Etiket: özlem fütman

THEODORE’UN ÇİKOLATA FABRİKASI

-Bölüm II-

TOBLERONE “SWISSNESS” KİMLİĞİNİ Mİ KAYBEDİYOR?

Bir ülkenin sembolü haline gelen nadir “marka – ürün” ikililerinden olan Toblerone çikolatasının kısmen Slovakya’da üretileceğine ilişkin haberler, “Toblerone’nun Swissness, yani İsviçrelilik kimliğini kaybetmekte olduğu” tartışmalarını gündeme getirmişti. Konuyu ele almaya; IPR Gezgini’nde 3 ve 4 Haziran 2020 tarihlerinde iki bölüm halinde yayımlanan Mistik Çikolata Dünyası isimli yazımızdan da alıntı yapıp Toblerone markasının hikâyesini anlatarak, dün yayımlanan Bölüm I ile başlamış olduk.

Matterhorn’un Toblerone paketlerinden çıkarılarak onun yerine sıradan bir zirve görselinin kullanılmasının neden bu kadar önemli olduğunu ve Mondelēz’in bunu yapmaya neden mecbur kaldığını anlamak için Matterhorn’a biraz daha yakından bakmak iyi olabilir.

İsviçre – İtalya sınırında yer alan Matterhorn, İsviçre’nin en ikonik dağı. İtalyan kimliğinde Monte Cervino, Fransız kimliğinde ise Mont Cervin yazıyor.

İsviçre Alplerinin mücevheri” olarak bilinen bu dağ dünyaya 4.478 metre yüksekten bakıyor ve eşsiz konumuyla çok sayıda cazibe merkezine kucak açıyor.

Rothorn, Matterhorn manzalarını seyretmek için en elverişli yerlerden biri. Matterhorn Glacier Paradise, 3.883 metre yüksekliği ile Avrupa’nın en yüksek kayak bölgesi ve yılın her günü açık.

Müzeseverler Zermatt’ın, bir dağ köyünden Alp tatil beldesine dönüşüm yolculuğunu ve büyük zorluklarla 1865’te gerçekleştirilen Matterhorn’a ilk tırmanışın tarihini Matterhorn Müzesinde soluyor. Müzede ayrıca, üç kuşaktan uzun bir süredir sipariş üzerine dağ botu üreten Burgener Ailesinin üretimde kullandığı bazı el aletleri ile eski üretim dağ botları da küçük bir kunduracı kulübesinde sergileniyor. El yapımı botların tabanlarında, tırmanılacak dağın yüzey özelliklerine göre seçilen kramponlar kullanılıyor.

Matterhorn’da 25’in üzerinde tırmanış rotası ve varyasyonları var. En popüler rotasının eteğinde, 3.260 metrede Hörnlihütte (Hörnli Kulubesi) yer alıyor. 1880 yılında inşa edilen bu kulübeden, hava koşulları uygun olduğu takdirde, günde yaklaşık 300 dağcı tırmanışa başlıyor. 3.100 metre rakımlı Gornergrat ise en iyi gezi rotalarından biri olarak kabul ediliyor.

Zermatt’ta, 3.820 metre ile Alpler’in en yüksek teleferik istasyonu var ve 150’den fazla göl bulunuyor. Bu göllerden Riffelsee, hava koşullarının uygun olduğu zamanlarda Matterhorn’u bir ayna gibi yansıtıyor ve sırf bu sebeple ziyaretçisi çok fazla. Hatta birçok akıllı telefonda duvar kâğıdı olarak da kullanılıyor. Minnacık bir yer olan Zermatt’a giderken tavanı camdan bir trende yolculuk yapıyorsunuz ve varış noktasına ulaştığınızda Matterhorn’un görünümünden büyüleniyorsunuz gerçekten.

Matterhorn, Covid 19 pandemisinin ilk zamanlarında ikonik bir projede de rol aldı. Pandemiyle mücadelede insanlara umut işareti göndermek için “Light is hope![1]” (Işık umuttur!) temasıyla, Zermatt’tan Matterhorn aydınlatıldı. 24 Mart – 26 Nisan 2020 tarihleri arasında yürütülen projede, 24 Nisan günü saat 23:40’ta Matterhorn üzerinde Türk Bayrağı dalgalandı. 

© Light Art by Gerry Hofstetter / Foto Michael Portmann

İsviçre, gezginleri çağırmak için poster kullanmaya başlayan ilk ülkelerden. Seyahat posterlerinin en ünlülerinden biri, sanatçı Emil Cardinaux’nun fırçasından 1908 yılında çıkan ünlü Matterhorn zirvesinin posteri olup, bir müzayedede yaklaşık 10.000 Dolara satıldığı rivayet ediliyor.

Şöyle söyleyelim; Matterhorn İsviçre için bir ulusal miras ve korunması gereken bir ulusal emanet gibi, ülke ile bütünleşmiş simgelerden biri. Dolayısıyla Toblerone paketlerinde yer almasının ciddi bir anlamı var. Matterhorn’un paketlerde yer alması kendi başına Toblerone’un İsviçreli kimliğini anlatmaya yetiyor ve çikolatayı İsviçre ile bütünleştiriyor.  

Yapılan araştırmalar, üzerinde “Swiss made”, “Swiss quality”, “Swiss”, “Made in Switzerland” gibi ibarelerin veya İsviçre bayrağının kullanıldığı ya da bir biçimde ürünün kaynağının İsviçre olduğunu işaret eden / öyle olduğunu düşündürten  ürünlerin satışının, piyasadaki muadillerine göre %20 daha fazla olduğunu gösteriyor. Yani İsviçre kelimesi tüketiciye güven telkin ediyor ve satışların artmasında ciddi bir fonksiyonu var. Bu durum, yaratılan ekonomik ve kültürel katma değerden haksız fayda sağlamak isteyenlerin iştahını kabartırken, suiistimalleri de yaygınlaştırıyor.   

Günden güne artan istismarların önüne geçmek, mevcut piyasa avantajını ve tüketicileri korumak, hukuki durumu netleştirebilmek gibi amaçlarla İsviçre, 01 Ocak 2017’de yürürlüğe giren ve kısaca “Swissness” (İsviçrelilik) diye anılan bir Kanun çıkardı.[2]  

Uzun ve çetrefilli tartışmalar neticesinde hazırlanan Kanun, “Swiss”, “Swiss made” gibi kaynak olarak İsviçre’yi işaret eden ibarelerin, İsviçre’ye özgü şekillerin/sembollerin vs hangi hallerde kullanılabileceğine dair kriterler getirdi; bir yandan da bu tip işaretlerin yapılan ikili veya çoklu anlaşmalarla yabancı ülkelerde korunmasını hedefliyordu.  

Kanun, her ne kadar “İsviçrelilik” biçiminde Türkçe’ye tercüme edebileceğimiz “Swissness” diye anılsa da, kaynağını İsviçre’den almayan (yabancı) coğrafi işaretler / kaynak işaretleri hakkında da düzenlemeler getiriyor ve İsviçre marketinde tanınan kaynak gösterir yabancı işaretlerin korunmasını ve düzenlenmesini de amaçlıyor.

Kanunun ana mantığı şöyle özetlenebilir belki; coğrafi işaret / coğrafi kaynak belirten işaret ancak yanıltıcı olmamak ve doğru olmak kaydıyla kullanılabilir.  

Kanun ile getirilen ana standart; coğrafi orijinin, esaslı üretimin gerçekleştiği lokasyona göre belirlenmesi.  Buna ek olarak, örneğin gıda ürünlerinde ürünün hammaddesinin en az %80’inin orijin olarak gösterilen coğrafi yerden kaynaklanması gerekiyor ve ancak bu kritere uyuyorsa bir ürün üzerinde “Swiss” ibaresi kullanılabiliyor. %80 oranının hangi kriterlere göre hesaplanacağına dair ise bir kurallar bütünü yaratılmış durumda. Örneğin kakao, kahve gibi İsviçre’de üretilmeyen maddeler hesaplamada göz önüne alınmıyor.

Endüstriyel ürünlerde ana üretim aşamalarının önemli bölümünün İsviçre’de gerçekleşmiş olmasının yanında, ürünle ilgili üretim masraflarının (Ar-ge masrafları dahil) en az %60’ının İsviçre’de yapılmış / harcanmış olması şartı aranıyor. Ancak paketleme ve dağıtım masrafları bu hesaplamada göz önüne alınmıyor. Aynı %60 koşulu saatler için de geçerli (akıllı saatler dahil) ve saatin teknik geliştirmesinin de İsviçre’de yapılmış olması gerekiyor.

Doğal ürünlerde ürünün nerede yetiştiğine ve hasat edildiğine göre belirleme yapılırken etler için hayvanın yaşam sürecinin ne kadarlık bölümünü İsviçre’de geçirdiği bakılan kıstaslar arasında.

Swissness’in getirdiği önemli bir yenilik ise hizmetlerin de bu kanun kapsamında değerlendirilmesi. İsviçre’yi kaynak gösteren ibare / sembollerin hizmetlerde kullanılabilmesi için hizmeti verenin İsviçre’de yerleşik ve yönetiminin İsviçre’de olması şartı aranıyor.  

Swissness ile kanun koyucu, her tür ürünü kapsar biçimde coğrafi işaretler / kaynak gösteren işaretler için yeni bir ulusal tescil sistemi getirdi. İsviçre’de tarım ürünleri için mevcut tescil sistemi yanında Swissness ile ayrı ve yeni bir tescil sicili yaratıldı.

Swissness Kanunu ile İsviçre, bizi yeni türde bir marka tescili ile de tanıştırdı; “coğrafi marka” (geographical mark).

Swissness Kanunu uyarınca aşağıdaki işaretlerin İsviçre’de coğrafi marka olarak tescili mümkün[3].

  1. İsviçre’de veya İsviçre dışında halihazırda coğrafi işaret olarak tescil edilmiş işaretler.
  2. İsviçre’nin şarap konusundaki mevzuatına uygun olmak şartıyla, şaraba ilişkin coğrafi işaret olarak tescil edilmiş işaretler.
  3. Bir resmi düzenlemenin konusu olmuş kaynak belirten işaretler. Örneğin saatler için “Swiss made” kullanımı gibi veya İsviçre’dekinin muadili bir düzenlemeye dayanan kaynak belirten yabancı işaretler.

Coğrafi markayı adına tescil ettiren, markanın ticarette aynı / benzer ürünler üzerinde yasaya aykırı kullanımını engelleme hakkına sahip. Bu markanın devri veya lisanslanması ise mümkün değil.

Swissness’e göre coğrafi markanın kendinden sonraki başvurulara karşı bir itiraz gerekçesi olması mümkün değil; ancak diğer taraftan daha evvel tescil edilmiş markaların coğrafi marka başvurusuna itiraz hakkı da mevcut değil.

Kanuna göre klasik anlamdaki markalara uygulanan kullanma zorunluluğu ve bu zorunluluğa uyulmaması halinde doğacak neticeler, coğrafi marka için geçerli değil.

Başvuru sahibinin başvuruyla birlikte markanın kullanım koşullarını düzenleyen teknik bir yönetmelik sunması gerekiyor. Teknik yönetmeliğin coğrafi işaretin şartnamesine veya önceki mevcut uygulama kurallarına uygun olması şartı aranıyor. Teknik yönetmelikte coğrafi markanın kullanımı için bir ücret belirtilmesi gerekmiyor. 

Kanun koyucunun nihai amacının (coğrafi) adlandırmaları markaya dönüştürerek bunlarında diğer markalar gibi uygulanabilirliğini sağlayacak bir yol açmak olduğu görülüyor.

İşte bu Swissness Kanunundan dolayıdır ki üretimi Slovakya’ya taşıyan Mondelēz, bundan sonra artık Toblerone çikolatalarının üstüne “Swiss chocolate” (İsviçre çikolatası) yaz(a)mayacak, onun yerine “Established in Switzerland in 1908” (1908 yılında isviçre’de kuruldu) yazacak. Diğer yandan paketlerden Matterhorn’un çıkarılması da Mondelēz’in kararı değildir aslında; çünkü üretimi artık İsviçre’de yapmayacaklarına göre, Swissness Kanunu uyarınca İsviçre’nin bu ikonik dağının görselini kullanmaları mümkün değil.

“Çikolata çikolatadır, tadı aynı sonuçta!” diyenler olabilir elbet, ama bazıları için 2023’ten sonra Toblerone aynı Toblerone olmayacak artık. Markalar geçmişi ve hikayeleriyle var olur ve yaşar çünkü.   

28.03.2023

Gonca Ilıcalı gilicali12@gmail.com

Özlem Fütman ofutman@gmail.com


[1] https://www.zermatt.ch/en/hope

[2] https://www.ige.ch/en/law-and-policy/national-ip-law/indications-of-source/swiss-indications-of-source

[3] http://www.marques.org/Newsletters/Newsletter/Default.asp?NewsletterID=59&art=5#5

THEODORE’UN ÇİKOLATA FABRİKASI

-Bölüm I-

Bir varmııış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde… Pireler berber iken, develer tellal iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, Dünya diye bir gezegende İsviçre adıyla anılan bir ülke varmış. İsviçre ülkesi, halkı tarafından kalpten sevilen ve adeta anıt gibi mütalaa edilen göllerle ve dağlarla doluymuş, bir de çikolatasıyla pek meşhurmuş bu küçük ülke.

İşte bu İsviçre ülkesinde Toblerone diye bir çikolata markası varmış. Toblerone çikolatası Bern şehrinde Theodore Tobler ve fabrikanın üretim müdürü Emil Baumann tarafından geliştirilmiş. Hayır yanıldınız, fabrika müdürünün adı Charlie değilmiş! Toblerone ismi de zaten Theodore’un soyadı olan “Tobler” ile İtalyanca “ballı bademli nugat” anlamına gelen “torrone” kelimelerinin birleştirilmesiyle yaratılmış.   

Toblerone çikolatası biçim olarak diğer çikolatalara benzemiyormuş, üçgenler halindeymiş. Bu üçgenleri koparıp koparıp yermiş Dünya’nın insanları. Çikolata, İsviçre’nin en ünlü dağı olan Matterhorn’dan esinlenilerek “üçgen zirveler” halinde tasarlanmış. Bir de bir rivayete[1] göre, Bay Tobler’in Paris’te Folies Bergères’te izlediği gösterinin son sahnesinde dansçıların bir insan piramidi oluşturmasından gelmişmiş çikolatanın şekli. Biz söyleyenin yalancısıyız, ama bu yazının yazarları olarak ilk teoriye daha bir inanıyoruz sanki.

© Photo / Morgan Thompson, Unsplash

Neyse efendim, Bay Tobler bu sıra dışı tasarıma sahip çikolatasının üretim prosesi için insan zamanıyla 1906 senesinde Bern’de patent başvurusunda bulunmuş ve kaynaklara göre dünyanın ilk patentli çikolatasının sahibi olmuş. Yapılan başvuruyu İsviçre Patent Ofisi’nde inceleyen patent uzmanı ise insanlık camiasında herkesin adını bildiği bir bilim insanıymış; Albert Einstein!    

Takvimler 1909 yılını gösterdiğinde Bay Tobler, Toblerone kelimesine, İsviçre’nin ünlü dağı Matterhorn ile Bern şehrinin simgesi olan ayı figüründen oluşan müthiş bir kombinasyonu da ekleyerek markasını tescil ettirmiş.

Yıllar su gibi akarken Toblerone çikolatasının üretim prosesine ilişkin birçok başka patent başvurusu da yapılmış. “Prizma şekilli çikolata parçalarını ayırma pensleri” için yapılan 2013 tarihli ve DE202013104051U1[2] sayılı patent başvurusunun dokümanında; Toblerone’nun İsviçre çikolatası olduğu ve özel şeklinin, üç boyutlu Topluluk Markası olarak Avrupa Birliği nezdinde tescilli olduğu da belirtilmiş.

Tabii Toblerone çikolatasının şekliyle ilgili birçok tescilli marka da varmış. Bunlardan bir tanesi, aşağıda örneğine yer verilen ve Birleşik Krallık Sınai Mülkiyet Ofisi nezdinde WO0000000727788[3] sayıyla tescilli olan üç boyutlu marka imiş.

    

Çocuklar büyükler herkes bu çikolatayı pek çok sevip yerken, şimdi masalda biraz ileri sarıp 2015 senesine gelelim. 2015 yılında Toblerone’nun sosyal medyasında yer alan bir haber, Toblerone severlerin tepkilerine neden olmuş; çünkü firma, “Bu değerli İsviçre çikolatasını daha fazla kişiye ulaştırmak için; Birleşik Krallık’taki çikolata barlarının üçgen piramitleri arasındaki mesafeyi biraz daha açıp ağırlıklarını 400’den 360 ve 170’ten 150 grama düşüreceğim” diyormuş[4]. “Aaaa!” demiş tüketiciler, “neden gramajı düşürüyorsunuz çok ayıp ama”, sonra da başlamışlar aralarında müstehzi müstehzi fısıldaşmaya: “Yeni tasarımıyla çikolata, daha küçük zirveleri ve daha fazla vadileriyle İsviçre Alpler’inden ziyade Hollanda ülkesine benzedi!”. İsviçre ülkesi küçük, sakin ve çok sessiz bir yermiş; öyle ki bir yerinde biri bir şey fısıldayınca memleketin diğer tarafından duyuluyormuş. Nitekim bu fısıltılar Toblerone fabrikasından duyuluvermiş bir gün ve üretici firma, müşterilerine teşekkür ederek değişiklikten vazgeçmiş. Öyleymiş orda usul, teşekkür edilirmiş.

Toblerone’un şekli ve ağırlığı hakkındaki değişiklik girişimi sırasında başka bir tartışma daha gündeme gelmiş; “Toblerone orijinal şeklini Birleşik Krallık ülkesinde kullanmaktan vazgeçerse, Birleşik Krallık’ta üç boyutlu olarak tescil edilmiş marka, 5 yılın sonunda geçerliliğini yitirir ve üçüncü kişilerce tehdide maruz kalır mı?”. Ancak hukuki süreçten çok daha hızlı işleyen “sosyal tepki” mekanizması sayesinde sorun daha doğmadan ortadan kalkmış zaten.

Toblerone güzel çikolataymış ama dünya çapındaki başarısında şüphesiz ki “İsviçreli” olmasının payı büyükmüş; dedik ya, İsviçre ülkesi çikolatasıyla meşhurmuş diye! Gerçi gezegenin Avrupa Kıtasına çikolata, ilk kez İtalya ülkesinin Torino şehrine gelmiş ve ilk çikolatacı burada açılmış ama olsun, İsviçreliler İtalyanları adeta sollayıp geçmiş bu konuda. “Swiss Chocolate / Schweizer Schokolade” İsviçre’de, “tescilsiz” olarak sui generis[5] bir sistemle korunuyormuş. Ayrıca imzalanan uluslararası anlaşmalar[6] kapsamında da Rusya’da 1995, Jamaika’da ise 2014 yılından itibaren koruma altındaymış.

“Swiss Chocolate / Schweizer Schokolade” hakkındaki teknik ürün düzenlemeleri, 1901 yılında kurulan ve “İsviçre çikolata endüstrisi”ni temsil eden Chocosuisse[7] derneği tarafından hazırlanıyormuş. Anlayın işte, çikolata ne kadar önemliymiş İsviçre ülkesinde.  

Avrupa Birliği, Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada’da “Switzerland”, “Suisse”, ve “Swiss” ibarelerinin sertifika ve kolektif marka sahibi[8] olan Chocosuisse, Nis Sınıflandırmasının 30 uncu sınıfında gerçekleşen marka tescillerini dünya genelinde sistematik olarak kontrol ederek, gerekirse ilgili sınai mülkiyet ofisi nezdinde itirazda bulunuyormuş. Ayrıca rekabetçi ve yeniliği teşvik eden çerçeve koşulları destekliyor, ihtiyaç odaklı eğitimde ve sürdürülebilirlikte bütüncül bir yaklaşım sergiliyormuş.

Toblerone’un sahibi, uzun yıllar boyunca sadece Tobler firması olarak kalmış.  Ancak firma, 1970 yılında Milka’nın üreticisi Suchard ile birleşince Interfood kurulmuş ve ortaklar, dünya çapında üretim yaptıkları ürünler için Multifood adıyla yola devam etmeye karar vermişler. 1982’de Jacobs adlı bir kahve firmasıyla birleşince Jacobs Tobler & Suchard oluşmuş.  Toblerone da dâhil olmak üzere bu birliktelik hisselerinin çoğu, 1990 yılında Kraft Foods Inc. tarafından alınmış ve 2012 yılından itibaren de Mondelēz International’ın çatısı altında konumlanmış.[9] 

Amerika merkezli olan Mondelēz International[10], 80’den fazla ülkede faaliyet gösteriyormuş ve 150’den fazla ülkede tüketicisi varmış. Toblerone’nun haricinde bünyesinde bir yığın başka küresel ve yerel ikonik marka varmış.   

Sonra birden ortada bazı haberler dolaşmaya başlamış; neymiş efendim Toblerone kısmen Slovakya’da üretilecekmiş de, buna ilişkin çalışmalar 2023 yılı sonlarında tamamlanacakmış da, hatta bu üretimler aynı zamanda Milka ile Suchard çikolatalarının da üretildiği Bratislava’da yapılacakmış da filan[11]. Ne olsa beğenirsiniz, tevatürler doğru çıkmış!  Mondelēz International yetkilisi[12] açıklama yapıp demiş ki; “En çok satan 100 gramlık çikolata barlarının üretimi, Toblerone’nun hikayesinin merkezi olan Bern’de devam edecek ama marka örneğindeki Matterhorn yerine jenerik bir zirve görseli kullanacağız, ambalajda “of Switzerland” (İsviçre’nin)” yerine “established in Switzerland” (İsviçre’de kuruldu) yazacağız, ambalajda Theodor Tobler’in imzasına yer verip ürünün kökenine saygı duruşunda bulunacağız, ileri bir tarihte açıklanacak yeni ambalajın tasarımında birçok kayıp olacak elbette ama üretim maliyeti düşeceği için daha çok miktarda Toblerone sunacağız siz tüketicilere ve dolayısıyla “sayısal” olarak kazançlı çıkacak (herkes)”!     

Kelime – şekil kombinasyonunda ve ayırt edicilik gücü yüksek bir marka olması; yaratılan marka ile özdeşleşen özel bir şeklinin bulunması; çikolataya dair dünyanın ilk patenti de dahil olmak üzere üretim prosesi için birçok patente sahip olması; sui generis bir sistemle coğrafi işaret korumasında bulunan bir ürün olması gibi nedenlerle “Swissness” (İsviçrelilik) imajı yerleşik olan Toblerone’nun, “en çok satan 100 gramlık barlarının orijinal üretim yerinde yoluna devam edeceği”nin ifade edilmesi, bir nebze de olsa yüreklere su serpmiş ama 100 gramlık barların dışındaki ürünlerin ambalajından Swissness izlerinin silinmesinden üzüntü duyan birçok insan oğlu olmuş…  

Noktamızı bugünlük buraya koyuyor ve arkası yarın diyoruz.

27.03.2023

Özlem Fütman ofutman@gmail.com

Gonca Ilıcalı gilicali12@gmail.com


 


[1] https://design-technology.org/toblerone.htm

[2] https://patents.google.com/patent/DE202013104051U1/en

[3] https://trademarks.ipo.gov.uk/ipo-tmcase/page/Results/2/WO0000000727788?legacySearch=False

[4] https://www.worldipreview.com/news/toblerone-may-need-new-ip-strategy-after-weight-loss-12532

[5] https://www.admin.ch/opc/fr/classified-compilation/19920213/201904010000/232.11.pdf

[6] https://www.origin-gi.com/i-gi-origin-worldwide-gi-compilation-uk.html?filter_17=CH&cc=p&start=160

[7] https://www.chocosuisse.ch/en/

[8] https://www.chocosuisse.ch/en/swiss-chocolate/switzerland-as-an-indication-of-origin

[9]https://en.wikipedia.org/wiki/Toblerone#:~:text=Tobler%20%26%20Suchard%20companies%20merged%20with,several%20other%20brands)%20to%20Mondel%C4%93z.

[10] https://www.mondelezinternational.com/About-Us

[11] https://kafkadesk.org/2022/06/27/iconic-swiss-chocolate-maker-toblerone-moves-to-slovakia/

[12] https://www.euronews.com/culture/2023/03/06/toblerone-to-lose-the-matterhorn-logo-as-the-chocolate-can-no-longer-be-considered-swiss#Echobox=1678100470


SEVİİİİM KOŞ KAVGA VAR;  AB İÇİNDE ENTERESAN BİR FETA MEVZUSU  ve GENEL MAHKEME KARARI

Bazı kararlar vardır ki okumaya başladığınızda kendi kendinize sonunu daha baştan  görürsünüz, mevzuat ile uygulamayı ve rüzgarın nereden estiğini  biliyorsanız. İşte bu yazının konusu olan 14/07/2022 tarihli AB Genel Mahkemesi 5. Dairesi’nin C 159/20 nolu dosyada verdiği karar da  benim için öyle oldu. Bakalım siz ne düşüneceksiniz okurken.

Olaylar şöyle başlıyor; Yunan otoriteleri Danimarka’da bazı işletmelerin ürettikleri peynirlerin üzerine “Feta” “Danimarka Fetası” veya “Danimarka Feta Peyniri”  yazarak başka ülkelere sattığını tespit ediyor. Hemen Danimarka resmi mercileri ile irtibata geçerek Feta coğrafi işaretli peynirlerin özelliklerine  uymayan bu peynirlerle ilgili eylemlerin durdurulmasını talep ediyorlar.  Fakat Danimarka eylemlere son vermiyor ve diyor ki bizim bu yaptığımız AB mevzuatına aykırı değil, 1151/2012  numaralı Tüzük ancak Avrupa Birliği sınırları içinde satılan ürünlerle ilgili uygulanabilir,halbuki bizim üreticiler o peynirleri Birlik dışı ülkelere satıyor ve malların satıldığı ülkelerde FETA koruma altında bir coğrafi işaret değil, yani biz üstünde Feta yazan o peynirleri ürettirip  sattırmaya devam edeceğiz.

Yunanlılar bakıyorki bu iş böyle olmayacak, AB Komisyonu’nun kapısını çalıp olanları anlatıyor ve Komisyon’un işe müdahale etmesini istiyorlar. Haklılar mı? Bence haklılar.

26 Ocak 2018 tarihinde Komisyon Danimarka Krallığı’na resmi bir uyarı mektubu  yazarak diyor ki;  bu tecavüz teşkil eden eylemleri engellemeyerek   veya durdurmayarak ,  bir AB üyesi olarak,  özellikle 1151/2012 numaralı Tüzüğün  13. Maddesi ile  Avrupa Birliği Antlaşması  TEU’nun  4(3) maddesi olmak üzere AB Hukukunu ihlal ediyorsunuz, bu işe bir son verin.

Danimarka Krallığı Komisyon’a “biz hiç öyle düşünmüyoruz, yaptığımızda bir hukuka aykırılık yok” diye cevap verince  bu sefer Komisyon  25 Ocak 2019’da gerekçeli bir görüş yazarak Danimarka’ya gönderiyor ve amiyane deyimle kısaca  “yeter artık durdurun şu işi” diyor.

22 Mart 2019’da Danimarka verdiği resmi cevap ile  “bizim fikrimiz aynı, pozisyonumuzu değiştirmiyoruz” diyor. İşte ben  bu noktada Seviiim koş kavga çıktı diye bağırıyorum pencereden!. (bu referansı sadece Bizimkiler dizisini seyretmiş olanlar anlayacak ama olsun!)   

Mesele suhuletle  çözülmeyince Komisyon konuyu  Genel Mahkeme’ye taşıyor. Tahmin edeceğiniz gibi Yunan Devleti ve Güney Kıbrıs da Komisyon lehine müdahil oluyorlar sürece.  

Komisyon Genel Mahkemeden şu iki  konuda Danimarka Krallığı aleyhine deklarasyon vermesini talep ediyor; Danimarka bu eylemleriyle   1151/2012 numaralı Tüzüğün  13. Maddesi uyarınca üstüne düşen  yükümlülükleri yerine getirmemiştir + Danimarkalı üreticilerin bu taklit FETA peynirlerini üretip satmasına izin vererek Danimarka TEU’nun 4(3) maddesini ihlal etmiştir.

        KOMİSYON’UN ARGÜMANLARI-İDDİALARI

AB Komisyonu’nun argümanlarını kısaca şu şekilde özetleyebilirim;

1-1151/2012 numaralı Tüzük  tescilli coğrafi işaretlere geniş bir koruma sağlar. Bu korumayla, adil rekabet içerisinde ve fikri mülkiyet haklarına saygı çerçevesinde piyasadaki üreticilere pozitif bir hak sağlanarak özelliklere uyan ürünler üzerinde tescilli ismi kullanmalarına izin verilir. Tüzüğün  13(1) maddesi nelerin hukuka aykırı kullanım olacağını sayar ve bunlar arasında özellikle tescilli coğrafi işarete özgü özelliklere  uymayan ürünler üzerinde coğrafi işaretin kullanılmasının bir ihlal anlamına geldiği belirtilmiştir. Bu hükmün amacı üreticileri korumaktır.  

2-Danimarkalı üreticiler üstüne FETA yazdıkları bu peynirleri inek sütünden ve coğrafi işaret tescilinde belirlenmiş olan coğrafi alanın dışında üretiyorlar, sonrada Birlik üyesi olmayan ülkelere satıyorlar.  

3- Tüzük  tescil edilmiş isimlerle ilgili fikri mülkiyet haklarını açık biçimde  korur. Tüzüğün  3-5 ve 18 numaralı gerekçelerinde vurgu yapıldığı üzere, tescilli isimler üreticiler arasında adil rekabet ortamının  sağlanması için  esaslı bir role sahip, bu isimler ürünün karakteristiğini niteliyor, üreticilerin mallarını üretim maliyetini karşılayacak bir fiyata satmalarını sağlıyor, haksız rekabeti önlüyor, ve ayrıca bu isimlerin ününün zarar görmesine de engel oluyor.

Bu durumda hukuka aykırı şekilde üretilen Danimarka’da ki peynirlerin Birlik içinde mi  yoksa Birlik dışına mı satıldığının hiçbir önemi yok.

Danimarkalı üreticilerin bu yaptığı orijinal FETA üreticilerinin ve çiftçilerin harcadığı emekten haksız fayda sağlamaktan başka bir şey değil. Yapılan eylem açıkça bir ticari kullanım ve FETA coğrafi işaretinin ününü sömürmedir.

4-Danimarka apaçık biçimde AB fikri mülkiyet hukukunu ihlal ediyor. Tecavüz eylemi Birlik sınırları içerisinde gerçekleşiyor çünkü hukuka aykırı olarak FETA diye etiketlenen peynirler Birlik sınırları içinde  mukim üreticilerce üretiliyor, eylemin bütün negatif sonuçları Birlik içinde doğuyor.

Danimarka bu davranışıyla Birlik içerisinde fikri mülkyet haklarına koruma sağlanması konusunda üye bir ülke olarak verdiği taahhüdü yerine getirmiyor. Bu davranış Birlik iç piyasasının düzgün biçimde işlemesine ciddi bir ket vurduğu gibi mevzuat ile belirlenen hedeflere ulaşılmasını da engelliyor.  

YUNANİSTAN’IN ARGÜMANLARI-İDDİALARI

Yunanistan’ın dosyaya Komisyon lehine müdahil olarak katıldığını belirtmiştim. Onlarda diyor ki;

  1. 1151/2012 numaralı Tüzük açıkca taklit coğrafi işaretli ürünleri yasaklıyor. Burada taklit olan ürünün hangi amaçla üretildiği/üreticinin iradesinin-kastının hiçbir  önemi yok  çünkü mevzuatta ihracat amacıyla üretim yapılmasıyla malların Birlik içinde tüketilmesi için üretim yapılması şeklinde  bir ayrım yok.
  2. Önceki mevzuatta 13(3) maddesinin bir muadili yoktu. Şimdiki mevzuata böyle bir madde koyarak Kanun koyucu coğrafi işaretlerle ilgili sistemi kolaylaştırıp güçlendirmek amacıyla üye ülkelere sorumluluk yükledi ve kendi sınırları içinde bu tarz hukuka aykırı eylemleri engelleme ve durdurma insiyatifi verdi.  Her üye ülkenin bu konuda sorumluluğu var. Yine mevzuat gereği üye ülkeler  bir ürün piyasaya sunulmadan evvel bunun hukuka uygun olup olmadığını kontrol etme yükümlülüğü altında; burada Kanun koyucunun AB’de üretilip dış pazara satılacak ürünleri kapsam dışı bırakma iradesi yok, aksi bir yorumda zaten herhangi bir kontrol yapılması imkansız hale gelir.     

GÜNEY KIBRIS’IN ARGÜMANLARI-İDDİALARI

Onlar da , doğal olarak, Komisyon yanında saf tutarak  diyor ki;

1-Tüzük  bir fikri mülkiyet hakkı olarak coğrafi işaretlere kapsamlı bir koruma sağlıyor. Bu koruma iç piyasanın fiziki sınırlarının bittiği noktaya kadar değil, mevzuattan bu anlaşılıyor zaten. Tüzüğün 36.maddesinden ve hatta 608/2013 numaralı Tüzük’den bu görülüyor. Danimarka kendi ülke sınırları içerisinde gerekli kontrolleri yapmak zorundaydı, yoksa kalkıp da bu hukuka aykırı üretimleri desteklememeliydi.

2-Ürünlerin paketlerine FETA yazılması doğrudan ticari kullanımdır. Üye ülkelerin sadece piyasaya sunma konusunda değil aynı zamanda üretim konusunda da sorumluluğu var. Danimarka’nın bu yaptığı mevzuatın ruhuna da aykırı.

PEKİ DANİMARKA NE DİYOR?

Komisyon’un, Yunanistan’ın ve Güney Kıbrıs’ın argümanlarını daha en baştan kestirmek mümkündü aslında. Ben okurken asıl Danimarka’nın karşı argümanlarını merak etmiştim. Danimarka’ya göre durum şöyle;

  1. Komisyon’un talepleri reddedilmeli çünkü bir kere herşeyden önce 1151/2012 sayılı Tüzük Avrupa Birliği dışındaki üçüncü ülkelere ihraç edilecek ürünleri kapsamıyor.  Tüzük okunduğunda Üye ülkelerin sorumluluğunun sadece Birlik iç pazarında “satılacak” ürünlere mi ilişkin olduğu yoksa bu sorumluluğun ihraç için üretilmiş ürünlere de şamil olup olmadığı anlaşılmıyor, çünkü bu konuda açık hüküm yok.

Halbuki 1151/2012 sayılı Tüzük ile  yakından bağlantılı  diğer Tüzüklere bakıldığında,mesela aromatize şaraplara veya distile içkilere ilişkin coğrafi işaret Tüzükleri gibi, bunlarda üye ülkelerin sorumluluğunun ihraç edilmek üzere AB’de üretilmiş ürünleri de kapsadığı açıkça yazıyor. Eğer 1151/2012 sayılı Tüzük  kapsamında da böyle bir sorumluluk yüklenmek  istenseydi Tüzüğe aynı şekilde açık hüküm koyulurdu; koyulmadığına göre demek ki bu yönde bir sorumluluk yüklenmek istenmemiş üye ülkelere.  

2-Tüzük okunduğunda amacının iç pazarda satılacak ürünlere dair bir sistem kurmak olduğu anlaşılıyor, çünkü hükümler hep AB içindeki alıcı ve tüketicilerle ilgili. Tüzük’ de bahsedilen tüketici her zaman Avrupa Birliği tüketicisi ve piyasadan kastedilen de AB iç pazarı. Bu Tüzük Birlik seviyesinde bir koruma ile ilgili, Tüzüğün 20 numaralı gerekçesinden anlaşılacağı gibi aynı tip  bir korumanın  AB dışı ülkelerde var olabilmesi için AB’nin ya bu dış ülkelerle ikili-çoklu anlaşmalar yapması lazım yada Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) kapsamında başka mekanizmalar oluşturması gerek. Tüzüğün amaçlarının Birlik dışı ülkelere yayılacak biçimde bir koruma sağlanacağı şeklinde yorumlanması mümkün değil.

3-Bu Tüzük yapılırken hazırlık çalışmaları sırasında Bölgeler Komitesi, etiketleri AB tarım ürünlerinin etiketlerine dair standartlara uymayan ürünlerin AB içinde VEYA AB üyesi olmayan ülkelere satılması halinde alınacak özel tedbirleri düzenleyen bir hükmün Tüzüğe koyulmasını önerdi.

Ayrıca Avrupa Parlamentosu Tüzüğün 13.maddesine bir ekleme yapılarak Birlik içinde satılacak veya ihraç edilecek (coğrafi işaretli) ürünlerin etiketlerinin Tüzüğe  aykırı olmasını engellemek  için üye ülkelerce uygulanacak kuralların tanımlanması  konusunda  AB Komisyonu’na yetki verilmesini önerdi.

Ama Tüzük sadece AB iç pazarına sunulan ürünlere ilişkin olarak çıktı, bununla sınırlandı. Bu da bize gösteriyor ki Kanun koyucu AB’de üretilip ihraç edilecek mallara ilişkin durumu düzenlemeyerek bu konuya izin verdi yani bu tip malların Tüzük kapsamında olmayacağını işaret etti.

4-Zaten Tüzük yürürlüğe girmeden  önceki durum da  ihraç edilen malların Tüzüğe dahil olmadığını gösteriyor.  ABAD’ın kararlarında da belirtildiği üzere tarım ve gıda ürünlerine dair  coğrafi işaretlerin korunmasına ilişkin sistem önceki mevzuatlara  dayanıyor ve Tüzüğün 13. Maddesi bunlarda  önemli bir değişiklik yapılmadan oluşturuldu.

5-Hukuki netlik prensibi gereği bir madde geniş yorumlanamaz. Maddede ihraç ürünleri açıkça yazmıyorsa, bu ürünler madde kapsamında değerlendirilemez.

Evet Komisyon’a şu konuda katılıyoruz, maddede geçen “üretilmiş” sözcüğü Danimarka otoritelerine FETA kelimesinin üretim aşamasında kullanılmasını engelleme yükümlülüğü getiriyor. Fakat bu yükümlülük ancak üretilen mal Birlik iç pazarında satılacaksa geçerli, halbu ki bizim üreticilerimizin peynirleri Birlik dışı ülkelere satılıyor ve bu amaçla üretiliyor.  Sadece ihraç için üretilen malların kapsam dışı olduğu Tüzüğün hedeflerinden de belli, çünkü Tüzüğün hedefi bir fikri mülkiyet hakkı olarak (coğrafi işaretlerin) isimlerin “Birlik sınırları içinde” yeknesak şekilde korunmasının sağlanması olarak ifade edilmiş.

6-Tüketicinin korunması Tüzüğün, hepsi eşit derecede önemli, hedeflerinden sadece birisi ama her halükarda fikri mülkiyet koruması ana hedef değil. Fikri mülkiyet koruması hedeflerden biri olarak belirtildi diye bu korumayı iç pazarın dışına taşıramayız

GENEL MAHKEME NE DEDİ?

Komisyon’un Birinci Talebi Hakkında;

1-Bir kere Danimarka Krallığı Komisyon’un öne sürdüğü ve Danimarka’nın yaptığını iddia ettiği eylemlerin hiçbirini inkar etmiyor, taraflar arasında bu konuda tartışma yok; Danimarka’da üreticiler inek sütünden ürettikleri peynirlerin paketlerine FETA yazmışlar ve bunları Birlik  dışına ihraç etmişler. Danimarka’nın temel iddiası Tüzüğün ihraç için üretilen ve Birlik iç pazarına satılmayan ürünlere uygulanamayacağı yönünde, çünkü  Danimarka’ya göre Tüzük  bu duruma da uygulanmak istenseydi içine  açık hüküm koyulurdu + böyle bir koruma ancak AB’nin yapacağı ikili-çoklu anlaşmalarla sağlanabilir , yani ancak Birlik dışı ülkelerle anlaşma yapılırsa orada da aynı yönde bir koruma olabilir.

2-ABAD’ın kararlarında müteaddit kereler belirtildiği gibi bir AB hukuku maddesi sadece lafzına bakılarak yorumlanamaz, yorum yapılırken aynı zamanda bunun ortaya çıkışındaki bağlama-durum ve şartlara , ve hedeflerine de bakılır.   

3-Önce 13. maddenin lafzına bakalım. Burada tecavüz için “tescilli bir ismin (coğrafi işaretin) herhangi bir (şekilde) doğrudan veya dolaylı ticari kullanımı” diyor.  Danimarka’da ki kullanımın doğrudan ticari kullanım olduğu konusunda taraflar arasında bir tartışma yok zaten.  

Maddedeki “herhangi bir şekilde” ifadesi tescilli coğrafi işaretin özelliklerine  uymadan Birlik içinde ihraç amacıyla üretilmiş ürünleri de kapsar, bunu dışarıda bırakmaz.

Ayrıca Tüzüğün 13(3) maddesi üye ülkelerden  kendi sınırları içinde üretilen veya satılan ürünlerde coğrafi işaretlerin hukuka aykırı kullanımlarının engellenmesi veya durdurulması için uygun idari ve yargısal tedbirleri almasını istiyor. Maddedeki “veya” bağlacı bu yükümlülüğün sadece üye ülkede satılan mallar için değil aynı zamanda üretilen mallar için de geçerli olduğunu gösteriyor.

Lafzi yorumun da gösterdiği gibi, sadece ihraç amacıyla üretilmiş ürünler de Tüzük kapsamı içinde.  

4-Maddenin bağlamına bakarsak; Komisyon’un da dediği gibi bu Tüzük, diğerleri yanında,  TFEU’nun 118. Maddesi ilk paragrafına  dayalı olarak çıkarıldı; bu paragraf, iç pazarın kurulması ve işlemesi bağlamında,   Avrupa Parlamentosu ve Avrupa Konseyine Birlik içinde yeknesak bir fikri mülkiyet hakları koruması sağlanması amacıyla  gerekli tedbirlerin alınması konusunda yetki veriyordu.  O sebeple coğrafi işaretler 1151/2012 numaralı Tüzük ile, özellikle bunun 13. Maddesiyle,   bir fikri mülkyet hakkı olarak korundu.  Kaldı ki Güney Kıbrıs’ın da söylediği gibi 608/2013 sayılı Tüzük ile de coğrafi işaretler bir fikri mülkyet hakkı olarak korundu.  

 Coğrafi işaret tescilinde belirlenmiş özelliklere  uygun olarak üretilmeyen bir ürün sadece 3. Ülkelere ihracat amacıyla üretilse dahi Birlik içindeki fikri mülkiyet haklarına zarar verir ve bunları zayıflatır. 13.madde bağlamsal olarak  36 ve 37.maddelerle birlikte değerlendirildiğinde,Tüzük Üye Ülkelerden bir mal piyasaya sunulmadan evvel bunun belirlenmş özelliklere uygun olarak üretilip üretilmediğini incelemesini-denetlemesini istiyor. Maddelerde ihraç amacıyla üretilmiş ürünlerin bu inceleme-denetlemeden ari olduğuna ilişkin  bir ifade yok, dolayısıyla bunlar da kapsam içerisinde.

5-Tüzüğün hedefleri 1 ve 4 maddelerde yazıyor.İlk maddede belirtilen hedefler  tarım ve gıda ürünleri üretenlere destek olmak,bu şekilde bunların ürünlerinin karakteristik özellikleri konusunda gerekli uygun iletişim imkanını sağlamak, çiftçi ve üreticiler için adil rekabet ortamı sağlamak, tüketicilerin ürünlerle ilgili güvenilir şekilde bilgi almasını sağlamak , fikri mülkiyet haklarına saygı ve güveni sağlamak ve iç pazarın entegrasyonunu sağlamaktır.

İkinci maddede coğrafi işaretlerle ilgili olarak o coğrafi yerdeki üreticilerin ürettikleri ürünün kalitesiyle örtüşen adil bir gelir elde etmesinin sağlanması hedef olarak gösterilmiş, ve bununda AB sınırları  içerisinde yeknesak bir   fikri mülkiyet hakları koruması sağlanmasıyla gerçekleşeceği belirtilmiştir.

ABAD ‘ın yerleşik kararları da coğrafi işaret korumasının amaçlarının altını çizmiştir. Kararlara göre tüketicinin bilgilenmesi ile üreticilerin adil bir gelir elde etmesi hedefleri bağlantılıdır. Üreticinin korunması da bir hedeftir, ve bu minvalde fikri mülkyet haklarının korunması Tüzüğün diğer hedefleri arasında sayılmıştır.

6-Danimarka Tüzük’de bahsi geçen tüketicinin Avrupalı tüketici olduğunu söylüyor, evet bu doğrudur. Tüzük TFEU’nun 118.maddesine dayalı olarak çıkarılmıştır ve 118.maddenin amacı iç pazarın işlemesi, iç pazarın entegre olması ve Avrupalı tüketicinin bilgilenmesinin sağlanmasıdır.

Birlik dışı ülkelere ihraç amacıyla üretilse bile Danimarka’da FETA ismi altında yapılan üretimler Tüzüğün bu iki hedefine aykırıdır. Durumun böyle olduğu hem 13.maddenin lafzından, hem bağlamından hem de Tüzüğün hedeflerinden anlaşılıyor, ve Komisyon’un işaret ettiği gibi, eylemler Tüzüğün 13(1)(a) maddesine aykırılık içeriyor.  Danimarka’nın ileri sürdüğü sair argümanların hiçbiri başka türlü bir yoruma gidilmesini sağlayacak nitelikte değil.

7-Tüzük başkaca tescilli coğrafi isimlere ve işaretlere dair Tüzüklerde olduğu gibi  Birlik dışı üçüncü ülkelere ihraç edilen malları açıkca düzenlemiyorsa da hatırlamak gerekir ki AB Hukukunun coğrafi işaretlere dair mevzuatı bir bütünlük içinde yorumlanmalıdır.  (20/12/2017, Comité Interprofessionnel du Vin de Champagne, C‑393/16, EU:C:2017:991, paragraf 32). Danimarka’nın iddia ettiği gibi bir yoruma gidilmesi  bu bütüncül yorum ilkesine aykırı olur.

8-Danimarka’nın Tüzüğün 20 ve 27. Gerekçelerine dayalı itirazlarına gelince (Birlik dışında koruma isteniyorsa bunun için ya 3.kişilerle AB arasında ikili/çoklu anlaşmalar yapılmalıdır yada DTÖ nezdinde mekanizmalar oluşturulmalıdır). Böyle anlaşmaların yapılmasının amacı anlaşma imzalanan 3.ülkede de aynı tipte bir korumanın sağlanmasıdır, oysa 1151/2012 numaralı Tüzük AB sınırları içerisinde yeknesak bir sistem kurmaktadır.(yani konunun bununla bir ilgisi yok diyor Genel Mahkeme)

9-Tüzüğün yürürlüğe girmesinden önceki hazırlık aşamalarına dair Danimarka’nın ileri sürdüğü argümanlara gelince;

Bir kere, Birlik dışına ihraç edilecek ürünlerin de düzenlemeye dahil edilmesine dair Bölgeler Komitesi önerisi ile AB Parlamentosu’nun önerdiği teklifin Tüzüğe açıkça dahil edilmemiş olması AB kanun yapıcısının Birlik sınırları içerisinde üretilip yurtdışına ihraç edilen ürünleri Tüzük kapsamına dahil etmek istemediği şeklinde yorumlanamaz.   

Diğer yandan 1151/2012 sayılı Tüzüğe gelinceye kadar var olmuş ve sonunda bahsi geçen Tüzüğe evrilmiş mevzuata bakıldığında bunların hiçbirinde AB kanun koyucusunun  ihraç için üretilmiş malları kapsam dışında bırakma iradesinin olduğunu  gösterecek bir hüküm yok.

Danimarka hukuki kesinlik-belirlilik prensibinden bahsediyor; doğrudur, 1151/2012 sayılı Tüzük bu Tüzüğün  AB içinde üretilip 3.ülkelere ihraç edilen mallarla ilgili de uygulanacağını açık biçimde belirtmiyor. Ancak özellikle Tüzüğün 13,36 ve 37 maddelerinde bunların ari tutulduğuna ilişkin bir ifade yok + Tüzüğün hedeflerine dair maddelerle ve Tüzüğün üye devletlere yüklediği yükümlülükler ile birlikte düşünüldüğünde kapsamın içine ihraç amacıyla üretilen ürünler de dahildir.

10-Bu durumda, ülkesinin  sınırları içerisinde bahsi geçen eylemleri engellememekle veya durdurmamakla Danimarka Krallığı Tüzüğün  13(3) maddesiyle belirlenen yükümlülüğünü yerine getirmemiştir ve  Komisyonun birinci talebi kabul edilmiştir.

 Komisyon’un İkinci Talebi Hakkında;

Komisyon ikinci talebiyle sınırları içerisinde  gerçekleşen üretimi ve 3.ülkelere satışı engellemeyerek veya durdurmayarak Danimarka’nın TEU’nun 4 (3) maddesini de ihlal ettiğini ileri sürüyordu bildiğiniz gibi. Komisyon’a göre;

— Bu davranışlarıyla Danimarka Tüzük ile ulaşılmak istenen amaçları tehlikeye atıyor,

–Danimarka’nın tavrı coğrafi işaretlerle ilgili olarak uluslararası görüşmelerde AB’nin elini zayıflatıyor ve bu eylemler aslında 1151/2012 sayılı Tüzüğü fazlasıyla aşan etkilere sahip.

Yunan Devleti de Danimarka’nın davranışının FETA üreticileri açısından hem ulusal hem de uluslararsı arenada ciddi sonuçları olduğunu,bu eylemlerin AB açısından yapılacak uluslararası anlaşma görüşmelerinde sıkıntı yaratacağını  iddia ediyor. Danimarka bu kadar zamandır sistematik biçimde “biz bu malları ihraç amacıyla ürettik ve herhangi bir hukuka aykırı davranışımız yok” diyerek alması gereken önlemleri almadı, üreticilere hiçbir yaptırım uygulamadı diyor. Güney Kıbrıs da Danimarka yüzünden Komisyon’un müzakerelerde pazarlık gücünün  azaldığı  iddiasını tekrar ediyor.

Amiyane deyimle diyorlar ki; kendi üyemiz olan Danimarka böyle davranırken Komisyon başka ülkelerle görüşmelerinde coğrafi işaret koruması konusunda nasıl ısrar etsin, bu davranışlar Komisyon’un pazarlık gücünü azaltıyor ve  sistemde gedik açıyor.

Danimarka’nın bu konudaki savunmasıysa şöyle; sırf AB mevzuatının birkaç maddesinin yorumu konusunda aynı fikirde olunmadı diye hemen bizi samimi biçimde işbirliği yapma prensibine aykırı davranmakla itham edemezsiniz + zaten ileri sürdüğünüz iki talep de aynı davranışlarla ilgili.

Mahkeme bu konudaki Komisyon talebini reddediyor ve bunu da şu şekilde gerekçelendiriyor;

–TEU 4(3) maddesinde vücut bulan “samimi işbirliği/dayanışma ” yükümlülüğü ancak olayda spesifik olarak belirtilmiş bir yükümlülüğü ihlal anlamına gelen eylemden  farklı bir eylem varsa sözkonusu olur. Halbu ki bu dosyada Komisyon’un şikayetine dayanak olan eylemler aynı.

—Tamam Danimarka bu eylemleri engellememiş veya durdurmamış,  ama Komisyon bunun dışında  hukuka aykırı eylemlerin desteklendiği anlamına gelecek bir davranışını  gösteremiyor Danimarka’nın,

–Doğru, hukuka aykırı biçimde, tescilli bir coğrafi işaret altında Birlik dışı 3. Ülkelere ürün  satışı muhtemelen yaptığı anlaşma görüşmelerinde Komisyon’un elini zayıflatabilir. Ama Danimarka böyle neticelerin doğması için herhangi bir aktif davranış göstermiş  veya buna sebep olacak bir beyanda bulunmuş değil; eğer böyle bir davranış yada beyanı olsaydı o zaman bu, şikayette belirtilenden, farklı bir eylem olurdu.

SONUÇ;

  1. Danimarkalı süt ürünleri üreticilerinin tescilli FETA coğrafi işaretinde belirtilen özelliklere uymayan peynirleri FETA adı altında üretmesini  engellemeyerek yada bunları durdurmayarak Danimarka Krallığı Avrupa Birliği’nin tarım ve gıda ürünlerine ilişkin coğrafi işaretlerle ilgili 1151/2012 numaralı Tüzüğü’nün 13(3) maddesinde yer alan yükümlülüğünü yerine getirmemiştir,   
  2. Sair talebin reddine karar verilmiştir.  

Mahkemenin Tüzük açısından farklı bir neticeye varması sürpriz olurdu doğrusu. Beni asıl şaşırtan Danimarka’nın işi bu noktaya kadar getirmiş olması.

Özlem Fütman

Aralık 2022

ofutman@gmail.com   

KİTAP TANITIMI; THE TRANSFORMATION OF EU GEOGRAPHICAL INDICATIONS LAW

Heyecanlı ve sürükleyici kitaplar için İngilizce’de “page turner” derler ya; işte bugün size tanıtmak istediğimiz kitap tam bir page turner, coğrafi işaretler konusunu seviyorsanız tabii.    

İngiltere’de Sheffield Üniversitesi’de öğretim görevlisi olarak çalışan ve aynı zamanda Max Planck Enstitüsü’nde  Fikri Mülkiyet Hukuku alanındaki araştırmalarını  sürdüren  Dr. Andrea Zappalaglio şahane bir kitap yazdı.Kitabın adı “The Transformation of EU Geographical Indications Law” yani “Avrupa Birliği Coğrafi İşaretler Hukuku’nun Dönüşümü”.

Mayıs 2021 tarihinde Routlege yayınevi tarafından yayımlanan  kitabın  konusunda  önemli bir referans noktası oluşturacağını söyleyebiliriz diye düşünüyorum.   

Yazar eseri kaleme alırken  tarihi ve deneysel yaklaşımların  bileşiminden oluşan karma bir metot kullanmış. Araştırmanın temel odak noktası Avrupa Birliği sui generis coğrafi işaretler sistemindeki “origin link” yani “kaynak bağı/bağlantısı”  kavramı olarak ifade edilebilir. Nitekim kitabın kapaktaki alt başlığı da zaten The Present,Past And Future of The Origin Link yani “ Kaynak Bağı’nın Bugünü, Geçmişi ve Geleceği” . Bu ana odağın ilk aşaması olarak kitap pek tabii ki kaynak bağının ilk formu olan  terroir ile başlıyor.  Andrea, Fransa’da bu kavramın nasıl ortaya çıktığını ve bunun  nasıl Appellation d’Origine Contrôllée sistemine evrildiğini, süreç içinde geçilen aşamaları,  sosyal-ekonomik ve hukuki tartışmaları ve neticede INAO’nun kuruluşuna giden yolları son derece akıcı bir biçimde izah ediyor.

Malum, coğrafi işaretlerin kralı Fransa ise kraliçesi İtalya’dır. Kitabın bir bölümü  coğrafi işaretler konusunda en etkili bu iki Avrupa ülkesini tarihi yaklaşım perspektifinden karşılaştırmaya ayrılmış.    

Kitapta tarihsel yaklaşım kullanılırken yazar aynı zamanda kaynak bağı konusunda kendi ayrımlarını da öneri olarak sunuyor, yani deneysel bir çalışma da yapıyor.

Eser, Avrupa Birliği’nin sui generis coğrafi işaretler rejimini içtihat hukuku, AB politikaları ve hukuki düzenlemeleri, tarih ve kültür, ve uluslararası anlaşmalar çerçevesinde inceliyor. Kendine özgü AB Coğrafi İşaretler sisteminden evvelki hukuki duruma da değinen kitap, AB’nin neden böyle bir Birlik sistemine ihtiyaç duyduğunu içtihatlar ile destekleyerek ifade ediyor. Sistem inşa edilirken AB’nin hem kendi içinde ve hem de dış dünyaya karşı verdiği mücadeleyi okumak son derece ilginç.

Kitabın bir diğer önemli katkısı ise  AB coğrafi işaretler rejiminin bugüne değin görece az araştırılmış olan  1992’den sonraki dönemini de odağına almış olması. Andrea bu dönemi dört yıl boyunca değişik perspektiflerden inceleyerek-araştırarak yazmış; bu sebepledir ki kitap coğrafi işaretlerle ilgilenenler için hem değerli bilgiler içeriyor ve hem de AB sui generis coğrafi işaret sisteminin nereye doğru evriliyor olduğu hususunda bir öngörü yapabilme imkanı sağlıyor okura. 

Elbette ki bugünlerde coğrafi işaretlerle ilgili  bir kitapta tarım ürünleri dışındaki ürünlere koruma verilmesi konusuna değinilmeyeceğini tasavvur  etmek mümkün değil.  Birlik içinde coğrafi işaretler konusunda gelenekçiler ile genişlemeciler arasında ezelden beri devam eden çekişme, bildiğimiz gibi, bir nihayete doğru ilerliyor bugünlerde. Kitabın yazarı, AB Komisyonu’na bu hususta danışmanlık da yapmış biri olarak, süregelen bu tartışmanın kökenlerini inceliyor,  içtihatlar çerçevesinde değerlendiriyor ve meselede Cenevre Metni’nin olası potansiyel etkilerine de bakıyor.  

Özlem Fütman

Nisan 2022

ofutman@gmail.com

SÖYLEŞİYORUZ # V – 4 Haziran’da Sizlerle – Av. MEHMET NAZIM AYDIN DERİŞ – FİKRİ MÜLKİYET İLE GEÇEN 50 YIL!

IPR Gezgini’nin Türkiye’de fikri haklar alanına katkı vermiş önemli isimlerle söyleşileri devam ediyor.

SÖYLEŞİYORUZ’un Haziran ayı konuğu fikri haklar dünyamızın duayen isimlerinden Av. MEHMET NAZIM AYDIN DERİŞ olacak. Söyleşimizi yaparken öğrendik ki Aydın Bey, Haziran 2021’de fikri mülkiyet alanında 50. çalışma yılını dolduruyormuş. 50 yıl bir ömür demek! Böyle önemli bir yıldönümünde kendisi ile söyleşme fırsatı bulmaktan mutlu olduğumuzu belirtmek isteriz.

Mehmet Nazım Aydın DERİŞ’in, IPR Gezgini adına Özlem FÜTMAN’ın yönelttiği soruları yanıtladığı söyleşi 4 Haziran Cuma günü yayında olacak!

Aydın Bey kendisiyle yaptığımız söyleşide hem sorularımıza içtenlikle yanıt verdi, hem de bize fikri mülkiyetin son 50 yılının genel bir resmini çizdi. Kendisine verdiği içten yanıtlar için teşekkür ediyor ve tüm okurlarımızı bu keyifli söyleşiyi okumak için 4 Haziran Cuma günü IPR Gezgini’ne davet ediyoruz.

IPR Gezgini

Haziran 2021

iprgezgini@gmail.com

BİR İNSAN ÖMRÜNÜ NEYE VERMELİ?

RUTH BADER GINSBURG ANISINA

Amerika Birleşik Devletleri yargı sisteminin tepe noktası Supreme Court’un hakimlerinden Ruth Bader Ginsburg (RBG) 87 yaşında Washington D.C’de vefat etti. Ölümü Amerika’da ve dünyanın pek çok başka ülkesinde derin bir üzüntü  yaratırken, Kasım ayında ABD’de yapılacak seçimler düşünüldüğünde bu ölüm Amerika’da liberaller başta olmak üzere toplumun ciddi bir kesiminde hem kaygı yarattı hem de insanları seçimde oy vermeye teşvik eden kampanyaların yeni bir ivme kazanmasına sebep oldu. Ginsburg, Supreme Court tarihi boyunca bu Mahkemeye atanmış ikinci kadın hakim idi, bu pozisyona Bill Clinton tarafından atanmıştı, Mahkeme’ye 27 yıl boyunca hizmet verdi ve vefat ettiğinde Mahkeme’nin en yaşlı üyesiydi.

Bir hakimin ölümünün nasıl böyle yaygın ve derin bir etkisi olabildiğini anlamak için Supreme Court’a, hakimlerin buraya ne şekilde atandığına ve  tabii ki Ginsburg’un kim olduğuna bakmak lazım.

Supreme Court Amerika’yı şekillendiren bir  Mahkemedir ve verdiği kararlar ülkenin gideceği yöne etki eder. Atanan hakimler ölene kadar yada kendi istekleriyle  emekliye ayrılana kadar görevde kalırlar. Supreme Court hakimlerini ABD Başkanı seçer  ve göreve kabullerini Senato onaylar. Dolayısıyla, Başkan bir hakim seçerken kendi politik doğrularına daha yakın dünya görüşüne sahip adaylara öncelik tanıyabilir; işte bu durumdan dolayı boşalan her koltuğun kiminle doldurulacağı hemen her zaman ciddi toplumsal tartışmalara sebep olur. Mahkemeye atama yapıldıktan sonra Supreme Court Hakimlerinin sağlık durumları dahi bir kamusal konudur artık Amerika’da. Hemen söyleyelim, Ginsburg çok uzun yıllardır  kanser ile mücadele ediyordu ancak buna rağmen bütün bu süreç boyunca sadece iki oturuma katılmamış, hatta tedavi aldığı günlerin ertesinde bile dosyaları üzerinde çalışmaya devam etmiş ve işe gitmişti.  

Ginsburg tüm yaşamı ve hukuk kariyeri boyunca toplumsal cinsiyet eşitliğini savunmuş, ülkesinin bu konuda önünü açmış ve devrim niteliğinde kararlara imza atmış  biriydi.

1933 doğumlu RBG sanat alanındaki bakalorya eğitimini Cornell Üniversitesi’nde sınıf birincisi olarak tamamladı, Cornell’de Martin Ginsburg ile tanışarak evlendi ve hemen ilk çocukları Jane dünyaya geldi; evlilikleri Martin ölünceye kadar  tam 56 yıl sürdü.

Cornell’den mezun olduktan sonra 1956 yılında karı-koca Harvard Hukuk Fakültesine gittiler. Harvard’da ki sınıf 500 erkek ve sadece 9 kız öğrenciden oluşuyordu. O dönemde kadınlara dair toplumsal algıyı en iyi özetleyen şey belki de Harvard Hukuk Fakültesi Dekanının bu 9 kız öğrenciyi kendi evine akşam yemeğine çağırdıktan sonra onlara “Neden bir erkek öğrencinin yerine geçerek (onların hakkını yiyerek) Harvard Hukuk Fakültesine girdiniz?” diye sorduğu andır. RBG kendisiyle yapılan bir röportajda “hukuk eğitimim boyunca bize ders veren bir tane bile kadın hocamız olmadı” demişti. Harvard’da okurken Martin kansere yakalanınca Ruth aynı anda hem kocasının hem kendisinin derslerine girdi, hem de kocası ile kızları Jane’e tek başına baktı.  

Kocasının New York’dan gelen bir iş teklifini kabul etmesi üzerine Ginsburg Columbia Hukuk Fakültesine transfer oldu. Hukuk eğitimi boyunca hem Harvard’dayken  hem de Columbia’dayken fakülte dergilerinde editörlük  yapan ilk kadındı.

Mezuniyetinin ardından genç ve hevesli bir avukat olan Ruth, pırıltılı ve sağlam okul geçmişine rağmen,  maalesef sırf kadın olduğu için hiçbir hukuk bürosunda iş bulamadı. Fakültedeki hocalarından çok güçlü referanslarla başvuru yaptığı halde bir Supreme Court Hakimi asla kadınlarla çalışmadığını belirterek Ruth’u katip olarak işe almayı reddetti mesela, akabinde Ruth Columbia’daki hocalarının ısrarlı referanslarıyla bir Bölge Mahkemesi hakiminin katibi olarak çalışmaya başladı.  

1961’de Columbia Üniversitesine araştırma görevlisi olarak döndü, daha sonra okulda Uluslararası Usul Hukuku projesi programının  direktörü oldu. Bu süreçte İsveçli bir akademisyen ile yazacağı ortak kitap için  İsveç dilini öğrendi ve Lund Üniversitesine giderek araştırmalar yaptı. İsveç’te geçirdiği zamanlar Ginsburg’un cinsiyet eşitliği konusundaki algısını ciddi biçimde etkileyip geliştirdi.    

İsveç dönüşü bir başka hukuk fakültesinde profesör olarak çalışmaya başladı, ancak burada zaten iyi kazanan bir kocası olduğu gerekçesiyle erkek hocalarla aynı maaşı alamadı. 1970 yılında Amerika’nın kadın haklarına yönelik ilk hukuk dergisinin çıkarılmasına dahil oldu. 

 1972 yılında American Civil Liberties Union (Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği) bünyesinde Kadın Hakları Projesi’nin  kurucularından biri olan Ginsburg, aynı zamanda Birliğin vekilliğini de üstlendi ve toplumsal cinsiyet ayrımcılığına ilişkin 300’den fazla  davada yer aldı. Bu davalardan altı tanesi Supreme Court’a kadar gitti ve RBG bunların beşini kazandı. Toplumsal cinsiyet eşitliği derken burada kastedilenin sadece kadınlar lehine eşitlik sağlanması olmadığının altını çizmek isteriz; Ginsburg’un savunduğu ilk dava bir erkek aleyhine verilmiş yerel Mahkeme kararının temyize götürülmesiydi örneğin. Dahil olduğu ikinci dava olan Reed v Reed ihtilafında  cinsiyete dayalı bir yasanın Anayasadaki eşitlik ilkesine aykırılık teşkil ettiği gerekçesiyle  iptal edildiği ilk dava olarak tarihe geçti. 70’ler Ginsburg’un toplumsal cinsiyet ayrımcılığına dair davalarda yıldızlaştığı bir dönem oldu.

1972 yılında Ginsburg  Columbia Üniversitesi Hukuk Fakültesinde kadrolu çalışan ilk kadın profesör oldu ve  cinsiyet ayrımcılığına dair kararları  içeren ilk kitabı kaleme aldı.

1980 senesinde Columbia Bölge Temyiz Mahkemesi hakimliğine aday gösterildi, bu adaylığın arkasında  dönemin Başkanı Jimmy Carter’ın Federal Mahkemelerde kadın hakim sayısının arttırılarak cinsiyet eşitliğinin sağlanmasına önem verilmesine dair politikası da yatmaktadır. Normalde ateşli liberal görüşleri karakterinin en öne çıkan unsuru olan Ginsburg’un Temyiz Mahkemesi yıllarında biraz daha ılımlı bir çizgiye kaydığı söylenebilir. O dönem kendisiyle çalışanlar Ginsburg’u detaylara azami derecede dikkat eden, pragmatik bir liberal olarak hatırlıyorlar. Temyiz Mahkemesi’nde görev yaparken kürsüyü iki muhafazakar görüşlü  Hakimle paylaştı (bunlardan A. Scalia daha sonra Supreme Court’a atandı). 

Nihayetinde 1993’de Supreme Court’a atandı ve 18 Eylül 2020 tarihindeki ölümüne kadar bu görevi başarıyla sürdürdü. Bu görevi sırasında da kadın hakları ve toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanmasına yönelik sayısız kararda imzası bulunan Ruth Ginsburg’un en hatırlanan kararlarından biri Virginia Askeri Enstitüsü’nün okula sadece erkeklerin kabul edilebileceğine dair kuralının Anayasa’ya aykırı olduğuna dair verdiği karardır. Elbette ki  Fikri Mülkiyet Hakları ile ilgili sayısız karara da imza attı Ruth Ginsburg, örneğin verdiği son kararlardan biri Sitemiz yazarlarından Tolga Karadenizli’nin kaleme aldığı Booking.Com ihtilafı idi. https://iprgezgini.org/2020/07/17/jenerik-isim-ve-internet-ust-seviye-alan-adini-birlikte-iceren-bileske-isaretler-jenerik-com-butun-halde-jenerik-midir-abd-yuksek-mahkemesinden-booking-com-karari/

Yaşadığı süre boyunca, fikirlerinden hoşlanmasalar bile , muhafazakarlarında saygısını kazanan Ginsburg bu noktaya tutarlı ve güçlü fikirleri, zekası,  sağlam hukuk eğitiminin hakkını vermesi ve aşırı çalışkanlığı ile gelmiş biriydi.

Ginsburg’un kızı da anne-babasının yolundan giderek Harvard Hukuk Fakültesini bitirdi ve bugün  Fikri Mülkiyet alanında uluslararası arenada bilinen biri, özellikle telif hakları alanında uzmanlaşan Jane Ginsburg halen Columbia üniversitesinde akademisyen olarak çalışıyor.

Ginsburg’un hayatının Harvard yıllarından kazandığı ilk davaya kadarki dönemine odaklanan On the Basis of Sex  isimli film 2018 yılında vizyona girdi, izlemenizi  tavsiye ederim.

ABD’de toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadın haklarının gelişmesinde son derece önemli ve etkili bir isim olan  Ruth Bader Ginsburg sanırım hep hatırlanacak. Bence o  “bir insan ömrünü neye vermeli?” sorusuna iyi bir cevap alternatifidir. 

Özlem FÜTMAN

Eylül 2020

ofutman@gmail.com    

LOUIS VUITTON BU SEFER DAMA DESENİ DAVASINI KAZANDI!

Louis Vuitton markasının çantalarda-bavullarda kullandığı şöyle bir deseni var.

