esas unsur olarak içeren markalar”ın tescil edilmeyeceği hükmünü içermektedir.

 

Ticaret alanında herkes tarafından kullanılabilir olma kavramı; ticaret alanında ayırım yapılmaksızın genel olarak herkes tarafından kullanılabilir olma hususunun yanı sıra (örneğin Türk lirası, şirket, sınai mülkiyet, vb. tarzda terimler), mal / hizmet listesi kapsamı göz önüne alınarak ilgili sektörler bünyesinde faaliyet gösteren tacirler tarafından genel olarak kullanılabilir olma durumunu da kapsamaktadır (örneğin, “bistro” kelimesi gıda sağlanması hizmetleri alanında faaliyet gösteren herkes tarafından kullanılabilir niteliktedir, benzeri şekilde giyim ürünleri için “hazır giyim” ibaresi ilgili sektördeki tüm tacirler tarafından kullanılabilir içeriktedir.)

 

“..bir meslek, sanat veya ticaret grubuna mensup olanları ayırt etmeye yarayan işaret ve adlar” içerikli ret gerekçesi bakımından da değerlendirme başvurunun kapsadığı mallar / hizmetler dikkate alınarak yapılmaktadır. Örneğin, “basketbol koçu” terimi sportif hizmetler bakımından 7/1-(d) bendi kapsamında reddedilmesi gereken bir ibare iken, aynı terimin çikolata, kek gibi ürünler için tescil edilmesinin önünde bir engel bulunmamaktadır.

 

D- 7/1-(e) bendi

 

7/1-(e) bendi uygulamada sıklıkla kullanılan bir ret gerekçesi değildir. Bunun nedeni bent kapsamına girebilecek nitelikte başvurular ile sıklıkla karşılaşılmamasıdır. Bent, “Malın özgün doğal yapısından ortaya çıkan şeklini veya bir teknik sonucu elde etmek için zorunlu olan, kendine malın şeklini veya mala asli değerini veren şekli içeren işaretler”in tescil edilemeyeceği hükmünü içermektedir.

 

Bent dikkatle okunduğunda ret konusu olabilecek durumun şekillerle sınırlı olduğu ortaya çıkmaktadır.

 

“Malın özgün doğal yapısından ortaya çıkan şekil” ifadesi ile kast edilen duruma “elmalar” malının tescili için bir elma fotografı ile başvurulması durumu örnek gösterilebilir. “..bir teknik sonucu elde etmek için zorunlu olan, kendine malın şeklini veya mala asli değerini veren şekli içeren işaretler” ifadesinin kapsadığı durum ise çok belirgin değildir. Konu hakkında ATAD’ın Philips v. Remington kararından bahsetmek yerinde olacaktır.

 

Philips v. Remington davası, Philips firmasının tescil ettirdiği üç döner başlıklı traş makinesi şekilli markasını dayanak göstererek Remington firmasının benzer şekle sahip traş makinesini piyasaya sürmesine karşı açtığı haksız rekabet davasına dayanmaktadır. Remington firması açtığı karşı dava ile Philips’in marka tescilinin iptal edilmesini talep etmiştir. ATAD’a göre ilgili bendin (556 sayılı KHK’deki 7/1-(e) karşılığı bent) amacı, marka sahiplerinin teknik çözümler veya bir ürünün işlevsel özellikleri üzerinde tekel kurmalarını engellemektir. Temel özellikleri bir teknik işlevin yerine getirilmesi olan veya o işlevi yerine getirmek amacıyla seçilen şekiller herkes tarafından kullanılabilir olmalıdır, bu nedenle bendin kapsamı ATAD’a göre kamu yararı ile ilişkilidir. ATAD aynı teknik sonuca ulaşmak için farklı şekillerin kullanılabiliyor olmasının ise bendin kapsamında düzenlenmediğini ve bu durumun temel özellikleri bir teknik işlevin yerine getirilmesi olan şekillerin reddedilmesi gerekliliğini değiştirmeyeceğini belirtmiştir. [28]

 

7/1-(e) bendinden kaynaklanan ret durumlarına uygulamada çok rastlanmamakla birlikte, ATAD yorumundan da anlaşılacağı üzere bendin kapsamı kamu yararı ile doğrudan bağlantılıdır. Özellikle koruma süresi dolmuş patentlere ait şekilleri, marka olarak tescil yoluyla sınırsız korumaya tabii tutabilme çabası bendin uygulama alanı bulmasına yol açabilmektedir.

 

E- 7/1-(f) bendi

 

7/1-(f) bendi “Mal veya hizmetin niteliği, kalitesi veya üretim yeri, coğrafi kaynağı gibi konularda halkı yanıltacak markalar”ın tescil edilmeyeceği hükmünü içermektedir. Bentte vurgu mal veya hizmete ilişkin yanıltıcılık durumu üzerine yapılmıştır, dolayısıyla değerlendirmenin de mal / hizmet listesi kapsamı dikkate alınarak yapılması gerekmektedir.

 

Belirtilmesi gereken bir diğer önemli husus ise; 7/1-(f) bendi kapsamındaki yanıltıcılığın önceki haklarla ihtilaftan kaynaklanacak tüketicilerin yanılması durumunu içermediği (yani önceden tescilli / başvurusu yapılmış markalarla aynılık / ayırt edilemeyecek derecede benzerlik, karıştırılma / ilişkilendirilme olasılığı kavramlarıyla ilintisi olmadığı); malların / hizmetlerin niteliği, kalitesi, üretim yeri, coğrafi kaynağı gibi durumlara ilişkin yanıltıcılığı kapsadığıdır.

 

Ankara Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesi tarafından verilen 2005/236 esas 2005/610 karar sayılı “Gipsy Jeans” kararında (Gipsy Jeans başvurusu TPE tarafından bazı giysilerin jean kumaşından yapılamayacağı nedeniyle yanıltıcılık gerekçesiyle kısmen reddedilmiş ve Enstitü kararı başvuru sahibi tarafından dava konusu edilmiştir) yanıltıcılık konusunda takip eden önemli tespitler yapılmıştır: “…anılan madde (7/1-(f) bendi) anlamında bir yanıltıcılıktan bahsedilebilmesi için işarette yer alan asli veya yardımcı bir unsur nedeniyle tüketicinin gerçekte satın almayacağı veya yararlanmayacağı bir mal ve hizmeti sırf işarette yer alan sözcük veya anlatım nedeniyle satın alma veya yararlanma yoluna gitmesi gerekmektedir…Jeans ibaresinin anılan mallar için, açıklandığı şekilde bir yanılgı doğurmasının olanaksızlığı muhakkaktır. Zira hiç kimse, sırf başvuru konusu işarette Jeans sözcüğü var diye, yararlanmak veya satın almak istediği bir mal yerine, başka bir malı satın almaz yahut Jeans almak isterken yanlışlıkla bir başka malı satın almaz. Aksi, hayatın olağan akışına aykırı olduğu gibi, normal hayat tecrübelerine göre gerçekleşmesi olası olmayan bir ihtimal olarak görünmektedir…” [29]

 

Yukarıda yer alan karardan anlaşılacağı üzere yargı yanıltıcılık hususunu gerçek yaşamda gerçekten yanıltıcılığa yol açabilecek durumlarla sınırlı biçimde değerlendirmekte ve kurgusal, zihinlerde oluşturulmuş yanıltıcılık senaryolarını markanın yanıltıcılığa yol açması durumu olarak değerlendirmemektedir.

 

Benzer yaklaşımın İngiltere’de hangi gerekçelerle benimsendiği aşağıda açıklanmaktadır: “Birleşik Krallık Tescil İdaresi uygulamada (yanıltıcılık uygulaması) değişikliğe gitmiştir, buna göre 1994 (yılında yürürlüğe giren) Kanunu çerçevesinde ret kararı yalnızca, uzmanın görüşüne göre, halkın yanılması için gerçekçi bir olasılık olması durumunda verilecektir. Bunun gerekçesi, tacirlerin markalarını sorumlu biçimde kullanacakları, markaları yanıltıcı biçimde kullanırlarsa, bölüm 47 (hükümsüzlük) uyarınca markalarını kaybedecekleri, ticari ilkelere aykırı hareket edecekleri ve müşteri kaybedecekleri yönündeki kabullerdir.” [30]

 

7/1-(f) bendi değerlendirmesinde özellikle karşılaşılan sorun; ayırt edici bir ibare ile birlikte kullanılan ikinci tanımlayıcı nitelikteki ibarenin mal / hizmet listesi bağlamında yanıltıcılığa yol açıp açmayacağıdır. Yanıltıcılık oldukça subjektif ve tartışmaya açık bir konu olduğundan TPE uygulama kriterlerinde yukarıda belirtilen hale özgü olarak yanıltıcılığın hangi durumlarda redde yol açacağı belirlenmiştir. TPE tüketicinin yanılmasının, tüketici bakımından önceden öngörülemez zararlara yol açacağı veya telafi edilmesi güç / mümkün olmayan problemleri ortaya çıkacağı durumlarda yanıltıcılık gerekçeli ret nedenini uygulamaktadır. Bu yaklaşım, yanıltıcılığın gerçekçi olmayan kurgusal hallerde uygulanması durumunu dışladığından yargının yaklaşımıyla da paralellik içermektedir. Bunun yanı sıra, coğrafi kaynağa ilişkin yanıltıcılık da uygulamanın bir diğer yönünü oluşturmaktadır. TPE uygulamasında esas alınan durumlar, TPE marka kriterlerinden alıntı yapılarak aşağıda kısaca belirtilmiştir:

 

“7/f çerçevesindeki malın niteliğinden kaynaklanan ret aşağıda örnekler ile anlatılan durumlar ve benzerleri çerçevesinde uygulanacaktır:

 

– Niteliği itibarıyla tehlikeli ve sakıncalı ürünler açısından;

 

Ahmet Health Care Products (Sağlık Bakımı Ürünleri) başvurusunun mal listesinde böcek öldürücülerin yer alması

 

– Coğrafi kaynak bakımından yanıltıcı olabilecek markalarda;

 

Ör:      Mehmet İskoç Viskisi başvurusunun Türkiye’den yapılması, vb. haller

 

Ancak bu durumda mal listesinde “İskoç Viskisi” ifadesinin yer alması ya da itiraz dilekçesinde yukarıda belirtilen mal kısıtlamasının yapılması hallerinde yayın kararı verilmelidir.

 

– Ürünün ambalajı ile yapılan marka başvurularında ürünün ismine yer verilmesi halinde mal listesinde yer alan diğer mallar için;

 

Ör:      Mustafa Çamaşır Deterjanı başvurusunda başvuru ürün ambalajı ile yapılmışşa, ambalajın üzerinde yazılmış olanların dışındaki ürünler 7/f çerçevesinde reddedilmelidir.” [31]

 

Enstitü uygulamasında, yukarıda sayılan durumlar dışında kalan özel durumlarda da, tüketiciler bakımından gerçek anlamda yanıltıcılığın ortaya çıkacağı kanaatine varılırsa, uzman başvuruları yanıltıcılık nedeniyle reddedebilir.

 

F- Kullanım Sonucu Kazanılmış Ayırt Edicilik

 

Kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik hususu 7nci maddenin ikinci fıkrasında düzenlenmiştir. Fıkra hükmü takip eden şekildedir: “Bir marka tescil tarihinden önce kullanılmış ve tescile konu mallar veya hizmetlerle ilgili olarak bu kullanım sonucu ayırt edici bir nitelik kazanmış ise (a), (c) ve (d) bentlerine göre tescili reddedilemez.”

 

Kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik kavramı, ayırt edici nitelikten yoksunluk, tanımlayıcılık, ticaret alanında herkes tarafından kullanılabilir olma gibi gerekçelerle 7/1-(a), (c), (d) bentleri kapsamında tescil edilmesi mümkün olmayan, kendiliğinden ayırt ediciliği sağlama gücü bulunmayan markaların; yaygın, yoğun kullanım sonucu ilgili tüketici çevresi tarafından marka olarak algılanır hale geldiklerini, ayırt edicilik işlevi kazandıklarını belirtmek için kullanılan bir kavramdır. Kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik ispatlanması halinde, 7/1-(a), (c), (d) bentleri kapsamındaki ret halini ortadan kaldırır.

 

7nci madde ikinci fıkra hükmünde açık olarak belirtildiği üzere “kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik durumu” 7/1-(a), (c), (d) bentleri kapsamında düzenlenmiş ret hallerinin istisnası niteliğindedir. TPE kullanım sonucu ayırt edicilik istisnasını ilgili bentler kapsamında reddedilmiş başvuruların ret kararlarına kullanım sonucu ayırt edicilik gerekçesiyle itiraz edilmesi durumunda incelemektedir. Yani, 7nci madde kapsamında ilk uzman değerlendirmesi yapılırken kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik hususu TPE tarafından resen incelenmemektedir.

 

Yargıtay 11. Hukuk Dairesi E. 2000/6135 K. 2000/8767 sayılı kararında takip eden ifadelerle kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik durumunun ancak talep üzerine incelenebileceğini belirtmiştir.  “…dosya içindeki davacı tarafından Patent Enstitüsü’ne yaptığı başvuruda bu hükme (7nci madde ikinci fıkra) dayalı tescil talebi olmadığı gibi, anılan Enstitü’nün Yeniden İnceleme ve Değerlendirme Kurulu’na vaki itirazında da bu maddeye dayalı bir itiraz sebebi ileri sürülmemiş bulunmasına göre, taleple sınırlı olarak inceleme yapıp karar vermeye yetkili kurulun kararına karşı açılacak davada bu talebin dışındaki bir iddia ile dava açılması da mümkün bulunmadığından….davacı vekilinin yerinde görülmeyen temyiz itirazlarının reddi ile kararın onanması gerekmiştir.”

 

Yukarıdaki kararda dikkat çekici iki nokta bulunmaktadır:

 

a-      TPE kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik iddiasını ancak talep üzerine inceler.

b-     YİDK kararına karşı açılan davalarda mahkemeye sunulabilecek iddialar, YİDK tarafından incelenen karara itirazda sunulan iddialarla sınırlı olmalıdır.

 

Kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik iddiasını öne süren taraf aşağıdakileri ispatlamak yükümlüğündedir:

 

a-      Markanın kullanıldığının değil, markanın kullanım sonucu ayırt edici nitelik kazandığının ispatlanması,

b-     Tescili talep edilen markanın tescil talebi kapsamında bulunan mallara / hizmetlere ilişkin olarak kullanım sonucu ayırt edicilik kazandığı,

c-      Kullanımın başvuru tarihi öncesine dayandığı,

d-     Ayırt ediciliğin Türkiye’de kazanıldığı.

 

Talep sahibi kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik durumunu çeşitli dokümanlar, kanıtlar öne sürerek ispatlamaya çalışabilir. Tüketici anketleri, yaygın reklamı, yoğun kullanımı ispatlar belgeler, markanın kullanıldığını gösterir faturalar, markayı taşıyan malların satış miktarı, ibarenin marka olarak algılanmaya başladığını gösterir her tür belge bu tip kanıtlara örnektir. Ancak, en önemli hususun ibarenin tüketicilerce marka olarak algılanır hale geldiğini ispatlamak olduğunun altı çizilmelidir.

