Ay: Temmuz 2021

SÖYLEŞİYORUZ #VI – Avukat MEHMET GÜN BİZLERLE!


“Söyleşiyoruz” serisinin Temmuz ayı söyleşisiyle tekrar karşınızdayız.

Konuğumuz Türk fikri mülkiyet hakları camiasının duayen isimlerinden Avukat MEHMET GÜN!


Mehmet Bey ülkemizde fikri mülkiyet hakları alanında hizmet veren en büyük hukuk firmalarından birisinin kurucusu, alanda büyük tecrübe ve bilgi birikimine sahip ve bu birikimi aktarma konusunda da büyük emek veriyor. Mehmet Bey’in deneyimini ve alana olan tutkusunu IPR Gezgini okurlarına da yansıtmak istedik, kendisine söyleşi önerimizi götürdük ve kendisi bizi geri çevirmedi.

Mehmet Bey’e kendisi ile söyleşi yapma teklifimizi ettiği için teşekkür ediyor ve bir gün bu söyleşiyi yüz yüze yapabilmeyi umarak başlıyoruz. Söyleşide IPR Gezgini adına soruları Önder Erol ÜNSAL yöneltecek.


Mehmet Bey, Söyleşiyoruz serimize katıldığınız için IPR Gezgini adına teşekkür ederek başlamak istiyorum. Türkiye’nin fikri haklar sektöründe önde gelen firmalarından birisinin kurucusu olarak sizden hem alanımıza, camiamıza ilişkin görüşlerinizi duymak, hem de kişisel olarak sizi daha yakından tanımak, bizlerin olduğu kadar okurlarımızın da ilgisini çekecek. 

Serinin başlangıcından bu yana söyleşilerimizi pandemi nedeniyle yüz yüze yapamıyoruz ve aynı durum sizinle yaptığımız söyleşide de geçerli, umuyoruz ki yakın zamanda Söyleşiyoruz’u konuklarımızla karşılıklı yapma fırsatını elde edeceğiz.


Mehmet Gün ismini fikri mülkiyet hakları alanında çalışanlar yakından tanıyorlar, ama isminizi bilmek, elbette ki sizi ve yaşam öykünüzü de bilmek anlamına gelmiyor. https://www.mehmetgun.com/ adresinden erişilebilecek kişisel internet sitenizde size ilişkin –gerçekten etkileyici- bilgilere erişmek mümkün, ama gene de sizden de duyabilir miyiz: Mehmet Gün kimdir, kendini nasıl geliştirdi ve bugünlere geldi; kişisel zevkleriniz, uğraşlarınız, sizi hayata daha sıkı bağlayan özellikleriniz nelerdir?

Cumhuriyetin yetiştirdiği, yüzünü uygarlığa dönmüş binlerce Anadolu Çocuğundan biri olarak tanımlamak isterim kendimi. Güney Toroslar’da ücra bir Anadolu köyünün Dikilitaş yaylasında toprak bir damın altında başlayan yaşamımda köyden çıkıp gurbete herkes için kaçınılmaz kaderdi.

Çocukluk arkadaşlarımın pek çoğu gömlekçi, çantacı gibi küçük atölyelerde zor şartlarda çalışmak veya seyyar satıcılık yapmak için gurbete gittiler. Köyden okuyarak çıkmak ise çok zordu ve herkese nasip olmazdı. İlkokuldan mezun olduğum yıl evimizin 20 metre önüne bir ortaokul yapılmış olması, uzak bir akrabamızın “Memet kaybolmasın, benim Fatma’nın kitaplarını okusun” diye haber göndermesi üzerine elleri öpülesi anamın kayıt harçlarını ödeyebilmek için danamızı satmasıyla ortaokula kayıt olabildim. Ortaokulun son sınıfında Kuşadası’ndaki rahmetli Faik dayımın elimden tutması ile köyden okumak ve çalışmak için çıkabildim.

Yazları bir çay bahçesinde garsonluk yaptığım Kuşadası’na, Kaya Aldoğan Ortaokuluna nakletti beni dayım. Öğretmenlerim bilgi açığımı hızla kapattılar. Köydeki ortaokulda olsaydım asla kazanamayacağım parasız yatılı öğretmen okulu sınavını kazandım. Sadece kendimi götürmem yetiyordu Çanakkale Öğretmen Okuluna. Giyeceğimi, yiyeceğimi, yatacağım yeri, çok daha önemlisi o zamanlar mümkün olan en iyi eğitimi verdi devletimiz. Türkiye’nin değişik yerlerinden gelen benim gibi gariban yüzlerce Anadolu çocuğu ülkenin en iyi eğitimini aldı; sabah 6:30’dan geceleri 22:00’ye kadar durmadan çalıştık, öğrendik.

O zamanlar öğretmen yetiştiren öğretmen okullarının statüsünün düz liseye çevrilmesi sonucunda öğretmen olma hayallerim yıkıldı; hayalini bile kuramadığım üniversiteye gitmem öğretmen olabilmek için bile zorunlu oldu. Son gününde yüzüm kızara kızara borç istediğim bir öğretmenimin 100 TL borç vermesi ile sınava kayıt yaptırabildim. Kader beni İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine getirdi. İstanbul’da üniversite öğrenciliğim ile avukatlıkta ilk yıllarım hayatımın en zor yıllarıdır diyebilirim. Enflasyonun %100’den fazla olduğu, fiyatların bazen her gün ikiye katlandığı o yıllarda yarım asgari ücretle dayımın da çalıştığı avukatlık bürosunda bütün gün çalışmak, geçinmek ve okumak o kadar zordu ki… Köyümden gelmiş, atölyelerde sigortasız çalışmakta olan çocukların kaldığı bekar evinde bana da bir somyalık yer açtılar. Ancak öyle geçinebiliyordum. Yok denecek kadar kira, ortak mutfak – aşçısı bendim – giderleri en aza indiriyordu ama yine de zordu. Zaman zaman rüyalarım beni o günlere götürüyor ve uyandığımda kendimi çaresizlik içinde kıvranır buluyorum.

Kuşadası’ndaki çay bahçesinde çay, kahve, bira servis ettiğim, çata pata iletişim kurduğum turistler, resmimi çekiyor, adresimi alıyor, memleketlerinden kartlar gönderiyorlardı. Hiç anlamadığım dillerdeki kartları tercüme ettirerek anlıyor, hiç bilmediğim ülkelerde bir kere olsa tanıştığım dostlarım olması hoşuma gidiyordu. Bu bende yabancı dil öğrenme isteğini ve köyümdeki ortaokulun kömürlüğünde bulduğum kitaplarda okuduğum yabancı, uzak ülkeleri ve insanlarını tanıma isteğini ateşledi diyebilirim. 1980’de üniversiteden mezun oldum. Anarşi yıllarını postu deldirmeden, orta derece notla mezun olarak büyük başarı ile bitirmiştim. Avukatlığa başladığım yıllarda İstanbul’un en meşhur avukatlarının yabancı dil bilenler olduğunu gördüm. Yabancı dilin ne büyük fark yarattığını gözlerimle gördüm diyebilirim. O zamana kadar epey yatırım yaptığım ama bir türlü ilerletemediğim Fransızcamı geliştirmek için tekrar üniversite sınavına girip Fransız Filolojisini kazandım, fakat kayıt yaptırmadım. Çünkü o yaz sohbet ettiğim bir kısım büyüklerim dünyanın İngilizce etrafında döndüğünü, Fransızca’nın öneminin kaybetmekte olduğunu söyleyip İngilizce öğrenmemi tavsiye ettiler. Ben de part-time çalışmakta olduğum bir denizcilik şirketinin yakınındaki İngilizce kursuna kayıt oldum. O zaman internet yok, yabancı televizyon yok. Fakat Sultanahmet’te turistler, kısa dalgadan yayın yapan BBC World Service ve bir de bir gazetenin kupon karşılığı verdiği İngilizce öğrenim ekleri ve kasetler var. Deliler gibi çalışarak İngilizce öğrendim; 21 ayda Cambridge First Certificate belgesi aldım. 

Eskiden yurtdışına seyahat etmek neredeyse yasaktı denilebilir. İstisnai olarak, izinle veya öğrenim için yurtdışına çıkılabilir, çıkarken döviz bulabilmek için Merkez Bankasından zorluklarla döviz alınırdı. Özal’ın Türkiye’yi dışarıya açması sonucunda hayatımız hızla değişti. Tam o zamanlarda İngiltere’de batan Polly Peck’e İngiliz mahkemesinin atadığı kayyımların avukatı oldum. Avukatlıklarını aldım diyemem, onlar gelip beni avukatlığa aldılar desem daha doğru olur.  Çünkü o tarihlerde sayısı bir elin parmakları kadar olan yabancı dil bilen avukatların tamamı menfaat çelişkisi ve belki de biraz korku nedeniyle kayyumların avukatlığını almamışlar. Benim gibi o zaman esamesi bile okunmayan çömez bir avukata elleri mahkum olmuş. O zamana kadar telif hakları ve marka konularında yaptığım çalışmalarla edindiğim tecrübelerimin üzerine Polly Peck davalarını almam, 10 yıldan uzun süre İngiliz avukatlarla çalışmam beni hızla geliştirdi; mesleğimde daha ileri seviyelere taşıdı ve sonuçta bu günlere geldim. 

Bu kısa hikayemden göreceğiniz gibi çalışmak, çalışmak, çalışmak; başarıncaya kadar hiçbir şeyden yılmamak benim genlerime kazınmış gibidir. Çalışmazsam sıkıntıdan patlarım. Kendi kendimi meşgul etmekte oldukça ustayımdır. Küçük bir çocukken yaylada da öyle idim. Yapacak hiçbir şey bulamasam hayvanların su içtiği çeşme hatıllarındaki yosunları temizler, kuruyan çimlerin yerine yenilerini ekerdim. Şimdi de öyleyim; hiç boş duramıyorum. Ancak bu yaşlarda bana daha manalı gelen şeylerle uğraşıyorum, strateji oluşturuyorum, çalışma arkadaşlarıma, meslektaşlara rehberlik etmeye ve mesleğimin Türkiye’nin tamamında ilerlemesine katkıda bulunmaya çalışıyorum. 