Bu desenin farklı renkleri mevcut ve gördüğünüz renk kombinasyonundaki “Damier Azur” diye anılıyor.

Geçtiğimiz yıllarda 18-78 yaş arası hanımlar arasında orjinali-taklidi bu deseni içeren çantalardan almayanı dövüyorlardı sanırım(!), yoksa bu kadar çok kadının bu çantaları takmasının başka ne anlamı olabilirdi ki? Benim için pek de heyecan uyandıran bir desen değil doğrusu, ama  alana da lafımız yok ne de olsa kişisel beğeni meselesi.  

Ama olayın marka hukuku boyutuna gelirsek tabii ki ben (de) yüz metreden yukarıdaki deseni taşıyan bir çantanın  L. Vuitton olduğunu düşünürüm. Taklit mi orijinal mi konusu ise ancak yakına gelince anlaşılıyor maalesef, çünkü evet bazı taklitler fena halde başarılı.  

L.Vuitton’un bu desenle ilgili daha evvel başı iki kez derde girmişti. Önceki ihtilaflarda aynı desenin farklı renk kombinasyonunu içeren markaların ayırt edici olmadığı VE bütün Avrupa Birliği nezdinde kullanımla ayırtedicilik kazanmadığı yönünde kararlar çıkmıştı, fakat kararların verilmesinden sonra davacılar davalarını geri çekmişti. Ama bu kez Genel Mahkeme bugün inceleyeceğimiz 10/06/2020 tarih ve  T 105/19 nolu kararıyla L. Vuitton lehine karar verdi.

Hepimizin bildiği bir gerçek var; farklı renklerde karelerden oluşan deseni (kısaca dama deseni diyelim) L. Vuitton icat etmedi. Bu aşağı yukarı insanlık tarihi kadar eski bir desen ve bugüne kadar hemen her çeşit mal üzerine farklı versiyonlarla uygulanmış durumda. Ama 18.sınıftaki mallar açısından desen ve doku kaynak olarak L.Vuitton’u  gösteriyor mu derseniz;bence kesin gösteriyor.

Louis Vuitton Malletier 2008  yılında işareti için WIPO üzerinden 18.sınıfta yaptığı 986207 numaralı uluslararası başvuruda AB’yi de seçiyor  ve marka EUIPO nezdinde sorunsuz tescil ediliyor. 2015 Yılına gelindiğinde Polonya vatandaşı Norbert Wisniewski EUIPO’ya başvurarak bahsi geçen tescile konu işaretin  ayırt edicilikten yoksun olduğu gerekçesiyle hükümsüzlüğüne karar verilmesini talep ediyor. EUIPO İptal Birimi hükümsüzlük talebini kabul edince L. Vuitton Temyiz Kurulu’na başvuruyor ama sonuç değişmiyor; bunun üzerine L.Vuitton dosyayı Genel Mahkeme’ye taşıyor. 

L. Vuitton temelde kısaca diyor ki;

1- EUIPO tarafından tescil edilmiş olması zaten bu işaretin doğuştan/özünde ayırt edici olduğunun en açık delilidir, bunun aksini iddia edip hükümsüzlük talebinde bulunan iddiasını ispatlamak zorundadır. Karşı tarafın bu konuda sunduğu deliller  hem çok kıttı, hem de delil gücüne sahip değildi. Buna rağmen EUIPO delillerin bahsi geçen niteliğini hiç gözönüne almadan kararını sözde çok bilinir olduğunu belirttiği gerçeklere dayandırdı. Bu durumda EUIPO marka için  yeniden bir inceleme yapmış oldu, halbuki EUIPO’nun böyle bir yetkisi olmadığı gibi zaten yaptığı inceleme de hatalı.   

2- Dosyaya kullanımla ayırtedicilik kazanmaya dair sunduğumuz deliller EUIPO tarafından doğru düzgün incelenmedi.

EUIPO bu dosyada inceleme yaparken üç boyutlu markalara ilişkin içtihada dayanmış. Genel Mahkeme de EUIPO’nun şu genel alıntısına katılıyor; belirlenmiş prensiplere göre, bir marka ancak başvuruya konu mal/hizmetlerin dahil olduğu sektörün norm ve gelenek göreneklerinden esaslı şekilde uzaklaşırsa   ve kaynak gösterme fonksiyonuna sahipse  tescil edilir. EUIPO’ya göre; dekoratif sanatlar alanında dama deseni son derece basit ve bilinen bir desen ve sayısız varyasyonuyla kullanılagelmiştir, yani bu desen 18.sınıfa giren mallar için sektörün normları ile gelenek ve göreneklerinden  uzaklaşan bir yapıda değildir. Yine EUIPO’ya göre işarette karelerin içindeki örgülü ve çözgülü yapı sanki iki farklı  yapı/dokuma birbiri içinden geçerek örülmüşçesine  bir görsel efekt yaratsa dahi bu 18. Sınıfa giren mallar açısından geleneksel bir yapıdır. 

Genel Mahkeme önce EUIPO’nun incelemede hata yapıp yapmadığına bakıyor ve diyor ki; bir marka başvurusu için  mutlak red sebepleri yönünden inceleme yapılırken- işaretin doğuştan ayırtedici olup olmadığını incelerken-   EUIPO  kendi incelemesini yapar ve kendi bildiği vakaları da gözönüne alır. Ancak  hükümsüzlük prosedürüne gelindiğinde Temyiz Kurulu artık   bu konuda yeniden inceleme yapmaz, yani  işaretin ayırt edicilik vasfına sahip olduğu varsayımsal olarak kabul edilir. Bu durumda tescilli bir markanın ayırt edici olmaması sebebiyle hükümsüzlüğüne karar verilmesini isteyen kişi   bu iddiasını ispatla yükümlüdür ve zaten ortada başvuru tarihinde de mevcut vakalar/gerçekler vardıysa bunları EUIPO’ya hatırlatmak da gene onun sorumluluğundadır. Ancak, her ne kadar tescil markanın ayırtedici olduğu varsayımının güçlü bir delili ise de, hükümsüzlük talebi halinde bu durum EUIPO’nun talepte bulunanın sunduğu delilleri incelemeyeceği VE  dava konusu marka tescile konu olduğu sırada dosyayı inceleyen uzman tarafından gözden kaçırılmış bilinen gerçekleri dikkate  almayacağı anlamına gelmez.   

Bu dosyada hükümsüzlük talebinde bulunan kişi, üzerine damalı desenler uygulanmış başkalarına ait tekstil ürünleri ve 18.sınıfa giren çanta vs emtiaların fotoğraflarını dosyaya sunmuş ve doğal olarak L. Vuitton aleyhine damalı desene ilişkin verilmiş önceki kararlara da dayanmış. (T 360/12, yayınlanmamış,  ve T 359/12 nolu dosyalar). Tabii aslında EUIPO da kararında bu önceki kararlara dayanıyor. Genel Mahkeme kararında bunları gözönüne alarak EUIPO’nun  aslında karar verirken markanın ayırt ediciliği ile ilgili yeni bir inceleme yapmadığını, talepte bulunanın sunduğu deliller ile iyi  bilinen gerçekleri gözönüne aldığını ve bununda doğru bir inceleme metodu olduğunu söylüyor.

Habire “iyi  bilinen gerçekler” kavramından bahsediyoruz, nedir bu? AB İçtihat Hukuku’na göre “iyi bilinen gerçekler”; herkes tarafından biliniyor olması muhtemel yada genel olarak ulaşılabilecek kaynaklardan edinilmesi mümkün olan vak’a ve gerçeklerdir. (24/10/2018, Bayer v EUIPO — Uni-Pharma (SALOSPIR), T 261/17, yayınlanmamış, EU:T:2018:710, paragraf 42).

Kısaca söylemek gerekirse, Genel Mahkeme; EUIPO’nun dama desenini andıran bu desenin  hep var olduğu, sektör normlarından ve geleneklerden uzaklaşmadığı, günlük yaşamda  son derece bilinen bir desen olduğu, desendeki karelerin içindeki illüzyon yaratan atkılı dokuların bu realiteye bir etkisi olmadığı yönündeki   görüşüne katılıyor + daha önceki L.Vuitton kararlarına da aynen atıf yapıyor ve diyor ki EUIPO’nun bu çok bilinen gerçekleri gözönüne almasında hukuka aykırı bir durum yok, sadece işaret tescile konu olduğunda dosyayı inceleyen uzman bunu gözden kaçırmış.

Dosyada L. Vuitton kendi aleyhine çıkmış eski tarihli kararların davaların geri çekilmesi sebebiyle kesin hüküm oluşturmayacağını, bu kararlarda dama desenine ilişkin yapılmış tespitlerin bağlayıcılığı olmayacağını iddia etse de Genel Mahkeme bunu kabul etmiyor ve diyor ki ; o kararlar olmasaydı da göz önüne alınan hususlar herkesin bildiği gerçekler zaten + önceki  davaların geri çekilmiş olması o kararların göz önüne alınamayacağı anlamına gelmez + önceki davalardaki dama desenleri renk olarak farklı olsa da bu durum eski davalardaki kararların huzurdaki dava ile bağlantısız olduğu anlamına gelmez çünkü  desen aynı desen aslında + EUIPO bu eski davaları göz önüne alarak hatalı bir inceleme yapmış değil.  Ezcümle Mahkeme EUIPO’nun markanın ayırt edicilik vasfını taşımadığına ilişkin görüşünü kabul ediyor.

Ancak bu davayı önceki L.Vuitton dama deseni kararlarından ayrıştıran asıl konu kullanımla ayırt ediciliğin kabul edilişi oluyor. EUIPO hükümsüzlük talebini kabul ederken kullanımla ayırt ediciliğin ispatlanamadığını da söylemiş ama Genel Mahkeme aynı görüşte değil.

L. Vuitton’a göre; EUIPO Temyiz Kurulu kullanıma ilişkin sunulan delilleri  markanın  2008 yılında bütün AB ülkelerinde kullanımı yönünden  tüm yönleriyle incelemedi, EUIPO bu delillerdeki ülkeleri 3 gruba ayırdı ve sadece 3. Gruba giren ülkelere ilişkin delillere bakarak aleyhte  karar verdi.L. Vuitton’a göre  EUIPO’nun 1. ve 2. Gruptaki ülkelere ilişkin sunulmuş delillerin incelenmesine gerek olmadığını söyleyerek bunları inceleme dışı bırakması hem hatalı hem de hukuka aykırı.

Kullanıma ayırt edicilik kazanma konusunda ispat yükünün marka sahibi üzerinde olduğu malum. Burada diğer vakalar yanında markayı taşıyan malların piyasadaki payı, markanın ne yoğunlukta ve ne kadar  süredir kullanıldığı gibi faktörler göz önüne alınıyor. AB nezdinde kullanım ispatının kendine özgü bölgesel bir özelliği var elbette; AB’nin üniter yapısı göz önüne alındığında kullanımla ayırt edicilik kazanmanın tüm AB nezdinde ispatı aranıyor prensip olarak, eğer marka bir AB tescili ise (25/07/2018, Société des produits Nestlé and Others v Mondelez UK Holdings & Services, C 84/17 P, C 85/17 P ve C 95/17 P, EU:C:2018:596). Tabi marka sadece bazı üye ülkeler yönünden başlangıçtan beri ayırt edicilik içermiyorsa o zaman bütün üye ülkelerde kullanımla ayırt ediciliğin ispatı gerekmiyor.Kullanımın ispatına binaen L. Vuitton EUIPO’ya satış istatistiklerinden, reklam kampanyalarına, güvenilir marka değerleme şirketlerinin yaptığı sıralamalardan , global ve Avrupa bazında piyasa payını gösteren raporlamalara kadar birçok delil sunmuş.

EUIPO dosyayı incelerken AB ülkelerini şu şekilde 3 gruba ayırmış;

  1. Grup; Almanya, İspanya, Fransa, Macaristan, İtalya, Hollanda, Polonya,Romanya, Birleşik Krallık ve İsveç
  2. Grup; Avusturya, Belçika, Kıbrıs, Danimarka, Finlandiya, Yunanistan, İrlanda, Lüksemburg, Portekiz ve Çekya
  3. Grup; Bulgaristan, Estonya, Latvia, Litvanya,Malta, Slovenya ve Slovakya

3.Grupta yer alan  ülkeler AB nüfusunun sadece %4’ünü oluşturuyor. Buralarda L.Vuitton’un mağazası yok,ancak L. Vuitton bu ülkelerde yaşayan ilgili tüketicilerin dava konusu markayı taşıyan malların kaynağının kendisi olduğunu düşüneceğini iddia ediyor ve mağazası olmasa da adresi bahsi geçen ülkelerde olan müşterilere yapılan satışlara dair faturalar, oralardaki dergilerde çıkmış reklamlar gibi deliller  sunuyor.  Ancak EUIPO bu delillerin 3. Grupta yer alan ülkelerdeki ilgili toplum kesiminin dava konusu markayı taşıyan 18. Sınıfa giren ürünlerin kaynağının L.Vuitton olduğunu düşüneceğini ispat etmediğini, dolayısıyla kullanımla ayırtedicilik kazanmanın ispat edilemediğine karar veriyor. 

Genel Mahkeme’ye göre usul ekonomisi yönünden EUIPO incelemesini 3.Grup ülkeler ile sınırlandırabilir ama buradaki sorun EUIPO’nun neden böyle bir inceleme yöntemi izlediği konusunu gerekçelendirmemiş olması. Oysa ki incelemede gözönüne alınmamış delillerin tüm AB ülkeleriyle alakası olabilir, kaldı ki ABAD’da kararlarında kullanımla ayırtediciliğin kazanılmasında her bir üye ülke için ayrı ayrı delil sunmanın hukuken mecburi olmadığına dair görüş belirtmiş.

Mesela sunulanlar arasında davacının dünyadaki en tanınan lüks segment  ürün şirketlerinden biri olduğunu ve deri ürünler sektöründe AB piyasasındaki en önemli oyuncu olduğunu ispat eden deliller mevcut. 2008-2014 yılları arasında çantalar ve seyahat çantaları alanında L.Vuitton Batı Avrupa ülkelerinde birinci ve Doğu Avrupa ülkelerinde ikinci sırada.  Yada incelenmeyen deliller arasında dava konusu markayı taşıyan ürünlere dair Slovak web sayfalarından alınmış reklamlara ilişkin çıktılar var.  Davacının 3.Gruba giren ülkelerde mağazaları bulunmaması ise kendi pazarlama ve marka stratejisinin bir parçası, yoksa bu tek başına aleyhte bir durum değil. Kaldı ki, tıpkı davacının ifade ettiği gibi,  günümüzde her şeyin elektronikleştiği bir dünyada orada bir mağazanın bulunmaması ilgili toplum kesiminin bir markayı tanımasına engel değil,  diyor Genel Mahkeme. 

Temyiz Kurulu inceleme yaparken dosyaya sunulan internet taraması sonucu elde edilmiş çıktıları da kısmen incelemiş, halbuki Genel Mahkeme’ye göre bunların tümüne bakılmalıydı.Bunun yanında L.Vuitton  dosyaya taklit mallara karşı aldığı hukuki aksiyonlara ilişkin olarak da sayısız delil sunmuş ki bu dava açtığı ülkeler arasında 3. Gruba girenler de var elbette. EUIPO bu delilleri incelerken “bu davalarda sadece işbu ihtilaftaki markayı taşıyan ürünlere el koyulmamış, başka markalar da geçiyor kayıtlarda” diyerek bunların kullanımla ayırtediciliği ispat etmeyeceğini belirtmiş. Genel Mahkeme’ye göre bu yaklaşım da hatalı çünkü herşeyden evvel sunulan bu deliller kamu otoritelerinin taklit mallara el koyulmasına dair tespitlerini içeriyor ve dava konusu markayı taşıyan mallara da el koyulduğunu belirtiyor,  ayrıca davaya konu marka başka bir markayla birlikte/kombine  kullanılarak da ayırtedicilk kazanmış olabilir, ve bir başka önemli noktada bir üye ülkede el koyulan taklit mallar başka bir üye ülkede satılacak olabilir.

Neticeten Genel Mahkeme EUIPO’nun verdiği kararı kullanımla ayırtedicilik yönünden bozuyor. Bu karar uzun zaman sonra nihayet L.Vuitton’a rahat bir nefes aldırmıştır eminim.

Özlem FÜTMAN

Ağustos 2020

ofutman@gmail.com

SOPHIENWALD; AVUSTURYA’DAN YER ADLARINA İLİŞKİN BİR KARAR

Avusturya belki şarap konusunda Fransa veya İtalya liginde değil, fakat kendine özgü üzüm türleri ve ülkeye yayılmış sabırlı ve iyi üreticileri ile yine de hatırı sayılır bir şarap endüstrisi var, öyle ki Viyana’nın hemen dışına çıktığınızda bile üzüm bağlarıyla karşılaşıyorsunuz. Bundan öte Avusturya’nın herkesçe pek de fark edilmeyen bir başka yönü var aslında; şarap kadehleri üreten ünlü markaları! Tabi bu aslında bir tesadüf değil, tarihsel olarak Bohemya’nın bir dönem Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun parçası olduğunu ve burasının kristal ile cam ürünlerindeki ününü biliyoruz. Bohemya artık Avusturya sınırları içinde olmasa da cam geleneği Avusturya’da da devam ediyor. Avusturya’nın dünyaca meşhur kadeh markaları arasında galiba Türkiye’de en bilineni üzüm türlerine göre tasarladığı kadehleriyle piyasada ilginç bir segment yaratan Riedel. Bir başka çok ünlü marka ise Zalto; ucuz kabul edilemeyecek fiyat skalasıyla genelde tüketicileri biraz ürküten Zalto, ürünleri elinize aldığınızda kuş tüyü gibi hafif ve inanılmaz zarif kadehleriyle insanı kendine hayran bırakıyor. Bugün odaklanacağımız davanın konusu da bir başka kadeh üreticisiyle ilgili; SOFIENWALD. 

SOFIENWALD aslında bugün Çekya sınırları içinde kalmış ve adı da Nová Ves nad Lužnicí olarak değişmiş, özellikle 19. yüzyılda cam ürünleriyle/cam üretimiyle bilinen ufak bir yerleşim.

2014 yılında kurulmuş ve Avusturya’da mukim Sofienwald AG şirketi Avusturya Marka ve Patent Ofisi nezdinde 14-21 ve 33. sınıflarda 2015 yılında aşağıdaki marka için tescil alıyor.

Bahsi geçen markanın mal listesinde “işlenmiş veya kısmen işlenmiş camlar (inşat için olanlar hariç); kadehler, cam eşyalar, porselen ve topraktan mamül ürünler” emtiaları da var.

Akabinde Avusturya Marka ve Patent Ofisi nezdinde bu marka tescilinin coğrafi kaynak belirten işaretlerin marka olarak tescil edilemeyeceği ve işaretin ürünlerin kaynağı konusunda tüketicileri yanıltacağı gerekçeleriyle iptali talep ediliyor; talep reddediliyor. Konu Mahkeme’ye taşınınca Mahkeme markanın iptaline karar veriyor. Mesele burada kapanmıyor ama, dosya Avusturya Yüksek Mahkemesi Oberster Gerichtshof’un (OHG) önüne geliyor nihayetinde. OHG 26.11.2019 tarihinde verdiği 4 Ob 152/19k numaralı kararıyla Viyana Bölge Yüksek Mahkemesi’nin markanın iptaline dair verdiği kararı onuyor.

OHG’nin kararında temel olarak belirttiği hususlar şunlar;

  • Chiemsee dosyasında ABAD’ın işaret ettiği gibi (birleştirilmiş dosyalar C-108/97 and C-109/97) eğer ilgili tüketiciler malları bir yer ile ilişkilendiriyorsa ya da ilişkilendirebilecekse o yer adı marka olarak tescil edilemez. Burada tüketicilerin konu markayı gördüğünde bunu tescile konu mallarla ilişkilendirip ilişkilendirmeyeceğine ve özellikle tüketicilerin bahsi geçen coğrafi ismi ve oradaki ürünlerin karakteristiğinin farkında olup olmadığına bakmak lazım. Eğer tüketici tüm bunların farkındaysa, mallarla coğrafi yeri zihninde bağıntılayabiliyorsa, diğer bir anlatımla yerin adını gördüğünde bunu o ürünler için bir coğrafi kaynak olarak algılıyorsa, yani mallarla o coğrafi yer arasında bir bağlantı olduğu izlenimindeyse-malların orada üretildiğini düşünüyorsa- o vakit  tescile izin verilmemelidir.
  • Eski-tarihi yerlerin isimlerinde, eğer ilgili toplum kesimi halen o yer ile ilgili bir ilişkilendirme yapmıyorsa, o yer adı ile ilgili olarak bu kriter uygulanmaz. Diğer yandan yer adı çoğunlukla hayali-gerçekte mevcut olmayan bir yer olarak algılanıyorsa, o zaman bu durum coğrafi anlamının dışına çıkar. Mesela küçük ve az bilinen, tarihi-kültürel-ekonomik bir önemi olmayan ya da doğal bir karakteristik özelliği bulunmadığı için sadece küçük bir bilgili kişi grubu içerisinde bilinen bir yer adının marka olarak tescilinde sorun yoktur. Diğer yandan ilgili toplum kesimi uzmanlaşmış  bir grup ise bu durumda ilgili toplum kesiminin küçük bir bölümünün algısı dahi bir markanın tesciline engel olmaya yetebilir.
  • SOPHIENWALD’in cam sanatıyla olan tarihsel bağı düşünüldüğünde, en azından Avusturya’da cam alanında uzmanlaşmış kişilerin konu markayı bahsedilen coğrafi yerle veya oradaki işlenmemiş cam malzemesiyle ilişkilendireceği ve ona bir referans olarak algılayacağı açıktır. Ayrıca tescil sahibi de zaten web sayfasında son derece açık biçimde SOPHIENWALD’deki cam yapım geleneğine atıf yapıyor; web sayfasında SOPHIENWALD ibaresinden sonra tescil alındığına ilişkin  “®” işaretinin kullanılması yapılan referansın niteliğini değiştirmiyor.

Diğer yandan 21.sınıfa giren mallar ve özellikle “kadehler” emtiası için coğrafi yerle olan ilişkilendirme son derece açık. İşarette yer alan şekil unsurları markadaki  SOPHIENWALD kelimesinin baskın unsur  olduğu gerçeğini değiştirmiyor. 

Görüldüğü üzere ABAD’ın Chimsee görüşü aradan 20 yıldan fazla zaman geçtikten sonra bile coğrafi yer adlarının marka olması konusundaki ihtilaflarda yolu aydınlatmaya devam ediyor. 

Özlem FÜTMAN

Haziran 2020

ofutman@gmail.com

CHAMPAGNOLA NE OLA? EUIPO’DAN COĞRAFİ İŞARETLERE YENİ BİR BAKIŞ

17 Nisan 2020 tarihli CHAMPAGNOLA kararıyla EUIPO Temyiz Kurulu  Champagne üreticilerinin haklarını ve Champagne coğrafi işaretini korumak için kurulmuş The Comité Interprofessionnel du Vin de Champagne (CIVC) tarafından yapılmış bir üst itirazı inceledi.

OLAYLAR OLAYLAR

Çekya orjinli BREADWAY şirketi EUIPO nezdinde “Champagnola” kelime markasının 30-40-43. sınıflarda tescili için başvuru yapıyor. Başvuru 30. sınıfta kısaca “fırıncılık-pastacılık  ürünleri” diye anabileceğimiz ekmek, hamur işleri gibi malları ve 40. sınıfta da bu 30. sınıftaki mallarla ilgili hizmetleri kapsıyor.

CIVC buna itiraz ederek diyor ki; CHAMPAGNOLA benim Avrupa Birliği ve Fransız mevzuatına  göre tescilli meşhur ve maruf CHAMPAGNE coğrafi işaretinden gelen haklarımı ihlal ediyor, bu başvuru 1308/2013 Numaralı AB Regülasyonu (bundan sonra “Regülasyon” diye anılacaktır) uyarınca reddedilmelidir.

EUIPO İtiraz Birimi, CHAMPAGNE coğrafi işaretinin sıradışı ününü ve CHAMPAGNOLA ile CHAMPAGNE’in hem yazılış hem de işitsel olarak benzer olduğunu kabul etmesine rağmen itirazı reddediyor. İtiraz biriminin ret gerekçesi temelde başvuru kapsamındaki malların CHAMPAGNE coğrafi işaretinin tescilli olduğu “şarap” emtiasından farklı/benzemez malları içeriyor olması. İtiraz Birimi diyor ki; tamam 30. sınıftaki mallar da yiyecek  kalemlerinden oluşuyor ama bu malların doğası ve fiziksel görünümü, hazırlanma metodu vs her şeyi farklı, ayrıca bu mallar coğrafi işaretin tescilli olduğu emtiadan farklı yerlerde tüketildiği gibi tamamen farklı dağıtım kanalları yoluyla tüketiciye ulaşıyor ve farklı pazarlama kurallarına tabi. Ayrıca İtiraz Birimi diyor ki, sırf iki kelimede de “Champagn-” bölümü ortak diye tüketiciler CHAMPAGNOLA markasını taşıyan mallarla CHAMPAGNE bölgesinden gelen tescil kapsamındaki ürünleri doğrudan ticari olarak birbirine bağlayacak ve yanılacak  değil, kaldı ki ortada doğrudan veya dolaylı kullanım da yok ve çağrıştırma da mevcut değil.

CIVC kararı 30. ve 40. sınıflar açısından Temyiz Kurulu’na taşıyor (dosyada bir itiraz daha var, o itiraz çerçevesinde 43. sınıf reddedilmiş o sırada).  

TEMYİZ KURULU NE DİYOR?

17/04/2020 tarihli kararı ile EUIPO Dördüncü Temyiz Kurulu itirazın reddine dair verilmiş İtiraz Birimi kararını iptal ediyor ve CHAMPAGNOLA marka başvurusunun reddine karar veriyor. 

Temyiz Kurulu’na göre İtiraz Birimi dayanak hukuk maddelerini hatalı ve eksik yorumluyor. Bir kere diyor, Temyiz Kurulu, 2017/1001 Sayılı AB Marka Tüzüğü 8(6) maddesine göre coğrafi işarete dayalı olarak itirazda bulunabilmek için dayanak coğrafi işaretin itiraz edilen markadan önceki bir başvuru tarihine sahip  olması ve kendisinden sonraki marka başvurularının kullanımına engel olabilme hakkına olması gerekir. CHAMPAGNE coğrafi işareti 1973 yılında AB nezdinde şarap için coğrafi işaret olarak  tescil edildiğine göre, öncelik kıstasının karşılandığında şüphe yok. Bu maddeye dayanabilmek için muterizin coğrafi işaretin ticarette kullanıldığını ispat etmesi gerekmez, ama elbette ki işaretin meşhur olduğu iddiası noktasında zaten kullanımın ispatı gerekir.

CIVC, Regülasyonun 103. maddesinin tüm fıkralarına dayanmış, ama mesele maddenin (a) ve (b) fıkralarıyla ilgili çünkü burada tartıştığımız konu ortada bir çağrışım olup olmadığı. Ayrıca CIVC itirazında dayanmamış olsa da Temyiz Kurulu Regülasyonun 102. maddesinin de olayda uygulanması gerektiğini düşünüyor, çünkü kullanıma engel olmaya ilişkin 103. madde ile tescile engel olmaya dair 102. madde bağlantılıdır diyor. Temyiz Kurulu olayın hukuki temeli konusunda tüm bu maddelerin kombinasyonundan şöyle bir neticeye varıyor prensip olarak; sonra gelen marka önceki korunan coğrafi işareti çağrıştırıyorsa ve coğrafi işaretin kapsamındaki mal ve hizmetlerle benzemeyen mal/hizmetler için markanın doğrudan veya dolaylı ticari kullanımı coğrafi işaretin ününe zarar verecekse, o zaman itiraz üzerine marka başvurusu reddedilir.   

Çağrıştırma kavramı konusunda Temyiz Kurulu ABAD’ın bu konsepti tanımladığı – açıkladığı birçok kararından referanslar vererek çağrıştırmanın en basit tanımlamayla “coğrafi işareti akla getirme” olduğunu belirtip olayın kendine özgü vakalarına dönüyor.

Dosyada başvuru sahibi tescil için neden CHAMPAGNOLA ibaresini seçtiği -bunun hangi dilden geldiği – anlamının ne olduğu konusunda hiçbir açıklama yapmamış. İtalyanca’da kırsal yerler için kullanılan CAMPAGNA diye bir kelime var ki bunun Fransızca versiyonu da CAMPAGNE; marka başvurusuna konu kelimenin ilk batında İtalyanca kökenli bir kelime olduğu düşünebilir çünkü sonu -A ile bitiyor ama bu çok anlamlı değil, çünkü görüldüğü gibi İtalyanca kelimede başta CH harfleri yok diyor Temyiz Kurulu ve devamla şunu söylüyor; kelime ‘Champagn-’  diye başlayıp ‘-ola’ diye sonlandığından AB üyesi ülke vatandaşları bunun CHAMPAGNE kelimesinin bir  türevi  olduğunu ya da bu kelimeye ilişkin bir küçültme/sevimlilik sıfatı olduğunu ya da CHAMPAGNE için yaratılmış bir mahlas olduğunu düşünür, ortalama Avrupalı tüketicinin konuyu başka türlü anlamasına imkan yok. Bu durum ise  en açık haliyle  çağrıştırmadır. Her ne kadar İtiraz Birimi çağrıştırmayı mal ve hizmetlerin karşılaştırılmasına bağlamışsa da esasen çağrıştırma hem karşılaştırılabilir-benzer hem de karşılaştırılamaz-benzemez mallar ve dahi hizmetlere ilişkin olarak coğrafi işarete  koruma sağlayan bir durumdur.

CHAMPAGNE coğrafi işaretinin son derece tanınmış ve hatta en ünlü coğrafi işaretlerden biri olduğu dosyaya sunulan delillerden anlaşıldığı gibi zaten İtiraz Birimi de bunu kabul ediyor, nitekim başvuru sahibinin de buna karşı herhangi bir itirazı yok. Coğrafi işaretin “Ününden yararlanma/ününü sömürme” halinin kabul edilmesi için itiraz edilen markanın illa ki fiilen piyasada kullanılması gibi bir zorunluluk yoktur; burada tıpkı bir markanın ününden haksız yararlanmaya dayalı itiraz yapılırken ki gibi bir kıyasta/öngörüde bulunarak inceleme yapılır.

CHAMPAGNE genel olarak lüks kavramıyla özdeşleştirilen bir coğrafi işarettir, bu coğrafi işareti taşıyan köpüklü şaraplar çoğunlukla  en yüksek fiyat skalasından satılır ve ürünler özel okazyonlarda tüketilir. Bir kadeh köpüklü şarabın ortama özellik kattığı “Şampanyalı kahvaltı” (Champagnerfrühstück, Sektfrühstück) formunda kahvaltılar da son derece yaygındır. Marka başvurusuna konu edilmiş 30. sınıftaki malların tamamının kahvaltı sırasında tüketileceği açık, CIVC’de zaten itirazına ek olarak sunduğu delillerde başvuruya konu malların CHAMPAGNE ile birlikte tüketilebileceğini ispat etmiş durumda, ayrıca bu malların içine köpüklü şarap koyulması/köpüklü şarapla tatlandırılması da mümkün ki özellikle Fransa’nın Champagne bölgesinden gelen köpüklü şarabın eklenmesinin bu ürünlere bir ışıltı ve albeni katacağı açık. Burada göz önüne alınması gereken ortalama tüketicinin ne düşüneceğidir; ortalama tüketici 30.sınıfa giren bu malların içinde/içeriğinde ne olduğunu tam olarak bilemez ve itiraza konu işareti taşıyan malları gördüğünde bunlarla CHAMPAGNE coğrafi işaretini taşıyan köpüklü şaraplar arasında bir bağlantı olduğu izlenimine kapılır. Aynı durum başvuruya konu 40. sınıftaki hizmetler açısından da mevcuttur, çünkü bu sınıf kapsamında 30.sınıfa giren hizmetler başvuruya konu edilmiştir; tüketici öyle ya da böyle bu hizmetlerin sunumu sırasında markayı görecek ve aynı düşünceye kapılacaktır. Bu noktada başvuru sahibinin CHAMPAGNE coğrafi işaretinin ününden faydalanacağı/bunu sömüreceği  kanaatine varılmıştır diyor Temyiz Kurulu.

Bu karar hakkında ben ne mi düşünüyorum? Yaşasın D. Schennen, C. Bartos ve E. Fink’den oluşan ve bu kararı veren  EUIPO Dördüncü Temyiz Kurulu diyorum, harikasınız! Nihayet  birisi kalktı ve coğrafi işaretlerle ilgili böyle bir karar verdi işte! Şuraya da şöyle bir çiçek buketi emojisi bıraktım varsayın bu kararı verenler için!.

Özlem FÜTMAN

Haziran 2020

ofutman@gmail.com

ELİNİ YIKA! HİNDİSTAN’DA COVID-19 KAYNAKLI İLK FİKRİ MÜLKİYET DAVASI

Biliyorum içimiz dışımız Corona Virüs oldu aylardır. Bu süreçte en iyi dostlarımız su-sabun-kolonya-dezenfektan gibi maddeler ve bunların cilt üzerinde yoğun kullanımından kaynaklı tahribatı önlemek için uyguladığımız nemlendiriciler oldu sanırım.

Elbette ki virüse karşı aşı geliştirilmesi, patentlerin zorunlu lisansa konu olması gibi meseleler gün gün hepimizin radarında ve corona virüs denince akla ilk evvela patent hukuku çerçevesindeki konular geliyor.  Ancak bugün size aktarmak istediğimiz ihtilafın özü Covid-19’un patente ilişkin yönü değil, olayımızda davacı taraf taleplerini  marka-tasarım ve karşılaştırmalı reklam mevzuatının ihlaline dayandırıyor.

Covid-19 pandemisi sebebiyle markaların reklam stratejilerini değiştirdiği ve bu döneme özgü konseptte reklamlar üretmeye çalıştığı malum. Açıkca corona virüs’ün adını anmasalar bile, markalar reklamlarda virüse atıf yapıyor bir şekilde ve rakiplerinin önüne geçmeye çalışıyor.  İçinden geçtiğimiz pandemi döneminde insanlar en basit hijyen kurallarını yeniden hatırladılar ve el yıkamanın önemi bir kez daha ortaya çıktı, nitekim işin başından beri DSÖ (Dünya Sağlık Örgütü) de en etkin tedbir olarak hep su ve sabunla el yıkamayı işaret etti.

Hindistan’da bulunan Hindustan Unilever Ltd şirketi (Unilever diye anılacaktır), Reckitt Benckiser (India) Pvt Ltd’e (bundan sonra RB olarak anılacaktır) Bombay Yüksek Mahkemesi nezdinde dava açmış. Konu RB’nin DETTOL markalı sıvı sabun ürününün 12 Mart 2020 tarihinde yayınlanan son reklamlarıyla ilgili; Unilever, RB’nin Dettol reklamlarında kendisinin Lifebuoy markalı kalıp sabunlarını kötülediğini iddia ediyor.

RB ,davaya sebep olan reklamda paketi-ismi-ürünün görünümü neredeyse Unilever’in Lifebuoy ürünüyle aynı bir kalıp sabun kullanıyor ve “efektif şekilde korunmak istiyorsanız ellerinizi kalıp sabunla değil DETTOL sıvı sabun ile yıkayın” şeklinde bir mesaj veriyor tüketiciye. Unilever’in Lifebuoy markası altında sattığı kırmızı renkli kalıp sabunların tescille korunduğunu belirtelim. Bunun bir karşılaştırmalı reklam olduğu belli, ancak sorun bu karşılaştırma yapılırken rakibin ürününün kötü gösterilip gösterilmediği ve herhangi bir fikri mülkiyet hakkı ihlali olup olmadığı noktasında toplanıyor.

UNİLEVER, bu reklamla davalının tüketiciye kalıp sabunların virüse karşı yeterince efektif olmadığı ve Covid-19’a karşı mücadele edebilmek için davalının DETTOL markalı sıvı sabunlarının kullanılması gerektiği mesajını verdiğini, tüketiciyi yanılttığını ve reklamda kırmızı renkli bir kalıp sabun kullanarak kendisine ait Lifebouy markalı sabunları kötülediğini  iddiasında.

Unilever’in bir diğer iddiası da RB’nin kendisinin Lifebouy markalı sabunlarına ait önceki bir reklamını taklit ettiği yönünde.

Unilever diyor ki “biz burada Dünya Sağlık Örgütü’nün yayınladığı kılavuzlara uygun olarak toplumun ellerini yıkama konusundaki farkındalığını arttırmaya çalışırken ve sosyal bir motivasyonla hareket ederken, RB şirketi yayınladığı reklamda pandemiyi bahane ederek sanki kalıp sabunlar efektif değilmiş gibi propaganda yapıyor. Dünyanın her yerinde insanlara elinizi sabun ve su ile yıkayın diye tavsiye ediliyor, ama davalı şirket sabunlar işlevsizmiş gibi bir propaganda yaparak halk arasında korku yaratıyor ve sabun marketinde lider olan bize de ithamda bulunuyor”. Unilever davada hem yüksek bir tazminat talep ediyor ve hem de reklamın yayınının tedbiren durdurulmasını talep ediyor.

RB elbette ki tüm iddiaları reddediyor ve Unilever bizim bu reklamda tarif ettiğimiz sabunun kendisinin Lifebouy markalı sabunları olduğunu ispat edemedi ve ortada bir fikri mülkiyet hakkına tecavüz de yok diyor.

Mahkeme tarafları dinledikten sonra ihtilafa sebep olan Dettol reklamlarının yayınının 22 Mart-21 Nisan arasında tedbiren durdurulmasına karar veriyor. Mahkeme kararını oluştururken şu noktalara özel vurgu yapıyor; Unilever’in Lifebouy markası altında sattığı kırmızı renkli kalıp sabunlar hem marka hem de tasarım tescili ile koruma altında, bahsi geçen Dettol sıvı sabun reklamında kullanılan kalıp sabun davacının koruma altındaki sabunu ile birebir aynı veya göreni ilk bakışta yanıltacak kadar benzer, davalı reklamda Lifebuoy markalı sabunlarla bu denli ayniyet gösteren bir ürünün efektif olmadığı – mikropları / virüsleri / bakterileri uzaklaştırmadığı ve güvenilir olmadığı iddiasında bulunarak hem  kötüniyetli davranıyor ve hem de davacının sabunlarını küçük görüyor-karalıyor.  

Dosyada  ilk duruşma günü olarak 20 Nisan belirlenmiş, ancak Hindistan’da haftalardır son derece sert  şekilde uygulanan bir sokağa çıkma yasağı var ve Yüksek Mahkemeler dahil  tüm yargı birimleri kapatılmıştı. Dolayısıyla duruşmanın yapılıp yapılmadığı ve yapıldıysa dosyanın ne aşamada olduğu konusunda henüz bir bilgiye ulaşamadık. Takipteyiz.

Biraz araştırma yapınca gördük ki bu dosya tarafların ilk karşı karşıya gelişi değil Hindistan marketinde. Daha evvel  Delhi Mahkemeleri önünde bu kez RB,  Unilever’i dava etmiş ve kazanmış; o dosyada konuşulan Dettol markalı turuncu renk kalıp sabunlarmış. Bu kadar ihtilafın doğmasının temel sebebi Hindistan’da hijyen konusunda çoklu ürün kullanımının yaygın olmaması, yani hijyenin sabun gibi tek bir ürün üzerinden çözülüyor olması, ki bu da anlaşılan sabun marketinde müthiş bir rekabete sebep oluyor. Ancak özellikle şu an dünyanın hiçbir yerinde böyle kavgalara gerek yok bizce, çünkü bugünlerde herhalde en çok talep edilen mal gruplarından biri sabunlar, yani pasta birden devasa şekilde büyümüş durumda ve üreticilerin hepsine yetecek kadar tüketici talebi mevcut. 

Özlem FÜTMAN

Mayıs 2020

ofutman@gmail.com

ABAD’DAN KÖTÜNİYETE İLİŞKİN ENTERESAN BİR KARAR

ABAD 10. Dairesi’nin 13/11/2019 tarih ve C-528/18P numaralı kararının kötüniyet açısından ilginç olduğunu düşünerek siz takipçilerimizle paylaşmak istedik.

1-) 25 Haziran 2007 tarihinde Almanya’da mukim “Outsource2India” şirketi EUIPO nezdinde aşağıdaki marka için 35-36 ve 41. sınıflarda tescil başvurusunda bulunur ve marka sorunsuz şekilde 2008 yılında tescil edilir.

Image not found

Hindistan’da kurulmuş Flatworld Solutions Pvt Ltd şirketi 2013 senesinde EUIPO’ya başvurarak Outsource2India’ya ait bu tescilin kötüniyet sebebiyle hükümsüzlüğüne karar verilmesini talep eder.

2-) 2015 senesinde EUIPO İptal Birimi hükümsüzlük talebini kabul ederek der ki; bu markayla tescil sahibi Flatworld tarafından Avrupa Birliği’nde kullanılan Outsource2India ibaresi üzerinde hak elde etmeye çalışıyor ve başvuru tarihinde ortada kötüniyet var.

Tescil sahibi bu kararı EUIPO Temyiz Birimine götürür.

3-) EUIPO 4. Temyiz Kurulu, EUIPO İptal Birimi’nin verdiği kararı iptal eder.

Temyiz Kurulu’na göre; dosya içeriğinde tescil sahibinin kötüniyetli olduğunu gösteren bir durum yoktur. Tescil sahibi olan şirket itiraz eden şirketle bir ticari ilişki kurarak Almanya ya da Avrupa Birliği’nin herhangi bir yerindeki şirketlerin işlerinin Hindistan’da yaptırılmasını (outsource) sağlamak istemiştir, fakat bu durumdan tescil sahibinin “outsource2india” ibaresini ele geçirmeye çalıştığı anlamı çıkmaz çünkü bu tanımlayıcı bir ibaredir ve sektörde hizmetlerini Hindistan’a outsource eden herkes tarafından kullanılabilir. Böyle bir durumda bu ibareyi kullanan biri için  basiretli tacir gibi davranmamıştır denemez. 

Ayrıca dosyada Outsource2India şirketinin Flatworld şirketinin menfaatlerine halel getirmek istediğini gösteren somut bir delil de yoktur. Aksine, tescili yapılan markada yer alan şekil unsuru hiçbir zaman Flatworld tarafından kullanılmış bir unsur değildir. Bilakis Flatworld adına 2010 yılında tescil edilmiş olan marka aşağıdaki gibidir.

Image not found

Gerçi Flatworld bu yukarıdaki işareti 2007 yılının Temmuz ayından önce  kullanmaya başladığını  iddia ediyor ve Outsource2India şirketinin de bu kullanımlardan haberi olduğu dosyadan açıkça anlaşılıyorsa da bu durum illa ki ortada bir kötüniyet olduğu anlamına gelmez, çünkü tarafların işaretlerinde yer alan şekil unsurları farklı.

Dosyaya, 2006 Yılında Flatworld’ün web sayfasında  Almanca dilinde  bilgilendirici bir sayfası bulunduğuna  dair delil sunulmuşsa da bu  durum Flatworld’ün Almanya’da o tarihlerde fiilen bir hizmet sunduğu anlamına gelmez. 

4-) Flatworld ihtilafı Genel Mahkeme’ye taşır ve Genel Mahkeme EUIPO Temyiz Kurulu kararını bozar. Bu sırada Outsource2India şirketi unvanını  “Outsource Professional Services” olarak değiştirir.

Genel Mahkeme der ki;

Avrupa Birliği’nde ilk başvuran tescili alır kuralı geçerlidir, ancak marka sahibi başvuru tarihinde kötüniyetliyse durum değişir.   

11 Haziran  2009 tarihli Chocoladefabriken Lindt & Sprüngli (C‑529/07, EU:C:2009:361) kararında da dendiği gibi kötüniyet konusunda göz önüne alınacak olan faktörlerden bazıları  şunlardır; başvuru sahibi başvuruyu yaparken bir başkasının aynı/benzer mal/hizmetler için aynı veya karıştırılacak kadar benzer bir işareti kullandığını biliyor mudur veya bilebilecek durumda mıdır, başvuru sahibi bu başvuruyu yaparken mevcut üçüncü kişinin kullanımlarını engelleme niyeti var mıdır, taraf markalarının korunma seviyeleri ne düzeydedir. Sonuçta bu yukarıda belirtilen durumlar sınırlı değil sadece örneksemedir.

4/11/ 2006 tarihinde Flatworld ile irtibata geçen bazı kişiler birlikte iş yapma teklifinde bulunmuştur. Daha sonra aynı kişiler 13/12/2006 tarihinde bu işbirliği için Almanya’da “Outsource2India Ltd” adında bir şirket kurduklarını ve kurdukları bu şirketin de Flatworld’ün kullandığı “outsource2india’ ibaresini içeren bir işareti kullanmayı istediğini bildirmişler. Flatworld bu işbirliği konusunda bazı şüphelere düşmüş, yazılı olarak bazı itirazlarda bulunmuş, nihayetinde ise 2007 Mayıs ayında onlarla işbirliği yapmayacağını ve bu kişilerin Outsource2India şirketini kurmaktaki asıl amaçlarının ‘outsource2india’ ibaresinden haksız faydalanmak olduğunu düşündüğünü bildirmiştir.

EUIPO Temyiz Kurulunun belirttiğinin aksine, Outsource2India şirketi davaya konu başvuruyu yaptığı  tarihte Flatworld’ün  Almanya’da outsourcing hizmeti verdiğini, pazarlama yaptığını  ve tescil edilmemiş bir işareti kullandığını biliyor, yani Flatworld’ün web sayfasındaki Almanca bölüm sadece bilgilendirme amaçlı değil.

Outsource2India‘nın yaklaşımıyla taraflar arasında kurulan Sözleşme öncesi ilişkide Outsource2India eğer taraflar arasında bir işbirliği zemini oluşmazsa kendisinin web sayfasını değiştireceğini ve ismini de farklılaştıracağını taahhüt etmiş. İki taraf arasında bir iş ilişkisinin kurulamayacağı anlaşılınca ise Flatworld şaşırarak görmüş ki karşı taraf  halen outsource2india ibaresini kullanmaya devam ediyor. Zaten sözleşme öncesi ilişki sona erer ermez de hemen davaya konu olan marka için tescil başvurusunda bulunulmuş ve buradaki amacın outsource2india ibaresinin ekonomik potansiyelinden haksız biçimde fayda sağlamak olduğu  hususu taraflar arasındaki e-mail yazışmalarından da anlaşılıyor. Bu noktada  yapılan başvuru, outsource2india tanımlayıcı mıdır değil midir sorusundan bağımsız olarak, kötüniyetlidir. 

6-) Dosya ABAD’a taşınır. Tabii ki tescil sahibi asla, kat’a ve vallahi billahi kötüniyetli değilim der ve buna gerekçe olarak da aşağıdaki argümanları ileri sürer;

— Başvuru tarihinden evvel Flatworld benimkine benzer bir markayı AB’de kullandığını ispat edememiştir

— İşaretler arasındaki tek ortak unsur olan ‘outsource2india’ tanımlayıcıdır ve tanımlayıcı kelimeleri kullanmak basiretli davranış kuralına aykırı değildir

— Bu tanımlayıcı ibareyi çıkarınca geriye kalan şey şekil unsurlarıdır ki onların da zaten birbiriyle hiçbir alakası yoktur

— Genel Mahkeme 25/06/2007 tarihinden önce Flatworld Almanya’da kendi işaretiyle faaliyette bulunmuş diyor ama böyle bir durum yok,  web sayfasında bir sayfalık Almanca bölüm olması fiili kullanım sayılmaz, bu sadece bilgilendiricidir,

— Dava konusu marka için başvurulduğunda Flatworld’e ait işaret marka olarak tescilli değil, ve ayrıca Alman Hukuku veya (AB üyesi) başka bir ülkenin hukukuna göre “tescilsiz marka” da değil.

— Genel Mahkeme’nin kararında belirtildiğinin aksine Outsource2India hiçbir zaman ‘outsource2india’ ibaresini kullanmayı bırakacağım + unvanımı değiştireceğim diye bir taahhütte bulunmadı. 

— Genel Mahkeme Chocoladefabriken Lindt & Sprüngli (C‑529/07, EU:C:2009:361), kararındaki bütün kriterlerin olup olmadığına bakmalıydı, sadece bir kısmına baktı, karar eksik incelemeyle verildi. Mesela Genel Mahkeme ilgili toplum kesiminin bu işaretleri karıştırıp karıştırmayacağını hiç incelemedi, eğer inceleme yapılsaydı zaten ortada karışıklık doğuracak bir durum olmadığı görülecekti.

EUIPO diyor ki;  

— Genel Mahkeme, Flatworld’ün kullandığı işaretin “tescilsiz marka” olduğunu söylüyor ama bunun gerekçesi nedir belli değil. Ayrıca AB Hukuku’nda “tescilsiz marka” diye bir konsept yok ki zaten, evet bazı ülkelerin ulusal sistemlerinde varsa da, eğer Genel Mahkeme bunun uygulanabileceğini düşünüyorduysa kararında bunun uygulanması için gerekçelerini açıkça belirtmeliydi.

— Genel Mahkeme ortada bir karıştırma ihtimali olduğunu söylüyor ama kararda bunun nasıl olacağı hakkında hiçbir gerekçeye değinilmemiş.  Karıştırma ihtimali var denilince  Flatworld’ün kullandığı ‘outsource2india’ ibaresi ayırt edicidir anlamına gelir halbuki  kararda bunun tanımlayıcı olduğunu ifade eden/ima eden  cümleler var; bu apaçık çelişkidir. Burada kullanılan “outsource2india” ibaresi tanımlayıcı.

ABAD Kararında Diyor ki;

Genel Mahkeme 25/06/2007 tarihinden önce Flatworld Almanya’da kendi işaretiyle faaliyette bulunmuş diyor ama böyle bir durum yok,  web sayfasında bir sayfalık Almanca bölüm olması fiili kullanım sayılmaz, bu sadece bilgilendiricidir iddiasına ilişkin olarak; temyiz eden taraf Genel Mahkeme’nin vardığı bu sonucu değiştirecek bir bilgi veya dokümana işaret etmiyor dosyanın içinde. Yani bu sadece bir iddiadan ibaret, bu noktada ABAD’ın incelemesi gereken hukuki bir mesele yok ortada.

Outsource2India ,eğer taraflar bir iş ilişkisi kurmaya muvaffak olamazsa, ticaret unvanını- adını- web sayfasını değiştirmeyi taahhüt etti mi etmedi mi konusunda ise dosyada mevcut Sözleşme taslağı ve tarafların şirket yetkilileri arasında yapılmış yazışmalara bakıldığında şu kesin olarak görülüyor; eğer taraflar arasında bir iş ilişkisi kurulamazsa ne olacağı konusunda şirket yöneticilerinin bakış açıları birbirinden tamamen farklı.  

Flatworld böyle bir halde karşı tarafın ‘outsource2india’ ibaresini web sayfasında ve şirket isminde kullanmayı bırakacağını düşünürken/zannederken/karşı tarafın bunu taahhüt ettiğine ikna olmuşken, yazışmalarda Outsource2India ise sadece Flatworld’ün yukarıda gösterilen  şekildeki işaretini ve ticari faaliyetlerinde Flatworld’ün web sayfasını kullanmayacağını belirtiyor. Genel Mahkeme burada Flatworld’ün iddialarının kabul edilebilirliğine dayalı olarak görüş oluşturmuş ama bu görüşünde özellikle hangi yazışma/dokümana dayanarak neticeye vardığını belirtmemiş; işin bu kısmında Genel Mahkeme kararı hatalı.

Ancak buna rağmen Genel Mahkeme’nin vardığı neticenin hatalı olduğu söylenemez.

Her ne kadar Genel Mahkeme kararında karıştırılma ihtimali ile ilgili bölümü gerekçelendirmemişse de kötüniyet ile ilgili bölüm uygun şekilde düzenlenmiştir. Bir olayda karıştırılma ihtimali olmasa dahi olayın özellikleri neticesinde ortada kötüniyet olduğuna hükmedilebilir. Eğer durumdan  marka başvurusunun  dürüst uygulamalara aykırı bir iradeyle, üçüncü kişileri hedefleyerek, veya özel olarak bir üçüncü kişiyi hedeflemese dahi   markanın fonksiyonuna aykırı bir hakkı elde etmeyi amaçlayarak yapıldığı görülüyorsa o vakit markanın hükümsüzlüğüne karar verilebilir ki bu durumda toplum gözünde karıştırma ihtimali olup olmadığına bakılmaz. Başvuru sahibinin başvuru anındaki iradesi ebette ki sübjektif bir durumdur  ancak idari makamlarca ve mahkemelerce objektif şekilde değerlendirilebilir. Kötüniyet olaydaki ilgili tüm faktörlerin ve tüm vak’aların birlikte göz önüne alınmasıyla değerlendirilir. (12/09/2019, Koton Mağazacilik Tekstil Sanayi ve Ticaret v EUIPO, C‑104/18 P, EU:C:2019:724)

Huzurdaki olayda Genel Mahkeme  karar verirken olaya özgü durumları göz önüne almıştır. Evet Genel Mahkeme kararında Outsource2India’nın, eğer taraflar arasında bir anlaşma olmazsa,ismini ve web sayfasını değiştireceğine dair görüş oluştururken delilleri tam doğru değerlendirmemiştir. Ancak yine de Genel Mahkeme birçok faktörü/vakayı da son derece doğru şekilde değerlendirmiştir , özellikle Alman girişimcinin Kasım 2006 itibariyle Flatworld ile Almanya’da  bir ticari işbirliğine girme çabaları, bu amaçla Flatworld’den izin almadan Alman Hukuku’na göre    Outsource2India diye şirket kurması ve bu ibareyi web sayfasında kullanması, Şubat ve Mayıs 2007’de Flatworld’ün yapılan iş teklifine ilişkin gönülsüzlüğü ve meydana çıkan kullanımlar karşısındaki itirazları ile memnuniyetsizliği ifade etmesi gibi haller Genel Mahkeme tarafından doğru şekilde değerlendirilmiştir. Kaldı ki Genel Mahkeme’nin bu değerlendirmelerine  temyiz eden tarafından öne sürülen bir itirazda mevcut değildir. Dolayısıyla Genel Mahkeme ortada kötüniyet olduğuna hükmederken doğru bir karar vermiştir.

Genel Mahkeme ‘outsource2india’ ibaresinin potansiyel olarak tanımlayıcı olduğunun varsayılması halinde dahi bunun kötüniyeti ortadan kaldırmayacağına karar verirken olaya  doğru bir bakış açısıyla yaklaşmıştır. İddiaların aksine ortada  bir çelişki yoktur. Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur; Genel Mahkeme, Flatworld’ün ‘outsource2india’ ibaresi üzerinde münhasır bir hakkı olduğunu söylemiyor  veya bu ibarenin  bazı hallerde Flatworld’ün bir rakibi tarafından başka figüratif unsurlarla-elementlerle birlikte bir AB markası olarak tescil edilebilme ihtimalini dışarıda bırakmış değil. Genel Mahkeme yalnızca Alman Hukukuna göre kurulmuş Outsource2India şirketinin Flatworld ile iş yapmak amacıyla kurulduğunu, Flatworld bu işbirliğini kabul etmeyince de kısa süre sonra Flatworld’ün ticari faaliyetlerinde kullandığı ibareyi kapsayan bir işaret için Birlik markası tescili başvurusu yaparak kötüniyetli hareket ettiğini belirtmiştir.

Hem EUIPO vekili hem de temyiz eden Genel Mahkeme’nin Flatworld’ün kullandığı ibare için neden “tescil edilmemiş marka” ifadesini kullandığını sorgulamaktadır. Kararın geneline bakıldığında Genel Mahkeme’nin bu kelimelerle Alman Hukuku veya başka bir hukuki sistemdeki bir marka türünü kastetmediği zaten anlaşılmaktadır; Mahkeme’nin söylediği şey davaya konu marka için başvurulduğu tarihte Flatworld’ün kullandığı işaretin tescil edilmemiş olduğudur sadece.

ABAD, Genel Mahkeme’nin verdiği kararda kötüniyetin değerlendirilmesi açısından bir hukuka aykırılık görmeyerek temyiz talebini  reddetmiştir.

Özlem FÜTMAN

Mayıs 2020

ofutman@gmail.com

Harry Potter Fikri Mülkiyet Davaları Serisi IX –NAMASTE!

Harry Potter serisinde ilk yazdığım kararda taraflar İngiliz idi, sonrakinde dava bir Rus yazara ve yayıncısına karşı açılmıştı, eh Hindistanlıların  neyi eksik? Bir proje başarılı olacakta Hindistan’da  hemen bunun bir yansıması olmayacak, mümkün değil! O sebeple bugün radarımızı Hindistan’a çeviriyor ve Harry Potter konusunda oralarda neler olmuş  kısaca bir göz atıyoruz.

Ben pek meftunu sayılmam ama kendi starları ve kendine has bir stili olan,  Bollywood adıyla bilinen ciddi bir lokal film endüstrisi olduğu malum Hindistan’da. Bizim seyircimiz genel olarak Hint sinemasına ve Bollywood filmlerine mesafeli duruyor sanki ve, istisnalar hariç, hala Raj Kapoor ve Aware Hoon noktasından bakıyor olabiliriz olaya.  (Hayır Slumdog Millionaire‘den özellikle bahsetmiyorum çünkü o bir Bollywood filmi değil, bildiğimiz İngiliz filmi. Filmin senaryosu Hindistan’da yayınlanmış bir kitaba dayanıyor, olaylar Hindistan’da geçiyor ve cast Hindistanlılardan  oluşuyor olsa da yapım İngiliz).

2008 yılında Warner Brothers şirketi (WB) Yeni Delhi’de Mirchi Movies adlı yerel bir  film şirketi aleyhine dava açarak Mirchi’nin çok yakında gösterime sokacağı Bollywood  filminin ismini değiştirmesine karar verilmesini talep ediyor. Filmin adı; HARI PUTTAR

Önce filmin müziğini  şuraya bırakayım da bu önemli eseri dinlemekten mahrum kalmayın!.

HARI PUTTAR filminin konusu kısaca şöyle; Hariprasad Dhoonca isimli 10 yaşlarındaki bir Hintli çocuk anne-baba ve kardeşiyle Londra’da yaşamaktadır. Ne zamanki teyzesi-amcası- üç kuzeni ve bunların arkadaşları Hariprasad’ın evine taşınır işler karışır ve bizimki odasını kuzenleriyle paylaşmak zorunda kalır. Durumdan o kadar rahatsız olur ki inşallah şu evdekiler yok olurda rahat ederim diye söylenip dualar etmeye başlar. Ertesi sabah bir kalkar ki o da ne,duası kabul olmuş ve evdeki herkes, kuzeni Tuk Tuk hariç, yok olmuştur! Kuzeniyle ikisi boş evin tadını çıkarmaya başlarlar ama bu mutlulukları fazla uzun sürmez çünkü Hariprasad’ın babasına ait bir bilgisayar çipini çalmak için iki hırsız girer eve…ve olaylar gelişir….

Gördüğünüz gibi filmin konusunun Harry Potter kitaplarıyla ilgisi yok,ama size başka bir filmi hatırlattı mı? Evet bildiniz, senaryo “Evde Tek Başına” isimli Amerikan filminden bayağıca bir “esinlenmiş”.  

Dediğim gibi WB filmin adının değiştirilmesini istiyor çünkü bunun Harry Potter ile karıştırılacağını ve kendisinin marka haklarının ihlal edildiğini iddia ediyor. WB  diyor ki “film ismi var film ismi var, tüketici/seyirci belli filmleri doğrudan ve insiyaki olarak isimleriyle  hemencecik hatırlar, mesela  “The Sound of Music” veya “Sholay” gibi. Buna karşın bazı filmler ise isimleri söylenince hemen hatırlanamayabilir. Hari Puttar’ı duyan Harry Potter’ı hatırlar, bunlar bizim markamızla karıştırılacak bir film adı seçmiş ve bizim filmlerin  seyircisini de çalmaya çalışıyor.”

Davalı film şirketi ise diyor ki;

-a-Hari son derece yaygın kullanılan bir erkek ismi Hindistan’da,  Puttar ise Punjabi dilinde “oğlu/oğul” demek. Üstelik zaten Harry Potter ile Hari Puttar birbirine hiç benzemiyor.

-b-Ayrıca biz filmimizin adını aylar evvel (2007 yılında) Amerika’da ki Motion Picture Association’a (MPA) kaydettirdik,

c-Davacı bu filmi 2005’den beri biliyordu, bu kadar zamandır sessiz kalarak dava hakkını kaybetti, dava açacaktıysa bunu 2005 yılında yapmalıydı ve  2008’e kadar beklememeliydi.

Buna karşın WB, MPA’ya yapılan film ismi tescili ile marka tescilinin eşit ağırlıkta haklar olmadığını, MPA’nın eğer bir film Amerika’da vizyona sokulacaksa bunun ismini kayda alıp ilan ettiğini ve bunu yapmaktaki amacın aynı isimle farklı filmlerin vizyona girmesini engellemek olduğunu, ayrıca Amerika’da MPA’da yapılmış bir film adı tescilinin Hindistan’da ki bir ihtilafta delil teşkil etmeyeceğini ve 2007 yılında MPA’da isim tescili yaptığını daha evvel gizleyerek davalının kötüniyetle hareket ettiğini iddia ediyor.

Davacı taraf davanın geç açıldığı konusuna da şiddetle karşı çıkarak diyor ki; dava açabilmemiz için filmin ortaya çıkması ve isminin ne olduğunun kesinleşmesi  gerekiyordu, halbuki 2005 yılında film çekilmeye başlandığında isminin ne olacağı henüz sadece bir fikirdi-somutlaşmamıştı.  Biz filmin adının “Hari Puttar – A comedy of Terrors’olduğu kesinleşir kesinleşmez hemen dava açtık. Kaldı ki 2005 yılında bu isimle bir film çekileceğini ilk duyduğumuzda da biz zaten buna o zamanda karşı çıkmıştık.

Yeni Delhi Mahkemesi davayı temelde sessiz kalma yoluyla hak kaybından dolayı reddediyor. 2005’den beri böyle bir filmden haberin vardı bir şekilde, 3 sene beklemişsin dava açmak için ve tam film vizyona gireceği zaman gelip dava açıyorsun diyor WB’ye.

Diğer yandan Hari Puttar ile Harry Potter arasında fonetik benzerlik bulunduğu/bunların karıştırılacağı yönündeki iddiayı da reddediyor Mahkeme, ama bu konuya kararda sadece tek bir paragrafta yer veriyor ki orada da Mahkemenin tek söylediği şey şu;  Hari Puttar filminin hedef kitlesi olan izleyiciler okumamış-cahil insanlar değil, o yüzden Hari Puttar ile Harry Potter’ı karıştırmazlar. (bazen Hindistan Mahkemelerinden gerçekten çok “ilginç” kararlar çıkabiliyor ve işte  bu da onlardan biri bence. Hari Puttar filminin hedef kitlesi kim? En fazla 13-15 yaş ve hatta bunun altı çocuklar. “Cahil mi bunlar niye karıştırsınlar ki” anlamına gelecek bir standardın zaten hukuki temeli tartışmaya açık olduğu gibi, birde bu standardın böyle bir hedef kitleye uygulanmasına diyecek bir şey bulamıyorum). Hakim bu yönde karar verirken davacının dosyaya sunduğu bir çok delili gözardı ediyor aslında; mesela medyada bile filmlerin isimleri yazılırken karıştırmalar olmuş, buna dair deliller var, ayrıca davalı taraf bizzat filmini anlatırken özellikle Hari Puttar’ın Harry Potter’ın bir parodisi filan olmadığını ve senaryonun başka olduğunu izah etmiş.

Peki bu kadar olaydan sonra Hari Puttar vizyona girince ne olmuş? Fiyasko! Filmin IMDb notu 1.9. İngiliz The Guardian Gazetesi insanların bu filmi isminden dolayı Harry Potter ile karıştırdığını ve  filme giden birçok kişinin “biz Harry Potter ile bağlantılı bir şey seyredeceğiz zannettik ama çık çıka Evde Tek Başına çıktı karşımıza” dediğini yazmış. Hindistan gazetelerinde  ve seyircilerin görüşlerini paylaştığı online platformlarda çıkan yorumlar da oldukça kötüymüş.

HİNT İŞİ HOGWARTS

Hindistan bir festivaller, inanışlar, renkler ülkesi. Doğu Hindistan bölgesinin en büyük festivallerinden biri de Durha Puja. Bu organizasyon sırasında binlerce kişi tanrıça Durga’ya saygılarını sunmak için biraraya geliyor ve kutlamaların önemli bir parçası da her yıl popüler bir temanın kumaş-ahşap-karton vs gibi muhtelif malzemelerle devasa ölçülerde kopyalarının yapılmasına dayanıyor.

İşte festivali organize eden Kalküta’lı grup bu kapsamda 2007 yılında Hogwarts Büyücülük okulunun dev bir kopyasını/modelini yapmaya başlayınca J.K.Rowling’in radarına takılıveriyor. Warner Brothers ve Rowling’in Hindistan’da ki yayıncısı hemen harekete geçiyor ve  dava açarak telif hakları  ihlal edildiğinden vaki inşa faaliyetinin durdurulması için tedbir kararı verilmesini ve tazminata hükmedilmesini talep ediyor.

The structure in Calcutta built to resemble Hogwarts castle

Dava edilen grup yaptığı açıklamada  böyle büyük modelleri her yıl yaptıklarını,hatta bir önceki yıl festival sırasında  Titanic’in bir replikasını  hayata geçirdiklerini, bu yıl ise Hogwarts’ı ve Harry Potter ile arkadaşlarının modellerini  seçtiklerini ve hatta Hogwarts Express treninin de bu projenin bir parçası olduğunu ve trenin yapımının hemen hemen tamamlandığını söylüyor. (yani sadece Hogwarts değil, aynı zamanda Harry ve arkadaşlarının gerçek hayattaki ölçülerde replikalarını yapacaklar ve Hogwarts Express trenini de tamamlamak üzereler!). Bütün bu operasyonun o tarihlerde 1.2 milyon Rupiye (yaklaşık 30.000-USD)  mal olacağı öngörülmüş. Organizatörler Mahkeme bir tazminata  hükmederse bunu ödeyecek güçleri olmadığını ve üstelikte tedbir kararı verilirse bu kadar kısa sürede başka bir inşa işine girmelerinin mümkün olmadığını söylüyorlar.

Olay Kalküta halkının bir kısmında da negatif reaksiyon doğuruyor. Rowling ve Warner Brothers kendilerinin kar amacı gütmeyen organizasyonlarda Potter kitaplarının çocuklarla paylaşılması vs gibi durumlara  itirazları olmadığını, ancak  Durha Puja gibi binlerce kişinin katıldığı  ticari yönü güçlü(sponsorluk ve reklam alınan vs)  bir organizasyondaki gibi eylemlere müsamaha gösteremeyeceklerini belirtiyor. Diğer yandan  Rowling’in  avukatları yaptıkları açıklamada eğer Mahkeme bir tazminata hükmederse Rowling’in bu parayı bağışlayacağını söylüyorlar.  

Davalı organizatörler Mahkeme’ye gelerek duruşmada beyanda bulunuyor ve  bundan sonra Rowling’den ön izin almadan Harry Potter kitaplarından herhangi bir kullanım gerçekleştirmeyeceklerini taahhüt ediyorlar. Akabinde Mahkeme kararını veriyor ve ;

—bu organizasyon kar amaçlı değildir o yüzden tazminat talebini reddediyorum diyor

—tedbir talebini kabul ediyor ama şöyle; tedbirin uygulanması 26 Ekim’den sonra olacak yani festival sona erdikten sonra diyor!.Bir başka anlatımla Hakim; tamam festival sürecinde şu ana kadar inşa ettiklerinizi kullanın ama festivalin sona erdiğinin ertesi günü bunları görmeyeyim ortalıkta bir daha demek istiyor.Mahkeme kararında ayrıca bundan sonra organizasyonun ancak Rowling ‘den ön izin alarak herhangi bir kullanıma gidebileceğini de karar altına alıyor.

Ben  Hindistan’a  gitmedim ama gidenlerin keskin biçimde ikiye ayrıldığını gözlemliyorum bu ülke konusunda; delicesine sevip aşka düşenler ve tekrar tekrar defalarca gidenler ile “hiç hijyenik değil,ayyy kast sistemi çok fena. Bir daha asla gitmem” diyenler. Bu konuda yorum yapabilecek durumda değilim ama şunu görüyorum; Hindistan kendi içinde bir dünya, Mahkeme kararları da öyle!. Namaste!

HARRY POTTER SERİSİ İÇİN BİR SON SÖZ….

Büyüler-büyücüler-kötülüklerle savaşan çocuklar, konuşan bitkiler ve yılanlar……gerçekdışı, çocuk işi, olmayan hayali bir dünya mı dediniz? Bugünlerde yaşadığımız “gerçeklerle” karşılaştırınca Harry Potter hikayeleri hakikaten de  gerçekdışı mı diye sorgulayabilir insan. 