 

YİDK’nın 2008-M-1133 sayılı kararında bu husus aşağıdaki ifadelerle açıklanmaya çalışılmıştır:

 

“…İkinci olarak, başvuru sahibinin kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik iddiası değerlendirilmiştir. İtiraz ekinde gönderilen dokümanlar ve kanıtlar, markanın kullanıldığını göstermekle birlikte, ibarenin tüketicilerce başvuru sahibi ile özdeşleştirildiğini gösterir, ibarenin başvuru sahibine bağlandığını belirtir, kısaca başvurunun genel tüketici kitlesince kullanım sonucu marka olarak algılanır hale geldiğini ispatlar nitelikte herhangi bir kanıta rastlanılmamıştır. Nasıl ki, 1920’li yıllarda yaşamış bir matematikçinin yazdığı “matematik kitabı” adlı eser, yalnızca 1920’li yıllardan bu yana sürekli basıldığı için kullanım sonucu ayırt edicilik kazanmış olarak kabul edilip “basılı yayınlar” malı için marka olarak tescil edilemeyecekse, başvurusu yapılan “….” ibareli başvuru da salt kullanıldığı için başvuru sahibi adına tescil edilmeyecektir. Başvuru sahibinin ispatlaması gereken salt kullanım değil, kullanım sonucu kazanılmış ayırt ediciliktir ve sunulan kanıtlar da bu hususu gösterir nitelikte olmalıdır. Daha açık bir deyişle, kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik istisnasını düzenleyen 7/son fıkrasında yer alan istisna kullanılan markalara ilişkin değil, kullanım sonucu ayırt edicilik kazanmış markalara ilişkindir. İtiraz sahibinin gönderdiği doküman veya kanıtların hiçbirisi markanın kullanım sonucu ayırt edicilik kazandığını gösterir nitelikte değildir ve bu nedenle söz konusu iddia da haklı bulunmamıştır.”

 

ATAD “Windsurfing Chimsee” kararında kullanım sonucu ayırt edicilik kavramını irdelerken takip eden faktörlerin dikkate alınması gerektiğini ifade etmiştir: “Pazar payı; yoğun, coğrafi olarak yaygın, uzun süreli kullanım; markanın tanıtımı, promosyonu için yapılan harcamaların miktarı; ilgili sektörde yer alan kişilerden markayı belirli bir firmadan gelen ürün / hizmet olarak tanıyanların oranı; ticaret- sanayi odalarından veya diğer ticari – profesyonel örgütlenmelerden alınan bu yöndeki beyanlar.” Buna ilaveten aynı kararda ATAD; “Bu faktörlere bağlı olarak, ilgili kesimin veya bu kesimin önemli bir oranının markayı belirli bir işletmeden gelen malları gösterir şekilde tanımasının – algılamasının, kullanım sonucu ayırt edicilik hususunun belirlenmesinde kullanılacak ölçüt olması gerektiğini” belirtmiştir. [32]

 

Kullanım sonucu ayırt edicilik tescili talep edilen mallara / hizmetlere ilişkin olarak ispatlanmalıdır. TPE bazı mallar / hizmetler bakımından kullanım sonucu ayırt edicilik durumunun ortaya çıktığını belirleyebilir; bu tarz durumlarda talep diğer mallar / hizmetler bakımından reddedilir. Kısaca, bazı mallar / hizmetler bakımından kazanılmış kullanım sonucu ayırt edicilik, tüm mallar / hizmetler bakımından hak sağlamaz.

 

İlgili fıkrada belirtildiği üzere, kullanım başvuru tarihi (her ne kadar hükümde tescil tarihinden bahsedilse de bu tarih başvuru tarihi olarak algılanmalıdır, çünkü reddedilmiş başvurunun tescil edilmesi gibi bir olasılık zaten mevcut değildir) öncesinde olmalıdır. Kullanımın süresi konusunda alt – üst limit bulunmamaktadır; incelemede kullanımın yoğunluğu, yaygınlığı, tüketicilerin marka algılaması, kullanım süresi birbiriyle etkileşimli hususlar bir arada değerlendirilmektedir.

 

ATAD “pure digital” kararında, kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik hususunun tespit edilmesinde başvuru tarihi öncesi kullanımın esas olduğu hakkında oldukça açık değerlendirmelerde bulunmuştur. Buna göre; “40/94 sayılı Tüzük Madde 7(3) ve 89/104 numaralı Direktif Madde 3(3) ilk cümle hükümlerinin kelimesi kelimesine yorumlanması, markanın kullanımı sonucu ortaya çıkan ayırt edici karakterin tescil için başvurunun yapıldığı tarihten önce kazanılmış olması gerektiği yönündeki sonucu desteklemektedir…Yukarıda belirtilenlerin ışığında, inceleme konusu markanın tescil için başvurunun yapıldığı tarihten önceki kullanımı neticesinde ayırt edici nitelik kazanmış olması gerektiği yönündeki CFI kararı yerinde bulunmuştur.” [33]

 

Ayırt ediciliğin Türkiye’de kazanılmış olması gerektiğine ilişkin TPE yaklaşımı, takip eden YİDK kararında ifade edilmektedir:

 

“Diğer taraftan incelenmesi gereken, başvurunun 7/son hükmünden yani kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik istisnasından yararlanıp yararlanmayacağıdır. Bu husus hakkında gönderilen belgelerden markanın Türkiye’de kullanıldığı anlaşılmaktadır; ancak itiraz ekinde başvurunun kullanım sonucu Türkiye’de ayırt edici hale geldiğini gösteren herhangi bir veri bulunmamaktadır. İtiraz ekinde yer verilen ve şeklin tüketicilerin çoğunluğu tarafından “…” markası ile özdeşleştirildiğini gösteren anket ise Fransa, İtalya, Portekiz, İrlanda, Yunanistan ve İsveç ülkelerinde yapılmıştır; dolayısıyla bu anketin sonuçlarını Türkiye açısından geçerli kabul edip, kullanım sonucu kazanılmış ayırt ediciliğe karar vermek mümkün değildir.”

 

Yargıtay çeşitli kararlarında kullanım sonucu ayırt edicilik kazanılması durumunun malla / hizmetle ilgili çevrelerde ortaya çıkması gerektiğini belirtmiştir. Yargıtay 11. Hukuk Dairesi E. 2002/5352, K. 2002/10729 sayılı kararının ilgili bölümü takip eden şekildedir:

 

“..Zira kullanım neticesi ayırt edici nitelik kazanma olgusu yerleşik içtihatlara göre o mal veya hizmetle ilgili alıcı-satıcı (hizmet alıp-veren) çevrelerde oluşup algılanmalıdır. Bilirkişi kurulunda bu çevre veya çevre ile ilgili kişilerde bulundurulup, görüşleri alınmalıdır.”   

 

OHIM uygulamasında kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik değerlendirmesinde esas alınacak ilgili kamu kesimi sektör profesyonelleriyle sınırlı tutulmamış, malların / hizmetlerin ait olduğu sektörün niteliği dikkate alınarak ilgili kamu kesiminin belirlenmesi gerektiği belirtilmiştir. “Kanıtlar markanın hitap ettiği kamuya (kamunun ilgili kesimine) ilişkin olmalıdır. Bu tespit edilirken başlangıç noktası başvurunun mal ve hizmet listesidir. Mallar doğaları gereği uzmanlara veya sınırlı bir kamu kesimine hitap etmediği sürece, mallar veya hizmetler sıradan nitelikleriyle değerlendirilir ve halkın geneline hitap ettikleri kabul edilir. Bu çerçevede, Sınıf 1’de yer alan kimyasal ürünlerin ticarete (tacirlere) yönelik olduğu kabul edilirken, yiyecekler ve içecekler tüketicilerin geneline hitap etmektedir. Kanıtlar kamunun büyük bir bölümünün markayı oluşturan işaret hakkında yeterli bilgiye sahip olduğunu (kaynağın bilinmesi şart değildir) ortaya koymalıdır. Bu konuda kesinleşmiş yüzdeler belirlenmesi mümkün değildir, kesinleşmiş yüzdeler belirlenmesi özellikle kamuoyu araştırmalarının yeterli kanıt olarak kabul edilmesini sınırlayabilecektir. Uzman, sunulan tüm kanıtların ve yapılan çıkarsamaların ışığında (başvurunun kapsadığı mallar / hizmetler bakımından) hitap edilen kamunun ilgili kesiminin markayı bilip bilmediğini değerlendirmelidir.” [34] 

 

Bu çerçevede, kullanım sonucu kazanılmış ayırt ediciliğe ilişkin değerlendirmede, başvuru kapsamındaki malların / hizmetlerin niteliği ve hitap ettikleri kamu kesimi mutlak surette dikkate alınmalıdır. Bir başka deyişle, halkın geneline hitap eden mallar / hizmetler bakımından tanımlayıcı bir kelimenin kullanım sonucu ayırt edicilik kazanıp kazanmadığı değerlendirilirken, mallar / hizmetler tüm kamuya hitap ettiğinden genel anlamda kamuoyunun bilgisi esas alınmalı, ancak uzmanlaşmış tüketici grubuna hitap eden mallar / hizmetler bakımından malla / hizmetle ilgili çevrelerin bu işareti marka olarak bilip bilmediklerinin (objektif kanıtlarla ispatlandığı sürece) öncelikli olarak değerlendirilmesi gerekmektedir.

 

 


 

* Çalışma içeriğinde atıfta bulunulan Yargıtay kararları, Dr. Hakan Karan – Mehmet Kılıç’a ait Markaların Korunması 556 sayılı KHK Şerhi ve İlgili Mevzuat (Turhan Yayınevi, 2004) adlı kitap s.100 ila 194’den derlenmiştir.

[1] W.R. CORNISH, Intellectual Property: Patents, Copyright, Trade Marks and Alleged Rights (Third Edition), Londra, Sweet & Maxwell, 1996, s. 584-585.

[2] David I BAINBRIDGE, Intellectual Property (Fifth Edition), Harlow, Pearson Education Limited, 2002, s. 556.

[3] Sabih ARKAN, Marka Hukuku Cilt I, Ankara, Ankara Üni. Hukuk Fakültesi Yayınları No: 520, 1997, s. 71.

[4] Ünal TEKİNALP, Fikri Mülkiyet Hukuku (Dördüncü Baskı), İstanbul, Arıkan, 2005, s. 376.

[5] ATAD, Case C-104-01 sayılı – 6 Mayıs 2003 tarihli karar, Libertel Groep BV v. Benelux-Merkenbureau., paragraflar: 48-52.

[6] ATAD, Case C-304-06 sayılı – 8 Mayıs 2008 tarihli karar, Eurohypo AG v. Office for Harmonization in the Internal Market (Trademarks and Designs)., paragraflar: 55-56.

 

[7] ATAD, Case C-104-01 sayılı – 6 Mayıs 2003 tarihli karar, Libertel Groep BV v. Benelux-Merkenbureau., paragraflar: 57-59.

[8] ATAD, Case C-64-02 sayılı – 21 Ekim 2004 tarihli karar, Office for Harmonization in the Internal Market (Trademarks and Designs) v. Erpo Möbelwerk GMBH, paragraf: 45.

 

[9] ATAD, Case C-273-00 sayılı – 12 Aralık 2002 tarihli karar, Sieckmann v. Deutsches Patent- und Markenamt, paragraf: 55.

 

[10] ATAD, Case C-64-02 sayılı – 21 Ekim 2004 tarihli karar, Office for Harmonization in the Internal Market (Trademarks and Designs) v. Erpo Möbelwerk GMBH, paragraflar: 32, 36, 42, 43, 44.

[11] CFI, Case T-122-01 sayılı – 3 Temmuz 2003 tarihli karar, Best Buy Concepts Inc. v. Office for Harmonization in the Internal Market (Trademarks and Designs)., paragraflar: 20, 26, 28, 33, 38, 41.

[12] 1965 tarih ve 551 sayılı (eski) Markalar Kanunu, madde 6.

[13] Ankara Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesi 2004/238 esas 2004/204 karar sayılı “Number 1” kararı, s. 3.

[14] OHIM, Ofis Nezdindeki İşlemlerle ilgili Kılavuz, Bölüm B, İnceleme, s. 40. http://oami.europa.eu/ows/rw/resource/documents/CTM/legalReferences/partb_examination.pdf

[15] Ankara Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesi 2005/136 esas 2005/315 karar sayılı “Turkish Cargo” kararı, s. 5.

[16] ATAD, Case C-383-99 sayılı – 20 Eylül 2001 tarihli karar, Procter & Gamble Company v. Office for Harmonization in the Internal Market (Trademarks and Designs), paragraflar: 40-43.

[17] D. KITCHIN, D. LLEWELYN, J. MELLOR, R. MEADE, T. MOODY-STUART, D. KEELING, Kerly’s Law of  Trade Marks and Trade Names (Fourteenth Edition), Londra, Sweet & Maxwell, 2005, s. 183.

[18] ATAD, Case C-191-01 sayılı – 23 Ekim 2003 tarihli karar, Office for Harmonization in the Internal Market (Trademarks and Designs) v. Wm. Wrigley Jr. Company, paragraflar: 31-33.

[19] ATAD, Case C-363-99 sayılı – 12 Şubat 2004 tarihli karar, Koninklijke KPN Nederland NV v. Benelux-Merkenbureau, paragraflar: 95-100.

[20] ATAD, Case C-265-00 sayılı – 12 Şubat 2004 tarihli karar, Campina Melkiune BV v. Benelux-Merkenbureau, paragraflar: 38-41.

[21] USPTO, Marka İncelemesi Prosedürleri Kılavuzu (Altıncı Baskı – 2. Revizyon, Mayıs 2010), Bölüm 1209.03(g), s. 1200-233. http://tess2.uspto.gov/tmsb/tmep/

[22] USPTO, age s. 1200-234

[23] USPTO, age s. 1200-234

[24] ATAD, Case C-421-04 sayılı – 9 Mart 2006 tarihli karar, Matratzen Concord AG v. Hukla Germany SA, paragraflar: 25-26.

[25] ATAD, Case C-421-04 sayılı karar, paragraf: 24.

[26] OHIM, Ofis Nezdindeki İşlemlerle ilgili Kılavuz, Bölüm B, İnceleme, s. 3.

[27] Türk Patent Enstitüsü Marka Karar Kriterleri dokümanı (yayımlanmamış), tanımlayıcılık bölümü.

 

[28] ATAD, Case C-299-99 sayılı – 18 Haziran 2002 tarihli karar, Koninklijke Philips Electronics NV v. Remington Consumer Products Ltd., paragraflar: 76-84.

[29]Ankara Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesi 2005/236 esas 2005/610 karar sayılı “Gipsy Jeans” kararı,s. 3.

[30] KITCHIN, LLEWELYN, MELLOR, MEADE, MOODY-STUART, KEELING age, s. 214.

[31] Türk Patent Enstitüsü Marka Karar Kriterleri dokümanı (yayımlanmamış), yanıltıcılık bölümü.

 

[32] ATAD, Case C-108-97 ve C-109-97 sayılı – 4 Mayıs 1999 tarihli karar, Windsurfing-Chiemsee Produktions- und Vertriebs GMBH (WSC) v. Boots- und Segelzubehör Walter Huber ve Franz Attenberger, paragraflar: 51-52.