Sanılmasın ki bir insan kendisini sadece çalışmaya adarsa çok mutlu ve tatmin olur. Tam tersine hep çalışan, kendine ve sevdiklerine zaman ayırmayan insanlar hem mutsuz olurlar hem de çekilmez hale gelirler. Üstelik avukatların yaptığı işlere odaklanıp kalanlar zaman içinde enerjilerini de kaybederler, yeni ve daha güzel şeyler üretemez, eskiden yaptıklarını durmadan tekrar ederler ve kendi yarattıkları sorunların içinde debelenip dururlar. 

Bu duruma düşmemek için öncelikle iş yaşamı ile özel yaşam arasında bir denge kurmak zorunlu. Her zaman çalışmak olmayacağı gibi her zaman eğlenmek olmaz. Gerektiği kadar çalışmak, gerektiği kadar eğlenmek ve dinlenmek gerekir. Kendini iyi hisseden insan iyi sonuçlar üretebilir. Kötü hisseden insan da kötü sonuçlar üretir. Kendini iyi hissetmek için iş ve özel hayat dengesini kurmak şart.

Boyun fıtığımı tedavi eden fizik tedavi doktorum öğretti: bir avukatın iyi bir tenisçi kadar güçlü kaslarının olması gerekirmiş. Çünkü insanlar stresi kasları ile kaldırırlarmış. Ben 40 yaşımdan beri tenis oynarım, kuzey ülkelerinden bir arkadaş grubumla salon hokeyi oynarım. Hem nefesim açılır hem kaslarım güçlenir hem de adil bir oyun (fair play) ruhunu yaşarım.  Bünyesi zayıflayan avukat işinin stresini kaldıramaz.

Hukukçu olmak, dünyanın en ciddi işini yapmak insanların robot haline gelmesini gerektirmez. İnsanın içinde iyilik ve güzellikler dolu olmalıdır. Bunları ortaya çıkartmanın yolu ise güzel sanatlar ve benzerleridir. Pandemiden önce her hafta bir konsere gider, müzeler ve sergileri ziyaret ederdim. Ama daha da önemlisi 15 seneden beri çok sevdiğim Mustafa Arabacı’dan şan dersleri alıyorum. Anadolu’dan yanık türküler ve uzun havalar da söylerim, Türk sanat müziğinin eski ve çok kaliteli eserlerinden de söylerim. Repertuarımda 50’den fazla eser vardır. “Sesimde şarkısı aşkın figan olup gidiyor” diye başlayan bir şarkı var, sanki milli marşım gibi oldu son zamanlarda.

Ben insanın varlık sebebinin de onu hayata bağlayanın da sevgi olduğuna, her şeyin başının sevgi olduğuna inanırım. Kalbini açan insan beynini de açar, kısmetini de. Yaptıklarında gerçek manayı bulur. Başkaları için manalı şeyler yapan insan gerçekten büyük şeyler başarabilir. Sevgi ile ve sevginin gereklerini yapan insan huzura erer.


2020 ve 2021 yıllarında hepimizin hayatını üstten belirleyen faktör COVID-19 salgını, salgın kaynaklı kısıtlamalar ve hayatta kalma telaşı oldu. Siz bu süreci nasıl geçirdiniz, kişisel ve mesleki bağlamda dönemi kolay atlatabildiniz mi? Yaşadıklarımızın geleceğe etkileri, özellikle fikri mülkiyet hakları sektörüne etkileri sizce ne yönde olacak? 

Öncelikle bu zor dönemde herkese sağlık diliyorum. Daha önce de benzer salgınlar yaşanmıştı ama sanırım dünyayı küresel olarak en çok etkileyen bu salgın oldu. Çünkü dünya eskisi gibi küçük küçük ülkelerden oluşmuyor; tam tersine küçük bir köy gibi. Herkes her an dünyanın öbür ucunda birisinde çıkan bir hastalığı kolayca kapabilir. 

Ben şahsen kendimi evime kapadım, hayatımda fiziken kontak kurduğum insan sayısını 5-6 kişiye indirdim. Kendimi hijyen bir ortamda korumaya aldım. Sıkıcı bir hayat haline gelmemesi için de kendime yeni hedefler belirledim, spor yapmayı ihmal etmedim. Düzenli olarak yürüyüşler yaptım, arkadaşlarımla daha sıkı görüntülü görüştüm. Uzun soluklu projeler geliştirdim ve kendimi boş bırakmadım. Evimde özel hayatımı ayırdığım yer ile iş yaptığım yeri tamamen ayrıştırdım. İşime gider gibi iş yaptığım yere gidip, işimdeki gibi çalıştım. İşim bitince de oradan çıkıp normal özel hayatımı yaşadığım yere döndüm.

İşyerimdeki çalışma arkadaşlarımın sağlığını en öncelikle hedef olarak belirledik. Pandeminin hemen başlarında evden çalışmayı ilke haline getirdik. Ofise ve adliyeye sadece zorunlu hallerde ve tüm tedbirler almak kaydı ile gidilebilir. Toplu taşıma kullanılmasını yasakladık, araç kapasitemizi artırıp zorunlu olarak adliyeye ve ofise giden arkadaşları kendi araçlarımız ile taşıdık. Şoförlerimiz en kritik işi yaptılar diyebilirim. 

Pandeminin başlarında işlerin olumsuz etkileneceği çok belli idi; birçok işten çıkarmalar oldu. Ben tersini yaptım. Tüm çalışma arkadaşlarıma işlerini garanti ettiğimi, gerekirse zarar etmeyi göze aldığımı söyledim. Öyle değil mi; iyi zamanlarda birlikte çalışırken biriktirilenleri kötü zamanlarda paylaşmak gerekmez mi? Uzaktan çalışmak için sistemlerimiz zaten vardı. Kurumsal düzenimiz uzaktan çalışmamızı kolaylaştırdı. Zoom, diğer iletişim araçları ile büromuzda geliştirmiş olduğumuz Günce yazılımı sayesinde uzaktan da çalışabileceğimizi gördük. Tasarruf ettiğimiz seyahat zamanları ile verimliliği artırmaya ve özel hayat dengesini güçlendirmeye çalıştık. Bunda epey başarılı olduğumuzu düşünüyorum. Fakat evlere kapanmamız hepimizi biraz daha işkolik yaptı sanırım.  Sosyal ilişkilerimiz biraz zayıflamakla birlikte ekip çalışmamız biraz daha gelişti diyebilirim. 

Müvekkillerimizle uluslararası etkinliklerde yaptığımız etkileşimi, yeni ve potansiyel müvekkillerle tanışma imkanlarımızı kaybettik. Ancak kaybettiklerimizi telafi etmek için yenilikçi yöntemler geliştirdik, uyguladık ve daha etkili sonuçlar alabileceğimizi gördük. 

Bu tecrübelerimiz bize pandemi öncesine kadar yapmakta olduklarımızı sorgulamak, geliştirmek ve değiştirmek gerektiğini gösteriyor.  Pandemi bittiğinde hayat eskisi gibi olmayacak. Uluslararası ilişkiler ve etkinlikler daha çok çevrimiçi platformlarda olacak. Etkinliklere daha az insan gidecek, fakat daha dolu dolu olacak. İş yapış yöntemleri de değişecek. Raporlamalara yeni bir işlev gelecek. Fikri mülkiyet haklarının önemi daha da artacak, patent gibi kritik fikri mülkiyet hakları daha çok sorgulanır olacak, daha çok ARGE, daha çok basit buluşlar olacak. İletişim teknolojileri, biyoteknoloji alanında önemli ilerlemeler göreceğiz. Yeni bir tür fikri mülkiyet konsepti oluşacak ve yeni bir tür telif hakkı modeli ortaya çıkacak. Nelerin ortaya çıkacağını teknik gelişmeler ve onların ışığında yenilikçi düşünceler belirleyecek. Sadece bir bilim dalında değil birbirini tamamlayan 3-4 bilim dalında uzman olanlar bundan sonra göreceğimiz yenilikleri ortaya çıkaracaklar.  


Avukatlık mesleğine başlamanızdan ve sonrasında fikri mülkiyet alanı yönelmenizden bu yana sanırım 30 yıldan fazla süre geçmiş durumda. Bizlere neden avukatlık mesleğini seçtiğinizi ve özellikle de hangi gerekçeyle fikri mülkiyet hukuku alanına yöneldiğinizi aktarabilir misiniz? Hayatınızın devamında avukatlık mesleğinin dışına taşacak başka faaliyetleriniz olacak mı? Yazmayı ve üretmeyi sevdiğinizi de biliyoruz, gelecek yıllar daha fazla eser getirecek mi?

Ben kısa yoldan saygın bir meslek ve düzenli bir gelir elde etmek istiyordum. Öğretmenlik bunları karşılayan güzel ve rahat bir meslekti. Üniversiteye gitmeyi ve üniversite mezunlarının yapabileceği doktorluk, mühendislik ve avukatlık gibi meslekleri duyardım ama bu mesleklere erişebileceğimi hiç sanmazdım, hayalini bile kurmazdım. Öğretmen okulunun hukuki statüsünün değiştirilmesi üzerine öğretmen olabilmek için eğitim enstitüsüne gitmem, onun için de üniversite sınavına girmek zorundaydım. Madem bu sınava giriyorum başka alanlar da seçeyim diyerek hukuk fakültesini seçtim. Yani biraz tesadüf eseri avukat oldum. Ancak avukat olduktan sonra avukatlığın benim yetkinliklerime, emellerime çok daha uygun bir meslek olduğunu anladım. Çocukken okul törenlerinde çok konuşma yapardım, köylülerim ben çocukken bile akıl danışırlardı. Köy yerlerinde çokça görülen, nispeten anlamsız ve küçük olan ama bir köylü için hayati olan haksızlıklar yaşandığında çok içerlerdim. Kendi ailemde buna çok maruz kalmıştık. Avukat olunca içimde ben fark etmeden büyümüş olduğunu şimdilerde anladığım “adaletsizliği giderme, hakkı yerine getirme” duygusu parlayıverdi.