Yılbaşından beri insan oğulları ve kızları bir ilginç süreçten geçiyor. Yaşananlara ve dünyanın haline bakınca  aklıma gelen ilk kelime “distopik”. Benim gibi kurgu yazın/distopya edebiyatı  tutkunu biriyseniz olanları bir kitabı okur gibi izleyebilirsiniz ve gördükleriniz  size illa ki çok acayip gelmeyebilir gerçi! Adam Fawer’ın “Olasılıksız” isimli şahane kitabında dediği gibi “imkansız diye bir şey yoktur, sadece bazı olayların olma olasılığı daha düşüktür.”. Biz insanlar pandemiyi imkansız gördüğümüz için böyle afallamış olabilir miyiz acaba, yada dünya gezegeninin emrimize amade olduğunu ve herşeyi kontrol edebileceğimizi zannettiğimiz için mi şok geçiriyoruz? 

Bizim Harry Potter projesini raflardan indirerek sizinle paylaşmaya başlamamızın sebebi biraz da hastalık geçiren dünyamızda  bir “tamamlayıcı tıp” etkisi yaratmaktı. Hepimizin her dakika “ne olduğunu bilirsin sen” isimli ve adını buralarda anmak istemediğimiz bir virüs ile uyuyup uyandığı şu zamanlarda okurlarımıza biraz nefes aldırmak istedik, evlerimizle adeta bütünleşmişken hem öğrenelim hem eğlenelim diye düşündük.

Bu IPR GEZGİNİ’nin birden fazla yazar tarafından kotarılmış ilk serisi oldu, yeni serilerin yolunu açmasını  diliyoruz.

Ellerinizi yıkamayı unutmayın & Sosyal mesafeyi koruyun & Enseyi karartmayın!

Özlem FÜTMAN

Nisan 2020

ofutman@gmail.com

Harry Potter Fikri Mülkiyet Davaları Serisi IV – HARRY’NİN RUS KIZKARDEŞİ TANYA!

Bir varmış bir yokmuş, develer tellal iken pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, dünya denen bir gezegende Rusya denen bir ülkede Tanya Grotter diye bir kız yaşarmış. Tanya’nın büyülü güçleri varmış, öksüz ve yetimmiş, ebeveynleri kötü kalpli bir büyücü kadın tarafından öldürülmüş ve o sırada orada bulunan Tanya’nın  burnunda saldırı sonucunda bir iz kalmış , daha sonra Tanya kendisine çok kötü davranan uzak akrabaları olan koruyucu bir ailenin yanında büyümüş taaaa ki evi terkedip Tibidokh Büyücülük Okulu’na gidinceye kadar.  Efendim? Hikaye biraz fazla mı tanıdık geldi?

2002 senesinde Rusya’da Dmitry Yemets ,Tanya Grotter kitap serisinin birincisini yayınladığında birçok insan da sanırım sizin gibi hikayeyi Harry Potter’a çok benzetmişti. Grotter serisinin ilk kitabı 413 sayfa idi ve Tanya Grotter i Magicheskii Kontrabas (Tanya Grotter ve Büyülü Kontrabas) adını taşıyordu. Bunu takip eden dört yılda Yemets ve kendisinin Moskova’da yerleşik basımevi, Eksmo, tam 10 tane daha Tanya Grotter kitabı bastı. Kitaplar  2.5-Dolar civarında bir paraya satıldı ki bu aşağı yukarı Harry Potter kitaplarının satış fiyatının yarısıydı o tarihlerde. Rusya’da sayısız kitabevinde Harry Potter kitapları ile Tanya Grotter kitapları yan yana raflarda görülüyordu, tamam Potter kitaplarının satışları çok çok daha yüksekti ama Tanya Grotter kitapları da oldukça etkileyici satış rakamlarına ulaşmıştı; şöyle söyleyeyim 2002-2003 yıllarında 9 aylık bir dönemde Harry Potter kitapları 1,5 milyon kopya satmışken, Tanya’nın maceralarını anlatan kitaplarda 600.000 kopya satışa ulaşmıştı ki bu hiç de fena bir satış değildi.  

Tanya Grotter kitaplarının yazarı Yemets bu kitapları yazarken “ilhamının” Harry Potter kitapları olduğunu hiçbir zaman inkar etmedi, ancak iddiası şuydu; bu kitaplar Potter kitaplarının Rus kültür öğeleriyle ve Rus masallarıyla bezenmiş parodileridir dolayısıyla bir telif hakkı ihlali oluşturmaz, ayrıca bu kitaplar Rus kültürünün Rowling’in kitaplarına bir cevabıdır.

Böyle bir kitabın basılmasının J.K.Rowling ve  yayıncısının radarından kaçtığı düşünülemez elbette (üstelikte karşı tarafın satış miktarı kendilerinin yarı sayısına ulaşmışken). Ancak Rusya’da bu kitapların satışının durdurulması için tedbir alamadıkları da biliniyor. Yani Rowling aslında Tanya Grotter ve Büyülü Kontrabas kitabının Harry Potter ve Felsefe Taşı isimli kitabından intihal olduğuna ilişkin Rusya’da hemen dava açtı ama basımı ve satışı  durdurmak için tedbir alamadı.

Hollanda’da mukim Byblos isimli bir yayınevi 2003 yılında Tanya Grotter serisinin ilk kitabını Hollanda diline çevirip basacağını ilan edince pistol Hollanda’da patladı ama! Byblos bununla da yetinmedi, sanki durum yeterince nazik değilmiş gibi,  2003 yılı ilkbaharında kitabın tanıtımını yaparken Tanya’yı “Harry Potter’ın Rus kızkardeşi” olarak tanıttı!.

Byblos’un bastığı ilk 7.000 kopya kitabın satışı  Amsterdam Bölge Mahkemesi tarafından verilen bir tedbir kararıyla durduruldu. 7.000 kopya aslında pek büyük bir miktar değil, Byblos bunları zaten test amacıyla basmıştı (ve muhtemelen Rowling’den gelecek saldırıyı bekliyordu) . Mahkemeye başvuranlar J.K. Rowling, Warner Bros. Entertainment ve Harry Potter kitaplarının Hollanda’daki yayınevi De Harmonie idi. (Warner Brothers burada markasal haklarının ihlal edildiğini öne sürdü)

Byblos’un avukatları ortada telif hakkı ihlali bulunmadığını iddia etmekle yetinmediler, üstelik de J.K. Rowling’in Harry Potter kitaplarına ilişkin telif hakkını tartışmaya açtılar. Avukatlara göre Rowling’in kitaplarında bir yaratıcılık yoktu, çünkü Potter’ın hikayesinde yer alan birçok öğe halihazırda bazıları kamuya mal olmuş öksüz-yetim  öyküleri-İngiliz yatılı okul dramalarından alınmış unsurları içeriyordu. Yani davalının avukatlarına göre Rowling’in hikayesi bir işleme  eserdi ve Tanya’nın hikayesi de bu işlemeden yaratılmış bir başka işlemeydi, hatta öyle ki Yemets’in yaratıcılığı sebebiyle Tanya’nın hikayesi kendi başına orijinal bir eser idi. Ayrıca davalının avukatları Grotter serisinde Yunan mitolojisinden alınma bazı noktalar olduğunu ancak Harry Potter kitaplarında böyle bir durum olmadığını da belirttiler, ki hakikaten bence de bu son argümana itiraz etmek mümkün değil, çünkü Batı dünyasında yazılmış kitapların büyük çoğunluğunun aksine şaşırtıcı biçimde Harry Potter kitapları Yunan mitolojisinden beslenmiyor.

https://i1.wp.com/blogs.princeton.edu/cotsen/wp-content/uploads/sites/88/2018/06/2007.jpg?resize=420%2C631&ssl=1

Satir veya parodide, işin doğası gereği,önce bir başka eser olmalı ki siz bunu hicvedin. Tanya Grotter serisinin bazı tercümeleri sanırım internette bulunabiliyor, bunlara bir göz atarak Grotter’in iyi bir parodi mi yoksa kötü bir taklit mi olduğunu belki de kendiniz değerlendirmek isteyebilirsiniz. Amsterdam Mahkemesi Grotter kitaplarının intihal olduğuna karar verdi ve dediğim gibi davacılar lehine tedbire hükmetti; davalılar bu karara itiraz  etse de netice değişmedi.      

Hollanda’da kitapların basımı Mahkeme kararıyla durdurulunca bu kez Belçika’da Flaman kökenli yayınevi Roularta Books  ilk Grotter kitabından sadece 1.000 tane basıp piyasaya sürdü. Buradaki amaçlarının  J.K.Rowling’i rahatsız etmeyecek sayıda bir kitabı yayınlayarak en azından insanların bunu okumasını ve ortada bir intihal olup olmadığına kendilerinin karar vermesini sağlamak olduğunu söylediler. Hakikaten de Rowling bu tercümelere karşı herhangi bir hukuki yola başvurmadı ve Hollandalılar da Belçika’da basılmış bu kitapların tümünü posta yoluyla getirterek okudular ve bu 1.000 kitap kısa sürede tükendi. 

Rowling ve Warner Brothers Tanya Grotter kitaplarını Rusya’da durduramasalar da en azından oraya hapsetmeyi başardılar diyebiliriz.   Yalnız Grotter serisinin Rusya’da ciddi bir başarı kazandığını da belirtmek zorundayız. Mesela 2006 yılında okurlar arasında yapılan bir oylama neticesinde bu kitap serisi St. Petersburg’daki Puşkin Merkez Çocuk Kütüphanesi’nde o yılın en iyi 10 kitabı arasına girmiş, yine 2006 yılında Grotter kitaplarından biri Rusya’da o yılın en çok okunan çocuk kitabı seçilmiş. 

Ulusal/yerel/yerli Harry Potter mı, vallahi benim de aklıma gelmişti. Hayriye Pıtır nasıl mesela?

Özlem FÜTMAN

Mart 2020

ofutman@gmail.com

Harry Potter Fikri Mülkiyet Davaları Serisi III – WILLY HARRY’E KARŞI!

Bugünkü karar serinin 4. kitabı olan “Harry Potter ve Ateş Kadehi” ile ilgili. Neler olmuştu bu kitapta önce kısaca bir hatırlayalım.  

Hogwarts “Üç Büyücü Turnuvası”na ev sahipliği yapacaktır, misafir okullardan biri bir Fransız kız okuludur ve takım üyeleri kuşlar böcekler uçuran, son derece zarif bir grup pek güzel hanım kızdan oluşmaktadır; okulun başında Madam Maxine isminde, Hogwarts’a son derece havalı bir giriş yapan, dev cüsseli bir okul müdiresi vardır ve bu devasa cüssesi ile birden Hagrid’in radarına giriverir. Diğer misafir okul ise Rusya’dan gelmiştir ve sert görünümlü erkek öğrencilerden oluşan bir takımı vardır. Her okulu temsilen sadece bir öğrenci turnuvaya katılacaktır. Voldemort’un artan gücünün ve Harry’nin etrafındaki çemberin daraldığının farkında olan Sihir Bakanlığı turnuva için yeni bir kural koyar; 17 yaşını doldurmamış öğrenciler bu yarışmaya katılamayacaktır, amaç Harry’i turnuvanın dışında tutmaktır elbette. Kimlerin turnuvada yarışacağını Ateş Kadehi belirleyecektir. Yaştan dolayı Harry bu yarışma için talip ol(a)maz.  Ateş Kadehi Hogwarts adına yarışması için Cedric Diggory isimli öğrenciyi seçer, ama o da ne birdenbire Kadeh’in içinden Harry’nin adı da çıkıverir Cedric’den sonra! Yapacak bir şey yoktur, tuhaf bir şekilde Harry de Hogwarts adına turnuvaya dahil olmuştur artık! Çocuklar bu turnuvada bir yıl boyunca son derece zor ve canlarını tehlikeye atacak üç görevi başarmak zorundadır. İlk görev bir ejderha tarafından korunan altın bir yumurtayı sağ salim ejdarhanın elinden almaktır ve bu görev başarılır. İkinci görev daha karmaşıktır çünkü çocukların ilk evvela altın yumurtanın içine gizlenmiş görev tanımının ne olduğunu ortaya çıkarması-anlaması, sonra bu görevi gerçekleştirebilmek için uygun hazırlık yollarını keşfetmesi ve nihayetinde de görevi yerine getirmesi gerekmektedir. Harry ne zaman açmaya çalışsa altın yumurtadan kulakları sağır edecek yükseklikte berbat bir çığlık yükselmektedir. Nasıl açılacaktır bu yumurta yahu?  Harry, Cedric ve Mızmız Myrtle yardımıyla yumurtayı açabilmek için banyo veya havuz gibi bir yere gitmesi gerektiğini keşfeder, içinde bazı sihirli karışımlar olan suya yumurtayı soktuğunda ise çığlıklar birden kesilir ve bir koro tarafından söylenen bir bilmece duyulur; Harry görevin su ile ilgili olduğunu yani okulun önündeki gölden bir şey çıkarması gerektiğini anlar. Tamam da suyun içinde nasıl nefes alacaktır o kadar zaman? Ev cini Dobby yardımıyla çiğnendiğinde su altında nefes almayı sağlayan Gillyweed otunun varlığını keşfeder. Peki gölden çıkarılacak olan nedir? Berbat bir testtir bu aslında, çünkü her birinin sevdikleridir göle gömülmüş olanlar; Fransız öğrencinin kızkardeşi, Ron ve Hermione ve diğer başka çocuklar. Ancak olay sadece göle dalıp sevdiklerini yukarı çıkarmak sanıyorsanız çok yanılırsınız; göle gömülmüş olanlar yarı insan – yarı balık son derece tehlikeli deniz canlıları tarafından sarılmıştır ve esas zorluk çocukları onların elinden kurtarmaktır. Neticeten bu görev de başarılır. Üçüncü göreve girmeyeceğim, çünkü dava ile bir ilgisi yok, ama şunu söyleyeyim ki bu son görevde çok üzücü bir şey olur; Cedric ölür. Bu kitapta Hermione’nin Ron’a olan ilgisini de ilk kez farkederiz (ve şoka gireriz. Böyle akıllı, iyi kalpli,  pıtırcık gibi kız kendisini ne doktorlar ne astronotlar isteyecekken yoksa Ron’a mı meyletmektedir?)

goblet of fire ile ilgili görsel sonucu

Şimdi davamıza bakalım:

Adrian Jacobs 1987 yılında The Adventures of Willy the Wizard   (Sihirbaz Willy’nin Maceraları) adında 16 sayfalık bir hikaye yazar ve bu aynı yıl İngiltere’de Bachman & Turner yayınevi tarafından basılır. Jacobs 1989 yılında iflas eder, 1997 yılında ise ölür. Jacobs’un öyküsünde ismi Willy olan yetişkin bir büyücü, ödüllü bir büyücüler yarışmasına katılmaktadır. 2004’de Jacobs’un iflas memuru eser üzerindeki telif hakkını dava açma haklarıyla beraber Jacobs’un oğlu Jonathan Jacobs’a devreder. Aynı yıl oğul Jacobs bir avukat vasıtasıyla J.K. Rowling’e bir mektup göndererek yayınlanmış beş Harry Potter kitabının Willy the Wizard (WTW) isimli eser üzerindeki telif hakkını ihlal ettiğini bildirir. Mektuba verilen cevapta iddiaların tümü reddedilir. Taraflar üç ay boyunca meseleyi aralarında tartışırlar ama bir neticeye varamazlar.

Akabinde Jonathan Jacobs babasından kalan malvarlığının yönetimine birini atar, telif hakkını da dava açma hakkıyla birlikte bu atanmış kişiye devreder. Atanmış kişinin görevlendirdiği bir avukat 2008’de Rowling’e yeniden bir mektup göndererek bir kez daha telif hakkı ihlali iddiasında bulunur. Ancak burada bir fark vardır, daha evvel gönderilen mektupta yayınlanmış beş Harry Potter kitabının ihlal yarattığı iddia edilirken son yazılan mektupta diğer dört kitaba ilişkin haklar saklı tutularak sadece Harry Potter ve Ateş Kadehi (Harry Potter and The Goblet of Fire) isimli dördüncü kitaba yöneliktir iddialar.  Taraflar arasındaki müzakereler yedi ay sürer ama yine akim kalır. 2009 yılında Harry Potter kitaplarının İngiltere’deki yayıncısı Bloomsbury aleyhine dava açılır, 2010 yılında J.K. Rowling de davaya dahil edilir. 

Davalılar kitapların birbirine benzemediğini, ortada bir genel benzerlik varsa dahi bunun ancak tesadüf olabileceğini, davacının davayı esastan kazanmasına yetecek bir iddiası veya delili olmadığını, J.K. Rowling’in Ateş Kadehi kitabı basılmadan evvel ne WTW öyküsünü ne de Jacobs’un adını duymuş olduğunu ve dahi davacının bunun aksine hiçbir delili bulunmadığını bildirerek dosya üzerinde yapılacak bir inceleme ile davanın reddedilmesini ya da dava derhal reddedilmiyorsa kendilerinin yapacağı yargılama masraflarının davacı tarafından depo etmesine karar verilmesini ister.

BENZERLİKLER HAKKINDAKİ İDDİALAR VE KARŞILAŞTIRMALAR

Önce, Mahkeme kararına dayanarak, WTW hikayesine kısaca bir bakalım isterseniz. Willy, çırağı olan genç büyücülerle beraber yaşayan yetişkin bir büyücüdür. Napoleon’s Castle denen bir yerde yapılacak bir açılış seromonisine gider, açılışı yapılan bir yıl sürecek bir büyücüler turnuvasıdır. Seromonide her bir katılımcıya yarışmadaki görevlerin-ödüllerin-cezaların vs detaylarının bildirileceği söylenir ve herkes evine döner.  Willy evine döndüğünde banyo yaparken kendisine ait görev açıklanır; Livid Land diye bir yere girmesi ve orada tutulan kadın tutsakları kurtarması gerekmektedir, her kurtardığı kadın için 40 puan alacaktır. Livid Land Kanganativ denilen yarı insan -yarı hayvan canlılarla dolu olan tehlikeli bir yerdir ve burayı Öfkeli Sam denilen bir canlı yönetmektedir. Willy çıraklarından ve baykuşundan yardım alarak bir kaçış/kurtarma planı oluşturur. Öğrendiğine göre Kangatiflerin çikolataya karşı zaafı vardır, böylece çikolataların içine uyutucu bir madde ekler ve Kangatifler uyuyunca da mahkumları kurtarır.

ANA TEMALAR

Davacı 5 ana tema ve bunlara bağlı 22 alt tema olmak üzere toplamda 27 benzerlik olduğunu ve bu temaların Harry Potter ve Ateş Kadehi kitabının omurgasını oluşturduğunu iddia etmektedir. Yargıç Kitchen’in kararında ifade ettiği gibi burada tartışılan kelime kelime kopyalama değildir, davacı, olay örgüsü-alt olay örgüleri-temalar ve hadiseler arası kopyalamadan bahsetmektedir. 

Davacı metinler arasında şu 5 ana temanın ortak olduğunu iddia ediyor (her birinin altına Yargıç’ın görüşünü belirttim);   

  • Hem WTW hem de Ateş Kadehi’ndeki ana karakterler büyücü ve bunlar sonunda kazanacakları bir yarışmaya katılıyor.

Tamam hem Harry hem de Willy birer büyücü ve yarışmaya katılıyorlar ama bu yarışmalar farklı. Harry o tarihte 14 yaşında bir öğrenci, Willy ise yetişkin. Willy’nin görevi Livid Land’e girip kadın mahkumları kurtarmak; Harry ise Üç Büyücü Turnuvasına katılıyor. Willy kadınları kurtarınca ödülü kazanıyor, ama Harry bu görevde Cedric ile beraber kazanıyor ödülü ve ancak Cedric öldükten sonra Harry 1.000-Galleon’luk ödülü alıyor (Galleon; büyücüler dünyasındaki para birimi)

  • Her iki kitapta da verilen temel görevin tamamlanabilmesi için ana karakterlerin varlığına ihtiyaç var

Kendi büyülü banyosunda dinlendiği ana kadar Willy kendisine verilen görevi bilmiyor, akabinde banyoda görev kendisine bildiriliyor. Harry ise 3 görevle karşı karşıya, ilk görevde altın yumurtayı kazanıyor, sonraki görev içinse bu yumurtadan bilgiyi nasıl alacağını keşfetmesi gerekiyor yani görevin ne olduğu doğrudan bildirilmiyor.  Harry’e verilen ikinci görevin diğer görevlerden daha önemli olduğunu gösterecek bir işaret yok kitapta.

  • Her iki kitapta da ana karakterler verilen görevin ne olduğunu bir banyoda ortaya çıkarıyor /anlıyor

Willy’e banyoda görev bildirildiğinde yalnız başına ve suyun içinde düşünmesini güçlendiren Aqua Superba isimli büyülü bir madde var. Harry ne zaman açmaya çalışsa yumurtadan felaket bir çığlık yükseliyor; Cedric ona yumurtayı açmadan suyun içine bazı büyülü maddeler atmasını tavsiye ediyor. Harry bir geceyarısı tek başına banyoya gidiyor, bu sırada Mızmız Myrtle gizlice Harry’i gözlüyor ve sonra ona yumurtayı suyun içine daldırarak açmasını tavsiye ediyor. Mytrle’ın dediğini yapıp suyun içinde açınca yumurtadan bir koronun seslendirdiği bir bilmece duyulmaya başlıyor. Her iki hikayede de içinde büyülü maddeler olan büyülü bir banyoda kahramanlara görevlerinin ne olduğu açıklanıyor ancak bu konudaki fikirlerin gelişimi ve detaylar son derece farklı.

  • Her iki kitapta da ana karakterler görevi başkalarından aldıkları bilgi yardımıyla tamamlıyor

Doğru ama her iki hikayede verilen bilgilerin detayları farklı. Başkalarından yardım alma “fikri” ortak olsa da bunların detayları ve uygulanması son derece farklı.

  • Her iki kitapta da ana karakterlerin temel görevi yarı insan yarı hayvani yaratıklar elinde rehin tutulan bazı insanları kurtarmak

Evet her iki öyküde de kahramanlar insanları kurtarıyor yarı insan -yarı hayvan gardiyanların elinden

goblet of fire ile ilgili görsel sonucu

ALT TEMALARLA İLGİLİ İDDİALAR

1-Hem Willy hem Harry bir yerden bir yere giderken büyülü araçlar kullanıyorlar,  iki kitapta da büyülü trenler var. (Trenlerin kullanım amacı farklı; Willy’nin treni bellli bir yere gitmiyor, büyücüler satranç oynamak istediklerinde onları oyun neredeyse oraya götürüyor. Harry’nin treni ise yolcularını sadece Hogwarts büyücülük okuluna götürüyor.)

2-Her iki hikayede de idari kontrol mekanizması var. WTW’de Napoleon Şatosu ziyaretçilerinin uyması gereken kurallar var; Ateş Kadehi’nde ise Sihir Bakanlığı turnuva kurallarını belirliyor. Her iki kitapta da, konteksleri farklı olsa da,  uygunsuz büyü kullanımı ve bazı kelimelerin kullanımı yasaklanmış,

3-İki kitaptada yarışma büyük bir salonda açıklanıyor + iki yarışma da 1 yıl sürüyor + yarışmacılar farklı ülkelerden geliyor + iki yarışmada da para ödülü var,

4-İki hikayede de Fransız takımı var, bunlar büyülü hayvanların çektiği arabalarla geliyor, her ikisinde de Fransız takım başkanları salona dramatik bir giriş yapıyor,

5-WTW’de yarışma açıklandıktan sonra Willy’e görevi bildiriliyor. Ateş Kadehi’nde  de görev bildiriliyor  ama görevin detaylarını anlamak için Harry’nin  biraz emek ve zaman harcaması gerekiyor sadece,

6-Willy’de Harry’de görevlerini içinde büyülü maddeler olan bir banyo ortamında öğreniyor/anlıyor ki bu görevler ancak yetkin büyücülere açıklanabilecek türden.

7-İki hikayede de kahramanlar başkalarından yardım alıyor ve son dakikada gelen bu yardımlar olayın çözülmesinde önemlibir rol oynuyor.

8-İki hikayede de yardım edenlerin belli bir noktada protestosu var. WTW’de çıraklar önceki çalışma koşullarını değiştirdiği için Willy’e bir hediye veriyor. Ateş Kadehi’nde ise ev cini Dobby önceki işinde para talep ettiği için işten atılmış.

9-İki görevde de bağlanmış esirleri kurtarmak için izole bir ortamdaki fiziki bariyerleri aşmak gerekiyor; bu izole ortam Willy’de bir ada ve Harry’nin hikayesinde bir göl. Ayrıca esirler her iki hikayede de yarı insan-yarı hayvan yaratıklar tarafından tutuluyor.

Ne diyorsunuz, sizce de gerçekten iki hikaye arasında esaslı benzerlik var mı?

goblet of fire ile ilgili görsel sonucu

Davacı dosyada  iki uzman görüşüne dayanmış, şöyle ki;

1-Nicholas Tucker. Tucker Kültür Bilimleri alanında emekli bir  üniversite öğretim görevlisi ve çocuk edebiyatı alanında uzman. Kendisine göre Ateş Kadehi daha uzun ve kompleks bir yapıda, hikayede çok daha fazla karakter var ve kitaplar arasında önemli farklılıklar mevcut, ancak buna rağmen modern büyücülerin çağdaş bir zamanda geçen hikayelerindeki  genel atmosfer ve seçilen detaylar gibi hususlarda hikayeler arasında ciddi benzerlikler var.  Tucker’a göre WTW sonunda kazanacakları uluslarası bir yarışmaya katılan büyücülerle daha evvel çocuk edebiyatında görülmeyen nitelikte olay örgüsünden oluşan bir hikaye anlatıyor. Ayrıca karakterlere görevin banyoda açıklanması/anlaşılmasının sağlanması da çocuk fantazi edebiyatında daha evvel az görülmüş bir motif.  Tucker davacının iddia ettiği beş ana tema benzerliğine atıfla bunların fantezi çocuk edebiyatında yeni olduğunu, WTW’deki olay örgülerinin orijinal fikirler olduğunu, bunların çoğunun Ateş Kadehi kitabında yer almasının tesadüf olduğuna inanmanın güç olduğunu söylüyor. Tucker büyücü hapishaneleri, alt koşullarda yaşayanların potestolarda bulunması, büyücüler için hastaneler, büyülü trenler, büyücülere ait gazeteler gibi iki kitaptada bulunan ortak öğeler de son derece çarpıcı ve daha evvel görülmemiş nitelikte.  Tucker hikayelerin dilinde de benzerlikler olduğunu söylüyor.

Davalılar buna karşı yaptıkları savunmada Tucker’ın olayı hatalı biçimde sadece fantazi çocuk edebiyatı çerçevesinde değerlendirdiğini, halbuki Ateş Kadehi’nin bu türle sınırlanamayacak bir eser olduğunu iddia ediyor.

2-Dr Timothy Grant. Grant bir adli dilbilim uzmanı ve kendi alanında oldukça bilinen iki yönteme dayalı olarak oluşturulmuş bir rapor sunuyor dosyaya. Bu tekniklere göre bazı kelime kümelerinin iki kitaptaki mevcudiyeti aranmış, ayrıca sözcüksel analizler yapılmış ve bu analizler yapılırken iki metindeki isimlerin-fillerin-sıfatların oranlarına da bakılmış. Hazırladığı raporda Grant, J.K. Rowling’in WTW isimli kitabı okuduğunu  ve o kitapta kullanılan dili Ateş Kadehi kitabına aktardığını söylüyor.

Davalılar Grant’ın seçtiği sözcük kümelerinin her yerde rastlanabilecek türde olduğunu yani sadece Jacobs’un kullandığı kümeler olmadığını ve ayrıca yapılan sözcük analizlerinin temellendirilmediğini iddia ediyor.

goblet of fire ile ilgili görsel sonucu

J.K. ROWLING WTW HİKAYESİNİ BİLİYOR MUYDU? BU HİKAYEYE ERİŞİMİ VAR MIYDI?

Aslında bence işin bu kısmı çok daha çetrefilli çünkü aşağıda göreceğiniz gibi özellikle davacının tanıkları ve bunların beyanları son derece ilginç. Önce polisye romanlarda yapıldığı gibi kim kimdir kısaca bir belirteyim;

J.K. Rowling; Harry Potter kitaplarının yazarı

Christopher Little; J.K Rowling’in edebiyat ajanı ve daha önce 1980’lerde David Markson’un edebiyat ajanı olan kişi

Adrian Jacobs; WTW hikayesinin yazarı

David Markson; Adrian Jacobs’un yazar arkadaşı ve onu Christopher Little ile tanıştıran kişi

J.K. Rowling, Ateş Kadehi kitabı basılıncaya kadar WTW isimli öyküyü veya yazarı Jacobs’u hiç duymamış olduğunu iddia ediyor.

Davacı ise temel olarak diyor ki; David Markson,  Adrian Jacobs’u Christopher Little ile tanıştırdıktan sonra Jacobs WTW öyküsünün kopyalarını Little’a verdi, bu olaydan 8 yıl sonra Little gidip J.K Rowling’in edebiyat ajanı oldu ve Jacobs’un öyküsünün bir kopyasını Rowling’e verdi. Yani, Rowling Harry Potter kitaplarını WTW öyküsünü okuduktan sonra yazdı. Hadi bakalım kolay gelsin!

Şimdi herkesin olayları nasıl anlattığına bakalım ve sen söyle bakalım katil kimmiş Sherlock!

J.K. Rowling’in beyanları; ben 1995 senesine kadar Christopher Little diye birini tanımıyordum ve o yıla kadar serinin ilk kitabı olan Harry Potter ve Felsefe Taşı’nı yazmıştım, diğer kitapları da zihnimde planlamıştım +  WTW kitabını ilk kez 2004 senesinde karşı tarafça gönderilen avukat mektubuyla duydum ve kitapçığı/öyküyü de 2010 senesinde bu dava açıldığında gördüm + Harry Potter serisi ilk olarak 1990 senesinde Manchester -Londra treninde aklıma geldi, o akşam ilk kitabı yazmaya başladım ve birinci kitabın taslağını 1995’de tamamladım, daha sonra kitabın ilk birkaç bölümünü edebiyat ajanlarına gönderdim ancak sadece C. Little bana dönüş yaparak bütün kitabı görmek istedi + okuduktan sonra C. Little kitabı çok beğendi, sadece bazı ufak tefek değişiklikler önerdi fakat öykünün bütününü veya olay akışını değiştirecek bir tavsiyede bulunmadı + C. Little bana asla başka bir kitapta bulunan herhangi bir fikri önermedi+ ilk kitap 1997 yılında basıldı ve bu basılan kitap 1995’de C. Little’a verilen kitap taslağı ile neredeyse birebir aynıydı + C. Little’da birinci kitabı okuttuktan sonra kendisine bundan başka 6 kitap daha olacağını söyledim ve bu kitapların temaları ile olay akışlarını da detaylıca anlattım, yani her ne kadar Ateş Kadehi çoğunlukla 1999-2000 yıllarında kaleme alınmışsa da hikayenin oluşup geliştirilmesi 1990 yılına tekabül eder ki bu benim Little ile tanışmamdan ve WTW’yi duymamdan çok uzun yıllar öncesine denk gelir.

Christoper Little’ın  (edebiyat ajanı) beyanları; 1986 senesinde beni Adrian Jacobs ile tanıştıran kişi David Markson isimli bir yazardır, ben o tarihlerde Markson’un edebiyat ajanıydım. Jacobs, Markson ve ben 1986 Eylül ayında Casanova Club diye bir yerde öğle yemeğinde biraraya gelip konuştuk. Yemekten sonra ben Jacobs’un evine gittim ve kendisi orada bana WTW olduğunu tahmin ettiğim basılmış halde,  içinde birçok çizim bulunan çok ince bir kitapçık gösterdi. Jacobs bana kitabı oğlu için yazdığını ve geceleri oğluna bu kitabı okuduğunu söyledi. Kitap son derece zayıf ve yetersizdi, Jacobs’a onu temsil edemeyeceğimi nasıl söylesem diye kıvranmaya başladım, sonunda ona bu kitabın benim ajansım için uygun bir çalışma olmadığını ve benim çizimler içeren kitapları temsil etmekle ilgilenmediğimi söyledim. Bana kitabın hiçbir kopyası verilmedi, çünkü zaten zırva bir şeydi. O günden sonra Adrian Jacobs’u bir daha ne gördüm ne de konuştum. 

David Markson’un beyanları; Adrian Jacobs 1987 ilkbaharında bana benim edebiyat ajanım olan Little’ın kendisini de temsil edip edemeyeceğini sordu. Benim için kolay bir işti, hemen üçümüz için Casanova Club denen yerde bir öğle yemeği ayarladım. O yemekte Jacobs WTW ‘nin bir kopyasını Little’a verdi. Yemekten sonra beraberce Jacobs’un apartmanına gittik ve evde Little bir sözleşme imzalamaları konusunda Jacobs’a ısrar etmeye başladı, imzaladılar da. Birkaç hafta sonra üçümüz yeniden bir öğle yemeğinde buluştuk, Little bize değişik yayınevlerinden gelmiş red mektuplarını gösterdi ama hemen vazgeçmemek gerektiğini, kitabın içindeki harika fikirlerle ilgili aslında çok güzel geri dönüşler aldığını, yalnız kitabın yeniden yazılması gerektiğini söyledi. Jacobs öykünün o haliyle gayet iyi olduğunu söyleyip bu yeniden yazma teklifini reddetti, zaten hemen arkasından da Bachman&Turner yayıneviyle ilk baskının 5.000 kopya olması üzerinden bir anlaşma yaptı. İlk basılan kitaplardan bazıları Jacobs’un evine Ekim 1987 tarihinde geldi, kendisi benden 1.000 kopyanın Little’ın ofisine gönderilmesini rica etti. (bu beyana Little şiddetle itiraz ediyor ve kendisine asla 1.000 kopya kitap gönderilmediğini ve kendisinin kesinlikle hiçbir zaman Jacobs’u temsil etmediğini iddia ediyor)  

Davacının diğer tanıklarının  beyanları; Little’ın beyanına karşı davacı başka şahitler de göstermiş. Bunlar WTW kitaplarındaki çizimleri/ilüstrasyonları yapan kişi, Jacobs’un arkadaşı ve bankacısı olan bir kişi ve Jacobs için WTW’yi daktilo eden/temize çeken bir kişi. Bu kişiler temelde şunu söylüyor; 1986’nın sonuna veya 1987’nin başına kadar Jacobs belli bir adreste oturuyordu ve o ev bankacı arkadaşının ailesine aitti (daha sonra Jacobs oradan taşındı). 1987’ye kadar bankacının iki küçük kızıyla Jacobs iyi anlaşıyordu çünkü kızlar onun anlattığı Willy isimli bir büyücünün başından geçen maceraları dinlemeye bayılıyordu; bunu gören bankacı “neden bunları basmıyorsun ya da bir TV programı yapmıyorsun” dedi. Jacobs WTW’yi 1987 ilkbaharında üç hafta gibi kısa bir sürede yazdı, sonra bazı illüstrasyonlar çizmesi için bir dostuna verdi ve o da 1987 yazına kadar bu illüstrasyonların çoğunu hazırlayarak Jacobs’un evine getirdi ki o sırada David Markson’da evdeydi.  O sırada Jacobs halihazırda Bachman &Turner yayınevi ile kitabın basılıp Ekim 1987 tarihinde raflarda  olması için anlaşmıştı. Kitabın daktilo edilmesi/temize çekilmesi işi 1987 yılında yapıldı. 1987 Ekim ayında eve koliler içinde basılmış nüshalardan teslim edildi. Hepsinin ortak söylediği bir başka husus da şu; WTW’yi yazma fikri Jacobson’un aklına oğluna bir hikaye anlatmak için gelmiş olamaz, çünkü o tarihlerde oğlu neredeyse 20 yaşındaydı!

Hakim Kitchin diyor ki;

Little’ın ifadesini davacı şahitlerinin beyanlarıyla karşılaştırılınca özellikle üç yönden tartışmaya açık bir durum görüyorum;

A-Little 1986 Eylül ayında Jacobs ve Markson ile bir yerde buluştuğunu ve sonra da Jacobs’un evine gittiğini iddia ediyor, ancak o sıralarda Jacobs o bölgede oturmuyormuş

B-Buluştuklarını iddia ettiği tarihte WTW kitabı, bırakın illüstrasyonların hazırlanmış olmasını, henüz yazılmamış görünüyor,

C-Jacobs’un oğlu o sırada ufak bir çocuk değil bir yetişkinmiş.  

Ancak bir yanda da, diyor Hakim,  Rowling’in savunmaları da oldukça sağlam duruyor ve  davacının bunları çürütecek yeterli bir delili de yok gibi. Bir kere herşeyden evvel “WTW  başarılı olmuş bir kitap değil,  Little niçin kitabın kopyasını 8 yıl sonra Rowling’e verip bundan yararlanarak bir kitap yazmasını istemiş olsun ki?” şeklinde özetlenebilecek savunmanın  çok mantıklı olduğunu kabul etmek lazım.

Fakat bir yandan da Mahkeme’nin gözönüne alması gereken bazı başka hususlar var; mesela birçok kez talep edilmesine rağmen J.K. Rowling Harry Potter kitaplarının müsveddelerini veya kitapları yazarken aklına gelen fikirlerin notlarını tuttuğu dökümanları Mahkemeye sunmayı reddetti. Ayrıca Little beyanlarını sunmadan önce  günlüklerine baktığını söylüyor ama bu günlükleri Mahkemeye sunmadı.

Davacı kitaplar arasında esaslı benzerlikler bulunduğunu iddia ediyor ama bunun dosya üzerinden yapılacak bir inceleme ile karara bağlanması mümkün değil, konu yargılamaya müteallik. İçtihat hukukuna göre bir edebi eserde telif hakkı olayların seçilmesi-düzenlenmesi ve gelişmesi gibi unsurlardan oluşan içeriği koruyor ve Mahkemenin kopyalanan kısmın niteliğini – neyin ne kadar kopyalandığı -kopyalamanın doğası ve kopyalanan kısmın özgünlük derecesi gibi olaya özgü bütün unsurları gözönüne alması gerekiyor. Böyle bir inceleme içinse yargılama yapmak şart.

Bu prensipleri uygulandımızda davacının ayniyet/benzerlik olduğunu iddia ettiği hususlar soyut, görece basit, çoğunlukla genel, ifadeden  çok sadece fikirlermiş gibi duruyorsa da yine de  davacı iddialarını çok soyut olarak nitelemek için henüz erken.Mahkeme’nin araması gereken şey iktibas edilen bölümün orjinalliği ile bunun eser içindeki önemi. Davacının şahidi olan Tucker’a göre kopyalanan bölümler Willy’nin orijinal ve  alışılmadık bölümlerinden oluşuyor ve bu alıntılandığı iddia edilen beş ana tema ile bunlara bağlı 22 alt element işin omurgasını oluşturuyor.  Davacının davasını esastan kazanma ihtimali çok çok yüksek görünmese de hiç şansı yok demek için de henüz çok erken.

Bir yığın tartışılacak konu var, o yüzden dosya üstünden karar veremem, yargılama yapmam lazım. Ama, özellikle Harry Potter kitaplarının kazandığı başarı da göz önüne alındığında, ben yargılama yaparken davalılar aleyhine bir zarar oluşma riski yüksek, o yüzden davacının J.K. Rowling ile yayıncısının dava masraflarının %65’ini Mahkemeye depo etmesine karar veriyorum.  

Yani Mahkeme dosya üzerinden inceleme yapılarak davanın reddi talebini reddediyor fakat teminat talebini kabul ediyor. Davacı bu karara karşı temyize başvuruyor, ancak temyiz başvurusu reddediliyor hatta temyiz mahkemesi teminatın 24 saat içinde ödenmesine karar veriyor. Davacı bu parayı depo etmeyince dosya kapanıyor.

Aslına bakarsanız davacı aynı gerekçelerle Amerika’da Harry Potter kitaplarının yayıncısı Scolastic aleyhine New York’da da bir dava açmış ve 2011 yılında onu da kaybetmiş. Amerikan Mahkemesi taraflara ait kitaplar arasındaki yegane benzerliğin bir büyücünün bir yarışmaya katılması ve olayların bir noktasında her ikisinin de aklına banyoda bir fikrin gelmesi olduğunu söylemiş. Ama biliyorsunuz Amerikan Hakimleri ellerini pek korkak alıştırmazlar ve kararlarını yazarken bazen doğrudan son derece kişisel değerlendirmelerde de bulunurlar, burada da Hakim kararı yazarken Willy’i  “Harry Potter’ın aksine, entelektüel derinlikten ve bir ahlaki prensipten yoksun” olarak tanımlamaktan çekinmemiş ve kararda Willy gibi “iptidai” bir karakterin iktibas edileceğini düşünmek zordur anlamına gelecek cümlelere de yer vermiş. Davacı temyize gitmemiş ve karar o şekilde kesinleşmiş.    

Sonra? Sonrası, gökten üç elma düşmüş biri bu yazıyı yazanın başına, biri okuyanın başına ve biri de J.K. Rowling’in başına!  

In Paul Gregory Allen (acting as trustee of Adrian Jacobs (deceased)) v Bloomsbury Publishing plc [2010] EWHC 2560 (Ch)

Özlem FÜTMAN

Mart 2020

ofutman@gmail.com

J.K. ROWLING’IN CORONA VİRÜS’E CEVABI

Bugünlerde Harry Potter davaları serisini yazdığımızı biliyorsunuz. Bu  eskiden düşünülmüş projeyi raflardan indirip şimdi, Corona virüs günlerinde, hayata geçirmiş olmamızın da vardır bir hikmeti diye düşünüyorum.

Dördüncü kitap yani Harry Potter ve Ateş Kadehi’nin yazımı sürerken J.K. Rowling’in hasta bir çocuğa henüz bitmemiş olan kitabı telefonda okuduğunu biliyor muydunuz? Bu beni o zaman çok çarpmış ve halen de çarpan bir hikayedir.  Catie Hoch Amerika’da yaşayan küçük bir kızdır ve Harry Potter kitaplarının büyük bir hayranı olarak J.K. Rowling’e yazdığı bir emaille aralarında bir ilişki kurulur,bir dostluk başlar. Catie “ne olduğunu bilirsin sen” türü bir hastalıkla ilgili tedavi altındadır,bir süre sonra  Catie’nin annesi Rowling’e küçük kızı için artık hayat yolunun çok  kısaldığını bildirir. Catie’nin Potter’ın hikayesinin devamını çok merak ettiğini bilen Rowling henüz tamamlanmamış kitabı telefonda Catie’ye okumayı önerir; Edinburg’da bulunan Rowling Amerika’da yaşayan Catie’yi telefonla arar ve yazıldığı noktaya kadar dördüncü kitabı ona telefonda okur. https://www.catiehochfoundation.org/copy-of-catie-s-page-1

Catie’nin hastalığına böyle cevap veren Rowling, bugün Twitter’da yaptığı açıklama ile çocuklara ve öğretmenlere Corona virüs konusundaki cevabını bildirdi; telif hakkına ilişkin uygulanacak kuralları gevşetti. https://twitter.com/jk_rowling/status/1241018513151664128

Buna ilişkin kuralları okumak isterseniz link burada: https://www.jkrowling.com/j-k-rowling-grants-open-licence-for-teachers-during-covid-19-outbreak/

Buna göre Rowling öğretmenlere Harry Potter kitaplarını okudukları videoları yayınlamaları konusunda açık lisans verdiğini, bununla öğretmenlere ve evde eğitime devam edecek çocuklara destek olmayı hedeflediğini belirtti. Bu eğitim  yılının sonuna kadar öğretmenler Harry Potter kitaplarından istedikleri kadar bölümü okuyup videoya kaydedebilecek ve okulların kendi networklerinde ya da eğitime özgülenmiş kapalı platformlarda bunu yayınlayabilecek. Tabii ki bu videoları yada bunlardan parçaları Youtube’a yada başka sosyal medya platformlarına ya da ticari amaçla herhangi bir platforma koymak yasak. Bu, evde kalmak zorunda olan çocukları Harry Potter ile bir araya getirmek için düşünülmüş hareketlerin ilki, dedi J.K.Rowling.

Sevdiğimiz hareketler bunlar, Rowling bir Lumos Solem yaparak çocuklar için ortalığı aydınlattı!

Özlem FÜTMAN

Mart 2020

ofutman@gmail.com

WINGARDIUM LEVIOSA! HARRY POTTER BAYRAK YARIŞI

Merhabalar,

Bugün itibariyle ben, Önder Bey ve Alara Naçar sizi bir Harry Potter bayrak yarışına davet ediyoruz. Bayrak yarışı çünkü sırayla kararlar  yayınlayacağız, yani bayrağı elden ele aktararak koşacağız.

Bu proje aslında çok önceden aklımıza düşmüştü, hatta bu açılış  yazısının ilk taslağı bile aylar evvel tarafımdan yazılmıştı ama bir türlü karar yazımı aşamasına geçememiştik.  Şimdi Site’nin taze kanlarından Alara ile beraber yol alacağız.

Yazımı  elden geldiği kadar hızlı tutmaya çalıştığımız bu süreçte kararlar hakkında konuşurken şaşırtıcı biçimde hemen hepimizin sevdiği ve sevmediği ya da pek de bir sevemediği birçok karakterin ortak olduğunu fark ettik. Diğer yazarların kararları posta kutuma düştükçe de beni gülümseten tesadüflerle karşılaştım; mesela bir yazarımız Luna Lovegood isimli karakterden alıntı yapmıştı yazısında ki bu tuhaf kızı ben de çok severim, ya da bu açılış yazısını hiç görmediği ve bu yazının başlığından haberdar olmadığı halde bir diğer yazarımız kitaplarda en sevdiği büyünün Wingardium Leviosa olduğunu yazmıştı. Biz yazarken çok eğlendik, umarım sizlere de aynı duygu geçer.

Bugünlerde mugglelar -pardon insanoğulları/kızları- olarak ilginç bir süreçten geçiyoruz, 2020 tarihe pek de matah bir yıl olarak geçecekmiş gibi durmuyor sanki. Bu coronavirüs mevzusu hepimizi sallıyor ve biraz daha da sallayacak gibi.  O yüzden ben önce şuraya mürver asam ile şöyle en mis kokulusundan bir “Avada Kedavra Kolonyanum” büyüsü bırakıp ortamı önce güzelce bir dezenfekte edeyim. (Anladınız siz onu, Avada Kedavra’nın kolonya ile yapılan versiyonu!). Sonra bu yazıyı okuyan herkes için şöyle en kuvvetlisinden bir Expecto Patronum yapıp hepimizi  ekstra koruma altına alayım. Şimdi her şeyi yoluna koyduğuma göre gönül rahatlığıyla yazının devamını okuyabilirsiniz!   

Harry ve arkadaşları 2001 yılından beri benim çok iyi dostumdur ve kitaplardaki her bir karaktere ayrı sempatim vardır.

Harry Potter için sadece bir  çocuk kitabı serisi demek haksızlık olur, bu kitaplar birer fenomendir ve bu kadar başarılı bir iş elbette ki sayısız fikri mülkiyet ihtilafına  konu olmuştur. Bunların bazılarını J.K. Rowling ve yayıncıları ve/veya kitapların film hakkını devralan yapım şirketi açarken, bazıları da üçüncü kişilerce bunlar aleyhine açılmıştır.

J.K. Rowling aleyhine açılmış bazı davaları okurken siz de sanırım bizim gibi “bunlar kendilerini kelid aynasına bakar gibi hissediyor galiba” diye düşüneceksiniz,  yani aynaya baktıklarında kitapları kendileri yazmış gibi görüyorlardı herhalde yoksa bu davaları niye açsınlar ki!.  (Kelid Aynası , kelime tersten yazılır yani aslında “Dilek Aynası” demek.  İngilizcesi “The Mirror of Erised” (“The Mirror of Desire). Aynaya bakan kişi olanı değil içinden geçeni/olmasını istediği şeyi görür. Aynaya çok uzun süre bakan aklını kaybedebilir ve gerçeklikten kopar.)

Yıllar önce beni Harry Potter kitaplarını okumaya yönlendiren ve merakımı cezbeden şey çocukluğumdan beri ilk defa bir çocuk kitabının bestseller olduğunu farketmem olmuştu. Bu J.K. Rowling denen kişi ne yazmıştı da çocuklar böyle çılgınlar gibi okuyordu?

Olayın yavaş yavaş “Pottermania” seviyesine doğru ilerlediği dönemde bir gün Remzi Kitabevi’ne gittim ve Harry Potter kitaplarının önünde durdum. Beni uzun zamandır tanıyan satış görevlisi yanıma gelip “Özlem Hanım siz bu kitapları bir okuyun, bence çok seveceksiniz” dedi ve elime serinin ilk kitabını tutuşturuverdi. Kitapçıdan çıkıp bir kafeye oturdum, ama ne oturmak (!) 3 saat sandalyeye mıhlanmış gibi hiç kalkmadan kitabı biteviye okudum….Sayfaların içinden acayip bir dünyaya ışınlanmıştım sanki ve oradan hiç çıkmak istemiyordum!  O gece evde sabaha kadar uyumayıp kitabı bitirdim, sabahta doğruca gidip serinin ikinci kitabını aldım ve onu da hemen bitiriverdim. Ondan sonra her yeni çıkan kitabı soluksuz takip ettim, yayınlandığında önce İngilizcelerini yurtdışından getirttim, sonra Türkçeleri basılınca onları da alıp kitaplığıma özenle yerleştirdim. (Tercümeyi bekleyecek kadar sabrım hiç olmadı, öyledir gerçek Harry Potter hayranları!)

Birinci kitap film yapıldığında  daha ilk gün sinemaya koştum, bir sinema dolusu çocuk ve onların ebeveynleriyle filmi izlediğimi hatırlıyorum(!). Sonraki bütün filmleri ise bir arkadaşımın o sıralarda çocuk yaşta olan oğlu Cem ile birlikte izledik. Cem ile hala birbirimize karşı tutamadığımız bir sözümüz vardır; bir gün eve kapanıp bütün Harry Potter filmlerini arka arkaya yeniden seyredeceğiz beraber!. (gerçi Cem  birkaç yabancı dil bilen, üniversite eğitimini tamamlamış, karizmatik  ve yakışıklı bir genç adam oldu. Bilmem ki bana verdiği sözü hatırlar mı artık!!)

Filmlerin başarısında  elbette ki kitapların başarısının oluşturduğu etki,   teknoloji ve yaratıcılığın etkisi çok büyüktü. Ancak ben bir unsurun daha başarıya çok ciddi katkısı olduğu fikrindeyim; yazar J.K Rowling filmlerdeki bütün oyuncuların İngiliz olmasında diretmişti ve ana karakterleri canlandıracak çocukları bulmak için yapılan tüm seçmelere aylarca kendisi de bizzat katılmıştı. Kabul edelim ki İngiliz oyuncular çok iyi ve bulundukları projeye harika bir oyunculuk seviyesi getiriyorlar.

Harry, Ron, Profesör Dumbledore, Profesör Snape, Profesör McGonagall , Bellatrix Lestrange, Lucius Malfoy, Mızmız Myrtle ………..hepsini ayrı ayrı severim, iyi veya kötü karakterler olup olmadıklarına bakmaksızın(Gerçi galiba  Dolores Umbridge’i sevmiyorum.  Kadın dayanılır gibi değil ya, Allahım hele o pembe giysiler bir kabus) .

Fakat itiraf edeyim ki  gönlümün sultanı Hermione Granger’dır.

O akıllı fikirli, tertipli düzenli, mantıklı, okumaya ve bilgiye meraklı Hermione olmasa, Harry ve tembel teneke Ron hiçbir şey beceremezler bence! Ne demek istediğimi bir parça anlamak için Wingardium Leviosa gibi birinci sınıf öğrencilerinin yapabileceği basit bir büyüyü dahi Ron’un nasıl eline yüzüne bulaştırdığına ve Hermione’nin tavrına şuradan bir bakın lütfen. 

Hermione’yi canlandıran Emma Watson artık  büyümüş ve hatta ünlü İngiliz markası Burberry’nin yüzlerinden biri olmuş olsa da galiba benim için her zaman Hermione olarak kalacak. 

Rowling’in yarattığı büyülü Harry Potter dünyasında İskoçya ve Kelt kültürünün, Kuzey ülkelerinin ve destanlarının/mitolojisinin izlerini rahatlıkla görürsünüz. Sizce Harry Potter kitapları dünya genelinde kaç adet satmıştır? Yüz  milyon? İkiyüz milyon? Bilemediniz: TAM  500 MİLYON KOPYA!  Ve bugün de hala satılmaya devam ediyor. Kitaplar 80’den fazla dile çevrildi ve Harry Potter markasının değerinin 15 Milyar dolar civarında olduğu öngörülüyor.    

İlk kitap olan  ‘Harry Potter ve Felsefe Taşı’, İngiltere’de 1997 yılında ve Türkiye’de ilk defa Kasım 1999’da  Dost Kitabevi Yayınlarından basıldı. Birinci kitaptan sonra kitabın hakları Yapı Kredi Yayınlarına geçti ve ondan sonrada serinin tüm kitapları bu yayınevince basıldı. Yapı Kredi Yayınları, o günden bugüne 1 buçuk milyondan fazla kitap sattı. İlk kitabın çevirisini Ülkü Tamer yaptı. ikinciyi ise, Kutlukhan Kutlu’dan destek alarak, Sevin Okyay çevirdi. Ondan sonraki bütün kitaplar da yine Sevin Okyay -Kutlukhan Kutlu ortaklığında çevrildi.  Proje önüne ilk geldiğinde Sevin Okyay bu işi almak istememiş çünkü yayınevi ancak 25.000 kitap satıldıktan sonra para  ödeyecekmiş  ve o da “bir çocuk kitabı kaç tane satabilir ki Allah aşkına” diye düşünmüş. Ama bakın ne olmuş; kitapların çevirisinden gelen parayla kendine ev almış Sevin Okyay, ki bu Türkiye şartlarında bir çevirmenin başına çok çok az gelebilecek bir durum.  

Serideki kitapların ismi ve ilk orijinal basım yılları şöyle: Harry Potter ve Felsefe Taşı’ (İngiltere 1997), Harry Potter ve Sırlar Odası (İngiltere 1998), Harry Potter ve Azkaban Tutsağı  (İngiltere 1999), Harry Potter ve Ateş Kadehi (İngiltere 2000), Harry Potter ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı (İngiltere 2003), Harry Potter ve Melez Prens (İngiltere 2005), Harry Potter ve Ölüm Yadigârları (İngiltere 2007).

Yedinci ve son kitap olan “Harry Potter ve Ölüm Yadigârları”nın  orijinali 21 Temmuz 2007 tarihinde yayınlandı ve dünyanın en kısa zamanda en çok satılan kitabı ünvanını aldı, zira sadece İngiltere’de 24 saat içinde 2.65 milyon kopya satıldı!!! Türkçe baskısı ise  9 Ekim 2007 günü piyasaya sürüldü. Son kitap için aylar öncesinden başlayarak ön rezervasyon imkanı sağlandı yani eğer rezerve ettirmişseniz kitap çıktığı gün dünyanın her yerinde hemen alma imkanına kavuştuk biz Potterseverler.

Kitapların sonuncusunu bir çocuk  kitabı olarak nitelemekte zorlanırım;  karanlık-sert -soğuk-şüpheci bir atmosfere sahip, epik bir hikayenin anlatıldığı ve ana karakterlerin resmen tek başına bırakıldığı bu kitabı okurken her sayfayı çevirdikten sonra kendi kendime “ne yaptın sen be kadın, Harry-Ron ve Hermione hala çocuk ve  çocuklar okuyacak bu kitabı” diye Rowling’e söylene söylene okuduğumu hatırlıyorum. Zaten ben  J.K Rowling’i şu  konuda da hiç  affetmiyorum; ya sen Profesör Dumbledore’u nasıl öldürürsün….Olacak iş değil.  

https://www.jkrowling.com/wp-content/uploads/2017/12/PA-34115860.png

Son birkaç nesli etkileyen, nevi şahsına münhasır  büyülü bir dünya ve o dünya içinde yepyeni bir dil  yaratan ve çocuklara sayısız önemli kavramı ustalıkla anlatan bu inanılmaz kitapların yazarı Joanne Kathleen Rowling 1965  İngiltere doğumlu bir İskoç. Exeter Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı bölümü mezunu, okulu bitirdikten sonra bir yıl Paris’e gidiyor, sonra Londra’ya dönüyor ve ufak tefek sayısız işe girip çıkıyor.   

Harry Potter’in hikayesi Rowling’in aklına ilk kez 1990 yılında rötar yapan Manchester- Londra King’s Cross treninde geliyor; Rowling, trenden indiğinde Hogwarts Büyücülük Okulunu neredeyse bütünüyle zihninde oluşturmuş olduğundan bahseder bir çok yerde. Bunu takip eden beş yıl boyunca 7 kitaptan oluşacak bir seriyi planlar, eliyle binlerce sayfa not tutar ve hikayelerin kurgusunu oluşturur. Bu süreç devam ederken o zamana kadar tuttuğu notları da yanına alarak İngilizce öğretmenliği yapmak için Portekiz’e taşınır. Orada evlenir ve bir kızı olur.

1993’de evliliği son bulunca kızkardeşinin yaşadığı Edinburg/İskoçya’ya taşınır; Edinburg’a giderken  Rowling’in yanında sadece kızı Jessica değil aynı zamanda serinin ilk kitabı olan Harry Potter ve Felsefe Taşı’nın ilk üç bölümü de vardır. Rowling’in hayatının bu dönemi oldukça zorludur çünkü çocuğu vardır ve ciddi bir parasızlık sorunu yaşamaktadır.  Edinburg’da Devlet Okulunda yine öğretmenlik yapmaya başlar ama her boş saniyesinde de kitaplarını yazmaya devam eder

Bitirmiş olduğu birinci kitabın ilk üç bölümünü değişik yayınevlerine ve edebiyat ajanlarına göndermeye başlar. Kitabın diğer yazılmış bölümlerini de görmek istediğini söyleyen tek bir mektup alır ve Rowling kendine gönderilen o mektubun hayatında aldığı en iyi mektup olduğunu söyler hala; geri kalan herkes Rowling’i reddetmiştir!

İlk kitap İngiltere’de Bloomsbury Children’s Books tarafından 1997’de basılır ve yayınevi  Rowling’e sadece 2.500-Pound öder! Yazarın adını tam yazmak yerine J.K. Rowling diye kısaltmak ve ilk ismini saklamak yayıncının fikridir.  Bunu yaparken yayıncının amacı okuyucuda yazarın bir erkek olduğu fikrini oluşturmaktır. Yayınevine göre hedef okuyucu kitlesi genç erkek çocuklar/ergenler olduğuna göre, bu kitle  yazarın bir kadın olduğunu anlarsa yeterli ilgiyi göstermeyecektir kitaba. (Buyrun bakalım…Sene 1997 İngiltere’deyiz ve  durum bu. Başka sorum yok Hakim Bey.)

İlk kitabın basılmasıyla beraber olay patlar! Basılan her bir kitap rekorları alt üst eden satış grafikleri çizmeye başlar. “Pottermania” ve Rowling’in durdurulamaz yükselişi başlamıştır ve beklenmeyen bir para kazanma kaynağı yaratılmıştır.

Tabii ki kitapların filme uyarlanması konusunda film şirketleri arasında büyük bir savaş başlar; savaşı Warner Brothers kazanır ve 2001’de birinci kitabın film versiyonu gösterime girer. Bunu diğer kitapların filmleştirilmesi izler peyderpey. Serinin son filmi 2011 yılında vizyona girer. (nasıl ki Mary Poppins’in yazarı P. L. Travers ve kitabın film haklarının Walt Disney’e satılmasının öyküsü “Saving Mr Banks” ismiyle film yapıldıysa umuyorum ki bir gün Harry Potter ve J.K.Rowling için de böyle bir film yapılır.)   

Yedi kitaplık Harry Potter serisinin tamamlanmasından sonra Rowling gerek kendi adıyla gerekse mahlasla başka kitaplar da yazıp yayınladı. Ama kabul edelim ki hiçbiri bir Harry Potter olamadı.

Rowling hala Edinburg’da yaşıyor ve İngiltere’nin en zengin kadınlarından biri. Kendisi ayrıca bugüne değin sayısız ödüle layık görüldü ki bunlar arasında 2008’de aldığı Edinburg Ödülü de var; bu ödül birey olarak yaptıkları çalışmalarla Edinburg’u onurlandıranlara veriliyor. Ödül almış olanların ismi Edinburg Belediye binasının halka kapalı bir bölümünün duvarında yer alıyor; Edinburg’a ilk gittiğimde sanki bu  yazıyı yazacağımı hissetmişim gibi aşağıdaki fotoğrafı çekmişim;

Edinburg Harry Potter’ın evi midir? Öyledir bence. Tamamen şanslı bir tesadüf eseri 2017 senesinde  yani ilk Harry Potter kitabının basılmasının yirminci yılında yolum Edinburg’a düştü.  Şehre bakınca, sokaklarında yürürken hep şunu düşündüm; Harry’nin hikayesi burada,ne şanslı ki Rowling bunu görmeyi becermiş.

Edinburg’da iken henüz IPR Gezgini’nde yazmıyordum, yazacağıma dair bir emare bile yoktu ortada. Ama oradayken aklımdan ve gönlümden “keşke bir yerde Harry Potter davalarını yazacak bir imkan olsa, tribute gibi olur” diye geçirdiğimi hatırlıyorum. Gördüğünüz gibi Edinburg büyülü bir şehir, dileğimi gerçek kıldı!

Bu bayrak yarışında yazacağımız kararları neye göre mi paylaştık aramızda? Tabi ki seçimi biz değil  SEÇMEN ŞAPKA yaptı, o söyledi bize kimin hangi kararı yazması gerektiğini!

Hadi bakalım, APULOSAYONI!  

Özlem FÜTMAN

Mart 2020

ofutman@gmail.com

Adele Bloch-Bauer’in Portresi


IPR Gezgini E-Bülteni’nde yayımlanmış yazıların bir kısmına sitede yeniden yer vereceğimizi önceden duyurmuştuk. IPR Gezgini E-Bülteni Ekim ayı sayısında yer almış bu yazı, bülten takipçisi olmayan okurlarımızın da ilgisine sunulmaktadır. E-Bültenin önceki sayılarını https://iprgezgini.org/e-bulten/ bağlantısından görebileceğinizi ve her sayıda Ayın Sanatçısı veya Eseri yazısının bulunduğunu da hatırlatıyoruz. E-Bülteni takip için iprgezgini@gmail.com adresine e-posta göndermeniz yeterlidir.


O’nun adı ADELE BLOCH-BAUER. 1883-1925 arasında Viyana’da yaşamış, 43 yaşında menenjitten ölmüş, bankacı bir aileden gelen, sanayici Ferdinand Bloch’un kendisinden oldukça genç, zarif, asil ve melankolik karısı. Adele aslında üniversiteye gitmek ve entelektüel bir meslek yapmak istiyor, ama toplum baskısıyla sanayici Ferdinand Bloch ile evleniyor; işte bu adeta mecbur bırakıldığı evlilik ve evliliğinde çocuk sahibi olamaması onu melankolik bir karaktere dönüştürüyor. İçindeki bitmek bilmeyen tutkular, babasından kalan yüklü miras yanında, eşinin haylice güçlü maddi pozisyonuyla buluşunca Adele Viyana entelektüel zümresiyle ailesi arasında güçlü bir bağ inşa ederek sayısız sanatçıya destek vermeye başlıyor. Bloch-Bauer ailesi Viyana’nın en etkili ailelerinden ve evlerini ziyaret edenler arasında Gustav ve Alma Mahler, Richard Strauss, Gustav Klimt, Egon Schiele, Oskar Kokoschka, Stefan Zweig gibi isimler var. Viyana entelektüel anlamda adeta bir cennet ve o dönemde Viyana Modern Sanatı gümbür gümbür gelip toplumu sarsıyor.  

Adele, Gustav Klimt’in de en önemli hamilerinden biri ve Klimt’in Altın Dönemi’nde yaptığı pek çok resmine modellik etmiş hatta Klimt’in iki kez portresini yaptığı tek kişi. O’nun için Klimt’in Perilerinden Biri diyebiliriz bence.  Rivayet odur ki Klimt’in ikonik Öpücük ( The Kiss) isimli tablosundaki kadın da Adele’dir.  

Bu ayki Bültende kullandığımız resmin kayıtlardaki resmi adı “Adele Bloch-Bauer’in Portresi I”  ama çoğunlukla Woman in Gold (altınlı kadın) diye anılıyor ve resme “Avusturya’nın Mona Lisa’sı” da deniyor. Klimt bu resmi 1903-1907 yılları arasında tamamlamış ve resim için 200 kadar hazırlık çizimi yapmış. Resimde Adele’in boynunda görülen ve bakıldığında insanı mıknatıs gibi çeken, kendisi de adeta bir sanat eseri olan şahane choker tipi kolye kocasının hediyesi, aynı kolyeyi Klimt’in Judith isimli resminde de görürüz.

Resmin orİjinali New York’daki Neue Galerie’nin koleksiyonunda. Madem resim Avusturya’nın Mona Lisa’sı o zaman neden ve nasıl oluyor da Viyana’da bir müzede değil fakat New York’da? Aslında bu eser ve bununla birlikte Klimt’e ait dört eser daha 2006 yılına kadar Viyana’daki meşhur Belvedere Sarayı Müzesinde sergileniyordu ve Avusturya kültür mirasının en temel parçalarından biriydi. Resimler Adele’in Amerika’da yaşayan yeğeni (ve ailenin hayatta kalmış son üyelerinden olan) Maria Altmann tarafından Avusturya Devletine karşı açılan bir dava sonucu Altmann’a iade edildi; iadeden sonra yapılan açık arttırmada bu resim Robert Lauder’in sahibi olduğu Neue Galerie tarafından 135 milyon Dolara satın alındı(Lauder soyadı size ünlü bir markayı hatırlattı mı? Evet, doğru bildiniz, R.Lauder Estee Lauder’in oğlu). Bütün bu dava sürecinin ve resmin arkasındaki hüzünlü hikayenin detaylarını başrolünde Helen Mirren’in oynadığı Woman in Gold filmini izleyerek de öğrenebilirsiniz, filmi hararetle tavsiye ederim.

Altmann davasını o yıllarda nefesimi tutarak takip ettiğimi ve sonunda Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin Altmann’ın Avusturya Devletini ABD’de dava edebileceğini söyleyen kararını heyecanla okuduğumu hatırlıyorum. Yüksek Mahkeme’nin bu kararından sonra Avusturya Devleti ABD’de jürili bir yargılama(full trial) ile mücadele etmek yerine tahkime gitmeyi kabul etti ve tahkimi kaybetti.2006 yılı Şubat ayının ilk haftasonu Viyana’da Belvedere Sarayı Müzesi’ni 8.000 den fazla kişi ziyaret etti; bu, Avusturyalıların Bloch-Bauer ailesine ait beş Klimt resmine son bakışı-son saygı duruşu ve elveda deyişiydi adeta, çünkü ertesi gün resimler duvardan indirildi ve Amerika’ya Los Angeles County Museum of Art’a gönderildi; orada bir süre sergilenen resimler daha sonra açık arttırmaya çıktı.

Tamam ama resimler nasıl Avusturya Devleti’ne geçmişti ve Altmann resimleri nasıl geri alabilmişti?

Bloch-Bauer ailesine ait olan iki ev sanat eserleri, mücevherler, antikalar ve başkaca sayısız değerli eşya ile dolu. Adele’in 1925’teki ölümünden sonra eşi Ferdinand ağır bir depresyona giriyor, onun odasını taze çiçekler ve duvarları Klimt resimleriyle dolu bir mekana çevirerek Adele’in anılarıyla yaşamaya başlıyor. Bu arada Adele’in yeğeni Maria ümit vaad eden bir opera sanatçısıyla evleniyor.

1938 yılında Naziler Viyana’ya giriyor, işgalden bir hafta sonra bir Gestapo subayı Maria Altmann’ın eşiyle yaşadığı evin kapısını çalarak evlerindeki tüm değerli eşyalara el koyuyor, o kadar ki el koyulanlar arasında Maria’nın nişan yüzüğü dahi var. Kocası da zaten bir hafta sonra gözaltına alınıyor. Kocasının kardeşine ait fabrikanın Nazilere devredilmesi talebi kabul edilince, Maria’nın eşini salıveriyorlar. Halen gözlem altındayken çift bir şekilde Amerika’ya kaçıyor. Bu arada Bloch-Bauer ailesine ait herşeye el koyuluyor ve çoğu sanat eseri Nazi üst düzey yöneticileri arasında pay ediliyor. Bunun yanında sayısız başkaca sanat eseri de Hitler’in Linz şehrinde kurmayı planladığı sanat müzesi için depolara gönderiliyor. Tahmin edeceğiniz gibi, el koyulanlar arasında birçok Klimt resmi de var.

Bu süreçte Adele’in kocası Ferdinand Bloch-Bauer İsviçre’ye kaçıyor ve 1945 yılında yalnız ve üzgün bir adam olarak Zürih’de hayata veda ediyor. Ferdinand ölmeden evvel yazdığı bir vasiyetname ile tüm malvarlığını Maria Altmann ve onun kardeşlerine bırakıyor, fakat elbette ki ortada malvarlığı diye bir şey kalmamış o tarihlerde aslında çünkü herşey Nazilerin eline geçmiş.