[33] ATAD, Case C-542-07 sayılı – 11 Haziran 2009 tarihli karar, Imagination Technologies Ltd. v. Office for Harmonization in the Internal Market (Trademarks and Designs), paragraflar: 49, 60.

[34] OHIM, Ofis Nezdindeki İşlemlerle ilgili Kılavuz, Bölüm B, İnceleme, s. 77-78.

 

(ALINTI VEYA ATIFLARINIZI LÜTFEN KAYNAK GÖSTEREREK YAPINIZ. BU MAKALE, ÖNDER EROL ÜNSAL TARAFINDAN YAZILMIŞ, 23/09/2010 TARİHİNDE İSTANBUL’DA DÜZENLENEN “MARKA HUKUKUNDA MUTLAK RET NEDENLERİ” KONULU SEMPOZYUM’DA OLARAK SUNULMUŞTUR.)

 

“Ayırt Edilemeyecek Derecede Benzerlik” Kavramının Eleştirisi

article-0-120FE0E0000005DC-486_468x364(Görsel http://www.dailymail.co.uk/news/article-2111846/Mum-finds-half-red-half-green-apple-marked-perfect-line.html adresinden alınmıştır.)

Markaların aynılığı veya benzerliği ve markaların kapsadığı malların / hizmetlerin aynılığı veya benzerliği sonucu markaların karıştırılması ihtimali ortaya çıkabilir. Karıştırılma ihtimalinin ortaya çıkmasını etkileyen diğer faktörler (önceki markanın tanınmışlığı veya bilinirliği, bütünsel izlenim bakımından benzerlik, vb.) de bulunmakla birlikte, karıştırılma ihtimalinin kurucu iki unsuru, markaların aynılığı veya benzerliği ve markaların kapsadığı malların / hizmetlerin aynılığı veya benzerliğidir.

Markaların ve kapsadıkları malların / hizmetlerin aynı olması durumunda karıştırılma mutlaktır, dolayısıyla bu durumda ihtimalden bahsetmek veya ihtimalin varlığını araştırmak yersizdir.

Diğer tüm durumlarda, yani;

 

Markalar aynı     –   Mallar / hizmetler benzer
Markalar benzer  –  Mallar / hizmetler aynı
Markalar benzer  –  Mallar / hizmetler benzer

durumlarında karıştırılma ihtimalinin ortaya çıkıp çıkmayacağı araştırılmalıdır.

Karıştırılma ihtimalinin varlığının tespit edilmesi incelemesinde marka inceleme ofisinin (Türkiye’de bu inceleme Türk Patent Enstitüsü tarafından yapılmaktadır) incelemeyi resen ya da itiraz üzerine öneme sahip değildir. Karıştırılma ihtimali vardır ya da yoktur, incelemenin resen ya da itiraz üzerine yapılması karıştırılma ihtimalinin varlığını etkilemez.

Yurtdışında marka inceleme ofisleri; karıştırılma ihtimalini resen veya ilana itiraz üzerine veya resen incelemenin ardından ilana itiraz üzerine bir kez daha inceleme yaparak iki aşamalı biçimde inceleyebilmektedir. Türkiye, resen incelemenin ardından ilana itiraz üzerine bir kez daha inceleme yaparak iki aşamalı inceleme yöntemini seçen ülkelerden birisidir. Resen inceleme 556 sayılı Markaların Korunması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname’nin 7/1-(b) bendi kapsamında yapılırken, ilana itiraz üzerine inceleme aynı kararnamenin 8. maddesinin birinci fıkrası kapsamında gerçekleştirilmektedir. Bununla birlikte, kararnamenin 7/1-(b) bendi içeriğinde kullanılan terimler bu bendin içeriği hakkında farklı değerlendirme ve yorumlara neden olmaktadır. Bu yazı 7/1-(b) bendi kapsamında kullanılan ifadelerin yol açtığı (veya açabileceği) tek sonucun karıştırılma ihtimali olduğunu göstermek, 7/1-(b) bendi ile 8. maddenin birinci fıkrası arasında yaratılan abartı derecesindeki ayrımın anlamsızlığını veya yanlışlığını ortaya koymak için yazılmıştır.

Karıştırılma ihtimali, yazının girişinde bahsedildiği üzere iki kurucu unsura sahiptir, bu unsurlar, markaların aynılığı veya benzerliği ve markaların kapsadığı malların / hizmetlerin aynılığı veya benzerliğidir. 556 sayılı KHK’nin 7/1-(b) bendi önceden tescilli veya başvurusu yapılmış markalarla aynı veya aynı tür malları / hizmetleri kapsayan aynı ya da ayırt edilemeyecek derecede benzer marka tescil başvurularının reddedileceği hükmünü içermektedir. Bir diğer deyişle, bir marka tescil başvurusunun bu bent kapsamında reddedilebilmesi için başvuru ile önceki marka aynı veya ayırt edilemeyecek derecede benzer olmalı ve markalar aynı veya aynı tür malları / hizmetleri kapsamalıdır. 7/1-(b) bendinde kullanılan terminolojide klasik karıştırılma olasılığı tanımlamasından farklılaşan unsurlar markaların benzerliğine ilişkin olarak kullanılan “ayırt edilemeyecek derecede benzer” ifadesi ve malların / hizmetlerin benzerliğine yönelik olarak kullanılan “aynı tür” ifadesidir.

Karıştırılma ihtimali kavramına yer veren ret hali ise 556 sayılı KHK’nin 8. maddesinin birinci fıkrası (b) bendinde yer bulmaktadır. Bu bent Avrupa Birliği marka direktifinden çeviridir ve karıştırılma ihtimali durumunda uygulanacak ret gerekçesini içermektedir: “Tescil için başvurusu yapılan marka, tescil edilmiş veya tescil için daha önce başvurusu yapılmış bir marka ile aynı veya benzer ise ve tescil edilmiş veya tescil için başvurusu yapılmış bir markanın kapsadığı mal veya hizmetlerle aynı veya benzer ise, tescil edilmiş veya tescil için başvurusu yapılmış markanın halk tarafından karıştırılma ihtimali varsa ve bu karıştırılma ihtimali tescil edilmiş veya tescil için başvurusu yapılmış bir marka ile ilişkili olduğu ihtimalini de kapsıyorsa.” marka tescil edilemez. Hüküm içeriğinde geçen ilişkili olma ihtimali, karıştırılma ihtimalinin alt kümesi olup, bu ihtimal hakkında farklı bir yazıda açıklama yapılacaktır. 8. maddenin birinci fıkrası (b) bendi hükmü, bu haliyle iki marka arasında karıştırılma ihtimali varsa, sonradan yapılan başvuru reddedilecektir demektedir ve 8. madde bilindiği üzere ilana itiraz üzerine incelenmektedir.

7/1-(b) bendinde yer alan kavramların (ayırt edilemeyecek derecede benzer – aynı tür) markalar veya mallar / hizmetler arasındaki benzerliğin derecelendirilmesine yönelik (yapay) derecelendirmeler olduğu kabul edildiğinde ve 8. maddenin birinci fıkrasında karşımıza çıkan klasik karıştırılma olasılığı tanımı dikkate alındığında, karşımıza markaların benzerliğine ilişkin dört aşamalı bir tablo çıkmaktadır. Bu tabloya göre, iki marka birbirleriyle;

Aynı veya Ayırt edilemeyecek derecede benzer veya Benzer veya Benzemez olabilir.

Aynı paralelde, iki markanın kapsadığı mallar / hizmetler birbirleriyle;

Aynı veya Aynı tür veya Benzer veya Benzemez olabilir.

Dolayısıyla, yanıtlanması gereken soru, markaların benzerliğine ilişkin kategoriler ile malların / hizmetlerin benzerliğine ilişkin kategorilerin birbirleriyle eşleştirilmesi neticesinde hangi sonuçların ortaya çıkacağıdır.

Eşleştirmeler bağlamında ortaya çıkacak sonuçların aslında çok net ve anlaşılır olması gerekirken, 556 sayılı KHK hazırlanırken ve sonradan tadil edilirken kullanılan terminolojinin, 7/1-(b) bendi özelinde, uluslararası marka literatüründen son derece farklı olması nedeniyle algılama ve uygulama farklılıkları ortaya çıkmış ve Türkiye’de markaların karıştırılması ihtimaline ilişkin yapay bir ayrım ortaya çıkmıştır. İki marka arasında karıştırılma ihtimali var mıdır sorusunun yanıtı tüm dünyada “vardır” ya da “yoktur” şeklinde iken, Türkiye’de bu sorunun yanıtı “7. maddeye göre yok ama 8. maddede olabilir”, “resen incelemede yok ama ilana itiraz edilirse karıştırılma ihtimali olabilir”, “7. madde incelemesinde yayınlanır itiraz gelirse reddedilir” biçiminde ortaya çıkabilmektedir. Peki, o halde 7/1-(b) bendi hangi durumda ret kararı verilmesini öngörmektedir ve marka hukukunda karıştırılma olasılığı dışında veya bu kavramın alt kümesi niteliğinde bir hal var mıdır?

Soruyu ve ifadeleri netleştirmek için yukarıda yer verdiğimiz markaların benzerliğine ve malların / hizmetlerin benzerliğine ilişkin kategorileri ve bunların sonuçlarını birbirleriyle tablo biçiminde eşleştireceğiz. Kategorilerden birisinin karşılığı benzemez ise 7/1-(b) veya 8. madde birinci fıkra kapsamında ret hali ortaya çıkmayacağı için “benzemez” kategorilerine ilişkin eşleştirmeler yapmayacağız. Eşleştirmeler yapılırken gereksiz tekrarlardan kaçınmak için benzer marka kavramının ayırt edilemeyecek derecede benzerlik halini de içeren bir üst küme olduğu ve benzer mal / hizmet kavramının aynı tür mal / hizmet halini de içeren bir üst küme olduğu kabul edilmiştir.

1. Markalar aynı Mallar / hizmetler aynı Karıştırılma mutlak(7/1-(b) bendi kapsamında ret)
2. Markalar aynı Mallar / hizmetler aynı tür ………………………..(7/1-(b) bendi kapsamında ret)
3. Markalar ayırt edilemeyecek derecede benzer Mallar / hizmetler aynı ………………………..(7/1-(b) bendi kapsamında ret)
4. Markalar ayırt edilemeyecek derecede benzer Mallar / hizmetler aynı tür ………………………..(7/1-(b) bendi kapsamında ret)
5. Markalar aynı Mallar / hizmetler benzer Karıştırılma ihtimali mevcut(8.madde kapsamında ret)
6. Markalar benzer Mallar / hizmetler aynı Karıştırılma ihtimali mevcut(8.madde kapsamında ret)
7. Markalar benzer Mallar / hizmetler benzer Karıştırılma ihtimali mevcut(8.madde kapsamında ret)

Görüldüğü üzere tablonun 2., 3. ve 4. satırlarında 7/1-(b) bendi hükmü gereğince ret hali ortaya çıkmış olmakla birlikte, bu ret halinin kavramsal karşılığı kısmı boş bırakılmıştır. Türk marka hukukuna (maalesef) egemen olan görüşe göre, 7/1-(b) bendinde yer alan “ayırt edilemeyecek derecede benzer marka” kavramı 8. madde incelemesinde yer bulan “benzer marka” kavramı o kadar farklıdır ki, 7. ve 8. madde incelemeleri son derece ayrı benzerlik hallerine ilişkindir. Bu görüşe katılmamız mümkün olmadığı gibi, bu görüşün kavramsal olarak şiddetle eleştirilmesi gerektiği kanaatindeyiz.

Her şeyden önce, karıştırılma olasılığı kavramının tek olduğu, 7/1-(b) bendi kapsamında yer bulan ve tablomuzun 2., 3. ve 4. satırlarında görülen eşleştirmelerin karşılığının da “karıştırılma olasılığı mevcut” şeklinde doldurulması gerektiği belirtilmelidir. 7/1-(b) bendinde yer alan “ayırt edilemeyecek derecede benzer marka” kavramının, 8. madde incelemesinde yer bulan “benzer marka” kavramından son derece farklı olduğu savunan egemen görüş öncelikle bu farklılığı kavramsal bir zemine oturtmalı ve eğer bu benzerlik halleri birbirlerinden farklı ise 7/1-(b) bendi incelemesi sonucu ortaya çıkan halin karıştırılma olasılığından neden farklı olduğunu veya ne olduğunu ortaya koymalıdır. Ancak, bu beklenti iyimser bir beklentidir, çünkü bu beklentinin kavramsal karşılığı yoktur ve olması da beklenemez. Marka literatüründe ve uluslararası uygulamalarda karıştırılma olasılığı kavramı tektir ve markaların benzerlik hali aynı, ayırt edilemeyecek derecede benzer veya benzer olarak ve malların / hizmetlerin benzerlik hali aynı, aynı tür veya benzer olarak adlandırılsa da, tüketicilerin içine düşecekleri tehlike tektir ve bu da karıştırılma olasılığıdır.

Yanıtlanması gereken soru bu durumda farklılaşmaktadır. 7/1-(b) bendi ve 8. maddenin birinci fıkrasının kavramsal karşılığı, yani karıştırılma olasılığı kavramı tek ise, 7/1-(b) bendi ile 8. maddenin uygulaması arasındaki ayrım ve bu ayrımı savunan egemen görüş hangi aşamada anlam kazanmaktadır? Çeşitli Yargıtay ve mahkeme kararlarında ayırt edilemeyecek derecede benzerlik hali ve dolayısıyla 7/1-(b) bendinin uygulama alanı uzun uzadıya tarif edilmiş olmakla birlikte, bu benzerlik halinin kavramsal karşılığının ne olduğu ve bu halin karıştırılma olasılığından neden farklı olduğu açıklanmamış olduğundan yapılan açıklamalar teorik bakımdan boş kümeyi işaret etmektedir. Dolayısıyla, sorunun tek anlamlı yanıtı pratik ve uygulamaya ilişkin kaygılar olarak ortaya konabilir.

Kuruluş aşamasında nicelik ve nitelik olarak yeterli işgücüne sahip olmayan ve eski kanunun getirdiği geleneksel yaklaşımdan ve kavramlardan pek de kopmak istemeyen kanun hazırlayıcılar, çoğunluğu Avrupa Birliği mevzuatından çeviri olan yeni mevzuatın içine eski mevzuatın (esas unsur; ilk bakışta tefrik edilemeyecek derecede benzer = ayırt edilemeyecek derecede aynı [sonradan ayırt edilemeyecek derecede benzer olarak değiştirilmiştir] gibi) kavramlarını eklemişler ve malların / hizmetlerin benzerliğine ilişkin tebliğ ve 7/1-(b) bendi – 8. madde ayrımı örneklerinde görüleceği üzere mümkün olduğu kadar mekanik yaklaşımları kabul ederek marka incelemesinde indirgemeci bakışı uygulamayı tercih etmişlerdir. Zamanla, 7/1-(b) bendi – 8. madde ayrımı şeklinde ifade ettiğimiz ve bu yazı boyunca eleştirdiğimiz yaklaşım kurumsallaşmış ve Yargıtay kararları ile ayrım iyice yerleşik hale gelmiştir.