Henüz stajyer iken oldukça basit olan bir marka tescil işi yapmıştım, daha sonra kütüphanedeki tek marka kitabını okuyup yuttum. Küçük küçük marka işleri derken o zamanlar için çok ileri derecede bir hukuki mesele olan tanınmış marka, meşhur marka, tanınmışlığın sulandırılması konulu bir davanın içinde buldum kendimi. O dava hukukun ne kadar derin olduğunu ve yeteneklerimi ne kadar iyi değerlendirebileceğimi gösterdi, heyecan verdi. Böylece fikri mülkiyet hukuku alanında hızla gelişmeye başladım. Bir de fikri mülkiyet hukukunun toplumda yenilik ve buluşları, özgünlüğü destekliyor olmasına vurgun olduğumu söylemeliyim. Hayatta hep yenilik, özgünlük ve buluşlar peşinde oldum. Fakat benim esas değerli yönümün uyuşmazlıkların yönetilmesi, uzlaşma ile çözülmesi ve farklılıklardan zenginlikler çıkarılmasını arzu eden barışçıl, uzlaştırıcı yönüm olduğunu düşünüyorum. Aldığım davaları çözülmesi gereken sorunlar olarak görür, hızlıca uzlaştırmaya çalışırım. Haksızlık ve adaletsizlik son derece saçma ve mantıksız davranışlardır bana göre. Ülkemizdeki ve dünyadaki sorunların pek çoğunun saçma ve mantıksız davranışlar sebebiyle olduğunu düşünüyorum.  

Fikri mülkiyet hukuku alanının dışında çalışmalar yapıyorum ama yaptığım çalışmaların özü hukukun üstünlüğünü sağlamak hedefine yöneliktir.

Bunun için ise yargı teşkilatını, organlarını, hakim, savcı ve hakim gibi unsurlarını geliştirmeye, toplumu kaliteli yargı hizmetleri ile buluşturmaya, refahımızı hukukun üstünlüğü yoluyla artırmaya yönelik çalışmalar yapıyorum. Bu çalışmalar sırasında hukukun üstünlüğü ile yargı bağımsızlığının demokrasi ile ve refah seviyesi ile yakından bağını tespit ettim. Bu sorunların çözümü için yaptığım çalışmalara zamanımın çoğunu ayırıyorum. Artarak sürdüreceğim. Çok yakında “A’dan Z’ye Türk Yargı Reformu” adı altında kitaplaştırdığımız yenilikçi çözümlerimizi yayınladık.

Bu yöndeki çalışmalara devam edeceğim. Ortaya yeni kitap çıkarmak gerekiyorsa yazacağım.


Uzun süredir sınai mülkiyet hukukunun içerisindesiniz ve KHK’lar dönemi öncesini, KHK’lar dönemini ve 2017 yılından başlayarak Sınai Mülkiyet Kanunu (SMK) dönemini tecrübe ettiniz. Bizlere geçmişten bugüne sınai mülkiyet mevzuatı ve uygulamasında gözlemlediğiniz ilerlemeyi ve/veya duraksamaları, eğer varsa, ilişkilendirdiğiniz temel kırılma noktaları çerçevesinde aktarabilir misiniz? Buna ilaveten SMK çağın gereklerine uygun hükümler içermekte mi sizce, mevzuatın gözlemlediğiniz eksiklikleri nelerdir?  

Türkiye fikri mülkiyet hakları hukukunu ülkenin dış ülkelerle ilişkilerindeki dinamiklere ve menfaatlere endeksli olarak geliştirdi. Ülkemiz kendi içinde toplum ve ticaret hayatının ihtiyaçlarına söz hakkı tanımadı. Koruma duvarları arkasında iç üretimi ve ticareti cüce bıraktık. Siyasete ve hükümetlere sırtını dayayan sanayi ve ticaret tembelleşip parazitleşti. Sonuçta fikri mülkiyet hakları konusunda da kendi iç hukukumuzu yaratıp geliştiremedik. Yabancı eserleri telif ücret ödemeden tercüme ettiğimiz için bir süre Bern sözleşmesine kabul edilmediğimizi okumak benim için üzüntü vericiydi. 1980’de 24 Ocak kararları alınarak devlet bütçesi iflas ettiği için ülkeyi dış dünyaya açmak, o zamanların gözde siyasetçisi Turgut Özal’ın liberal ekonomi kurallarını bir bir uygulamaya koyması içerideki ekonomiyi – dışa bağımlı hale gelse de – büyüttü ve fikri mülkiyet hakları için seslerin yükselmesini sağladı. 1994’te iş dünyasının “AB ile Gümrük Birliği Anlaşması yapılmazsa mal satamaz hale geliriz” endişesini dillendirmesi üzerine bir gecede KHK’ler çıkarılarak fikri mülkiyet hakları düzenlendi. Kendi istikballerini ülkenin menfaatinden önce gören siyasilerin bu konuda anlaşamamış olması, ekonominin en hayati konusunun hukuken çok zayıf bir şekilde düzenlenmesine neden oldu. Neticede KHK hükümleri Anayasa Mahkemesi tarafından birer birer iptal edildi. O düzenlemelere göre gerçekleştirilen kazanımlardan en önemlisi insan kaynakları ve kurumsal yapı oldu. Türk Patent ve Marka Kurumu’nun (TÜRKPATENT) kurulması, fikri ve sınai haklar için uzmanlık mahkemeleri kurulması, vekillik müessesesinin oturmuş olması o zamandan bu yana ciddi kazanımlarımızdır. Ancak hukukun oturması bağlamında yaklaşık 20 yıllık bir tecrübe birikimi zayi olmuş bulunmakta.

SMK’nın TBMM’de kanunlaşması görüşmelerine katıldım. Birçok yönden başarılı bir kanundur. Benzer fikri mülkiyet haklarını tek kanunla düzenlemesi de isabetlidir. Hakların tüketilmesi bakımından uluslararası tükenme ilkesini benimsemesi bence çok hatalıdır. Ülkesel tükenme ilkesi benimsenmesi iç ekonomi için de uluslararası ilişkiler açısından da daha doğru olurdu. Çünkü Türkiye ekonomisi free shop gibi olan bir ülke değildir. Uluslararası tükenme ilkesi o ülkeler için iyidir. Kendi içinde üretim tesisleri bulunan ihracat yapan ülkeler için uluslararası tükenme ilkesi ekonomide katma değerli üretim yapılmasını, yenilik ve buluş yapılmasını baskılayan bir tercihtir. Türkiye’nin bu hatadan yakın zamanda dönmesini diliyorum.


Sınai mülkiyet haklarının tescil otoritesi geçmişte Bakanlık bünyesinde bir Daire iken, 1994 yılında Türk Patent Enstitüsü kuruldu ve sonrasında bu kurum geçmişle kıyaslanamayacak derecede büyüyerek Türk Patent ve Marka Kurumu adını aldı. Yargı tarafında ise yirmi yıldan uzun süredir Fikri ve Sınai Haklar İhtisas Mahkemeleri mevcut. Buna ilaveten istatistikler de hak sahiplerinin geçmişe kıyasla yoğun biçimde haklarını tescil ettirmeyi ve yargı yoluyla korumayı tercih ettiğini gösteriyor. Sizden artıları veya eksileriyle fikri mülkiyet hakları idari ve yargısal yapılanması hakkındaki görüşlerinizi rica edeceğiz. 

Türkiye, fikri mülkiyet haklarını önceleri hem hukuk ve hem de cezai koruma tedbirleri ile ölçüsüz denilebilecek yaptırımlarla koruyordu. Bu konuda, suç sayılan ihlallerin kapsamı daraltılarak ilerleme oldu. Bir hakkın varlığının açıklayan tescil belgelerine hakkın kurucusu imiş gibi bir etki bağlanması diğer önemli bir sorundur. Bu konuda da içtihatlarla gelişme sağlandı. Örneğin, birisi bir marka tasarlasa, tasarımcısına görsel tasarım için gönderse, tasarımcı bunu kendi adına marka olarak tescil ettirse markanın ilk yaratıcısı haklarını tescil ettirene karşı haklarını hala zorluklarla kullanabilir. Tabiri caizse deveye hendek atlatması gerekir. Önce tescili terkin ettirecek, sonra hakkını koruyacak. Bunu yapmak Türkiye’nin hukuk sistemi içinde yıllar alır. Bu durumda biraz yumuşama olmakla birlikte yeterli görmüyorum. Bununla birlikte hukuki belirlilik ilkesi idari tesciller ve tescil sürecine itirazlar yapılabilmesi ile çok güçlendirildi. TÜRKPATENT’tekine benzer bir ilan, itiraz ve yargısal denetim mekanizması olmadığı için telif hakları alanında daha derin ve karmaşık sorunlar ortaya çıkabiliyor. Türk Kültür Şurasında böyle bir sistem getirilmesinin yararlı olacağını söylediğimde bakanlık görevlisi bir hanımefendi önerimi beğenmedi. Hali hazırda kullandıkları sorunlu tescil sisteminin yeterli olduğunu iddia ederek tavsiyemi engellemek istedi, engel olamayınca da sinirlenerek salonu terk etti. Bürokratların düzenlemeleri kendi işlerini kolaylaştıracak tarzda yapması, zorluklarla bir hak konusu ortaya çıkaran vatandaşın hakkını korumak için “taklalar attığı” gerçeğini arka plana alması hakların yeterince gelişmemesinin bir başka nedeni. 

Bu konularda temel bir yapısal sorun ve çarpık yapılaşma var; ona dikkati çekmek isterim. Kültür Bakanlığı ve TÜRKPATENT idari kurumlar. Yaptıkları işlemler yargısal denetime açık. İdarenin yargısal denetiminde normalde idari yargı ve Danıştay görevli. Fakat TÜRKPATENT’in kararlarına karşı açılan davalara adli mahkemeler ve Yargıtay bakıyor; Danıştay bakmıyor. Çünkü marka ve haksız rekabet davalarına öncesinde de Yargıtay bakıyordu, “Yargıtay devam etsin” denildi. Ayrıca TÜRKPATENT’in işlerini özel hukuk işleri gibi görmek istediler, özellikle yabancılar. Bu hakların ticarette kilit rol oynaması davaların adli mahkemelerde görülmesini haklı kılıyor. Ancak idari bir kurumun davasının adli mahkemede görülmesi, mevcut adli ve idari yargıyı ayıran sistemimize göre hatalı. Fakat temeldeki bu yapısal sorun Türkiye’de yargı makamlarının ve hukukun ikiye ayrılmış olmasının yanında devleti idare edenlerin özel hukuk ilişkilerine çeşitli bahanelerle – en geçerlisi düzenleme bahanesidir – müdahale ediyor olmasıdır. Marka başvurusu reddedilenler ne yapıyor biliyor musunuz? Hemen bir siyasiye gidiyor, siyasiler devreye giriyor. Bildiğim kadarı ile TÜRKPATENT bu tür siyasi etki isteklerine başarı ile direniyor olsa da siyasiler sürece etki etmeye çalışıyorlar. Günün birinde siyasilerin etki etmekte başarılı olması kaçınılmaz. Beni şahsen ilgilendiren bir konuda siyasetin etkili olduğunu düşünüyorum. TÜRKPATENT’te vekiller için disiplin kurulu oluşturulacağında bu görevi hak ettiğimi fazlasıyla kanıtlayan bir özgeçmiş ile başvurmuştum. Kabul edilmedim; kabul edilenlerin benden daha çok hak ettiklerini ise asla kabul etmem. Kabul edilenlerin ise siyasi etki ve devlet yöneticilerinin tercihi nedeni ile atanmış olduklarına inanıyorum. İşte bu sebeple vatandaşın hakkını koruyacak olan kurumların siyasilerin asla etki edemeyeceği yargısal kurumlar olması gerektiğini savunuyorum.   