İltica ettikleri farklı ülkelerde varolma mücadelesi veren Maria ve kardeşleri Avusturya’daki malvarlığının peşine düşemiyorlar. Savaştan sonra 1948 yılında Avusturya’daki avukatlarından gelen bir mektupta ailenin miraşçılarının Klimt resimleri üzerinde hak sahibi olamayacağı zira bunların Adele tarafından imzalanmış bir vasiyetname ile Avusturya Devletine ait galerilere bağışlanmış olduğu bildiriliyor. Ancak Maria veya diğer miraşçılar ne böyle bir vasiyet görmüş ve ne de böyle bir belgeden haberdarlar o tarihe kadar.

1948 yılında Maria’yı en çok üzen konulardan biri de Belvedere’nin o tarihteki yeni direktörünün kendisine yazdığı bir mektup. Mektupta direktör Maria’ya aslında Naziler döneminde Ferdinand Bloch-Bauer tarafından Devlete hiçbir zaman bir bağış yapılmadığını adeta ifşa eden ifadelere yer veriyor ancak cümlelerini “mesele adeta bir deniz yılanına dönüşüyor, umarım beni bu tehlikeli durumdan kurtarırsınız”  diyerek bitiriyor.

Aradan yıllar geçiyor, Maria Altmann Amerika’da triko giysiler satan bir mağazayı işleterek üç çocuğunu büyütüyor. Resim mevzusu da öylece kalıyor.   

1998’de Washington’da Naziler tarafından yağmalanmış mülklere ilişkin bir uluslararası konferans düzenleniyor; bu konferansa Avusturya da katılıyor. Konferans sonunda imzalanan anlaşmayla ülkeler Müzelerinde bulunan koleksiyonları bu açıdan gözden geçirmeyi kabul ediyorlar. Buna binaen 1998 yılında Avusturya’da Art Restution Act yani Sanatın İadesi Kanunu çıkarılıyor http://www.provenienzforschung.gv.at/en/empfehlungen-des-beirats/gesetze/kunstruckgabegesetze/ .Bu Kanun ile Avusturya, ulusal müzelerinde, Milli Kütüphanesinde ve devlete ait depolarda bulunan Nazi döneminde yağmalanmış eserleri-mülkleri sahiplerine/miraşçılara iade etmeyi kabul ediyor. Aynı yıl Avusturya’nın Federal Arşivleri tarihte ilk defa halka açılıyor. İşte o noktada Viyana’da yerleşik 42 yaşındaki gazeteci-yazar Hubertus Czernin açılmış gizli kayıtları okuyarak Bloch-Bauer ailesine ait Klimt’lerin nasıl olup da Belvedere Müzesi’nin mülkiyetine geçtiğinin izini sürmeye başlıyor. O tarihlerde Czernin’in bulduklarını takip edip okuyan Maria Altmann’a göre Klimtler bir değil üç defa çalınma yoluyla el değiştiriyor, biri Naziler ve ikisi Avusturyalılar tarafından.

Czernin bulduklarını yazmaya ve yayınlamaya başlıyor. Yayınladıkları arasında çok önemli bir belge de var; Adele Bloch-Bauer’e ait 1923 tarihli vasiyetname!

Dünya Savaşı bittikten sonra Belvedere Müzesi ısrarla hep aynı şeyi söylüyor; Adele kendisinin resmedildiği iki Klimt portresini ve üç mazara resmini vasiyetname ile Belvedere Müzesine bağışlamıştı. Ancak 1948 yılında ailenin avukatı olan kişi bu vasiyetnameyi görmek istediğinde Belvedere bu talebi reddediyor, yani anlayacağınız avukat Altmann’a 1948 yılında o mektubu vasiyetname kendisine gösterilmeden yazıyor aslında.

Peki Adele vasiyetnamesinde ne demiş? Adele ölmeden iki yıl evvel kaleme aldığı vasiyetnamesinde tüm malvarlığını kocası Ferdinand’a bırakırken, Ferdinand öldükten sonra Adele’e ait iki Klimt portresi ile üç manzara resmini ise bir galeriye bırakmasını/bağışlamasını vasiyet etmiş.  Ancak vasiyet adeta bir faztaziden ibaret ve bağlayıcı değil, çünkü Klimt’e bu resimleri ısmarlayan da resimlerin parasını ödeyen de Ferdinand, yoksa Adele değil! Diğer bir ifadeyle resimlerin mülkiyeti aslında Adele’e ait değil, ayrıca Adele resimleri bağışlamıyor fakat kocasına diyor ki bu beş resmi sen öldükten sonra geçerli olmak üzere galerilere bağışla lütfen. Adele’in resimlerle ilgili vasiyeti bağlayıcı olmadığı gibi,  kocasına bir dileğini iletiyor sadece.  Sanırım hayat normal seyrinde aksaydı Ferdinand, Adele’in bu dileğini yerine getirirdi, ancak yaşananlardan ve Ferdinand’a reva görülenlerden sonra resimlerin Belvedere’ye bağışlandığına inanmak güçleşiyor, lakin Belvedere yıllarca bu konudaki ısrarını sürdürüyor.

Kamuya açıklanan arşivleri takip eden gazeteci Czernin şunları tespit ediyor;  Bloch-Bauer ailesine ait yedi tane Klimt resmi el koymadan sonra Naziler tarafından atanmış bir avukata teslim edilmiş ve avukattan bu resimleri paraya çevirmesi istenmiş. 1941 yılında avukat Altınlı Kadın resmini ve yine Klimt’e ait bir manzara resmini üzerinde “Heil Hitler” yazan bir not ile Belvedere’ye göndermiş; bu resimlerin karşılığında Belvedere avukata daha evvel Ferdinand Bloch-Bauer tarafından Belvedereye bağışlanmış başka resimleri vermiş, anlayacağınız resimler takas edilmiş. 1942 yılında avukat elindeki resimlerden birini daha Viyana Şehir Müzesine satmış, 1943 yılında ise Klimt’in yine Adele’i resmettiği başka bir portreyi Belvedere’ye satmış. (tüm bunlar olurken Ferdinand Bloch-Bauer’in halen hayatta olduğunu unutmayalım lütfen).  1943 yılında Viyana’da Klimt’in eserlerinden oluşan bir büyük sergi açılmış ve Adele’in bültende kullandığımız portresi yeni bir isimle görücüye çıkarılmış; Altınlı Kadın! Anlayacağınız resmin Altınlı Kadın olarak isimlendirilmesi 1943 yılına dayanıyor.

1998 yılında Maria Altmann harekete geçme vaktinin geldiğini düşünüyor ve çok eski bir arkadaşının 32 yaşındaki avukat torunu Randol Schoenberg ile meseleyi görüşerek kendisini temsil etmesini istiyor. Avusturya’da yeni yürürlüğe girmiş Sanat Eserlerinin İadesi Kanunu kapsamında resimlern Altmann’a iadesini istiyorlar, ayrıca Maria Avusturya Kültür Bakanı ile bir öğle yemeğinde buluşarak Adele’in vasiyetinin bağlayıcı olmadığını izah ediyor ki, Maria’nın ifadesine göre, Kültür Bakanı kendisine “merak etmeyin, ben bu hususu biliyorum” diyor. Ancak, tahmin edeceğiniz gibi,  1999 yılında iade talebi reddediliyor, üstelik de Avusturya Kültür Bakanı kamu önünde yaptığı açıklamada resimlerin çalıntı olmadığını söylüyor. Ne Maria ne de avukatı işin peşini bırakmak istiyor o noktadan sonra,  Amerika’da bir hukuki yol bulmak için araştırmalarına devam ediyorlar. Şu kesinki meseleyi Amerikan Mahkemeleri önünde tartışmaya açmak aslında büyük bir kumar, ancak avukat yine de hukukun kendilerinden yana olduğunu düşünüyor ve harekete geçiyorlar.

Burada küçük bir parantez açarak Maria’nın avukatının kim olduğundan bahsetmemek olmaz. Randol Schoenberg’in kökenleri de Avusturyalı ve her iki dedesi de Avusturyalı besteciler. Dedelerinden birisi ünlü besteci Arnold Schoenberg (1984-1951) ve diğer dedesi de yine besteci olan Eric Zeisl (1905-1959). Dedelerden özellikle Arnold Schoenberg Gustav Klimt ve Adele Bloch-Bauer ile aynı dönemde Viyana’da yaşamış ve muhtemelen Bloch-Bauer ailesinin sosyal çevresinde bulunmuş bir kişi. Dolayısıyla üstlendiği bu son derece zor dava Schoenberg için paradan daha farklı anlamlar da içerdiği gibi, aslına bakarsanız kariyerinin seyrini de değiştiriyor. Schoenberg halen kurucularından biri olduğu Kaliforniya’da ki hukuk bürosunda mesleğine devam ediyor,  ayrıca CV’sine baktığınızda göreceksiniz ki kendisi sayısız Orkestranın ve sanat kuruluşunun destekçisi yani kökenlerinden gelen sanat damarı yaşamında önemli bir yer tutuyor.

Neyse biz konumuza dönelim; Altmann ve Schoenberg resimlerin iadesi için Avusturya Hükümetine karşı Amerika’da bir dava açıyorlar, Avusturya kendisine karşı Amerikan Mahkemeleri nezdinde dava açılamayacğını iddia ediyor. Mesele Amerikan Yüksek Mahkemesine kadar gidiyor ve sonunda Mahkeme Altmann’ın Amerika’da Avusturya Hükümetine dava açabileceğine hükmediyor.  https://www.supremecourt.gov/opinions/03pdf/03-13.pdf. Dediğim gibi, Amerika’da yapılacak bir yargılamadan çekinen davalı meselenin Avusturya’da bir tahkim ile görülmesini kabul ediyor. Neticeten Altmann tahkimde kazanıyor.

Resimler Amerika’ya geldikten sonra Christies’de yapılan bir müzayedede tamamı 327,7 milyon Dolara satılırken bunların arasında yer alan Altınlı Kadın resmi tek başına 135 milyon Dolara alıcı buluyor. Maria Altmann 2011 yılında 94 yaşındayken vefat ediyor.    

Peki ama Avusturyalılar neden kendileri için bu kadar değer ifade eden resimleri müzayedeye girip satın almıyor? Avusturya hükümeti için cevap basit; o kadar paramız yoktu. Resimler müzayedede satılınca Belvedere Müzesi müdürü Avusturya Devletine kırgınlığını ifade eden son derece sitemkar açıklamalar yapıyor, ancak o dönemdeki Kültür Bakanı yaptığı açıklamada “Avusturya’nın bütün müzelerinin bütçesi 77 milyon Euro. Bizim 135 milyon Dolar gibi büyük bir rakamı ödeyip resmi satın almamız mümkün değildi” diyor ve konuyu kapatıyor.

Bu yazıda temelde Gustav Klimt’den bahsedip Altınlı Kadın’a ise görece kısa değinmek için masaya oturmuştum. Ancak yazdıkça Klimt yavaş yavaş uzaklaşıp yok olurken resmin ve Adele’in hikayesi kendiliğinden öne çıkıverdi, sonunda Klimt ile ilgili yazdıklarımı sildim. Sanırım Adele ve bu yazıda ismi geçen müteveffalar bana sessizliğin içinden seslendiler ve birde bu platformdan duyulmak istediler…Viyana’da sayısız başka Klimt eseri var, Klimt Viyana’da her yerde hatta Klimt Viyanadır demek yanlış olmaz. Ancak bir yandan da Altınlı Kadın kendi başına bambaşka bir yerde duruyor işte, New York’a yolunuz düşerse Neue Galerie’ye uğrayıp Adele’i ziyaret etmeyi unutmayın derim ben naçizane. Ah evet, birde elbette ki Woman in Gold filmini seyredin vaktiniz olursa.

Özlem FÜTMAN

Ekim 2019

ofutman@gmail.com


Kaynakça:

https://www.telegraph.co.uk/culture/art/3653726/Glittering-prize.html

https://www.latimes.com/entertainment/arts/culture/la-et-cm-ryan-reynolds-helen-mirren-woman-gold-klimt-randol-schoenberg-20150128-story.html

Folklorik Türk Marka Terminolojisi

IPR Gezgini E-Bülteni’nde yayımlanmış yazıların bir kısmına sitede yeniden yer vereceğimizi önceden duyurmuştuk. IPR Gezgini E-Bülteni Ekim ayı sayısında yer almış bu yazı, bülten takipçisi olmayan okurlarımızın da ilgisine sunulmaktadır. Yazı iki IPR Gezgini yazarının (Özlem Fütman ve Önder Erol Ünsal) ortak çalışmasıdır. E-Bülteni takip için iprgezgini@gmail.com adresine e-posta göndermeniz yeterlidir.

Her mesleki alanın kendine özgü bir terminolojisi olup, alanın profesyonelleri belki de kendileri dışında kimsenin anlamadığı bu terimleri kullanarak  aralarında özel bir dil geliştirirler.

Yaklaşık 20 küsur yıldır, fikri mülkiyet hakları alanında çalışan bireyler olarak, birimiz kamuda diğerimiz özel teşebbüs ayağında olsak da, mesleki terminolojiye hakim olduğumuzu söyleyebiliriz sanırım. Bununla birlikte, duyduğumuzda ilk başta anlamlandıramadığımız veya “ama öyle bir şey olmaz ki!” dediğimiz bazı terimlerin varlığının/kullanımının kulaklarımızı ve zihnimizi rahatsız ettiğini fark ettik. İşte bu yazıda o noktadan temellendi zaten. Hadi iğneyi kendimize çuvaldızı başkasına batıralım biraz hoşça vakit geçirelim!

Mesleki terimlerin yanlış kullanımı veya anlamsız terimlerin mesleki söyleme hakim olması, kanaatimizce, yapılan işi hem karmaşıklaştırıyor hem hatalı kullanımları yerleştirerek gelişmeyi önlüyor ve hem de -biraz amiyane olacak kusura bakmayın ama- adeta bir sokak jargonunu mesleğin içine entegre ediyor. Halbuki amaç aşağı doğru eğimle gitmek değil, kalite eğrisini yukarı yönlendirmek olmalıdır (diye düşünüyoruz).

Bu yazıda, her duyduğumuzda kulaklarımızı tırmalayan ve fikri mülkiyetin “günlük dili”  haline gelmiş bazı terimleri irdeleyeceğiz. Elbette, bu irdeleme sarkastik düzeyde olacak. Sizler de yanlış kullanılan terimlere örnek vermek isterseniz, kendi örneklerinizi/görüşlerinizi bize yazabilirsiniz.

Bu yazıyı hazırlarken hangi maddeyi kimin yazdığını işaret etmek için başlıkların yanına inisyallerimizi koyduk.

Başvuru Kodu (ÖÜ):

Kurumu bir marka başvurusuyla ilgili olarak aradığınızda, telefondaki kişi size “Başvurunuzun kodu neydi?” sorusunu yöneltebilir.

“Başvuru kodu” denilince aklınıza şifre benzeri karmaşık sayı veya karakterlerden oluşan gizli bir kod gelmesin. Başvuru koduyla kast edilen markanın başvuru numarasıdır. Muhtemelen memuriyetten sıkılan bir Kurum çalışanı, okuduğu casusluk romanlarının da etkisiyle seneler önce “kod” kelimesini mesleğin bir yerine monte edip kullanmaya başlamıştır diye düşünüyorum.

Sınıf Kodu (ÖÜ):

Bu terimi ilk kullanan kişi, muhtemelen, başvuru kodu terimini icat eden Kurum çalışanının oda arkadaşı olmalı bana sorarsınız(!).

“Sınıf kodu” terimi ile söylenilmek istenen malların veya hizmetlerin uluslararası sınıf numarası, bir diğer deyişle “Nicé sınıf numarası” hiç şüpheniz olmasın. Uluslararası anlaşmalarda, mevzuatta ve her tür yazılı metinde “sınıf numarası” olarak geçen bir terim nasıl “sınıf kodu” olarak anılabiliyor orası bir muamma. Kesinlikle, oda arkadaşı gibi, çocukken casus olmak isteyen ancak kazayla memur olan birisinin yaratıcılığının bir neticesi bu kullanım, başka bir olasılık göremiyorum(!).

A: “Başvurunuzdaki sınıf kodları kaçtı?”

B: “3,5,44”

A: “Gizli kodu doğru söylediniz. 007 ve diğer ajanlar içeride sizi bekliyor, lütfen beni takip edin.”

Marka adı (ÖF-ÖÜ):

İşte ikimizin de midesine ağrılar saplayan bir kullanım.

“Marka adı” nedir, birisi bize açıklasın lütfen!!

Marka zaten mal ve hizmetlerin diğerlerinden ayırt edilmesini sağlamak için verilen ve ayırt edici olduğu varsayılan bir addır (ad dışında şekil, vs. de olabilir tabi).

Bu durumda “marka adı”, kelime markaları için “adın adı” mı oluyor?

(ÖF’nin notu ; Marka adı diye bir şey yok ama serbest çağrışımla benim aklıma Kadının Adı Yok , Gülün Adı gibi kitaplar geliyor!!!)

Veya marka bir şekil markası ise, şekilden ibaret tüm markaların adı şekil mi olacak?

(ÖF’nin notu; eveeeeet, Kurum kayıtlarında sadece şekilden ibaret bütün markalar “şekil” diye geçiyor Önder Bey!

Nota yanıt (ÖÜ): Özlem Hanım, parası bol ve şaka yapmak isteyen birisi olsam, “şekil” kelimesini 45 sınıfta tescil ettirmek için Kuruma başvuruda bulunurum, herhalde arama raporu 10.000 sayfa civarında gelir, incelemeyi yapacak uzmanın da halini görmek isterim.)

Marka uygulamasının ana ekranında “marka adı” terimini görmek, mesleki açıdan bence acı verici.

(ÖF’nin notu: Siz orada ekranda, ben genç meslektaşların yazdığı itiraz ve dilekçelerde bu ifadeyi görüp düzeltmekten bunaldım. Marka adı nedir sorusuna aralarından şu ana kadar anlamlı cevap verebilen biri çıkmadı tabi. Bence terminolojiye hakim olmayan gençler için bir noktaya kadar kabul edilebilir bir durum/kafa karışıklığı bu, ancak belli yıllardan sonra kullanmaya devam edilmesi iyiye işaret değil.) 

Ret Yemek (ÖÜ):

Ofiste çalışıyorsunuz, telefon çalıyor, arayan bir marka vekili. Karşılıklı “İyi günler, nasılsınız, vs.” ve “Nasıl yardımcı olabilirim?”

Başvuru kodu …olan bir başvurumuz, 15. sınıf kodunda ret yemiş, biz itiraz ettik, itiraz ne zaman incelenir, onu soracaktım.”

İç ses: Ret yemek nedir, ret yenilen içilen bir şey mi? Kurum size neden bir şey yedirmeye çalışsın?!

Kast edilen açık: Başvurunun ret yemesi tabiri, sayısız vekil tarafından Kurum’un başvuruyu reddetmesi anlamında kullanılıyor. O kadar yaygın ki, söyleyecek söz bulamıyorum. Halbuki, karşımızdakinin iletişim konusunda açık bir devlet kurumu olduğunu unutmasak ve söylemlerimize biraz daha dikkat etsek güzel olmaz mıydı?

Müddet (ÖÜ):

Müddet kelimesinin TDK sözlüğündeki karşılığı “süre”dir. Buna karşılık “müddet” kelimesi, Kurum terminolojisinde ve maalesef online araştırma da dahil olmak üzere Kurum veritabanında “hükümden düşmüş markaları ifade eden genel bir adlandırma” olarak kullanılmaktadır.

Sadece müddet olsa neyse, “müddet olmak” kullanımıyla kulaklarımızı daha da tırmalamaktadır.

“Marka müddet olmuş”; hadi Türkçe’ye çevirelim, yani “Marka süre olmuş”. “Süre olmak” nedir, bir marka nasıl süre olur? Marka hükümden düşmüş, yenilenmemiş, vs demek bu kadar mı zor? Yazarken sinirlerim hopladı gene!  

Hıfız (ÖF):

Henüz bu kelimenin kayıtlarda neye binaen kullanıldığını tam çözebilmiş değilim. Kurum’da bugüne değin konuştuğum hiç kimse de bana tam bir açıklama yapamadı bu konuda. İşte ben asıl buna “gizli kod” derim!

İtiraz Dosyalamak (ÖF):

Yanlış isem beni düzeltin ama bana sanki “itiraz etmek”, “itirazı yapmak” doğru kullanım gibi geliyor. Garip bir şekilde ben bu kullanımın biraz Ankara menşeili düşünüyorum, çünkü özellikle Ankara’da mukim vekillerce yoğun kullanıldığını gözlemliyorum. Aslında, diğerlerinin yanında bu kullanım bana yine de ehven-i şer geliyor, fakat yine de belirtmek istedim.

“Markadaki şekil unsuru mu” yoksa “Markadaki logo mu”? (ÖF):

“Markadaki logo” diye bir kullanıma sıklıkla rastlıyoruz. Ne demek markadaki logo? Sanırım doğrusu “markadaki şekil unsuru” veya “işaretteki şekil unsuru” olacak.

Markalamak (ÖÜ):

Gülmeyin ama, ben bu lafı duyunca aklıma hep “hayvanları damgalama” eylemi geliyor. Ne demek markalamak?

Şu demek(miş); bir işareti marka olarak tescil ettirmek.

Sanırım böyle kullanımlar günlük dilde özel sektörde müşteri ilişkilerini yürüten ve kendisi marka vekili olmayan çalışanlar tarafından yaratılıyor. Tamam onlar hobi olarak yine kullanmaya devam etsinler, ne diyeyim, ama biz sektörün profesyonelleri lütfen bunları kullanmayalım diyorum.

İsmin Patenti Bize Ait-  Markanın Patenti (ÖF):

Bunlar aslında, çoğunlukla alan profesyonellerinin dışında kalan kişilerce kullanılıyor.

En kötüsü gazetecilerin de bu şekilde kullanımlarda bulunması. Ancak yine de küçük bir oranda da olsa mesleğe yeni başlamış ve terminolojiye hakim olmayan vekillerin de bu tarz kullanımları olduğuna şahit oluyoruz.

Özlem FÜTMAN ( ofutman@gmail.com)

Önder Erol ÜNSAL (unsalonderol@gmail.com)

Ekim 2019

JAPON EKOSESİ; SİNGAPUR’DAN BİR YÜKSEK MAHKEME KARARI

İskoçlar köken meselesi konusunda çok hassaslar. Edinburg’da Princess Caddesinin sonunda bir bina var, orada klanların soy ağacı kayıtlarını saklıyorlar. Bizdeki nüfus kütüğü gibi bir sistem düşünün, fakat kayıtlar soy/klan kriteri üzerinden tutuluyor. Eskiden bu kayıtları büyük defterlerde tutarlarmış, artık bilgisayar kullanıyorlar  elbette. Klanların oluşmasının kökeninin 6. yüzyıla kadar gittiği ama işin sistemsel hale gelmesinin 12. yüzyıla tarihlendiği biliniyor.

Tartanın İskoçlar için ne anlama geldiğini layıkıyla kavrayabilmek için salt tarihsel  bilgi sahibi olmak, nasıl diyeyim, biraz kağıt üstünde kalabilir. İskoçya’yı görüp meseleyi yerinde müşahede etmek lazım, yoksa çoğu insan gibi “bu İskoçlar tartana amma da düşkün” noktasında kalınabilir. Nedir tartan? Tartan kısaca ekose deseni olarak tanımlanabilir.

Bizim için konu çoğunlukla sadece  “değişik renk kombinasyonlarında  ekose desenli kumaş” olarak algılansa da  aslında mevzunun  sağlam bir tarihi,sosyolojik, kültürel, siyasi ve  ekonomik boyutu var. Çünkü İskoçya’da hemen her bir tartan renk ve desen kombinasyonu bir klana ait, yani öyle X renkleri hoşlarına  gittiği için yapmıyorlar seçimlerini. Ayrıca her klanın kendi sembolü var ve bu sembolleri tartan kumaştan giysilerin/giysilerin üzerine sardıkları  kumaşların üzerine taktıkları iğneler ile somutlaştırıp köken belirtiyorlar. Benim bildiğim kadarıyla irili ufaklı 300’den fazla klan var İskoçya’da. Turistik olanlar dışındaki yerli köklü tartan kumaş üreten/tartandan ürün satan  mağazalara gittiğinizde zaten onlar klanların büyük çoğunluğunun renklerini ezbere biliyorlar  veya mesela siz klanınızın rengini hatırlamıyorsanız (diyelim ki Amerika’da doğmuş büyümüş ve atalarınızın renklerinden emin olmayan biriyseniz) önünüze kocaman kataloglar açıyorlar; bu kataloglardan soyadını takip ederek ailenizin tartanı ile sembolünü  bulup ona göre alışveriş yapabiliyorsunuz. Tabii İskoç değilseniz de böyle mağazalara gidip istediğiniz renk tartan almanıza engel bir durum yok; mesela ben son Edinburg seyahatimde böyle yerleşik  bir mağazaya girdim ve satıcıyı  yormamak için daha en baştan “İskoç değilim, sizce mahsuru yoksa,sadece hoşuma giden renge göre seçim yapacağım. Ayrıca bir aile sembolü yerine İskoçya’nın ulusal sembolü olan devedikeni çiçeği formunda bir iğne almak istiyorum” dedim. Bu arada,  klanları ve tartanlarını gösteren haritalar/posterler de var. Hatta aslına bakarsanız bir de tartan kayıtlarının tutulması  için Kanun ile kurulmuş bir devlet kurumu var İskoçya’da https://www.tartanregister.gov.uk/aboutUs oraya da göz atılabilir.

İskoçlar tartan kumaştan türlü çeşit ürün yapıyorlar ya da ürünleri bu kumaşlarla kaplıyorlar, yani olay sadece giysi değil; restoran ve kahvelerdeki sandalyeler, duvarlar, koltuklar, trenlerde vagonların içi , yastıklar, battaniyeler, cüzdanlar hatta kedi-köpek yatakları vs derken yer gök tartan! Giysiler konusunda ise çok kendilerine özgü ve bence çok şık tasarımları var; bunların güzel örneklerini seyretmek ve meselenin yalnızca ekose pileli etekten ibaret olmadığını  görmek  isterseniz Outlander dizisini tavsiye edebilirim. Outlander İngilizce’de, biraz sokak diliyle söylersek, chick movie (kız filmi) tadında bir yapım; fantastik , zamanlar arasında gidilip gelinen bir aşk hikayesini anlatıyor filan ama aslında arka fonunda İskoç tarihinin çok hüzünlü ve belki de en önemli kırılma noktası olan Jakobit isyanını temel alıyor. Dizi, Inverness’de başlayarak çoğunlukla İskoçya’nın Highland denen cennet bölgesinde çekiliyor. Ben diziyi Highland’in muhteşem doğası ile tartan kumaştan yapılmış  tasarımları ve aksesuarları görmek için seyrettim doğrusu! Jakobit isyanı ve tartan demişken; tartan deseni o kadar önemli ki İskoçya’da, bu isyanda İngilizler İskoçları kırıp geçirdikten sonra İskoçya’da klanlara göre tartan renkleri kullanılmasını yasaklıyorlar on yıllar boyunca. Bu davranışıyla  İngiltere  “otorite benim, ben ne dersem o olur, bana biat etmeyenin sonu da böyle olur” mesajı verdiği gibi,  İskoçları tartan konusundaki hassasiyetlerinden vurarak bir nevi  İskoç ulusalcılığını altta gördüğünü ifade ediyor. İsyanlar sırasında tüm isyancıların giydiği ve hiçbir klana ait olmayan  bir tartan deseni de var ve bu yukarıda linkini verdiğim devlet kurumu kayıtlarında o da geçiyor.

Evet, tartan böyle bir şey işte. Gerçi İrlandalılar ve Galler’den olanlar da tartan desenine çok düşkün, ama anlayacağınız İskoçların durumu daha bir değişik.

İskoçya nere Singapur nere diyeceksiniz değil mi? E o zaman hadi bizde Outlander’de olduğu gibi ışınlanalım ve Uzakdoğu’nun minik ama çok zengin ülkesi Singapur’da  neler olmuş bir bakalım.

ISETAN Japonya menşeili, yaklaşık yüz yıl evvel kurulmuş, orta üstü ve lüks segmentte dünyanın her yerinden çok sayıda değişik ürün satan,tanınmış bir çok katlı mağazalar zinciri.

ISETAN 18/06/2016 tarihinde Singapur Marka ve Patent Kurumu’na “ISETAN TARTAN” markasının 33. sınıfta “Biralar hariç, her türlü alkollü içecekler; sake” emtiasında tescili için  başvuruyor. Scotch Whisky Association (SWA) hemen “Ne? Tartan mı?” deyip başvuruya itiraz ediyor, ancak itirazı reddediliyor. SWA Temyiz Kurulu’na üst itiraz yapıyor, ama oradan da lehine bir netice çıkmayınca işi Mahkeme’ye taşıyor.

Aşağıda Singapur High Court yargıcı Sn. Lee Seiu Kin J’nin ihtilaf konusunda verdiği 28/08/2019 tarihli kararını inceleyeceğiz. SWA bu kararı, varsa, bir üst yargı merciine taşıyacaktır diye düşünüyorum, çünkü benim bile aklımda bazı sorular oluştu okuduğumda.

SWA, ISETAN TARTAN başvurusuna itiraz ederken iddialarını üç temele dayandırıyor:

1- Markanın, konu ürünlerin coğrafi kaynağı konusunda tüketicileri yanıltacağı,

2- Markanın Coğrafi İşaret Kanunu’na aykırı olduğu,

3- Markanın içinde coğrafi işaret barındırdığı.

BİRİNCİ İDDİA

Birinci iddianın değerlendirilmesi için yargıç önce “yanıltıcı marka” kavramına odaklanıyor ve İngiliz Marka Hukukunu rehber alarak diyor ki;  yanıltıcı marka, doğası gereği, toplumu mal ya da hizmetin doğası, kalitesi veya coğrafi kaynağı hakkında yanıltan işarettir ve burada yanıltma haline ilişkin yapılacak itirazların belirsiz ve hayali değil bilakis gerçek (temellere dayalı) olması gerekir. Huzurdaki olayda ilgili toplum kesimi viski içen/satın alanlardır.

SWA:

— Tartanın İskoçya’nın bir sembolü olduğunu, Singapurlu tüketicilerin de tartanı böyle bildiğini, tartanın doğrudan İskoçya ile bir bağlantıyı işaret ettiğini  iddia ediyor.

— Dosyaya başka ülkelerde verilmiş  Mahkeme kararları koyarak o ülkelerde tartan ibaresinin İskoçya dışında üretilen viskiler üzerinde kullanımının yasaklandığını belirtiyor.

Davalı ise ISETAN TARTAN markasının herhangi bir yanıltıcılık içermediğini, ortada tüketicilerin yanılacağına işaret eden gerçek bir emare bulunmadığını, tüketicilerin davalının mallarının İskoçya’dan geldiğini düşünmesinin mümkün olmadığını iddia ediyor. 

MAHKEME DİYOR Kİ;

Tartan örgü  ya da yünlü bir kumaşa uygulanan, değişik renklerde çapraz bant-çizgilerin  birbirini  keserek  tekrar ettiği bir desendir. Bu desen pek çok kültürde varsa dai bilhassa İskoç olarak ve İskoç hanedanlarının ve klanlarının bir amblemi olarak kabul edilmektedir. 2012 yılında YouGov adlı uluslararası pazarlama şirketinin yaptığı araştırmaya göre, tartan İskoçya’nın en tanınan 3. sembolüdür. Bunun yanında, Dr. Megan RaeBlakely yazdığı “Desen Tanıma ;Tartan ile İlgili  Hükümet Düzenlemesi ve Kültürün Metalaşması”  (Patternrecognition ; governmentregulation of tartan andcommodification of culture) isimli makalesinde “Tartan İskoç kültürüne derin bir şekilde gömülmüştür ve uluslararası çapta İskoç kültürünün bir simgesi olarak bilinir. Bu sembol kimlik ve lokal birlikteliğin sürdürülmesine hizmet ettiği gibi, İskoç mirasına ve soya dayalı turizme ve dahi özel ve kamusal  bilgiye olan ilginin  artmasına sebep olmaktadır.” demektedir.

Gerçi davalı tartan deseninin İrlanda gibi başka ülkelerde de kullanıldığını ifade etmiştir, ancak bundan başka da tartanın bir İskoç sembolü olduğuna karşı ciddi bir argüman ileri sürememiştir.

Dosyadaki delillerden İskoçya ile Singapur arasında devamlılık arz eden bir ilişki bulunduğu anlaşılmaktadır. Mesela;

—–Singapur’a ilk yerleşen kişi ve Singapur’un ilk kumandanı olan William Farquhuar bir İskoç’dur,

—–Singapur’un Avrupa stilindeki ilk kilisesinin adı St. Andrew olup,  bu ibadet mekanı ismini İskoçya’nın ana azizinden almıştır,

—–2006 yılında Highland Barosu Singapur’da iki gün süren “Taste of Tartan” isimli bir organizasyon düzenlemiştir,

—-2016 yılında 21.000’den fazla Singapurlu İskoçya’yı ziyaret etmiş ve İskoçya’ya 29.000.000 Sterlin para bırakmıştır.

Bu durumda Mahkeme şu kanaattedir; Singapur toplumu tartanı ve İskoç kültürünü bilmektedir + Yargıç, “Tartan” kelimesinin İskoçya’yı çağrıştırdığını kabul etmektedir.

Ayrıca Mahkeme, ISETAN TARTAN markalı viskiler, eğer İskoçya üretimi olmazsa ortalama viski tüketicisinin bunların coğrafi kaynağı konusunda yanılacağı  kanaatindedir, çünkü ortalama tüketici özellikle İskoçya ve tartana aşinadır. Bir viskinin üzerinde, ISETAN yazsa dahi,  TARTAN ibaresini gören ortalama tüketicinin aklına  İskoç viski gelecektir; bu algıyı yoğunlaştıracak olan faktörse İskoç viskisinin global bazda tanınmasıdır. Ama mesela ISETAN TARTAN viski dışında başka bir alkollü içecek üzerinde kullanılsa böyle bir durum ortaya çıkmaz.

Davalı her ne kadar markadaki ilk kelimenin ISETAN olmasından dolayı bunun İskoçya yerine Japonya’yı hatırlatacağını iddia etmişse de, Mahkeme aynı görüşte değildir. ISETAN’ın dünyanın değişik memleketlerinden ürünler satan çok katlı bir mağaza olduğu göz önüne alınırsa, ortalama tüketici burada satılan bütün ürünlerin kaynağının Japonya olduğunu düşünmez; tüketici, muhtemeldir ki, ISETAN TARTAN markalı viskilerin orjininin İskoçya olduğunu düşünür. İlk kelime ISETAN ise de, ortalama viski tüketicisi aslen ikinci kelime olan TARTAN’a odaklanır ve yanılır.

Ezcümle; davacının ilk argümanı kabul edilmiştir.

İKİNCİ ve ÜÇÜNCÜ İDDİALAR

Bence mesele coğrafi işaretle ilgili bu kısımda biraz çetrefilleşiyor.

Singapur Coğrafi İşaret Kanunu’na göre;  bir coğrafi işaretin o coğrafi yerden kaynaklanmayan bir ürün üzerinde, ürünün coğrafi kaynağı konusunda tüketiciyi yanıltacak şekilde, herhangi bir biçimde kullanılması yasaktır + bir coğrafi işaretin Paris Sözleşmesi’ne aykırı biçimde haksız rekabet yaratacak şekilde kullanılması yasaktır + alkollü içeceklere ilişkin bir coğrafi işaretin, ürünün işaretin tescil kapsamındaki  bölgede üretilmemesi halinde kullanımı yasaktır. Ayrıca, bir coğrafi işaretten oluşan ya da içinde coğrafi işaret geçen bir markanın, ürünler o coğrafi yerde üretilmiyorsa,  şarap ve diğer alkollü içecekler için tescili ve kullanımı yasaktır. Hepsi güzel maddeler doğrusu!

Peki bu olayda kullanılan ne ve bu, mevzuat çerçevesinde, bir coğrafi işaret midir?

Yapılan duruşmada SWA diyor ki; burada kullanılan “Scotch Whiskey”dir. SWA bu iddiasını desteklemek için Avrupa Birliği’nde kazandığı davaların kararlarına dayanıyor ve kullanım kapsamına dolaylı kullanımın da (indirect commercial use) girdiğini iddia ediyor ve çağrıştırma konseptinden de elbette ki bahsediyor. Fakat Yargıç bu konuda ikna olmuyor, bu kararlar “kullanım” kavramı konusunda bana yol gösterici değil diyor.

Hakim ikna olmadım deyince SWA cevaben; Singapur mevzuatı da AB mevzutı da TRIPS temeline dayanıyor, o sebeple  AB’de yapılan yorumlar göz önüne alınmalı, yani kullanım kavramı geniş yorumlanmalıdır diyor. Yargıcın buna karşı cevabı şu oluyor; aynı temele dayanıyorlar diye “kullanım” her ülkede tamamen aynı anlama gelmez, ben “kullanım” kavramını basit ve sıradan manasıyla  kabul ediyorum ki bunun içinde dolaylı kullanım ya da çağrıştırma yer almıyor +  davalının kullandığı Scotch Whiskey değil ISETAN TARTAN +  buradaki konu bir marka tescili yani davalının fiili bir kullanımı gösterilmiyor ve hatta Scotch Whiskey diye bir kullanımda bulunacağına ya da başvuru yapacağına dair bir emare bile yok ortada +  açıkça ortada ki AB mevzuatı coğrafi işaretlere Singapur mevzuatından daha geniş bir koruma veriyor.

Sonra Yargıç dönüp Tartan bir coğrafi işaret midir konusunu inceliyor ki bu kısım bence ilginç. Kanun’da coğrafi işaretin ticarette kullanılan ve malların geldiği yeri belirten “herhangi bir işaret” (any indication) olabileceği belirtiliyor. Burada Yargıç bir kitaptan alıntı yapıyor ve bence  kitaptan yaptığı alıntıdaki  çok ilginç; ben alıntıyı  kısaltarak şöyle özetleyeyim; 

“Coğrafi İşaretler çoğunlukla malların orijinini gösteren bir coğrafi yerin adını içerir. Ancak,malların orijin yeri olan toprakları-bölgeyi vs  göstermek kaydıyla,  başkaca bazı kelimeler de coğrafi işaret olabilir. Mesela Eyfel Kulesi, Çin Seddi, Taç Mahal gibi yerlerin de Fransa’dan, Çin’den ve Hindistan’dan gelen mallar için coğrafi işaret olacağı düşünülebilir.

Bu noktadan sonra Hakim’in tartan da bu kapsamdadır ve coğrafi işaret olarak kabul edilebilir demesini bekliyorsunuz değil mi? Yok, hayır, öyle demiyor! Aksine diyor ki; Eyfel Kulesi, Çin Seddi, Taç Mahal , bunların hepsi—açık biçimde ülke söylenmese de — belli bir yerle bağlantılı, halbuki tartanda böyle bir durum yok. Tartan belli bir yeri işaret etmiyor, ya da mala ilişkin bir kaliteyi, ünü veya karakteristiği göstermiyor; her ne kadar İskoçya ile bağlantılansa da neticeten tartan yukarıda tarif ettiğim gibi bir desen sadece. Coğrafi işaretin bir coğrafi yere veya lokasyona referans vermesi gerek, tartanda bu özellik yok. Dolayısıyla, coğrafi işarete dayalı temyiz taleplerini reddediyorum.

SONUÇ? Sonuçta Mahkeme birinci iddia çerçevesinde SWA’nın temyizini İskoçya’da üretilmeyen viskiler için kabul ediyor. Diğer bir anlatımla “İskoç viskisi” emtiasının  başvurudan çıkarılmasını kabul ediyor.

Bu kararı okuyunca insanın aklına türlü çeşit sorular geliyor galiba. Mesela; Eyfel Kulesi, Taç Mahal, Çin Seddi filan coğrafi işaret olabilecekse tartan niye olamıyor? Coğrafi İşaret sisteminin yaratıcısı olarak Fransızlar bu Eyfel Kulesi örneği hakkında ne düşünüyor? Sonuçta Mahkeme’nin kararı tabii, ama tartan olmaz derken bunun somut gerekçesi nedir? Tartanın ne olduğunu, önemini, Singapurluların da bunu bildiğini ifade eden Yargıç birdenbire niye “ama bir Alex değil” der gibi “ama tartan bir Eyfel Kulesi değil” deyiveriyor? (Ben bu noktada sanırım en çok Amerikan kararlarını beğeniyorum. Hakimin fikrine katılırsın katılmazsın, o ayrı konu, ama en azından kararda önceki olaylarla karşılaştırma yapılır ve Hakim mantığı çerçevesinde  verdiği kararın gerekçesini bir yere oturtur.)  Tartan sadece bir desense , o zaman Eyfel kulesi de sadece  bir kule değil midir? Hani “any sign“ coğrafi işaret olabiliyordu? Avrupalılar coğrafi işaretin kullanımı kavramını biraz fazla geniş yorumluyorlar diyen Yargıç, Eyfel Kulesi-Çin Seddi-Taç Mahal  coğrafi işaret olabilir diyen görüşten bahsederken çok geniş bir  geniş bir yoruma kararında yer vermiş olmuyor mu?

İnsanın kulağına ilk anda oksimoron gibi geliyor, ama biliyorsunuz Japon viskisi diye bir trend var son zamanlarda dünyada.Peki  bu dosya  Sn. Yargıç’ın kararına uygun olarak kapanırsa Japon Tartan’ı diye yeni bir kavram da çıkar mı acaba ortaya!!

Özlem FÜTMAN

ofutman@gmail.com

Eylül 2019

KİŞİSEL VERİLERİN KORUNMASI KONUSUNDA ABAD’IN “FASHION ID” KARARI

Facebook insanları sadece ilkokul arkadaşlarıyla ya da amcasıyla-teyzesiyle sanal ortamda buluşturan bir sosyal medya platformu değil artık, bunun çok çok ötesine geçti işler. Kişisel verilerin Facebook üzerinden ticari amaçlarla toplanması/işlenmesi boyutu da var meselenin ki bugün inceleyeceğimiz ABAD yorum kararına konu ihtilaf işte bu noktaya ilişkin.

Önce şunu belirtelim; 28 Mayıs 2018 tarihinde AB’de 2016/679 sayılı Genel Veri Koruma Yönetmeliği  uygulamaya girdi. Ancak, bu ihtilaf konu Yönetmelik  yürürlüğe girmeden önceki 95/46 sayılı Direktif döneminde gerçekleştiğinden mesele 95/46 üzerinden tartışılıyor.

Almanya’da yerleşik FASHION ID giysi satan bir e-ticaret platformu ve web sayfasına Facebook’un “Like” butonunu eklemiş. FASHION ID sayfasına girdiğinizde, Facebook’da bir hesabınız olsun ya da olmasın veya  Like butonuna basın ya da basmayın, siz farkında olmasanız da  IP adresiniz ve tarayıcı bilginiz otomatikman Facebook’un İrlanda’daki şirketi Facebook Ireland Limited’e (Facebook) iletiliyor. Bu bilgiler iletilince Facebook hemen hesabınıza türlü çeşit cookieler yerleştiriyor.

Tüketici haklarının korunması için kurulmuş bir dernek olan Verbraucherzentrale NRW e.V. (VNRW) bu durumu fark edince FASHION ID aleyhine Düsseldorf’da bir dava açıyor, bu yapılanın kişisel verilerin korunmasına dair 95/46 sayılı Direktife aykırı olduğunu iddia ediyor ve Facebook’a ait Like butonunun tedbiren kaldırılmasını talep ediyor.

VNRW diyor ki: 

1- Facebook verilere ulaşmadan önce FASHION ID  sayfasını ziyaret edenlere bu verilerin neden toplandığını ve ne amaçla kullanılacağını açıkça belirtmiyor.

2- FASHION ID, Facebook verilere ulaşmadan önce, kullanıcıların açık rızasını almıyor.

3- FASHION ID, verilerinin toplanmasına rıza verenlerin bu rızalarını istediği zaman geri çekebileceği konusunda kullanıcıları bilgilendirmiyor.

4- FASHION ID kullanıcılara “eğer bir sosyal medyanın kullanıcısıysanız ve bu sosyal medyanın  bizim web sayfamız aracılığıyla sizin hakkınızdaki verileri toplamasını ve kendi mecrasında saklamasını  istemiyorsanız öncelikle o sosyal medyadan çıkış yapmalısınız” diye bir uyarıda bulunmuyor.  

Ayrıca VNRW diyor ki; Facebook Inc. veya Facebook Ireland bu bilgileri saklıyor ve bunları belli bir kullanıcıya yönlendiriyor ki bu kullanıcı bir AB üyesinde olabilir ya da olmayabilir. Buna karşı FASHION ID böyle bir durum  hakkında bilgi sahibi olmadığını söylüyor. Facebook ise elde ettiği IP adreslerinin jenerik IP adreslerine çevrildiğini ve sadece bu jenerik formda saklandığını, ayrıca tarayıcı dizilimlerinin IP adresleriyle ve kullanıcılarla bağlantılanmadığını iddia ediyor.

Düseldorf Mahkemesi 2016 yılında verdiği kararla yukarıda sıraladığım VNRW’nin dört iddiasının ilk üçünü kabul ediyor ama dördüncü iddiayı reddediyor ve  neticeten VNRW’nin tedbir talebini kabul ediyor.Taraflar dosyayı temyiz ediyor. Mesele Bölge Temyiz Mahkemesi’ne taşınınca, bu Mahkeme yargılamayı durdurup ABAD’dan şu hususlarda yorum kararı talep ediyor:

1- Kamu yararına kurulmuş dernekler böyle bir davayı açabilir mi?

2- 95/46 sayılı Direktif’in 7(f) maddesi, kişisel veri sahibinin temel haklarını ve özgürlüklerini çiğnememek kaydıyla, veri sorumlusunun veya verinin açıklandığı 3. kişi veya kişilerin meşru  menfaati için gerekli olduğu durumda kişisel verilerin işlenebileceğini düzenliyor. Bu noktada,  menfaatler dengesi açısından, kimin meşru menfaati dikkate alınmalıdır? Yani burada göz önüne alacağım web sayfası operatörünün mü yoksa eklentiyi sağlayan 3. kişinin meşru menfaati midir?

3- Bunun gibi olaylarda açık rıza kime verilmelidir?

4- Direktif’in 10. maddesi kişisel verinin sahibine sağlanması gereken minimum bilgilendirmeyi düzenliyor. Bunun gibi olaylarda bu bilgilendirmeyi yapmak web sayfasının sahibine mi ait?

Hukuk Sözcüsü Bobek görüşünü Aralık 2018’de sunuyor,  ABAD ise yorum kararını 29 Temmuz 2019’da açıklıyor.

Önce hemen şunu söyleyelim; ABAD böyle bir davanın tüketici haklarının korunması için kurulmuş  dernekler tarafından da açılabileceğini söylüyor kararında. Yani birinci sorunun cevabı “Evet”.

Diğer sorulara ilişkin olarak ABAD’ın yorumları şöyle özetlenebilir:

2. Soru Hakkında

İnternetin temel çalışma prensibi şöyle; bir web sayfası ziyaret edildiğinde tarayıcı (browser) değişik kaynaklardan gelen  içeriklerin gösterilmesine izin veriyor. Yani fotoğraflar, videolar, haberler ve olayımızda olduğu gibi Facebook Like butonu bir web sayfasına bağlanabilir ve orada görünür olabiliyor.

Bir web sayfası operatörü eğer üçüncü bir kişinin içeriğini sayfasına eklemek isterse o zaman  sayfasına onun linkini veriyor. Operatörün web sayfası ziyaret edildiğinde ve ziyaretçinin tarayıcısı bahsi geçen (eklenmiş) linkle karşılaştığında linkin sahibi olan  üçüncü kişiden içerik talebinde bulunuyor + ziyaretçinin  IP adresini ve  tarayıcısının teknik datasını da karşı tarafa iletiyor ki talep edilen içerik karşı tarafın serverı tarafından uygun  formatta oluşturulabilsin.Kendi web sayfasına üçüncü bir kişinin içeriğini (linkini)  ekleyen sayfa operatörü, tarayıcının hangi veriyi ilettiğini veya veriyi alan üçüncü kişinin bununla ne yapacağını ve özellikle de bu üçüncü kişinin veriyi saklayıp saklamadığını ya da kullanıp kullanmadığını kontrol edemiyor.

Dava dosyasından anlaşıldığı kadarıyla, FASHION ID’nin web sayfasına giren ziyaretçilerin kişisel verileri web sayfasında yer alan Like butonu sayesinde/aracılığıyla  Facebook’a aktarılıyor. Yine anlaşılıyor ki bu aktarım işlemi ziyaretçinin Facebook’da bir  hesabı olsa da olmasa da veya ziyaretçi Like butonuna tıklamasa da ve dahi sayfayı ziyaret eden kişi hiç farkında olmadan gerçekleşiyor. 

FASHION ID kendisinin 95/46 sayılı Direktif çerçevesinde veri sorumlusu olarak kabul edilemeyeceğini çünkü aktarılan veriler üzerinde etkisi olmadığını ve Facebook’un iletilen verileri nasıl kullandığını bilmediğini iddia ediyor.

95/46 sayılı Direktif açık biçimde bu mevzuatın temel amacının gerçek kişilerin temel hak ve özgürlüklerinin en yüksek seviyede korunması bağlamında  özellikle kişisel verilerin işlenmesiyle ilgili olarak gizliliğin korunması olduğunu işaret ediyor. Veri sorumlusu bir gerçek ya da tüzel kişi olabilir. Direktif, veri sorumlusu kavramını geniş biçimde ele alıyor ve veri sorumlusunun kişisel verinin işlenme amacı ile araçlarını bizzat veya başkalarıyla beraber belirleyen kişidir diyor.Demek ki veri sorumlusu illaki tek başına olmak zorunda değildir, resme birden fazla aktör katılabilir; ayrıca birden fazla aktör varsa illaki bunların tümünün kişisel veriye erişimi olması da gerekmez. Diğer yandan, birden fazla veri sorumlusu varsa, bunların tümünün eşit  sorumluluk düzeyinde olması da gerekmez, zira her biri kişisel veri işlenmesinde farklı aşamalarda yer almış olabilir. Ortak sorumluluk halinde olaydaki tüm faktörlere bakarak karar vermek gerekir.

Huzurdaki olayda FASHION ID, sayfasına Facebook’a ait Like butonunu koyarak, sayfayı  ziyaret edenlerin  kişisel verilerinin Facebook’a aktarılmasını mümkün kılmıştır ve bu veri aktarımı ziyaretçiler sayfaya girdiği anda meydana gelmiştir. Burada FASHION ID’nin yaptığı verilerin toplanması ve aktarım yoluyla Facebook’a ifşa edilmesidir. Bu noktada ilk etapta FASHION ID’nin  toplanan verilerin hangi amaçla toplandığını ve  hangi araçlarla işleneceğini bilmediği gibi veri işleme sürecine katılmadığı, dolayısıyla, veri sorumlusu olarak nitelendirilemeyeceği düşünülebilir. Verilerin toplanması için kullanılan araç düşünüldüğünde ise şu açıktır:  FASHION ID Like butonunu sayfasına yerleştirerek ziyaretçilerin verilerinin toplanıp Facebook’a aktarılacağının tamamıyla farkındadır. Tüm bunlar birlikte düşünüldüğünde şunu kabul etmek lazımdır ki, Facebook ve FASHION ID operasyonun temelinde verilerin toplanmasına  dair araç ve verilerin nasıl aktarılacağına dair kararı birlikte vermiştir.

Verilerin hangi amaçla toplandığı konusuna gelince;burada FASHION ID’nin Like butonunu sayfasına yerleştirmekteki amacının şu olduğu anlaşılmaktadır; sayfaya girenlerin Like butonuna basması halinde kendisinin sattığı malların Facebook sosyal medyasında daha fazla görünür hale gelmesi ve bunun sonucunda mallarının daha iyi tanıtımının yapılması. FASHION ID’nin verilerin toplanıp aktarılmasına açıkça olmasa da zımni biçimde izin vermesinin sebebi de mallarının tanıtımının artmasından kaynaklanan ticari menfaatten faydalanmaktır. Bu yapılan operasyon hem Facebook’un hem de FASHION ID’nin ekonomik menfaatlerine yaramıştır. Facebook ve FASHION ID gerçekleşen operasyonun amacına birlikte karar vermiştir. Böyle bir halde, sayfayı çalıştıran FASHION ID’nin veri sorumlusu olmadığı söylenemez. Sayfayı ziyaret edenlerden Facebook’da hesabı olmayanların verilerinin de toplanıp Facebook’a aktarıldığı düşünüldüğünde, özellikle bu ziyaretçilere karşı  FASHIONID’nin sorumluluğunun çok daha yüksek olduğu ortadadır.Dolayısıyla FASHION ID , verilerin toplanması ve aktarılmasına ilişkin olarak Facebook ile birlikte ortak veri sorumlusu  kabul edilebilir.

3. ve 4. Sorular  Hakkında

Ulusal Mahkeme kimin meşru menfaatini göz önüne alması gerektiğini sormaktadır.

Huzurdaki gibi ihtilaflarda dosyaya bakan Ulusal Mahkeme, eklentiyi (Like butonu) sağlayan kişi (Facebook), sayfayı yönetenden  (FASHION ID) ziyaretçi  bilgilerinin saklandığı terminal donanıma erişim almış mıdır diye araştırmalıdır. Olaydaki Ulusal Mahkeme toplanıp aktarılan verilerin kişisel veri olduğu ve bunların sadece terminal donanımda saklanan verilerle sınırlı olmadığı neticesine varmıştır.

Direktifin  7(f) maddesi veri sorumlusunun ya da verinin açıklandığı üçüncü kişinin/kişilerin meşru menfaatinin mevcudiyeti halinde, kişisel verinin işlenebileceğini belirtmektedir, bunun istisnası ise verisi işlenecek kişinin temel hak ve özgürlüklerine ilişkin menfaatlerin çiğnenmemesidir. Birden fazla veri sorumlusunun olduğu hallerde her bir veri sorumlusunun ayrı ayrı meşru menfaati olması aranır.

Ulusal Mahkeme ziyaretçilerin rıza beyanının kim tarafından alınması gerektiğini sormaktadır. Verilerin toplanıp aktarılmasına ilişkin rıza beyanı alınması konusundaki sorumluluk web sayfasını işletene aittir, çünkü ziyaretçi onun sayfasına girmektedir.

NETİCETEN:

1- Böyle bir davayı tüketici haklarını korumak amacıyla kurulmuş  dernekler de açabilir,

2- Olaydaki gibi bir durumda web sayfası operatörü veri sorumlusu olarak kabul edilebilir. Ancak bu sorumluluk, operatörün kişisel verinin işlenmesi konusunda belirlediği  amaç ve araçlara ilişkin dahil olduğu operasyonlarla sınırlıdır; yani olayımızda web sayfası operatörünün sorumluluğu, kişisel  verinin toplanması ve aktarım yoluyla ifşa edilmesiyle  sınırlıdır.   

3- Birden fazla veri sorumlusu bulunması halinde, veri işlemenin meşru  kabul edilebilmesi için her bir veri sorumlusunun ayrı ayrı meşru menfaati olmalıdır.

4- Ziyaretçilerin rızası web sayfası operatörü tarafından alınmalıdır, ancak onun alacağı rıza, operatörün kişisel verinin işlenmesi konusunda belirlediği amaç ve araçlara ilişkin dahil olduğu operasyonlarla sınırlıdır. Ziyaretçiyi gerekli şekilde bilgilendirme yükümlülüğü de web sayfası operatörü üzerindedir, lakin burada da operatörün sorumluluğu kişisel verinin işlenmesi konusunda belirlediği  amaç ve araçlara ilişkin dahil olduğu operasyonlarla sınırlıdır.

Özlem FÜTMAN

ofutman@gmail.com

Eylül 2019

KESKİN SİRKE KÜPÜNE ZARAR; “ACETO BALSAMICO DI MODENA” DAVASINDA HUKUK SÖZCÜSÜ GÖRÜŞÜ

Bugün İtalya ile ilgili bir dava hakkında yazacağımdan yazıyı okurken bir de İtalyanca şarkı dinleyelim dedim ve sizin için şarkının linkini aşağıya bıraktım. Toto Cutugno’nun söylediği 1983 tarihli ve Lasciatemi Cantare ya da L’italiano (ben bir İtalyanım) olarak bilinen bu pek meşhur şarkıyı 80’leri yaşamış olanlar çok iyi hatırlayacaktır. İyi dinlemeler!

Türkiye’de yaşayanların balzamik sirke ile tanışmasının geçmişi pek eski     sayılmaz, ancak bu sirke Avrupa gastronomi kültüründe oldukça yerleşik bir tat.

Balsam değişik bitkilerden elde edilen, aromatik ve yağlı bir öz ve çoğunlukla ilaçlarda, merhemlerde ve koku endüstrisinde kulanılıyor. Balsamın bu amaçlarla çok eskiden beri kullanımının izlerini birçok yerde sürmek mümkün; mesela balsam İncil’den Shakespeare’in oyunlarına ve oradan Wagner’in Parsifal operasına kadar sayısız dini-kültürel metin içinde geçiyor. Bugünse günlük yaşamda, farkında olmasak da, balsam kelimesini biz çoğunlukla meşhur İtalyan sirkesi “Aceto Balsamico di Modena’ ile biliyoruz aslında. Bu sirke bizim ülkemizde tükettiğimiz sirkelerden son derece farklı olarak koyu renkli, konsantre, olgunlaşmış üzümden mamül, kısmen fermente edilmiş, tatlandırılmış ve uzun yıllar ahşap fıçılarda olgunlaştırılmış bir ürün.   Hayır, sirkenin içinde balsam yok elbette ama İtalyanca “balsamico” “balsam gibi” demek;bu şekilde ürünün balsam gibi tedavi edici ve şifalı olduğu şeklindeki ilk inanışlara referans veriyor.    

Aceto kelimesi ise İtalyanca “sirke” demek.

Bugün inceleyeceğimiz Hukuk Sözcüsü görüşüne konu olayda tartışılan nokta kısaca “balsamico”, “aceto” veya “aceto balsamico” kelimelerinin  tek başına bir coğrafi işaret korumasına sahip olup olamayacağı. ABAD’dan yorum kararı vermesini talep eden Alman Yüksek Mahkemesi ve tescilli coğrafi işaretse Aceto Balsamico di Modena. Dosyaya Almanya, Fransa ve Yunan Devletleri ile AB Komisyonu görüş sunmuş.

Olaylar şöyle;

Consorzio Tutela Aceto Balsamico di Modena (Konsorsiyum), Aceto Balsamico di Modena coğrafi işaretli ürünlerin üreticilerinin Birliği.

Balema GmbH (Balema) ise Almanya’nın Baden bölgesinde sirke bazlı ürünler üretip pazarlayan bir şirket. Balema en az 25 yıldır sattığı ürünlerde “Balsamico’ ve ‘Deutscher Balsamico’ (Alman Balsamiği) ifadelerine yer veriyor ve etiketlerde ‘Theo der Essigbrauer, Holzfassreifung, Deutscher Balsamico traditionell, naturtrüb aus badischen Weinen’ (Sirke yapımcısı Theo, ahşap fıçılarda olgunlaştırılmıştır, Alman balsamik sirkesi, geleneksel, doğal tortulu, Baden üzümünden üretilmiştir) Veya ‘1. Deutsches Essig-Brauhaus, Premium, 1868, Balsamico, Rezeptur No 3’ [İlk Alman sirke yapımcısı, premium, 1868, balsamik, tarif No 3] gibi ifadelere yer veriyor.

Balemo’nun sirkeleri ‘Aceto Balsamico di Modena” coğrafi işaret tescilindeki spesifikasyonlara uyularak üretilmiyor.  

Konsorsiyum Balema’ya bir ihtarname göndererek diyor ki; bu kullanımlarla benim coğrafi işaretten doğan haklarımı ihlal ediyorsun, derhal kullanımlarına son ver. Balemo ihtarnameyi alınca soluğu Mahkemede alıyor ve kullanımlarının Konsorsiyum’un markasal haklarına tecavüz oluşturmadığının tespit edilmesini talep ediyor; Mahkeme Balemo’nun talebini reddediyor. Balemo bunun üzerine temyize başvuruyor, Temyiz Mahkemesi nezdinde Almanya’da Balsamico ibaresini sirke bazlı ürünler için kullanımının engellenmemesi yönünde karar verilmesini talep ediyor ve bu talebi kabul ediliyor. Temyiz Mahkemesi Konsorsiyum’un coğrafi işaret tescilinin “Aceto Balsamico di Modena” şeklinde olduğunu ve ancak bunun bir bütün olarak kullanımı halinde ortada bir ihlal olabileceğini, yoksa bu coğrafi işareti oluşturan kelimelerin tek tek veya farklı birlikteliklerle kullanımının bir ihlal doğurmayacağına hükmediyor. Dosya Alman Yüksek Mahkemesi önüne gidiyor ve Yüksek Mahkeme’de yargılamayı durdurup ABAD’dan bir yorum kararı talep ediyor.

Alman Yüksek Mahkemesi kısaca diyor ki; 1151/2012 sayılı Tüzüğün 13 (1)(a) veya (b) maddeleri ve buna bağlı içtihat uyarınca şu çok açık;tescilli bir coğrafi işaret eğer birden fazla terimden/kelimeden oluşuyorsa, bu coğrafi işaret başkalarınca sadece bütün olarak kullanılırsa  değil aynı zamanda içindeki kelimelerden birinin kullanımına karşı da korunur. Ancak 13(1) maddesinin ikinci alt fıkrasına göre tescilli coğrafi işaret içinde bir jenerik ibarenin geçiyor olması da verilen korumaya aykırı değildir. Bunun yanında AB Komisyonu, eğer coğrafi işaret birden fazla kelimeden oluşuyorsa, korumanın kapsamını sınırlayabilir yani işarette geçen bazı kelimelerin koruma kapsamında olmadığına karar verebilir. Ayrıca coğrafi işareti tescil ettiren kendisi de işarette geçen bütün kelimeler için koruma talep etmediğini bildirebilir. Bu durumda coğrafi işaret koruması altındaki “Aceto Balsamico di Modena”nın bütünü içinde yer alan ancak coğrafi yer adı belirtmeyen ibarelerin de korunması mümkün müdür, diğer deyişle, coğrafi işarete sağlanan koruma o noktaya kadar uzanmakta mıdır?

Öncelikle belirtelim ki 1151/2012 sayılı Tüzüğün   6(1) maddesine göre; jenerik ibareler coğrafi işaret olarak tescil edilemez (Generic terms shall not be registered as protected designations of origin or protected geographical indications.’). Peki bu anlamda jenerik ne demek? Onun cevabını da aynı Tüzüğün  3(6) maddesi şu şekilde veriyor; konu ürünün orijinal olarak üretildiği veya piyasaya sunulduğu yerle -bölgeyle veya ülkeyle bağlantılı olsa da, Birlik içinde bir ürünün ortak adı olmuş ibareler. (‘which, although relating to the place, region or country where the product was originally produced or marketed, have become the common name of a product in the Union’). Yine Tüzüğün 41. Maddesine göre bir kelimenin jenerikleşmiş olup olmadığı  konusunda özellikle ürünün tüketildiği yerlerdeki mevcut durum ile ilgili üye ülke veya Birlik hukuku yanında tüm ilgili faktörler gözönüne alınacaktır; ayrıca AB Komisyonu bu konuda ek kurallar koymaya yetkilidir.

Hukuk Sözcüsü görüşünü oluştururken davaya konu coğrafi işaretin tescil edilme sürecine bakıyor. O tarihlerde Almanya-Yunanistan ve Fransa bu tescilin yapılmasına karşı itirazlar ileri sürmüş.  Almanya demiş ki; böyle bir tescil piyasada 5 yıldan çok daha uzun süredir Balsamessig/Aceto balsamico şeklinde ürün üretip satanları zor durumda bırakır. Fransa demiş ki; zaten “Aceto balsamico tradizionale di Modena” diye tescil var daha evvelden yapılmış, “Aceto Balsamico di Modena” ‘nın bundan bağımsız tek başına bir ünü yok ki niye bir de böyle bir tescil yapıyoruz. Yunanistan demiş ki “aceto balsamico” “balsamic” gibi kelimeler jeneriktir + Yunanistan’da 5 yılı çok aşan bir süredir “balsamico”, “balsamon” gibi isimler altında ciddi bir sirke üretimi var ve vaki coğrafi işaret tescilinin verilmesi piyasada negatif bir etki doğurur.

Yine tescil edilme aşamasında AB Komisyonu bir araştırma yaptırmış ve bu araştırma neticesinde hazırlanan raporda Aceto Balsamico di Modena’nın ulusal ve uluslararası piyasalarda inkar edilemeyecek bir üne sahip olduğu belirtilmiş. Raporda ayrıca Aceto Balsamico di Modena’nın karakteristik, kullanım, dağıtım kanalı, sunum, fiyat gibi birçok yönden “Aceto balsamico tradizionale di Modena” dan farklı olduğuna işaret edilmiş.

İncelediğimiz Hukuk Sözcüsü görüşüne konu davada İtalya, Yunanistan, İspanya, Almanya ile AB Komisyonu görüş sunmuş.

Hukuk Sözcüsü önce şuna işaret ediyor; prensip olarak, tescil edilmiş bir coğrafi işarette jenerik unsurlar mevcutsa o jenerik unsurların başkalarınca kullanımı coğrafi işaretin ihlali anlamına gelmez. Mesela  “Prosciutto di Parma” (Parma jambonu) tescilli coğrafi işaretinde yer alan  ‘prosciutto’ kelimesinin başka üreticilerce kullanımı engellenemez.  Nitekim “Edam Holland” ihtilafında da bu prensip uygulanmış ve Edam kelimesinin jenerik olduğuna işaret edilmiştir (Schutzgemeinschaft Milch und Milcherzeugnisse v Commission (C‑517/14 P, EU:C:2015:700). Jenerik kelimeler artık bir coğrafi yeri çağrıştırma özelliğini kaybetmiştir ya da zaten en baştan beri-her zaman jenerik özellik taşımıştır.  

Alman, Yunan ve İspanyol Hükümetleri ile Komisyon’a göre; ‘Aceto’, ‘Balsamico’ ve ‘Aceto Balsamico’ kelimeleri jenerik veya ortak (kullanılan) kelimelerdir, ‘Balsamico’ ya Latince’deki ‘balsamun’ kelimesinden ya da Yunanca’daki ‘βάλσαμον’ kelimesinden gelmektedir ,İtalyanca-Portekizce-İspanyolca’da kullanılmaktadır ve -başka birçok anlamı dışında- tıbbi amaçlarla kullanılan bir sakinleştirici preparasyondur. Bu argümana karşı Hukuk Sözcüsü diyor ki; bir kelimenin jenerik olup olmadığını incelerken kelimenin bir dilde anlamı olup olmadığının ehemmiyeti yoktur, halihazırda coğrafi çağrışım yapma özelliğini yitirmiş mi ona bakmalıyız.  Mesela “feta” İtalyanca’da “dilim” demektir ve ilk batında bunun peynir için jenerik olduğu düşünülebilir. Ancak ABAD “feta”nın jenerik olmadığına karar vermiştir. (Germany and Denmark v Commission (C‑465/02, C‑466/02, EU:C:2005:636) Mahkeme bu yönde karar verirken Yunanistan’da üretilen ve üretilmeyen peynirlere, tüketicinin bunu nasıl algıladığına, bu ürüne ilişkin ulusal mevzuat ve düzenlemeler gibi unsurlara bakmıştır.Mahkeme’ye sunulan delillerden Yunan tüketicilerin çoğunluğunun “feta”yı jenerik olarak algılamadığı, buna karşın Danimarka’da ki tüketicilerin çoğunluğunun ise  jenerik olarak algıladığı anlaşılmıştır; diğer Birlik üyesi ülkelerin meseleyi nasıl algıladığına dair kat’i bir delil ise sunulmamıştır. ABAD kararını oluştururken şu hususa da önem atfetmiştir; Yunanistan dışındaki üye ülkelerde feta peyniri satılırken çoğunlukla Yunan kültürüne ve uygarlığına atıf yapan ürün etiketleri kulanılmaktadır ki bu da o üye ülkelerdeki tüketicilerin, ürün Yunanistan’da üretilmemiş olsa bile,  feta’yı Yunanistan ile ilişkili olarak algıladığını göstermektedir.

Feta kararına atıf yapan Hukuk Sözcüsü huzurdaki dosyada aynı yönde bir görüşe varamadığını söylüyor ve diyor ki;  ‘Aceto’ nun İtalyanca’da günlük kullanılan ve kamuya mal olmuş bir kelime olduğu tartışmasız, bunun yanında ‘balsamico’ birçok tüketicinin zihninde Konsorsiyum’un ürettiği ürünle bağlantılı görünmekle beraber bu kelimeye kaynaklık eden  ‘balsam’ ve  ‘balm’ kelimeleri çok genel ve coğrafi işaret koruması verilebilecek türden değil, bu kelimelerin hiçbiri halihazırda bir coğrafi yer çağrışımı yapmıyor. Bu durumda bu kelimeler 3(6) maddesi uyarınca bana göre jenerik tanımlamasının içine giriyor. Tabii ki bakılması gereken asıl nokta ortalama tüketicinin algısıdır ve neticeten buna bakıp değerlendirecek olan da Ulusal Mahkeme’dir; Ulusal Mahkeme incelemesini yaparken sunulacak tüketici araştırmaları gibi delilleri inceleyerek görüş oluşturabilir. Eğer Ulusal Mahkeme’nin elinde bu bahsettiğim türde bir delil yoksa huzurdaki dosyada ABAD’ın kendi başına bu kelimelerin jenerik olup olmadığını değerlemesi mümkün görünmemektedir; ancak ben yine de ABAD’ın dosyada, böyle deliler yoksa bile, 583/2009 sayılı Tüzüğü yorumlayarak bir görüş oluşturabileceğini düşünüyorum.