Kavramsal temeli bulunmayan ve yerleşik hale gelen ayrımın fazlaca eleştirilmemesi ilginç olmakla birlikte, bu sorunun yanıtı da basittir. Ayrım birinci aşamada, 7/1-(b) bendi kapsamında resen yapılan inceleme neticesinde markalar arasında çok üst düzeyde benzerlik ve tebliğe göre belirlenmiş aynı / aynı tür mallar / hizmetler bulunmadığı sürece başvuruların ilan edilmesi şeklinde sonuç vermektedir. İkinci aşamada, yani ilana itiraz üzerine yapılan incelemede ortaya çıkan sonuç ise markalar arasında daha düşük derecedeki benzerlikler ve tebliğde farklı grup veya sınıflarda yer almalarına rağmen benzer bulunabilen (ki son derece yerinde bir yaklaşımdır) mallar / hizmetler nedeniyle karıştırılma ihtimalinin varlığı sonucuna varılabilmesidir. Çok sayıda marka başvurusunda bulunan ve tescil edilen markalarının etkin takibi için ilana itiraz yöntemini sıklıkla kullanan firmaların büyük – ekonomik açıdan güçlü firmalar olduğu açıktır. Bu tip firmaların markaları genellikle piyasanın etkin, kariyerli ve birikimli vekil firmaları tarafından takip edilmekte ve ilana itiraz amaçlı marka izleme hizmetleri kesintisiz sağlanmaktadır. Ekonomik açıdan görece küçük veya güçsüz firmalar ise genellikle bir ya da birkaç markanın sahibidir ve bu firmalar markalarını büyük firmalarda olduğu kadar etkin takip etmemektedir. Bu tip firmalar genellikle marka vekili aracılığıyla başvuru yapmış olmakla birlikte ilana itiraz yolunu aynı sıklıkla kullanmamaktadır. Kısaca, çok sayıda başvuruya sahip büyük firmalar 7/1-(b) bendi kapsamında resen Enstitü tarafından yapılan incelemenin çok üst düzeydeki benzerlikle sınırlı olmasından faydalanmaktadır. Aynı şekilde, markaların etkin biçimde ilana itiraz yoluyla takip eden büyük tip firmalar, ilana itiraz üzerine gerçekleşen 8. madde kapsamındaki incelemenin çoğunlukla başvuruların reddedilmesiyle sonuçlanmasından da memnundur. Bu tip firmaların vekilleri olan marka vekilleri de bu sistemi tercih edilir nitelikte bulmaktadır, çünkü ilana itiraz gibi takip işlemleri de ücretlendirilmektedir. Enstitü de bu sistemi tercih edilir bulmaktadır, çünkü her yıl yapılan 80.000 – 100.000 marka tescil başvurusunun 7/1-(b) bendi kapsamında resen benzerlik incelemesinin derinlemesine yapılması, mevcut koşullarda pratik olarak mümkün değildir. Bu sistemden zararlı çıkan ise bir ya da birkaç markanın sahibi olan ve markasını izleme servisi satın alarak etkin olarak koruyacak bütçesi olmayan veya bunun farkında bile olmayan küçük firmalardır. Dolayısıyla, 7/1-(b) bendi ile 8. madde uygulamaları arasında oluşturulan ve kavramsal temeli bulunmayan ayrım, küçük firmaların aleyhine, büyük firmaların ve vekillerinin lehine sonuç doğurmakta, Enstitü pratik ve anlaşılabilir nedenlerle bu uygulamayı tercih etmektedir.

Enstitü uygulamasının ve Yargıtay yaklaşımının 7/1-(b) bendi ile 8. madde arasında oluşturulan (yapay) ayrım konusunda netleşmiş olması ve bu ayrımın geri dönülmez karaktere bürünmüş olması göz önüne alındığında, kavramsal karşılığı bulunmayan ayrımın fiili durum haline büründüğü ortaya çıkmaktadır. Fiili durumu kavramsal olarak anlamlı kılmanın tek yolu ise geleceğe yönelik olarak resen benzerlik incelemesinin, yani 7/1-(b) bendi incelemesinin kaldırılması olacaktır. 7/1-(b) bendinin gerekliliği, Türkiye koşullarında genel olarak marka sahiplerinin marka takibi konusundaki bilinçsizliğine dayandırılıyor olmakla birlikte, 7/1-(b) bendi uygulamasının kapsamının günümüzde son derece sınırlı hale getirildiği ve Yargıtay kararlarının da bu yorumun öncüsü olduğu görülmektedir. Kısaca, 7/1-(b) bendi kanunen yerinde durmakla birlikte, ayırt edilemeyecek derecede benzerlik gibi son derece anlamsız bir kavramın Yargıtay kararlarıyla içinin iyice boşaltılması suretiyle bent fiilen ortadan kaldırılma aşamasına gelmiştir. Dolayısıyla, şu anki yorumlanma biçimiyle 7/1-(b) bendi, aynılık hali dışarıda tutulmak kaydıyla neredeyse ortadan kaldırılmıştır. Bu bağlamda, fiili durumda uygulama alanı son derece sınırlı olan bu hükmü tamamen kaldırmanın ve bu yolla kavramsal kargaşanın da önüne geçmenin çare olabileceği düşünülmektedir.

7/1-(b) bendinin kaldırılması tartışmaları ülkemizde zaman zaman dile getirilmiş olsa da, bu yöndeki söylemlerin genellikle altyapısı bulunmadığı, incelemeye dayanmadığı, tartışmayı veri olmadan gelişmiş ülke – az gelişmiş ülke perspektifinden yorumlamaya çalışan düzeyde kaldığı ortadadır. 7/1-(b) bendinin yani resen benzerlik incelemesi yapılmasının ülkelerin gelişmişlik düzeyleri ilgisinin bulunmadığı ortadadır ve bunlar başka bir yazıda dile getirilecektir. Aynı yazı kapsamında 7/1-(b) bendi kaldırılırsa ne tür bir modelin uygulanabilir olacağı da tartışılacaktır.

Önder Erol Ünsal

Kasım 2011

Adalet Divanı “Bravo” kararı çerçevesinde Topluluk Marka Direktifi 3(1)(d) bendinin analizi ve 556 sayılı KHK 7/1-(d) bendi ile içerik karşılaştırması

parvis-nuit-02_bis(Görsel http://www.coris-uk.co.uk/EN/news/n_105 adresinden alınmıştır.)

 

2008/95 sayılı (eski 89/104) Topluluk Marka Direktifinin ret veya hükümsüzlük nedenleri başlıklı 3üncü maddesi birinci fıkrası (d) paragrafında yer alan ret gerekçesinin takip eden biçimde Türkçe’ye çevirisi uygun olacaktır:  “Güncel (yaygın, yürürlükteki) dilde veya iyi niyete dayalı (hüsnüniyetli) ve yerleşik ticari faaliyetlerde kullanımı teamül haline (alışılagelmiş hale) gelmiş işaret veya unsurlardan münhasıran oluşan markalar (tescil edilmeyecektir)” – “(the following shall not registered)… trade marks which consist exclusively of signs or indications which have become customary in the current language or in the bona fide and established practices of the trade.” Hüküm aynı içerikle 207/2009 sayılı (eski 40/94) Topluluk Marka Tüzüğünün mutlak ret nedenleri başlıklı 7nci maddesinin birinci fıkrası (d) bendinde de yer almaktadır.

Hükmün analizi ise Adalet Divanının C-517/99 sayılı 04/10/2001 tarihli “Bravo” (Merz & Krell GmbH& Co.) kararında yapılmıştır. Bu yazı kapsamında ilgili ret gerekçesinin Adalet Divanı tarafından yorumlanış biçimini “Bravo” kararı kapsamında açıklamaya çalışacağız. Yazının son kısmında ise ilgili ret gerekçesinin 556 sayılı Markaların Korunması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname kapsamındaki karşılığı olduğu varsayılan 7/1-(d) bendi ile kısa karşılaştırmasını yapmaya gayret edeceğiz.

“Bravo” markasının yazım aletleri için tescil edilmesi amacıyla Merz & Krell GmbH & Co. tarafından Alman Marka ve Patent Ofisi’ne yapılan başvuru, Ofis tarafından “bravo” kelimesinin bir övgü kelimesi, bundan başka bir algı yaratmaması, reklam sloganı olarak algılanarak ayırt edici özelliğinin bulunmaması gerekçelerine dayanılarak reddedilir. Başvuru sahibi ret kararına karşı dava açar ve Ofis tarafından tespit edilen anlam ve kullanımın yazım aletleri malı ile bağlantısı bulunmadığını, Alman Marka Kanunu madde 8(2)(3)’nin “güncel (yaygın, yürürlükteki) dilde veya iyi niyete dayalı (hüsnüniyetli) ve yerleşik ticari faaliyetlerde kullanımı malları veya hizmetleri işaret edecek şekilde teamül haline (alışılagelmiş hale) gelmiş işaret veya unsurlardan münhasıran oluşan markalar”ın tescil edilmeyeceği hükmünü içerdiğini belirtir. Federal Patent Mahkemesi, Direktif madde 3(1)(d)’ye göre “bravo” kelime markasının “güncel (yaygın, yürürlükteki) dilde veya iyi niyete dayalı (hüsnüniyetli) ve yerleşik ticari faaliyetlerde kullanımı teamül haline (alışılagelmiş hale) gelmiş işaret veya unsurlardan münhasıran oluşan markalar tescil edilmeyecektir” hükmü çerçevesinde reddedilebilmesi için “bravo” kelimesinin bu kapsama girmesinin yeterli olduğu görüşünde olmakla birlikte, Alman Marka Kanunu madde 8(2)(3)’nin aynı hükmün uygulanabilmesi için açık olarak mal ve hizmetlere atıf yapması nedeniyle işlemleri durdurur. Mahkeme ilaveten, Alman Marka Kanunu madde 8(2)(3)’nin başvurunun reddedilebilmesi için mallarla veya hizmetlerle genel bir bağlantı kurulmasının yeterli olup olmadığı veya belirtilen mallar ve hizmetlerle spesifik bir bağlantı kurulmasının gerekip gerekmediği hakkında açıklık içermediğini de tespit eder. Belirtilen hususlardan hareket eden, Federal Patent Mahkemesi, Alman Marka Kanunu madde 8(2)(3)’ün Topluluk Marka Direktifi madde 3(1)(d)’ye uygun biçimde yorumlanmasının sağlanması için Adalet Divanına takip eden soruları yöneltir ve ön yorum kararı verilmesini talep eder:

“Üye ülkelerin marka kanunlarının uyumlaştırılması amaçlı 89/104 sayılı Topluluk Marka Direktifi madde 3(1)(d), yazım biçimi aksini ifade etse de, tescil talebine konu spesifik malları ve hizmetleri veya bunların asli özelliklerini veya niteliklerini doğrudan tarif eden işaretlerin veya unsurların tescil engelinden etkileneceği şeklinde kısıtlayıcı biçimde mi yorumlanmalıdır? Ya da, bu hüküm, jenerik işaret ve adlandırmalara ek olarak, güncel (yaygın, yürürlükteki) dilde veya iyi niyete dayalı (hüsnüniyetli) ve yerleşik ticari faaliyetlerde kullanımı ilgili veya benzer sektörler bakımından teamül haline (alışılagelmiş hale) gelmiş reklam sloganı, kalite bildiren veya alımı teşvik eden unsurlar gibi tescili talep edilen malların veya hizmetlerin özel niteliklerini doğrudan tarif etmeyen işaretlerin veya unsurların da tescil edilmesini engeller biçimde mi yorumlanmalıdır?”

Adalet Divanı, Federal Patent Mahkemesinin talebini soruyu iki ayrı parçaya bölerek yanıtlamıştır.

Federal Patent Mahkemesi sorusunun ilk bölümünde asıl olarak “markayı münhasıran oluşturan işaret veya unsurların, tescili talep edilen mallara veya hizmetlere ilişkin olarak, güncel (yaygın, yürürlükteki) dilde veya iyi niyete dayalı (hüsnüniyetli) ve yerleşik ticari faaliyetlerde kullanımı teamül haline (alışılagelmiş hale) gelmiş işaret veya unsurlar olmaması halinde, madde 3(1)(d)’de belirtilen ret gerekçesinin uygulanabilir mi?” sorusunu yöneltmektedir. Soru en basit haliyle, ilgili ret gerekçesinin tescili talep edilen mallardan veya hizmetlerden bağımsız olarak uygulanabilir nitelikte olup olmadığını irdelemektedir.

Adalet Divanı sorunun ilk bölümüne ilişkin yanıtında takip eden tespitleri yapmıştır:

Direktif madde 3(1)(d), güncel (yaygın, yürürlükteki) dilde veya iyi niyete dayalı (hüsnüniyetli) ve yerleşik ticari faaliyetlerde kullanımı teamül haline (alışılagelmiş hale) gelmiş işaret veya unsurlardan münhasıran oluşan markaların tescil edilmeyeceği hükmünü içermektedir. Güncel (yaygın, yürürlükteki) dilde veya iyi niyete dayalı (hüsnüniyetli) ve yerleşik ticari faaliyetlerde kullanımı malları veya hizmetleri işaret edecek şekilde teamül haline (alışılagelmiş hale) gelmiş işaret veya unsurlardan münhasıran oluşan markaların tescil edilmeyeceği hükmünü içeren Alman Marka Kanunu madde 8(2)(3)’ün aksine, Direktif madde 3(1)(d) hükmünün mallara ve hizmetlere yönelik doğrudan bir atıf içermediği doğrudur. Bununla birlikte, buradan hareketle, bir markanın tescil edilebilirliğini değerlendirirken, markayı oluşturan işaret veya unsurlarla, markanın kapsadığı mallar veya hizmetler arasındaki bağlantının dikkate alınmayacağı sonucuna ulaşmak mümkün değildir. Direktif madde 3(1)(d)’nin amacı bir işletmenin mallarının veya hizmetlerinin diğer işletmelerin mallarından veya hizmetlerinden ayırt edilmesini sağlamayan ve bu nedenle Direktif madde 2’de belirtilen şartı yerine getirmeyen işaretlerin veya unsurların tescil edilmesinin engellenmesidir. Markayı oluşturan işaret veya unsurların ayırt edici karaktere sahip olup olmadıkları hususunun nazari olarak ve markanın kapsadığı (ayırt etme işlevinin gerçekleşmesinin beklendiği) mallardan veya hizmetlerden ayrı biçimde değerlendirilmesi mümkün değildir. Bu çerçevede, Direktif madde 3(1)(d)’nin, güncel (yaygın, yürürlükteki) dilde veya iyi niyete dayalı (hüsnüniyetli) ve yerleşik ticari faaliyetlerde tescili talep edilen malları veya hizmetleri işaret edecek şekilde kullanımı teamül haline (alışılagelmiş hale) gelmiş işaret veya unsurlardan münhasıran oluşan markaların tescilinin engellendiği biçiminde yorumlanması gerekmektedir.