Ticaret sicili, tapu müdürlüğü ve TÜRKPATENT gibi kurumların tamamen yargısal kurumlar olması, tüm faaliyetlerinin yargısal denetime tabi olmasını ve tam bağımsız olan bir yargı organizasyonu içine yerleştirilmesini daha uygun olacağını düşünüyorum.  


Patent ve marka vekilliği mesleklerine ilişkin mevcut sınav sistemini, disiplin yönetmeliğini, mesleki kuralları nasıl değerlendiriyorsunuz? Eğer varsa, sorunlu alanlar sizce nelerdir? Mesleğin duayenlerinden birisi olarak tabloyu patent ve marka vekilliği mesleği bağlamında nasıl görüyorsunuz? 

Patent ve marka vekilliğini bu alanlardaki hukukun geliştirilmesi için oldukça yararlı ve vazgeçilmez olarak görüyorum. Bu hizmetlerin seviyesini ve kaliteli olacağını sınavla belirlemenin yeteri kadar sağlıklı olduğunu düşünmüyorum ama bundan emin olmamızı sağlayan bir eğitim sistemi ve kurumu olmadığı için sınav yapılmasını zaruri buluyorum. Sınavların, sınava girenlerin ayrıcalıklı bir meslek grubu oluşturmasını önleyecek şekilde ve sıklıkta yapılması gerekir. Sayı fazlalığının işlerin azalmasına yol açacağı, ekonomik olarak vekilleri zorlayacağı gibi gerekçelerin sınavların sayısına, sıklığına ve mesleğe kabul edilen vekil sayısına etkili olmamasını diliyorum.

Disiplin yönetmeliği oldukça kapsayıcı çalışmalar sonucunda oluşturuldu. Ancak bunun uygulamasının TÜRKPATENT’ten tam anlamıyla bağımsız olması gerekir. TÜRKPATENT’teki uzmanlar da aynı disiplin kurallarına ve uygulamasına tabi olmalılar. Vekilleri disiplin yönetmeliğine tabi tutarken TÜRKPATENT’teki uzmanları tabi tutmamayı, onların başka bir disiplin sistemine tabi olmasını, verilen hizmetin vekillerle uzmanların ortak çabası sonucu olması ile bağdaştıramıyorum. Mevcut durumda bir bakıma TÜRKPATENT kendisi ile iş yapanları disiplin bakımından denetler gibi oluyor. Bu durum ABD’de bazı eyaletlerde avukatların ruhsatlarını aldığı mahkemeler tarafından denetlenmesine benziyor. Vekiller TÜRKPATENT’ten tam bağımsız olmalılar, disiplinlerini de mesleki kuruluşları vasıtasıyla kendileri halletmeliler.  


Türkiye’de ve yurtdışında fikri mülkiyet hakları alanında faaliyet gösteren çeşitli sivil toplum örgütlerinin üyesi olduğunuzu biliyoruz. Alanda faaliyet gösteren sivil toplum örgütlerinin temsil güçleri ve etkileri sizce olması gereken düzeyde mi? Batı demokrasilerinde sivil toplumun görüşleri en az kamununki kadar değer görüyor mevzuat oluşturulurken; Türkiye’de özellikle de fikri mülkiyet alanında tablo böyle mi sizce?

Türkiye şartlarına göre bu alanda yeterli sayıda sivil toplum kuruluşu olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de sivil toplum kuruluşlarının gelişmeye ihtiyacı olduğu da bir gerçek. Örneğin marka ve patent vekillerinin, tamamını kapsayan ve ileride kamu kurumu niteliğinde bir meslek kuruluşuna dönüşecek bir birlikteliğe ihtiyacı var.

Türkiye’de mevzuat oluşturma çalışmalarına sivil toplum formalite icabı dahil ediliyor kanaatindeyim. Genel olarak bürokratlar ve onların yöneticileri sürece hakim oluyorlar ve karar verici oluyorlar. Sivil toplum kuruluşlarının zorlukla ortaya çıkardığı değerli görüşler ne yapılıyor bilmiyoruz. Sivil topluma önerilerinin alındığına dair bir mektup bile gönderilmiyor, okunup okunmadığı bile şüpheli kalıyor. Sunulan önerilerin ne olduğu, kabul edilip edilmediği, kabul edilmiyor ise gerekçeleri asla bildirilmiyor. Kapalı kapılar ardında ve siyasi türlü manevralar oluyor. Bu da sivil toplumun mevzuat yapımına katılım arzu ve isteğini köreltiyor.


Fikri haklar ve koruması sizce günümüzde Türkiye’de hak ettiği değeri görüyor mu, yoksa sadece kağıt üzerinde veya söylem düzeyinde mi önemseniyor? Bu alandaki önemli eksiklikler nelerdir ve halk veya ticaret dünyası bu hakların önemini içselleştirmiş durumda mı? 

Fikri hakların diğer haklara göre daha iyi korunduğunu düşünüyorum. Örneğin uzmanlaşmış mahkemeler kuruldu ve görece olarak iş yükleri daha hafif. Verdikleri kararlar daha gerekçeli oluyor. Ancak korsanlık ve taklitle mücadele konusunda sıkıntılar yüksek. Savcılıklar ve mahkemeler çıtayı çok yükselttiler. Arama ve toplatma kararları çok daha zor şartlarda veriliyor. Gümrüklerde farkındalığın çok yüksek olduğunu ve etkili sonuçlar alınabildiğini gözlemliyorum.


Birikimlerinizi aktarmayı, birey veya sivil toplumun bir parçası olarak çalışmalarınızı ve yazıp üretmeyi önemli bir uğraş olarak benimsediğinizi biliyoruz. Üretmenin ve fikri mülkiyet eğitiminin/yazınının önemi hakkında neler söylemek istersiniz. 

Fikri mülkiyet hakları ulusların ilerlemelerinin ve uygarlığın temelini koruyor.  Sanayi devrimi, bilgi çağı ve bundan sonra hızlanan ilerlemeler hep fikri mülkiyet haklarının konusu. Bu konuda konulan her taşın altın değerinde faydası var. Doğru yanlış demeden düşünmeye, yazmaya ve üretmeye devam etmeliyiz.


Meslek hayatınızdan gülerek veya derin düşüncelere dalarak hatırladığınız anıların sayısının çok olduğunu tahmin etmekle birlikte, sizde en çok iz bırakan bir veya birkaç mesleki anınızı bizimle paylaşabilir misiniz?

Sağra şirketinin avukatıyken çikolata için oluşturdukları “Jumbo” markaları, Jumbo çatal kaşık firmasının davası sonucu iptal edildi. Mahkemenin verdiği ihtiyati tedbir kararına büyük bir stokla yakalanan şirket büyük zarar gördü. Bölgesinde 1.500 kişiye istihdam sağlayan şirket o zarardan sonra bir daha kendine gelemedi. Ordu’daki fabrika birkaç kere kapandı. Markalarını tescil de ettirmişlerdi. Fakat tanınmış marka nedeniyle markayı kullanamadılar, malları depolarda kaldı. O zamanlar tanınmış marka koruması ile tanınmışlığın sulandırmasına karşı koruma mefhumları şimdiki kadar ayrışmamıştı. Tescil sistemi şimdiki kadar açık değildi. Marka kanununu hazırlayanlar bilinçli olarak tanınmış markalara mehaz uluslararası sözleşmede öngörülenden çok daha fazla koruma vermişlerdi. Sağra şirketi bu fazla korumanın mağduru olmuştu. Fazla korumayı tespit edince kanunu değiştirmek gerektiği düşüncesi ile o zamanın ticaret bakanına gittik, durumu anlattık. Bakan, Müsteşar da ikna olursa değiştirelim dedi. Müsteşar da ikna oldu. Bizi o zamanki Sınai Mülkiyet Dairesi başkanına gönderdi. Başkanın odasında kanunda yapılması gereken değişiklik hakkında konuşurken görevlinin biri Sarelle markasına benzeyen bir marka başvurusu dosyası ile odaya girdi. Gaziantep’te bir vatandaş sakız ve balon ürünleri için Sarelle isimli bir marka başvurusu yapmıştı. Daire başkanı, müvekkile dönerek dedi ki “biz kanunun bu hükmü sayesinde sizin Sarelle markasını bu tür başvurulara karşı koruyoruz. Kanun hükmünü uluslararası sözleşmeye uygun olarak düzeltirsek koruyamayacağız. Hala devam etmek ister misiniz?” diye sordu. Müvekkil o anda “Sarelle markasını riske atamayız” diyerek kanun değiştirtme çabalarını o anda sonlandırdı.

Beni düşündüren bir durumdu. Eğer o zamanki marka hukukumuz şimdiki kadar gelişmiş olsaydı hem Sarelle markası korunurdu hem de Jumbo çikolata markası ve ürünleri zayi olmazdı…


IPR Gezgini’ni takip ediyor musunuz? Sitenin Türkiye’de fikri haklar alanına katkısını olumlu veya olumsuz yönleriyle değerlendirebilir misiniz? Bizlere kendimizi geliştirmemiz için önerileriniz olur mu?

İstediğim sıklıkla değil ama IPR Gezginini hayranlıkla takip ediyorum. Fikri mülkiyet hakları konusunda çok güzel bir damar yakalayarak geliştirdi. Türkiye’nin fikri haklar camiasına, hukukuna ve sektörüne çok değerli katkıları var. Uluslararası yayınlar gibi ürün gamını çeşitlendirmesini, Türkiye dışında da güçlenmesini ve bölgesel bir hale gelmesini dilerim. Bu yönde de gelişeceğini hissediyorum. Benimle bu röportajı yaparak düşüncelerimi duyurmama yardımcı olmasından dolayı ayrıca ve candan teşekkür ediyorum.