Şimdi bu noktadan sonra bizde Hukuk Sözcüsü’nün adımlarını takip edelim ve yukarıda belirttiklerimize ek olarak, kendisinin 583/2009 sayılı Tüzük ile içtihat çerçevesinde ABAD’a ne şekilde mihmandarlık edecek bir  görüş oluşturduğuna bakalım. Hukuk Sözcüsü şu hususları öne çıkarıyor;    

— Aceto Balsamico di Modena tescil edilirken herhangi bir sınırlama koyulmamış yani işarette geçen şu kelime koruma kapsamında değildir vs diye bir daraltma yok.

—Almanya, Yunanistan ve Fransa tecil yapılırken itirazlar ileri sürmüşler.  Almanya ve Yunanistan özellikle diğerlerinin yanında  ‘Aceto balsamico’nun jenerik olduğunu iddia etmiş.

—Tüzük açıkça korumanın “Aceto Balsamico di Modena” şeklinde bir bütün olarak verildiğini belirtiyor.

—Tescil yapılırken itirazlar geldiği halde Komisyon ‘Aceto’, ‘Balsamico’ veya ‘Aceto Balsamico’ kelimelerinin jenerik olup olmadığı veya coğrafi olmayan unsurlar olup olmadıklarını belirlememiş. Halbuki mesela Edam Holland tescili yapılırken Edam’ın jenerik olduğu belirtilmiş. Ancak şöyle bir durum da var; Chiciak and Fol ihtilafında (C‑129/97 and C‑130/97, EU:C:1998:274) ABAD, bileşik kelimelerden oluşan coğrafi işaret tescilleri yapılırken işarette yer alan bir kısım kelimeler için koruma talep edilmediğine dair bir kayıt yok ise bunun illa da tescil edilen işaretin her bir parçasının korunacağı anlamına gelmeyeceğini belirtmiştir.

—Yukarıda belirtilen Tüzük içerikleri, içtihat ile Almanya -Yunanistan ve Fransa’nın itirazları hep birlikte değerlendirildiğinde Komisyon’un Konsorsiyum’a sadece ve bütün olarak ‘Aceto Balsamico di Modena’ için koruma verdiği kabul edilmelidir.

—Tüzük’de ‘Aceto Balsamico di Modena’nın ününe özellikle vurgu yapılmış. Ayrıca her ne kadar Almanya-Yunanistan ve Fransa ‘Aceto’, ‘Aceto Balsamico’ ve ‘Balsamico’ nun tesciline itiraz etmişse de bunların bir bütün halinde yani ‘Aceto Balsamico di Modena’ şeklindeki tescile itiraz etmedikleri de not düşülmüş. Yukarıda da belirtildiği üzere Tüzük’de “koruma bir bütün halinde ‘Aceto Balsamico di Modena’ için verilmiştir” denmektedir.  Bu durumda bana göre şu konu çok açık; Kanun koyucu ‘Aceto’, ‘Aceto Balsamico’ ve ‘Balsamico’ terimlerinin jenerik olduğu veya coğrafi bölümler olmadığı kanaatindedir.

—-Ayrıca ‘Aceto balsamico tradizionale di Reggio Emilia’ şeklindeki bir başka coğrafi işaret tescilinin varlığı da ‘Aceto’, ‘balsamico’ ve ‘Aceto balsamico’ kelimelerinin genel (kullanılan) kelimeler olduğuna işaret ediyor.

SONUÇ OLARAK HUKUK SÖZCÜSÜ DİYOR Kİ; ‘Aceto Balsamico di Modena’ coğrafi işaret tescilinin koruması ‘Aceto’, ‘Balsamico’ ve ‘Aceto Balsamico’ şeklindeki genel veya coğrafi olmayan kelimeleri de kapsar biçimde değerlendirilemez.

Lasciatemi Cantare Türkçe’ye “Bırakın da şarkı söyleyeyim” şeklinde tercüme edilebilir. Konsorsiyum coğrafi işaret tesciline dayanarak adeta diyor ki “bırakın da şarkı söyleyeyim, yani bu coğrafi işaret tescilini “aceto”, “balsamico” veya “aceto balsamico” ibarelerini kullanan herkese karşı ileri sürebileyim”. Hukuk Sözcüsü ise diyor ki “piano piano prego, söyleyeceğin şarkı   “Aceto Balsamico di Modena” ise hayhay, ama ondan ötesi olmaz”. Benim fikrim ne? Ben Hukuk Sözcüsü’ne katılıyorum, Konsorsiyum olayı biraz abartmış bence.

Özlem Fütman

Ağustos 2019

ofutman@gmail.com

DON KİŞOTLUK YAPMAYALIM(MI)!; COĞRAFİ İŞARETLERDE ÖNEMLİ BİR KARAR

Olmayacağını düşündüğümüz şeyler için mücadele eden ya da herkes sessiz kalırken ortaya çıkıp itiraz eden  insanlar için ne deriz; Don Kişotluk yapıyor! Malum, Don Kişot bir roman kahramanıdır ve yel değirmenlerine karşı savaşır. Elinde mızrağı, yanında köylü uşağı Sanço Pansa, altında Rosinante adını verdiği sıska atı, aslında bir köylü kadını olan fakat kendisinin asil ve soylu olduğuna inandığı aşkı Dulcinea, ince uzun zayıf silueti ve sivri sakalıyla yaşlı Don Kişot’un görüntüsü eminim hepinizin zihninin bir yerlerinde duruyordur.

Romanı çocukken veya ilk gençliğinizde  okuduğunuzda Don Kişot’un hal-tavır-düşünüşüne-sanrılarına ve giriştiği nafile hayali savaşlara gülebilirsiniz; bildiğin delidir Don Kişot, komiktir, insan yeldeğirmenlerine karşı savaşır mı hiç yahu! Olgun yaşlara geldiğinizde roman sizde farklı hissiyatlar uyandırmaya başlar çünkü bir yandan  mantığınız baskın hale gelirken diğer yandan sık sık siz de kendinizi yeldeğirmenlerine karşı savaşır gibi hissetmeye başlamışsınızdır. Olgunluk yaşlarınıza girdiğinizde ise roman bambaşka anlamlar kazanmaya başlar gözünüzde , Don Kişot efendi ile kitabın yazarı arasındaki bağlantıyı görmeye başlarsınız ve belki dersiniz ki; yeldeğirmenleri hayatın ve insanların zalimliği, yaşamın büyüklüğü ve ölümün kavurucu kesinliğidir, Don Kişot ise tüm bunlara karşı -artık yaşlanmış ve gücünü yitirmeye başlamış-  adem oğullarının biteviye ve ümitsiz savaşıdır. Ya da olgunluğunuzda belki de şöyle dersiniz; ne olursa olsun yeldeğirmenlerine karşı savaşır-savaşmalıdır insan, yeldeğirmenlerinin temsil ettiği her şeye karşı, yoksa nefes almanın ne anlamı kalır? 

Hakikaten kendisi de deli seviyesinde atak olduğu anlaşılan , hapislere düşmüş, defalarca kez savaşlarda esir alınmış -hatta Osmanlı’ya esir düşüp  İstanbul’da ki Mimar Sinan eseri Kılıç Ali Paşa camiinin inşaatında esir işçi olarak çalışmış- Cervantes belki de kendi yaşamının muhasebesini tutmaktadır bu kitapta.  (Her metin ucundan kıyısından biraz da yazarın kendisi değil midir zaten?)

Don Kişot karakterini ilginç kılan noktalardan biri de bireyselliğidir aslında çünkü yeldeğirmenlerine karşı tek başına savaşan biridir o,  ki kitabın yazıldığı yüzyılda bireyselliğin pek  matah bir şey olarak görüldüğünü sanmıyorum. Ayrıca hayali bir dünyada yaşayan Don Kişot ve mantığın sesi olan Sanço Pansa ikilisi muhtemelen sonraki yüzyıllarda edebiyatta, TV’de ve sinemada gördüğümüz zıt karakterlere sahip ikililerin ilk önemli örneklerindendir.  Güzel bir hayalperesttir Don Kişot, belki birçoğumuz gibi…

Ne derseniz deyin, 1547-1616 yılları arasında yaşamış İspanyol yazar Cervantes’in kaleme aldığı ve ilk cildi 1605 yılında basılmış,  kısaca Don Kişot diye andığımız ama orijinal adı “La Manchalı Yaratıcı Asilzade Don Kişot” olan roman insanlık tarihinin bir değeridir. Zira bu roman edebiyatta dünyadaki modern roman türünün ilk örneklerinden biri hatta ilki olarak kabul edilir. Kurmaca yazının bu değerli metni için Borges’in “dünyada bütün kitaplar yanabilir, ama Don Kişot kalsın” dediği söylenir.

Don Kişot romanı nasıl referans alınıyorsa, ABAD’ın aşağıda yazacağım kararı da coğrafi işaretler açısından ileride sık sık atıf yapılacaklar arasına girecek bence. Neydi romanın orijinal adı; La Manchalı Yaratıcı Asilzade Don Kişot. La Mancha İspanya’nın orta bölümünde bulunan bir bölgenin  adı, hadi buradan başlayalım davamızdan konuşmaya.

Bu davada korunan coğrafi işaret “QUESO MANCHEGO”, önce bunu bir kenara not edelim. (queso peynir demek) Queso Manchego peynirleri İspanya’nın La Mancha bölgesindeki koyunların sütlerinden coğrafi işaret koruması altında belirtilen usullere göre üretiliyor. The Fundación Consejo Regulador de la Denominación de Origen Protegida Queso Manchego (Kuruluş) ise bu coğrafi işaretin korunması ve yönetilmesinden sorumlu.

Industrial Quesera Cuquerella SL (IQC) isimli şirket ürettiği peynirlerin paketlerinde Don Kişot’un klasik görünümüne benzeyen bir şövalye, bir at, yeldeğirmenleri, koyunların olduğu bir manzara resmi ile Quesos Rocinante’ (‘Rosinante peynirleri’), Super Rocinante , Adargo de Oro ve Rocinante kelime unsurları var. IQC’nin peynirleri coğrafi işaret kapsamında üretilmiyor ama.

Kuruluş, IQC ve Juan Ramón Cuquerella Montagud adlı kişiye karşı dava açıyor ve diyor ki; dava konusu peynirlerin üzerinde kullanılan  etiketlerde yer alan çizimler ile Quesos Rocinante-Rocinante kelime unsurunun kullanılması, bunları taşıyan peynirlerin satılması/pazarlanması QUESO MANCHEGO coğrafi işaretine tecavüz teşkil ediyor çünkü bu şekil ve kelime unsurları vaki coğrafi işareti çağrıştırıyor. 

İspanya’daki ilk derece Mahkemesi peynirler üzerindeki şekil ve kelime unsurlarının görsel ve okunuş olarak QUESO MANCHEGO coğrafi işaretiyle benzer olmadığı gerekçesiyle davayı reddediyor. Mahkeme ayrıca Rocinante kelimesinin ve şekil unsurlarının veya Don Kişot hayali karakterine benzeyen şekil unsurunun olsa olsa İspanya’nın LA MANCHA bölgesini çağrıştırabileceğini ancak bunun illaki QUESO MANCHEGO coğrafi işaretini çağrıştırma anlamına gelmeyeceğini  söylüyor.

Kuruluş kararı temyiz ediyor ancak 2. Derece Mahkemesi’nde de lehine sonuç alamıyor. Dosya İspanya Yüksek Mahkemesi’ne taşınınca bu Mahkeme yargılamayı durduruyor ve ABAD’a aşağıdaki soruları soruyor;

—- Tescilli bir coğrafi işaret kullanılan figüratif unsurlarla çağrıştırılabilir mi ?

—- Figüratif unsurların kullanılması coğrafi işaretin bağlı olduğu coğrafi alanı çağrıştırıyorsa ve fakat bu unsurları kullanan üretici o coğrafi işaretin sınırları içinde yerleşik olduğu halde ürettiği ürünler coğrafi işaretin koruma kapsamı içinde değilse, bu  kullanımlar yine de  coğrafi işaretin çağrıştırılması anlamına gelir mi?

Yüksek Mahkeme ABAD’a aşağıdaki vak’aları da sunuyor:

— QUESO MANCHEGO coğrafi işaretinde yer alan MANCHEGO kelimesi bir sıfattır ve İspanyolca’da LA MANCHA bölgesinden gelen insanları ve ürünleri tanımlamak için kullanılır.

— Cervantes’in yazdığı Don Kişot kitabında olayların çoğu LA MANCHA bölgesinde geçmektedir ve kitapta hayali Don Kişot karakteri belli fiziki özelliklerle ve giyim tarzıyla resmedilmiştir ki, bu özellikler Adarga de Oro markalı peynirlerde son derece yakın görünümde kullanılmıştır. Adarga arkaik bir kelime olup deriden yapılmış küçük kalkan anlamına gelmektedir ve Cervantes’in kitabında Don Kişot karakteri de böyle bir kalkan kullanmaktadır. Rocinante kitapta Don Kişot’un atının adıdır. Don Kişot’un kitapta savaştığı yel değirmenleri LA MANCHA bölgesinde tipik yapılardır.

Bakalım ABAD ne diyor;

1- Tescill bir coğrafi işaret figüratif unsurların kullanımıyla da çağrıştırılabilir. Çünkü Coğrafi İşaret Tüzüğü’ne göre tescilli coğrafi işaretler “her türlü” çağrıştırmaya karşı koruma altındadır ve burada geçen “her türlü” kelimesi bir işaretin hem kelime hem de figüratif unsurlarla çağrıştırılmasını kapsar. Buradaki temel kıstas kullanılan kelime ya da figüratif unsurla karşılaştığında tüketicinin zihninde doğrudan  tescilli coğrafi işaretin belirmesini sağlayan bir tetikleme olup olmayacağıdır. Ulusal Mahkeme kullanılan figüratif unsurların tescilli işaret ile kavramsal bir yakınlığı olup olmadığına bakmalıdır.

2- Tescilli coğrafi işaretin bağlı olduğu coğrafi alanı çağrıştıran figüratif unsurları kullanan üretici o coğrafi alanda yaşıyorsa ve  ürettiği ürünler coğrafi işaretle korunan ürünlerle benzer veya karşılaştırılabilir nitelikte olup coğrafi işaretin kapsamı içinde yer almıyorsa bu da çağrıştırma sayılır. Çünkü Tüzük bu tip hallerde çağrıştırma olmayacağına dair bir ifade içermemektedir. Aksi halin kabulü o üreticinin tescilli işaretten haksız fayda sağlamasına sebep olur. Bu noktada ulusal Mahkeme  davalının kullandığı figüratif unsurlarla davacının  işaretinin kapsadığı coğrafi alan arasında yeterince açık ve direkt bir kavramsal yakınlık olup olmadığına bakmalıdır.

Bu noktada İspanya Yüksek Mahkemesi  özellikle Manchalı Don Kişot’un  klasik görünümüne benzeyen şövalye, bir at, yeldeğirmenleri, koyunların olduğu manzara resminin tüketicilerin zihninde aniden tescilli coğrafi işareti doğrudan hatırlatacak/bunu tetiklemeye yetecek açıklıkta  bir kavramsal yakınlık içerip içermediğini incelemelidir. Bu sırada Yüksek Mahkeme kullanılan bütün figüratif unsurların ve kelime unsurlarının göz önüne alınıp alınmaması gerektiğini de ölçmelidir.

Gördüğünüz gibi Don Kişot romanı aradan yüzyıllar geçtikten sonra bile insanlara ilham oluyor, popülerliğini sürdürüyor. Bizde de Don Kişot’a şiirlerde, şarkılarda sık sık atıf yapıldığını farkedersiniz, mesela kanaatimce Bülent Ortaçgil’in çok sevdiğim Değirmenler şarkısı açıkça Don Kişot ile analoji yapmaktadır. 

Özlem FÜTMAN

ofutman@gmail.com

Mayıs 2019

ABAD KİM?

Harry Potter’ın okula başlama hikayesini hatırlayanınız vardır eminim. Harry’nin  okula başlama yaşı gelince okul müdürü Albus Dumbledore, Harry’e bir mektup yazarak kendisini resmi olarak Hogwarts’a gelip okula başlamaya davet eder. Fakat Harry’nin teyzesi ve eniştesi, mektubun içeriğini tahmin ettiklerinden, bunu yırtıp atarlar ve Harry’e vermezler. Dumbledore yılmaz ve üst üste aynı mektubu defalarca kez gönderir, lakin teyzeyle enişte de aynı azimle gelen bütün mektupları yok ederler. Nihayetinde bir gün evin kapısından bacasından binlerce mektup yağmur gibi yağmaya başlar ve ev mektuplarla dolar taşar.

İşte benim hayatımda son zamanlarda biraz öyle oldu galiba; işyerinde- evde, değdiğim her yerde nereye elimi atsam bir ABAD kararı- bir hukuk sözcüsü görüşü çıkıyor; masaların, koltukların, sehpaların üstü, raflar, çantalarımın içi  ve daha aklınıza gelebilecek her yer karar ve görüşlerle dolu. Yardımcım Ayfer’in deyişiyle “Ne bunlar böyle ya? Her yer kağıt kağıt kağıt, topla topla bitmiyorlar vallahi”!!!! 

Court of Justice of the EuropeanUnion (CJEU) yani Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın (ABAD) adını aramızda neredeyse her Allah’ın günü anıyoruz. Gün geçmiyor ki bir Hukuk Sözcüsü görüşünden veya bir ABAD yorum kararından bahsetmeyelim bu sitede. Ben eskiden de ABAD kararlarını ve Hukuk Sözcüsü görüşlerini okurdum, ama sitede yazmaya başladığımdan beri ABAD’da görev yapan  hakim ve hukuk sözcüleriyle kendimi neredeyse akraba gibi hissediyorum artık!

Bize Hukuk Fakültesi’nde ne öğretmişlerdi Kuvvetler Ayrılığı konusunda; Yargı, eşitler arasında önde gidendir. AB’nin bir çok organı ve değişik kurumları  var, ama bir de ABAD var işte bulunduğu noktadan Eski Kıta’yı  şekillendiren.

Geçenlerde yine bir ABAD kararını okurken birden durup dedim ki; ben ABAD hakkında ne biliyorum? Aklıma tabii ki bazı bilgiler geldi ve zihnimde ABAD’ın logosu belirdi.  Tamam ABAD Avrupa Birliği’nin Mahkemesi, ama mesela kaç hakim ya da hukuk sözcüsü görev ifa ediyor orada ya da ABAD ne zamandır var?  Tabi merak böceği zihni ısırınca karar okumak filan hak getire, bilgisayarın başına geçip araştırmaya başladım, sonra da bulduklarım içimde kalmasın ve  sizlerle de paylaşayım istedim.

Önce hemen şunusöyleyeyim; Takipçilerimiz arasında Avrupa Birliği Hukuku üzerine çalışanlar olduğunu biliyoruz veya bu alanda çalışmasa da eminim ki konu hakkında benden fazla bilgisi olanlar vardır. Dolayısıyla yazıdaki bilgilerin hatalı-eksik-güncellenmemiş olduğunu ya da benim yararlanılan kaynaklardan hatalı bir çeviri yaptığımı düşünenler varsa kendilerini yorum yazarak veya yazacakları ayrı bir yazıyla katkı sağlamaya ve beni düzeltmeye davet ediyorum. Böylece hem ben hem de takipçiler daha doğru biçimde bilgilenmiş olur.

Buyurun bakalım, ABAD’ı takdimimdir!

ABAD’ın rolü genel olarak şöyle tarif ediliyor; AB Hukuku’nun tüm üye ülkelerde aynı şekilde yorumlanıp uygulanmasını temin etmek; üye ülkelerin ve AB Kurumlarının AB Hukuku’na riayet etmesini temin etmek. 

ABAD 1952 yılında kurulmuş ve Lüksemburg’da. Aranızda Mahkemeyi  ziyaret etmek isteyenler olur belki diyerek açık adresini de vereyim: Palais de la Cour de Justice, Boulevard Konrad Adenauer, Kirchberg,L-2925, Lüksemburg.

Bunlar da ABAD’ın altın renkli  binaları işte;

ABAD bu altın renkli binalara 2008 yılında taşınmış ve alan toplamda 124.000 m2, binaların kapladığı alan ise 75.000 m2. Binanın maliyeti 355 milyon Euro.

31.12.2017 itibarıyla;

—– 1952’den beri ABAD’da çalışanların %60’ı kadın. Çalışanların yaş ortalaması 44.

—- ABAD’da bir çok  dilbilimci avukat ve 74 tercüman var.

—-  1.135.000 sayfa tercüme edilmiş, 696 duruşmada ve yıllık toplantılarda sözlü tercüme yapılmış.

—- ABAD kütüphanesinde 245.000 kitap var ve bu kitaplar yanyana koyulduğunda 10,2 km bir uzunluk oluşturuyor.

ABAD’ın 2018 yılı bütçesi 410,03 Milyon Euro.

Etkileyici veriler değil mi?

ABAD’ın  gördüğü dava türleri genel olarak şöyle klasifiye edilmiş;

  • Hukukun Yorumlanması (ön karar) – Bir üye ülke mahkemesi AB Hukuku’na ilişkin bir maddenin yorumlanması veya geçerliliği konusunda şüpheye düşerse ABAD’dan bu konuda görüş/yorum sorabilir. Aynı şekilde bir görüş/yorum bir ulusal hukukun veya uygulamanın AB hukuku ile uyumlu olup olmadığı yönünden de sorulabilir.
  • İhmal Davaları; Bir üye ülkenin AB Hukuku’na uymaması halinde bir başka üye ülke veya AB Komisyonu tarafından hukuka uymayan ülke aleyhine açılan davadır.
  • İptal Davaları; AB hukuk kurallarından birinin temel haklara veya AB Sözleşmelerinden birine  ters düşmesi sebebiyle iptali talebiyle açılan davalardır. Böyle bir davayı bir AB hükümeti, AB Komisyonu, AB Konseyi veya bazı durumlarda AB Parlamentosu açabilir. Gerçek kişilerde kendilerini doğrudan ilgilendirmesi halinde böyle bir dava açabilir.
  • Hareketsizlik Davaları  –AB Parlamentosu-AB Konseyi ve AB Komisyonu bazı hallerde belli kararları vermek zorundadır. Eğer bu tip kararları vermekten imtina ederlerse üye ülkeler, diğer AB kurumları ve belli koşullar halinde, gerçek kişiler ya da şirketler de ABAD’a başvurabilir.
  • Tazminat Davaları – AB’nin veya çalışanlarının eylemleri ya da eylemsizlikleri sebebiyle menfaatleri zarar gören kişi veya şirketlerin bunlar aleyhine açabilecekleri davalardır. Bu tip davalar için 2 yol var; 1-Ulusal bir Mahkeme nezdinde dava açılıyor ve ilgili ulusal Mahkeme davayı ABAD’a göndermeye karar verebiliyor. 2-Doğrudan Genel Mahkeme nezdinde dava açılıyor.

ABAD bünyesinde 2 Mahkeme var;

1-Adalet Divanı (Court of Justice)

2-Genel Mahkeme

2011-2016 arasında görev yapmış üçüncü bir Mahkeme daha varmış ama 2016’dan beri onun görevlerini de Genel Mahkeme yapıyor. 1952 senesinden beri bu 3 Mahkeme toplamda 35.382 karar vermiş.

Court of Justice’de her bir üye ülkeden bir Hakim (28 Hakim) ve toplamda 11 Hukuk Sözcüsü görev yapıyor. Genel Mahkeme’de ise 47 Hakim var ama bu sayı 2019 yılında 56 Hakim’e çıkarılacak yani her bir üye ülkeden iki Hakim atanacak.

Her bir Hakim ve Hukuk Sözcüsü 6 yıllık bir dönem için atanıyor, görev süresinin üye ülkelerin ortak kararıyla aynı süre için uzatılması mümkün.Her bir Mahkeme 3 yıllık süre için görev yapacak bir Başkan seçiyor ve Başkan’ın görev süresi de  yenilenebiliyor.

ABAD NASIL ÇALIŞIYOR?

Yazılı Aşama

Dosyanın tarafları yazılı  beyanlarını Mahkeme’ye sunuyor. Üye ülkelerin ulusal kurumlarının, AB Kurumlarının ve bazen gerçek kişilerin de Mahkeme’ye görüşlerini sunma hakkı var. Nitekim bazı davalarda böyle görüşlerin sunulduğunu hatırlarsınız, biz de bunlara yazılarımızda yer vermiştik.

Tüm bu sunulanlar dosyanın röportör hakimi tarafından özetleniyor ve Mahkeme  tarafından bir oturum yapılarak aşağıdakiler konusunda karar veriliyor ;

— Dava  kaç Hakim tarafından görülecek. 3 Hakim mi, 5 Hakim mi yoksa 15 Hakim tarafından mı. Çoğunlukla davalar 5 Hakimle görülüyor , çok istisna durumlarda bir dosyaya  15 Hakim  bakıyor.

— Duruşma açılacak mı açılmayacak mı?

— Dosyada bir hukuk sözcüsünden görüş alınması gerekiyor mu?

Sözlü Aşama/Duruşma

Avukatlar argümanlarını hakimlere ve hukuk sözcüsüne sözlü olarak ifade ediyorlar. Hakimlerin ve hukuk sözcüsünün avukatlara soru sorması mümkün. Eğer Mahkeme hukuk sözcüsünden görüş alınması gerektiğine karar vermişse bu görüş duruşmadan sonraki haftalarda veriliyor. Daha sonra ise Mahkeme kararını veriyor.

Genel Mahkeme nezdindeki prosedür de buna benzer yalnız şu farkla; çoğu dava 3 hakim tarafından görülüyor ve orada hukuk sözcüsü yok. 

CVRIA NE DEMEK?

ABAD’ın logosunda CVRIA yazdığını biliyoruz. CVRIA Latince bir kelime ve Latince’de U harfi V şeklinde yazılıyor (Latince V harfini içeren ve  V’nin U olarak okunduğu çok meşhur bir saat ve mücevher markası var, hatırladınız değil mi?)

Curia ile ilgili şöyle bir tanımlama buldum; “Roma’nın erken dönemlerinde aşağı yukarı kabilelere göre yapılmış toplumsal taksimle oluşmuş her bir alt bölüm ve aynı zamanda bir mecaz-ı mürsel olarak kabile üyelerinin bir araya gelerek kabile ile ilgili meselelerini tartıştıkları yer.”

Başka bir yerde de CVRIA için toplumsal, resmi ve dini meselelerin tartışıldığı mahkeme, meclis veya konsül deniyor.

Merriam-Webster online sözlüğünde kelimenin bir ortaçağ kralının mahkemesi anlamına da geldiği belirtiliyor.

Anlaşılan o ki CVRIA, ABAD’ın Avrupa Topluluklarının Mahkemesi olmasına refere ediyor ve bu toplumların hukuki meselelerinin tartışıldığı bir Mahkeme olmasına atıf yapıyor. Latince bir kelime seçilmiş olması da tesadüf olmasa gerek, herhangi bir üye ülkede konuşulan dildeki bir kelime yerine Batı dünyasında  temel dil olarak yer almış Latince’nin seçimi de kültürün kendi içerisinde manalı ve mantıklı.

Özlem FÜTMAN

ofutman@gmail.com

Mayıs 2019

PH5 ve HENNINGSEN; JAPONYA’DAN İKİ KARAR

Tasarım sevenler ve özellikle İskandinav tasarımlarına meftun olanlar için POUL HENNINGSEN ismi efsaneler arasındadır. 1894-1967 yılları arasında yaşamış, Danimarka’nın  milli ikonlarından biri olan   Henningsen’in tasarımları bugün de güncelliğini koruyan ve çağının çok ötesinde işlerdir. Henningsen binalar yanında Kopenhag’ın ünlü Tivoli bahçelerinin bir kısmını ve  bazı tiyatroların  dekorlarını tasarlamakla beraber, global ölçekte adını hafızalara asıl kazıyan lamba tasarımlarıdır.  (Kuzey ülkelerinden lamba üzerine çalışan bu kadar çok sayıda ünlü tasarımcı çıkması  ayrı bir yazının konusu olmayı hak ediyor aslında. Bu muhtemelen bir  tesadüf değil, bilakis  Kuzey’in ışık ile olan meselesinin yarattığı bir dinamik olabilir. )     

 Bir odanın doğru aydınlatılması için para gerekmez, sezgi ve kavrayış lazımdır”.

Henningsen’i lamba tasarlamaya iten şey o vakitlerde (1920’ler) alışkanlığı olduğu  üzere yaptığı tren yolculuklarından birinde görüp düşündükleridir. Trende giderken gördüğü  evlere bakarak  der ki;Akşam vakti trende giden birisi birinci kattaki evlere baktığında onların ne kadar kasvetli olduğunu görüp sarsılabilir. Mobilyalar, stil halılar vs evdeki her şey aslında ışıklandırmanın yanında tali unsurlardır. Bir odanın doğru aydınlatılması için para gerekmez, sezgi ve kavrayış lazımdır”

Henningsen’in lamba tasarımlarından özellikle üç tanesi dünya çapında meşhurdur ve bunlar bugün de halen ciddi satış rakamlarına ulaşmaktadır. Yaratılış zamanlarına göre, görece olarak, “eski tarihli” ama zevk-kullanım pratiği ve estetik açısından “yepyeni” olan bu tasarımlar PH5, Artichoke (enginar) ve Snowball (kartopu) diye adlandırılır. 

“Lamba yahu altı üstü, nedir ki yani” demeyin lütfen, bu lambalar Danimarka kültürünün bir parçası ve Henningsen’in tasarımları birer modern klasik aslında.

Henningsen’in lambalarını ilginç ve arzulanır kılan tek şey tasarımların cezbedici ve ilginç hatları değil, esasen bunların ışığı geçirme/ışıkla oynama ve daha doğrusu ışığı ehlileştirme  halleri. Henningsen hayatı boyunca ışığın doğrudan yüzeye düşmemesi gerektiği fikrine sahip olmuş ve buna göre tasarımlar yapmış birisi. Zaten 1925 yılında Paris’teki Dünya Tasarım Fuarı’nda ödül alan lambaları da bu düşünüşle katlı tasarlanmış işlerden oluşuyor. Paris’ten döndükten sonra Henningsen Louis Poulsen şirketiyle bir anlaşma imzalıyor, bu anlaşma çerçevesinde de PH5 adı verilen lambaları 1958 yılında yaratıyor. Yaratıldığı 1958 yılından bugüne kadar PH5 lambalar  hep aynı şirket tarafında üretilip pazarlanıyor; Louis Poulsen. Ne acayip değil mi Henningsen ile Louis Poulsen arasındaki anlaşma yapılalı  tam 61 yıl olmuş ve sistem aynen ilk günkü gibi yürüyor! Bu lambalara neden PH5 dendiğini  sanırım tahmin ettiniz; PH tasarımcının ad ve soyadının ilk harflerinden geliyor, 5 rakamı ise lambadaki en geniş parçanın çapının 50 cm olmasını ifade ediyor. En büyük parçanın çapına göre PH3 vs diye adlandırılan değişik büyüklüklerde olanları da mevcut. 

PH5 lambaların sadece sarkıt şeklinde olanları yok, ayaklı olanları var, çalışma masası lambası formunda olanları var,duvar lambası şeklinde olanı var vs .

Yukarıda yazının girişindeki resimde yer alan değişik renklerdeki modeller PH5’in yaratılmasının 60. yılı şerefine  piyasaya sürülen  yeni renk skalasındaki  ürünlerden bazılarını gösteriyor.

Bu kadar başarı cezasız kalmıyor elbette(!),  Henningsen’in lambaları  dünyanın en çok taklit edilen tasarımları arasında. İşte bugünkü yazının konusu olan Japonya kararları da bu taklitlerin son örneklerinden birine ilişkin.

İHTİLAF

Louis Poulsen A/S (LP) şirketi “PH5” lambaları Japonya pazarında 40 yıldır satıyor ve lamba 3 boyutlu marka olarak Japon Patent Ofisi nezdinde 2016 yılından beri 11.sınıfta aşağıdaki şekilde tescilli.

Taklit Ürünler

Davalı “R&M Japan” şirketi ise aşağıda fotoğraflarını göreceğiniz taklit PH5 lambaları Japonya’ya ithal edip satıyor.

Davalı taraf,  davacının PH5 lambalar üzerindeki tasarım hakkının sona ermesi sebebiyle tasarımın harcı alem hale geldiğini söylüyor, ayrıca davacının kendisinin yaptığı satışlardan herhangi bir zarara uğramadığını iddia ediyor çünkü tüketicilere açık biçimde davalının sattığı lambaların harcı alem hale gelmiş tasarımlar olduğu veya replika olduğunun bildirildiğini söylüyor. Bunun yanında davalı kendisinin sattığı PH5 lambalarla davacının ürünleri arasında çok ciddi bir fiyat farkı bulunmasından dolayı da davacının kendisi yüzünden zarara uğraması ihtimali bulunmadığını belirtiyor.

Tokyo Bölge Mahkemesi Kararı

Mahkeme davacı LP lehine verdiği kararda şunları söylüyor kısaca

  1. Davalının eylemleri açıkça davacının 3 boyutlu marka tesciline tecavüzdür.
  2. PH5 lambaların görünümünün 3 boyutlu marka olarak tescil edildiği göz önüne alınırsa davacının tasarım hakkının sona ermiş olmasının bir ehemmiyeti yoktur.
  3. Her ne kadar tecavüz teşkil eden lambalar satılırken bunların replika olduğu belirtiliyorsa ve dahi bu malların fiyatı orijinal lambalara göre daha düşükse de şu açıktır ki bu taklit lambalar davacının orijinal lambalarıyla  rekabet etmektedir.

Neticeten Mahkeme ortada bir marka tecavüzü bulunduğuna hükmedip davalıyı 4.4 milyon Japon Yeni tazminata mahkum ediyor.

AYNI TARAFLAR ARASINDA BİR DİĞER İHTİLAF

Aslında yukarıda bahsettiğim ihtilafın bir başka yönü de var, şöyle ki; R&M Japan şirketi 2013 yılında 35. sınıfta aydınlatma aparatlarının toptan ve perakende satışı hizmetleri için aşağıdaki şekilde bir marka başvurusu yapıyor

Marka JPO tarafından 2014 yılında tescil ediliyor. Tescilden  3 yıl geçtikten sonra 2017 yılında  LP şirketi JPO nezdinde hükümsüzlük talebinde bulunuyor ve  diyor ki, bu tescil benim Henningsen tarafından tasarlanmış meşhur PH5 lamba için mevcut 3 boyutlu marka tescilimi ihlal ediyor ve kesinlikle kötü niyetle bize zarar vermek amacıyla yapılmış bir tescil.

Dosyaya LP şirketi tarafından sunulan delillere göre PH5 lambalar Japonya’da 1976 yılından beri satılıyor. PH5 lambalardan LP şirketi tarafından bugüne kadar global bazda 500.000 adet üretilip satılmış. Dosyaya Japonya’nın Danimarka Büyükelçisi tarafından hazırlanıp imzalanmış bir mektup da sunulmuş ki burada lambanın ve LP şirketinin ne kadar meşhur olduğuna vurgu yapılıyor (dedim ama size bu lambalar milli mesele Danimarka’da diye) . Ayrıca dosyada LP’nin 3 boyutlu markasının tescili sırasında ciddi kullanım yoluyla işaretin ayırt edicilik ve kaynak gösterme fonksiyonu kazandığına karar verilmiş olduğuna da vurgu yapılıyor. 

JPO, LP lehine yani R&M Japan şirketinin tescilinin hükümsüzlüğüne karar veriyor. JPO kararında özellikle aşağıdaki hususlara işaret ediyor;

  1. PH5 lambanın 3 boyutlu şekli hükümsüzlük talebine konu marka tescilinden evvel yani LP’nin 1976 yılından bu yana Japonya’da yaptığı kesintisiz pazarlama faaliyetleri neticesinde ilgili tüketiciler nezdinde LP’yi  işaret eden meşhur bir işaret haline gelmiştir.
  • Taraf markaları  karşılaştırıldığında hükümsüzlüğü istenen tescilin PH5 lambaya benzerliği tartışmasızdır. Hükümsüzlüğü istenen markada ilgili tüketiciler ve bu alanda ticaretin içinde bulunanlar tarafından pendant lamba şeklinin konu markada öne çıkan/algılanan baskın unsur olacağı açıktır.
  • Hükümsüzlüğü istenen markanın sahibinin mallarını satarken “PH5 lambanın reprodüksiyonu” şeklinde pazarlama faaliyetinde bulunması göstermektedir ki kendisi de taraflar arasında bir ihtilaf doğabileceğini öngörmektedir ve karşı tarafın işine zarar verebilecek bir eylem gerçekleştirdiğinin farkındadır.
  • Dolaysıyla hükümsüzlüğü istenen markanın sahibi LP’ye ait meşhur PH5 lambanın şeklini içeren bir tescil alarak kötüniyetli şekilde karşı tarafın markasından haksız kazanç elde etme veya ona zarar verme kastıyla hareket etmiştir.

Özlem FÜTMAN

ofutman@gmail.com

Mayıs 2019

AUFWIEDERSEHEN HERR LAGERFELD

Önce bir uyarı; bu yazının içinde Fikri Mülkiyet ile ilgili bir ABAD kararından, Hukuk Sözcüsü görüşünden, makaleden,haberden vs. bahsedilmiyor.  Dolayısıyla, izninizle,  “biz sitede sadece o tip şeyler okumak istiyoruz” diyen takipçileri bugünlük yandaki odaya alalım lütfen. Benim tabirimle  bu bir  “kendi kendini yazan yazı” dır, yani  ben sadece parmaklarımı klavyenin üstüne koyup onları yazıya ödünç veriyorum ve  gerisine karışmıyorum, sonrasında cümleler zihinden parmaklar vasıtasıyla otomatikman ekrana akmaya başlıyor ve yazı kendi kendisini yazıyor; ben sadece ekrana bakıp yazının nereye gideceğini merakla bekliyorum.

Karl Lagerfeld yani König (Kral) bu dünyadaki ömrünü tamamlayarak 19 Şubat 2019 Salı günü 85 yaşında Paris’de aramızdan ayrıldı maalesef.  Kendisine Kral denmesi bir abartı değil, bu sıfatı sonuna kadar hak eden, nev-i şahsına münhasır, istisnai derecede yetenekli biriydi o ve benim gözümde de hakikaten bir Kral idi.

Birkaç hafta evvel Netflix’de “7 Days Out” isimli belgeseli seyrederken son sahnelerden birinde göründüğünde Lagerfeld’in ne kadar yaşlandığını görüp içim cız etmişti. Geçen Salı günü Paris’de olduğum sırada  ölüm haberini almak da tuhaf bir duygu yarattı bende, biz aynı şehirdeyken Lagerfeld bu dünyadan gitmişti….

Asıl adı Karl Otto Lagerfeldt idi (soyadının sonunda “t” harfi vardı), 1933 yılında Hamburg’da doğdu.Babası konsantre süt üreten bir şirketin sahibiydi ve aile Hamburg’da oldukça burjuva bir hayat sürüyordu. Karl’ın yaşamında asıl yer edenin babası değil annesi olduğunu anlıyoruz. Annesi  klasik bir anne olmadığı gibi klasik bir Alman annesi hiç değil; anlaşılan o ki çocuğunun ruhuna  bakıp orada gördüğü şeyi anlayıp kabul edebilen ve onun önünde durmayan bir anne, yoksa kalıplar içinde “illa da bunu yapmalısın, böyle olmalısın” demiyor oğluna. Son derece de dürüst biri aslında, mesela kendisi keman çalıyor ve çocukken bir süre  Karl’a da piyano dersi aldırıyor, fakat sonra diyor ki “bırak bırak, çalma sen piyano filan, hiç yeteneğin yok”!  Karl annesini güçlü ama daima çok komik, hep alt alta üç pırlanta ve en sonda bir incinin olduğu zincir şeklinde küpeler takan, saçları çok güzel bir kadın olarak anlatıyor. Bir röportajdaki cümlelerinden bir kız kardeşi ve bir üvey kardeşi olduğunu anlıyoruz. Annesi ve babası çocuklarının bir şey anlamasını istemedikleri zaman aralarında Fransızca ve İngilizce konuşuyorlar evde, ki bu da Karl’ı daha iyi Fransızca öğrenmeye itiyor ve 6 yaşındayken İngilizce ve Fransızca konuşabiliyor. Daha çocukluğunda Fransız kültürüne hayran olmaya başlıyor. Okul arkadaşları onu her yerde her zaman ve daima çizim yapan biri olarak anlatıyorlar. Kendisi de zaten “okumak ve çizmek dışında başka hiçbir şey beni ilgilendirmezdi” diyor.

Karl bir gün Hamburg’da bir Dior sergisine gidiyor ve işte o gün Paris’e taşınıp modacı olmanın hayalini kurmaya başlıyor.Nitekim,  1950 yılında yani daha 17 yaşındayken Paris’e taşınıyor gerçekten ve moda sektöründe yolunu aramaya başlıyor. O tarihten sonra ömrü boyunca  başka ülkelerde evler satın almış olsa da yaşamının merkez üssü hep Paris oluyor, hep Paris’de ve Paris  ile yaşıyor. 1954 senesinde tasarladığı bir ceketle International Wool Secretariat tarafından verilen ödülü alınca dikkat çekiyor ve ünlü modacı Balmain’in yanında asistan olarak çalışmaya başlıyor, bu çalışma 1958 yılına kadar devam ediyor.

Sonraki 5 yılda Jean Patou ile çalışıyor ve onun için toplamda 10 koleksiyon hazırlıyor. Oradan ayrılıp 1963 yılında Chloé modaevine geçiyor, orada diğer tasarımcılarla birlikte çalışıyor ama bir yandan da freelance işler yapmaya devam ediyor. Nitekim daha sonra 1966 yılında bu modaevinin tüm tasarım direktörlüğü Lagerfeld’e geçiyor. Chloé ile Lagerfeld’in iş ilişkisi 1982 yılına değin devam ediyor.

1965 yılı Karl için önemli çünkü o yıl ünlü İtalyan markası Fendi’nin baş tasarımcısı oluyor ve onlar için hazır giyim ve kürk koleksiyonları hazırlamaya başlıyor. Biliyorsunuz değil mi Karl öldüğünde de halen Fendi’nin kreatif direktörüydü! Yani Fendi-Lagerfeld işbirliği tam 54 yıl sürdü! Hatta 21 Şubat 2019 tarihinde Milano’da yapılan Fendi İlkbahar-Yaz 2019 defilesindeki parçalar Lagerfeld’in ölmeden önce hazırladığı son koleksiyondan oluşuyor.

Yukarıda anlattığım gibi Lagerfeld aynı dönemlerde birden fazla lüks moda markasıyla çalışıyor ve herbirinin özüne uygun tasarımlara imza atıyor. Zaten Chloé için yaptığı işler ve farklı defile ambiyanslarıyla  Chanel’in radarına giriyor 1977 yılında.

Haa bu arada boş durmuyor tabi(!) kendine ait Karl Lagerfeld markasını da kuruyor.

Yukarıda yazılanların hepsi birer başarı hikayesi elbette, ama spot ışıklarının Lagerfeld’e asıl  yönelmesi  Chanel modaevini diriltip satış rakamlarını uçurmasıyla başlıyor. Coco Chanel 1971 yılında öldükten sonra modaevi ciddi bir ivme kaybediyor. Tabi ki, elbette, şüphesiz  Chanel dünyadaki moda trendlerini ve giyim anlayışını kökten etkilemiş yerlerden biridir, sadece“küçük siyah elbise” veya Coco Chanel’in kadınlar için pantolonlar tasarlaması dahi tek başına devrimseldir. Ancak Coco ölmüştür ve modaevi çok ciddi bir sarsıntı geçirmektedir, herkes Chanel’in kaliteli ve şık koleksiyonlar yapan saygın bir modaevi olduğunu bilmektedir fakat satış rakamları bu bilme haliyle örtüşmemektedir. Lagerfeld’in deyişiyle “Chanel saygınlığın paraya dönüşmediğinin, para getirmediğinin farkındaydı. Chanel uyuyan bir güzeldi”.

Chanel’in  Karl’a yaptığı çalışma teklifini duyan hemen herkes ona  “deli misinsakın kabul etme, bu intihar olur ,Chanel öldü” diyor ama Karl teklifi kabul ediyor. 1982 yılında anlaşma imzalıyorlar ve 1983 yılında Lagerfeld Chanel için ilk koleksiyonunu podyuma çıkarıyor. Bu ilk koleksiyon hazırlanırken modaevi Karl’a açık çek verip diyor  ki “sen istediğini yap, olmazsa olmaz ne yapalım yani”. Ama Lagerfeld yapıyor ve  oluyor! Chanel konusunda içindeki hissi dinleme halini uzun zaman sonra 2004 yılında bir kez daha görüyoruz; H&M koleksiyonu. H&M ona bir kapsül koleksiyon hazırlaması için teklif götürdüğünde herkes “sakın yapma, değerin düşer, H&M lüks tüketim markası değil” diyor, ama Karl kimseyi dinlemiyor ve başarılı oluyor. İşte onun çok başarılı olması halen devam eden ünlü tasarımcıların H&M için kapsül koleksiyon hazırlaması projelerinin ilki oluyor ve bu durum halen de devam ediyor biliyorsunuz.

Lagerfeld Chanel için ne yaptı da işler bugünkü haline geldi diye bakmak lazım tabi. Bir kere, malum, Chanel gibi markaların kendi DNA’sı ve kodları var; bunlara  ihanet etmenin alemi ve gereği yok,  marifet onları ileriye taşımayı becerebilmekte. Karl’ın ilk yaptıklarından biri Chanel’in logosunu modernize etmek oluyor, sırt sırta verip iç içe geçmiş iki C harfinden oluşan şekil markasının bugünkü görünümünü Lagerfeld veriyor. Sonra mesela Lagerfeld Chanel’in tüvit kumaşlarından hiç vazgeçmiyor ama üstlerine bazen değişik materyalden aksesuarlar ekliyor,tüvit kumaşlarla yaptığı elbiselere yepyeni ve modern formlar verip altlarını sneaker ayakkabılarla tamamlıyor, Chanel takımları bazen fütüristik bir görünümle yeniden yorumluyor hatta pilastikten şık Chanel çizmelerle kombinliyor, klasik Chanel çantaları koleksiyonda tutuyor fakat arzu nesnesi oluşturan yepyeni çantalar da tasarlıyor, tüllerden uçuş uçuş inanılmaz güzellikte gece elbiseleritasarlıyor, klasiğin dışına çıkıp yeni devrin genç ve genç ruhlu kadınları için  elegan ama spor parçalar tasarlıyor.  “Chanel kaliteli ve şıktır ama  aynı zamanda da eski ve sıkıcıdır” diyenleri darmadağın ediyor anlayacağınız. Bir röportajında Lagerfeld der ki “ben, Coco Chanel yaşasaydı bugün neler yapardı diye düşünerek fikir ve vizyon oluşturuyorum”.

Yukarıda saydıklarımda ilginç bir şey olmadığını ve zaten pek çok markanın koleksiyonunda değişik parçalar olduğunu söyleyebilirsiniz. O zaman ben de size derim ki, burada iki önemli nokta var ;zamanın ruhuna uygun olan anlayışı/yaşayışı sen nasıl yorumluyorsun ve bunu çalıştığın markanın kodlarıyla nasıl uyumlaştırıyorsun + Herkes yapıyor olabilir ama ilk kim neyi ne zaman yaptı? Lagerfeld trend olan şeyi kopyalayan değil tasarladıkları trend olan, işe yorum katan biriydi.

Böyle uzun, yaratıcı ve canlı hayata sahip birinin tabi ki kendine özgü bir yaşam anlayışı oluyor. Dışarıdan nasıl görünüyor olursa olsun, kendisinin de ifade ettiği gibi, kariyeri boyunca zorlu saldırılarla karşılaştığı şüphesiz. Ama Lagerfeld bu süreçte bence Alman disiplininin ve düşünüşünün büyük faydasını görüyor. Gencecik bir insanken Paris’e taşındıktan sonra ünlü modacıların ve tasarım dünyasının limitleri esneten yaşam biçimini gözlemleyip kendisine son derece korunaklı bir hayat stili seçiyor, yaşamının içine sigara-alkol vs alışkanlıkları hiç sokmuyor örneğin.

Lagerfeld yaşamı takip eden, rutinden nefret eden, geçmişe değil geleceğe odaklı, değişiklikleri gözleyen, onlara uyum sağlayan biriydi ve bunu “ben bugünü yaşarım ve ileriye bakarım” şeklinde ifade ediyordu. Mesela bundan birkaç yıl evvel Basel’de ki saat fuarında iwatch tanıtımına katıldığında İsviçreli saat üreticilerinin kaşı kalkmıştı ve homurdanmışlardı.  Lagerfeld’in yapısını zaman içinde Chanel’de yaptıkları üzerinden okumak da  mümkün aslında. 80’ler hatta 90’larda ki defile görüntülerine bakarsanız bunların başarılı ama podyumda mankenlerin yürüdüğü , ünlülerin podyuma çıkarıldığı sıradan defileler olduğunu görürsünüz. Tabi ki Karl bütün titizliği ile o defilelerde hemen her detay ile ilgileniyordu ve o defileler için de büyük bir emek ve para harcanıyordu ama demek istediğim şey defilelerin seyrinin ve ambiyansının rutinden çok farklı olmaması.  2000’lerin başından itibaren ise iş bambaşka bir yöne kaydı, Chanel defilelerinin her biri adeta sanatsal bir hüviyet kazandı ve bir çeşit enstelasyona dönüştü. Sadece 20-25 dakika süren bu defileler  için her seferinde Karl’ın kafasında oluşturduğu bir dünya yaratıldı; defileler yalnızca koleksiyon için değil acaba bu sefer ne yaptılar diye ambiyansı için de merakla beklenir oldu ve yepyeni bir prestij kazandı. 20 dakika sürüyordu ama o noktaya kadar ki hazırlık süreci aylar alıyordu elbette. Lagerfeld  bir röportajında diyordu  ki  “siz benim her gece zihnimde elbiseler tasarlayarak mı uykuya daldığımı sanıyorsunuz? Elbiseler benim hayatımda kitaplardan veya filmlerden daha önemli değildir. Ben bir fikir ve bir vizyon tasarlayarak uykuya dalarım”. Mesela bir Chanel defilesi için ilk evvela zihninde  bembeyaz fütüristik bir dekorda siyah elbiseler gördüğünü söyler, o sırada gördüğü şey sadece elbiselerin siyah olduğudur tasarımlar sonradan oluşur. (Hakikaten o siyah uzun paltolarla kombinlenmiş siyah elbiseler rüya gibidir)

Chanel’in defilelerinde  Lagerfeld’in yarattığı dünyalardan en akılda kalanların bazıları Grand Palais mekanına İsveç’den gelen buzulların yerleştirilmesi,  salonun ortasına uzay mekiği konuşlandırılması, mekanın bir parka yada süpermarkete çevrilmesi gibileri sayılabilir. (Bu arada  Fendi’nin– sanırım  90. Kuruluş yılı içindi– Trevisi Çeşmesi üstünde yapılan defilenin ambiyansı da  efsanedir).

Bir konuda anlaşalım; moda bize ihtiyacımız olanı satmaz, satılan şeye ihtiyacımız olduğu algısını yaratır!Bu durumda Karl’ın kurguladığı defile atmosferlerinin  önemi daha da artıyor ve bir başka anlam kazanıyor elbette. Bunlar sadece paraya bağlı olarak nitelendirilemeyecek, değişen zamanın ruhuna göre sektöre yenilik getiren ve hem de içinde sanatsal düşünüşler/öğeler  içeren “performanslardır”.

İnsan elbette ki bir sektörün içinde 68 yıl yaşayıp üstelikte ona yön verenlerden biri pozisyonuna erişince bazı çıkarımsamalar yapıyor, fikirler oluşturuyordur. Lagerfeld’e göre “modanın içinde adalet yoktur,  adalet arıyorsanız da bu sektörde işiniz yoktur,  gidip sosyal hizmetlerde filan çalışın”. Sert ve acımasız bir söylem olarak düşünebilirsiniz bunu, ama sanırım adam bunu söylerken haklı da bir yandan, o kadar rekabetçi, güzelliğe dayalı ve içinde türlü entrika dönenbir sektör ki içindekileri kırıp geçirdiği çok açık.

Lagerfeld’in bilinen bir yönü de çektiği fotoğraflar. Fotoğrafçılığa başlama hikayesinin “yaratıcılığın çağrısı” filan gibi romantik bir sebebi yok ama! 1987 yılında Chanel kataloğu hazırlanırken Karl çekilen fotoğrafları beğenmiyor. Fotoğraf çekimleri üç kez tekrarlandığı halde hiçbirini beğendiremiyorlar kendisine. Bunun üzerine modaevinin sabrı taşıyor ve “sorun çıkarmaya devam edeceksen otur fotoğrafları kendin çek madem” diyorlar! Eh, Karl’da çekiyor ve gerçekten de güzel çekiyor! Ondan sonra da durmaksızın fotoğraf çekmeye devam ediyor,bu iş onda bir tutku halini alıyor. Zaten bir röportajında diyor ki “çok sıkıcı biriyim aslında,  beni tek ilgilendiren moda, fotoğraflar ve kitaplar”. Gerçekten yukarıda da dediğim gibi çocukluktan beri kitaplar yaşamının merkezinde yer alıyor, 2007 yılında çekilen Lagerfeld Confidential belgeselinden yaklaşık 300.000 kitabı olduğunu öğreniyoruz! (üç-yüz-bin!!!!)

Lagerfeld aşağı yukarı son 20 yıldır adeta hiç yaş almamış ve zamanı durdurmuş gibiydi. Hep aynı kiloda, siyah pantolon -siyah ceket-siyah botlar, beyaz yakalar, siyah gözlükler, at kuyruğu yapılmış bembeyaz saçlar, parmaksız eldivenler, uzun kolyeler, broşlar , büyük gümüş yüzüklerle oluşan imajıyla kendi başına bir markaydı. Tabi bir Lagerfeld kolay yetişmiyor(!), o imajda öyle birden oluşmuyor! Gençliğinde bir dönem yanakları hafif tombul ve sevimli görünümlü birisiymiş aslında. 70-80’lerde kendisi için özel  anlam ifade eden bir  kişiyi kaybettikten sonra ağır bir depresyona girip çılgınca kilo almaya başlamış, ancak 2000’lerin başında bu gidişe bir son vermeli deyip doktor kontrolünde13 ayda 40 kilo vererek zayıflamış  ve sonra da o kilosunu hep korumuş. At kuyruğu saç ve koyu renk gözlükler 70’lerden beri yaşamında var; ama gözlüklerin siyah renge dönmesi ve görünümünün diğer unsurları süreç içinde oluşuyor ve öylece kalıyor.Gözlükler onun diğer insanlarla arasına koyduğu bir perde aslında; sen bana karışma ben de sana demek istiyor. 70, 80, hatta 90’larda klasik takım elbiseler giyen biriyken 2000’lerle beraber bu takım elbiseler yerini ya siyah ya da gri renkte ceketlere bırakmış. Zaten bildiğiniz gibi  bu görünümü son yıllarda bir kez daha canlandırdığı kendi markasının hemen tüm ürünlerinde/kampanyalarında kullanıyordu, hatta Fendi için hazırladığı bazı çantalarda, çanta süslerinde ve anahtarlıklarda da aynı görünüme yer vermişti

Tabi ki Karl Lagerfeld olunca özel jetiniz oluyor, arkadaşlarınız Prenses Caroline gibi jet sosyete insanları, ünlü kişiler, sanatçılar vs oluyor, Monaco’da -New York’da evleriniz oluyor, sırf kediniz bile oynadığı reklamlardan  3.000.000-Euro kazanıyor filan. Ama tüm bunların içinde Karl’ın röportajlarda hep altını çizdiği bir şey var; yalnızlık iyidir ve lazımdır,  ben yalnız kalmayı beceremeyenler için üzülürüm.

Böyle bir karakter ile belki ilk anda bağdaştıramıyorsunuz ama çocukluğundan beri seyahatlerde yanından hiç ayırmadığı  ufak bir yastığı var, bu yastığa bir de kutu yaptırmış ve her seyahate taşırmış yanında.Karl çocukken seyahatlerde sürekli karnı ağrıyınca dadısı ona kucağına alsın ve karnının ağrısını geçirsin diye o ufak yastığı dikmiş.  Tabi yastığın içi artık tükenmiş ve yüzü defalarca değiştirilmiş ama Karl için anlamı hiç değişmemiş,  NewYork’dan Paris’e uçarken bile o yastığı kucağına alıp seyahat ettiğini görüyoruz belgesellerde.  

Lagerfeld kendini şımartılmış bir çocuk olarak tanımlasa da,”ben bir şakayım ve yaptığım herşey de şaka” dese de  başkaları yani onunla yakın temasta olan-onunla çalışanlar kendisinin son derece çalışkan, disiplinli ve mükemmeliyetçi olduğunu belirtiyorlar. Kimbilir belki bunda kendi naturası kadar 1933 yılında doğmuş bir Alman jenerasyonuna mensup olmasının da etkisi vardı.

Bir çok konuda kafası net, mesela bir röportajında diyor ki” ben kimseye karşı sorumlu olmak istemem. İnsanların karşıma gelip de saatlerce neden o parayı hak ettiklerini anlatmalarından hiç hoşlanmam. Zaten toplantı yapmaktan da nefret ederim. Gelirler, mesele ortaya koyulur ve ben sonra onu düşünürüm. Ben soru sormam, cevaplar ararım”.

Karl aslında bir dönemin anlayışını çok da iyi yansıtan güzel bir örnek. Mesela kendisine marketing ile ilgili bir soru sorulduğunda “marketing filan beni ilgilendirmez. Ben koleksiyonu hazırlar, fikri oluşturur ve gerisiyle asla ilgilenmem.” diyor. Günümüzde pazarlamacıların her sektörde baskın unsur haline geldiği bir dünyada Karl’ın yaklaşımı özgün kalıyor elbette, çünkü artık pek çok tasarımcıyı marketing ve satış departmanlarından alınan geri dönüşler yönlendiriyor maalesef.

Lagerfeld’in ayrımcılık içeren söylemlerde bulunan, gerçek kürk kullanmaktan vazgeçmeyen biri olduğunu söyleyip ondan  hoşlanmayanlarda var tabi ki bu dünyada. (Billur sesli İngiliz şarkıcı Adele için şişko mu demişti o? demişti vallahi). Ben zaten melek olduğunu iddia etmiyorum, hatta çekilen bir belgeselde kadınlarla ilgili arkadaşlarına yaptığı bir espiri benim gözümde had safhada ayrımcılık içeriyordu ve “cık cık cık, bak nasıl konuşuyor ya” deyip kafamı salladığımı hatırlıyorum seyrederken. Ama şunu da biliyorum ki Karl’ın büyüdüğü dünya henüz “politik doğruculuk” kavramının icat edilmediği bir dönemdi ve sürekli güzellikle çevrili bir kişinin algısı da bazen acımasızlaşabilir. Fakat bak şunu da söyleyeyim; Karl güzellik dendiğinde genel geçer güzellikten bahseden biri değil, bu kavram üzerine ciddi kafa patlatmış ve değişik güzellik algılarına açık birisi. Yani af mı ediyorum söylediklerini? Yok canım ne münasebet tabi ki öyle değil, ama her ne söylemişse de bu benim onun yeteneğine  olan hayranlığımı değiştirmiyor diyorum sadece. Elmalarla armutları karıştırmayalım lütfen.Ayrıca feminist olduğunu iddia eden bazı kadınların başka kadınlara ne ayrımcılıklar yaptığını da biliyoruz bu dünyada, o yüzden bir zahmet hepimiz  önce kendi kapımızın  önünü süpürmekle başlayalım işe diyorum sadece.

Karl’ın vefatından sonra Chanel yaptığı resmi açıklamada 30 yıldır Karl ile birlikte çalışan yardımcısı Virginie Vivard’ın onun yerine atandığını açıkladı. Ancak Chanel markasının pozisyonu düşünüldüğünde modaevinin önümüzdeki zamanda başka bir tasarımcıyı kreatif direktör olarak atama ihtimali de yok değil. Zaten eminim ki moda dünyasında şu anda Karl’ın koltuğu için büyük lobiler yapılıyordur ve “Kral öldü, yaşasın Yeni Kral” demek için bekleyenler vardır. Bakalım Fendi ne yapacak, o da ayrı bir mesele.

Karl geçen yıl verdiği bir röportajda öldükten sonra mirasını kedisi Choupette’e bırakmak istediğini söylemişti ve röportajı yapan gazeteci de ona Fransız kanunlarına göre hayvanlara miras bırakılamadığını hatırlatmıştı. Bunun üzerine Karl “fark etmez, ben Alman’ım”demişti. Alman olduğuna göre ben de ona Almanca veda etmek istedim izninizle; Lieber Herr Lagerfeld, auf Wiederseh’n,  Sie werden immer in unserer Erinnerung bleiben (Sevgili Bay Lagerfeld, hoşçakalın, hatırlanacaksınız).

Özlem FÜTMAN

ofutman@gmail.com

Şubat 2019

ABAD’DA TARİHİ OTURUM; BİRLEŞİK KRALLIK TEK TARAFLI OLARAK AB’DEN AYRILMA NOTASINI İPTAL EDEBİLİR Mİ?

 

Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD), dün (27 Kasım 2018) tam 4 saat süren bir oturum gerçekleştirdi. M. Campos Sánchez Bordona’nın Hukuk Sözcüsü olarak atandığı C-621/18 numaralı dosya çok ilginç, çünkü daha evvel ABAD’ın hiç görüş açıklamadığı bir konuya dair ve AB’nin geleceği açısından hayati bir meseleyi tartışmaya açıyor. Belirteyim ki dosya “acil işler” içinde görülüp diğer dosyaların önüne alındı.

Biliyorsunuz  29/03/2017 tarihinde Birleşik Krallık ve Kuzey İrlanda (BK), AB’den ayrılma iradesini belirten notayı AB Konseyi’ne vererek Brexit adı verilen süreci resmen başlattı. Bu durumda BK’nın 29/03/2019 tarihinde AB’den ayrılması gerekiyor ve buna sadece sayılı günler kaldı.

BK’nın verdiği nota Avrupa Birliği’nin 2 temel kurucu anlaşmasından biri olan, daha çok Maastricht Anlaşması olarak  bilinen, “Treaty on European Union” yani kısaca TEU’nun 50. maddesine dayanıyordu. İskoçya Mahkemesi’nin acil görüş isteme çağrısı ise diğer kurucu anlaşma olan TFEU’nun acil görülecek işlere ilişkin maddesine dayanıyor.

Ne Oluyor? Şu oluyor;

— 29/03/2016’da BK ayrılma notasını verdi

— 19 Aralık 2017’de Andy Wightman, Ross Greer, Alyn Smith, David Martin, Catherine Stihler, Jolyon Maugham, Joanna Cherry, Tom Brake ve Chris Leslie isimli kişiler Secretary of State for Exiting the European Union, yani AB’den Ayrılma Sürecini Yürüten Devlet Bakanlığı aleyhine İskoçya’da  bir dava açtılar.

Bu dava ile TEU 50. maddesi uyarınca BK’nın verdiği Nota’nın tek taraflı olarak iptalinin mümkün olup olmadığının ve mümkünse bunun şartlarının ABAD’dan sorulmasını talep ettiler.

Tabi davalı taraf buna itiraz etti; böyle bir talep akademik ve farazidir dedi.

ABAD’dan görüş sorulmasına ilişkin talep önce reddedildi,   bu karara karşı iç hukuktaki itiraz aşamaları geçildi ve neticeten şuna karar verildi; TEU 50. Maddesine ilişkin bu soru AB için anayasal bir tartışmadır ve sistemin temeli ile ilgilidir, Mahkeme ABAD’dan görüş sorsun. Dosya hemen ABAD’a intikal ettirildi.

— Bunlar olagelirken bu arada AB-BK görüşmeleri devam etti. 26 /06/2018’de ise BK Ayrılma Anlaşmasını AB’ye sundu. Buna göre Anlaşma 29 Mart 2018’den evvel BK Parlamentosunda oylanacak, onaylanmazsa dahi her halükarda BK 29 Martta AB’den çıkacak. (Enteresan bir madde değil mi?)

Kim bu davacılar? Bunlar Avrupa veya İskoçya Parlamentosunda görev yapan vekiller, yani bizim bildiğimiz anlamıyla bildiğin milletvekilleri.  

19 Ekim 2018 tarihinde ABAD, dosyanın raportörünü ve  Hukuk Sözcüsü Bordona’yı dinledikten sonra, meselenin aciliyetine ikna oldu ve hızlandırılmış yargılama prosedürünün başlatılmasına karar verdi.

Sonuçta dün ABAD büyük salonda toplanıp dört saat boyunca bu dosyayı konuştu ve tarafların argümanlarını dinledi. ABAD’ın resmi sosyal medya hesabından dün öğleden sonra yapılan açıklamada verilecek görüşün en kısa zamanda açıklanacağı belirtildi.

Bu davada İskoç Mahkemesi ABAD’a şunları sordu;

— TEU 50. Maddesine göre bir AB üyesi ülke AB’den çıkmak isterse bunu belirten iradesini içeren bir notayı AB Konseyi’ne verir. Bu notanın verilmesinden 2 yıl sonra üye ülke AB’den çıkar.

Peki AB’den çıkma notası veren üye ülke tek taraflı olarak bu notayı iptal edip AB’de kalmaya devam edebilir mi?

— İptal edebilirse bunun şart ve koşulları nelerdir?

— İptal edebilirse bunun AB’nin mevcut diğer üyeleri üzerindeki etkisi ne olur?    

Bakalım ABAD ne diyecek.

Bu arada şunu da söyleyeyim; yaptığım araştırmada gördüm ki, davalı taraf ABAD’a görüş sorulmasına ilişkin İskoç Mahkemesi kararının temyiz edilmesine izin vermesi için İngiltere Yüksek Mahkemesi’ne başvurmuş. Ancak bu izin talebi reddedilmiş.  İzin talep ettikleri dilekçeyi hükümetin resmi sayfasına 26 Kasım’da yüklemişler, böylece argümanlarının ne olduğunu kamu ile paylaşmışlar. https://www.gov.uk/government/publications/wightman-and-others-v-secretary-of-state-for-exiting-the-european-union-application-for-permission-to-appeal-to-the-supreme-court

Şimdi Brexit taraftarları, Ayrılma Anlaşması üzerinde çalışanlar, İngiltere Hükümeti filan kendi kendilerine şöyle diyorlar mıdır acaba; ya bu İskoçlar Büyük Britanya’nın kararına karşı mı çıkıyor/hala bunu mu sorguluyor, referandum yaptık yani halka sorduk ve onlar da AB’den ayrılalım dedi, konu kapandı gitti.

Böyle düşünenler vardır kesin, ama bence meseleye bir de şöyle bakalım; İskoç yargı sisteminin görüş sorulmasını kabul etmesi son derece demokratik bir yaklaşım olarak nitelendirilebilir, çünkü Brexit’e taraftar olanlar kadar olmayanlar da var ve karşı olanların ABAD’ın ne diyeceğini duyma hakları var. Ayrıca ABAD görüşü sistemin kendi içindeki bu boşluğu nasıl doldurması gerektiğine mihmandarlık edecek ki, durum bu yüzden de önemli bence.

Size bir şey söyleyeyim mi, tarihin çok enteresan bir virajını dönüyoruz dünya olarak. Bu olanlar ileride bir film yapılmayı hak ediyor bence.  

 

Özlem FÜTMAN

ofutman@gmail.com

Kasım 2018

 

 

PEYNİRİN TADI TELİFLE KORUNUR MU: ÇEKİYORUM, GÜLÜMSEYİN ve “PEYNİİİİİİİR” DEYİN!

 

Aşağıda yer verdiğim ABAD görüşüne konu davanın taraflarının ilk karşı karşıya gelişi değil bu. Belli ki davacı Levola Hengelo B.V davalının piyasadaki varlığından hiç memnun değil ve onun “sinsi”  bir şekilde kendisini taklit ettiğini-kendisinden yararlandığını düşünüyor.