Federal Patent Mahkemesi sorusunun ikinci bölümünde, Direktif madde 3(1)(d)’de yer alan ret halinin, yalnızca, markayı oluşturan işaret veya unsurların münhasıran tescilin talep edildiği malların ve hizmetlerin özelliklerini ve niteliklerini bildiren içerikte olduğu durumlarda mı uygulanacağını, yoksa markayı oluşturan işaret veya unsurlar belirtilen malların ve hizmetlerin özelliklerini ve niteliklerini bildirir içerikte olmasa da,  bu işaret veya unsurların reklam sloganı, kalite bildiren veya alımı teşvik eden ibareler olması durumunda da Direktif madde 3(1)(d)’deki ret halinin ortaya çıkıp çıkmayacağını sormaktadır.

Adalet Divanına göre, Direktif madde 3(1)(c) ile 3(1)(d)’nin kapsamları arasında açık biçimde örtüşme olsa da, madde 3(1)(d) çerçevesinde reddedilecek markaların kabul edilmeme gerekçesi bu markaların tanımlayıcı olması değil, tescilin talep edildiği malların veya hizmetlerin ait olduğu ticari sektörde bu markaların kullanımıdır. Direktif madde 3(1)(d)’nin uygulama kapsamı sadece markanın kapsadığı malların veya hizmetlerin özelliklerini veya niteliklerini münhasıran tarif eden markalarla sınırlanmamalıdır. Markayı oluşturan işaret veya unsurların, markanın kapsadığı malların veya hizmetlerin özelliklerini veya niteliklerini tarif etmesi hükmün uygulanması için zorunlu değildir. Markayı oluşturan işaret veya unsurların, güncel (yaygın, yürürlükteki) dilde veya iyi niyete dayalı (hüsnüniyetli) ve yerleşik ticari faaliyetlerde kullanımının teamül haline (alışılagelmiş hale) gelmesi durumunda, bu işaret veya unsurların reklam sloganı, kalite bildiren veya alımı teşvik eden ibareler olarak kullanılması büyük önem arz etmemektedir. Bununla birlikte, markanın kapsadığı mallara veya hizmetlere ilişkin olarak aynı zamanda reklam sloganı, kalite bildiren veya alımı teşvik eden ibareler olarak da kullanılan bir markanın tescili bu kullanım nedeniyle engellenemez. Markanın kapsadığı mallara veya hizmetlere ilişkin olarak, markayı oluşturan işaret veya unsurların güncel (yaygın, yürürlükteki) dildeki veya iyi niyete dayalı (hüsnüniyetli) ve yerleşik ticari faaliyetlerdeki kullanımının teamül haline (alışılagelmiş hale) gelip gelmediği, ulusal mahkemeler tarafından her olayda ayrıca değerlendirilmelidir. Bu çerçevede, Direktif madde 3(1)(d), markanın kapsadığı mallara veya hizmetlere ilişkin olarak, markayı oluşturan işaret veya unsurların münhasıran, güncel (yaygın, yürürlükteki) dilde veya iyi niyete dayalı (hüsnüniyetli) ve yerleşik ticari faaliyetlerde kullanımı teamül haline (alışılagelmiş hale) gelmiş ibareler olması halinde uygulanacak bir ret gerekçesi olarak yorumlanmalıdır. Hükmün uygulandığı anda, tartışma konusu işaretlerin veya unsurların ilgili malların veya hizmetlerin özelliklerini veya niteliklerini tarif edip etmediği esasa etki etmeyecektir.

Adalet Divanı, Alman Federal Patent Mahkemesinin sorusunu yukarıda yer verilen biçimde yanıtlayarak, Direktif madde 3(1)(d)’nin ve parale hükmü içeren Tüzük madde 7/1-(d)’nin uygulama kapsamını ve uygulanabileceği halleri bir ölçüde netleştirmiştir. Adalet Divanı kararda özet olarak, hüküm uygulanırken markanın kapsadığı malların veya hizmetlerin dikkate alınması ve ret kararının mallar veya hizmetler göz önünde bulundurularak verilmesi gerektiğini ve Direktif madde 3(1)(c) [tanımlayıcı markalar] ile madde 3(1)(d) arasında büyük ölçüde örtüşme olsa da madde 3(1)(d)’nin uygulanması için markayı oluşturan unsurların tanımlayıcı olması gibi bir zorunluluk bulunmadığını belirtmiştir. Madde 3(1)(d) kapsamına giren, yani güncel (yaygın, yürürlükteki) dilde veya iyi niyete dayalı (hüsnüniyetli) ve yerleşik ticari faaliyetlerde kullanımı teamül haline (alışılagelmiş hale) gelmiş işaret veya unsurların genel adı olan jenerik işaretler hususunu ise bir diğer yazıda açıklamaya çalışacağız.

Adalet Divanının “bravo” kararı Topluluk Marka Direktifi madde 3(1)(d)’nin ve Topluluk Marka Tüzüğü madde 7/1-(d)’nin içeriklerinin değerlendirilmesi konusunda kullanılabilir başlıca mahkeme kararı niteliğindedir. Belirtilen maddelerin ve mahkeme kararının 556 sayılı Kanun Hükmünde Kararname kapsamında yer alan 7/1-(d) bendi ile karşılaştırılması da yerinde olacaktır.

556 sayılı Markaların Korunması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin 7/1-(d) bendi takip eden hükmü içermektedir:

“Ticaret alanında herkes tarafından kullanılan veya belirli bir meslek, sanat veya ticaret grubuna mensup olanları ayırt etmeye yarayan işaret ve adları münhasıran veya esas unsur olarak içeren markalar (tescil edilemez).”

Sağlıklı bir karşılaştırma için bu hüküm ile yukarıda çevirisine yer verdiğimiz haliyle Topluluk Marka Direktifi ve Topluluk Marka Tüzüğünün paralel (oldukları varsayılan) maddelerinin birlikte okunması gerekmektedir:

“Güncel (yaygın, yürürlükteki) dilde veya iyi niyete dayalı (hüsnüniyetli) ve yerleşik ticari faaliyetlerde kullanımı teamül haline (alışılagelmiş hale) gelmiş işaret veya unsurlardan münhasıran oluşan markalar (tescil edilmeyecektir).”

 Yukarıda yer verilen maddelerin birlikte okunması, maddelerin kapsamlarının birbirlerinden farklı olduğunu ortaya koymaktadır. Türk mevzuatında yer alan “ticaret alanında herkes tarafından kullanım” halinin, Avrupa Birliği mevzuatında daha detaylı biçimde tarif edilmiş “güncel (yaygın, yürürlükteki) dilde veya iyi niyete dayalı (hüsnüniyetli) ve yerleşik ticari faaliyetlerde kullanımı teamül haline (alışılagelmiş hale) gelmiş işaret veya unsurlar” halini karşıladığı varsayıldığında bile, Türk mevzuatında yer alan diğer şartın, yani “belirli bir meslek, sanat veya ticaret grubuna mensup olanları ayırt etmeye yarayan işaret ve adlar” şartının Topluluk mevzuatında karşılığının bulunmadığı görülmektedir. Buna ilaveten, 7/1-(c) bendinde de karşımıza çıkan ve Topluluk marka mevzuatında karşılığı bulunmayan “esas unsur” kavramının da bir diğer farklılık olduğunun altını çizmek gerekmektedir.

Kanaatimizce, 556 sayılı KHK oluşturulurken, Topluluk marka mevzuatının esas alındığı sıklıkla dile getirilmesine rağmen, mevzuat yazılırken yapılan ve sonrasında da uygulamada yer bulan çok sayıda müdahale, Türk mevzuatı ile Topluluk marka mevzuatının yapısal ve uygulama olarak birbirlerinden belirli ölçüde farklılaşmasını sağlamıştır. Ayırt edilemeyecek derecede benzerlik, aynı tür mal / hizmet, esas unsur gibi kavramlar, yukarıda örneğini verdiğimiz 7/1-(d) bendinde yapılan değişiklik, 7/1-(b),(ı) bendi gibi kavramsal olarak nispi ret nedeni olan ret gerekçelerinin mutlak ret nedenleri arasında sayılması, koruma markası, tanınmışlık listesi gibi uygulamalar ile Türk mevzuat ve uygulaması, Topluluk mevzuat ve uygulamasından farklı hale getirilmiştir. Bu unsurların tespitini ve değerlendirmesini ise başka bir yazıya bırakıyoruz.

 

Önder Erol Ünsal

Mayıs 2012

 

Ses Markalarının İşlevsel Niteliğinin Belirlenmesine İlişkin Değerlendirme İlkeleri – USPTO Temyiz Kurulu “SUTRO” Kararı

sutro(Görsel http://www.sutrovision.com/pages/hinge adresinden alınmıştır.)

İnternette, http://www.orangecountytrademarklawyer.pro/2013/08/08/sound-trademark-for-click-of-eyeglasses-granted-on-appeal/ adresinde karşılaştığım bir haber, Amerika Birleşik Devletleri (A.B.D.) Patent ve Marka Ofisi (USPTO)’nin, ses markaları incelemesinde göz önünde bulundurması gereken bazı esasları ortaya koyması nedeniyle dikkatimi çekti. Kararı ve karara esas olan değerlendirme kriterlerini önemsediğim için okuyucularla da paylaşmak istedim.

 

Gözlük üreticisi “SUTRO PRODUCT DEVELOPMENT, INC” (bundan sonra SUTRO olarak anılacaktır), Mart 2008’de USPTO’ya bir ses markasının gözlükler için tescil edilmesi talebiyle başvuruda bulunur. SUTRO’nun ses markası, marka tarifnamesinde “düzenli aralıklarla tekrar eden üç klik sesi serisi” olarak tarif edilmiştir. Bu ses, gözlüğün kollarının açılması esnasında, metal bağlantı parçalarının birbirleriyle birleşmesi sonucunda ortaya çıkmaktadır.

 

USPTO, başvuruyu oluşturan sesin, gözlük ürününün fonksiyonelliğine ilişkin doğal bir sonuç olması nedeniyle başvuruyu Ek Sicilde de tescil etmez ve başvuruyu reddeder. SUTRO, ret kararına karşı USPTO Yargılama ve Temyiz Kurulu (Trademark Trial and Appeal Board – TTAB) nezdinde itiraz eder ve karar TTAB tarafından yeniden değerlendirilir.

 

Başvurunun ret gerekçesi olan A.B.D. Marka Kanunu madde 2(e)(5), bütün olarak işlevsel (functional) olan markaların tescil edilmeyeceği hükmünü içermektedir.

 

TTAB itirazın incelenmesinde, “Morton-Norwich Faktörleri” olarak anılan değerlendirme kriterlerini uygular. Bu değerlendirme esasına göre, koruma altında bulunan patentlerden herhangi birisinin aynı buluşu içerip içermediği incelenmektedir. İnceleme sonucunda, Kurul, gözlük çerçeveleri için benzer iki patent tespit eder, ancak bunlardan hiç birisi sesi patente ilişkin bir istem olarak içermemektedir. Benzer içerikteki üçüncü kişi patentlerinin sese ilişkin istem içermemesi, başvuru sahibinin lehinde değerlendirilmesi gereken ve sesin ürünün işleviyle bağlantısı bulunmadığını gösteren bir durumdur.

 

TTAB buna ilaveten, başvuru sahibinin, üçüncü kişilere yönelik olarak, üç klik sesinden avantaj sağlanacağı yönünde reklam yapıp yapmadığını da incelemiştir. Bu inceleme sonucunda, Kurul, firmanın üç klik sesinden fayda sağlanacağına ilişkin tanıtım yapmadığı neticesine ulaşmıştır.

 

TTAB, ayrıca, gözlük menteşelerinin ses yapmayacak biçimde tasarlanmasının mümkün olduğu, klik sesi olmadan da, menteşelerin tüm işlevlerini yerine getirebileceği görüşüne varmıştır. Kurula göre, klik sesinin, menteşenin harekete direncine ilişkin herhangi bir etkisi de bulunmamaktadır. Bu çerçevede, menteşelerin hareketi sesi oluşturmaktadır, ancak sesin menteşelerin işlevselliği ile bağlantısı bulunmamaktadır.

 

Belirtilen nedenlerle, TTAB ofisin ret kararından dönmüş ve markanın ek sicilde tescil edilmesinin önünü açmıştır.

 

Kararın tamamını incelemek isteyenlerin karara http://ttabvue.uspto.gov/ttabvue/ttabvue-77418246-EXA-18.pdf adresinden erişmesi mümkündür.

 

Bu yazı kapsamında karara ilişkin daha fazla detaya girme niyetinde olmamakla birlikte, TTAB’nin ses markasının işlevsel niteliğini incelerken dikkate aldığı “Morton-Norwich Faktörleri” kanaatimizce daha detaylı bir değerlendirmeyi gerektirmektedir.

 

Önder Erol Ünsal

Ağustos 2013

unsalonderol@gmail.com

 

Günlük Yaşama Ait Terimlerin Ayırt Edici Niteliği – Birleşik Krallık’ta “The Works” ve “The Basics” Kararları

ukipo

Günlük yaşamda yaygın biçimde kullanılan kelime, terim veya işaretlerin ayırt edici niteliği ve marka olarak tescil edilebilirliği konusundaki sınırların ve ilkelerin belirlenmesi marka tescil ofisleri ve ilgili mahkemeler bakımından genel hatlarıyla sorun teşkil eden bir konudur.

 

Belirtilen sorun yalnızca Türkiye’ye özgü değildir. Birleşik Krallık Fikri Mülkiyet Ofisi (UKIPO) tarafından “The Works” ve “The Basics” ibareli iki markaya ilişkin olarak verilen ret kararına karşı açılan dava sonucunda, Atanmış Kişi (appointed person) tarafından Eylül 2012’de verilen kararlar, günlük yaşamda yaygın biçimde kullanılan kelime, terim veya işaretlerin ayırt edici niteliği ve marka olarak tescil edilebilirliği konusunun Birleşik Krallık’ta da sınırda (borderline) bir mesele olarak kabul edildiğini ortaya koymaktadır.

 

Kararlara ilişkin açıklamalara geçmeden önce, Birleşik Krallık’ta uygulanan Atanmış Kişi (appointed person) sistemi hakkında kısaca bilgi vermek yerinde olacaktır. Atanmış kişiler, UKIPO tarafından verilen ret kararlarının yeniden değerlendirilmesi amacıyla tayin edilen tecrübeli ve bağımsız fikri mülkiyet hukukçularıdır. Atanmış kişiye başvuru, mahkemelerde kararlara karşı dava açmaktan daha az maliyeti olan, alternatif bir yöntem niteliğindedir. Atanmış Kişi kararları nihai niteliktedir ve bu kararlara karşı temyiz yolu kapalıdır (bkz. http://www.ipo.gov.uk/types/tm/t-other/t-object/t-challenge/t-appeal/t-appeal-appointed.htm)

 

“O2 HOLDINGS LIMITED” firması “The Works” ve “The Basics” ibareli iki markanın tescili için UKIPO’ya başvuruda bulunulur, başvurular 9.,38.41.,42. sınıflardaki malları / hizmetleri kapsamaktadır, UKIPO başvuruları bizdeki 7/1-(a),(c) bentlerine karşılık gelen gerekçelerle, yani ayırt edici nitelikten yoksunluk ve tanımlayıcılık gerekçeleriyle kısmen reddeder (9. sınıftaki bazı mallar ve 41. sınıftaki bazı hizmetler ret kararı kapsamı dışındadır). Başvuru sahibi kısmi ret kararlarına karşı Atanmış kişi nezdinde itirazda bulunur.