Mehmet Bey’e bize ayırdığı zaman ve verdiği samimi yanıtlar için çok teşekkür ediyoruz. Umuyoruz ki söyleşiyi okuyanlar da bizler kadar keyif almıştır.

Sonraki konuğumuzla yapılacak söyleşide görüşmek üzere!

IPR Gezgini

Temmuz 2021

iprgezgini@gmail.com

SÖYLEŞİYORUZ #VI – 30 Temmuz’da Sizlerle – Konuğumuz Av. MEHMET GÜN





IPR Gezgini’nin Türkiye’de fikri haklar alanına katkı vermiş önemli isimlerle söyleşileri devam ediyor.

SÖYLEŞİYORUZ’un Temmuz ayı konuğu fikri haklar dünyamızın duayen isimlerinden MEHMET GÜN olacak. Mehmet Gün’ün, IPR Gezgini adına Önder Erol ÜNSAL’ın yönelttiği soruları yanıtladığı söyleşi 30 Temmuz Cuma günü yayında olacak!

Mehmet Bey’e sorularımıza verdiği içten yanıtlar için teşekkür ediyor ve tüm okurlarımızı bu keyifli söyleşiyi okumak için 30 Temmuz Cuma günü IPR Gezgini’ne davet ediyoruz.

IPR Gezgini

Temmuz 2021

iprgezgini@gmail.com

MARKAYI KULLANMAMAK İÇİN RESMİ İZİN PROSEDÜRLERİ HAKLI NEDEN OLABİLİR Mİ? EUIPO TEMYİZ KURULU “MONTEVERDI” ARABA KARARI

Photo by Ralph Hutter on Unsplash

Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi (“EUIPO”) Birinci Temyiz Kurulu 7 Mayıs 2021 tarihinde, markanın iptal edilmemesi için kullanmamaya dair haklı nedenlere ilişkin R 557/2020-1 numaralı bir karar vermiştir. Kararda; marka sahibi tarafından sunulan deliller incelenerek markanın tescil edildiği 2011 yılından iptal talebinin yapıldığı 2019 yılına kadar kullanılmaması için haklı neden oluşturabilecek bir durum söz konusu olup olmadığı  hususları değerlendirilmiştir. 

Uyuşmazlığı mümkün olduğunca kısa tutmaya çalışarak aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:

18 Mayıs 2011 tarihinde Sören Claus Katz (“Marka Sahibi”), “Monteverdi” ibareli 18 Kasım 2010 tarihli rüçhan hakkına dayanarak markanın Avrupa Birliği’nde (“AB”) tescili için Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi’ne (“EUIPO”) Nice sınıflandırmasına göre 12. sınıftaki “Taşıtlar; kara, hava ve deniz lokomotif aparatları”, 18. sınıftaki “Deri ve yapay deriler, ve bunlardan mamul başka sınıflarda yer almayan eşyalar; hayvan derileri ve postları; bavullar ve seyahat çantaları; şemsiyeler, güneş şemsiyeleri ve bastonlar; eyerler.” ve 25. sınıfta “giysiler, ayak giysileri ve baş giysileri.”  mallarını kapsayacak şekilde başvurmuş ve EUIPO tarafından bu marka 29 Eylül 2011 tarihinde tescil edilmiştir.

24 Temmuz 2019 tarihinde, Sports Classics London Limited (UK) (“Sports Classics”) şirketi, söz konusu markanın tüm mallar bakımından AB Marka Tüzüğü m. 58/1(a) kapsamında kullanılmama nedeniyle iptalini talep etmiştir. EUIPO İptal Birimi, iptal talebini kabul ederek 23 Ocak 2020 tarihinde aşağıdaki sebeplerle markayı tümden iptal etmiştir: 

– İptal başvurusu, Marka Sahibine bildirilmiş ve markanın kapsamındaki tüm mallar bakımından kullanıma ilişkin delil sunması için 2 aylık süre verilmiştir. Fakat, Marka Sahibi iptal talebine cevaben bu süre içinde hiçbir dilekçe veya delil sunmamıştır.

– AB Marka Direktifi m.19/1 uyarınca, eğer AB markası sahibi markasının ciddi kullanımına dair verilen sürede delil sunmazsa uyuşmazlık konusu AB markası iptal edilir. 

– Somut olayda da, Marka Sahibi herhangi bir cevap vermemiş olduğundan ortada ne markanın tescilli olduğu mallar bakımından ciddi kullanımına ilişkin herhangi bir delil ne de kullanmamaya ilişkin haklı bir sebep vardır. Bu nedenle, AB Marka Tüzüğü m. 62/1 uyarınca, AB markasının iptal başvurusu olan 24 Temmuz 2019 tarihinden itibaren tümüyle iptal edildiği ve AB Marka Tüzüğünde yer alan etkilere sahip olmadığı kabul edilmelidir. 

Marka Sahibi, 17 Mart 2020 tarihinde Temyiz Kuruluna başvurmuştur. Temyiz başvurusunda yer alan sebepler aşağıdaki şekilde özetlenebilir: 

Marka Sahibi, markasının kullanmamasının haklı nedenleri olduğunu ileri sürmüştür. Buna göre Marka Sahibi, 9 977 489 numaralı “Monteverdi” ibareli AB marka başvurusunu özellikle spor arabalar üzerinde kullanmak amacıyla yapmış olup hali hazırda elektrikli bir “Monteverdi” arabası geliştirmektedir. Marka Sahibi, arabanın esasen 2016 yılında piyasaya çıkacağını öne sürmüş ancak yetkililerce aranan emisyon testi, araç ruhsatı ve araç onay gereklilikleri gibi bazı resmi gerekliliklerin engel olduğunu belirtmiştir. Marka Sahibine göre, söz konusu Marka Sahibinden kaynaklanmayan hususlar markanın kullanılmasını imkansız kılmış ve kullanım sürecinde gecikmelere yol açmıştır. 

Marka Sahibi, 2009 yılında MONTEVERDI ismiyle yeni bir araba tasarlayıp üretip piyasaya sürmeye karar vermiştir (Ek 1). Ek 2’de ise araç geliştirme programının 2015/2016’da tamamlandığı ve yüksek hız tutumu, sesi ve emisyon testi gibi tüm gerekli resmi izin prosedürlerinin başlatıldığı görülmektedir. 10 Ağustos 2019 tarihinde ise Marka Sahibi emisyon testini nihayet geçebilmiştir. Aralık 2019’da ise Lüksemburg’daki ATEEL tarafından ECE R95 isimli yandan çarpışma testini geçmesi gerektiği kendisine bildirilmiştir. 2020 yılında da bu yandan çarpışma testlerinden ikisini yapmış ve son testin Avrupa tipi izni vereceğini beklemiştir. Tüm bunlar Marka Sahibine göre MONTEVERDI markalı yeni arabasını çok daha önce piyasaya sürebileceğini fakat değişen hukuki düzenlemeler yüzünden daha da fazla testi geçmesi gerektiğinden gecikme yaşadığını göstermektedir. Bunların hiçbiri onun elinde değildir. Son izni 2021 yılında alıp en kısa sürede ilk MONTEVERDI markalı arabasını çıkarmak istemektedir. Bu aracın geliştirilmesi ve gövdesi için yaklaşık olarak 10 milyon Euro harcadığını belirtmiştir. Testlere, bunlardan alınan belgelere ve izinlere ilişkin deliller ek 3-5 arasında sunulmuştur. 

Ek 6’da, 16 Temmuz 2015 tarihli emisyon raporu yer almaktadır. Volkswagen’in emisyon hilelerinin sonucu olarak Marka Sahibinin emisyon sistemini, yeni katalizör dönüştürücü geliştirme ve yeni motor yönetim yazılımı dahil olmak üzere, yeniden yapılandırması gerekmiştir. Ek 7’de görülebileceği üzere 10 Ağustos 2018 tarihinde testten geçebilmiştir. 

Son yandan çarpışma testi Haziran/Temmuz 2020 tarihi olarak öngörülmüş olup başka gereklilikleri de takiben normalde Kasım/Aralık 2020 tarihinde ek 10’dan görülebileceği gibi tüm sürecin bitmesi beklenmektedir. Bu arada, üretim de çoktan planlanmış olup platformlar için tüm aletler hazırlanmıştır. Sırada Monteverdi arabalarının gövde kalıplarının alınması vardır ve bu da Marka Sahibine göre yaklaşık 8-16 hafta alabilecektir. Buna göre, ilk test aracı 2021’deki Cenevre Motor Show’a hazır olabilecektir. Ardından, düzenli üretimin ayda 2-8 arabayla mümkün olabileceği ve Avrupa Birliği, İsviçre, Orta Doğu ve Asya’da araçların dağıtılacağı söylenmektedir. Beş yıl içerisinde araç satış hacminin yılda 60-120 arasına çıkması beklenmektedir. 

Marka Sahibinin vekili, EUIPO’nun gönderdiği resmi yazışmadan haberleri olmadığını, böyle bir yazı tebliğ almadıklarını, bu sebeple de delil sunmak için zaman sınırları olduğunu bilmediklerini iddia etmiştir. AB Marka Tüzüğünün 98. maddesine göre belgenin bildirildiğini ispat yükü Ofis’in üzerindedir. 

Marka Sahibinin sunduğu delilleri de aşağıdaki gibi sıralayabiliriz:

• Ek 1: AC Automotive GmbH fabrikasının fotoğrafı;

• Ek 2: Mr Georg F. Simonis tarafından düzenlenen 18 Mayıs 2020 tarihli bir onay;

• Ek 3: İzin için gerekli şartların bir listesi;

• Ek 4a: Görüş sahasına ait bir denetim raporu;

• Ek 4b: Konteyner ve tanklara ilişkin bir denetim raporu;

• Ek 4c: Çekme aygıtı için bir denetim raporu;

• Ek 5: Alman Araç Otoritesi tarafından düzenlenen 9 Şubat 2016 tarihli onay;

• Ek 6: 16 Temmuz 2015 tarihli emisyon raporu;

• Ek 7a: 10 Ağustos 2019 tarihli emisyonlar için denetim raporu (1);

• Ek 7b: 10 Ağustos 2019 tarihli emisyonlar için denetim raporu (2);

• Ek 8: AC Cobra Mk VI görüntüleri;

• Ek 9: Monteverdi gövde 7 görüntüsü;

• Ek 10: AB Marka Sahibinin açıklaması (ekleri dahil);

• Ek 11: AB Marka Direktifi m. 19 ve AB Marka Tüzüğü m. 64/1 çıktıları (İngilizce ve Almanca);

• Ek 12: AB Marka Direktifi m. 61 ve AB Marka Tüzüğü m. 98/1 çıktıları (İngilizce ve Almanca);

• Ek 13: Beck Online-Marka Kanunu Yorumu Kur/Bomhard/Albrecht, UMV, 20. Baskı, m. 98, No. 41-45 çıktısı ve İngilizce çevirisi.