Taraflar geçmişte 2015 yılında bir marka ihtilafında ringe çıktılar ve itiraz eden/davacı Levola en sonunda Temyiz’de kazandı davayı. Aşağıda inceleyeceğim görüşe konu davayı duyunca hemen o marka ihtilafı zihnimde parıldadı, çünkü iflah olmaz bir Harry Potter hayranı olarak, Levola’nın kavramsal benzerlik ile ilgili argümanları ilgimi çekmiş ve eğlenceli gelmişti bana çünkü kavramsal benzerlik karşılaştırmasında büyücüler, cadılar vs havada uçuşuyordu! O zaman ne olmuştu hemen kısacık anlatayım. Davalı Benelüks’te WITTE WIEVENKAAS diye marka tescilleri yapınca Levola şirketi HEKS’NKAAS markasına dayanarak buna itiraz etmişti. İki marka da KAAS kelimesini içeriyor ama KAAS Hollanda dilinde “peynir” demek yani bir ayırt ediciliği yok. Şimdi diğer kelimelere bakalım;

Hollanda dilinde HEKS “CADI”, HEKSEN ise  “CADILAR” demek, WITTE “BEYAZ” demek ve “WIEVEN” bir Hollanda diyalektiğinde “KADIN EŞLER/KADINLAR” demek. Yani HEKS’NKAAS , “CADILARIN PEYNİRİ” ve WITTE WIEVENKAAS “BEYAZ KADINLARIN PEYNİRİ”  demek. Gördüğünüz gibi yazılışlar ve okunuşlar benzemiyor. (Hollanda dilinde bir kelimenin nasıl okunacağını Hollandalıların kendisi ve Tanrı dışında hiç kimse bilemez (!), ama verilen Benelüks kararında okunuşlar benzemiyor dendiğinden dolayı ben de benzemiyor diye yazdım.)

Levola demişti ki; WHITE WIEVEN cadıların hayaleti olan bir cadı türüne referans veriyor, bizim markamız da CADILARIN PEYNİRİ olduğuna göre bizim markamızla anlamsal ve kavramsal olarak güçlü bir benzerliği var.

Bunun üzerine Benelüks Marka Kurumundaki uzmanlar da oturup  (büyücü!) Merlin’in sözlüğünü açıp iki kavramın anlamını buluyorlar. (Bu arada hemen söyleyeyim, uzmanların yararlandığı Hollanda’nın en saygı gören sözlüğü tabii ki). Sözlüğe göre cadı; büyü yapma gücü olan, bir çeşit sihirbaz, başkaları için felaketlere sebep olma gücü olan kişi, zeki ve yaramaz kız veya doğada büyülü gücüyle var olan kişi gibi anlamlara geliyor.

Yine Sözlük’e göre WITTE WIEVEN ise Alman Mitolojisinden gelen bir kavram ve şu demek; kötücül ama aynı zamanda zeki kadın, deliklerde ve gizli yerlerde yaşayan, şans ve şanssızlığı aramak veya gelecekte olacakları tahmin etmek için zaman zaman bulundukları yeri terk eden, çalınmış veya kaybedilmiş şeylerin yerini bulan genç ve bekar kızlar.

Kurum neticeten bu iki kavram arasında bir benzerlik olmadığını çünkü HEKS(CADI) nın büyücülük yetenekleri olan bir kişiyken, Levola’nın iddialarının aksine, WITTE WIEVEN’in cadı olmadığını ve bu kavramı bilen herkesin de aradaki farkı ayırt edebileceğini söylüyor.  Böylece markalar benzer bulunmayarak itiraz reddediliyor. Levola işi bir üst aşamaya taşıyıp Temyiz’de kazanıyor ama. (Arzu ederseniz birgün o kararı da yazabilirim).

Şimdi yıllar sonra ABAD görüşüyle anlıyoruz ki yukarıda bahsettiğim marka ihtilafı devam ederken taraflar bir yandan da telif hakkı üzerinden bir savaşa girmişler. Bakalım neler olmuş.

 

OLAYIN VAK’ALARI

HEKSENKAAS veya HEKS’NKAAS bir çeşit sürülebilir ve batırılarak yenen (dip), krem peynir ve taze ot/bitkilerden müteşekkil yiyecek. (ben buna kısaca peynir diyeceğim) Ürün 2007 yılında taze sebze ve meyve ticareti yapan bir Hollandalı tarafından yaratılmış ve 2011 yılında tüm hakları Levola’ya devredilmiş. HEKSENKAAS markası 2010 yılında tescil edilmiş, ayrıca ürünün üretim usulüne ilişkin olarak 2012 yılında patent alınmış.

Davalı Smilde Foods BV ise 2014 yılından beri WITTE WIEKENKAAS markası altında Hollanda’da bir süpermarket zinciri için, Levola’nın ürünü gibi, bir peynir üretiyor.

2015 yılında Levolo, Smilde’ye, Hollanda’da dava açıyor ve kısaca diyor ki; bunlar benim peynirimin “tadını” taklit ediyor,  bu telif hakkı ihlalidir, peynirin tadındaki telif hakkı ürün tüketilirken ki hissedilişten kaynaklı genel izlenimden doğar ki, bunun içine ürüne dokunulduğunda doğan his ve ağızdaki algıda dahildir.

Ancak Gelderland Yerel Mahkemesi peynirin tadı telif hakkına tabi eser midir değil midir tartışmasına dahi girmeye gerek olmadığını, çünkü Levola’nın hangi unsur veya unsur kombinasyonlarının Heksenkaas peynirlerine orijinal karakter verdiğini ve Levola’nın hususiyetini taşıdığını ispat edemediğini söyleyerek davayı reddediyor.

Levola kararı temyiz ediyor. Temyiz Mahkemesi dosyayı durdurup ön görüş için ABAD’a gönderiyor.

Hemen söyleyeyim bu davaya Fransız, İtalyan, Hollanda ve İngiliz Hükümetleri ile AB Komisyonu da görüş sunuyor. Ben herkesi anladım da, kusura bakmasınlar, ama İngilizleri pek çözemedim. Kızmasınlar ama, İngilizlerin bi Cheddar (Çedar) peyniri vardır bilinen -ki peynir üstadı İsvçreliler Cheddar kelimesini duyunca  gözlerini devirirler o yüzden peynirle ilgili bir tartışmada İngilizleri görünce biraz şaşırdım!.

Temyiz Mahkemesi ABAD’a kısaca diyor ki;

Geçmişte Hollanda Yüksek Mahkemesi, prensip olarak, parfüm kokularının telife tabi olabileceğine karar vermişti; Levola bu karara dayanarak peynirin tadının da telife tabi eser olabileceğini iddia ediyor. Smilde ise telif sistemine göre korumanın ancak görsel ve işitsel eserlere verilebileceğini, bir gıda ürününün tadının sübjektif doğaya sahip olup, her zaman aynı stabilite de olmayacağından dolayı da telif korumasına tabi olamayacağını iddia ediyor. Fransa Court of Cassation ise kategorik olarak kokulara telif koruması verilmesine karşı çıkıyor. AB’ndeki Mahkemeler arasında bu konularda görüş birliği yok.

AB Hukuku bir yiyeceğin “tadına” telif koruması verilmesini yasaklıyor mu? Böyle bir koruma “edebi ve artistik eserler” kavramına aykırı mı olur? Bern Konvansiyonu  2(1) maddesi  “every production in the literary, scientific and artistic domain, whatever may be the mode or form of its expression”, diyor, burada verilen örnekler yalnızca görülerek ve/veya duyularak algılanan yaratılarla mı ilgildir?

Bir gıda ürününün tadının istikrarsız olabilme ihtimali ve/veya tüketildiğinde sübjektif bir kanaat oluşturması buna telif koruması verilmesine engel midir?

Eğer telif koruması verilebilirse bunun şartları nelerdir? Telif sadece tada mı verilir yoksa tarife de verilebilir mi? Telif iddiasında bulunan bunu hangi delillerle ispat etmelidir? Böyle bir ihtilafa bakan Mahkeme ihlal olup olmadığını nasıl tespit etmelidir; iki ürünün tadının bütünsel olarak aynı olması gözönüne alınacak bir faktör müdür?

 

Önce şunu söyleyeyim; Temmuz 2018’de ABAD Hukuk Sözcüsü bu dava hakkındaki görüşünde bir gıda ürününün tadına telif koruması verilmesinin mümkün olmadığını söylemişti.

C-310/17 sayılı 13/11/2018 tarihli görüşüyle ABAD bu konuda ne demiş şöylece özetleyebiliriz;

1- AB Hukuku üye ülkelere “eser” kavramının nasıl tespit edileceği ve kapsamı konusunda açık bir kural önermiyor. Ancak AB’nin her yerinde eşit biçimde uygulanacak ve aynı biçimde kabul görecek ortak bir anlayış ihtiyacı mevcuttur. Dolayısıyla yapılacak yorumların tüm AB’de aynı biçimde geçerli, otonom ve yeknesak olması şarttır.

2- Bir yiyeceğin tadına telif koruması verilmesi, bunun ancak eser kabul edilmesi ön şartına bağlıdır. Eser kabul edilebilmek için de bunun “orijinal” yani “sahibinin hususiyetini taşır” olması ve ifade edilmiş olması şarttır. İfade edilmiş olduğunun kabul edilebilmesi için ise, kalıcı bir formda olmasa dahi,  yeterli derecede kesinlik ve objektivite taşıması gerekir. Bu böyledir çünkü ortada telif ihlali olup olmadığını araştıracak mercilerin (Mahkemelerin) dava konusunun koruma altında olduğunu açık ve kesin biçimde tespit edebilmesi lazımdır. Ayrıca bu gereklilik piyasada var olan rakip kişiler için de lüzum arz eder. Ortada bir sübjektif durum olmaması gerekir.

3- Ancak bir yiyeceğin tadı kesin ve objektif biçimde bu vasfı taşımaz. Yiyeceğin tadı özünde duyum ve tecrübelere bağlıdır ki bunlarda sübjektif olup, tadan kişi – bunun yaşı – yiyecekler konusundaki tercihleri – tüketme alışkanlıkları gibi faktörlere bağlı olarak değişir.

4- Bugünün mevcut teknik imkanlarıyla bir yiyeceğin tadının kesin ve objektif olarak aynı tip başka ürünlerle farkının belirlenmesi mümkün değildir.

5- Tüm bunlar göz önüne alındığında bir gıda ürününün tadının AB Hukuku uyarınca “eser” kabul edilmesi mümkün değildir. Bu durumda herhangi bir Üye ülkenin yerel mevzuatının da yiyeceklerin tadının telifle korunacağına izin verdiği biçiminde yorumlanamaz. İlk soru bu şekilde cevaplandığına göre, sonraki soruların cevaplanmasına yer yoktur.

Acaba Levola’da çalışanlar fotoğraf çektirirken hala “cheeeeese” diyorlar mıdır?

Özlem FÜTMAN

ofutman@gmail.com

Kasım 2018

 

 

 

 

NUSR-ET’İN (PİRUS) ZAFERİ – BİR HAREKET MARKASININ EUIPO TARAFINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ

 

Antik Yunan tarihçisi Plutark’ın kaydettiğine göre Arnavutluk-Makedonya hattında kurulu Yunan krallığı Epir’in şan şeref düşkünü kralı Pirus, kazandığı savaşta ordusunun büyük bölümünü kaybettiği için, onu tarihe geçirecek şu sözü söylemiştir; “Böyle bir zafer daha kazanırsak tamamen biteceğiz.’’

 

 

İşte bundan dolayı, nihai getirisi, kazanma yolunda ödenen bedeli karşılamayan zaferlere siyasi ve tarihi literatürde “Pirus Zaferi” deniyor. Meydanda zafer gözükür ama daha geniş bir perspektiften bakıldığında aslında bir hezimettir.

Aşağıda inceleyeceğim karara ilişkin netice gerçek bir zafer midir yoksa Pirus Zaferi midir, siz de bir düşünün bakalım.

04 Mart 2017 tarihinde D Et ve Et Ürünleri Gıda Pazarlama Ticaret A.Ş aşağıdaki hareket markasının 25,30 ve 43. sınıflarda tescili için EUIPO’ya başvuruyor.

 

 

Bu hareketi bildiniz ve hareketi yapanı tanıdınız değil mi? Resimlerdeki bizim Doğuş Grubu bünyesindeki meşhur Nusr-Et et lokantalarının kurucusu ve halen D ET şirketinin ortaklarından olan Nusret Gökçe ve kendisi buralarda çokça sükse yapmış tuz serpme hareketini yapıyor. Biliyorsunuz ki Nusret Bey bu hareketten sonra “Salt Bae” olarak anılmaya başlandı.

Başvuru  43. sınıfta, elbette ki, yiyecek-içecek sağlanması hizmetleri başta olmak üzere aşağıdaki hizmetleri kapsıyor.

Services for providing of food and drink; restaurants, self-service restaurants, cafeterias; cafés, canteen services, cocktail lounges, snack bars, catering, pubs; rental of food service equipment used in services providing food and drink; arranging temporary housing accommodations, namely hotels, motels, holiday camps, boarding houses, rental of tents, youth hostel services, room reservation services; reservation of temporary accommodation, rental of banquet and social function facilities for special occasions, namely, wedding receptions, conferences and meetings; providing day care centers; pet day care services, pet and animal boarding services.”

Koruma talep edilen renkler şöyle; siyah, beyaz, gümüş, açık kahveregi, koyu kahverengi, kırmızı, pembe, altın rengi, gri ve okre.

Marka başvuruda şu şekilde tarif edilmiş;

“Bu başvuru yaklaşık 3 saniye süren sinematik sekansdan oluşan renkli bir hareket markasıdır. Sekanstaki her bir poz yaklaşık 0,5 saniyeden oluşmaktadır.  Başlangıç pozu yukarıda belirtilen pozlardan üst sırada en solda yer alanken sonuncu poz alt sırada en sağda yer alandır.  Hareketler (yukarıdaki gösterimde yer alan) pozların soldan sağa devamıyla ve yine alt sıraya geçip soldan sağa doğru devam eder. Bütün hareketler, yukarıdaki pozlardan görüleceği üzere, bir mutfakta gerçekleşmektedir. Görüntülerde bir şef göğüs hizasına kadar kaldırılmış bir tepsi içerisine yerleştirilmiş bir et parçasına tuz serpmektedir. 

İlk görüntüde şef ayaktadır ve yukarıdan ete bakmaktadır. Şefin vücudu ete dikey biçimdedir, vücudunun sağ tarafı tepsiye yakın ve sol tarafı uzaktır.  Şefin sağ kolu etin üstündedir ve sağ elinin parmakları birlikte bir tutam tuzu tutmaktadır Sol kolu hemen hemen göğüs kafesinin yanındadır ancak sol önkolu 90 derecelik bir açı yapmaktadır.

İkinci pozda şef etin üzerinden göğsünü hafifçe sola doğru çevirmektedir.  

Sağ kolunu yukarı doğru omuz hizasına kadar ve tepside yer alan ete yatay bir biçimde kaldırmaktadır.  Sağ önkolu etin üzerinde dikey biçimde yerleşirken parmakları şimdi yukarıda ve hafifçe sağ dirseğinin gerisinde durup tuzu serpmekte, şef başını omuzuna doğru yaslamaktadır.   Sol kolu hafifçe göğüs hizasından uzaklaşmaktadır.

 Üçüncü, dördüncü, beşinci ve altıncı pozlar şef etin üzerine tuz serperken sağ eldeki parmakların hareketini yeniden yapmakta, şefin sağ el parmakları dışında dikey pozisyonu korunmakta ve bu durum tuzun serpilmesi eylemini geliştirmekte, son iki görüntüde parmaklar doğal biçimde açılarak kalan tuzun etin üzerine serpilmesini sağlamakta ve bu şekilde hareket sonlanmaktadır.  

Etin üzerine tuz serpme işlemi sırasında şefin vücudunun diğer bölümleri çok çok az hareket etmekte, çoğunlukla ikinci pozda tarif edilen biçimdeki pozisyonunu korumaktadır.”

Dosyayı inceleyen uzman, başvuruyu 43. sınıfta yer alan Services for providing of food and drink; restaurants, self-service restaurants, cafeterias; cafés, canteen services, cocktail lounges, snack bars, catering, pubs; rental of food service equipment used in services providing food and drink; reservation of temporary accommodation, rental of banquet and social function facilities for special occasions, namely, wedding receptions, conferences and meetings”  hizmetleri bakımından ayırt edici olmadığı (ve kullanımla ayırt ediciliğin ispatlanamadığı ) gerekçesiyle reddediyor ve diyor ki;

– Marka 6 sekanssal görüntüden müteşekkil 3 saniyelik bir videodur.

– Reddettiğim hizmetler genel tüketim içindir ve tüketici kitlesi hem ortalama tüketiciler hem de alan profesyonelleridir. İşaret bir parça et üzerine tuz serpen bir şefi göstermektedir. Şefin el ve kollarının nasıl konumlandığı dikkate alınsa bile sonuçta ilgili toplum kesimi bunu bir şefin eti tuz serperek hazırlaması şeklinde sıradan ve basmakalıp bir hareket olarak algılar. Yemek pişirirken eti tuzlamak normal ve standart bir haldir. Her ne kadar değişik şefler değişik tuz serpme teknikleri geliştirebilirlerse de her halükarda hareketi izleyen kişi için bu sonuçta bir şefin yiyeceği/yemeği hazırlaması eyleminden başka bir şey değildir.

-Bu başvuru redde konu hizmetler bakımından tescil için gerekli minimum ayırtedicilik seviyesine sahip değil. Bir markanın tescil edilebilmesi için artistik ve özellikle yaratıcı niteliği olması gerekmez, ancak yenilik ve orijinallik de bir kriter değildir. Belki bu hareket markasının içeriğinin (sinematik sekanslar) piyasa için basmakalıp olmadığı söylenebilir fakat bu durum yine de konu markanın standart ve basmakalıp olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

D-ET dosyaya kullanımla ayırt ediciliğe dair aşağıdaki delilleri sunmuş;

I– 14/2/2017 tarihinde Monako’da yapılan Laureus World Sports Awards’a dair fotoğraf ve promosyon materyalleri. Nusret Bey bu fotoğrafların bir kısmında görünüyor ve tabi ki bazılarında tescil talep ettiği tuz serpme hareketini yapıyor. Ayrıca kendisinin ünlülerle verdiği pozlara ilişkin bir çok online siteden çıktılar sunulmuş.

II- Twitter, YouTube ve Instagram gibi bilinen sosyal medya sitelerinden çıktılar. Bazı sunulan eklerde post edilen içeriğin görüntüsünün 2017 yılına ait olduğuna dair görülüyor. Bazılarında Nusret Bey ile sporcular tuz serpme hareketini yapıyor ama tabi ki birçok kişi sadece hareketi yapmaya çalışıyor, becerebildiği kadarıyla. Dosyaya ayrıca kaç kişinin bu paylaşımları görüntülediğine ilişkin istatistikler de sunulmuş.

Monako’daki ve birçok Avrupa ülkesinde online olarak şefin ve tuz serpme hareketinin promosyonunun yapıldığına dair deliller de sunulmuş dosyaya ancak bunların ciddi bir bölümü başvuru tarihinden sonraya tekabül ediyor.

III- Salt Bae ile ilgili Wikipedia sayfası.

IVwww.bustle.com web sayfasından alınan çıktı.

V- Business Insider UK web sayfasından alınan çıktı.

VI– The Telegraph gaztesinden bir makale; burada futbol yıldızları başarılarını konu tuz serpme hareketini yaparak kutluyor.

VII– The Independent gazetesinin web sayfasından alınan çıktı; harekete ilişkin video hakkında.

VIII– Daily Mail’den bir makale; Salt Bae’ye 2017 yılının en fazla videosu paylaşılan starları arasında yer veriyor.

Uzman kararında özetle diyor ki; tamam anladım bu hareket biliniyor, biliniyor DA ortada ilgili toplum kesiminin önemli bir bölümünün marka başvurusundaki hareket yüzünden reddettiğim hizmetlerin kaynağının başvuru sahibi olduğunu düşüneceğine dair bir delil yok. Web sayfalarından ve sosyal medya delillerinden anladığım şey işaretin kullanıldığı ama mevzuat sadece yoğun kullanımı aramıyor ki, bu kullanım sonucunda işaretin kaynak gösterme fonksiyonu ifa eder hale gelmiş olmasını da arıyor, fakat ben olayda böyle bir hal göremiyorum.

Tabi bu karar başvuru sahibinin yüzünü güldürmüyor ve EUIPO Temyiz Kurulu’na aşağıdaki argümanlarla başvuruyorlar;

1- Bu (tuz serpme) hareketi piyasanın standart normlarından esaslı derecede sapma gösteriyor, ne lokantalarda ne de insanlar günlük hayatlarında evlerinde tuzu böyle serpmez. (Türkçesi; benzemez kimse sana, tavrına hayran olayım! Allah aşkına hiç böyle tuz serpen gördünüz mü ömrünüzde?)

2- Hareket 2017 yılı başlarında uluslararası olarak jet hızıyla yayıldı ve binlerce kişi tarafından paylaşıldı. Nusret Gökçe 2017 yılının Ocak ayında internete kendisinin et keserken ve değişik bir hareketle eti tuzlarken ki görselini koydu, bu görsel adeta bir virüs gibi yayıldı. Ama asıl ün 7/01/2017 günü lokantanın Twitter hesabına yüklenen “Ottoman Steak” (Osmanlı Bifteği) videosu ile geldi, bu video Instagram’da 10 milyon kez görüntülendi ve Nusret Gökçe ikonik tuz serpme hareketi yüzünden “Salt Bae” olarak anılmaya başlandı.  İnsanlar bu marka başvurusundaki gibi etin üzerine tuz serpmeye başladılar, ünlü kişiler hareketi yaptı, meşhur/başarılı atletler kazandıkları başarıları bu hareketi yaparak kutladılar. Neticeten, hareket meşhur oldu.

3- El-kol hareketleri de hareket markaları arasındadır. Bunlar bazen kullanım yoluyla ayırt edicilik kazanır ve sıklıkla ünlü kişilerle bağlantılı olup bunlar tarafından tescil ettirilir, çünkü bu tarz kişilerin çılgınca/coşkun hareketler yaparak zaman içinde harekete ayırt edicilik katma ihtimalleri yüksektir.

4- Gökçe’nin hareketi benzersiz, tüketiciler tarafından hatırlanacak ve klasik tuz serpme hareketinden son derece uzak bir tavır içeriyor. Gökçe Ocak 2017’de yayınladığı 36 saniyelik videoda tuzu öyle bir serpiyordu ki tuz taneleri adeta fantastik bir yıldız tozu gibi dağılıyordu. Bu video 5 gün içinde 20.000’e yakın yorum aldı.

5- Deliller gösteriyor ki hareket Salt Bae olarak anılan Nusret Gökçe ile özdeşleşmiştir ve kendisi başvuru sahibine ait ünlü bir lokantalar zincirinin sahibidir. Bu lokantalar belli bir kalite ve karakteristikle, ilgili toplum gözünde, başka lokantalardan ayrışmaktadır.

6- Buradaki şef klasik bir şef gibi giyinmemiş, gözlük takıyor, yüz ifadesi ve stili çok farklı. Deliller de başvuru tarihinden evvel markanın ayırt edicilik kazandığını ve Avrupa’nın büyük bir bölümünde meşhur hale geldiğini ispat ediyor. Günümüzde bir markayı bilinir ve meşhur hale getirmenin ve promosyonunu yapmanın en iyi yolu internettir ki olayda da hareket bu yolla tanınır hale gelmiştir.

Temyiz Kurulu Ne Diyor?

43. sınıfta redde konu hizmetlerin temel hedef kitlesi genel tüketicilerdir.  Ancak bu hizmetler kısmen de olsa ticari alandaki tüketicileri de hedefler.  Bu grupların dikkat seviyesi normalden yükseğe doğru değişkenlik gösterir.

Ete tuz serpen bir şefin hareketi ilgili toplum gözünde-bazı mal ve hizmetler için- sıradan biçimde bir eti hazırlama davranışından başka bir şey olarak görülmez, yani bir ticari kaynak işaret etmez. Ancak Kurul 43. Sınıfta reddedilen bazı hizmetlerin böyle görüleceği kanaatinde değil.

Eti tuzlamak birçok et yemeğinin yapılışında gerçekleştirilen bir eylemdir. Bu proses için farklı teknikler uygulanabilir, tuz bazen et pişmeden bazense piştikten sonra ekilir.

Hangi teknik seçilmiş olursa olsun Kurul uzmanla bir konuda hemfikir; sonuçta bu, yemek pişirme dünyasında normal ve standart bir uygulama olarak algılanır. O sebeple konu markanın tesciline sadece yiyeceğe ilişkin hizmetler açısından karşı çıkılabilir.

“Services for providing of drink, rental of food service equipment used in services providing food and drink; reservation of temporary accommodation, rental of banquet and social function facilities for special occasions, namely, wedding receptions, conferences and meetings” hizmetleri oteller ya da organizasyon düzenleyiciler ile alakalıdır. Ayrıca “içecek sağlanması hizmetleri”, “yiyecek sağlanması hizmetleri”nden farklıdır.

Değişik şefler değişik biçimde ve pişirmenin farklı zamanlarında ete tuz serpebilir. Ancak ilgili toplum konu markaya baktığında işareti ete tuz serpen bir şeften başka biçimde algılamayacaktır. Markada tüketici zihninde hareketi hizmetlere bağlayacak imajinatif, çarpıcı veya acayip bir şey yok.

Başvuru sahibi şefin kollarının ve elinin hareketine vurgu yaparak bunun meşhur olduğunu iddia ediyor ama bu ikna edici bir argüman değil. Marka şefin eti tuzlamasına ilişkin, kolların hareketi markanın kendisi değil. Bizce de ortada bir ayırt edicilik yok. Hareket ilgi çekmiş olabilir ancak sonuçta tüketicilere hizmetlerin kaynağına dair spesifik bir enformasyon veya açık mesaj iletmiyor.

Mevzuat kullanımla ayırt edicilik kazanmada yoğun kullanımdan fazlasını arıyor; tüketicinin işareti konu mal/hizmetler açısından bir işletmeye bağlıyor olması lazım. Ayırt ediciliğin Avrupa’nın bütünü ya da en azından önemli bir bölümü açısından ispatı gerek.

Temyiz Kurulu Niye Böyle Düşünüyor ve Delillerle İlgili Ne Demiş?

Delillerin bazıları önceki tarihli değil.

Şubat 2017’de Monako’da gerçekleşen organizasyona ilişkin deliller sunulmuş ama Monako AB üyesi değil.

Wikipedia çıktısında Twitter hesabında Ocak 2017’de yayınlanan videodan bahsediyor; Ocak 2017 başvurudan kısa süre önceki bir tarih.

www.bustle.com’da ki makale 18/01/2017 tarihli, Business Insider’da ki makale 25/01/2017 tarihli yani bunlar da başvurudan kısa süre önce yayınlanmış.

Daily Mail’deki yazı ise Aralık 2017 tarihli.

Ezcümle; 2015,2016 gibi önceki dönemlere tarihlenmiş bir delil yok dosyada.

Ayrıca delillerle AB’nin bağını kurmak da zor. Başvuru sahibi Twitter ve Instagram hesaplarıyla popülarite iddiasında bulunuyor ama bunlar AB’de ki spesifik bir üye ülkedeki kullanımın ispatı için yetersiz; bu hesapların (hesaplardaki kişilerin) nerede mukim olduğuna dair bir delil sunulmamış.

Hareket markasına temel olan video Türkiye’de başvuru sahibinin lokantasında çekilmiş. İngiltere’de yayınlanmış makaleler bu videonun popülerliğinden bahsediyor ama İngiltere’de gerçekleşmiş herhangi bir organizasyona dair veri içermiyor.

Deliller şefin el hareketlerinin tüketicilerce konu hizmetlerin kaynağının başvuru sahibi olduğu şeklinde algılandığını ispat etmiyor.

Delillerden, ilgili kişilerden ne kadarının –ne zaman ve hangi Birlik Üyesi ülkelerden bahsedilen web sayfalarındaki içeriklere ulaştığını anlamak mümkün değil. Açıkça anlaşılan tek şey konu işaretin kullanıldığı, fakat bu tescil için yeterli değil.

NETİCE;

EUIPO 5. Temyiz Kurulu başvuru sahibinin temyiz talebini sadece aşağıdaki hizmetler için kabul ediyor;

“Services for providing of drink; rental of food service equipment used in services providing food and drink; reservation of temporary accommodation, rental of banquet and social function facilities for special occasions, namely, wedding receptions, conferences and meetings.”

Dolayısıyla sonuçta marka 25 ve 30. sınıfın tamamında, ancak 43. sınıfta kısmen tescile uygun bulunuyor.

Şimdi baştaki soruya dönelim; Nusr-Et bir et lokantası zinciri ve ana işi “yiyecek sağlanması hizmetleri”, 25 ve 30. sınıftaki mallar ancak merchandising için düşünülebilir ve bu kararla 43. sınıfta elinde kalanlar ise ancak yan/belki gelecekteki projelere ilişkin  sağlanması düşünülen hizmetler olabilir kanaatindeyim.

Bu durumda başvuru sahibi başvurduğu mal ve hizmetlerin sayısal olarak büyük çoğunluğunu elde etmiş görünse de asıl faaliyetine dair hizmeti alamıyor. Sizce bu gerçekten bir zafer mi yoksa Pirus Zaferi mi? 

Özlem FÜTMAN

ofutman@gmail.com

Kasım 2018

 

 

 

 

SON POZ; MARILYN MONROE FOTOĞRAFLARININ TELİFİ KİME AİT? (2)

 

Önceki yazıdan devam ediyoruz. Hatırlıyorsunuz değil mi neler olduğunu? Bert Stern’in mirasçıları Lavender kardeşlere dava açmıştı. Bugün kaldığımız yerden devam edelim bakalım.

Fotoğrafların telife tabi eser vasfında olduğu konusunda taraflar arasında bir anlaşmazlık yok. İlk ana konu, telif hakkının kime ait olduğu ve Mahkeme 20/07/2018 tarihli kararıyla bu sorunun cevabını veriyor. Stern’in ölümünden önce dava konusu fotoları Lavenderler’e hediye edip etmediği ve/veya ölümünden sonra bunların poster vs olarak çoğaltılıp satılmasına izin verip vermediği, yine ölümünden sonra sattıkları fotoları Stern adına imzalayıp orijinal olduklarını belirtmelerine izin verip vermediği gibi konular ise davanın ileriki aşamalarında tartışılacak. Telifin kime ait olduğuna ilişkin kararını  Mahkeme dosya üzerinden -duruşma açmaksızın- açıklıyor.

Bert Stern’in ve davacıların kim olduğunu önceki yazımda anlatmıştım. Peki davalı olan Lavenderler kim?

Bunlar ikiz  kız kardeşler ve ölümüne kadar Stern’in asistanlığını yapıyorlar. İş tanımları arasında Stern’in röportajlarını ayarlamak, fotoğrafların çoğaltılmış nüshalarını satmak gibi konular var.

Hikayenin bundan sonrasında tarihler sebebiyle ilk anda kafanız biraz karışabilir, ama merak etmeyin, biraz dikkat ederseniz konunun çok da karışık olmadığını göreceksiniz. Bunlardan bahsediyorum, çünkü davalılar iddialarını bir noktada bu gelişme ve yazışmalara dayandırıyor.

2010 yılı başlarında yani Bert Stern hala hayattayken, Stern’in  izni/onayıyla, Lavenderler bazı fotoğrafların üstüne değerli taşlar yapıştırarak bunların işlenmiş hallerini yaratıyorlar. Lavenderler’e göre o tarihlerde Stern de bu yeni versiyon fotoğrafların (modifiye fotoğraflar) oluşturulması işlemine dahil oluyor ve bunlar Stern’n evinde yapılıp daha sonra satılıyor. Hatta 2012 yılında davacılardan BSP, 3. kişilerle bir anlaşma imzalıyor ki, buna göre eserlerin satılmasından alınacak meblağın %50’si Stern’e, %50’si satıcıya ait ve Stern kendi payından kararlaştıracağı bir miktarı Lavenderler’e ödemeyi taahhüt ediyor.

Stern’in ölümünden önce Lavenderler, hem bu modifiye fotolardan bazılarını hem de modifiye edilmemiş olan bazılarını EBay’de satıyor. Stern bu satışların farkında.

2014 yılında, Stern öldükten sonra, Stern Vakfı, Conde Nast’a bir mesaj  yazarak kullandıkları  fotoğraflar sebebiyle kendilerine lisans ücreti  ödenmesini  istiyor. Conde Nast vekili verdiği cevapta; yapılan kontrat uyarınca Conde Nast’ın ısmarladığı fotoğrafların telif hakkı kendisine aittir ve bu durumu Stern de biliyordu, Conde Nast telifi kendine ait fotolar için hiçbir lisans ücreti ödemeyecek ve hatta bu eserlerin derhal Conde Nast’a iadesi gerekir, ayrıca bu fotolar basıldıktan sonra Last Sitting hakları Stern’e iade edilmiştir diyor. (Beyan sizce de biraz çelişkili değil mi? Telif Conde Nast’a aitse niye haklar Stern’e “iade” edilmiş?)

2015 yılında Lisa Lavender İngiltere’deki bir galeriyle anlaşma yapıyor, dokuz adet modifiye fotoğrafın iki boyutlu reprodüksiyonunun yapılıp satılması için izin veriyor ve bu eserler “poster” olarak anılıyor. Bu anlaşmada Lisa Lavender “sanatçı” olarak anılıyor. Anlaşmada davacılara ödenecek herhangi bir paradan bahsedilmiyor. Galeri bu reprodüksiyonları Amazon üzerinden satışa sunuyor ve Lavenderler 3.000.000-USD’den fazla bir gelir elde ediyorlar bu satışlardan. (Anladınız şimdi konunun önemini değil mi? Sadece 9 fotoğrafın satışından bu kadar para kazanılıyorsa…)

Lavenderler’in iddiasına göre, Stern sattıkları fotoğrafları ölmeden önce kendilerine hediye etmiş,  Lavenderler hem bunların hem de modifiye fotoların sahibi ve bu konuda Stern ile aralarında bir  anlaşma yapılmış. Lavenderler, Mahkeme’ye Stern’in ölümünden 10 gün önce Bert Stern ve Lisa Lavender tarafından imzalanmış bir belge sunuyorlar ki bunda kısaca şu yazıyor: “Ben Bert Stern, bugün itibariyle asistanım Lisa Lavender’in benim fotoğraflarımı adıma imzalamasına ve satmasına ve Bert Stern Productions’a ödeme yapmasına izin veriyorum.”

Her ne kadar fotoğraflar 1962 yılında çekilmiş ve 6 tanesi Vogue’da yine aynı yıl yayınlanmış olsa da Telif Ofisi’ne yapılan kitap tescilinin tarihi 1982. Bu tescilde “fotoğraflar ücret karşılığı oluşturulan eser mi” kısmına “hayır” diye yazılmış. Conde Nast ise hiçbir zaman bir telif tescili yaptırmamış. 1992’de basılan kitabın telif tescili yapılmadığını söylemiştim zaten. 2013 yılında Stern Vakfı 2.571 fotoğrafın tamamını kendi adına tescil ettirmiş.

2017 yılında Lavenderler ise 71 tane modifiye fotoğraf için telif tescili yaptırıyor.

Görüyorsunuz ki fotoğrafçının ölümünden sonra herkes birden olayı kavrayıp hızla tescil yaptırmaya girişmiş!

Davanın başlangıcındaki delil toplama sürecinde Lavenderler’in avukatı, Conde Nast’ın elinde The Last Sitting fotoğraflarının hakkının Stern’e iade edildiğine dair bir belge olup olmadığını sordurmuş.  Conde Nast’ın avukatı verdiği  cevapta şunları söylemiş “Bendeki bütün dosyaları dikkatlice inceledim ve Conde Nast çalışanlarıyla da görüştüm, hiç kimse bu fotoğrafların yaratılma süreci veya hakların transferine dair ilk elden bilgi sahibi değil. Fotoğraflar ücret karşılığı çektirilmiş, 1962 yılında geçerli Telif Yasası’na göre Conde Nast bu fotoğrafların hak sahibi sayılır. Ancak Conde Nast, haklarına aykırı olsa da, hiçbir zaman Stern’in bu fotoları kullanmasına ve satmasına müdahale etmemiştir.”

Olaylar karmakarışık görünüyor değil mi? Bakalım Mahkeme Temmuz 2018’de verdiği kararda ne demiş.

Mahkeme Ne Diyor?

1- Fotoğrafların çekildiği 1962 yılında geçerli hukuka göre, aksine bir anlaşma yoksa, bir kişi bir eser oluşturulması için bir başkasını tutarsa, sanatçıyı tutan kişi (işi ısmarlayan)  o eserin sahibi olur. Ancak bunun böyle olabilmesi için eserin ısmarlayanın isteğiyle ve onun ödediği ücret neticesinde oluşturulmuş olması gerekir.

2- 1982 ve 2013 yıllarında yapılmış telif tescilleri var. Mahkeme bunları –aksi ispat edilene kadar- geçerli sayıyor ve bunların telifinin Stern’e ait olduğunu varsayıyor prensip olarak. Tesciller geçersiz çünkü telif  Conde Nast’a ait diyorlarsa, Lavenderler’in bunu ispat etmesi gerek. Lavenderler bu konudaki ana iddialarını 1982 yılında basılan The Last Sitting kitabında Stern’in fotoğrafları nasıl çektiğine dair anlatısına dayandırıyorlar. Oysa Mahkeme böyle eski ve  inandırıcılığı tartışmalı bir anlatıya dayanarak teliflerin geçersizliğine hükmetmeyi doğru bulmuyor. Ayrıca Mahkeme Stern’in beyanlarının ücret karşılığı iş şeklinde yorumlanmasının olaydaki diğer somut vakalarla örtüşmediğini düşünüyor ki, bu vak’alardan bazıları bütün bu yıllar boyunca Stern’in fotoğraflar üzerindeki telif hakkının kimse tarafından tartışılmamış olması ve hatta Conde Nast’ın Stern’in fotoğraflarını kullanmak için lisans almış olması.

3- Lavenderler telif hakkının Stern’e ait olmadığı konusunda iki grup delile daha dayanıyor.  Bunlardan ilki 1982 tarihli Vogue dergisinde yayınlanan bir yazı, ki bu yazı 1982 yılında basılmış olan Last Sitting kitabından bir alıntı ve burada Stern -yukarıda anlattığımız gibi- fotoğrafların çekilme öyküsünü anlatıyor. Diğer delil grubu ise zaman içinde Conde Nast’ın avukatları ile yapılan yazışmalar.

Lavenderler, Stern’in kitaptaki beyanlarını doğrulayacak bir şahit ya da fotoğraflar çekilirken orada bulunanlardan birinin anılarını içeren bir yazılı delil ya da Stern ile Conde Nast arasında o tarihlerdeki anlaşmayı ispat edecek bir delil gösteremiyorlar.

Fotoğraflar 1962’de çekiliyor, ama ilk kitap 1982 yılına ait yani kitap aradan çok uzun zaman geçtikten sonra basılmış. Dolayısıyla, 1982 yılında Stern’in olayları nasıl hatırladığı kuşkulu. Ayrıca Stern, Monroe’nun fotoğraflarının çekilmesi projesinin kendine ait olduğunu söylüyor. Her ne kadar Vogue 2. ve 3. çekimleri istese de bu ikincil bir faktör çünkü o fotoğrafların ne şekilde/nasıl çekileceği Stern’e ait bir karar. Stern’in beyanları yaratıcılık konusunda kontrolün kendisinde olduğunu gösteriyor; Vogue sadece bunların içerisinden hangilerini basacağını seçiyor.

Bunun yanında Stern, Vogue ile aralarında telifin kime ait olacağı konusunda bir görüşme yapılıp yapılmadığına dair bilgi vermiyor. Stern’in beyanları daha çok Monroe gibi ikonik bir karaktere ilişkin duygusal bir tablo çiziyor.

Zaten daha sonra basılan kitapta da, Stern’in Conde Nast ile o tarihlerde bir kontrat yaptığına dair beyanı yok ve davanın delil toplanması aşamasında da taraflar arasında yapılmış bir anlaşmaya rastlanmadı. Aksine, Conde Nast ile Stern arasında 1982 yılında yapılmış bir anlaşma var ve Stern burada telif hakkı sahibi olarak belirtilmiş ki bu -davacı lehine- son derece güçlü bir delil.

Muhtemelen bu olaylara şahit olanlar da çoktan öldü, çünkü çekimler yaklaşık 55 yıl önce yapılmış durumda, bu durumda telif tescilleri özel bir önem kazanıyor.

4- Lavenderler 1998, 2014 ve 2017 yıllarında Conde Nast’ın avukatlarıyla yapılan yazışmalara dayanıyor, çünkü bu yazışmalarda şirketin telif sahibi olduğu/olabileceği belirtiliyor.

Mahkeme’ye göre 1997 yılındaki yazışmalar telifin kime ait olduğunun belirlenmesinde dikkate alınamaz, çünkü  yazışmaları yapan avukatların hiçbiri olaylara bizzat şahit olmamış, sadece müvekkillerinin hukuki pozisyonlarını sağlama almak için, ellerindeki materyallere göre uygun beyanlarda bulunuyorlar.

2014 yılında Stern’in mirasçılarına Conde Nast avukatının yazdığı e-mail de kabul edilebilir bir delil değil, çünkü cevabın içinde çelişkili ifadeler var.

2017 yılında Conde Nast vekili Lavenderler’e yazdığı cevapta, ortada yaşayan bir şahit ya da yazılı belge olmadığına göre, Conde Nast’in telif hakkı sahibi olabileceğini söylemiş. Bu beyan da herhangi bir delile dayanmıyor ve kabul edilebilir değil.

Neticeten Mahkeme bütün Last Sitting fotoğraflarının telif hakkının Conde Nast’a değil Stern’e ait olduğu kanaatine varıyor.

Şimdi bakalım davanın ileriki aşamalarında neler olacak!

Belki davanın özü ile ilgili değil ama küçük bir şahsi not düşmeden de edemeyeceğim. Bu ihtilafta  davacıları temsil eden avukat telif hakkı konusunda donanımlı biri olmak yanında son derece de başarılı bir fotoğrafçıdır. Kendisi fotoğraf dergilerinde çalışmaları basılan, Leica ile projelerde çalışan gerçek bir fotoğraf aşığıdır. New York’daki ofisinin duvarlarında Henri Cartier Bresson başta olmak üzere bir çok efsane fotoğrafçının orijinal eserleri asılıdır. O sebeple bu davada Bert Stern’in mirasçılarını temsil etmekten özel bir mutluluk duyduğundan şüphe etmiyorum ve davacıların kendileri için ne kadar doğru bir vekil seçtiklerini düşünmeden edemiyorum.

Özlem FÜTMAN

ofutman@gmail.com

Ekim 2018

SON POZ; MARILYN MONROE FOTOĞRAFLARININ TELİFİ KİME AİT? (1)

 

1982 yılında basılmış The Last Sitting isimli kitapta ünlü fotoğrafçı Bert Stern olayları şöyle anlatıyor “1962 yılında Vogue (dergisi) benimle bir kontrat yaptı. Buna göre ben Vogue için yılda 100 sayfalık çekim yapacaktım, ve bunlardan başka kendim içinde ayrıca 10 sayfalık çekim yapma hakkım vardı. Kontrat uyarınca  bana bu çekimleri gerçekleştirmem için yeterli bütçe ayrıldı. Bir proje için Roma’ya giderken aklıma birden bir fikir geldi; “Marilyn Monroe’nun Vogue’da basılmış  harika bir fotoğrafı!”. Roma’ya varınca hemen New York’taki asistanım Vicki’yi aradım “Marilyn Monroe’nun ajansını  ara  ve  Marilyn bana Vogue için poz verir mi sor, ayrıca Vogue’un kütüphanesine gidip kontrol et bakalım daha evvel Marilyn’i fotoğraflamışlar mı” dedim. Vicki ertesi gün arayarak “Marilyn poz vermeyi kabul etti. Vogue’da fikrini onayladı, daha evvel Marilyn’i hiç fotoğraflamamışlar” dedi.

New York’a döndüğümde çekimleri Los Angeles ‘da ki Bel-Air otelinde yapmaya ve Marilyn’i “sadece Marilyn” olarak fotoğraflamaya karar verdim. İstediğim görüntüleri yaratmanın yolu bir illüzyon oluşturmaktan geçiyordu, Vogue’u aradım, “bana üzerinde geometrik desenler olan ama arkadaki cismi de gösteren (transparan) eşarplar bulabilir misiniz” dedim”.

Stern’in anlatımıyla hikaye işte böyle başlıyor …..Bert Stern bahsettiği fotoğrafları 1962 yılının Haziran ayında çekti, Marilyn Monroe ise bundan yaklaşık iki ay sonra  5 Ağustos 1962 günü  vefat etti. Conde Nast’ın sahibi olduğu Vogue dergisi bu çekimlerden 6 adet fotoğrafı 1 Eylül 1962 tarihli sayıda yayınladı.

Google görsellerde The Last Sitting diye ararsanız karşılaştığınız fotoğrafların çoğuna aşina olduğunuzu göreceksiniz çünkü bunlar gerçekten de Monreo’nun ikonik fotoğraflarıdır.  Monroe gibi döneminin en çok takip edilen yıldızı olan bir kadın bu çekimi sadece resimler Vogue’da basılacak diye mi kabul etmiştir sanıyorsunuz? Hayır, elbette ki burada Bert Stern faktörü de önemlidir. Bert Stern dünyaca meşhur bir fotoğrafçıdır, hem ticari hem de artistik sayısız fotoğraf çekmiştir ve bugün kimin çektiğini düşünmeden aşina olduğumuz sayısız ünlü fotoğrafı da ona aittir; fotoğrafını çektiği yıldızlar arasında Sophia Loren, Audrey Hepburn, Elizabeth Taylor ilk batında akla gelenler.

Hadi devam edelim hikayeye, bakalım eşarplar Stern’ın eline geçtikten ve Monroe ile Stern Bel-Air otelinde buluştuktan sonra neler olmuş. O Haziran ayında Stern, Monroe’yu 3 ayrı günde fotoğraflamış ve ortaya 2571 adetlik bir  fotoğraf serisi çıkmış! Bu fotoğrafların tümü kısaca The Last Sitting yani Son Poz olarak biliniyor. Aşağıda gün gün, Stern’in anlatımlarına dayanarak, fotoğrafların nasıl çekildiğini anlatayım size.

 

ÇEKİM GÜNÜ 1; EŞARPLAR, MÜCEVHERLER YADA HİÇBİRŞEY….

İlk günkü buluşmada sadece Stern ve Monroe var; Stern ışığı, mizanseni vs aklınıza gelen her şeyi bizzat ayarlıyor ve Monroe’yu değişik şeffaf  eşarplar arkasında, sahte mücevherlerle ya da bunların hiçbiri olmadan en saf haliyle görüntülüyor. Akabinde NY’a dönüp fotoları tab ediyor ve Conde Nast’ın direktörü Alex Liberman’a götürüyor. Liberman fotoğrafları çok beğeniyor, Vogue’un  bu fotoğraflardan basacağını söylüyor ama derginin Stern’den ayrıca siyah-beyaz moda fotoğrafları çekmesini de istediğini ekliyor. Akabinde Vogue, Monroe ile konuşarak yeni fotoğraf randevuları ayarlıyor.

 

ÇEKİM GÜNÜ 2; NARİN MARILYN, ZARİF MARILYN ve  MODA POZLARI

İkinci çekim gününde Stern otelde üç odalı bir suit tutuyor, çekim boyunca tüketmek içinde içecekler ayarlıyor (içecekten kasıt kasalarca Dom Perignon ve  Chateau Lafite-Rothschild yalnız). Bu kez Vogue Stern’ın yanına bir kuaför ve derginin editörlerinden Babs Simpson’u da gönderiyor.  Stern diyor ki “Vogue’un bu kişileri benimle göndermesi işin ciddileştiğini gösteriyordu. İlk çekimleri yaparken neyi nasıl istiyorsam yapmama hiç karışmadılar, ama şimdi benim (iyi) bir iz üstünde olduğumu fark etmişlerdi  ve hedefledikleri şeyi alacaklarından emin olmak istediler. Simpson ve ben daha evvel de defalarca birlikte çalışmıştık, onu özellikle seçtiklerinden emindim çünkü  Babs beni en yüksek derecede yaratıcılığımı göstermeme imkan verecek derecede serbest bırakan ama aynı zamanda kontrolü de bir şekilde elinde tutan biriydi”

Elbette ki öyle! Dünyanın en önemli moda-yaşam ve güzellik dergilerinden birinin direktörü olan Liberman’ın ve Vogue ekibinden fotoğrafları gören diğerlerinin ellerindeki cevheri fark etmemesi mümkün mü? Bunların büyük ses getirecek fotoğraflar olacağını anladıkları kesin. Simpson o gün Monroe’nun poz verirken giyeceği elbiseleri de yanında getiriyor. O gün çekilen fotoğraflar “moda pozları” olarak anılıyor. Monroe bu fotoğraflarda son derece elegan, zarif, naif ve bugün hatırlanan imajından bambaşka bir halde, deyim yerindeyse,  “uslu” görünüyor. Ben, görece daha az biliniyor olsalar da, bu fotoğrafları çok beğeniyorum ama Stern o günkü çekimden çok da mutlu olmamış, zira diyor ki ”bu pozlar benim orijinal fikrimin tam tersine gitmek anlamına geliyordu. Vogue, Marilyn’i güzel elbiseler içinde görmek istedi. Halbuki ben tam tersini düşünüyordum, Marilyn bu değildi.”

Çekim tamamlandıktan sonra Monroe bu kez Vogue’un kabul etmediği giysiler içinde Stern’e poz vermeye devam etmeye karar veriyor ve Stern, Babs Simpson’u odadan çıkarıyor. Stern anlatısında diyor ki “odada yalnızdık. Saçın nasıl taranacağını veya hangi elbisenin giyileceğini söyleyen kimse yoktu yanımızda. Marilyn bana dönüp dedi ki “ne yapmak istiyorsun?”. O noktada Stern kendi kafasında Monroe’yu nasıl görmek istiyorsa ona göre özgürce deklanşöre basmaya başlıyor.

 

ÇEKİM GÜNÜ 3; SADECE MARILYN. DEKLANŞÖRE BASTIM, VE O BENİMDİ

İki gün sonra Monroe ve Stern Bel-Air oteline üçüncü çekim için dönüyorlar. Stern , o gün aklında ne şekilde çekim yapılacağına dair bir imaj olmadığını söylüyor ama hatırladığı şu “bu , tıpkı Steichen’in çektiği (Greta) Garbo fotoğrafı gibi, sonsuza kadar yaşayacak bir siyah beyaz fotoğraf olacaktı”. Otele vardıklarında Stern asistanına, kuaföre ve Simpson’a direktifler vererek istediği pozu çekmek için gerekli ortamı sağlıyor ve fotoğrafı yukarıdan bir noktadan çekiyor. Daha sonra diyor ki “istediğim şeyi gördüm, deklanşöre bastım ve o benimdi”.

Stern NY’a dönerek stüdyo asistanı olan Gar’a fotoğrafların tab edilmesi konusunda süpervizörlük yapıyor. “Gar fotoğrafların nasıl benim sevdiğim gibi tab edileceğini bilirdi ve ben ona paranın satın alabileceği en iyi karanlık odayı kurmuştum“. Karanlık odada çalışırlarken Vogue’dan arıyorlar ve Monroe’nun çekilen bütün fotoğrafları onayladığını bildiriyorlar. Bunun üzerine Stern 30 tane fotoyu seçiyor ki bunların arasında en önemsediklerinden biri olan Monroe’nun sadece başının göründüğü poz da  var. Birkaç hafta sonra Vogue bu fotoğraflardan altı tanesini Eylül sayısında basıyor, Stern basılmak için seçilen fotoğrafları ilginç buluyor çünkü  fotoğrafların tümünde Monroe siyah giysiler içinde, giysiler ve arka planlar karanlık, resimlerde elegan bir kalite var;  Stern’e göre fotolar tuhaf ve ürkütücü çünkü Marilyn hayattayken çekilmiş ama adeta Marilyn’in  ölümünün sinyali gibi.

Şimdi; bu kadar önemli fotoğraflar, en azından bir kısmı, daha o tarihlerde Stern hayattayken ABD Telif Hakları Ofisi’nde tescil edilmiştir diyorsunuz değil mi? Hayır öyle bir şey olmuyor.

1980 yılına gelindiğinde Stern bir yayınevi ile fotoğrafların bir kısmının kitap formunda basılması için sözleşme imzalıyor. Sözleşmede Stern “eserlerin (fotoğrafların) tek hak sahibi” olarak geçiyor ve fotoğrafların 3. Kişilerin hakkını ihlal eder bir vasfı olmadığı belirtiliyor. Kitap, “The Last Sitting” adıyla 1982 yılında basılıyor, içinde 100 fotoğraf yer alıyor, kitap aynı yıl ABD telif ofisine tescil ettiriliyor ve Stern kitabın içindeki fotoğrafların sahibi olarak belirtiliyor.

Kitap basılmadan kısa süre önce Vogue kitaptan seçilecek bazı resimlerin ve metinlerin dergide ön yayın hakkını alarak 1982 yılı Eylül sayısında yayınlıyor.

1992 yılında Stern bu kez bir Avrupalı yayıncıyla anlaşıyor. Bu anlaşma neticesinde “Marilyn Monroe; The Complete Last Sitting” isimli kitap  basılıyor ki bunun içinde 2.571 resmin tamamı var ,ama kitap için ABD’de telif tescili yaptırılmıyor.

Takip eden yıllarda Stern NY’da sergiler açıyor , bir galeri aracılığıyla yada kendisi fotoğrafların bazılarının çoğaltılmış nüshalarını satıyor, ayrıca bazı fotoğrafların kitaplarda filmlerde vs kullanılmasına izin veriyor ki bu izin verdikleri arasında Conde Nast’a ait Vanity Fair gibi dergilerde var.

1997 yılında Stern Conde Nast’a ait Allure dergisinde seriden tek bir fotonun izinsiz basıldığından bahisle telif hakkı ihlali davası açıyor,  ancak daha sonra kendisine ufak bir telif ücreti ödenmesi karşılığında davasından vazgeçiyor. Bu dava sırasında taraf avukatları arasında bazı yazışmalar oluyor , Conde Nast’ın avukatı yazdığı bir mektupta “Stern bu fotoların telif hakkının kendisine ait olduğunu iddia ediyor ama  1982 tarihli kitapta bizzat kendisi Conde Nast ile bir kontrat yaptığını söylüyor. Bizim elimizde   böyle bir kontrat yok, bu durumda 1962 yılında geçerli Telif Yasası uyarınca  telif haklarının  Conde Nast’a ait olması mümkün. Elinizde sözleşme varsa derhal sunun ” diyor. Stern’in avukatı cevabında ellerinde böyle bir sözleşme olmadığını, telifin ise Stern’e ait olduğunu söylüyor.

Stern 2013 yılında ölüyor.

 

2016 yılına geldiğimizde  New York Güney Bölgesi Mahkemesi’nin önüne bir dava geliyor. Bu davada taraflar ve  iddiaları şöyle;

Davacılar: Bert Stern adına kurulmuş vakfın temsilcisi olarak Stern’in eşi ve Stern’in prodüksiyon şirketi BSP Production (BSP).

Davacılar; fotoğrafların telif hakkı  Stern’e aitti ve onun ölümünden sonra haklar bize geçti, davalılar bazı fotoğrafları orijinal haliyle ya da modifiye ederek izinsiz şekilde çoğaltıp Amazon-EBay gibi platformlarda satarak telif hakkı ihlalinde bulundu, bu durum tespit edilsin ve ayrıca bize tazminat ödensin diyorlar.

Davalılar:  Lisa Lavender ve Lynette Lavender  (Lavenderler).

Lavenderler de bir karşı dava açarak diyor ki; BSP EBay’e ihtarname gönderdi ve orada sattığımız fotoğrafların telif hakkı ihlali anlamına geldiğini söyledi, bizi yanlış tanıttı ve itibarımızı sarstı. Bu fotoğrafların telif hakkı Conde Nast şirketine aittir, Bert Stern hiçbir zaman telif hakkı sahibi olmadı  çünkü fotoları  ücret karşılığında Conde Nast’ın sahibi olduğu Vogue dergisi için çekmişti. Hem zaten bir an için telifin Stern’e ait olduğu varsayılsa dahi, Stern hayattayken bir çok fotoğrafı bize hediye etmiş ve bunların bizim tarafımızdan çoğaltılmasına, üzerlerinde değişiklik yapılmasına, satılmasına vs. izin vermişti.

Sonra ne oluyor peki? Onun için ikinci yazıyı beklemeniz gerekecek. Çünkü bugün sizinle paylaşmaya başladığım New York Güney Bölgesi Mahkeme kararı 51 sayfaydı. Ne kadar kısa tutmaya çalışsam da neticede ortaya 8 sayfalık bir yazı  çıktı. Ben de bunun üzerine yazıyı bölüp iki ayrı günde yayınlamaya karar verdim.

Hikaye şimdilik bu kadar yani. Arkası yarın!

Özlem FÜTMAN

ofutman@gmail.com

Eylül 2018

GLEISSNER YİNE SAHNEDE! BİRLEŞİK KRALLIK’TAN MANGO v. YANGO KARARI

 

Hepinizin geçmiş bayramı kutlu olsun, umarım tatilde güzelce dinlenebilmişsinizdir. Beni sorarsanız, tatilde durup dururken aklıma şöyle sorular düştü: “Michael Gleissner nerelerde? Hiç sesi soluğu çıkmıyor, acaba gene hangi Marka-Patent Kurumları nezdinde kimlerle düello içinde?”  

Eve dönüp araştırma yapınca gördüm ki kendisine bağlı şirketlerden biri yakın zamanlarda İngiltere’de yine bir karara konu olmuş, ancak bu anlatacağım meselede son gülen Gleissner olmuş.

Michael Gleissner kimdi diyenlere ufak bir hatırlatma, kendisi hakkında Şubat ayında bir yazı yazmıştım:  https://iprgezgini.org/2018/02/01/yetenekli-bay-ripley-catch-me-if-you-can-bu-yazida-gecen-isimleri-aklinizda-tutun-cunku-bir-gun-sizin-de-karsiniza-cikabilir-sonra-ozlem-soylememisti-bilmiyordum-demeyin/  Malum, Gleissner birkaç yıldır Fikri Mülkiyet camiasında “meşhur” olmuş bir kişi.

Şimdi anlatacağım ihtilafta olaylar şöyle:

I– İngiltere’de YANGO International Limited isimli şirket Birleşik Krallık Marka ve Patent Ofisi’ne (UKIPO),  YANGO kelime markasının 03,14,16,25,26,38 ve 41. Sınıflarda tescili için başvuru yapıyor. Başvuru incelemeyi sorunsuz geçip ilana çıkıyor.

II– İlan üzerine  MANGO markalarının sahibi Consolidated Artists B.V. şirketi itiraz ediyor. Dayandığı markalar şunlar:   

 1. Marka: EUIPO nezdindeki 9850785 numaralı 

 

2. Marka: EUIPO nezdindeki 13453576 numaralı 

3. Marka: Önceden tescilli olmayan MANGO kelime markası. İtiraz eden bu tescilsiz markayı 01/01/2000 tarihinden beri Birleşik Krallık’da 09,14,18,25. sınıflara giren mallar ve bunların perakende satışa sunumu hizmetleri için kullandığını, markasının meşhur olduğunu ileri sürüyor.

İtiraz edene göre YANGO kendi markalarına benziyor, tüketiciyi karıştırma yoluyla yanıltacak ve itiraz edenin markasına da zarar verecek.

Başvuru sahibi verdiği cevapta sadece iddiaların hiçbirini kabul etmediğini söylüyor. İtiraz sahibi dosyaya delil sunarken, başvuru sahibi hiçbir delil sunmuyor.  

Netice: İtiraz reddediliyor! Ret kararını veren uzman şöyle diyor:

Bence tüketiciler bu markaları, markaları taşıyan mal/hizmetlerin kaynağını karıştırmaz ve  bunları birbiriyle bağlantılı görmez. Evet MANGO ve YANGO kelimeleri beşer harften oluşuyor ve bunlardaki dört harf (ANGO) ortak, fakat baştaki ilk harflerin farklı olması işaretleri görüntüsel, okunuş ve kavramsal açılardan farklılaştırıyor. 

YANGO yaratılmış bir kelime. Ancak MANGO’nun bilinen bir anlamı var; tropikal bir meyve/ağaç. İtiraz edenin 3. markası düz halde yazılmış bir kelime markası ve bu marka 1.ve 2. Markalara göre YANGO markasına daha çok benziyor (yazılış-görünüm olarak). Fakat MANGO-YANGO arasında ki bu anlam/konsept farklılığı karşısında ileri sürülen iddiaları kabul etmek mümkün değil.

İtiraz edenin 2. markasındaki MAN kelimesi yüzünden ben incelemeyi itiraz edenin 1. markası üstünden yapacağım çünkü 1. marka YANGO’ya daha benzer duruyor.


 

ile YANGO karşılaştırıldığında: 

a- Genel görünüm olarak YANGO yaratılmış (uydurma) bir kelime. İtiraz edenin markasının ise sözlüklerde yer alan bir anlamı var + tabii ki aslolan kelimenin kendisi ama yazılışta harflerdeki kesikler biçiminde boşluklar bulunması göz ardı edilecek bir unsur değil ve genel görünümü etkiliyor, itiraz edenin markası figüratif.

 b- Görünüş olarak ben markaları en fazla orta derecede benzer buluyorum. Tüketiciler markanın sonundan çok başına dikkat eder ve burada da başlangıç harfleri farklı.

 c- Sesçil/okunuş değerlendirmesinde de ben en fazla orta derecede benzerlik olduğu görüşündeyim çünkü başlangıçtaki M ve Y harflerinin okunuşu duyuluşu değiştiriyor.

 d-Kavramsal benzerlik açısından; ortalama tüketici MANGO kelimesinin bir meyvenin (ve ağacın) adı olduğunu bilir. YANGO’nun ise bir anlamı yok, yaratılmış bir kelime. Markalar kavramsal açıdan benzer değil.

MANGO kelimesi, tescilli olduğu mal/hizmetler açısından,  doğası gereği makul derecede bir ayırt edici karaktere sahip. Kullanım açısından ise güçlenmiş ayırt ediciliği var, özellikle giysiler ve bunların perakende satışı yönünden ayırt ediciliği yüksek.  

Uzman şöyle devam eder: Taraf markalarındaki bazı mallar aynı (mesela giysiler), itiraz edenin 1. markası giysiler ve bunların satışı için yüksek ayırt ediciliğe sahip. Bunlar itiraz edenin lehine faktörler. Bu malların ortalama tüketicisi daha çok görünüme bakarak karar verir ama okunuş/duyuluşun da karar mekanizmasında rolü vardır. Taraf markaları arasında görünüm ve duyuluş açısından belli bir benzerlik olduğunu kabul ediyorum. Fakat ortada kavramsal benzerliğin olmadığını da söyledim yukarıda; eğer karşılaştırılan iki işaretten en az birinin açık ve belli bir anlamı varsa, tüketici bunu derhal algılar ve bu durum görünüm ile okunuş/duyuluştaki benzerliğin önüne geçer. Bütün bu faktörleri birlikte değerlendirdiğimde ben ortada bir karıştırma ihtimali olduğunu düşünmüyorum. 

Bahsi geçen malların tüketicisi genel tüketicilerdir. Hizmetlerin müşterisi ise tüketiciler olabileceği gibi bu sektörde çalışan iş sahipleri de olabilir. Ancak her halükarda başvuruya konu mal/hizmetlerin muhatabının çok seçici ve yüksek dikkat seviyesine sahip olacağını düşünmüyorum, belki hizmetler için bir parça daha dikkatli bir alıcı kitlesinden söz edebiliriz.

Sayılan tüm tespitlerin neticesinde uzman itiraz reddeder.  

Mango kararı Temyiz ediyor ve diyor ki:

1- Görünüm karşılaştırması yapılırken uzman hata yaptı, çünkü kelime markası tescilleri o kelimenin mümkün olan her font ve şekilde yazılışını da kapsar.

2- Kavramsal karşılaştırmanın en önemli faktör olduğu yönünde değerlendirme yapıldı ve bu hatalıdır.

3- Mal – hizmet karşılaştırmasında da uzman hata yaptı, çünkü burada yer alan bazı mallar içinde fiyatı son derece düşük olanlar da var ve bunlar için ortalama tüketicinin dikkat seviyesi (daha) düşüktür.

4- Biz itirazda bulunurken başvuru sahibinin Michael Gleissner ile bağlantısı olduğunu, Gleissner’in şirketlerinin UKIPO önünde sayısız ihtilafa taraf olduğunu ve bu durumun analizlerde göz önüne alınması gerektiğini belirttik, ancak uzman bu noktayı hiç dikkate almadı, hatta kararında bundan hiç bahsetmedi/tartışmadı.

Queen’s Counsel Kararı;

1- Dosyayı inceleyen Queen’s Counsel ilk önce Gleissner ile ilgili meseleye değiniyor ve diyor ki; ben uzmanın karar verirken bu meseleye değinmemekle hata yaptığını düşünmüyorum. Temyiz duruşmasına  katılan itiraz eden vekilinin de kabul ettiği gibi, böyle bir noktanın temyizin esası yönünden dikkate alınabilirliği yoktur, dikkate alınmak zorunda da değildir. Bu durumda ben artık bu husus hakkında daha fazla bir şey söylemeye gerek duymuyorum.

2- Doğru, bir kelime markası tescil edildiğinde farklı font ve biçimlerde kullanılabilir, prensip olarak. Ama unutmamak lazım ki uzman önce 1. marka ile genel görünüm karşılaştırması yapmış, 1. marka ise düz harflerle yazılmış MANGO kelimesi değil ve kelimenin yazılış biçiminin (görünümünün) dikkate alınmış olması da doğru. YANGO ise düz harflerle yazılmış ve hiçbir grafik görünümü yok, ayrıca yaratılmış bir kelime halbuki MANGO’nun—işaret edildiği gibi—bir anlamı var. Bana göre markalar görünüm olarak orta derecede benzerlik taşıyor ve bence de ilk harfler fark yaratıyor.

Ayrıca uzman net  biçimde karıştırma ihtimali için göz önüne alınacak faktörleri doğru biçimde belirtmiş ve uygulamış.

3- Bu durumda bence yapılan incelemede bir hata yok. Uzman dosyayı incelerken önceki Mahkeme kararlarına ve genel prensiplere uygun davranmış.

Gördüğünüz gibi bu sefer ibre Gleissner’dan yana dönmüş. Tatil bitti, gene takipteyiz!

Özlem FÜTMAN

ofutman@gmail.com

Eylül 2018

 

BREXIT; BİRLEŞİK KRALLIK BEYAZ BİR SAYFA AÇTI ve COĞRAFİ İŞARETLER HAKKINDA DEDİ Kİ…

 

Birleşik Krallık’ın (BK) Avrupa Birliği’nden (AB) ayrılma sürecini daha evvel ki yazılarımda boşanmaya benzetmiştim. Brexit sürecinde dakikalar tik tak geçerken görüşmeler ve pazarlıklar da son sürat devam ediyor.

Brexit’e ilişkin bir önceki yazımda coğrafi işaretler faslından dolayı boşanmada sinirlerin gerildiğini, BK’nın adeta “madem o evi istiyorsun, sen de bana şunu şunu ver” diyen çiftlerdeki gibi coğrafi işaret konusunu masaya pazarlık konusu olarak sürdüğünü anlatmıştım.

https://iprgezgini.org/2018/05/31/brexit-bosanmasinda-sinirler-gerilmeye-basladi-domates-biber-patlican

Yukarıda bahsi geçen son yazımdan sonra  bir gelişme oldu ve Temmuz ayında BK görüşmelerde beyaz bir sayfa açtı! Ben biraz ironi yapıp buna beyaz sayfa diyorum ama tabii ki bu tek sayfalık bir metin değil, uzun ve Brexit sonrası ortaya  çıkacak mevzuatın nüvelerini ve BK’nın harekat tarzını işaret eden/etmesi gereken bir döküman. BK’nın yayınladığı ve “White Paper” adı verilen bu metin henüz AB tarafından kabul edilmiş değil.

White Paper’ın küçük bir kısmı, iki paragraf,  ateşten gömlek olan coğrafi işaretlere ayrılmış durumda; bu paragraflarda BK bazı şeyleri söylüyor ama bazı konularda da hala suskunluğunu koruyor göreceğiniz gibi. Şöyle ki;

White Paper’ın Coğrafi İşaretlere ilişkin kısmı 38. ve 39. paragraflarda yer alıyor ve bu paragraflarda aşağıdaki gibi:

  1. Included in the remit of wider food policy rules are the specific protections given to some agri-food products, such as Geographical Indications (GIs). GIs recognise the heritage and provenance of products which have a strong traditional or cultural connection to a particular place. They provide registered products with legal protection against imitation, and protect consumers from being misled about the quality or geographical origin of goods. Significant GI-protected products from the UK include Scotch whisky, Scottish farmed salmon, and Welsh beef and lamb. 
  1. The UK will be establishing its own GI scheme after exit, consistent with the WTO Agreement on Trade-Related Aspects of Intellectual Property (TRIPS). This new UK framework will go beyond the requirements of TRIPS, and will provide a clear and simple set of rules on GIs, and continuous protection for UK GIs in the UK. The scheme will be open to new applications, from both UK and non-UK applicants, from the day it enters into force

 

38. paragraf kısaca coğrafi işaretlerin önemine vurgu yapıyor ve dikkat ederseniz metinde kabaca “Coğrafi işaretle korunan önemli BK kaynaklı ürünler arasında İskoç Viskisi, İskoç çiftlik somonu, Galler bifteği ve kuzusu sayılabilir.” deniyor. Sanki bu cümleyle BK “bu coğrafi işaret konusu sadece sizin için önemli değil, bir tek sizin coğrafi işaretli meşhur ürünleriniz yok bizim de var, lütfen ama” diyor gibi geldi bana!.