 

Atanmış Kişi, ilk olarak markalar için tanımlayıcılık nedeniyle verilmiş kısmi ret kararını inceler. Atanmış Kişiye göre, ppointed person, her iki markada da öncelikli olarak tanımlayıcılık gerekçeli kısmi ret kararını 9. sınıftaki mallar bakımından kaldırır, kısmi ret kararı kapsamındaki hizmetler bakımından  tanımlayıcılık kararını “The Basics” ibareli marka için yerinde bulurken, “The Works” ibareli marka için kısmi ret kararı kapsamındaki hizmetler bakımından bir değerlendirmede bulunmak yerine, öncelikli olarak ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçeli ret kararını incelemeyi tercih eder.

 

Kanaatimizce kararların dikkat çekici yönünü de ayırt edici nitelikten yoksunluk kararına karşı yapılan itiraza ilişkin değerlendirmeler oluşturmaktadır.

 

Öncelikli olarak, “The Works” ve “The Basics” ibareli markaların, hangi anlamları nedeniyle tanımlayıcı ve ayırt edici nitelikten yoksun bulunduğu konusuna bu yazı kapsamında detaylı olarak girmek yerine, bunu merak edenlerin aşağıdaki bağlantılardan Atanmış Kişi kararlarını incelemelerini öneriyorum:

 

http://www.ipo.gov.uk/types/tm/t-os/t-find/t-challenge-decision-results/o39712.pdf

 

http://www.ipo.gov.uk/types/tm/t-os/t-find/t-challenge-decision-results/o39812.pdf

 

Atanmış kişi, öncelikli olarak UKIPO’nun ret kararını hangi gerekçeleri esas alarak reddettiğini belirtir, buna göre UKIPO, ilk olarak, Avrupa Birliği Adalet Divanının konu hakkındaki önemli tespitlerini sıralamaktadır:

 

  • Avrupa Birliği (AB) Marka Direktifi madde 3(1)(b) kapsamındaki ret nedenleri [ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçesi], Direktif madde 3(1)(c) kapsamındaki ret nedeninden [tanımlayıcılık gerekçeli ret nedeni] bağımsız olarak değerlendirilir. (bkz. Linde v. Deutsches Patent-und Markenamt kararı, C-53/01-C-55/01, paragraf 40-41 ve 47.)

 

  • Bir markanın ayırt edici karaktere sahip olduğundan bahsedebilmek için, bu markanın başvuru kapsamındaki malların veya hizmetlerin belirli bir işletmeden geldiğini göstermesi ve böylelikle, ilgili malların veya hizmetlerin başka işletmelerin mallarından veya hizmetlerinden ayırt edilmesini sağlaması gerekir. (bkz. Linde kararı, paragraf 40-41 ve 47.)

 

  • Bir marka, kapsadığı mallara veya hizmetlere ilişkin olarak, tanımlayıcılık dışındaki gerekçeler nedeniyle de, ayırt edici nitelikten yoksun olabilir. (bkz. Postkantoor kararı, C-363-99, paragraf 86.)

 

  • Bir markanın ayırt ediciliği soyut olarak değil, kapsadığı mallar veya hizmetler ve kamunun ilgili kesiminin markaya ilişkin algısı referans alınarak değerlendirilmelidir. (bkz. Libertel Group BV v. Benelux Merkenbureau, C-104/01, paragraf 72-77.)

 

  • Kamunun ilgili kesiminin, yeteri derecede bilgi sahibi, gözlemci ve dikkatli ortalama tüketicilerden oluştuğu varsayılır. (bkz. Libertel kararı, paragraf 46 yapılan referansla C-342/97 sayılı Lloyd Schuhfabrik kararı.)

 

UKIPO belirtilen ilkeleri, inceleme konusu markalara uyguladığında, markaları ayırt edici nitelikten yoksun markalar olarak değerlendirmektedir.

 

Atanmış Kişi, UKIPO tespitlerini ve başvuru sahibinin karşı argümanlarını belirttikten sonra, kendi değerlendirmesini takip eden şekilde oluşturur (Atanmış Kişi kararının 31. ve 32. paragraflarında yer alan ifadeler, aşağıda tarafımca özetlenmiştir, bu özet çeviri niteliğinde değildir ve varsa çeviri hataları-anlam kaymaları bana aittir):

 

“31. Başvuru sahibi, AB Adalet Divanının C-329/02 sayılı SAT2 kararındaki “bir markanın ayırt edici niteliğe sahip olması için yüksek derecede yenilikçilik, dilbilgisel yaratıcılık veya hayalgücü içermesi gerekmez” tespitine dayanmaktadır. Bu yorum yerinde olmakla birlikte, incelenen davada konu, “The Works (veya The Basics)” markalarının, kullanıma dayalı olarak kazanılmış ayırt edicilik olmaksızın, kamunun ilgili kesimi nezdinde, kısmi ret kararı kapsamındaki malların / hizmetlerin, diğer firmaların mallarından / hizmetlerinden ayırt edilmesini sağlayıp sağlamayacağıdır.

32. Yukarıda sorunun yanıtı, inceleme uzmanına göre “sağlamayacaktır” şeklindedir ve buna katılıyorum. Bana (appointed person) göre, terim kısmi ret kararı kapsamındaki mallara / hizmetlere yönelik olarak kullanıldığı zaman menşe (kaynak) gösterme bakımından etkisiz (neutral) kalacaktır. “The Works (veya The Basics)” ibaresi, kısmi ret kararı kapsamındaki mallara / hizmetlere ilişkin olarak özel bir anlam taşımayan, ancak, -kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik olmadığı sürece-, ortalama tüketicilerin bu malları veya hizmetleri tek bir işletmeden gelen mallar / hizmetler olarak algılamasını sağlayacak yeterliliğe (kapasiteye) sahip olmayan, günlük yaşama ait bir terim niteliğindedir.”

 

Sonuç olarak, her iki marka hakkındaki ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçeli kısmi ret kararı Atanmış Kişi tarafından onaylanır.

 

Atanmış Kişi kararının birkaç yerinde, bu markaları sınırda vakalar (borderline  case) olarak değerlendirmekte, bir diğer deyişle bu tip markalara özgü sıkıntıların UKIPO gibi oldukça köklü bir geleneğe sahip ve yerleşik ofisler veya hukuk sistemleri bakımından da geçerli olduğunu ortaya koymaktadır.

 

“The Works” ve “The Basics” markaları için getirilen yaklaşım, bir markanın tescil edilebilmesi için yaratıcılık, hayalgücü, dilsel buluş içermesinin veya orijinal olmasının şart olmadığını, ancak tescili talep edilen işaretin, ortalama tüketiciler nezdinde, ilgili malların / hizmetlerin başka firmaların mallarından / hizmetlerinden ayırt edilmesini sağlama işlevini yerine getirmesini gerektiğini ortaya koymaktadır. Bu noktada, ilgili mallara veya hizmetlere ilişkin olarak doğrudan tanımlayıcı nitelikte olmadığı açık olmakla birlikte, ayırt edici özelliğe sahip olup olmadığı tartışmalı olan günlük yaşama ait terimlerin veya işaretlerin ne şekilde değerlendirilmesi gerektiği sorusu önem kazanmaktadır. Belki de, bu sorudan öncelikle sorulması gereken soru, günlük yaşama ait terimler, kelimeler veya işaretler ayrımının hangi düzlemde veya hangi kriterlere göre yapılması gerektiğidir. Atanmış Kişi,  “The Works” ve “The Basics” markaları için UKIPO’nun ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçeli kısmi ret kararını onayarak, bu markalar özelinde nihai kararı vermiştir, ancak kanaatimizce, günlük yaşama ait terimler, kelimeler veya işaretlerin tespitine yönelik ayrımın yapılabilmesi için net kriterler oluşturulmadığı sürece, her marka özelinde –kimi zaman birbiriyle çelişen- ayrı değerlendirmelerin yapılması kaçınılmazdır ve, görüldüğü üzere, bu tespit sadece Türkiye bakımından değil, Birleşik Krallık bakımından da oldukça zordur ve sınırda (borderline) değerlendirmeler yapılmasını gerektirmektedir.

 

Önder Erol Ünsal

Ağustos 2013

unsalonderol@gmail.com

 

Soyadlarının Marka Olarak Tescil Edilebilirliği Konusunda A.B.D. Mevzuatında Yer Alan Düzenleme ve USPTO Uygulama Esasları

surnames.usa

(Görsel http://www.visualnews.com/2011/01/24/the-most-popular-surnames-in-the-us-by-area/ adresinden alınmıştır.)

 

Amerika Birleşik Devletleri (A.B.D.) Marka Kanunu, Madde 2(e)(4), “esasen yalnızca bir soyadından oluşan markalar”ın tescil edilmeyeceği hükmünü içermektedir. Hükümde geçen “esasen yalnızca bir soyadından oluşan markalar” teriminin İngilizce aslının “consists of a mark which is primarily merely a surname” şeklinde olduğunun belirtilmesi yerinde olacaktır. Madde 2’nin ilk fıkrası, takip eden paragraflar kapsamına giren ibarelerin, malların ve hizmetlerin başkalarının mallarından ve hizmetlerinden ayırt edilmesini sağlamayacağı düzenlemesini içerdiğinden, Madde 2(e)(4) kapsamına giren soyadlarının, A.B.D. marka mevzuatına göre ayırt edici olmadıkları için tescil edilmeyecekleri sonucuna ulaşılmaktadır.

Türk mevzuatı ve Türk mevzuatının doğrudan etkilendiği Avrupa Birliği mevzuatı (AB Marka Direktifi ve Topluluk Markası Tüzüğü), kişi adları ve soyadlarının tescil edilebilirliği konusunda, kişi isimleri dahil olmak üzere, isimleri markayı oluşturabilecek işaretler arasında saymıştır. Bununla birlikte, yaygın kullanılan kişi adlarının ve soyadlarının tescilli markalar olsalar da, ayırt edici güçlerinin düşüklüğü-yüksekliği ve bu bağlamda karıştırılma olasılığı incelemesinde bunlara sağlanacak korumanın kapsamı konusunda tartışma mevcuttur. Bir görüşe göre, yaygın kullanılan isimler ve soyisimlerinin, -çok sayıda kişi tarafından kullanılmaları ve günlük yaşamda sıklıkla karşılaşılmaları gerekçeleriyle- ayırt edici güçleri görece zayıftır ve koruma kapsamları bağlantılı olarak daha zayıf olmalıdır. Buna karşın, uygulamada karşılaşılan bir diğer görüş, yaygın kullanılan isimler ve soyisimleriyle, diğer markalar arasında bir ayırım gözetmemekte ve tescilli markanın eşit derecede koruması sağlaması gerektiği varsayımıyla, yaygın kullanılan isimlere ve soyisimlerine, diğer markalarla eşit derecede koruma sağlanması gerektiğini savunmaktadır.

Bu tartışmaları bir tarafa bırakarak yazı kapsamında ilk olarak, A.B.D. mevzuatında, hangi nedenle, “esasen yalnızca bir soyadından oluşan markalar”ın tescil edilmediğini açıklayacağız.

Esasen yalnızca soyadlarından oluşan markaların A.B.D.’nde ayırt edici nitelikte bulunmamasının nedeni, soyadlarının genellikle birden fazla kişiye ait olması ve bu kişilerin her birinin, soyadını ticarette kullanmakla ilgili bireysel fayda veya çıkarının bulunmasıdır. Marka kanunlarının amacının, markaların kullanımı yoluyla tüketicilerin üreticileri veya hizmet sağlayıcıları karıştırmasını engellemek olduğu göz önüne alındığında, birden fazla sayıda kişiye ait soyadlarının, bir kişi tarafından marka olarak tescil edilmesine imkan vermemek suretiyle de karıştırmanın önüne geçilebilecektir.

A.B.D. mevzuatında, esasen yalnızca soyadlarından oluşan markalar, kullanım yoluyla ayırt edici nitelik kazandıklarının ispatlanması durumunda marka olarak tescil edilebilmektedir.

Soyadlarının marka olarak tescil edilmesine yönelik düzenleme tüm soyadları bakımından uygulanmamaktadır. Öncelikli olarak, markanın “esasen yalnızca bir soyadı (primarily merely a surname)” olması gereklidir. Yazının takip eden bölümlerinde, “esasen yalnızca bir soyadı” kavramı ve soyadlarının reddedilmesine yönelik uygulamanın esasları, A.B.D. Patent ve Marka Ofisi (USPTO) Uygulama Kılavuzundaki açıklamalar doğrultusunda ele alınacaktır. (A.B.D. Patent ve Marka Ofisi Uygulama Kılavuzu için bkz. http://tmep.uspto.gov/RDMS/detail/manual/TMEP/Apr2013/d1e2.xml)

Bir soyadının “esasen yalnızca bir soyadı” kavramı kapsamına girip girmediği değerlendirilirken öncelikle, kamudaki potansiyel tüketici kesiminin asli (birincil) algısı esas alınmalıdır. Her vaka, kendisine ait özgün şartlar ve deliller esas alınarak değerlendirilmelidir.

“Esasen yalnızca bir soyadı (primarily merely a surname)” kavramına, “esasen (primarily)” terimi 1946 yılında sonradan eklenmiştir. Bunun nedeni, “Johnson” veya “Jones” gibi soyadlarının marka olarak tescil edilmesi engellenirken, soyadı olarak kullanımın dışında başkaca asli anlamları da bulunan “Cotton (pamuk)” veya “King (kral)” gibi kelimelerin marka olarak tescil edilmesinin engellenmesinin önüne geçmektir.

“Esasen yalnızca bir soyadı” kavramına yönelik olarak, potansiyel alıcı grubunun, asli (birincil) algısının ne yönde gerçekleştiği belirlenirken, USPTO Marka Temyiz Kuruluna göre takip eden 5 faktör dikkate alınmalıdır:

 1-      Soyadı nadiren kullanılan bir soyadı mıdır? 

2-     Terim, başvuru sahibiyle bağlantılı birisinin soyadı mıdır?

3-     Terimin, soyadı olmanın dışında bilinen bir anlamı mevcut mudur?

4-     Terim, bir soyadı olduğu algı ve duygusunu oluşturuyor mu?

5-     Terimin yazım biçimi, ayrı bir ticari algı oluşturacak biçimde ayırt edici özelliğe sahip midir? (Marka standart karakterlerde yazılıysa bu hususun incelenmesi gerekli değildir.)

“Esasen yalnızca bir soyadı” kavramı değerlendirilirken sıklıkla karşılaşılan hususlardan birisi, terimin soyadı olmanın dışında başka bir anlamının da bulunmasıdır. Bu tip durumlarda “esasen (primarily)” soyadından oluşma değerlendirmesi USPTO marka inceleme kılavuzuna göre takip eden esaslar çerçevesinde yapılır:

Başvuruyu oluşturan terimin, soyadı olmanın dışında başka bir anlamının da bulunması halinde, incelemeyi yapan uzman, öncelikli olarak terimin halk nezdinde yarattığı asli anlamı (birincil anlamı) tespit etmelidir.