İptal başvurusu sahibinin temyizdeki argümanları ise aşağıdaki şekilde özetlenebilir:

– 9 977 489 sayılı uyuşmazlık konusu marka ciddi şekilde Avrupa Birliği içerisinde kullanılmamıştır ve kullanmama için öne sürülen sebepler araba imalat endüstrisinde yaygın olup haklı sebep olarak kabul edilemez.

– Yeni bir araba için Avrupa tipi izin alma süreci yaklaşık olarak 36 ay sürmektedir. Bu süre, beş sene içerisinde markanın kullanılmaya başlanılması için gayet yeterli bir süredir. Markanın tescili 29 Eylül 2011 tarihinde olup 24 Temmuz 2019 tarihli iptal talebine kadar markayı ciddi şekilde kullanmaya başlamak için yeterli zaman mevcuttur. 

– Emisyon testi programlarındaki ve test süreçlerine ilişkin değişiklikler ile Avrupa tipi izin alma süreci araba imalat endüstrisi için oldukça sıradandır ve bu sebeple de marka başvurusu yapılırken bunlar hesaba katılmalıdır. Dolayısıyla, test programlarına ilişkin değişiklikler markayı kullanmamaya ilişkin haklı sebep olarak düşünülemez. 

– Deliller bakımından ise;

Ek 1 markaya dair hiçbir şey içermediğinden ilgisizdir,

Ek 2’de ise MONTEVERDI 375 ismi sadece referans olarak kullanılmıştır, marka kullanımı sayılamaz,

Ek 3’te tarih yoktur ve arabaya da atıf bulunmamaktadır,

Ekler 4a- 4c (6, 7, 7a ve 7b için de aynısı geçerlidir) kapsamında hiçbir test ikili kullanım veya ikincil bir araba atfı içermemektedir,

Ek 5’te de yine ne araba ne de marka atfı mevcuttur,

Ek 8, “AC Cobra Mk V1”i göstermekte ve önceki ekler bu araç ile ilgili görünmektedir,

Ek 9 sadece bir araç gövdesidir ve her türlü araba ve markaya ilişkin olabilir, bu sebeple de delil açık olmayıp belirsiz olduğundan dikkate alınmamalıdır,

Son olarak ek 10 ise Marka Sahibi adına bir açıklamadır, ne var ki, imzalı olmadığından dikkate alınmamalıdır. 

– Bunlara ek olarak, Marka Sahibi Sören Claus Katz ve AC Automative GmbH arasındaki bağlantı kanıtlanamamıştır. Hatta, Marka Sahibinin Wikipedia sayfası AC Automative GmbH’nın sahibi olarak Jürgen Mohr’u göstermektedir. 

Sonuç olarak, iptal başvurusu sahibine göre kullanmamaya ilişkin ortada haklı bir sebep yoktur ve markanın kullanılmaya başlama niyetine dair de hiçbir belge söz konusu değildir. Bu sebeple de temyiz başvurusu reddedilmeli ve uyuşmazlık konusu marka kapsadığı tüm mallar bakımından reddedilmelidir. 

Photo by Markus Spiske on Unsplash

EUIPO Temyiz Kurulu kararının gerekçeleri ise aşağıdaki şekildedir:

Öncelikle, yazışmanın Marka Sahibine ulaşmadığına ilişkin iddialar incelenmiştir. İç soruşturma sonucu Kurul, faksın olması gerektiği gibi doğru şekilde gönderildiğini doğrulamıştır. Bunu çürütecek aksi bir delil (örneğin o güne ait faks raporları) Marka Sahibi tarafından Kurul’a sunulmamıştır.

Yerleşik içtihada göre, İptal Biriminin verdiği karardaki gerekçeleri sorgulatacak deliller her zaman Temyiz Kuruluna (ilk defa da olsa) sunulabilir. Söz konusu deliller, ya İptal Birimi önündeki süreçte sunulan delilleri tamamlayıcı niteliktedir ya da o süreçte öne sürülemeyecek durumda olan yeni delillerdir. Marka Sahibi de İptal Birimi önündeki süreçte herhangi bir delil sunmuş olmadığından bunları destekleyici bir delil sunduğu (doğal olarak) kabul edilemez. Kurul’un Marka Sahibinin iddiaları ile ilgili makul şüpheleri varsa delilleri inceleyebilir, bu konuda takdir Kurul’dadır. Somut olayda Kurul, oluşabilecek herhangi bir şüpheyi ortadan kaldırmak ve sürecin bütünlüğü ile adilliği açısından temyiz aşamasında ilk defa sunulan delilleri incelemeye karar vermiştir.

AB Marka Tüzüğü m. 58/1(a) uyarınca Marka Sahibinin hakları, markanın 5 yıl boyunca tescil edildiği mal ve hizmetler kapsamında ciddi olarak kullanılmaması halinde, kullanmama için haklı sebepler de yoksa, EUIPO’ya başvuru üzerine iptal edilir. Ne var ki, eğer o 5 yıl içerisinde herhangi bir zaman markanın ciddi kullanımı başlamış veya devam etmiş ise o zaman iptali söz konusu olmaz. Kullanmaya başlamanın veya devam etmenin sadece 5 yıllık kullanmama süresi sona ermeden önceki 3 ay içerisinde olması durumunda ise iptal riski için kullanıma başlandığı kabul edildiğinden söz konusu kullanım dikkate alınmaz.

Markanın kullanılmama nedeniyle iptali için en az tescil tarihinden itibaren 5 sene geçmesi gerekir. Somut olayda tescil tarihi 29 Eylül 2011 ve iptal başvurusu tarihi 24 Temmuz 2019 olduğundan başvuru geçerlidir. Kullanım ispatı için delil sunulması gereken zaman dilimi ise, iptal başvurusu tarihinden önceki 5 sene olup somut olayda ispat zaman dilimi bu sebeple 24 Temmuz 2014 – 23 Temmuz 2019 (dahil) olarak hesaplanmıştır. 

Markanın kullanımının da gerçek ticari yararlanmayı ve marka kapsamında korunan mal ve hizmetler bakımından piyasa payı yaratma ve sürdürme amacını göstermesi gerekir. Ciddi kullanım, markanın mal ve hizmetlerin ticari kaynağını belirtmesi yönündeki temel fonksiyonunu gerçekleştirebilmesini ve bu anlamda tüketicilerin daha önceki deneyimlerine dayanarak tekrar bu mal ve hizmetlerden yararlanmak isteyip istemediklerine karar vermeleri açısından mal ve hizmetlerin bu markayla gerçekten piyasada bulunmasını gerektirir. Elbette, somut olayın koşullarına göre ve mal ve hizmetlerin doğası gereği kullanım sıklığı, piyasa özellikleri gibi faktörler de değerlendirilir. Kullanımın sadece markanın varlığını korumak için veya göstermelik olmaması gerekir. İlgili piyasadaki kullanımlar dikkate alınır ve fakat yalnızca şirket içinde gerçekleştirilen kullanımlar önem taşımaz. Dolayısıyla, kullanımın markasal olması ve tüketici tarafından marka olarak algılanabilmesi gerekir. Tabi ki kullanıma yönelik sunulan delillerin de ilgili piyasaya dair objektif, yeterli, kesin ve sağlam olması gerekir. Bunlar da her somut olayın koşullarına göre değerlendirilir. Kullanımın yeri, zamanı, kapsamı, özelliği mutlaka delillerden anlaşılmalıdır; bu dört gösterge kriterinin bulunması kümülatif bir şarttır.

Markanın kullanılmamasını meşrulaştırabilmek yani buna yönelik haklı nedenlerin varlığı için kümülatif üç şartın gerçekleşmesi aranmaktadır. Birincisi, kullanmama engelinin marka sahibinin niyetinden/isteğinden/kontrolünden bağımsız olması gerekir. İkincisi, bu engelin markayla doğrudan bağlantılı olması ve üçüncüsü, bu kullanım engelinin markanın kullanımını imkansız veya anlamsız hale getiriyor olması gerekir. Aynı şekilde, yerleşik içtihada göre haklı sebepler marka sahibiyle bağlantısı olmayan sebepler olup ticari zorluklar bu kapsamda sayılmamaktadır. Bu haklı nedenlerin varlığı da marka sahibi tarafından kanıtlanmalıdır. 

ABAD’a göre ise, kullanımın anlamsız hale gelmesi kavramından anlaşılması gereken, kullanım engelinin markanın uygun kullanımını tehlikeye atması ve marka sahibinin makul olarak markayı kullanmasının beklenememesi durumudur. Bu hususu yine marka sahibi kanıtlayacaktır. 

Marka Sahibinin savunmalarına göre, yukarıda bahsedilen resmi test ve izin şartları kendisinin dışında gelişen ve markanın kullanımını imkansız hale getiren sebeplerdir. 

Bu anlamda, TRIPS m. 19/1 kapsamında kullanmamaya dair kabul gören haklı sebepler arasında örneğin söz konusu mal ve hizmetlerle ilgili hükümetin öngördüğü gereklilikler de yer almaktadır. Bu nedenle de Kurul, bu gerekliliklerin içinde yeni üretilen motorlu araçlara uygulanan güvenlik ve çevresel (emisyon) standartların da yer aldığı görüşündedir. Yine de, Kurul, Marka Sahibinin esasen teknik inceleme ve testlerden geçmesi gereken ürünün olası üretim ve tanıtım tarihi belirsiz olmasına rağmen 2011 gibi erken bir tarihte marka başvurusunda bulunmasının hukuki bir zorunluluk olmadığı, kendi isteğiyle olduğu kanaatindedir. Marka Sahibi, gerekli resmi izin ve testler için işlemleri uyuşmazlık konusu markanın tescilinden en az dört sene sonra başlatmıştır. Ayrıca, üreticinin belli standartlara uygun olarak araba üretim kapasitesini onaylayan izin de tescilden neredeyse beş yıl sonra alınmıştır.