Bence asıl önemli olan 39. paragraf çünkü diyor ki;

— Biz AB’den çıkınca, TRIPS’e uygun olarak, kendi coğrafi işaret sistemimizi kuracağız,

— Bu kuracağımız yeni coğrafi işaret sistemi TRIPS’de işaret edilen gerekliliklerin de ötesinde olacak, coğrafi işaretlerle ilgili son derece açık ve basit bir kurallar bütünü içerecek ve BK (kaynaklı) coğrafi işaretlerin BK’da korumasının devamını sağlayacak,

— Kurulacak yeni sistem yürürlüğe gireceği günden itibaren gerek BK’dan gerekse BK dışından hak sahiplerinin yeni başvurularına açık olacak.

Şimdi, dikkat ederseniz 39. paragrafta ilginç bir nokta var; BK kendi coğrafi işaret sistemini kuracağını söylüyor; buraya kadar AB’nin ısrar ettiği konuyu kabul etmiş görünüyor. Fakat paragrafın sondan bir önceki  cümlesine bir daha bakın (…..and continuous protection for UK GIs in the UK.) Yani?

Yani diyor ki: “Brexit işi tamamlandıktan sonra ben yeni sistemi kurduğumda BK kaynaklı coğrafi işaretleri korumaya devam edeceğim.” Tamam, peki, güzel de, metinde  BK kaynaklı olmayan ve halihazırda tescilli ya da başvurusu devam eden coğrafi işaretlere ne olacağını söylenmiyor!!.

Brexit sürecinde AB’nin baş müzakerecisi olan, Fransa eski Tarım Bakanı, Michel Barnier sanırım 39. paragrafdaki bu ifadeyi  okuduğunda yine çok sinirlenmiştir! Bakalım kendisinin ve/veya diğer AB yetkililerinin bu hususta bir yorumu olacak mı, dikkatle takip ediyorum.

Özlem FÜTMAN

ofutman@gmail.com

Ağustos 2018

BİR TUTAM KARABİBER ve BOLCA SEVGİ – YEMEK TARİFLERİ TELİFLE KORUNMAZ DİYENLERE KARŞI KİŞİSEL SİTEM VE MESELEYİ YENİDEN DÜŞÜNMEYE DAVET

 

Ben gençken annelerimiz yemek yaparken domates, soğan, biber gibi bildiğimiz “alelade” malzemeleri kullanırdı ve pişen yemeklerde şahane olurdu; kocaman insanlar olduğumuz halde habire anne yemeği diye sızlanmamızın var bir hikmeti elbette. Oysa yakın zamanlarda, hadi son on yılda diyelim, memleketimizde yepyeni bir malzeme icat oldu: Sevgi.

Efendim, lahana dolmasından ceviche’ye, şatobiryan’dan barbunya pilakiye   –aklınıza ne gelirse— içine sevgi koymadan pişmiyor artık ülkemizde! Hayır benim anlamadığım şu; madem annelerimiz eksik malzemeyle yemek yapıyordu (çünkü sevgi malzemesi daha ortada yoktu o tarihlerde) , niye onların yemekleri bizimkilerden daha güzel oluyordu o zaman?

Pişirirken yemeğin tuzu fazla kaçmışsa ne yaparsınız? İçine bir parça patates atar ve tuzu çektirirsiniz, ki bu çok bilinen bir pratik çözümdür. Ama diyelim ki eşin sana bir önceki akşam çok istediğin bir şeyi alıp hediye etti ve sen de havalara uçtun, ertesi gün de yemek yaparken o mutlulukla yemeğe normalden fazla sevgi kattın, o sevgi fazlasını nasıl çektireceksin? Ya da tam tersine sevdiğine kızdın ve yemeğe sevgi katmayı unuttun, o zaman ne olacak? (unutmadıııın, o seni kızdırdı madem, alsın şimdi sevgisiz yemeği yesin bakalım!!!) İşte bunlar hep modern dünyanın yeni (icat) sorunsalları!!!!!

Ya da diyelim ki kek yaptın, o kadar da içine sevgi kattın ve hatta sevgini aynı zamanda evrene gönderdin (!) ama yine de kek bir şeye benzemedi. Neden acaba? Bence sebepleri şunlar olabilir;

a-Sevgi oranı yetersizdi, o kek için 2 tatlı kaşığı daha sevgi gerekiyordu(!)

b- Evren’i kandıramazsın, sevgi kattım diyorsun ama aslında geçen ay  kızdığın mevzu ile ilgili sinirin geçmemişti. Yani iddia ettiğin kadar sevgi katmadın keke.

c-Sevgi katarken bir yandan da sosyal medyada birilerine stalk yapıyordun, dikkatin dağıldığı için sevgi oranını doğru ayarlayamadın.

d-Sevgiyi evrene gönderdin ama evren o sırada çok meşguldü gönderiyi alamadı.

e-Bence en akla yakın cevap şu; sevgi mevgi hikaye, tarifi doğru dürüst okumadın, malzemelerden birini eksik koydun, fırını da önceden adamakıllı ısıtmadın kek kalıbını koymadan önce. Herkesin yaptığına bir kulp takıyorsun, her yediğini eleştiriyorsun, guston yüksek ama kendin aslında 40 yılda bir kek pişiriyorsun, pratiğin yok, habire köşedeki pastaneden bir şeyler alıp koyuyorsun eve gelenlerin önüne. Eski nesilleri eleştiriyorsun, ama sen de bu yemek pişirme işlerine hiç önem vermeyerek pek de dikkat çekici sonuçlar ortaya çıkarmıyorsun. Kabul et bunları artık.

Bu sevgi konusunu bitirmeden evvel bir gözlemimi de paylaşmak istiyorum izninizle; en sevdiğim şeylerden biri dünya çapında başarılı şeflerin yaşamlarını, neyin onları güdülediğini, nasıl fark yarattıklarını takip etmek,öğrenmek. Bugüne kadar onlarca şefi takip ettim ama hiçbirinin de “yemeğin içine sevgi katmak lazım” veya “ben illa ki bir tutam sevgi koymadan yemeğin altını kısık ateşe almam” dediğine şahit olmadım daha(!). Şefler çoğunlukla malzeme kalitesinden, yemek pişirmede yeni yollar açmak için çok çalışmaktan, pişirecekleri şeyin üstüne düşünüp defalarca aynı yemeği pişirip deneme yapmaktan, klasik Fransız mutfağını deneyimleyip üstüne kendi kültürlerinin dokunuşlarını yerleştirmekten, farklı kültürleri  harmanlamaktan, mutfağın asla demokratik bir ortam olmayıp bilakis son derece disiplin gerektiren ve şefin tek lider olduğu dolayısıyla her kademedeki çalışanın sorgusuz sualsiz şefin dediğini yapmak zorunda olduğundan vs bahsediyorlar.

Tabi ki burada şunu gözlemlememek imkansız; kişisel yaşamlarındaki tecrübeler-mutluluklar-mutsuzluklar da şefleri, onların yarattıkları mutfağı ve mutfakta oturttukları kültürü bir noktada illa ki etkiliyor. (Berlin’in Kreuzberg bölgesinde yetişmiş, bugün Alman mutfağının yüz aklarından olsa da, bu noktaya gelene kadar yaşamı hep  sert savaşlarla geçmiş şef Tim Raue’nun mutfakta çok yumuşak biri olmasını beklemiyorsunuz herhalde?)

Son 30-40 yıldır dünyada gastronomik bir devrim  yaşandığı çok açık. Hemen her ülke kendi nouvelle cuisine yani “yeni (yerel) mutfağını” yaratıyor. Yaklaşık 186.000 nüfuslu San Sebastian şehrinde bugün itibariyle 17 tane Michelin yıldızlı lokanta olması bir tesadüf değil elbette, yılların yaratıcı çalışmasının ve harcanan emeğin neticesi bu.

Michelin Rehberi yaratıldıktan sonra yemek yenecek yerler açısından dünyada neredeyse en önemli referans kaynağı haline geldi, ama son zamanlarda varlığı ve listelemeleri birçok platformda tartışma konusu oluyor. Bunun yanında  global ekonomik krizle beraber sokak yemeklerinin hem klasik hem de yeniden yorumlanmış halleriyle yükselen trend olduğu çok açık. (Para azalınca insanoğlu daha ekonomik yeni arayışlara giriyor tabi. Ne demişler; ne kadar köfte o kadar ekmek!)

1940’larda 50’lerde hatta 60’larda celebrity (ünlü kişi) kavramını sinema yıldızları karşılıyordu yani ünlü deyince akla sinema starları geliyordu. Sonra ses sanatçıları da bu kervana katıldılar. 80’lerde celebrity olanlar modellerdi. 2000’lerle beraber şefler yıldızlaşmaya ve çalıştıkları yerlerin önüne geçip kitleleri etkilemeye başladılar ki bu trend hala sürüyor. (Tamam tamam şimdi en celebrity olanlar bloggerlar ama konumuz bu değil. Ayrıca onların varlığı şeflerin durumunu değiştirmiş değil.)

Neden böyle oldu? E çünkü yemek sadece karın doyurmak olmaktan çıktı,malzeme arayışları ve malzemeleri kullanma biçimleri sınıf atladı, tüketici artık zeytinyağlı fasulye dışında da arada bambaşka lezzetleri denemeye yöneldi. Neticede şeflerin kendi fanları/hayranları oluştu.

Malzeme açısından kıt İskandinav kültüründe Noma diye bir lokanta açılıp oradaki yerel ot ve kısıtlı malzemeyle öyle yemekler yaptı ki herkesin aklı şaştı bu işe. Yada El Bulli ve efsane şefi Ferran Adria’yı ele alalım; o mutfakta yaratıcılık olmasa dünyanın her yerinden insanlar o kadar yol tepip Barcelona’ya iki saat uzaklıkta neredeyse Allah’ın unuttuğu bir sahilde ki bu lokantaya koşarak gider miydi sanıyorsunuz? Ferran Adria El Bulli’yi kapattı çünkü o seviyede ve o emekle yapılan yemekler maliyeti karşılamıyordu. Hadi daha “mass market” bir örnek verelim; Jamie Oliver. Jamie batı kültüründe bitme noktasına gelmiş yemek pişirme sevgisini yeniden canlandırdı, kötü ve kalitesiz gıdaya savaş açtı ve bu arada merchandising yaparak parasına para kattı/katıyor.

Ne anlatıyorum ben bu yaz günü acaba? Bunların fikri mülkiyet ile ne alakası var? Var, hem de çok var bence. Mutfak ve yemek açısından Fikri Mülkiyette eksik bir koruma var çünkü, daha doğrusu koruma yok. Yıllardır kabul edilen yerleşik bir düşünüş var; yemek tarifi Fikri Mülkiyet (telif) koruması altında değildir, çünkü yemek tarifi sadece belli malzemelerin sistematik olarak nasıl kullanılacağını gösterir ve işlevsel talimatlardan ibarettir. Bir diğer anlatımla yemek tarifinin içinde korunmayı hak eden bir yaratıcılık yoktur ve telif hakları bağlamında yemek tarifi bir eser değildir.

Sorum şu; bu (dar olduğunu düşündüğüm) yaklaşım daha ne kadar benimsenecek? Burada konuştuğumuz konu bin yıldır aynı şekilde pişen zeytinyağlı kuru fasulye değil ki? Artık bu yaklaşımı değiştirmenin vakti gelmedi mi Allah aşkına? Şef meşhur olur olmaz, o ayrı konu, ama bazen bir şefin yaptığı zeytinyağlı kuru fasulyeyi yediğinizde bambaşka bir şeyi deneyimleyebilirsiniz. Şef yemeğin içine sizin hiç aklınıza gelmeyecek, klasik tarifte bulunmayan, aykırı bir malzemeyi koyarak ve/veya onu hiç akla yakın durmayan biçimde pişirerek sizi şaşırtabilir ve gözü kapalı yerseniz siz onun bildiğiniz yemek olduğuna inanamayabilirsiniz. Bu durumda şefin yarattığı yemeğin tarifinin korumasız bırakılması reva mıdır?

Global bazda davalara konu olan ihtilaflarda hep şu neticeye varılıyor; telifle korunan olsa olsa yemek kitabı olabilir, yoksa onun içindeki tarifler değil. Neden? Neden yemek tarifleri de telif koruması kapsamına alınmasın?

Biliyorum, fotoğrafın dahi telifle korunması yıllar almıştı. Öyle düşününce yemek tariflerine çok daha kuşkuyla yaklaşılacağı açık. Ama bugün dünyada yemek pişirme ve yaratıcı mutfağın bu kadar ilerleme kaydetmesi karşısında artık o eski yaklaşımları yeniden gözden geçirmek gerekmiyor mu?

Bu konu şimdi nereden aklıma geldi derseniz; mesele tam şu an aklıma gelmedi, zaten ben bunu uzun yıllardır düşünüyorum. Ayrıca bir süredir Avrupa’da takip ettiğim bir ihtilaf var, yakında ABAD Hukuk Sözcüsü görüşünün İngilizcesi yayınlandığında ben de bununla ilgili bir yazı yazacağım. Bu ihtilafı düşünürken birden şu okuduğunuz yazıyı yazmaya başlayıverdim işte, çünkü yemek tariflerini koruma dışı bırakma yaklaşımına  kişisel olarak karşıyım. Bu yazıyı da bir başlangıç/intro gibi düşünün lütfen, çünkü bundan sonra bu meseleye değinen kararları radarıma daha fazla alıp, daha çok yazmak istiyorum.

Ayrıca bir yandan da; mevsim yaz olmuş, çoğunuz sakin modda ve çoğunlukla Çeşme mi Bodrum mu diye karar vermeye çalışıyorsunuz. Çok didaktik bir yazı yazsam sanki ilgiyle satır satır okunur muydu bilemiyorum.

Millete bu kadar laf ettin, acaba sen pek mi şahane yemek pişiriyorsun diyenleriniz olabilir. Bir kere şunu baştan söyleyeyim; ben yemeğin içine sevgi filan katmıyorum, ama sevdiklerim ve kendim  için yemek yapmayı severim. Yaptığım yemekler yenecek düzeydedir, en azından şu ana kadar yemeklerimi yiyip zehirlenen olmadı diyelim!.

Özlem FÜTMAN

ofutman@gmail.com

Temmuz 2018

GLEN İHTİLAFINDA ABAD GÖRÜŞÜNÜ AÇIKLADI! (C-44/17)

 

2018 Mart ayında MELEKLERİN PAYI başlıklı yazıyla The Scotch Whisky Association v Michael Klotz İhtilafında 22 Şubat 2018 Tarihli Hukuk Sözcüsü Görüşü’nü incelemiştik (C-44/17)

https://iprgezgini.org/2018/03/07/meleklerin-payi-the-scotch-whisky-association-v-michael-klotz-ihtilafinda-22-subat-2018-tarihli-hukuk-sozcusu-gorusu-c-44-17/

Ve demiştik ki “Yunanlıların uzosu ve Fransızların şarabı varsa, İskoçların da viskisi var!”.

07 Haziran 2018 tarihinde ABAD, Hamburg Yerel Mahkemesi’nin sorduğu sorulara ilişkin görüşünü açıkladı. Önce kısaca davayı bir hatırlayalım isterseniz;

Davacı The Scotch Whisky Association (TSWA), İskoçya’da mukim, İskoç viski endüstrisinin haklarını ve viski ticaretini İskoçya ve dünya genelinde korumak ve tanıtmak amacı ile kurulmuş bir  organizasyon.

Davalı Michael Klotz ise Almanya’da mukim bir gerçek kişi ve kendisi  bir web sayfası yoluyla Almanya’da üretilen ‘Glen Buchenbach’ markalı viskilerin satış ve pazarlamasını yapıyor. ‘Glen Buchenbach’ işaretli viskiler Berglen’de bulunan Waldhorn isimli imalathanede üretiliyor. Berglen, Almanya’da Swabia idari bölgesinde yer alan Baden-Württemberg’deki  “Buchenbach” vadisinde yer alıyor.

Klotz’un sattığı ürünlerin etiketinde Alman üreticinin tam adresi, stilize halde bir av borusu şekli (Almanca’da Waldhorn) “Waldhornbrennerei” (Waldhorn imalathanesi),Glen Buchenbach, Swabian Single Malt Whisky, 500 ml, 40% vol, Deutsches Erzeugnis [Alman ürünü) Hergestellt in den Berglen [Berglen’de üretilmiştir] yazıyor.

TSWA davalının kullandığı “GLEN” ibaresinin, 110/2008 sayılı AB Tüzüğünün 16. Maddesi kapsamında, “Scotch Whisky” coğrafi işaret tescilini ihlal ettiği, bunun coğrafi işaretin dolaylı ticari kullanımı olduğu ve dahi coğrafi işareti çağrıştırdığı, yanlış ve yanıltıcı kaynak gösterdiği   gerekçesiyle Hamburg Bölge Mahkemesi’nden davalının satışlarının durdurulmasını talep ediyor.

(NOT; “GLEN” Kelt (İskoç) dilinde “dar vadi” demek. Dosyadaki bilgilere göre İskoçya’daki 116 viski üreticinden 31 tanesinin adında/markasında GLEN kelimesi geçiyor. (Glenfiddich, Glenmorangie, The Glenvilet,  Glenfarclas gibi)

Hamburg Mahkemesi ABAD’a aşağıdaki soruları yöneltmişti;

1-  16 (a) Maddesinde geçen “dolaylı ticari kullanım” (indirect commercial use) sadece tescilli coğrafi işaretin aynısının veya okunuş ve/veya görünüş olarak benzer formlarının kullanımı halinde mi uygulanır, yoksa kullanılan ibarenin ilgili toplum gözünde tescilli coğrafi işareti veya onun bağlı olduğu coğrafi yeri  bir tür/bir şekilde anımsatması da yeterli midir?

bir tür/bir şekilde anımsatma” yeterliyse incelemede ihtilafa konu ibarenin yanında yer alan ifadeler, ürünün gerçek kaynağını  gösteriyor olsa dahi, dikkate alınmalı mıdır?

2- 16(b) Maddesinde geçen “çağrıştırma” müessesesinin uygulanabilmesi için illa ki tescilli coğrafi işaret ile ihtilafa konu ibare arasında fonetik ve/veya görsel bir benzerlik olmalı mıdır, yoksa ihtilafa konu olan ibarenin ilgili toplum gözünde bir tür/bir şekilde o coğrafi işareti veya onun bağlı olduğu coğrafi yeri anımsatması da yeterli midir?

bir tür/bir şekilde anımsatma” yeterliyse incelemede ihtilafa konu ibarenin yanında yer alan ifadeler, ürünün gerçek kaynağını  gösteriyor olsa dahi, dikkate alınmalı mıdır?

3- 16(c) Maddesinde geçen “diğer yanlış veya yanıltıcı işaretler” hususunun mevcut olup olmadığı incelenirken, ihtilafa konu  ibare ile birlikte kullanılan diğer  ifadeler ,ürünün gerçek coğrafi kaynağını gösteriyor olsa dahi, göz önüne alınmalı mıdır ?

Bu soruların sebebi malum ; TSWA’nin dayandığı “viski” emtiası için tescilli coğrafi işaret “Scotch Whisky”, halbuki davalı bundan okunuş, yazılış ve  görünüm olarak tamamen farklı “GLEN” ibaresini kullanıyordu.

1. Soru “dolaylı ticari kullanım” 16(a) maddesi

Bu soruya ilişkin ABAD’ın görüşü şöyle özetlenebilir;

16(a) maddesi çok açık biçimde “tescilli” coğrafi işaretlerin kapsamında bulunmayan ancak bunlarla karşılaştırılabilir içeceklerdeki (spirit drinks) doğrudan veya dolaylı kullanımdan veya tescilli coğrafi işaretin ününden faydalanmadan bahsediyor.

Hukuk Sözcüsünün de işaret ettiği gibi, bu madde kapsamında, ihtilafa konu ibarenin ya tescilli coğrafi işareti tescil edildiği haliyle aynen içermesi ya da en azından tescilli coğrafi işaretle yakın ilişki kurulacak şekilde görsel ve/veya fonetik olarak yüksek benzerliğe sahip olması lazımdır.

Doğrudan kullanımla kastedilen coğrafi işaretin ürün üstünde yada paketi/ambalajı üstünde kullanımdır.  Dolaylı kullanım ise coğrafi işaretin pazarlama ve enformasyon kanallarında kullanımıdır, mesela reklamlarda ya da ürünle ilgili dökümanlarda kullanım gibi.

Eğer 16 (a) maddeyi “tescilli coğrafi işaret veya işaretin bağlı olduğu coğrafi yeri bir tür/bir şekilde anımsama da yeterlidir” şeklinde yorumlarsak o zaman 16(b) maddesinin işlevi kalmaz.

Tüketicinin yanılmasını engellemek 16. Maddenin koyuluş amaçlarından biridir ama bir yandan da amaç üreticilerin coğrafi işaret kapsamında olmayan mallarından farklı mallar üzerinde diğer üreticilerin coğrafi işareti kullanmasının önüne geçmek ve haksız kazanç sağlamalarına engel olmaktır.

2. Soru “çağrıştırma” (16(b) maddesi

Soru kısaca şuydu; 16(b) maddesinde bahsi geçen “çağrıştırma” durumunun kabulü için ihtilafa konu ibare tescilli coğrafi işaretle birebir aynı veya fonetik ve/veya görsel olarak benzer formda mı olmak zorundadır? Yoksa kullanılan ibarenin ilgili toplum nezdinde coğrafi işaretle veya onun bağlı olduğu coğrafi yerle bir tür/bir şekilde bağlantı kuruyor olması yeterli midir?

Buna ilişkin ABAD özetle şunları işaret ediyor;

16(b) maddesi coğrafi işaretleri “her türlü çağrıştırmaya karşı” korur. Ki bu noktada ihtilafa konu ürünün coğrafi kaynağının doğru biçimde belirtilmiş olması dahi durumu değiştirmez.

ABAD kararlarında, kullanım tescilli bir coğrafi işareti içinde barındırıyorsa tüketicinin zihninde oluşacak imajın coğrafi işaretli ürün olabileceği belirtilmiştir. Bu noktada ABAD Ulusal Mahkemelerin sadece  ihtilaflı kullanımın bir coğrafi işareti içerip içermediğini değil, aynı zamanda tüketicinin kullanımı gördüğünde coğrafi işaretli ürünü zihninde canlandırıp canlandırmayacağına da bakması gerektiği işaret edilmiştir.

Ancak 16(b) maddesine göre çağrıştırmadan bahsedebilmek için ihtilaflı kullanımın illa ki tescilli coğrafi işareti içermesi bir zorunluluk değildir. Burada Ulusal Mahkemeler tüketici kullanımla karşılaştığında coğrafi işaretli ürün zihninde beliriyor mu diye bakmalıdır. Bu noktada da esas alınacak olan makul düzeyde bilgilendirilmiş ve makul düzeyde gözlemci ortalama Avrupalı tüketicidir.

Ama şunu da söylemek lazımdır ki tescilli coğrafi işaretle kullanımın görsel/fonetik olarak benzer olması illa da ortada bir çağrıştırma olacağı manasına da gelmez. Yani çağrıştırma ortada böyle bir benzerlik olmasa da meydana gelebilir. Eğer bu şekilde bir benzerlik yoksa, o zaman Ulusal Mahkeme ortada “kavramsal yakınlık “ olup olmadığına bakmalıdır çünkü böyle bir yakınlık varsa da tüketici zihninde coğrafi işaret belirebilir.

Esasen karar vermek için temel kriter  “tüketici ürünü gördüğünde zihninde “doğrudan” tescilli coğrafi işaretli ürün beliriyor mu yoksa belirmiyor” mudur.

O yüzden olayda Hamburg Mahkemesi makul düzeyde bilgilendirilmiş ve makul düzeyde gözlemci ortalama Avrupalı tüketici GLEN ibaresini gördüğünde zihninde doğrudan Scotch Whisky coğrafi işaretini mi düşünüyor diye bakmalıdır. Çünkü bu olayda GLEN ne tescilli coğrafi işaretle aynı ne de görsel/fonetik olarak benzerdir.

Fakat bu incelemeyi yaparken Ulusal Mahkeme’nin “bir tür/bir şekilde o coğrafi işareti veya onun bağlı olduğu coğrafi yeri anımsatma” gibi bir kriteri göz önüne alması diye bir durum söz konusu olamaz. Çünkü böyle bir kriter ne yeterince açıktır ne de doğrudan bir bağlantı aranmasına imkan tanımaktadır , aksine hukuki belirsizlik yaratır.

16(b) ye göre yapılacak incelemede davaya konu ibare dışındaki ek bilgilere/ifadelere, tanımlamalara, ürünün etiketine ve bundaki bilgilere, ve dahi ürünün gerçek orijinini belirtilen ibarelere bakılarak karar verilemez.

3. Soru “İhtilafa Konu İbarenin Etrafında Kullanılan Diğer İfade ve İbarelerin” 16(c) Maddesi İncelemesine Etkisi

Burada Hamburg Mahkemesi kısaca “ben 16 (c ) ye göre inceleme yaparken sadece GLEN kelimesine mi odaklanayım yoksa etiketteki/ambalajdaki diğer ifadeleri de göz önüne alayım mı diye soruyordu.

16 (c) maddesinde “ürünün orjini konusunda herhangi bir yanlış veya yanıltıcı ibare” olup olmadığı incelemesi yapılmakta ve bu tarz yanlış –yanıltıcı kullanımlar yasaklanmaktadır.

ABAD’a Göre;

Bu madde “herhangi bir “ yanlış veya yanıltıcı kullanımı yasaklar. Dosyaya görüş sunan AB Komisyonu’nun yorumunun aksine, maddede incelemenin “bağlam/kontekst/şartlar” değerlendirilerek yapılması gerektiğine ilişkin bir ifade yoktur.

16( b) maddesi , 16 (a) ve 16 (b) maddelerine göre tescilli coğrafi işarete tanınan korumanın sınırlarını genişletmektedir. Zira burada ki kullanımda tescilli coğrafi işareti çağrıştırma olmasa dahi sözkonusu ürünle coğrafi işaret arasında yanlış veya yanıltıcı bir bağ kurulması söz konusudur.

Maddede geçen “ “any other … indication” ifadesi ürünün tanımında, sunumunda veya etiketinde herhangi bir formdaki herhangi bir bilgiyi de kapsar. Bu ifadeler ürünün esaslı kalitesine, orijinine vs. ilişkin kelime, imaj gibi formlarda olabilir.

Eğer meselenin özüne ilişkin ibare/ifade dışındaki elementlerde incelemeye katılırsa o vakit konu maddenin  pratik bir önemi kalmaz. Dolayısıyla bakılacak olan sadece sorun olduğu ileri sürülen ifade/ibaredir.

SONUÇ OLARAK ABAD’A GÖRE;

1- Tüzüğün 16(a) maddesinde geçen “dolaylı ticari kullanım”ın kabulü için ihtilaf konusu olan ibarenin tescilli coğrafi işaretin aynısını veya fonetik ve/veya görünüm olarak benzerini içermesi gerekir.  İhtilaflı ibarenin ilgili toplum gözünde tescilli coğrafi işaretle veya işaretin bağlı olduğu coğrafi yerle  bir tür/bir şekilde   bağlantı kuracak şekilde anımsatmada bulunması yeterli değildir.

2- Tüzüğün 16 (b) maddesinde  geçen “çağrıştırma”nın gerçekleştiğinin kabul edilebilmesi için Ulusal Mahkeme şunu tespit etmelidir; makul düzeyde bilgilendirilmiş ve makul düzeyde gözlemci ortalama Avrupalı tüketici kullanımla karşılaştığında zihninde oluşan imaj doğrudan coğrafi işaretle korunan ürün müdür.

Bu tespiti yaparken, eğer kullanım tescilli coğrafi işareti kısmen de olsa kapsamıyorsa veya aralarında fonetik ve/veya görünüm olarak benzerlik yoksa, Ulusal Mahkeme arada “kavramsal yakınlık “ olup olmadığına bakmalıdır.

Yine bu madde uyarınca yapılacak incelemede, ihtilaflı ibare dışındaki/bunu çevreleyen elementler veya ürünün gerçek orijinini/kaynağını  belirtilen ibareler göz önüne alınmaz.

3- Tüzüğün 16 (c) maddesinde yasaklanmış “yanlış veya yanıltıcı işaretler”in mevcut olup olmadığı incelenirken ihtilaflı elementin kullanıldığı bağlam/kontekst göz önüne alınmaz.

Sevgili Okur,

Ben önceki yazımda durduğum yerde duruyorum. Yani? Yani HALA  İSKOÇLARI TUTUYORUM!

Anladığım kadarıyla konu 16( a) maddesinden çözülmeyecek İskoçlar için. Tabi Ulusal Mahkeme ne der bilemeyiz ama , 16 (b ) yani çağrıştırma daha yakın duruyor çözüm için ve 16 (c) maddesi de varlığını sürdürüyor gibi. Dava sürecinde TSWA dosyaya bir tüketici anketi sunmuştu ki, buna göre Almanya’daki viski tüketicilerinin %4,5 oranındaki bir bölümü GLEN kelimesini İskoç viskisiyle veya İskoç olan şeylerle bağlantılı görüyordu. Bakalım Hamburg Mahkemesi bu oranı “çağrıştırma” için yeterli kabul edecek mi?

Takipteyiz!

 

Özlem FÜTMAN

ofutman@gmail.com

Temmuz 2018

TÜRKPATENT, İTALYA’DA OLANLAR ve KOLERA GÜNLERİNDE AŞK

 

Dünden beri Fikri Mülkiyet dünyamızda olanlar malum, önce “Kurumumuz” lağvedildi ve doğal olarak hepimiz şok geçirdik. Ben bu sabah erkenden içimde koca bir boşluk ve tuhaf bir duyguyla uyandım; 20 küsur yıldır her gün iletişimde olduğum, yaşamımın temel taşlarından biri olan, TÜRKPATENT yok mu olmuştu yani? Sabah bütün rutinlerim aynıydı, ama sanki hiçbir şey de aynı değildi… Matrix efekti…

Sonra bu sabah dakika dakika takip ettik ki Kurum hala hayatımızda (muhtemelen) , ama tabi gelecek günler bize neler getirecek onu da bilemiyoruz…

Şimdi size İtalya/Milano’da verilmiş bir karardan bahsetmek istiyorum.

Efendim? Biz neyle uğraşıyoruz sen ne diyorsun mu dediniz? Duymuyor muyum, bilmiyor muyum ben neler olduğunu acaba? Neyim var benim? Yurtdışında ne olduğundan şu an bize ne mi dediniz? E iyi, tamam o zaman, bırakalım her şeyi oturup kalalım yerimizde. Tamam isteyen öyle yapsın, ama ben yapmayacağım; TÜRKPATENT’in durumunu takip etmeyi bırakmayacağım—bırakamam ki zaten–,  ama bir yandan atıl da durmayacağım.

Ne demiştim? Tamam, Milano’da verilen karar….

Bu kararda geçen şirketleri hepiniz tanıyorsunuz  aslında; davacı OTB  Group (OTB, “ONLY THE BRAVE” yani “SADECE CESUR OLAN” kelimelerinin kısaltması), OTB’nin bünyesinde DIESEL, MARNI, VIKTOR&ROLF gibi bilinen markalar var.

Davalı ise meşhur Zara mağazalarının/markasının sahibi İspanyol orjinli Inditex şirketi.

2015 senesinde OTB, INDITEX’e Milano’da dava açıyor ve diyor ki ; benim DIESEL markası altında sattığım ve “Skinzee-sp” adını verdiğim skinny jean pantolonlarım için Topluluk Tasarım Tescilim var, ayrıca MARNI markası altında sattığım ve “Fussbett” adını verdiğim sandaletlerim için TESCİLSİZ tasarım hakkım var. Inditex bu ürünlerimi/tasarımlarımı kopyalayıp üretti ve Zara mağazalarında sattı. Bu hukuka aykırı eylemlerinden dolayı Inditex bana şimdilik 50.000-Euro tazminat ödesin, tecavüz eylemleri de durdurulsun. Tazminat hesabı yapılırken İtalya’da yapılmış olan satışlar yanında bütün AB ülkeleri genelinde yapılan satışlar da göz önüne alınsın.

OTB’nin bahsettiği ürünlerin görselleri şöyle:

 

 

Inditex bunun üzerine diyor ki:

Benim üretip sattığım sandaletlerle Marni’nin Fussbett adını verdiği sandaletler arasında esaslı farklılıklar var.

OTB’nin tescil ettirdiği skinny jean tasarımı hükümsüz kılınsın çünkü orijinal değil-ayırt edici karakteri yok.

Ayrıca ben merkezi İspanya’da olan bir şirketim, İtalya’da bulunan bir Mahkeme benim aleyhime tazminata hükmedemez. Bir diğer manada Inditex diyor ki; Milano Mahkemesi’nin bana karşı tazminata hükmetme konusunda yetkisi yok.

2015’den beri devam eden bu davayı kim kazandı; OTB!. Milano Mahkemesi kararında dedi ki:

Skinny jean için yapılan tasarım tescili geçerlidir (hükümsüzlük talebini reddediyorum). Moda sektörünün doğası gereği aynı karakterde birçok ürün üretilebilir, işte zaten bu sebepledir ki mevcutlardan ufak farklılıklar  dahi tescile hak kazanılması için yeterli olur.

Tarafların sandaletlerinin bütün karakteristik özellikleri o kadar aynı ki, bunları birbirinden ayırt etmek imkansız.

Inditex’in yaptığı tecavüzdür.

Inditex’in davada bahsi geçen pantolonları üretmesini-pazarlamasını-satmasını durduruyorum, bu malları hemen piyasadan toplatmasına hükmediyorum. Eğer bu kararımdan sonra tecavüz oluşturan ürünleri satmaya devam ederse Inditex’in sattığı her bir ürün için 200-Avro ödemesine karar veriyorum. (Yazarın notu; Tedbir kararı sadece pantolonlar için çünkü OTB’nin tescilsiz sandalet tasarımına ilişkin hakkı 2017’de sona ermiş, o yüzden sandaletler için uygulanmıyor.)

Ayrıca benim bu davada yetkim var

Tabi ki karara karşı Temyiz yolu açık ve çok büyük ihtimalle Inditex şimdi temyize hazırlanıyor. Bakalım ne olacak.

Ama bu aşamada dahi karar önemli bence, çünkü bu karar Fikri Mülkiyet hakkı ihlallerinde Avrupa genelinde Mahkemelerin -kendi ülkelerinde merkezi bulunmayan şirketler hakkındaki- tecavüze dayalı tazminat davalarını görebilecekleri ve tazminata da hükmedebilecekleri anlamına geliyor. Yani hakların daha geniş perspektiften korunmasına imkan tanıyor.

Bizim açımızdan bir önemi var mı? Türk şirketleri öyle bir şey yapmaz ama varsayımsal olarak hadi yaptı diyelim, yani ihlal doğuran bazı tasarımları, mesela Türkiye’de üretip, Avrupa’da sattı/satmayı düşündü; o zaman bu şirketlerin bahsettiğim kararı dikkate almasında ve meseleyi takip etmesinde fayda var bence.

Bu yazıda “Kolera Günlerinde Aşk” nerede duruyor peki?

Samimi olmam gerekirse, başlığı yazarken beyin birden parmaklara bu kelimeleri de yazması talimatını verdi; fakat elbette ki öyle olmasının altında bir sebep var… Edebiyatta “büyülü gerçeklik” akımının öne çıkan figürlerinden olan, Kolombiyalı yazar, Gabriel Garcia Marquez’in bu isimdeki kitabını okumuş olanlar bilecektir;  kitaptaki öyküde Marquez acının yanında insani mizahı hiç gözardı etmez. Yani öyküde acı vardır ama diğer insani haller-durumlar-duygular da acı var diye ortadan yok oluvermez, hayat kendi çizgisinde akar durur….

http://www.iprdaily.com/article/index/14999.html

Özlem FÜTMAN

ofutman@gmail.com

Temmuz 2018

KAN DAVASI; OLIVIA DE HAVILLAND v FX NETWORKS

 

2017 Mart ayında FX NETWORKS şirketinin 8 bölümlük  belgesel-drama dizisi “FEUD: BETTE and JOAN” (KAN DAVASI: BETTE ve JOAN) yayına girdi ve dünya genelinde büyük başarı yakaladı. Hepsi birbirinden ünlü oyuncuların boy gösterdiği bu mini diziyi  hem izlemesi zevkli hem de bir yandan Hollywood’un bir dönemini anlatması hasebiyle ilginç, dizi severlere izlemelerini tavsiye ederim doğrusu.

Dizinin konusu efsanevi film yıldızları Bette Davis ve Joan Crawford arasında ki, adeta kan davasına dönüşmüş, mesleki ve kişisel rekabet olarak görünüyor. Ama aslında bu iki yıldız ekseninde Hollywood film endüstrisindeki  erkeklerin sistemin içindeki  kadınlara nasıl baskı yaptığını, onları birbirine kırdırıp manipüle ederek kendilerinin ve yönettikleri şirketlerin ekonomik gelirlerini nasıl arttırdıklarını anlatıyor.

Dizi bir yandan da, olayların geçtiği 1960’lı yıllarda Hollywood’da kadın yıldızların yaşlandıkça nasıl  kötü muamelelere maruz kalıp ayrımcılığa uğradığını, rol bulmakta çektikleri güçlükleri bir kez daha hatırlatıyor bize (durum şimdi de pek farklı değil bence, ama en azından artık  bu ayrımcılık eskisi kadar açıktan ifade edilmiyor, daha doğrusu buna  cesaret edilemiyor. –Abartma yok öyle bir şey diyorsanız “Searching for Debra Winger” isimli belgeseli izlemenizi tavsiye ederim )

Dizinin oyuncu kadrosu da son derece albenili; Joan Crawford’u Jessica Lange, Bette Davis’i Susan Sarandon oynarken diğer karakterleri de oldukça bilinen yetenekli oyuncular canlandırıyor.

Gerçek hayatta Bette Davis’in yakın arkadaşı olan OLIVIA DE HAVILLAND’ı ise dizide Oscar ödüllü ünlü oyuncu Catherine Zeta Jones canlandırıyor.

Olivia De Havilland kendi zamanının ünlü oyuncularından biri, 2 kez Oscar kazanmış ve meşhur Rüzgar Gibi Geçti filminde de oynamış. İnanılması güç ama De Havilland bugün hala hayatta, 101 yaşında ve Paris’de yaşıyor.

Zeta Jones’un hayat verdiği  De Havilland karakteri tüm seri boyunca 17 dakikadan az bir süre ve sadece temelde iki ana sahnede görünüyor, ama ne görünmek! Konuşma ve vücut dilini  bir izleyin derim; her halinden klas bir kadın olduğu anlaşılıyor ve Zeta Jones kendisini harika canlandırıyor bence. De Havilland zarif ve sakin konuşuyor fakat söyledikleri o dönem için demirden leblebi aslında.

De Havilland karakterinin göründüğü ilk an dizinin birinci bölümünde yer alan 1978 Oscar Ödülleri sırasında geçen ve  hayali olarak oluşturulmuş bir röportaj sahnesi . Burada  De Havilland  Hollywood sisteminin kadınlara nasıl davrandığı hakkında  konuşuyor, ayrıca Crawford ve Davis arasındaki kan davasına dönüşmüş rekabetten de bahsediyor.

— Karakterin göründüğü diğer sahnede is De Havilland  Susan Sarandon’un canlandırdığı Bette Davis karakteriyle konuşuyor. Sahne iki kadının ne kadar yakın arkadaş olduğunu işaret ediyor izleyiciye.

De Havilland dizide, tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi, güzel- ışıltılı-zarif- kendine güvenli-kadınlar konusunda eşitlikçi söylemlere sahip  ve Hollywood’da kadınlara daha fazla saygı gösterilmesi gerektiği konusunda zamanının çok ötesinde  fikirlere sahip  biri olarak resmedilmiş durumda.

De Havilland’ın fotoğrafı  bütün dizi boyunca hiç görünmüyor;  sadece son bölümün bitişinde kendisinin resmiyle Zeta Jones’un resmi yanyana koyularak gerçek hayatta De Havilland’a ne olduğu hakkında kısa bir bilgi veriliyor.

Dizinin yayına girmesinden  sonra De Havilland, FX NETWORKS şirketine  Haziran 2017 tarihinde dava açıyor. Dizide  gayet güzel, akıllı, alımlı ,zamanına göre fikirleriyle öncü birisi olarak yansıtıldığına göre sorun ne? De Havilland diyor ki;

1— Dizide beni doğru şekilde canlandırmadılar ve benim California Medeni Hukuku’na göre mevcut aleniyet haklarımı ihlal ettiler,

2— Benden imajımı ve kimliğimi kullanmak için izin  alınmadı ,

3— Mahremiyetim ihlal edildi ve yanlış bir imajla gösterildim.  Dizide benim karakterim Bette Davis ile konuşurken kendi kız kardeşini “bitch” diye tanımlıyor, halbuki ben kardeşim için “dragon lady” (ejderha kadın) tanımlamasını kullanmıştım,  ayrıca aynı sahnede benim Frank Sinatra’nın alkolik olduğunu ima ettiğim gibi yanlış bir imaj çizilmiş. Dizi durdurulsun.

(De Havilland’ın kızkardeşine hitap şekliyle ilgili neden bu kadar reaksiyon gösterdiğini anlamak için kız kardeşiyle olan ilişkisine bakmak ve bunun arkasındaki ruhsal durumu görmeye çalışmak  lazım gelebilir, çünkü Havilland’ın kızkardeşi de bir oyuncuymuş ve hayat boyu aralarında hiç düzelmeyen gerilimli bir ilişki ve feci bir mesleki rekabet yaşanmış. Kız kardeşi 2013 yılında ölmüş olsa da Havilland’ın bu konudaki hassasiyetinin devam ettiğini görüyoruz)

Davalı FX, California’da geçerli kısaca SLAAP diye anılan kanun çerçevesinde davanın reddini talep ediyor; SLAAP kısaca  Anayasal hakkın (konuşma özgürlüğü) kullanılmasına engel olmayı hedefleyen davaların reddedilmesi gerektiğini düzenliyor. FX, De Havilland’ın dizide zaten gerçek hayattakine en yakın biçimde yansıtıldığını, kendisinin haklarının ihlal edilmediğini, yapımın bir belgesel-dizi olduğunu ve bu tarz bir davanın kabul edilmesinin dizi sektöründe ki yaratıcılığı kısıtlayacağını dolayısıyla dizinin First Amendment çerçevesinde konuşma/ifade özgürlüğü içine girdiğinden koruma altında olduğunu iddia ediyor.

Biz bu First Amendment’ı yani ABD Anayasası’nın 1. Ek maddesini daha çok “konuşma özgürlüğü” maddesi olarak biliyoruz ama içinde din özgürlüğü, basın özgürlüğü,toplanma özgürlüğü gibi başka konularda var.

Los Angeles Mahkemesi davayı kabul ediyor  ve diyor ki; dizide Havilland “dönüştürülmemiş”(transformative değil) fakat –olabilecek– en gerçekçi biçimde yansıtılmış, o yüzden First Amendment çerçevesinde davalı (Anayasal) bir korumadan yararlanamaz.

Aleyhine karar çıkan FX , Temyiz’e başvuruyor ve  California 2. Temyiz Mahkemesi 26 /03/2018 tarihli kararıyla  Yerel Mahkeme kararını bozuyor. Temyiz Mahkemesi diyor ki;

SLAAP’ın uygulanabilmesi için davalının, davacının talebinin  bir anayasal hakkın kullanılmasını engelleyeceğini yada bir kamu menfaatiyle bağlantılı olduğunu göstermesi lazım. Davalı bunu gösterirse o zaman ispat külfeti yer değiştirir ve davacının da, elindeki delillerle, taleplerinin kabul edilmesinin mümkün olduğunu ispat etmesi gerekir.  De Havilland davada FX’in kendi üstüne düşen yükümlülüğü yerine getirdiğini kabul ediyor, o zaman Mahkeme ikinci unsura odaklanacaktır.

Olaydaki gibi davacı kamuya mal olmuş bir figür ise o zaman davalının eyleminde gerçek bir kötü niyet yada zarar kastı   bulunduğunu göstermesi lazımdır.

California Hukuku’na göre “her kim ki bilerek  başkasının adını, sesini, imzasını, fotoğrafını, suretini/tasvirini herhangi bir biçimde reklam veya satış veya satışa arz amacıyla o kişiden izin almaksızın ürünler/hizmetler üzerinde kullanırsa  verdiği zarardan sorumlu olur”. Ancak FX’in belgesel dizisi bir ürün veya ticari eşya sayılmaz; aksi farz edilse ve Havilland’ın canlandırılmasının onun isminin veya suretinin kullanılması anlamına geldiği düşünülse dahi Feud dizisi Amerikan Anayasası’nın 1.Eki çerçevesinde koruma altındadır. 1. Ek hayatın gerçek malzemelerini  alıp kullanarak bunları sanata dönüştüren ve bunlardan kitaplar ve oyunlar yazan, filmler çeken hikaye anlatıcılarını ve sanatçıları da korur. Bu kişilerin yaratıları gerçek şahısların hikayeleri de olabilir.

Bu çerçevede Feud’un yaratıcılarının De Havillan’ın ismini kullanmak ve kendisinin canlandırılması için kendisine bir ödeme yapması veya ondan izin alması gerekmez.

De Havilland sosyal medyada kendisinin resminin Zeta Jones ile birlikte kullanılmasının aleniyet hakkını ihlal ettiğini iddia etmişse de bunun aleniyet hakkına tecavüz eden bir yönü yoktur çünkü kendisi dizide canlandırılan karakterlerden biridir ve resminin dizinin reklamı için kullanılması normaldir.

De Havilland’ın canlandırılması hukuki açıdan transformative  yani dönüştürücüdür. İşin değeri (canlandırılan kişinin)  ününden değil de prensip olarak başka kaynaklardan temelleniyorsa ,mesela işin yaratıcılığından,yetenekten, (onu oluşturanın) ününden vs., o zaman Ek 1 maddesindeki korumadan yararlanmak için gerekli transformative olma koşulu sağlanmış olur. Feud dizisinin pazarlanabilirliği ve ekonomik değeri temelde De Havilland’ın ününden kaynaklanmamakta , bilakis bu diziyi yaratanların ve oyuncuların yaratıcılığından-yeteneğinden ve ününden doğmaktadır.

Feud bir belgesel dizidir ve bu manada toplumca belli seviyede yaratıcı özgürlüğe sahip olması beklenir. Bir belgesel dramayı seyredenler olayların dramatize edildiğini, hatta karakterlerin hayali olabileceğini ve karakterlerin söylediklerinin gerçek yaşamda tam olarak öyle olmayabileceğini  bilirler.  Belgesel dramalar çoğunlukla dramatik olayların yorumuna dayanır ve belagata dayalı diyaloglarla doludur. Seyircilerin büyük çoğunluğu bunların gerçekten fazlasıyla hayali yapımlar olduğunun farkındadır.

Dizideki hayali röportaj ve Frank Sinatra’ya yapılan referansa gelince; makul hiç kimse bunları karalayıcı veya yüksek derecede saldırgan ifadeler olarak algılamaz. Esasen bakıldığında dizide De Havilland’ın genel manada olumlu canlandırıldığı görülmektedir.

Feud’un yazarları/senaristleri hayali röportaj sahnesinin bir çerçeve çizmek maksatlı oluşturulduğunu beyan etmiştir. Yani bu röportajdaki diyaloglar aslında dizinin gerçek temasını ortaya koyar biçimde kaleme alınmıştır. Röportajda Zeta Jones’un canlandırdığı karakter Hollywood’daki erkeklerin kadınlar üzerinde güçlerini nasıl suistimal ettiği temasına vurgu yapmaktadır.

— De Havilland’ın kardeşi için “bitch” değil de gerçek yaşamda “dragon lady” tanımlamasını kullanmış olması konusuna gelince; dizideki karakter kız kardeşi için iki kez bahsi geçen tanımı kullanmıştır. (5. ve 7. bölümlerde)

FX şirketi bu bölümlerin senaryo yazarlarının beyanlarını dosyaya sunmuştur. Yazarlar De Havilland’ın kız kardeşiyle ömür boyu süren ve toplumca da gayet iyi bilinen anlaşmazlığından haberdar olduklarını söylemişlerdir. Yazarlar, dragon lady tanımlamasıyla dizide kullanılan terimin genelde aynı anlama geldiğini/öyle kullanıldığını ancak dizideki kelimenin seyirciler tarafından daha fazla bilindiğini ve bu yüzden bu terimi kullandıklarını beyan etmiştir. Esasen, seyirci açısından, gerçek yaşamda kullanılmış olan kelime dizideki kullanılan kelimeden pek de fazla değişik bir algı yaratmamaktadır.

— De Havilland Feud’un yaratıcılarının kendisine karşı bir kötü niyet ve kasıt içinde olduğunu ispat edememiştir. Bilakis dizide De Havilland son derece akıllı ve saygıdeğer bir karakter olarak canlandırılmıştır ve esasen dizinin önemli karakterlerinden de değildir.

Dolayısıyla Yerel Mahkeme’nin FX şirketinin ret talebini kabul etmesi gerekirdi.

Court of Appeal of The State of California Second Appellate District Division Three, B285629, Los Angeles County Super. Ct. No. BC667011

Özlem FÜTMAN

ofutman@gmail.com

Mayıs 2018

BREXIT BOŞANMASINDA SİNİRLER GERİLMEYE BAŞLADI! DOMATES-BİBER–PATLICAN!

 

Avrupa Birliği ile Birleşik Krallık (BK) arasında Brexit adı altındaki “boşanma” süreci devam ediyor. Malum, her evlilik güzel başlar ama boşanmalar hemen her zaman sancılıdır. Boşanma sürecinde en akıllı lafları eden çiftler bile sonunda kendilerini birbirlerine kinayeli laflar ederken, onun bunun için kavga ve pazarlık ederken buluverirler.

Şimdi Brexit boşanmasında da ufak ufak sinirlerin gerildiğini görüyoruz; bunun temel nedenlerinden biri de coğrafi işaretler konusu ve bu konu taraflar arasındaki müzakereleri sekteye uğratacak bir soruna dönüşüyor gibi duruyor.

En baştan beri AB Brexit sürecinde coğrafi işaretler konusuna verdiği önemi belirtti, BK’dan mevcut coğrafi işaret tescillerine sağlanmış  korumanın Brexit süreci tamamlandıktan sonrada BK’da devam etmesini istedi ve BK’nın kendisininkine benzer bir ulusal coğrafi işaret tescil/koruma sistemi kurmasını talep etti. Buna karşın BK ise diplomatik ve üstü kapalı bir dille sadece niyetinin iyi olduğunu söylemekle yetindi fakat şu ana kadar AB’nin taleplerini gerçekleştireceğine dair hiçbir işaret vermedi.

AB’nin derdi ne sizce, ne oluyor burada? Şunu söylersem mesele kolayca anlaşılır aslında; AB’nin 3.300’den fazla coğrafi işaret tescili var ve BK kaynaklı coğrafi işaret tescillerinin sayısı sadece 83! Dolayısıyla tarafların ekonomik menfaatleri arasında büyük bir uçurum olduğu ve iğneli fıçıda oturanın AB olduğu ortada.

Şimdi görülüyor ki Brexit sürecinde BK bu durumu kendi lehine bir pazarlık unsuru ve avantaj olarak kullanmak istiyor, çünkü AB’nin bu konudaki hassasiyetini görüyor. Amiyane deyimle BK diyor ki;  madem coğrafi işaret işi senin için bu kadar önemli, senin istediğin korumayı vermemi istiyorsan sen de benim şu şu isteklerimi kabul et” Adeta boşanan bir çiftte taraflardan birinin “Bebek’de ki evi  istiyorsan sende şu şu gayrimenkulleri benim üstüme geçir” demesi gibi bir şey bu!

Geçenlerde taraflar Galileo uydu sistemi üzerinden konuşmuşlar. Belli ki konuşma AB’nin istediği gibi gitmemiş çünkü bu konuşmadan sonra Brexit’de AB’nin baş müzakerecisi olan Fransa eski Tarım Bakanı Michel Barnier açık açık “saklambaç oynamayı bırakın artık” dedi İngiliz hükümetine! Barnier aslında Ocak ayından beri coğrafi işaret meselesinin İngiltere AB’den çıkmadan  çözülmek zorunda olan, ihmale gelemeyecek kadar önemli konulardan biri olduğuna vurgu yapıyor.

 

 

Malum, özellikle Fransızların  coğrafi işaret konusunda sinirleriyle oynamaya gelmez! O yüzden Michel Barnier’nin söylediği doğrudan- dümdüz lafı sadece AB genel perspektifinden görmemek lazım bence. Fransızlar 100 yıldan fazladır coğrafi işaret konusuna kafa yoruyor, hatta 1919 tarihli Versay Anlaşması’na dahi Fransız şaraplarının ve Şampanya’nın korunmasına dair madde koydurmuş bir milletten bahsediyoruz. Ayrıca Fransa özelinde ben bu coğrafi işaret tartışmasını , kusura bakmasınlar ama, biraz da enteresan buluyorum. Artık bu iki ülke (Fransa ve BK) krallık ve üstünlük savaşı vermiyor tarihte olduğu gibi, ama şimdi modern dünyada da ihtilafları ekonomik bazda sürüyor. (ne çok tarihsel film izledik şu ana kadar bunların taht kavgaları ile ilgili değil mi? Hatırlayın, birbirlerini kontrol etmek için kız alır verirler, ikide birde birbirlerinin arkasından isyan organize eder ya da isyancılara destek verirler filan. Bu filmlere kadınların saraylardaki kabarık etekli şık kıyafetlerine hayran olmak dışında daha geniş bir açıdan bakmakta fayda olabilir. Gerçi Fransızlar İskoçların İngiltere’ye karşı başlattığı Jacobite isyanlarında İskoçlara destek vereceğini vadedip sonra yan çizmişti ama, olsun!)

Konuya dönersek; geçen haftaki tansiyonlu görüşmeden sonra AB yetkililerinden bazıları “BK’nın coğrafi işaretler konusunda pozisyonunu netleştirmediğini, konuyu sürüncemede bırakıp meseleyi uzatmaya çalıştığını, eninde sonunda coğrafi işaretlere BK’nın koruma vermesi gerektiğini çünkü kendilerinin zaten kazanılmış hakkı bulunduğunu” söylemeye başladılar. Bunun karşısında BK yetkilileri ise coğrafi işaretlerin müzakere edilmesi gereken (!) bir nokta olduğunu söylüyor.

Bakalım boşanma protokolü nasıl olacak ve kim neyi alacak!

Bu yazıyı özellikle Fikri Mülkiyet camiasında “coğrafi işaret pek de önemli bir konu değil” diyerek coğrafi işaretlere üvey evlat muamelesi yapanlara ve coğrafi işaret konusunu “domates, biber, patlıcan” perspektifinden ele alanlara adıyorum!

https://www.theguardian.com/politics/2018/may/28/brexit-indigestion-row-brewing-over-call-for-uk-laws-to-protect-likes-of-cognac-and-feta

Özlem FÜTMAN

ofutman@gmail.com

Mayıs 2018

IPR GEZGİNİ INTA’DA IP BLOGLARI BULUŞMASINDA; KAMBERSİZ DÜĞÜN OLMAZ!

 

Herkese Merhaba,

Fikri Mülkiyet dünyası Amerika Birleşik Devletleri Washington Eyaleti Seattle kentinde gerçekleşen 140. INTA Yıllık Toplantısını idrak etti! Önder Bey’in deyimiyle “kavimler göçünü” gerçekleştirip bir çoğumuz halihazırda yurda avdet ettik.  

Dünyanın her yerinden Fikri Mülkiyet alanında çalışanların katıldığı toplantıda bu yıl  IPR Gezgini de vardı! Malum , sitemiz sosyal medya hesapları halihazırda 150’ye yakın yabancı tarafından takip ediliyor; INTA gibi bir uluslararası organizasyonda varlığımızı göstermenin vakti gelmiş de geçiyordu zaten. Yazının başlığında da dediğim gibi; kambersiz düğün olmaz!

Bundan bir süre önce Önder Bey INTA sırasında dünya genelinde blog yazarlarının/kurucularının katıldığı bir buluşmanın (Meet the Bloggers INTA 2018) gerçekleşeceğini söyledi ve benim buna katılıp katılamayacağımı sordu.  Elbette ki ne olursa olsun bu davete icabet edeceğimi söyledim kendisine.  

Geçen hafta INTA’da gerçekleşen blogger buluşması bir bowling salonunda idi (Evet bowling salonu, unutmayalım ki orası Amerika, illa da konferans salonunda buluşmak gerekmiyor, Amerikalılar bu konularda dünyanın bu tarafında yaşayanlara göre daha esnektir).

ABD’de kurulmuş THE TTAB BLOG, LIKELIHOOD OF CONFUSION, IP BREAKDOWN gibi blogların sponsor olduğu bu buluşmaya Amerika yanında Hindistan, Kanada, İsrail gibi pek çok değişik ülkeden birçok blogger katıldı.

 

 

Samimi bir ortamda yazarlar hangi blogda yazdıklarını, nasıl blog yazarı olduklarını, yayınladıkları son yazıları vs konuştular ve tecrübelerini birbirleriyle paylaştılar. Bir yandan da isteyenler bowling oynadı, aralarında yarıştılar!   

Ben de bir saat kadar kaldığım bu buluşmada olabildiği kadar çok insana IPR Gezgini’nden bahsetmeye ve sitemizi onlara tanıtmaya gayret ettim.

Bahsettiğim buluşmaya katıldığımın bir delili olarak da aşağıdaki fotoğrafı çektim sizler için. Yanımda gördüğünüz hanım IP BREAKDOWN sitesinin kurucu yazarlarından olan Tara Aaron’dur. 

 

 

Gördüğünüz gibi IPR Gezgini yoluna devam ediyor!

Özlem FÜTMAN

ofutman@gmail.com

Mayıs 2018

2. KİTAP ÖDÜLLÜ YARIŞMANIN SONUÇLARI; AND THE OSCAR GOES TO…

 

Değerli Takipçiler,

2. Kitap Ödüllü yarışmamızı da tamamladık. Tıpkı birinci yarışmada olduğu gibi sitemizi şenlendirdiniz ve yarışmaya yoğun talep gösterdiniz, katılımlarınız için hepinize çok teşekkür ediyoruz!

Bu kez soruların zorluk derecesini biraz abarttığımızın farkındayız. Umuyoruz ki, Google ve IPR Gezgini içinde uzun gezinti sizi çok yormamıştır. Site istatistikleri dün patladı, yarışmaya duyulan ilgiyi, yanıt sayısından çok buradan da anlayabiliyoruz. Umarız keyif almışsınızdır.

Bu yarışmaları düzenlemekteki amacımızı bir kez daha hatırlayalım; öğrenirken-hatırlarken eğlenmek, eğlenirken öğrenmek-hatırlamak.

Bildiğiniz gibi bu yılın Dünya Fikri Mülkiyet Günü konsepti kadınlarla ilgili idi; sevinerek gördük ki kadın takipçilerimiz yarışmaya erkek takipçilerimizden daha yoğun ilgi gösterdi bu kez.

 

Önce cevaplarda gördüğümüz bazı ortak hatalara değinelim:

Bazı katılımcıların 11. soruya Ünal Tekinalp ya da Ali Paslı cevaplarını verdiğini gözlemledik. Oysa ki doğru cevap Doç. Dr. Hayrettin Çağlar idi. Ancak hemen söyleyelim ki yanlış cevaplar oldukça istisna idi ve büyük çoğunluk soruya doğru yanıt verdi.

AIPPI Türkiye Derneği’nin 3 ayda bir yayınlanan, içinde son derece ilginç makale ve yazılar barındıran Dergisi’nin adı FİKRİ GÜNDEM. Ancak birçok katılımcının 8. sorunun bu kısmına CAPİTAL şeklinde yanıt verdiğini tespit ettik.

En zorlayıcı sorulardan birinin 4. soru olduğunu kabul ediyoruz; bu soruya pek çok yanlış cevap geldi. Ama doğru cevap “kedinin taranması” idi.

 

Şimdi soruların doğru cevaplarını aktaralım:

1- Binying WANG ve Sylvie FORBIN

2- Mary Kies, şapkalarda hasır ve ipeği birlikte kullanma tekniği (aynı sonuca varan diğer tüm ifadeleri doğru kabul ettik), 1809

https://www.smithsonianmag.com/smart-news/meet-mary-kies-americas-first-woman-become-patent-holder-180959008

3- Jamie Lee Curtis

4- Kedinin taranması

5- New Kids on the Block

6-Pisco

7- Marie Antoinette

8- MAPADERGİ- FİKRİ GÜNDEM-UĞUR YALÇINER

9- MICHAEL GLEISSNER-TOM RIPLEY veya YETENEKLİ BAY RIPLEY. (Sadece Bay Ripley şeklinde verilen cevapları da doğru kabul ettik)

10-  ( E ) şıkkı yani “Daha evvel yazılmış bir kitabı alıp ismini, kapağını ve kahramanların adını değiştirip kendi adına bastırmak.”

11-Doç. Dr. Hayrettin Çağlar

12- HAYIR

13 – INTA (“International Trademark Association” şeklindeki açılımı yazanların cevaplarını da doğru kabul ettik, doğal olarak)

 

AND THE OSCAR GOES TO……

Ve şimdi de heykelciği kucaklayanları anons edelim.

Bu yarışmanın Birincisi; Sn. ANIL BUĞRA ALPAYIM. Kendisi bütün sorulara doğru cevap vermiş ve cevaplarını saat 10.43’de göndermiş.

Yarışmanın İkincisi ise; Sn. İREM KARASÜLEYMANOĞLU. İrem Hanım da tüm sorulara doğru cevap vermiş ve cevaplarını bize saat 11.31’de göndermiş.

Maalesef hediye kazanamasa da yarışmada üçüncü olan takipçimizi de açıklamak istiyoruz; Sn. NUR HAYAT BURAN. Nur Hanım’ın da tüm cevapları doğru, ama cevaplar elimize saat 12.59’da ulaştığından kendisine bu kez hediye veremiyoruz.

1.,2. ve 3. olanları tebrik ediyoruz . Belirttiğimiz üç kişiden ikisinin ve hediye kazananlardan birinin kadın olmasından dolayı çok mutlu olduğumuzu belirtelim.(Beyler kusura bakmasın ve alınmasın lütfen, bu neticeler Fikri Mülkiyet Gününü’nün konseptine çok uygun düştü.)

Sn. Alpayım ve Sn. Karasüleymanoğlu’nun adres bilgilerini iprgezgini@gmail.com  adresine e-posta olarak göndermelerini rica ediyoruz ki kendilerine hediyelerini gönderebilelim.

Katılan herkese bir kez daha kalpten teşekkürler; bundan sonra da yarışma düzenlemek konusunda bize güç ve motivasyon verdiniz. Yeni yarışmalarda görüşmek üzere! 

IPR Gezgini

iprgezgini@gmail.com

Nisan 2018

 

IPR Gezgini 2. Kitap Ödüllü Fikri Mülkiyet Yarışması – Sorular ve Kurallar

 

IPR Gezgini Kitap Ödüllü Fikri Mülkiyet Yarışması’na hoşgeldiniz!

26 Nisan Dünya Fikri Mülkiyet Gününüzü kutluyoruz!

İyi ve hızlı olan kazansın, hepinize bol şanslar.

 

KURALLAR

Kurallarımız basit:

En kısa sürede en fazla sayıda doğru yanıt veren kazanır.

Yanıtlarınızı saat 18.00’e kadar kabul edeceğiz.

Bu kez hem birinciye hem de ikinciye ödül vereceğiz. Hediyelerimiz, İzmir Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesi Hakimi İlhami Güneş‘in “Uygulamada Fikri ve Sınai Mülkiyet Hakları – Haksız Rekabet Davaları” kitabı olacak. Kitabın Mart 2018 tarihli 5. baskısını (Seçkin Yayınları), yani 6769 sayılı SMK’ya göre güncellenmiş halini hediye edeceğiz.

Yanıtlarınızı iprgezgini@gmail.com adresine e-posta olarak göndermeniz gerekiyor. Lütfen yanıtlarınızı sitede yazının altına yorum olarak yazmayın veya Facebook hesabımıza mesaj olarak göndermeyin, bu tip yanıtları kabul etmeyeceğiz, çünkü aksi halde zaman olarak önceliği tespit etmemiz çok güç oluyor.

Sorulara lütfen “x veya y” şeklinde ikili yanıt vermeyin. Bunlardan birisi doğru olsa bile, yanıtınızı doğru olarak kabul etmeyeceğiz.

Doğru yanıtları ve kazananları 26 Nisan akşamı açıklayacağız.

Sorular Önder Erol Ünsal ve Özlem Fütman tarafından hazırlanmıştır. Sorulara itirazınız olursa itirazınızı da dikkate alacağız.

İpucu: Geciktim diye düşünerek yanıtlarınızı göndermekten vazgeçmeyin. Bir önceki yarışmanın kazananı 10 soruya da doğru yanıt verdi, ancak en hızlılar arasında değildi

 

SORULAR

 

1- Bugün Dünya Fikri Mülkiyet Günü’nü kutluyoruz! Dünya Fikri Mülkiyet Teşkilatı (WIPO) bu yılki temayı “İnovasyon ve Yaratıcılıkta Kadınlar” olarak belirledi. Bu durumda biz de ilk olarak aşağıdaki soruyu yöneltiyoruz: “WIPO Genel Müdürü’nün altında yer alan ve teşkilatın ana yöneticileri olan 8 kişilik Genel Müdür Yardımcıları ve Asistan Genel Müdürler arasında kaç kadın bulunmaktadır ve bu kadınların isimleri nedir?”

 

2- İkinci sorumuz da Dünya Fikri Mülkiyet Günü’nün 2018 yılı temasıyla ilgili: “Amerika Birleşik Devletleri’nde bir A.B.D. patenti sahibi olan ilk kadın kimdir, buluşu nedir ve patenti hangi yıl elde etmiştir?”

 

3- Halen aynı tema üzerinden gidiyoruz. “Cepli bebek bezi” için 1988 tarihli bir patentin sahibi olan ünlü Amerikalı kadın aktris kimdir?

 

4- Sorularımızı hazırlayan iki IPR Gezgini yazarı da evlerinde birer kedi besliyor. Bu durumda LıkLık ve Minou’yu yarışmada atlamamız düşünülemezdi! Kediseverleri avantajlı kılan sorumuz takip eden şekilde: “Aşağıda gördüğünüz çizim, bir dönem koruma altına alınmış bir A.B.D. patentine aittir. Kedi evi olarak tanımlanabilen bu modüler yapı, kedinin barınmasının ve oyun oynamasının dışında bir işleve daha sahiptir. Sizce bu işlev nedir?

 

 

5- Sadece erkeklerden oluşan pop müzik gruplarına İngilizce konuşan ülkelerde “boyband” denilir ve “boyband”lerin hayran kitlesi genellikle genç kızlardan oluşmaktadır. 1990’ların ünlü bir boyband’inin ismini soruyoruz şimdi. Bu grubun üyeleri o denli yakışıklı ve o tarihlerde o denli popülerlerdir ki New York’ta bir gazete grup üyelerinden en çok hangisini beğeniyorsunuz içerikli bir anket düzenler. Ankete katılım ücretli 900’lü hatların aranmasıyla mümkündür ve gazete bu aramalardan kar elde etmektedir. Ünlü “boyband” de bu ankete karşı, aynı zamanda tescilli bir marka olan grup isminin izinsiz kullanıldığı ve ticari kazanç elde edildiği gerekçesiyle dava açar. 1992 yılında A.B.D. Temyiz Mahkemesi tarafından karara bağlanan ve referans bir karar olarak çokça atfa konu olan davanın öznesi ünlü boyband’in adı nedir?

 

6- Coğrafi işaret veya geleneksel ürün niteliğindeki gıda – içecek ürünleri kimi zaman ülkeler arasında büyük krizlere yol açmaktadır. Bu tip ihtilafların birisi uzun yıllardır Şili ile Peru arasında yaşanmaktadır ve her iki ülke de bir alkollü içecek türünün ismi üzerinde kendisinin hak sahibi olduğunu iddia etmektedir. Şili ile Peru arasında krize sebep olan alkollü içeceğin ismi nedir?

 

7- IPR Gezgini’nde 2017 yılında yayınladığımız bir USPTO Temyiz Kurulu kararının konusu marka, Fransız Devrimi yıllarında Fransa Kraliçesi olan ve devrim tarafından giyotine gönderilen bir kadının isminden oluşmaktadır. Sadece fikri mülkiyet değil tarih bilgilerinizi de biraz yoklamanızı bekliyoruz, bahsettiğimiz kraliçenin adı nedir?

 

8- Bu soruyla Türkiye’de fikri mülkiyet hakları hakkındaki güncel gelişmeler ve konuyla ilgili sivil toplum örgütleri konusundaki hafızanızı biraz yoklayacağız.