Terimin, soyadı olmanın dışında, halihazırda önceden bilinen bir anlamının bulunması durumunda, başvuru reddedilmeyecektir. Örneğin, aynı zamanda soyadı olarak da kullanılan “bird (kuş)” veya “hunt (av, avlanmak)” kelimeleri, esasen soyadı kavramı kapsamında değerlendirilmemiştir. Bununla birlikte, bu husus başvuru sahibinin ret kararının verilmesini engellemek için, terimin başka bir anlamını ortaya koymasının yeterli olduğu anlamına gelmemektedir.  Örneğin, “Miller Law Company” markasında, “Miller” kelimesinin başka anlamları bulunsa da “Miller” kelimesinin yarattığı asli algının soyismi olarak değerlendirilmiştir; aynı şekilde “Piquet” kelimesi, aynı zamanda bir iskambil oyununun adı olsa da, kamuda yarattığı asli algının soyadı olduğu kabul edilmiştir. Bu çerçevede, karar aşamasında uzman tarafından yanıtlanması gereken soru, terimin soyadı olarak kullanım dışında başka bir anlamı olup olmadığı sorusu değil, başvuru kapsamındaki mallar veya hizmetler dikkate alındığında, terimin soyadı olarak kullanımı dışındaki anlamının, halk nezdindeki birincil anlam olup olmadığının belirlenmesi sorusudur.

Terimin okunuşunun başka bir anlamı olsa da, terimin kendisi “esasen yalnızca bir soyadı” kavramı çerçevesinde değerlendirilebilir. Örneğin, “Pickett Suite Hotel” markasında yer alan “pickett” ibaresi, bu terimin telaffuzu olan “picket” kelimesinin ayrı bir anlamı olsa da, “esasen yalnızca bir soyadı” kavramı kapsamında değerlendirilmiştir.

Bir terim soyadı olarak kullanımın dışında, aynı zamanda iyi bilinen coğrafi bir karşılığa sahipse, “esasen yalnızca bir soyadı” kavramı kapsamına alınmayabilir. Örneğin, “Fairbanks” terimi, soyadı olarak kullanımı bulunmakla birlikte, aynı zamanda coğrafi karşılığının soyadı olarak kullanım derecesinde bilinir olması nedeniyle “esasen yalnızca bir soyadı” kavramı kapsamında değerlendirilmemiştir. Bununla birlikte, “Hamilton” terimi, coğrafi karşılığı bulunsa da, “esasen yalnızca bir soyadı” kavramı kapsamına alınmıştır.

Bir terim soyadı olarak kullanımın dışında, aynı zamanda tarihi bir yer veya kişiyi işaret ediyorsa, “esasen yalnızca bir soyadı” kavramı kapsamına alınmayabilir. Örneğin “Da Vinci” terimi soyadı olarak kullanımın dışında, esasen “Leonardo Da Vinci”yle bağlantı kurulmasını sağladığından “esasen yalnızca bir soyadı” kavramı kapsamında görülmemiştir. Bununla birlikte “Pickett Suite Hotel” markasında yer alan “Pickett” terimi bir İç Savaş generalinin soyismi olsa da, “esasen yalnızca bir soyadı” kavramı kapsamında değerlendirilmiştir. Aynı zamanda, bir kişinin belirli alanda ünlü ve biliniyor olması, onun mutlak surette tarihi bir kişi olduğu anlamına gelmemektedir. İlaveten, belirli bir tarihi kişiden öte, birden fazla sayıda kişiyi akla getiren soyadlarının tarihi bir kişinin ismi olarak değerlendirilmeyeceği de belirtilmelidir.

Bir soyadının nadir olarak kullanılması “esasen yalnızca bir soyadı” kavramının kapsamı belirlenirken dikkate alınması gereken önemli bir faktördür. Bununla birlikte, bir soyadının nadir rastlanan bir soyadı olması, tek başına, terimin “esasen yalnızca bir soyadı” kavramı kapsamına girmediği anlamına gelmez. Nadiren kullanılan soyadları, halk nezdinde yarattıkları birincil anlam soyadı olarak kullanım yönündeyse “esasen yalnızca bir soyadı” kavramı kapsamına alınır.

Bazı soyadları nadiren kullanılan soyadları olsalar da, kendiliklerinden (doğaları gereği) sadece soyadı oldukları algısını oluştururlar. Örneğin, Pirelli terimi için “bazı nadir soyadları soyadları gibi görünür, bazıları ise böyle görünmez, Pirelli ilk kategoriye girer” hükmü verilmiştir. Bununla birlikte, bazı soyisimleri o kadar nadir kullanılır ki, soyismi olarak algılanmaları mümkün değildir. Bu tür durumlarda, soyismi olarak kullanım dışında anlam bulunmasa da, terimin rastlantısal veya hayal mahsulü bir terim olduğu sonucuna varılabilir.

“Esasen yalnızca bir soyadı” kavramı değerlendirilirken, inceleme uzmanı terimin yabancı dillerde anlamı olup olmadığını araştıracaktır. Buna yönelik değerlendirme, ilgili yabancı dile aşina Amerikalı alıcıların bakış açısıyla yapılacaktır. Örneğin, İtalyanca “Fiore” terimi “çiçek” anlamına gelmesi nedeniyle, “esasen yalnızca bir soyadı” kavramı kapsamında değerlendirilmemiştir.

“Esasen yalnızca bir soyadı” olan bir terimin başka kelime veya şekil unsurlarıyla birlikte başvuruyu oluşturması halinde değerlendirme, USPTO marka inceleme kılavuzuna göre takip eden esaslar çerçevesinde yapılacaktır:

Marka, iki soyadının birlikte kullanılmasından oluşturulmuşsa, terim –tersini gösteren kanıtlara rastlanmadığı sürece- “esasen yalnızca bir soyadı” olarak değerlendirilmeyecektir. Örneğin, “Schaub-Lorenz” markası “esasen yalnızca bir soyadı” olarak değerlendirilmemiştir.

Kendisi “esasen yalnızca bir soyadı” olmakla birlikte, ayırt edici stilize unsurlara veya şekil unsuruna sahip markalar, “esasen yalnızca bir soyadı” kavramı kapsamında değerlendirilmeyecektir. Bununla birlikte, malların veya hizmetlerin alıcılarının zihinlerinde, ayrı bir ticari algı yaratacak derecede ayırt edici niteliğe sahip olmayan stilize yazım biçimleri, “esasen yalnızca bir soyadı” sonucuna varılmasını etkilemeyecektir (bkz. Pickett Suite Hotels).

Bir soyadının başına iki veya daha fazla sayıda baş harfin konulması, kişisel isim (isim + soyadı) algısını iletecek ve bu nedenle, bu tip markalar, genel olarak, “esasen yalnızca bir soyadı” kavramı kapsamında değerlendirilmeyecektir. Bir soyadının başına tek adet baş harfin konulması halinde, bu tip markaların, “esasen yalnızca bir soyadı” kavramı kapsamına alınacağı yönünde mahkeme kararları bulunmakla birlikte, bu tip bir markanın kişisel bir isme yönelik ticari algı yarattığına yönelik kanıtlar sunulması halinde markanın reddedilmesinin önüne geçilebilecektir.

Bir soyadının başına “Mr.”, “Mrs.”, “Dr.”, “MD” gibi unvanların konulması, soyismine yönelik algıyı ortadan kaldırmamakta, tersine güçlendirebilmektedir. Örneğin, “Dr. Rath”, “Giger MD” terimleri “esasen yalnızca bir soyadı” kavramı kapsamında değerlendirilmiştir.

Bir soyadının başka bir kelimeyle veya kelimelerle kombinasyon halinde kullanımı durumunda, soyadı olmayan kelime veya kelimelerin anlamına göre değerlendirme yapılır. Bu kelime veya kelimeler, marka olarak işlev görme kapasitesine sahip değilse, uzman, başvuruyu “esasen yalnızca bir soyadı” kavramı kapsamında değerlendirerek kabul etmeyecektir. Örneğin, “Miller Law Group”, “Hamilton Pharmaceuticals”, “Brassiere Lipp”, “Wooley’s Petite Suits”, “Possis Perfusion Cup”, “Liquore Martinoni” markaları, “esasen yalnızca bir soyadı” kavramı kapsamında görülmüştür.

Soyadıyla birlikte kullanılan kelime veya kelimeler, marka olarak işlev görme kapasitesine sahipse, uzman, marka “esasen yalnızca bir soyadı” kavramı kapsamında değerlendirilmeyecektir. Bununla birlikte, soyadıyla birlikte kullanılan kelime tanımlayıcı nitelikte ise bu kelimenin münhasır haklar sağlamadığına ilişkin şerh (disclaimer) düşülecektir.

 Soyadıyla birlikte kullanılan bazı kelime veya kelimeler, soyismi algısını ortadan kaldırmak yerine, bu algıyı güçlendirebilir. Örneğin, “ve Oğulları” anlamına gelen “& Sons” kelimesi, vb.

Soyadının, kaynak gösterme işlevi olmayan üst düzey alan adları ile birlikte kullanılması durumunda, terim “esasen yalnızca bir soyadı” kavramı kapsamında değerlendirilir. Örneğin, “Johnson.com”, vb.

Soyadıyla birlikte kullanılan kelime veya kelimelerin, başvuru sahibinin hukuki nevini veya aile işletmesinin yapısını belirtmesi halinde, terim “esasen yalnızca bir soyadı” kavramı kapsamında görülür. Örneğin, “Corporation”, “Inc.”, “Ltd.”, “Company”, “Co.”, “& Sons”, “Bros.”, vb.

USPTO uzmanlarının, “esasen yalnızca bir soyadı” kavramına yönelik değerlendirmesinde, terimin bu kavram kapsamına girdiği gösterme yükümlülüğü uzmanda, bunun ardından aksini gösterme yükümlülüğü ise başvuru sahibine aittir.

Bir terimin, “esasen yalnızca bir soyadı” kavramı kapsamına girdiğini göstermek için ihtiyaç duyulan kanıtların cinsi veya miktarı konusunda bir kural mevcut değildir. İnceleme ve değerlendirme her vaka için ayrı biçimde, vakanın kendi şartları kapsamında yapılacaktır. İncelemede esas alınabilecek başlıca kanıt tipleri, telefon rehberleri, bilgisayar arama veritabanlarından alınmış makaleler, numune üzerindeki kullanım, terimin soyadı olarak değerlendirmesi gerektiğini bildiren kayıtlardaki deliller, sözlük tanımları, vb. olarak sayılabilir. Terimin, “esasen yalnızca bir soyadı” kavramı kapsamında değerlendirmesi için telefon rehberi kaç kez geçmesi gerektiğini bildiren asgari bir sayı ise bulunmamaktadır.

“Esasen yalnızca bir soyadı” olan terimlerin, A.B.D.’nde marka olarak tescil edilmesinin engellenmesi ve bu yolla herkese kendi soyadını ticaret alanında kullanma imkanının verilmesi, kanaatimizce hakkaniyetli bir uygulamadır. Ülkemizde, mevzuatta bu yönde bir düzenleme bulunmamakla birlikte, bu nitelikteki tescilli markalarla, diğer markalar arasındaki karıştırılma olasılığı içerikli incelemede sağlanacak korumanın derecesi konusunda daha hassas davranılması gerektiği düşünülmektedir. Yaygın kullanılan kişi isimleri ve soyisimlerine, ayırt edici gücü yüksek markalarla neredeyse eşdeğer bir koruma kapsamı tanınarak, birbirlerine herhangi bir nedenle benzer bulunan her türlü  markanın karıştırılma olasılığı nedeniyle hükümsüz kılınması (veya reddedilmesi), iyi niyetli üçüncü kişilerin kendi soyisimleri içeren markalarını korumalarını engellemekte ve kişi isimleri ve soyisimlerinden oluşan ayırt edici gücü görece zayıf markaların sahiplerinin neredeyse sınırı bulunmayan bir koruma kapsamından faydalanmasını sağlamaktadır. Tanınmış veya bilinir markalar haline gelmiş soyadlarının daha güçlü bir korumadan yararlanması gerektiği şüphesiz olmakla birlikte, tanınmış veya bilinir markalar olmayan ve günlük yaşamda sıklıkla kullanılan kişi adlarından ve soyadlarından oluşan markalara, karıştırılma olasılığı değerlendirmesinde, oldukça geniş (güçlü markalarla eşdeğer) bir koruma kapsamı sağlanması, Türk marka inceleme pratiklerinin kanaatimizce kanayan yaralarından veya bir diğerle deyişle, önemli problemlerinden birisidir. Fantastik sıfatıyla tanımladığımız bilirkişi raporlarının uygulamaların içeriğinin oluşturulmasında oynadığı belirleyici rol devam ettiği sürece, bu pratiğin değişmesi ise mümkün görülmemektedir.

Önder Erol Ünsal

Haziran 2013

unsalonderol@gmail.com

Sloganlardan Oluşan Markaların Ayırt Edici Niteliği – Adalet Divanı Genel Mahkemesi “Innovation for the Real World” kararı (T-515/11)

Image

Avrupa Birliği Adalet Divanı Genel Mahkemesi tarafından 6 Haziran 2013 tarihinde verilen T-515/11 sayılı “innovation for the real world” kararı sloganların marka olarak tescil edilebilirliği konusunda Adalet Divanının mevcut içtihadın ne şekilde algılanıp değerlendirildiğinin anlaşılması bakımından önemli göstergeleri ortaya koymaktadır.

Türkçe’ye “gerçek dünya için yenilik (buluş)” şeklinde çevrilmesi mümkün olan “innovation for the real world” sloganının marka olarak tescil edilmesi amacıyla “DELPHI TECHNOLOGIES, INC” 2008 yılında İç Pazarda Uyumlaştırma Ofisine (OHIM) başvuruda bulunur. Başvuru kapsamında 7., 9., 10. ve 12. sınıflara dahil mallar (Motorlu araçlar ile ilgili ekipmanlar, yani yakıt idare sistemleri ve parçaları, ateşleyiciler ve bunların parçaları, emisyon kontrol sistemleri ve bunların parçaları. GPS navigasyon sistemleri, radyolar, ses sistemleri ile bunların parçaları ve aksesuarları. Hayatı belirtileri görüntüleme, tıbbi infüzyonları kontrol etme ve solunum işlevinin düzeltilmesi veya iyileştirilmesi amaçlı tıbbi cihaz ve araçlar. Motorlu araçlarla ilgili donanımlar, yani fren tertibatları, bağlantı ve parçaları; amortisör tertibatı ve parçaları; direksiyon sistemleri bağlantı ve parçaları; motorlu taşıtlar için güç aktarım mekanizmaları, hava yastıkları, emniyet kemerleri, şok emiciler ve sürüş üniteleri.) bulunmaktadır.  

OHIM İnceleme Birimi başvuruyu ayırt edicilikten yoksunluk gerekçesiyle reddeder ve başvuru sahibinin itirazı üzerine karar OHIM Temyiz Kurulu tarafından değerlendirilir.