Marka başvurusu ile prototipin teknik inceleme için hazır olduğu tarih, izinler ve piyasaya sunum arasında geçen zamanı hesap etmek elbette marka sahibinin sorumluluğundadır. Marka Sahibinin söz konusu testlerde başarılı olması, kurallara uyması ve başvuruyu eksiksiz yapması ile de ilgilidir ve bu nedenle de bu testler Marka Sahibinin kontrolü dışında ortaya çıkan bağımsız birer engel olarak değerlendirilemez. Zira, AB’nin emisyon testi kurallarını sıkılaştırması da 2017’den sonra gerçekleşmiştir. Zaten kurallar da değişmemiş, sadece denetim bakımından gerçeğe uygun test süreçlerinin yapılabilmesi amaçlanmıştır. Hatta, yeni mevzuatın Marka Sahibi gibi küçük hacimli üreticiler bakımından belli istisnalar öngördüğü kararda da belirtilmiştir.

Kurul sonuç itibariyle, sunulan tüm delilleri ve beyanları incelemiş ve kullanmamanın haklı nedene bağlı olmadığına karar vermiştir. Marka Sahibinin hiçbir şekilde araçları tanıtmasının hukuken engellendiğini gösterir bir delil sunulmadığını, örneğin aracın piyasaya sürüleceğine ilişkin tanıtımın, basın açıklamalarının, ön satış sözleşmelerinin, marka farkındalık çalışmalarının veya olası müşterilerle iletişim kurulması gibi operasyonlarla markanın kullanımının mümkün olabileceğini ama somut olayda Marka Sahibinin ilgili zaman aralığında markayı kullanmaya başlama niyetine dair hiçbir emare olmadığını belirtmiştir. 

Ek olarak, Marka Sahibinin gerçek kişi olduğu fakat sunulan delillerdeki resmi izinler için başvuranın şirket olduğu, marka sahibinin bu şirketin %50 hissedarı olduğu, yine de kullanmamaya ilişkin sözde engellerin nasıl gerçek kişi marka sahibiyle ilgili olduğunun açıklanamadığı belirtilmiştir. Zaten, sunulan deliller de “Monteverdi” ibareli bir markanın kullanılmamasına haklı sebep teşkil edecek herhangi bir engel ortaya koymamaktadır. Dolayısıyla, sunulan deliller markayı kullanmamanın haklı sebebe dayandığını ortaya koymakta yeterli olmamakla birlikte Marka Sahibiyle ve markanın kendisiyle doğrudan bağlantı da içermemektedir.

Özetle, bir araba üreticisi için, küçük bir girişim için de olsa yeni bir araba üretimi için gerekli teknik standartlar ve testlerin gayet normal olduğu ve bunlardan çıkan sorunları çözmenin zor olmaması gerektiği, sektörde yer alan bir profesyonel olarak da Marka Sahibinin bu zorluklardan haberdar olmamasının mümkün olmayacağı belirtilmiştir. Marka korumasının, malların teknik özellikleriyle ilgili kuralların değişmesine bağlı olamayacağı vurgulanmıştır.

EUIPO Marka İnceleme Kılavuzu’na göre de, markayı kullanmama için haklı sebepler dar yorumlanmalıdır. “Bürokratik engeller”, markayla doğrudan bağlantılı olup markanın kullanımı idari prosedürlerin başarılı bir şekilde tamamlanmasına bağlı olmadığı sürece marka sahibinin isteği dışında gelişen yeterli engel niteliğinde görülmemektedir. Yine de, doğrudan bağlantı kriteri, markanın kullanımının mutlaka imkansız hale gelmesini gerektirmez. Kullanımın makul olmaması yeterli görülebilmektedir. Her somut olayın kendi şartları çerçevesinde, ortaya çıkan engelin aşılma için oluşturulan stratejinin marka kullanımını anlamsız hale getirip getirmediği değerlendirilir. Örneğin, marka sahibinin şirket stratejisini değiştirip ürünlerini rakiplerinin satış kanallarında satması makul olarak ondan beklenemeyecek ya da zorunlu tutulamayacaktır. 

İnceleme konusu kararın; markanın kullanmama nedeniyle iptalini önleyen haklı nedenler gibi yazılı hukukta çok detaylı ve açık düzenlenmeyen ve genelde uygulama ile şekillenen bir kavramın değerlendirilmesi bakımından önemli bir karar olduğu kanaatindeyiz. Temyiz Kurulu belli kriterleri ortaya koyup tekrar etse de, her somut olay elbette yine kendi koşulları çerçevesinde değerlendirilecek ve sonuçlandırılacaktır.

Alara NAÇAR

nacar.alara@gmail.com

Temmuz 2021

BİR TEKRAR MARKASI OLARAK MONOPOLY ABAD GENEL MAHKEMESİ TARAFINDAN KÖTÜ NİYETLİ KABUL EDİLDİ



Marka sahipleri önceden tescil edilmiş markalarının aynısı için aynı mal ve hizmetleri kapsayan yeni bir marka başvurusu yaptığında, bu markalar “tekrar markası” olarak adlandırılmaktadır. Marka başvuru sahibinin önceki markasının aynısını yeniden tescil ettirmesinin önünde yasal bir engel bulunmamaktadır, ancak genellikle bu başvuruların, önceden tescilli markanın kullanmama nedeni ile iptali talebinin önünü kesme veya kullanım ispatı delili hazırlama yükünden kaçınma amaçlı olarak yapıldığını söylemek mümkün. Elbette somut olayın kendi şartları içinde değerlendirme yapılması gerekir, ancak Türkiye ve Avrupa’da tekrar markalarının hangi hallerde kötü niyetli olarak değerlendirilmesi gerektiğine ilişkin genel koşullar tartışılmaktadır. Herkesin yakından bildiği meşhur masa oyunu MONOPOLY markası da 2021 yılında işte tam bu sebeple, Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD) Genel Mahkemesinin kötü niyetli tescil gerekçeli bir hükümsüzlük davasına konu olmasıyla gündemde.



Hasbro Inc., 1991 yılından beri MONOPOLY markasının sahibidir. Şirket 2010 tarihinde MONOPOLY kelime markası için 9, 16, 28 ve 41. sınıflardaki mal ve hizmetleri kapsayacak şekilde Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisine (EUIPO) bir başvuruda bulunmuş ve söz konusu marka başvurusu 25 Mart 2011 tarihinde tescil edilmiştir. Hasbro Inc. şirketinin ayrıca 1998, 2009 ve 2010’da tescil edilmiş ve halen geçerli olan MONOPOLY markalarının da mevcut olduğunu belirtmemiz gerekir. Bu markaların kapsadığı mal ve hizmetler 2010 tarihli marka başvurusunun kapsamında yer alan mal ve hizmetlerden bazıları ile aynıdır.

25 Ağustos 2015 tarihinde DRINKOPOLY markalı masa oyununun sahibi Hırvat Kreativni Događaji doo şirketi söz konusu marka başvurusunun önceki markaların “tekrar başvurusu” olduğunu ve Hasbro Inc. şirketinin “önceki markalarının kullanımını kanıtlama yükümlülüğünü ortadan kaldırmayı amaçladığını” ve bu nedenle 2011 yılında tescil edilen MONOPOLY markasının kötü niyetli tescile konu olduğunu öne sürerek hükümsüzlük talebinde bulunmuştur.

Bu noktada şunu belirtmek gerekir ki, Avrupa Birliği (AB) Marka Tüzüğü uyarınca, bir marka başvurusu yapıldığı sırada markanın kullanılıyor olması ya da kullanım niyetinin bulunması gerekliliği söz konusu değildir. Bir marka tescil edildikten sonra, ticari marka sahibinden markayı gerçek anlamda kullandığını (veya kullanmamanın meşru sebeplerini) kanıtlamasının istenebilmesi için beş yıllık bir sürenin geçmiş olması gereklidir.  Marka tescil tarihini izleyen beş yıllık süreden sonra söz konusu marka kullanılmadığı iddiasıyla bir iptal davasına konu olabilir. Böyle bir sistem, bir yanda marka sahibinin meşru çıkarlarını diğer yanda da rakiplerinin meşru çıkarlarını dengeler.

EUIPO İptal Dairesi 22 Haziran 2017 tarihinde hükümsüzlük talebini reddetmiş ve Hasbro’nun kötü niyetle hareket ettiğine dair hiçbir kanıt bulunmadığını ve aynı markayı 14 yıllık bir süre boyunca birden fazla başvuruyla korumanın tek başına kullanım yükümlülüğünden kaçınma niyetinin kanıtı olmadığını tespit etmiştir. Bu karara karşı Kreativni Događaji doo şirketi tarafından yapılan itiraz sonucu 22 Temmuz 2019 tarihli kararla EUIPO İkinci Temyiz Kurulu, İptal Dairesi’nin kararını kısmen iptal etmiştir. Esasen, Temyiz Kurulu, toplanan delillerin, itiraz edilen markanın ve önceki markaların kapsadığı aynı mal ve hizmetler açısından Hasbro Inc. şirketinin kötü niyetle hareket ettiğini gösterdiğini tespit etmiştir.

Bunun üzerine Hasbro Inc. şirketi AB Genel Mahkemesi’ne başvuruda bulunarak  esasen kötü niyetle hareket etmediğini aynı zamanda izlediği yöntemin diğer marka sahipleri tarafından da benimsenen stratejik bir yöntem olduğunu iddia etmiştir. Ancak bu iddiaların Genel Mahkeme’nin kötü niyete ilişkin görüşlerinin şekillenmesine hizmet ettiğini belirtmek gerekir.

Genel Mahkeme kötü niyet kavramını incelerken, kötü niyetin tespiti için marka tescilinin kötüye kullanılıp kullanılmadığının, dürüst ticari uygulamalara aykırı olup olmadığının, başvurunun yapılmasının altında yatan ticari mantık ve AB marka başvurusunun yapılması sırasında gerçekleşen tüm kronolojik faktörlerin dikkate alınması gerektiğinin altını çizmiştir.