Marka ve Patent Uzmanları Derneği (MAPADER) tarafından yayınlanan derginin adı nedir?

Fikri Mülkiyet Hakları Koruma Derneği (AIPPI Turkey) tarafından yayınlanan derginin adı nedir?

Patent ve Marka Vekilleri Derneği (PEM)’nin Yönetim Kurulu Başkanlığını kim yapmaktadır?

Üç yanıtı da doğru vermeniz halinde, yanıtınız doğru kabul edilecektir.

 

9- Fikri Mülkiyet Dünyası, dünya genelinde son birkaç yıldır bir kişinin eylemleri ile sarsılmaktadır. Birçok tanınmış markayı farklı ülkelerde kendi adına tescil ettirmek için başvurular yapan bu kişi, IPR Gezgini’nde de bir yazının konusu olmuştur ve yazı içerisinde ünlü bir polisiye romandaki dolandırıcı kahramana benzetilmiştir. Dünyada fırtınalar kopartan bu kişinin adı nedir ve IPR Gezgini’nde hangi ünlü roman kahramanına benzetilmiştir?

İki yanıtı da doğru vermeniz halinde, yanıtınız doğru kabul edilecektir.

 

10- Çoktan seçmeli bu sorumuz ağır ironi içeriyor aslında ve Türkiye’de medyada birkaç haftadır yer alan bir haberle ilgili, dolayısıyla sorunun Fikri Mülkiyet ile ne alakası var demeyin lütfen. Belirttiğimiz haber düşünüldüğünde, sorunun tek bir cevabı olduğunu unutmayın ve yanıt verirken ironiyi atlamayın.

İyi bir kitap yazmanın yolu nedir?

a-      Çok çalışmak

b-      Yaratıcı yazarlık kursuna gitmek

c-       Yetenekli olmak

d-      Geniş bir hayal dünyasına sahip olmak

e-      Daha evvel yazılmış bir kitabı alıp ismini, kapağını ve kahramanların adını değiştirip kendi adına bastırmak.

 

11- “Sınai Mülkiyet Kanunu (SMK)’na göre kullanmama sebebiyle iptal davası açılabilmesi için SMK’nın yürürlüğe girmesinden itibaren (10/01/2017) 5 yıl beklemek gerekir ve bu 5 yıl geçmeden söz konusu davalar açılamaz, bunun sebebi de kanunların geriye yürümezliği ilkesidir” görüşünü savunan akademisyen kimdir?

 

12- IPR Gezgini’nde de yayınlanan bir A.B.D. mahkemesi kararına göre Google jenerik bir isim haline gelmiş midir?

 

13- IPR Gezgini’ni Şubat 2018’de “Fikri Mülkiyet Blogları” konsepti içinde İstanbul’da yarım günlük bir panele davet eden, sitemizin takipçileriyle bir kez daha buluşmasına vesile olan marka konusunda faaliyet gösteren uluslararası sivil toplum organizasyonunun adı nedir?

 

IPR Gezgini

iprgezgini@gmail.com

Nisan 2018

 

THE MONTAUK PROJECT v STRANGER THINGS

 

10 Nisan tarihli  THE SHAPE OF WATER; AŞKIN E HALİ,DE HALİ, DEN HALİ… başlıklı yazıma sıkı takipçilerimizden genç meslektaşım Güray Balıktay yorum yapmış ve STRANGER THINGS  dizisinin de yakınlarda aynı tip bir davaya konu olduğunu bildirmişti. Sağolsun, Güray’ın yardımıyla STRANGER THINGS ihtilafının dava dilekçesine ulaştım ve  şimdi de olan biteni gecikmeden sizle paylaşmak istiyorum.  (Tabi bu ihtilafı bize ilettiği için Güray’a buradan da bir kez daha teşekkür ediyorum.)

Dava çok yeni, 02 Nisan 2018 tarihinde CHARLIE KESSLER tarafından STRANGER THINGS dizisinin “yaratıcıları” MATT DUFFER ve ROSS DUFFER kardeşler aleyhine açılmış.

Bu dava THE SHAPE OF WATER’dan farklılık arz ediyor okuduğum kadarıyla ; STRANGER THINGS’de davacı, taraflar arasında davranışlar neticesinde oluşmuş zımni bir sözleşme yapıldığını ve davalıların STRANGER THINGS dizisini çekerek bu anlaşmayı ihlal ettiğini iddia ediyor. Dava dilekçesi ile birlikte sunulan ve dava konusunun seçildiği dokümanda da dava sebebi olarak “bir sözleşmenin ihlali” kutucuğu işaretlenmiş.

Davacı Mahkeme’den jürili duruşma yapılmasını talep etmiş. Jürili tam yargılama talebi elbette ki hukuken mevcut bir hak, ama bir yandan da bu talebin arkasında bence biraz da olayı sansasyona dönüştürme ve yorucu jüri süreci ile davalıları maddi-manevi yıpratma hedefi var. Jürili yargılama yapılırsa muhtemelen olay gazetelerde daha çok duyulacak ve ortalık davalılar için biraz daha toz duman olacak.

Davacı CHARLIE KESSLER Los Angeles’da yaşayan bir yazar, prodüktör, yönetmen ve dava dilekçesindeki  iddiaları şöyle;

1- Benimle davalılar arasında davranışlara dayanan zımni bir sözleşme vardı, ama  davalılar telifi bana ait MONTAUK isimli kısa filmi ve THE MONTAUK PROJECT isimli film senaryosunu alıp dizi olarak çektiler.

Davalılar bu davranışlarıyla güvenimi kötüye  kullandılar, izinsiz kullanım gerçekleştirdiler, benim eserimi istismar ettiler ve neticede zımni sözleşmeyi ihlal ettiler.

2-Ben 21 Nisan 2014 tarihinde Tribeca Film Festivali sırasında bir filmin prömiyer partisinde davalılar ile tanıştım. O partide yukarıda bahsettiğim film ve film senaryosundan, oradaki fikirlerden, hikayeden bahsettim, konuyu davalılar ile konuştuk. Ben, benim ajansım, hukuk danışmanım bu kısa filmi ve film senaryosunu davalılara ve onların çalışanlarına/temsilcilerine sunduk.

Benim bütün bu davranışlarım eğlence sektöründeki teamüllere uygun olarak yapıldı ve sektörün yerleşik kuralları gereği ben  sunduğum/anlattığım hususların taraflar arasında gizli kalacağını, benden izin alınmadan –para karşılığı yada parasız– davalılarca başkalarına açıklanmayacağını düşündüm.

3- Halbuki, tam tersine, davalılar benim söylediklerimi /gösterdiklerimi alıp Netflix için THE STRANGER THINGS adıyla bir dizi yaptılar. Bunun için benden ne izin aldılar ne de bana para ödediler. Temmuz 2016 tarihinde STRANGER THINGS’in ilk bölümü yayınlanana kadar ben durumun farkında olmadım.

4- Aslında STRANGER THINGS Netflix’e ilk satıldığında adı THE MONTAUK PROJECT idi ki bu da zaten benim filmimin adıyla birebir aynı. Sonradan dizinin adı STRANGER THINGS şeklinde değiştirildi. Ekte, dizinin ilk adının ne olduğu ve sonradan değiştirildiğine dair gazete haberlerinden örnekler sunuyorum. STRANGER THINGS dizisinden davalılar milyonlarca Dolar para kazandılar ve dizinin şu an ikinci sezonu yayınlanıyor.

5- Ben kendi projemle ilgili çok önceden senaryonun birçok versiyonunu oluşturmuştum. Sonra MONTAUK isimli kısa filmi çektim, bu film 2012 yılında gösterime girdi ve hatta Hamptons Film Festivali’nde ödül aldı. Kısa filmi daha sonra THE MONTAUK PROJECT adıyla uzun metrajlı bir film olarak çekme planım vardı. 2010 senesinde MONTAUK kısa filmini ABD Telif Hakları Dairesine tescil ettirdim, 2013 yılında  THE MONTAUK PROJECT filminin senaryosunu da yine adıma tescil ettirdim.

6- Tribeca  Film Festivali’ndeki o gece tarafların davranış biçimleriyle  zımni bir akit oluştu. Ben meydana gelen bu akde uygun davrandım,  taahhütlerime uydum. Fakat davalılar öyle yapmadı. Ve eğer Mahkeme STRANGER THINGS dizisinin gösterimini engelleyecek bir tedbir kararı vermezse, bu akde aykırı eylemler devam edecek çünkü dizi hala gösteriliyor. Bu hukuka aykırı eylemlerden dolayı ben, kar kaybı dahil,  telafisi imkansız zararlara uğradım, uğruyorum. Bu zararımı da jürili yargılama sırasında ispat edeceğim. Davalılar beni kasten zarara uğrattılar.

Bu olayda davacı tabi ki hukuken talep edilebilecek tüm tazminat biçimlerini talep etmiş dilekçesinde.

Dava dilekçesinin eklerine de baktım, ki bu deliller/ekler çok az. Bir tanesi STRANGER THINGS dizisinde Dustin karakterini oynayan çocuk oyuncu Gaten Matarazzo ile yapılmış bir röportaj, orada dizinin ilk adının THE MONTAUK PROJECT olduğu ama Netflix’e satıldığında STRANGER THINGS diye değiştirildiğini söylüyor oyuncu. Diğer deliller ise bazı web sayfalarından alınan çıktılar ancak bunlarda davacının adı hiç geçmiyor sadece MONTAUK PROJECT’den bahsediyor.

Hakikaten neymiş bu MONTAUK ya da MONTAUK PROJECT?

Davalının sunduğu deliller arasında yer alan web sayfası haberlerine göre durum şöyle. Olay bir komplo teorisi mi, uydurma mı, gerçek mi belli değil; tüm söylenceler Preston Nichols, Al Bilek ve Steward Swerdlow isimli 3 kişinin beyanlarına dayanıyor. Bu kişilerin iddiasına göre 1971 – 1983 yılları arasında New York Eyaletinin Long Island bölgesindeki MONTAUK kasabasında Amerikan Devleti Camp Hero isimli eski/kullanılmayan bir askeri hava üssünde gizli bir proje  yürüttü. İddialara göre burada yapılan deneylerin amacı fiziki savaş teknikleri geliştirmek, zaman-mekan-boyutlar  arası seyahati mümkün kılacak yöntemler bulmak, insanlar üzerinde zihin kontrolü ve beyin yıkama teknikleri geliştirmekti. Bu deneyler yüzünden MONTAUK kasabasında bazı olağan dışı/paranormal aktiviteler görülmeye başlandı; mesela Ağustos ayında kar yağdı, kaynağı belirsiz fırtınalar çıktı , hayvanlar sürüler halinde kasabaya indiler, insanlar tuhaf-olmadık zamanlarda meydana gelen dolu yağışlarını rapor ettiler, vs.

Preston Nichols devletin bu proje için 100.000’den fazla insanı kaçırdığını, bu kaçırılanların çoğunun genç erkekler olduğunu ve bunların üzerinde deneyler yapıldığını, kendisinin de MONTAUK projesinde çalıştığını iddia etti.

STRANGER THINGS dizisi orijinalinde ilk evvela MONTAUK kasabasında çekilecekken/çekilmeye başlanmışken, röportajı veren oyuncuya göre, daha sonra set önce Atlanta’ya akabinde ise Indiana’ya taşındı.

Davalının sunduğu delillerden birinde MONTAUK CHRONICLES isimli bir belgesel filmle ilişkin bir kısa tanıtım yazısı da dikkatimi çekti. 2014 yılında  Christopher P. Garetano çekmiş bu belgeseli ve anlaşılan o ki MONTAUK PROJECT adı verilen söylenceleri /iddiaları inceliyor.

 

 

Davanın üzerine davalıların avukatı derhal bir açıklama yapmış ve demiş ki; “Bu saçma sapan bir davadır, davacı sadece dizinin elde ettiği başarıdan kendisine menfaat yaratmaya çalışıyor, Duffer kardeşler ne davacının filmini gördü ne de kendisiyle herhangi bir proje hakkında görüşme yaptı.”

Açık söyleyeyim ben STRANGER THINGS dizisini seyretmedim, listemde henüz ona sıra gel(e)medi. Zaten şu anda da IPR Gezgini için yazacağım bir sonraki yazının konusu olan davaya ilişkin diziyi izliyorum. Ancak STRANGER THINGS dava dilekçesini okurken kendimi şunu düşünürken yakaladım; ABD Sözleşmeler Hukuku’nda geçerli bir sözleşmenin kurulabilmesi için üç unsur bir arada aranır “Offer-acceptance-consideration”, hayatta olsaydı acaba Yargıç Cardozo burada kurulmuş bir akit var der miydi? Amerikan Hukuk sisteminde tarihe geçmiş kararları kaleme almış, adı NY’da bir hukuk fakültesine verilmiş ve benim çoğu kararını okurken içimden takdirlerimi gönderdiğim  Yargıç Benjamin N. Cardozo’ya da buradan bu vesileyle bir kez daha selam olsun!

Superior Court of The State of California  County of Los Angeles BC 700197

Özlem Fütman

ofutman@gmail.com

Nisan 2018

THE SHAPE OF WATER; AŞKIN E HALİ, DE HALİ, DEN HALİ…

 

“Bu filmin adı “‘The Shape of Water’ çünkü aşk tıpkı su gibidir,  yani bir biçimi-formu yoktur. Aşk varsa onu derhal anlarsın, yoksa aşk yaşa başa, renge bağlı değildir ve sayısız biçimi-hali  olabilir. Su neyin içine koyulursa onun şeklini alır, ancak her ne kadar uysal bir yapısı olsa da aynı zamanda su kainattaki en güçlü ve işlenebilir güçlerden biridir. Aşk da böyle değil midir? Erkek, kadın, yaratık hiç fark etmez, aşkı hangi biçimin-formun içine koyarsak aşk o biçimin kendisi olur.”  

 Meksikalı yönetmen Guillermo del Toro bir röportajında “The Shape of Water” filminin ana düşüncesini ve çıkış noktasını yukarıdaki gibi ifade etmiş.

Mart ayında yine bir Oscar törenini idrak ettik hep birlikte. Kim ne giymiş, kim hangi mücevheri takmış, kim kiminle törene katılmış gibi “önemli” konular dışında, malum, bazı insanlara da ödüller verildi o gece. Guillermo del Toro’nun yönettiği THE SHAPE OF WATER filmi 13 dalda Oscar’a aday gösterildi ve En İyi Film, En İyi Yönetmen gibi dört dalda ödüle layık görüldü.

Filmin adı Türkçe’ye “SUYUN SESİ” diye çevrildi nedense, madem aslına sadık kalınmayacaktı bari ana fikre daha uygun başka bir ismi tercih etselerdi keşke diyorum.

Bir süredir bu filmin önceki tarihli başka yapımlarla  benzerlikler içerdiğine  dair fısıltılar dolaşmaya başladı ortada ve bu fısıltılar hala sürüyor. The Shape of Water’ın benzetildikleri arasında Hollanda yapımı “The Space Between Us”, Fransız yapımı “Amelie” ve “Delicatessen” gibi yapımlar var.

Fakat tüm bu tartışmalarda bir kişi var ki o iddialarını Mahkeme’ye taşıdı ve işi” dedikodu” boyutunda bırakmadı  ; DAVID ZINDEL. David Zindel Pulitzer Ödüllü yazar Paul Zindel’in oğlu http://www.paulzindel.com

David Zindel’in babasının yazdığı ve davada konuşulan oyunun adı “LET ME HEAR YOU WHISPER”

 

 

The Shape of Water’da olaylar 1960’larda Soğuk Savaş döneminde geçiyor. Filmin kadın kahramanı Elisa adında dilsiz bir temizlikçi kadın ve Elisa askeri bir araştırma laboratuvarında çalışıyor. Diğer kahraman ise Amerikan ordusu tarafından yakalanıp Amazonlardan Elisa’nın çalıştığı laboratuvara getirilmiş bir su tanrısı ve kendisi “The Asset” diye isimlendiriliyor filmde.  Film bu iki kahramanın aşkını konu alıyor. Elisa hem Amerikan Ordusu’nun hem de Rusların The Asset’i öldürmeyi planladığını anlayınca onu serbest bırakıp denize salmak için bir plan yapmaya başlıyor.Bu planda Elisa’ya yardım eden iki karakter daha var ki biri ressam olan komşusu Giles diğeri ise konuşkan iş arkadaşı Zelda.

Film 2017 Aralık ayında vizyona girdi ancak Del Toro film hakkında Kraus ile aralarındaki ilk konuşmaların 2011’de yapıldığını ve bir yıl sonra da ikisinin senaryoyu yazmaya başladığını söylüyor.  Filmdeki The Asset karakterinin görsel olarak yaratılması süreci ise yaklaşık üç yıl sürmüş ve burada hem tasarımcılar hem de görsel efekt uzmanlarıyla çalışılmış. Del Toro birçok röportajında The Shape of Water filmini tasarlarken (1954 yapımı) “The Creature from the Black Lagoon” isimli filmden etkilendiğini itiraf ediyor, kendisi o filmi  ilk kez 6 yaşında seyretmiş ve filmdeki canavar ile kızın bir gün kavuştuğunu düşlemiş hep.

 

(The Creature from the Black Lagoon filminden bir sahne)

Del Toro Zindel’in oyununu daha evvel okumadığını, seyretmediğini ve kimsenin kendisine bu oyundan daha evvel bahsetmediğini iddia ediyor. Bunun yanında eğer konu bir hayvanın özgürleştirilmesi olarak ele alınacaksa bu temayı/fikri işleyen Project X, Splash, Born Free, Free Will gibi sayısız örnek var diyor.Ancak, diyor Toro, benim öyküm tamamiyle orijinal ve bütünüyle katmanlı bir yapıya sahip.

David Zindel 21 Şubat 2018’de açtığı davayı filmin yönetmeni, prodüktörü ve senaryo yazarı Toro’ya , ortak prodüktör Daniel Kraus’a, prodüksiyon şirketi ve dağıtımcı Fox Searchlight Pictures Inc. ve filmle alakalı diğer kişilere yöneltiyor. Mesele bir filmle alakalı telif hakkı ihlali iddiası olduğuna göre sizce dava Amerika’da nerede açılmış olabilir? Pek tabi ki California’da!.

David Zindel davada; The Shape of Water babamın yazdığı Let Me Hear You Whisper isimli oyunun izinsiz yapılmış bir işleme eser halidir çünkü babamın eserinin konusu, unsurları, karakterleri ve teması , hatta ve hatta oyunda geçen bazı olağandışı kelime,deyim veya imajlar kopyalanmıştır diyor. Yani Zindel, amiyane deyimle diyor ki; sen benim babamın eserini çaldın!

Peki Zindel’in oyununun hikayesi nedir? Oyun Helen adında yalnız bir temizlikçi kadınla ilgili. Helen bir bilimsel laboratuvarda çalışıyor ve bu laboratuvarda askeri amaçlar için kullanılmak üzere hayvanlar üzerinde deneyler yapılıyor. Helen deney hayvanlarından olan bir yunusa karşı derin bir bağ geliştiriyor ve bir gün öğreniyor ki programa göre yunusun beynini parçalayacaklar. Bunun üzerine hayvanı kurtarıp denizlere geri göndermeye karar veriyor.Bu oyun 1969’da yazılıp oynanıyor ancak 1990’larda televizyon için bir versiyonu da çekiliyor.

Zindel babasının yazdığı oyunun çok sevilen bir fantazi/bilimkurgu eseri olduğunu, sürekli yeni basımlarının yapıldığını ve televizyon versiyonunun defalarca kez yayınlandığını söylüyor. Zindel’e göre, davalı Daniel Kraus babasının oyunun TV versiyonu yayınlandığında bunu gördü ve oradan aldıklarıyla The Shape of Water’ı oluşturdu + Kraus babasının eserlerini çok yakından biliyordu mesela 2017 yılında yayınlanan bir yazıda kendisinin en sevdiği kitaplar arasında babasının The Pigman isimli eserini de saymıştı.

Zindel’in avukatları dava dilekçesinde The Shape of Water ile Let Me Hear You Whisper arasında 61 tane benzerlik olduğunu iddia ediyor ve bunları sayfalarca alt alta sıralamışlar. Mesela bu iddia edilen benzerliklerden bazıları şöyle;

  1. Her iki eserde de olaylar Soğuk Savaş döneminde gizli bir araştırma laboratuvarında geçiyor. Bundan başka her ikisinde camdan yapılma bir tankın içine kapatılmış yüksek zeka seviyesine sahip bir su canlısı/yaratığı var.

  1. İki eserde de baş karakter (Elisa ve Helen) sessiz, evlenmemiş, yalnız temizlik işçisi kadınlar, ikisi de yeşil kaban giyiyor ve eserdeki diğer ana karakter olan canlı ile iletişim halinde. (aşağıda karşılaştırmalı bir fotoğraf koyduk sizin için)

  1. İki eserde de baş karakter (Elisa ve Helen) yaratıkla/canlıyla bağ kuruyor, ona yemek veriyor, ve onun önünde elinde paspas ile dansediyor ki bu sırada fonda romantik bir eski müzik çalıyor.

 

  1. İki eserde de baş karakterlerin (Elisa ve Helen) fazlaca konuşkan iş arkadaşları var. (yine aşağıda karşılaştırmalı bir görüntümüz var)

  1. Her iki hikayede de canlının/yaratığın deneyde kesilerek öldürülmesi planlanıyor ve ana karakterler bunları kurtarmaya karar veriyor. Bu planı uygularken her iki kadın karakter de canlıyı/yaratığı denize bırakmak için onu bir çamaşır arabasının içinde saklıyor. (karşılaştırmalı görüntüler aşağıda)

 

Tabi bu davada bir de Fox Searchlight Pictures Inc., var davalı olarak. Fox diyor ki Zindel’e; senin davanın bir dayanağı ve mantığı yok + ne tesadüfse (!) davayı  tam da Oscar’lar için Akademi Üyelerinin oylamaya başladığının ertesi günü açtın, sen aslında bu şekilde bizi sıkıştırarak anlaşmak için  masaya çekmeye çalışıyorsun.

Dava henüz yeni başladı, bakalım taraflar anlaşacak mı yoksa yola devam mı edecekler. Takipteyiz!

Zindel v. Fox Searchlight Pictures, Inc. et al, case number 2:18-cv-01435

Özlem Fütman

ofutman@gmail.com

Nisan 2018

 

 

IPR GEZGİNİ KİTAP ÖDÜLLÜ 2. YARIŞMASI 26 NİSAN’DA! YAŞASIN WORLD IP DAY!

 

Merhabalar,

Malum, birinci kitap ödüllü yarışmamız sizden büyük ilgi gördü. Biz de ikincisini camiamız için önemli bir gün olan DÜNYA FİKRİ MÜLKİYET GÜNÜ’nde (WORLD INTELLECTUAL PROPERTY DAY), yani 26 Nisan’da düzenlemeye karar verdik.

Tıpkı geçen sefer olduğu gibi, sorular sabah saat 10.00’da sitemiz üzerinden duyurulacak ve akşam üzeri saat 18.00’a kadar cevaplarınızı iprgezgini@gmail.com e-posta adresine gönderebileceksiniz. Bu kez 10-15 arasında soru sormayı planlıyoruz. Kural aynı; sadece hız yetmez, en hızlı şekilde en fazla sayıda doğru cevap veren kazanacak!

Bu sefer ödül olarak bir değil iki kitap vermeyi öngörüyoruz! (2 kişiye birer kitap)

BU ARADA; kendi yazdığı veya katkıda bulunduğu bir kitabın yarışmamızda ödül olarak verilmesini isteyen takipçilerimiz varsa, bizimle irtibata geçmelerini rica ederiz.

WORLD IP DAY HAKKINDA

Bu alanda çalışanlar olarak hepinizin DÜNYA FİKRİ MÜLKİYET GÜNÜ (WORLD INTELLECTUAL PROPERTY DAY) hakkında bilgi sahibi olduğunu biliyoruz.  Ama yine de yarışmamızı bu kez Dünya Fikri Mülkiyet Günü’ne biaen yapıyor olduğumuzdan, kısaca bu gün hakkında bir anımsatma notu düşmek iyi olabilir diye düşündük.

WORLD IP DAY 2000 yılından beri kutlanıyor. 2000 senesinde WIPO üyesi ülkeler bir karar alarak 1970 yılında yürürlüğe giren WIPO Kuruluş anlaşmasının http://www.wipo.int/treaties/en/convention yürürlüğe girdiği 26 Nisan tarihini her yıl WORLD IP DAY olarak kutlamaya karar veriyorlar ve o zamandan beri 26 Nisan tarihinin kalbimizdeki yeri ayrı oluyor elbette. Böyle bir günün kutlanmaya başlanmasındaki amaç Fikri Mülkiyet ile ilgili genel algıyı yükseltmek ve farkındalık yaratmak.

WIPO’nun Kuruluşuna ilişkin Anlaşma 1967 yılında imzalanmış olmakla birlikte yürürlüğe giriş tarihi 26 Nisan 1970.

2000 yılından beri WORLD IP DAY her yıl değişik organizasyon ve yayınlarla Fikri Mülkiyet’in müzik, sanat ve dünyamızı şekillendiren teknolojik buluşlarla ilişkisi ve katkısına dair sayısız fırsatın tartışılıp/paylaşılmasına vesile oluyor.

Bunun yanında her yıl WORLD IP DAY için WIPO bir tema seçiyor.

Bu yılki tema şöyle belirlenmiş; Dünyamızı yöneten ve geleceğimizi şekillendiren zeki, hünerli, meraklı ve cesur kadınlar. 

İşte tam da bu yüzden yani WORLD IP DAY’in bu yılki temasından dolayı, bu seferki yarışma anonsunu ben kaleme aldım izninizle.

WIPO tarafından konseptin böyle belirlendiği bir World IP Day’de kadın okurlarımızın / takipçilerimizin yarışmamıza daha büyük alaka göstereceklerine dair bir hisse kapılıyoruz, bakalım ne olacak ve kim kazanacak. Haydi Hanımlar!

HEPİNİZİN DÜNYA FİKRİ MÜLKİYET GÜNÜ ŞİMDİDEN KUTLU OLSUN! GERİ SAYIM BAŞLADI! HIZLI VE İYİ OLAN KAZANSIN!

 

Özlem Fütman

ofutman@gmail.com

Nisan 2018

 

BREXIT; ŞARKI DEVAM EDİYOR…

 

15 Mart tarihli yazımızla Brexit konusuna coğrafi işaretler ekseninden  bakmış ve IPR Gezgini olarak Brexit sürecini Fikri Mülkiyet Hakları merkezinden takip edeceğimizi duyurmuştuk. Bu kısa yazımızla son gelişmeleri aktarmak istiyoruz.

AB Komisyonu ve Birleşik Krallık (BK) geçen hafta yaptıkları ortak anons ile Brexit sürecinde 29 Mart 2019 – Aralık 2020 tarihleri arasının bir geçiş süreci olarak belirlendiğini duyurdular.  Belirlenmiş bu zaman dilimi boyunca BK, AB üyesi sıfatını devam ettirecek.

Yaptıkları bu anons ile taraflar AB Komisyonu’nun 28 Şubat 2018 tarihinde yayınladığı AB’den çıkış için anlaşma taslağının (bizim deyimimizle “Commission  draft exit treaty” https://ec.europa.eu/commission/sites/beta-political/files/draft_withdrawal_agreement.pdf)  büyük kısmında tarafların mutabakata vardığını da ilan ettiler.

Commission  draft exit treaty’nin IV. Bölümünde 50’den 57. Maddelere kadar olan kısım  Fikri Mülkiyet Haklarına ayrılmıştı  (bir önceki yazımızda coğrafi işaretler merkezinde 50. Maddeye kısaca değinmiştik.)

Bu bahsi geçen maddeler aşağıdaki konularda prensip hükümleri içeriyor ; halihazırda tescil edilmiş veya verilmiş hakların Birleşik Krallık’da korumasının devam etmesi, AB’nin seçildiği uluslararası tescillerin Birleşik Krallık’ta tescil prosedürleri ve korumasının devamı, tescilsiz Birlik tasarımlarının Birleşik Krallık’ta korunması, veri tabanlarının korunmasının devamı, tescil işlemleri devam eden AB markalarının ve Topluluk bitki türlerinin korunmasına dair haklara ilişkin rüçhanlar, hakkın tükenmesi.

Geçen hafta BK Hükümeti bir de “Teknik Nota” yayınladı https://www.gov.uk/government/uploads/system/uploads/attachment_data/file/685748/Other_Separation_Issues_Technical_note_March_2018.pdf   ve bu 2. Aşama Nota’da birçok konuda görüşlerini ifade etti. Fikri Mülkiyet Haklarına ilişkin bölüm  Nota’nın 39-43 arası maddelerinde yer alıyor. Nota’da BK’nın pozisyonunun bir çok konuda AB’nin Eylül 2017 tarihinde yayınladığı Position Paper’a yakın paralellik içerdiği  ifade edildi.  https://ec.europa.eu/commission/sites/beta-political/files/intellectual_property_rights.pdf

Bu arada, 23 Mart 2018 tarihinde Fikri Mülkiyet alanında çalışan yedi organizasyon AB Komisyonu’na bir Ortak Bildiri sundular. Zaten bu bildirinin sunulmasından evvel bahsi geçen organizasyonlar Komisyon ile bir toplantı da gerçekleştirmişti.  Sunulan Ortak Bildiri  Brexit sürecinde ve sonrasında Fikri Mülkiyet Haklarının önemine vurgu yaparken, bu hakların korumasının devam etmesinin hem AB hem de BK’nın menfaatine olduğu, koruma sağlanırken gerek prosedür gerekse mali külfetler yönünden hak sahiplerine de minimis düzeyde yük yüklenmesinin sağlanması gerektiği gibi birçok hususa vurgu yapıyor.

Bakalım bundan sonra neler olacak, takibe devam!

Özlem Fütman

ofutman@gmail.com

Mart 2018

ÇANLAR BİRLEŞİK KRALLIK İÇİN ÇALIYOR! BREXIT VE COĞRAFİ İŞARETLER

 

23 Haziran 2016 günü İngiltere’nin (aslında Birleşik Krallık –ve Kuzey İrlanda–demek daha doğru olur herhalde) Avrupa Birliği’nde kalıp kalmayacağına  dair oylama yapıldı. Eminin oylamanın “AB’den çıkalım” anlamına gelen sonucunu duyduğunuzda sizde en az benim kadar şaşırmışsınızdır. Ülkelerin AB’ye üyelik başvurusu yapmasına ve akabinde üye olmasına alışmıştık da sistemden çıkanı ilk kez duyuyorduk! On yıllardır üye olmayı bekleyen bir ülkenin evlatları olarak bunu anlamakta zorlandık elbette!.

Alman Şansölyesi Merkel oylamanın sonuçları belli olduktan hemen sonra yaptığı açıklama ile  kısaca şunu dedi aslında “Kapı açık, arkanı dön ve çık git! Bizi istemeyeni biz de istemeyiz. Tamam madem  çıkmaya karar verdiniz o zaman bari elinizi çabuk tutun da bizim dengemizi bozmayın. ”

Merkel öyle dedi demesine de her iki tarafta biliyordu ki iş göründüğü kadar kolay değildi.  Bu karar her türlü kurumu hallaç pamuğu gibi atacak ve milyonlarca insanın yaşamını etkileyecekti.

Oylama sonuçları belli olduktan sonra “kalalım”diyenler protestolara başladı, sistemin kendi içinde oylama sonuçlarını geçersiz kılacak çözümler arandı vs. Ancak sonuçta Birleşik Krallık (BK) Lizbon Anlaşması’nın 50. Maddesi uyarınca  çıkış notasını Mart 2017 tarihinde AB’ye sundu. İşaret fişeği ateşlenmişti!

 

 

Bütün bunlar olurken Devlet kurumları büyük bir sessizliğe büründü. İlk şok atlatıldıktan sonra mesele yavaş yavaş Fikri Mülkiyet  dünyasında da tartışılmaya başlandı çünkü sistemden çıkışın Fikri Mülkiyet Hakları üzerinde de ciddi etkileri olacağı açıktı.

Mesela BK’yı kapsadığı açık olan mevcut  EUIPO tescilleri ne olacaktı? Topluluk Marka Tüzüğünde sisteme yeni bir üye devlet katılınca markaların nasıl düzenleneceği yazıyordu ama bir üye ülke AB’den ayrılınca ne olacağı yazmıyordu mesela!!!

AB’ye girmeden evvel İngiltere’de bir coğrafi işaret mevzuatı/rejimi yoktu ama üyelikle birlikte bu sistem gelmişti, peki üyelikten çıkınca ne olacaktı?

Bunun gibi daha sayısız birçok soru zaman içinde  Fikri Mülkiyet alanında çalışanların aklına düşmeye başladı. Mesleki derneklerde Brexit çalışma grupları kuruldu, Dernekler adına position paperlar hazırlanıp resmi makamlara sunuldu, hatta Derneklerden biri sırf bu konuyu takip etsin ve lobi yapsın diye İngiltere’den bir avukat ile anlaştı vs.

Bence biz de bu konuyu takip etsek fena olmaz diye düşünüyorum. (Daha AB’ye giremedik ama bakarsın bir gün girer hatta çıkmaya bile karar verebiliriz. Biz işimizi kış tutalım da varsın yaz gelsin!!)

Ben bugün konuya biraz coğrafi işaretler yönünden bakmak istiyorum.

1- AB Komisyonu 21 Eylül 2017 tarihinde coğrafi işaretleri de içeren Fikri Mülkiyet Hakları ile ilgili bir  position paper yayınladı https://ec.europa.eu/commission/sites/beta-political/files/intellectual_property_rights.pdf

2- 28 Şubat 2018 tarihinde AB Komisyonu üye ülkelere Birleşik Krallık ve Kuzey İrlanda’nın AB’den  ayrılmasına ilişkin anlaşmanın taslak metnini yayınladı        https://ec.europa.eu/commission/sites/beta-political/files/draft_withdrawal_agreement.pdf

Biz bu metni bundan sonra “Commission draft exit treaty” diye analım isterseniz.

Bu paper coğrafi işaretler dahil Fikri Mülkiyet haklarına ve başkaca  birçok konuya üst düzeyde değiniyordu. Ama bugüne kadar hala BK’dan detaylara ilişkin bir açıklama gelmedi.Yani demek istediğim, bu paper konuları son derece üstten ve diplomatik bir dille  belirtiyor ama konuların çözümüne dair detaylı ve somut bilgi içermiyor.

Coğrafi İşaretlerle ilgili olarak bu metinler neler diyor kısaca bir bakalım:

  • Commission draft exit treaty2 maddesinde deniyor ki ; eğer geçiş süreci sonuna kadar bir coğrafi işaret tescil edilirse, tescilden doğan haklar BK’da Birleşik Krallık Hukuku uyarınca tanınmaya devam edilecek.  Bu korumadan yaralanmak için tescilin geçiş sürecinin sonuna kadar tamamlanmış olması gerekiyor.
  • Commission draft exit treaty Maddede diyor ki ;50.2 maddesinde bahsi geçen koruma otomatik olarak sağlanacak yani birinin herhangi bir başvuru yapmasına veya BK’dan bir eylemde bulunmasını talep etmesine gerek olmayacak.
  • Commission draft outline for future trade  7(v) maddesinde diyor ki;  AB ve BK arasında yapılacak anlaşmayla AB’yi ilgilendiren birçok konu düzenlenecek ve bunlar arasında  coğrafi işaretler dahil Fikri Mülkiyet Haklarının düzenlenmesi de yer alacak. Görüldüğü üzere bu maddeyle AB’nin konuya verdiği önem açıkça ortaya çıkıyor ve gelecekteki ticari anlaşmalarda coğrafi işaretlerin de önemli bir gündem maddesi olacağının sinyali veriliyor.
  • 21 Eylül’de yayınlanan AB position paper diyor ki ; BK kendi ülkesel coğrafi işaret sistemini kurmalıdır. Ayrıca AB’den çıkışın gerçekleşeceği tarihte devam eden başvurularla ilgili bir geçiş süreci tanınmalıdır ki bu durumdaki başvurular AB’deki başvuru tarihlerini rüçhan alsın ve aynı seviyede koruma için BK’da başvuru yapabilsin.  Devam eden başvurular için öngörülen bu  rüçhan konusu Commission  draft exit treaty’de geçmiyor ama belki ileride yapılacak ticari anlaşmaların bir parçası olarak düşünülüyor olabilir.
  • BK’ın kısa position paper’ı ise, dediğim gibi, konuyu üst perdeden ortaya koyuyor ve herhangi bir detay içermiyor. Bu doküman AB’nin 21 Eylül 2017 tarihinde yayınlanan position paper metnine atıf yapıyor ve bu bahsettiğim AB metnine de bir cevap  niteliğinde aslında. BK diyor ki;
    • BK’nın genel hedefi her bir değişik hak tipi için gerekli ve uygun düzenlemeleri yaparak kullanıcılara, başvuru ve hak sahiplerine şeffaflık ve hukuki netlik sağlamaktır.
    • Ve gelecekte de, eğer bazı hak türlerinin korunması için BK’da mevcut bir hukuki düzenleme bulunmadığı hallerde ulusal bazda gerekli düzenlemeler yapılacaktır; bu yaklaşım AB ve BK arasında devam eden güçlü kültürel ve ekonomik temelin oluşmasına yardımcı olacaktır.

Gördüğünüz gibi metin açıkça coğrafi işaretlerden bahsetmiyor ama coğrafi işaretten bahseden AB Komisyonu metnine atıf yapılması bence  şunu gösteriyor:

— BK kendi coğrafi işaret tescil ve koruma sistemini kuracak

— Ayrıca henüz BK’da ulusal bazda korunmayan ama AB ülkelerinde korunan haklar varsa, onların da BK’da aynı seviyede korunması için gerekli sistem kurulacak.

Durum böyleyken böyle işte. İlk şoklar atlatıldıktan sonra görülüyor ki taraflar harekete geçmiş durumda, ama sanki AB biraz daha hızlı davranıyor. Her zamanki gibi; IPR Gezgini takipte!

Özlem Fütman

ofutman@gmail.com

Mart 2018

MELEKLERİN PAYI: The Scotch Whisky Association v Michael Klotz İhtilafında 22 Şubat 2018 Tarihli Hukuk Sözcüsü Görüşü (C-44/17)

 

 

Yunanlıların uzosu ve Fransızların şarabı varsa, İskoçların da viskisi var! Soğuk iklime sahip İskoçya’da güçlü distile içecek viskinin üretilmesi ve yoğun tüketiliyor  olmasına şaşmamalı. Ülkedeki su kalitesinin yüksekliği de tabi ki İskoç viskisinin kalitesine doğrudan etki ediyor. Başka ülkelerde de viski üretiliyor, hatta bugünlerde bir Japon viskisi furyasıdır gidiyor dünyada ve takip ettiğim kadarıyla bazı İskoç markaları da Japonlarca satın alındı, ama yine de bu içeceği sevenler için İskoç viskisinin yeri ayrı görünüyor.

Yazının başlığı “Meleklerin Payı” çünkü görüşü görür görmez ilk aklıma gelen nedense bu oldu. Meşe fıçılarda yıllanan viskilerin her yıl %2 oranında bir bölümü fıçıların gözle görülmeyen gözeneklerinden buharlaşarak atmosfere karışıyor, yani ürün her yıl %2 oranında eksiliyor durduğu yerde, ki bunun çok büyük bir fire olduğu ortada. Bu konuda ki “acıyı” en azından manen hafifletmek için olsa gerek, eksilen bu  miktara üreticiler “meleklerin payı” diyorlar. Bakalım inceleyeceğimiz görüşe konu davada  İskoçlar için meleklerin payı ne kadar olacak!

Davacı The Scotch Whisky Association (TSWA), İskoçya’da kurulmuş olan, İskoç viski endüstrisinin haklarını ve viski ticaretini İskoçya ve dünya genelinde korumak ve tanıtmak amacı güden bir  organizasyon. Ürünü tanıtmak için TSWA’nın Edinburgh’da herkese açık bir tadım merkezi bulunduğunu da ekleyelim.

Davalı Michael Klotz ise Almanya’da mukim bir kişi; bir web sayfası yoluyla Almanya’da üretilen ‘Glen Buchenbach’ markalı viskilerin satış ve pazarlamasını yapıyor. ‘Glen Buchenbach’ işaretli viskiler Berglen’de bulunan Waldhorn isimli imalathanede üretiliyor. Berglen, Almanya’da Swabia idari bölgesinde yer alan Baden-Württemberg’deki  “Buchenbach” vadisinde yer alıyor.

Klotz’un sattığı ürünlerin etiketinde şunlar yer alıyor; Alman üreticinin tam adresi, stilize halde bir av borusu şekli (Almanca’da Waldhorn) “Waldhornbrennerei” (Waldhorn imalathanesi),Glen Buchenbach, Swabian Single Malt Whisky, 500 ml, 40% vol, Deutsches Erzeugnis [Alman ürünü) Hergestellt in den Berglen [Berglen’de üretilmiştir].

TSWA davalının kullandığı “GLEN” ibaresinin, 110/2008 sayılı AB Tüzüğünün 16. Maddesi kapsamında, “Scotch Whisky” coğrafi işaret tescilini ihlal ettiği, bunun coğrafi işaretin dolaylı ticari kullanımı olduğu ve dahi coğrafi işareti çağrıştırdığı, yanlış ve yanıltıcı kaynak gösterdiği   gerekçesiyle Hamburg Bölge Mahkemesi’nden davalının satışlarının durdurulmasını talep ediyor.

Bu arada hemen bir not düşelim; “GLEN” Kelt (İskoç) dilinde “dar vadi” demek. Dava dosyasındaki bilgilere göre İskoçya’daki 116 viski üreticinden 31 tanesinin adında/markasında GLEN kelimesi geçiyor. (Marka konusuyla ilgilenenler zaten biliyordur ama ben yine de çok tanınanlardan  bir iki örnek vereyim; Glenfiddich, Glenmorangie, The Glenvilet,  Glenfarclas)

110/2008 numaralı AB Tüzüğü’nün 16 maddesinde bahsedilen Coğrafi İşaretler Tüzüğünün III numaralı ekinde yer alanlar. 16. Madde  koruma altındaki bu işaretlerin ürünün kaynağı konusunda tüketiciyi yanıltacak uygulamalara karşı korunmasını hedefliyor.

Hamburg Mahkemesi Ocak 2017’de yargılamayı durdurarak ABAD’a aşağıdaki soruları yöneltiyor;

1-  16 (a) Maddesinde geçen “dolaylı ticari kullanım” (indirect commercial use) sadece tescilli coğrafi işaretin aynısının veya okunuş ve/veya görünüş olarak benzer formlarının kullanımı halinde mi uygulanır, yoksa kullanılan ibarenin ilgili toplum gözünde tescilli coğrafi işareti veya onun bağlı olduğu coğrafi yeri  bir tür/bir şekilde anımsatması da yeterli midir?

Eğer soruya anımsatma da yeterlidir diye cevap verilirse; dolaylı ticari kullanım olup olmadığı incelenirken ihtilafa konu ibarenin yanında yer alan ifadeler, ürünün gerçek kaynağını  gösteriyor olsa dahi, dikkate alınmalı mıdır yoksa alınmamalı mıdır?

2- 16(b) Maddesinde geçen “çağrıştırma” müessesesinin uygulanabilmesi için illa ki tescilli coğrafi işaret ile karşı tarafın ihtilafa konu ibaresi arasında fonetik ve/veya görsel bir benzerlik olmalı mıdır, yoksa ihtilafa konu olan ibarenin ilgili toplum gözünde bir tür/bir şekilde o coğrafi işareti veya onun bağlı olduğu coğrafi yeri anımsatması da yeterli midir?

Eğer soruya anımsatma da yeterlidir diye cevap verilirse; çağrıştırma olup olmadığı incelenirken ihtilafa konu ibarenin yanında yer alan ifadeler, ürünün gerçek kaynağını  gösteriyor olsa dahi, dikkate alınmalı mıdır yoksa alınmamalı mıdır?

3- 16(c) Maddesinde geçen “diğer yanlış veya yanıltıcı işaretler” hususunun mevcut olup olmadığı incelenirken, ihtilafa konu  ibare ile birlikte kullanılan diğer  ifadeler ,ürünün gerçek coğrafi kaynağını gösteriyor olsa dahi, göz önüne alınır mı yoksa alınmaz mı?

Hamburg Hakimi bu soruları soruyor çünkü davacının dayandığı ve “viski” emtiası için tescil edilmiş olan coğrafi işaret “Scotch Whisky”;  halbuki davalı bundan okunuş, yazılış ve  görünüm olarak tamamen farklı olan “GLEN” ibaresini kullanıyor. İşte zaten ihtilaf tam da bu sebeple son derece zihin açıcı ve heyecan verici çünkü Tüzüğün 16.maddesinin böyle durumlarda nasıl yorumlanacağı konusuna odaklanıyor!

Davada TSWA , GLEN ibaresinin kullanımının tescilli coğrafi işarete refere ettiğini, toplumun bu ibareyi İskoçya ve İskoç Viskisi ile özdeşleştirdiğini ve davalının etiketlerde Almanya’ya yani ürünün orjinine ilişkin kullandığı diğer bilgi ve ifadelerin durumu değiştirmeyeceği iddiasında.

Bu dosyaya, Yunan, Fransız, İtalyan, Hollanda devletleri  ve AB Komisyonu da görüş sunuyor. Ne de olsa, dediğim gibi, konu ilginç ve önemli.

  1. Sorunun Yorumu ve “dolaylı ticari kullanım” konsepti 

Hamburg Mahkemesi ilk soruyu sorarken kendisi de 16. Maddenin soruda geçen her iki biçimde yorumlanabileceğini belirtmiş. Ayrıca Mahkeme, Alman doktrininde 1.görüşün kabul ediliyor olduğunu yani “dolaylı ticari kullanım” olabilmesi için ya tescilli coğrafi işaretin aynısının veya en azından fonetik ve/veya görsel açıdan bir benzerinin, ürün/ürün ambalajları dışında, başka yerlerde kullanılmasının arandığını işaret etmiş.Mahkeme’nin sorduğu, EU level bazında Tüzük maddesinin nasıl yorumlanması gerektiği.   Mahkeme,Almanya’da ki gibi bir  yorumun kabulü halinde 16(a) Maddesinin huzurdaki olayda uygulama yeri bulamayacağını kabul etmiş çünkü ‘GLEN’ ve ‘Scotch Whisky’ ne aynı ne de benzer ibareler. (1. Yorum)

Ancak diğer yorum benimsenirse o zaman kullanılan ibare ilgili toplum nezdinde tescilli coğrafi işaret veya işaretin bağlı olduğu coğrafi yeri bir tür/bir şekilde anımsatsa/bağlantı kursada yeterli olacak ve madde uygulanacak.(2. Yorum)

Tahmin edeceğiniz gibi TSWA, ayrıca Yunan ve İtalyan hükümetleri, 2. Yorumdan yana; kullanım coğrafi işarete ilişkin bir imada bulunuyorsa dahi 16(a)maddesi uygulanmalıdır diyorlar, bir anlamda maddenin geniş yorumlanması gerektiğini savunuyorlar.

Davalı Bay Klotz ise,  yanına Fransız ve Hollanda  Hükümetleri ile  AB Komisyonu’nu alarak, 1.yorumu savunuyor. Hukuk Sözcüsü’nün görüşü 1. Yorumdan yana ve diyor ki;

AB Hukukunun herhangi bir maddesi  yorumlanırken sadece lafzi yorum yapılamaz ve maddelerin ortaya çıktığı koşullar ile koyuluş amacı da gözönüne alınır.

İster doğrudan ister dolaylı ticari kullanım olsun, 16(a) Maddesinin bahsettiği “tescilli” coğrafi işaretlerin kullanımıdır. O sebeple bir başkasının kullanımında  coğrafi işaret ya tescil edildiği biçimde aynen geçmelidir veya kullanım en azından bununla yakın bağ kuracak bir formda olmalıdır. Yani ya kullanılan işaret /ibare tescilli coğrafi işaretle (tamamen veya kısmen) aynı olmalıdır ya da en azından fonetik ve/veya görsel bir benzerlik içermelidir.

— Bana göre,maddenin  dolaylı kullanımda uygulanabilmesi için kullanımın tescilli coğrafi işarete açıkça referans vermesi gerekir.

Doğrudan kullanımla kastedilen şey ürün veya ambalaj üzerinde kullanımdır.  Dolaylı kullanımda ise ürüne dair reklam gibi pazarlama veya bilgilendirme kaynaklarında veya dökümanlarda kullanım kastedilir.

Ayrıca 16(a) ile 16(b) maddelerinin amacını  birbirinden ayırmak gerekir; (b) maddesi  coğrafi işaretin istismarı, taklidi veya çağrıştırmasından bahseder ki burada kullanım doğrudan coğrafi işaretin kendisine ilişkin değildir, ama coğrafi işarete üstü kapalı bir referans vardır ve bu da 16(a) maddesinden farklı bir durumdur. Bu çerçevede 16(a) maddesinin geniş yorumlanması halinde 16(b) maddesinin pratik anlamı ortadan kalkar. ABAD içtihatlarında 16(b) maddesindeki çağrıştırma halinin kabulü için coğrafi işarete yeterince yakın bağlantı kuran bir kullanımın aranması da bu yorumun doğru olduğuna işaret etmektedir .

İlgili Tüzükle AB Kanun koyucusu bu tip içeceklere (spirit drinks) ilişkin sistematik bir mevzuat oluşturmayı hedeflemiştir ve bunu sağlamanın bir yoluda coğrafi işaretlerin korunması konusunda açıkça tanımlanmış kriterler oluşturmaktır. Halbu ki ilgili toplumun bir tür/bir şekilde bağlantı kurmasını kriter almak bu hedefle uyuşmaz ve belirsizlik yaratır.Evet kabul ediyorum ki ABAD içtihatlarında bu kavram tarif edilirken “ürünün kaynağı konusunda toplum zihninde bir bağlantı kurulmasından” bahsedilmiştir; ancak ben bunun,maddede geçen koşulların uygulanırlığı tartışılırken, genel olarak karara etki edecek kesin bir kriter olarak koyulmak niyetiyle söylendiği kanaatinde değilim.

Tüzüğün ve özellikle 16. Maddenin amacı tüketicileri korumak, yanıltıcı uygulamaların önüne geçmek, şeffaf bir Pazar oluşturmak ve haksız rekabeti önlemektir. Ayrıca bu tip ürünlerde coğrafi işarete konu ürünün tescil kapsamıyla uyuşmayan istismarların öne geçmek de bir amaç olarak tanımlanmıştır.

Bana göre 16. Maddenin amacı sadece tüketicileri ve bu ürünleri üretenlerin menfaatlerini değil aynı zamanda tescilli  coğrafi işaretlerin istismarını da önlemektir. Bu çerçevede 16(a)maddesi spesifik olarak işaretin tescil sahibi dışındaki diğer işletmelerce ,tescile konu malların özelliklerinin tümünü sağlamayan ürünlerde,  ticari olarak kullanılmasına engel olmayı düzenler,coğrafi işaretin ününden haksız faydalanmanın önüne geçer .

Tabi ki tüketicilerin yüksek seviyede korunması önemli amaçlardan biridir, ama bu amaç 16(a) maddesinin geniş yorumlanması gerektiği anlamına gelmez çünkü maddenin amaçlarından bir diğeri de piyasa şeffaflığını ve adil ticari rekabeti korumaktır.

  1. Sorunun Yorumu ve “çağrıştırma” konsepti 

Hamburg Mahkemesi şunu soruyordu; 16(b) maddesinde bahsi geçen “çağrıştırma” durumunun mevcut olduğunu kabul etmek için, ihtilafa konu ibarenin tescilli coğrafi işaretle birebir aynı veya fonetik ve/veya görsel olarak benzer formda mı olması lazım(1. Yorum), yoksa kullanılan ibarenin ilgili toplum nezdinde coğrafi işaretle veya onun bağlı olduğu coğrafi yerle bir tür/bir şekilde bağlantı kuruyor olması yeterli midir? (2. Yorum)

Bu soruyu sorarken Hamburg Mahkemesi aynı zamanda ABAD içtihatlarına atıf yaparak ABAD’ın çağrıştırmayı şöyle tanımladığını da belirtmiş ”kullanılan ibare tescilli coğrafi işaretin bir bölümünü kapsar ve böylece tüketiciler ürünle karşılaştıklarında zihinlerinde korunan coğrafi işaretli ürünün imajı belirir” . Hamburg Mahkemesi diyor ki; tamam ABAD kriteri böyle koydu, ama şu ana kadar kullanılan ibareyle tescilli coğrafi işaret arasında fonetik/görsel bir benzerlik olması gerekli mi değil mi konusunda bir şey söylemedi.  Mahkeme bunu soruyor çünkü Scotch Whisky ile GLEN arasında hiçbir benzerlik yok gerçekten.

Tahmin edeceğiniz gibi, Klotz ve dahi Hollanda hükümeti  1. Yorum tarafında saf tutarken,  TSWA ve ayrıca Yunan-Fransız-İtalyan hükümetleri 2. Yorumdan yana.

Peki AB Komisyonu ne diyor? Onlar iki arada bir derede kalmış görünüyor (!) ve diyor ki; illa da fonetik ve/veya görsel benzerlik veya yalnızca düşünsel bir bağ kurma hali aranmasın, onun yerine –olayın şart ve koşullarına göre –makul düzeyde bilgili tüketicinin kavramsal yakınlık çerçevesinde tescilli coğrafi işaretle ihtilafa konu  kullanım arasında açık ve direkt bir bağ kurup kurmayacağına bakılsın.(3.yorum)

Hukuk Sözcüsü’nün görüşü 3. yorumdan yana. Diyor ki;

16(b)maddesi “çağrıştırma”yı tanımlamıyor, ama şöyle yorumlayabiliriz; maddede geçen diğer iki duruma nazaran (istismar ve taklit) daha düşük seviyede olsa da, çağrıştırma konseptindede tescilli coğrafi işaretle belli seviyede bir benzerlik aranır. ABAD içtihatlarına konu olan önceki olaylarda ihtilafa konu kullanımın tescilli coğrafi işareti kısmen de olsa içermesinden bahsedilmiştir, ama bunun sebebi o ihtilaflarda gerçekten de böyle bir durum olmasıdır. Ancak  ABAD’ın, kullanımın tescilli işareti kısmen dahi olsa kapsama halini, 16(b) maddesinin uygulanması için bir sine qua non (olmazsa olmaz/mutlak şart) olarak işaret ettiği söylenemez.

Zaten Hamburg Mahkemesi’nin yukarıda atıf yaptığı ABAD kararında ki “böylece” kelimesinden sonra devam eden cümleyle  ABAD aranan temel kriterin “ tüketici ürünün adını gördüğünde zihninde beliren imaj coğrafi işaretle korunan ürün müdür?” olduğunu açıkça ifade etmiştir.

ABAD’a göre ulusal mahkemeler karar verirken tüketicinin farzolunan reaksiyonunu dikkate almalıdır. Buradaki tüketici  makul düzeyde bilgilendirilmiş ve makul düzeyde gözlemci ortalama Avrupalı tüketicidir.

Aslına bakılırsa kullanım tescilli coğrafi işareti içinde bir bölümde aynen içeriyor olsa da bu durum tüketicinin illa ki kullanımla coğrafi işareti birbirine bağlayacağı manasına da gelmez.  Mesela Port Charlotte kararında (C-56/16) coğrafi işaret davalının markası içinde birebir yer aldığı halde ortalama tüketicinin bunu mutlaka Porto coğrafi işareti ile bağlantılı görmeyeceği ifade edilmiştir.  (ah bu Port Charlotte kararı ah! Var herhalde kararı verenlerin bir bildiği ve benim kaçırdığım bir şeyler ki karar öyle çıktı.Yazarın kendisine not; kararı bir daha oku!)

Görünümleri çok benzer ve satış isimleri fonetik ve görsel olarak benzer olan ürünlere ilişkin Viiniverla kararında ise Mahkeme (C-75/15), ihtilafa konu ibarenin son iki hecesiyle tescilli coğrafi işaretin son hecesinin aynı olmasını ve her iki kelimenin de aynı sayıda hece içeriyor olmasını çağrıştırma için yeterli bulmuştur.

Bence çağrıştırmanın uygulanabilmesi için ortada illa ki tescilli coğrafi işaretle fonetik ve görsel benzerlik bulunması esaslı bir şart değildir, bu ancak gözönüne alınacak kriterlerden biri olabilir.

ABAD’in içtihatlarında fonetik ve görsel ilişkiye veya benzerliğe referans yapılmasının sebebi o ihtilaflarda böyle durumların mevcut olmasıdır. Fakat bir olayda bu durumların hiçbiri bulunmazsa ortada çağrıştırma da yoktur denemez

Gözönüne alınacak bir diğer kriter ise ibareler arasındaki  “kavramsal  yakınlık”tır. ABAD bunu diğer kriterlerden ve “fonetik ve görsel ilişki” kriterinden ayırmıştır; bu kriter tüketicinin algısı üzerine yoğunlaşır.

Bana göre 16(b) maddesinin uygulanmasında temel alınacak kriter “tüketici ürünün adıyla karşılaştığında zihninde beliren imaj coğrafi işaretle korunan ürün müdür?”olmalıdır ki buna karar verirken de Ulusal Mahkemeler diğer kriterlerden yararlanmalıdır.

Bunlar yerine “kullanılan ibarenin ilgili toplum nezdinde coğrafi işaretle veya onun bağlı olduğu coğrafi yerle bir tür/bir şekilde bağlantı” kurması gibi belirsiz ve amacı aşar bir kriter kabul edilemez.Bu kadar ucu açık bir kriterin kabul edilmesi (AB’nin temel ilkelerinden olan) malların serbest dolaşımı ilkesini tehdit eden bir yorum olur.

Ayrıca eğer bir tescilli coğrafi işaretin koruması kendisine en ufak benzerlik içermeyen bir kullanımı veya ona referans vermeyen bir ürünü/markayı içerir şekilde genişletilirse , bu durumda başka ülkelerde aynı ürünü (viski) üretenlerin ürünlerinin/markalarının düşüşe geçmesine sebep olur.

Dolayısıyla ben maddenin uygulanması için illa ki arada fonetik/görsel benzerlik olması gerektiğini düşünmüyorum, ancak tüketicinin arada bir tür/bir şekilde bağlantı görüyor olmasının yeterli olduğu yönündeki bir  kriteri de kabul etmiyorum.  Ortada benzerlik yoksa, o zaman kavramsal yakınlık olup olmadığına bakılsın; bu kavramsal yakınlıktan dolayı tüketicinin zihninde coğrafi işaretli ürün beliriyorsa o zaman 16(b) maddesindeki çağrıştırma uygulansın.

Hamburg Mahkemesi davaya konu  “GLEN” kelimesinin Kelt dilinde “dar bir vadi” anlamına geldiğini, İskoç viskisi üreten 116 imalathanenin 31 tanesinin adında GLEN kelimesinin geçtiğini ve GLEN’in ardından imalathanelerin bulunduğu yerin adına yer verildiğini belirtmiştir.

Ancak Hamburg Mahkemesi ayrıca İskoçya dışında viski üreten başka işletmelerin de GLEN ibaresini kullandığını bildirmektedir; Kanada’da ki “Glen Breton”, İrlanda’da ki “Glendalough”, Almanya’da ki “Glen Els” gibi.

TSWA ise dosyaya bir tüketici anketi sunmuştur; buna göre, Almanya’da ki viski tüketicilerinin %4,5 oranındaki bir bölümü GLEN kelimesini İskoç viskisiyle veya İskoç olan şeylerle bağlantılı görmektedir.

AB Komisyonu’na şu yönden katılıyorum, olaydaki gibi durumlarda 16(b) maddesinde geçen çağrıştırma kavramının kesin olarak uygulanacağını  söylemek mümkün değil. Burada karar mercii tamamiyle Ulusal Mahkeme’dir;  Ulusal Mahkeme ortalama Avrupa tüketicisi GlEN ibaresini gördüğünde zihninde doğrudan Scotch Whiskey (İskoç viskisi) imajı oluşuyor mu diye tespit etmelidir.

Hamburg Mahkemesi tüketicilerin sistematik olarak GLEN kelimesini “viski emtiası” ile bağlantılı gördüğü kanaatine varsa dahi  bu durum,Scottish Whisky yada Scotch Whisky ile  aranan ve gerekli olan yakın bağlantının bulunmadığı anlamına gelir.

2.Sorunun 2. Bölümü Hakkında Yorum; İhtilafa Konu İbarenin Etrafında Kullanılan Diğer İfade ve İbarelerin 16(b) Maddesi İncelemesine Etkisi

Hatırlarsanız davalının malları üzerinde sadece Glen Buchenbach değil, başkaca pek çok ibare de kullanılıyordu ve bunlar dava konusu viskilerin gerçek orijinine(Alman) işaret ediyordu.

Hamburg Mahkemesi en basit anlatımıyla şunu soruyor; 16(b) maddesi çerçevesinde çağrıştırma var mı yok mu diye  inceleme yaparken ben sadece GLEN kelimesine mi odaklanmalı/bunu mu gözönüne almalıyım (1.Yorum), yoksa bunun dışında geçen ve orjin gösteren diğer ifadeleri/bilgileri de dikkate alayım m?(2. Yorum)

Bunu sorarken Ulusal Mahkeme madde metninde “ürünün gerçek orijini belirtilmiş olsa da “(even if the true origin of the product is indicated)  “herhangi” (any) bir çağrıştırmanın engelleneceğinin belirtildiğine dikkat çekiyor.

Hukuk Sözcüsü’nün yorumu şöyle;

Bir ürünün gerçek orjinini /kaynağını gösteren bir ibareye ürün üzerinde yer verilmiş olması, 16(b) maddesi çerçevesinde, kullanılan ibarenin yanıltıcı vasfının bulunmadığı ve ortada bir çağrıştırma olmadığı anlamına gelmez. Zaten maddenin devamında geçen “coğrafi işaretin tercümesinin kullanılması, veyahut “gibi”,“tipinde”, “stilinde”, “yapılmış”,”tadında” veya buna benzer ifadelerle birlikte  kullanımın da yasaklanmış olması bu yorumu destekliyor.

ABAD içtihatları da bu yönde. Hatta ABAD toplumun bir kısmı için karıştırma ihtimali bulunmasa dahi yine de ortada çağrıştırma olabileceğini içtihat etmiştir.

Davalı “Glen Buchenbach” ifadesinin kullanımının bir kelime oyunu içerdiğini, çünkü viskilerin orjininin/üretim yerinin Berglen olduğunu ancak kullanımda bir nehir olan Buchenbach’a yer verildiğini söylüyor. (Yani davalı diyor ki; aslında biz viskilerin gerçek üretim yerini  belirten bir ibare dahi kullanmıyoruz, ürünler Berglen’de üretiliyor fakat biz oradaki nehrin adını kullandık, dolayısıyla bu yönden de 16(b) içine giren bir durum yok ortada.) ABAD içtihatları ürünün nerede/kim tarafından üretildiğinin belirtilmesinin maddenin uygulamasına bir etkisi olmadığını açıkça söyler.

Dolayısıyla, çağrıştırma varmı yokmu diye incelenirken davaya konu ibare dışındaki ek bilgilere/ifadelere, tanımlamalara, ürünün etiketine ve bundaki bilgilere, ve dahi ürünün gerçek orjinini belirtilen ibarelere bakılarak karar verilemez.

3.Soru Hakkında Yorum; İhtilafa Konu İbarenin Etrafında Kullanılan Diğer İfade ve İbarelerin 16(c) Maddesi İncelemesine Etkisi

Bu soruyla Hamburg Mahkemesi 16 (c) maddesinde geçen “ürünün orjini konusunda herhangi bir yanlış veya yanıltıcı işaret” olup olmadığı incelenirken, ihtilafa konu ibarenin etrafında, bununla birlikte kullanılan ifade/ibarelerin dikkate alınıp alınmayacağını soruyor. Yani burada da yine; sadece ihtilaf konusuna (GLEN) kelimesine mi  bakayım karar verirken, yoksa diğer bilgi/ifade/ibareleri de gözönüne alayım mı diye soruyor.

Bay Klotz, AB Komisyonu, Hollanda Hükümeti ve bir noktada İtalyan Hükümeti; diğer ibareler de dikkate alınsın diyor.

TSWA, Yunan ve Fransız Hükümetleri ise; bunların ne önemi var ki, sadece ihtilafa konu ibare göz önüne alınmalı diyor.

Peki Hukuk Sözcüsü hangi görüşte? TSWA ile aynı yönde düşünüyor! Sözcü’ye göre;

Eğer bir ibare bizzat yanıltıcı veya yanlışsa, o zaman etrafında kullanılan diğer ibarelerin incelemede gözönüne alınması maddenin koyuluş amacını sınırlar.

Komisyon maddede geçen “description, presentation or labeling of the products” ifadesinin “bütünsel inceleme” yapılması gerektiği anlamına geldiğini söylüyor. Ama ben öyle düşünmüyorum ve madde metninden Komisyonun nasıl böyle bir yoruma vardığını da anlayamıyorum. AB Kanun koyucusu kendisi yanlış veya yanıltıcılık içeren bir ibarenin sırf etrafındaki diğer ibareler yüzünden böyle vasıflandırılamayacağını düşünseydi, hükmü ona göre kaleme alırdı.

16. Maddeki (c) fıkrası (a) ve (b) fıkralarından farklıdır çünkü 16(c) coğrafi işaretin koruma kapsamını genişletir. Buna giren  kullanımlar tescilli coğrafi işareti çağrıştırmaz, ancak  ürünle o işaret arasındaki bağlantı konusunda yanlış veya yanıltıcılık içerir. Ancak fıkralar arasındaki bu farklılık  etikette yer alan ibarelerin bir bütün olarak incelemede gözönüne alınacağı  anlamına gelmez.

Bu madde kapsamında da bakılması gereken ihtilafa konu ibarenin kendisidir sadece.

Hamburg Mahkemesi’nin Sorduğu Sorularla İlgili Olarak Hukuk Sözcüsü’nün Yorumları Özet Olarak Şöyle;

1- Tüzüğün 16(a)maddesi ile yasaklanan “dolaylı ticari kullanım” geniş yorumlanamaz. Bunun uygulanabilmesi için  ihtilaf konusu olan ibarenin tescilli coğrafin işaretin aynısını veya fonetik ve/veya görünüm olarak benzerini içermesi gerekir.  İhtilaflı ibarenin ilgili toplum gözünde tescilli coğrafi işaretle veya işaretin bağlı olduğu coğrafi yerle  bir tür/bir şekilde   bağlantı kuracak şekilde anımsatmada bulunması yeterli değildir.

2- Tüzüğün 16 (b) maddesinde yer alan “çağrıştırma”nın uygulanabilmesi için illa ki tescilli coğrafi işaretle ihtilaf konusu kullanım arasında bir fonetik/görsel benzerlik bulunması gerekmez. Ancak, ihtilaflı ibarenin ilgili toplum nezdinde tescilli coğrafi işaretle veya bunun bağlı olduğu coğrafi yerle  bir tür/bir şekilde bağlantı kuracak şekilde anımsatmada bulunması da çağrıştırma için yeterli değildir.

Ortada bir benzerlik yoksa, o zaman  “kavramsal yakınlık” olup olmadığına ve bu yakınlığın tüketici zihninde korunan coğrafi işaretli ürünün imajını oluşturup oluşturmadığına bakılmalıdır.

İncelemede sadece ihtilafa konu ibare göz önüne alınarak inceleme yapılmalıdır.

3- Tüzüğün 16 (c) mddesine göre yapılacak incelemede de yine sadece ihtilafa konu ibare göz önüne alınarak inceleme yapılmalıdır.

Sevgili Okur,

Ben dosyanın ne tarafı ne de hakimiyim. Demokrasi var sonuçta, fikrimi söyleyeceğim; BEN İSKOÇLARI TUTUYORUM BU İŞTE. Davalıya karşı zihnimde şu sorular dönüp duruyor sürekli; Neden “Glen”? Amaç ne bunu kullanmakta? Neden Almanya’da üretilen viski için Keltçe bir kelime? Hadi Keltçe bir kelime kullanmak istediniz, neden GLEN ama başka bir Keltçe kelime değil?  Tek kullanan biz değiliz, başkaları da var gibi argümanlar da nedense kalbimi soğutmuyor.

Ama tabi bir yandan da coğrafi işaretler konusundaki sıkışıklığın farkındayım, yine de nefesimi tutmuş ne olacak diye bekliyorum. Davayı takip etmeye ve gelişmeleri sizlerle paylaşmaya devam edeceğim. ABAD, Hamburg Mahkemesi ve ileriki aşamalarda Alman Ulusal Temyiz Mahkemesi ne der göreceğiz (eğer ihtilaf sulh ile çözülmezse iş kesin oraya kadar gider)

Bu arada, Hukuk Sözcüsü SAUGMANDSGAARD ØE’ye benden selam olsun! Kendisinin yorumlarını tartışmıyorum, sadece naçizane şunu söylemek istiyorum; su gibi akan ve argümanların açık-anlaşılır biçimde yazıldığı bir görüş kaleme almış, insan okurken zevk alıyor. Henüz kendisinin haberi yok ama, Türkiye’den bir hayranı var artık! (ne yapalım ben de böyleyim işte, idare edin lütfen)

Özlem Fütman

ofutman@gmail.com

Mart 2018