OHIM Temyiz Kurulu, başvurunun ayırt edici nitelikten yoksun olduğunu belirterek, başvuru sahibi tarafından yapılan itirazı reddeder. Temyiz Kurulunun kararında takip eden değerlendirmelere yer verilir: “Başvurunun 9. sınıfında yer alan mallar bakımından ilgili tüketici kesimi genel anlamda halk, diğer mallar bakımından ise ilgili malların kullanıcısı olan profesyonellerdir. Başvuru kapsamındaki malların niteliği dikkate alındığında, kamunun ilgili kesiminin dikkat seviyesinin görece yüksek olduğu kabul edilmelidir. Kamunun ilgili kesiminin dikkat seviyesinin yüksekliğine rağmen, iyi bilgilendirilmiş tüketicilerin karar verme sürecine etkide bulunmayan promosyon niteliğindeki ibareler söz konusu olduğunda, belirtilen dikkat seviyesi nispeten düşük olabilir. Bu bağlamda, başvuruyu oluşturan “innovation for the real world” ibaresi kamunun ilgili kesimi tarafından, başvuru sahibi tarafından sunulan malların gerçek dünyaya ilişkin buluşlar, yenilikler olduğunu belirten övgü nitelikli bir söz dizisi olarak algılanacaktır. Başvuru kapsamındaki malların yeniliklerin-buluşların gerekli olduğu sektörlere ait olması bu anlamı daha açık hale getirmektedir. Bunun ötesinde, “innovation for the real world” ibaresi, promosyona yönelik anlamı dışında, tüketicilerce anında ve kolayca marka olarak algılanmasını sağlayacak herhangi unsur içermemektedir. Bu bağlamda, “innovation for the real world” ibaresi sözcüklerle oynama içermemektedir ve yaratıcı, şaşkınlık verici veya beklenmedik nitelikte değildir. Temyiz Kuruluna göre bu analiz Adalet Divanının C-398/08 sayılı Audi v. OHIM kararındaki tespitlerle çelişmemektedir, şöyle ki incelenen vakada başvuru sloganın bir promosyon sloganı olması nedeniyle değil, banal (sıradan) bir slogan olması nedeniyle reddedilmiştir. Ayrıca, Audi v. OHIM davasında, ilgili slogan uzun yıllar süren kullanım neticesinde geniş çapta bilinir hale gelmiştir, ancak incelenen vakada böyle bir durum söz konusu değildir.”

“DELPHI TECHNOLOGIES, INC” bu karara karşı dava açar ve dava Adalet Divanı Genel Mahkemesince görülür.

Davacının üç iddiası bulunmaktadır; (i) OHIM Temyiz Kurulu, başvurunun ayırt edici nitelikten yoksun olduğuna karar vererek, Topluluk Marka Tüzüğünün ilgili ret gerekçesini (7(1)(b)) hatalı yorumlamıştır, (ii) “innovation for the real world”      ibaresinin ünü ve kullanımı dikkate alınmamıştır, (iii) başvuruyla aynı veya benzer markaların Avrupa Birliği seviyesinde ve bazı üye ülkelerde tescil edilmiş olması göz önünde bulundurulmamıştır.

Belirtilen iddialar Adalet Divanı Genel Mahkemesince sırasıyla incelenmiştir.

Mahkeme ilk olarak, markaların ayırt edici niteliği ve sloganlardan oluşan markalar hakkındaki yerleşik içtihadının anahatlarını belirtir:

Adalet Divanına göre, bir markanın ayırt edici niteliğe sahip olduğundan bahsedebilmek için, bu markanın tescili talep edilen malların belirli bir işletmeden kaynaklandığını göstermesi ve bu şekilde malların diğer işletmelerin mallarından ayırt edilmesini sağlaması gerekmektedir (C473/01 P ve C474/01 P Procter & Gamble v OHIM [2004],  paragraf 32; C144/06 P Henkel v OHIM [2007], paragraf 34; C304/06 P Eurohypo v OHIM [2008], paragraf 66; C‑398/08 P Audi v OHIM [2010], paragraf 33). Böylelikle, ilgili malları edinen tüketicilerin sonraki bir satın alma esnasında, önceki deneyimlerinden memnun kalmaları halinde bu deneyimi tekrarlamaları, tersine memnun olmamaları halinde ise aynı deneyimden kaçınmaları sağlanacaktır (T‑130/01 Sykes Enterprises v OHIM (REAL PEOPLE, REAL SOLUTIONS) [2002], paragraf 18; T‑441/05 IVG Immobilien v OHIM (I) [2007], paragraf 39).

Bir markanın ayırt edici niteliği, öncelikle tescil talebine konu mallar veya hizmetler, ikinci olarak, kamunun ilgili kesiminin belirtilen mallara veya hizmetlere yönelik algısı esas alınarak değerlendirilmelidir (C473/01 P ve C474/01 P Procter & Gamble v OHIM [2004],  paragraf 33; C‑398/08 P Audi v OHIM [2010], paragraf 34).

Tescili talep edilen mallara veya hizmetlere yönelik olarak, aynı zamanda reklam sloganı veya bu malların satın alınmasını sağlamak amacıyla kalite veya teşvik emaresi olarak kullanılan işaretlerden müteşekkil markalar, bu kullanımları nedeniyle tescilden muaf tutulamazlar. Adalet Divanı, bu tip markaların ayırt edici karakteri değerlendirilirken, sloganlara diğer işaretlere uygulananlardan daha katı kriterler uygulanmaması gerektiği kararını önceden vermiştir.  (C‑64/02 P OHIM v Erpo Möbelwerk [2004], paragraflar 32, 41, 44; C‑398/08 P Audi v OHIM [2010], paragraflar 35-36).

İnceleme konusu sloganın ayırt edici niteliğe sahip olmadığı yönündeki kararın Topluluk Marka Tüzüğünün ihlali anlamına gelip gelmediği yukarıda yer verilen değerlendirmeler ışığında incelenmelidir.

Adalet Divanının, “Real People, Real Solutions” kararından görülebileceği üzere, bir sloganın sadece promosyona yönelik mesaj vermesi halinde iyi bilgilenmiş tüketicilerin dikkat seviyesi düşük olacak, buna karşın markanın hem promosyon mesajı vermesi hem de ilgili mallara veya hizmetlere yönelik olarak ticari kaynak belirten bir ibare olması halinde tüketicilerin dikkat seviyesi düşük olmayacaktır.

Yerleşik içtihada göre, bileşke kelime markaları söz konusu olduğunda, işareti oluşturan unsurlardan sadece birisinin anlamı değil, işareti oluşturan tüm unsurların bir arada oluşturduğu anlam dikkate alınacaktır (T‑28/06 RheinfelsQuellen H. Hövelmann v OHIM (VOM URSPRUNG HER VOLLKOMMEN) [2007], paragraf 32). Bir diğer deyişle, bir markanın ayırt edici niteliğe sahip olup olmadığı değerlendirilirken, markanın oluşturduğu bütünsel algı dikkate alınmalıdır. İncelenen vakada, Temyiz Kurulunun belirlediği üzere, “innovation for the real world” sloganı, başvuru kapsamındaki malların “gerçek dünya için yenilikler (buluşlar)” olduğunu işaret etmektedir ve davacı bu tespiti çürüten argümanlar ortaya koyamamıştır. Bu çerçevede, Temyiz Kurulunun, “innovation for the real world” ibaresinin, kamunun ilgili kesimince, malların ticari kaynağını gösteren bir işaret olarak değil, doğrudan ve ek bir değerlendirme olmaksızın yenilikçi mallara yönelik bir ima olarak algılanacağı yönündeki kararı yerindedir.

İlaveten, “innovation for the real world” ibaresinin promosyon sloganı olarak da ayırt edici nitelik içerdiğinden bahsedilemez. Adalet Divanının C‑398/08 P Audi v OHIM kararında belirtildiği üzere, markanın bir promosyon sloganından oluşması veya o şekilde algılanması, tek başına ilgili markanın ticari kaynak gösteremeyeceği anlamına gelmez. Bir reklam sloganın ayırt edici nitelikte olmadığından bahsedebilmek için, bu sloganın kamunun ilgili kesimince münhasıran bir promosyon formülü (deyimi, tertibi) olarak algılanmaya müsait nitelikte olması gerekir. Buna karşılık, işaret promosyona yönelik işlevinin ötesinde, kamunun ilgili kesimi tarafından anında, inceleme konusu malların veya hizmetlerin ticari kaynağına yönelik bir gösterge olarak algılanabiliyorsa, bu işaretin ayırt edici niteliğe sahip olduğu kabul edilecektir. İncelenen vaka özelinde, “innovation for the real world” sloganı, bu duruma uygun biçimde, yalnızca bir promosyon mesajı olarak algılanabilir durumdadır. Temyiz Kurulunca belirtildiği üzere, “innovation for the real world” ibaresi, kamunun ilgili kesiminin zihninde ayırt edici bir özellik olarak görülebilecek,  sözcüklerle oynama içermemektedir ve yaratıcı, şaşkınlık verici veya beklenmedik nitelikte değildir. Bu bağlamda, “innovation for the real world” ibaresi, promosyon işlevinin ötesine geçmeyen, tüketicilerin işareti ilgili mallar bakımından kolayca ve anında marka olarak algılamasını sağlayacak unsurları içermeyen, klasik bir slogan niteliğindedir.

Mahkeme, “innovation for the real world” sloganının, Adalet Divanı tarafından önceden verilen c-398/08 sayılı kararın konusu “vorsprung durch technik (teknoloji yoluyla ilerleme)” sloganından farklı olduğunu da belirtmektedir. Adalet Divanı, “vorsprung durch technik” sloganından oluşan markanın birden çok anlamının bulunması, kelimelerle oyun niteliğinde veya hayalgücü içeren, şaşkınlık verici ve beklenilmeyen nitelikte olması ve bu nedenlerle kolaylıkla hatırlanabilmesi nedenleriyle ayırt edici niteliğe sahip olduğu kararını vermişken; incelemeye konu “innovation for the real world” sloganı yukarıda sayılan özelliklerden hiçbirisini içermemektedir ve bu nedenle ayırt edici karaktere sahip değildir.

Adalet Divanı Genel Mahkemesi yukarıda yer verilen tüm gerekçelerle, OHIM Temyiz Kurulunun başvuru hakkında ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçesiyle verdiği ret kararını yerinde bulmuştur. Takiben, davacının diğer iki iddiası incelenmiştir (“innovation for the real world” ibaresinin ünü ve kullanımı dikkate alınmamıştır, başvuruyla aynı veya benzer markaların Avrupa Birliği seviyesinde ve bazı üye ülkelerde tescil edilmiş olması göz önünde bulundurulmamıştır.).

Davacı, “innovation for the real world” sloganının ününün ve kullanımının dikkate alınmadığını öne sürerek, aslen markanın kullanım sonucunda ayırt edici nitelik kazandığını öne sürmektedir. Bununla birlikte, bu iddia OHIM nezdinde yapılan itirazda öne sürülmemiş ve OHIM Temyiz Kurulu tarafından incelenmemiştir. Kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik iddiası öne sürülmedikçe, OHIM’in bu iddiayı kendiliğinden incelemesi ise mümkün değildir. Mahkemenin görevinin, OHIM tarafından verilen kararların hukuka uygunluğunu değerlendirmek olduğu dikkate alındığında, OHIM tarafından incelenen itirazda öne sürülmeyen ve dolayısıyla incelenmeyen bu iddianın Genel Mahkeme tarafından değerlendirilmesi mümkün değildir.

Son olarak, başvuruyla aynı veya benzer markaların Avrupa Birliği seviyesinde ve bazı üye ülkelerde tescil edilmiş olmasının göz önünde bulundurulmaması yönündeki iddia değerlendirilmiştir.

OHIM bir başvuruyu incelerken, eşit muamele ve güvenilir idare ilkeleri doğrultusunda, benzer markalar hakkında önceden verdiği kararları dikkate almak ve aynı şekilde karar verip vermeyeceği konusunda özen göstermek zorundadır. Bununla birlikte, bu ilkelerin uygulanması yasallık ilkesiyle uyumlu olmak zorundadır. Markaların yanlış şekilde tescil edilmelerinin engellenmesi için her markanın incelemesi sıkı (detaylı) ve eksiksiz biçimde yapılmalıdır. Bu inceleme her marka için ayrı şekilde gerçekleştirilmelidir. Bir işaretin tescil edilebilirliği, her vakanın kendine özgü şartları çerçevesinde ortaya çıkan özel şartlara bağımlıdır, belirtilen özel şartlar, tescili talep edilen işaretin bir ret nedeni kapsamına girip girmediğinin belirlenmesi amacıyla değerlendirilir. İncelenen vakada, tescili talep edilen işaret, ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçeli ret nedeninin kapsamına girmektedir. Dolayısıyla, Temyiz Kurulunun, başvuruyu reddetmesi yerindedir ve başvuru sahibi, bu tespiti çürütmek için OHIM’in önceki kararları gerekçesine dayanamaz. İlaveten, başvuru sahibi tarafından öne sürülen markaların ve bu markaların kapsadığı malların veya hizmetlerin, başvurusu yapılan markadan ve inceleme konusu mallardan kısmen farklı olduğu da belirtilmelidir.

Bazı üye ülkelerde, “innovation” kelimesini markaların tescil edilmesi konusunda, topluluk marka rejiminin, kendine ait amaç ve kurallar seti bulunan otonom bir sistem olduğu ve herhangi bir ulusal sistemden bağımsız işlediği ortaya konulmalıdır. OHIM ve uygulanması gereken hallerde Topluluk yargı sistemi, inceleme konusu işaretin bir üye ülkede ulusal marka olarak tescil edilmesi yönündeki kararla bağlı değildir. Üye ülkelerde gerçekleşmiş tescil, kararı bağlayıcı ağırlığı olmaksızın, incelemede değerlendirmeye alınabilecek bir faktör niteliğindedir.   

Adalet Divanı Genel Mahkemesi, yukarıda detaylı olarak açıklanan gerekçelerle davacının tüm iddialarını reddetmiş ve “innovation for the real world” sloganının ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçesiyle reddedilmesi yönündeki OHIM Temyiz Kurulu kararını onamıştır.

“Innovation for the real world” kararı, sloganlardan oluşan markaların tescil edilebilirliği konusunda, Adalet Divanının önceki kararlarında yaptığı ayrımın  (münhasıran promosyon amaçlı sloganlar ve diğerleri) altını çizen ve ayrımı bir ölçüde netleştiren bir karar niteliğindedir. Ayrım, bir reklam sloganın ayırt edici nitelikte olmadığından bahsedebilmek için, bu sloganın kamunun ilgili kesimince münhasıran bir promosyon formülü (deyimi, tertibi) olarak algılanmaya müsait nitelikte olması gerekir şeklinde konulmuş ve bu değerlendirmenin veya tersinin ortaya çıkacağı haller belirtilmiş olmakla birlikte, sloganlardan oluşan markalar söz konusu olduğunda, kanaatimizce hangi sloganın münhasıran promosyon amaçlı olduğunun, hangisinin ise promosyon işlevine ek olarak aynı zamanda kaynak gösterme işlevini de yerine getirebileceğinin saptanması hiç kolay değildir. Genel Mahkemenin bu kararına karşı temyiz yolunun kullanılıp kullanılmadığını şu an için bilmemekle birlikte, Adalet Divanının, ileride sloganların ayırt ediciliği konusundaki ayrımları daha da netleştirmesi beklenebilir.

Önder Erol Ünsal

Temmuz 2013