21 Nisan 2021 tarihinde ABAD Genel Mahkemesi T‑663/19 sayılı kararı ile Hasbro Inc. şirketinin temyiz itirazlarını reddetmiş ve şirketin “kasıtlı olarak kullanım kanıtı kuralını atlatmaya çalıştığını” tespit ederek Temyiz Kurulu kararını onamıştır. Mahkeme, ticari markaların bu şekilde yeniden tescil edilmesine ilişkin bir yasak olmadığını, ancak somut uyuşmazlıkta Hasbro Inc. şirketinin MONOPOLY markası için  daha önceki markalarının kapsamında yer alan mal ve hizmetleri de içerecek şekilde tescil başvurusu yapmış olmasının bilinçli olduğunu belirtmiştir. Ayrıca, başvuranın bu strateji sayesinde itiraz davalarında itiraz edilen markanın kullanımını kanıtlamak zorunda kalmayacağını ikrar ettiğini, başvuranın marka sistemini suistimal ettiği için kötü niyetli olduğunu ve böyle bir başvuru stratejisinin gerekçesi konusunda başka bir ticari mantık görmediğini de eklemiştir. Marka sahibinin markayı kötü niyetle tescil ettirdiği sonucuna varılırken, dava konusu (tekrar) marka(sı)nın EUIPO nezdinde itiraz gerekçesi olarak gösterilmesi ve bu itirazların başarıyla sonuçlanması gibi faktörler ve bu tip tekrar markalarının birçok firma tarafından kullanılan bir strateji olduğu, idari süreçlerdeki yükü azalttığı gibi beyanlar da EUIPO Temyiz Kurulu tarafından dikkate alınmış ve bu değerlendirmeler Genel Mahkeme tarafından da yerinde görülmüştür.

Monopoly kararı, Avrupa Birliği markası sahiplerinin “tekrar başvuruları sonucu tescil edilmiş markaların” kendiliğinden iptal edilmeyeceğine işaret eden bir karar olmakla birlikte “tekrar başvuruları sonucu tescil edilmiş markaların” başvuru anında kötü niyetle yapılıp yapılmadığı yönünde inceleneceğini de gösteren bir karardır.  Bu nedenle marka sahiplerinin aynı markanın tekrarı niteliğinde bir başvuru yaparken kötü niyet iddiası ile karşı karşıya kalabileceklerini düşünerek daha temkinli hareket etmeleri mantıklı olacaktır.

Nihan ÖZKOÇAK

Temmuz 2021    

avnihanozkocak@gmail.com

“ROOIBOS” İLE KISA BİR ÇAY MOLASI

Tarihi 5.000 yıldan daha eskiye dayanan çay, çok özel alanlarda ve agro-ekolojik koşullarda yetiştiriliyor. İklim değişikliklerinden çabuk etkileniyor.

Çay üreten ülke sayısı 35’ten fazla. Hane sayılarıyla birlikte 13 milyonu aşan sayıda insanın geçim kaynağı. Bu sayının 9 milyonu, dünyanın en çok çay üreten ülkeleri olan Çin, Hindistan, Kenya ve Sri Lanka’da yaşıyor. 

Dünyadaki çay üretiminin değeri, 17 milyar ABD Dolarının üzerinde.

En çok içilen içecek sıralamasında, sudan sonra ikinci sırada bulunan çay, son yıllarda, kişi başına % 2,8’lik oranda tüketimini artırmış durumda.

Küçük ölçekli çiftçiler, dünyadaki çayın yaklaşık % 60’ını üretiyor. Bu sebeple çay üretimi, sürdürülebilir kalkınma hedefleri için önemli bir konumda. Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda “Uluslararası Çay Günü” olarak ilan edilen 21 Mayıs, 2020 yılından itibaren kutlanıyor. Kutlamalar kapsamında, “çay törenleri” gibi ülkelerin kültürel mirasları da yer alıyor.       

Çay hakkındaki bu genel ve kısa bilgilerden sonra, yazımızın esas konusuna geçelim.

Türkiye’de “kırmızı çalı (red bush) çayı” ya da “kırmızı çay” olarak da satışı bulunan “Rooibos” çayı, Güney Afrika Cumhuriyeti’nden kaynaklanıyor.

Güney Afrika’da Rooibos sektörü, bağımsız bir sivil toplum kuruluşu olan ve SARC kısaltmasıyla bilinen Güney Afrika Rooibos Konseyi (South African Rooibos Council) tarafından temsil ediliyor. Yıllık üretimin ve satışın yaklaşık % 80’ini müştereken temsil etmek üzere, SARC’nin üyeleri arasında ürünü işleyen, ambalajlayan, ürüne markasını koyan ve ihraç eden firmalar mevcut.

SARC’nin; yerel ve küresel pazarda Rooibos’un tanıtımını yapma, koruma, geliştirme, araştırmaları destekleme, kriz ve tehdit durumlarında paydaşlarına yardım etme ve tüketici menfaatlerini gözetme, ürünle ilgili tam ve doğru bilgi sağlama gibi görevleri bulunuyor.

Avrupa Birliği’ne (AB’ye) başvurusu, menşe adı olarak Ağustos 2018’de yapılan “Rooibos / Red Bush”; Batı Cape ve Kuzey Cape Bölgelerinin belirli kısımlarında kültüre alınarak yetiştirilen veya yabani olarak yetişen Aspalathus linearis bitkisinin kurutulmuş yaprak ve köklerinden elde ediliyor. Piyasaya; yeşil (okside olmamış) halde ve okside edildikten sonra, yani iki şekilde sunuluyor.        

Yeşil (okside olmamış) “Rooibos / Red Bush”, baskın açık yeşil renktedir. Kırmızımsı kahverengi kökleri ve odunsu beyaz parçaları bulunur. Nem oranı %5’in altındadır.

Okside “Rooibos / Red Bush” ise açık kahverengi, sarı ve tuğla kırmızısı renk tonlarındadır. Kurumuş kökler nedeniyle açık renkli parçalar bulunur. Nem oranı %10’un altındadır.

“Rooibos / Red Bush”ın bazı temel duyusal özellikleri aşağıdaki gibidir.

  • Tat: bal-karamel
  • Meyvemsilik: turunçgil-dutsu-kayısı reçeli
  • Odunsuluk: çalı-sap; yanık
  • Baharat: tarçın
  • Ağızda: tatlı-acı-ekşi; yumuşak ve pürüzsüz; keskin     

“Rooibos / Red Bush”, kafeinsizdir ve düşük tanen miktarı ile Güney Afrika’nın kültürel sembollerinden biri olarak kabul edilir.

“Rooibos / Red Bush”ın elde edildiği Aspalathus linearis bitkisinin tohumları, geleneksel bir yöntemle toplanır. Karıncalar, buldukları yiyecekleri doğaları gereği yuvalarına taşırlar. Çevreye saçılmış bitki tohumlarını da bu içgüdüyle yuvalarına götürürler. Tohum toplayıcılar ise, bölgenin “geleneksel bilgi”si olarak kabul edilen bu yöntemle, karınca yuvalarında biriktirilmiş bitki tohumlarını toplayarak çiftçilere verirler. Ancak karıncaların hayatlarını sürdürebilmeleri ve döngünün tamamlanabilmesi için, tohumların hepsini almayıp bir miktar bırakırlar.    

Kültüre alınarak yetiştirilen Aspalathus linearis bitkisi, mekanik olarak ya da elle; yabani olarak yetişen ise, neslinin tükenmesi önlemek amacıyla ve bitkiye zarar vermeden sadece elle hasat edilir. Uygulanacak kurutma dâhil tüm işlemler, tarlada ya da tarla dışında bir yerde yapılabilir ancak her koşulda, coğrafi sınır içinde gerçekleştirilir.

Coğrafi sınır, yaklaşık 60.000 hektarlık bir alandır. Afrika’nın % 0,5’inden daha az bir alan olmasına rağmen, kıtanın yaklaşık % 20’lik florasına sahiptir. Güney Afrika’nın önemli bir biyoçeşitlilik merkezi olduğu ifade edilen coğrafi sınırdaki bazı bölgelerin, 2004 yılında UNESCO’nun Dünya Mirası Listesine giren “Cape Floral Region Protected Areas” içinde olduğu belirtilmektedir.  

Coğrafi sınırın toprak özellikleri ve sert iklim özellikleri; bitkinin polifenol miktarının fazla olmasına ve dolayısıyla ürünün coğrafi sınıra özgü ayırt edici özellikleri kazanmasına neden olur. “Ürün-coğrafi sınır” ilişkisi ile uygulanan işlemlerdeki ustalık becerisi, “neden-sonuç ilişkisi” içinde açıklanmaktadır. 

İnsan tüketimi amaçlı olsun ya da olmasın, “Rooibos / Red Bush” başka çaylarla,  infüzyonlarla ya da başka ürünlerle harmanlanırken, “ürünün piyasaya sunulacağı ülkedeki etiketleme kurallarına uyması” gerekir. 

“Rooibos / Red Bush” menşe adının Haziran 2020’de AB’nin Resmi Gazetesinde yayımlanması üzerine, iki ülkeden itiraz edilir.    

AB Komisyonu; İsviçre Çay, Baharat ve İlgili Ürünler Birliğinin (Swiss Association of Tea, Spices and related Products – IGTG) itirazını gerekçeli bulmadığı için başvuru yapana iletmeyeceğini bildirir. Bu bildirim üzerine itiraz sahibi, itirazını geri çeker.

Diğer itiraz ise, Birleşik Krallık tarafından yapılmış olup özellikle ürünün tanımı ve hammadde hakkındaki açıklamalar ile etiketlemeye ilişkin kurallar üzerinde odaklanmıştır. AB Komisyonu, bu itirazın gerekçelerini tatmin edici bularak tarafları anlaşmaya davet eder. Güney Afrika – Birleşik Krallık arasındaki görüşmeler uzlaşı ile sonuçlanır ve başvuru kapsamında bazı düzenlemeler yapılır. Bu düzenlemeler, AB Komisyonu tarafından da uygun bulunmasını takiben, 31 Mayıs 2021’de AB Resmi Gazetesinde yayımlanır. Yayımdan sonraki 20 nci günde yürürlüğe girer.  

SARC süreç hakkındaki açıklamalarında; “Rooibos / Red Bush” coğrafi işaretinin korunmasında sektörel işbirliğinin güçlü olmasının, kararlı biçimde hareket etmenin, destek alınabilecek kaynakların varlığının, AB ve diğer uluslararası meslektaşlar ile iyi ilişki kurulmasının, AB ile Ekonomik İşbirliği Anlaşması (Southern African Development Community Economic Partnership Agreement) yapılmasının, AB yasal düzenlemeleri ve kuralları hakkında bilgi sahibi olmanın ve iyi bir süreç yönetiminin başarılı bir sonuç elde etmek için son derece önemli olduğunu ifade eder.

Gonca ILICALI

Temmuz 2021

gilicali12@gmail.com

Kaynaklar: