Kategori: Geleneksel Bilginin Korunması

YENİLEBİLİR BÖCEKLER: YENİ Mİ GELENEKSEL Mİ?

Dünyanın, 2050 yılına kadar 9 milyar insana ev sahipliği yapacağı tahmin ediliyorken; tükenmekte olan ve kirlenen doğal kaynaklar ve artan maliyetler nedeniyle gıda üretimi konusunda yaşanan endişeler, alternatif besin kaynaklarına duyulan ihtiyacı artırıyor.  

Entomofaji, yani böceklerin besin kaynağı olarak tüketilmesi, çok eski zamanlara dayanıyor. Bu konudaki geleneksel bilgilerin, beslenmede yeni alternatiflere zemin oluşturması da gittikçe yaygınlaşıyor.

Birleşmiş Milletler’in Gıda ve Tarım Örgütü FAO (Food and Agriculture Organization of the United Nations) tarafından hazırlanan 2013 tarihli “Yenilebilir Böcekler: Gıda ve Yem Güvenliği İçin Gelecek Beklentileri” (Edible Insects: Future Prospects for Food and Feed Security) ve 2021 tarihli “Yenilebilir Böceklere Gıda Güvenliği Perspektifinden Bakış. Sektör için Sorunlar ve Fırsatlar” (Looking at edible insects from a food safety perspective. Challenges and opportunities for the sector) isimli yayımlar, konu hakkında kapsamlı çalışmalar ve ilginç veriler içeriyor.

MÖ 8. yüzyıl ile Orta Doğu, entomofaji için kaydedilen en eski tarih ve yer. Bu gelenek batılı ülkelerde pek yaygın olmasa da, özellikle Asya, Avustralya ve Afrika olmak üzere yaklaşık 140 ülkede mevcut ve tüketilen böcek türü sayısı yaklaşık 2111. Bunların %92’si yaban hayattan hasat edilirken, %6’sı yarı evcil ve %2’si ise çiftlikte yetiştiriliyor. Yaban hayattan hasat edilenlerin %88’i karasal kökenli, geri kalanı su ekosistemi içinde. İpek ve bal gibi ticari değeri yüksek ürünlerin üretimi için yetiştirilen böcekler de var, esas olarak evcil hayvan ve balık yemi olarak kullanılmak üzere yetiştirilenler de. Son zamanlarda Amerika Birleşik Devletleri’nde endüstriyel üretimi gerçekleşen cırcır böceği (Acheta domesticus), hayvan yemi olarak yetiştirilenlere örnek.

Böcek türüne göre değişmekle birlikte, yenilebilir böcekler iyi bir protein, yağ asidi, demir, çinko, magnezyum, manganez, fosfor, selenyum, çinko, vitamin ve mineral kaynağı. Hayvan yemi olarak böcek unu, balık unu ve soya ununun aminoasit profilleri oldukça benzer.

Böcekler; hızlı büyüme ve çoğalma ile düşük karbon, su ve ekolojik ayak izleri özellikleri nedeniyle çevresel sürdürülebilirlik açısından da oldukça cazip. Üstelik tüm yıl boyunca yetiştirilebiliyor ve vücutlarının büyük kısmı tüketilebiliyor.

Yaban hayatından toplanan böcekler için, diğer doğal kaynaklarda olduğu gibi, kontrolsüz ve plansız hareket edilmesi, biyoçeşitliliği ve ekosistemi zamanla tehdit eder hale getirecek ve dolayısıyla sürdürülebilirlik problemine de yol açacak. Bazı topluluklarda bu tür sorunların çözümü; geleneksel liderlerin böcek hasat döneminde kısıtlayıcı tedbirler getirmesiyle sağlanmakta, Namibya’nın Uukwaluudhi Koruma Bölgesindeki mopan solucanlarında olduğu gibi.

Tayland’ın kırsal bölgelerinde kurulu 20 binden fazla cırcır böceği çiftliğinden, yılda 3 milyon USD kazanç elde ediliyor. 2018’de 688 milyon USD olan yem amaçlı küresel böcek pazarının, 2024 yılına kadar 1,4 milyar USD’ye, yenilebilir böcek küresel pazarının ise 2030 yılına kadar 8 milyar USD’ye ulaşacağı tahmin ediliyor.  

Tropikal ve subtropikal bölgelerde yaşayan insanlar, sadece beslenmek için değil, sosyo-kültürel uygulamalar ve dini inançları bakımından da böcek tüketiyor.

Böceklerin atıkları, toprak verimliliğinin artırılmasında da kullanılabiliyor.

Böcek yetiştiriciliği uygulamaları arasında; gıda, kozmetik, tekstil ve farmasötik alanlarında kullanılan kitin ve lipidler ile biyoyakıt üretimi de yer alıyor. Böceklerin, topraktaki bulaşan maddeleri taşıma özelliğinin ilham kaynağı olarak kullanıldığı bazı uygulamalardan da bahsediliyor ancak bu şekilde kullanılan böceklerin, daha sonra insan ve hayvanlar tarafından tüketilemeyeceğine dikkat çekiliyor. Çünkü böcekler; bakteri ve virüs gibi biyolojik ajanlar, pestisit ve toksik maddeler gibi kimyasal kirleticiler ile alerjenler dahil olmak üzere insanlar için sağlık tehditleri oluşturabilirler.

Diğer çiftlik hayvanlarının aksine, böcekler genellikle kendi bütünlükleri içinde tüketiliyor. Bu sebeple Avrupa Gıda Güvenliği Otoritesi olan EFSA (European Food Safety Authority), insan ve hayvan için besin maddesi olarak kullanılacak böceklerin türleri ve substratlarının, yetiştirilme-hasat-işleme şekillerinin önemli olduğunu ve ancak kontrollü bir süreci geçirmeleri halinde sağlık riskleri bakımından kabul edilebilir olacaklarını belirtiyor. Ayrıca özellikle kabuklulara ve ev tozu akarlarına karşı alerjisi olan tüketiciler için, bazı böcek türleri potansiyel alerjik risk olabilir.

Böcek yetiştiriciliği, AB için henüz oldukça küçük bir niş pazar. Sektörün, 2025 yılına kadar birkaç bine ulaşacak sayısıyla, ekonomiye anlamlı bir katkıda bulunması bekleniyor. Ancak özellikle böceklerin, sosyo-ekonomik olarak hassas gruplar tarafından gıda kıtlığı zamanında tüketildiği kanısının yol açtığı neofobinin üstesinden gelinmesi gerektiği ifade ediliyor.

AB’de, yeni gıdalara ilişkin ilk Yönetmeliğin yürürlüğe girdiği 15 Mayıs 1997 tarihinden önce AB’li tüketiciler tarafından önemli ölçüde tüketilmeyen gıdalar, “yeni gıda” (novel food) olarak adlandırılıyor.

Yeni geliştirilmiş, inovatif, yeni teknolojiler kullanılarak üretilmiş ya da işlenmiş yahut AB’de olmasa bile diğer ülkelerde geleneksel olarak tüketilmekte olan gıdalar “yeni gıda” olup böcekler de bu kapsamda değerlendiriliyor.

1 Ocak 2018’den beri geçerli olan yeni Yeni Gıda Yönetmeliği ise, eski yönetmelikten farklı olarak, bütün haldeki böcekleri yeni gıda olarak kabul ediyor.

Yeni gıdalara örnek olarak; yeni K vitamini (menakinon) kaynakları, mevcut gıdalardan elde edilen özütler (Euphausia superba’dan elde edilen fosfolipit açısından zengin Antarktika Krill yağı), üçüncü ülkelerden gelen tarım ürünleri (chia tohumları, noni meyve suyu) ve yeni metotlarla üretilen gıdalar (UV ile işlenmiş gıdalar: süt, ekmek, mantar ve maya) verilebilir.

AB’de yeni gıdaların piyasaya çıkmaları ön izne tabi olup aşağıda belirtilen “olmazsa olmaz” koşulları sağlamaları gerekli.

  • Tüketiciler için güvenli olmalı.
  • Tüketicileri yanıltmamak için uygun şekilde etiketlenmeli.
  • Yeni gıdanın başka bir gıdanın yerini alması amaçlanıyorsa, yeni gıdanın tüketimi, tüketici için besinsel açıdan dezavantajlı olacak şekilde farklılık göstermemeli.

AB’nin yeni ürün kataloğuna, https://webgate.ec.europa.eu/fip/novel_food_catalogue/  bağlantısından erişim sağlanıyor.

2015/2283 sayılı AB Tüzüğü kapsamında; kurutulmuş Tenebrio molitor larvası (Haziran 2021), Locusta migratoria’nın dondurulmuş, kurutulmuş ve toz formları (Kasım 2021) ve sarı un kurdunun (yellow mealworm- Tenebrio molitor larva) dondurulmuş, kurutulmuş ve toz formları (Şubat 2022), yeni gıda olarak AB pazarına çıkma izni almış durumda. EFSA’dan izin almayı bekleyen başvuru sayısı ise 9. 

Gıda, tekstil ve farmasötik alanlarında kullanılan ve kırmızı renk veren karmin boyasının üretiminde, Hemiptera (yarım kanatlılar) takımında olan koşnil (cochineal) böceği kullanılıyor.

FAO’nun her iki yayımında da, özellikle Batılı ülkelerde besin kaynağı olarak böcek kullanımı konusunda bir direnç olduğu ifade ediliyor. Starbucks’ın deneyimini, bu konu için örnek olarak verebiliriz.

2012 yılı başlarında Starbucks firması; çilekli Frappuccino ürününü renklendirmek için daha önce kullandığı yapay katkı maddeleri yerine, daha doğal olan koşnil böceği kullanmaya başladığını açıklayınca bir tartışma başlar. Böcekler de dahil olmak üzere hayvansal kaynaklı hiçbir ürünü beslenmelerinde kullanmayan bir grup Amerikalı vegan tüketicinin, sosyal medyada viral olan tepkileri üzerine firma, koşnil kullanmayı bırakır ve domates bazlı renklendirici kullanmaya başlar. Burada belirtmekte fayda var; Amerika ve Kanada’da koşnil özütü kullanmak, ilgili otoriteler tarafından izne tabi.  

Tarım ve gıda ürünleri için esas olarak coğrafi işaret ve geleneksel ürün adı korumasını konu alan 1151/2012 sayılı AB Tüzüğünde, “hayvansal kaynaklı hammadde” olarak koşnil ürünü için bir kategori mevcut. AB’nin, coğrafi işaret ve geleneksel ürün adlarına ilişkin Eambrosia veri tabanında yaptığımıza araştırmada, bu kategoride korunan tek bir coğrafi işarete rastladık. Coğrafi sınırı Kanarya Adaları olan “Cochinilla de Canarias”, menşe adı olarak 2016 yılında tescil edilmiş durumda. 

Bir tür tırtıl (gusano) olan kırmızı maguey solucanları, Meksika’nın Oaxaca bölgesinden kaynaklanan bir distile alkollü içki olan Mezcal’in şişelerinde bulunuyor. Mezcal üreticileri, üretim için önemli olan bu solucanların kaçak olarak avlanmalarını engellemek amacıyla, yağmurlu dönemlerde agav tarlalarına güvenlik gönderiyorlar. Mezcal, AB-Meksika arasında imzalanan bazı coğrafi işaretlerin karşılıklı korunması hakkındaki anlaşma kapsamında, 31 Ocak 2020 tarihinden itibaren AB’de de korunuyor. 

Sardinya Adasından kaynaklanan ve Casu marzu, Casu martzu, Casu modde, Casu cundídu ve Casu fràzigu adlarıyla bilinen koyun peyniri, peynir sineği larvaları tarafından çürüme aşamasına kadar mayalandırılıyor. Bu aşamada larvalar da kurtçuk haline geliyor ve peynir, genellikle kurtçuklarla birlikte yeniyor. Kurtçukları temizleyip yiyenler de oluyormuş ancak kurtçuklar öldükten sonra tüketilmesinin tehlikeli sayıldığı ifade ediliyor. İnternet üzerinde yapılan araştırmada Casu marzunun, insan sağlığı için risk oluşturması nedeniyle bazı ülkelerde yasaklanmış olduğuna dair birçok habere rastladığımız gibi, yenilebilir böceklerle ilgili AB’de yaşanan gelişmelerden dolayı yeşil ışık yanma olasılığının bulunduğundan bahsedenler de var. eAmbrosia veri tabanında Casu marzu, Casu martzu, Casu modde, Casu cundídu ve Casu fràzigu adları için yaptığımız araştırmada, ne coğrafi işaret ne de geleneksel ürün adına rastlamadık. Yaşanacak gelişmeleri merakla beklediğimizi belirterek yazımıza noktayı koyuyoruz.

Gonca ILICALI

Ağustos 2022


Kaynaklar

SÜRDÜRÜLEBİLİR GELENEKSELLİK İÇİN İNOVASYON ŞART!

Coğrafi işaretlerden bahsederken “geleneksel” atfını kullanmak, hem ulusal hem de uluslararası alanda sıkça karşılaşılan bir durum olmasına rağmen, menşe adı ve mahreç işareti de dâhil olmak üzere, coğrafi işaret tanımlarında geleneksel kelimesi yer almaz.

Öte yandan Avrupa Birliği (AB) ve Türkiye’nin dışında sınırlı sayıda ülkede “geleneksel ürün adı” (AB’deki “traditional speciality guaranteed – TSG” kavramı) koruması bulunur ve ilgili mevzuattaki gelenekselliğe yönelik tanımlarda, ürün ile köken bağı kurulmaz. Diğer bir deyişle ürünün, üretim zorunluluğu bakımından “coğrafi bir yer ile ilişkisi bulunmaz”. Dolayısıyla özellikle geleneksel ürün adına koruma sağlayan ülkelerde, coğrafi işaret ile geleneksel kavramlarının birlikte kullanılması; geleneksel ürün adının da tıpkı menşe adı ve mahreç işareti gibi, coğrafi işaret çatısı altında yer alan bir coğrafi işaret çeşidiymiş gibi yanlış algı yaratmasına neden olabilir. Bu sebeple coğrafi işaretle birlikte kullanılan “geleneksel” kelimesinin aslında, “yerelliğe dayalı kökleşmiş uygulamalarla şekillenen ürün”e işaret ettiğinin varsayılması, uygun bir yaklaşım olacaktır.

Coğrafi işaretler ve geleneksel ürünler söz konusu olduğu zaman inovasyondan bahsedildiğinde, birçok kişi “Olur mu hiç!” tepkisini verebilir. Gıda ürünlerinde margarin kullanılmasının, el işçiliği yerine sanayi tipi üretim yapılmasının ve benzer şekilde çoğaltabileceğimiz örneklerin yadırganması, bu tepkinin doğal bir uzantısı olarak karşımıza çıkar.

İnovasyon ile gelenekselliğin karşıt mefhumlar olmadıklarını, aksine sürdürülebilirliğin sağlanması için bir arada bulunmalarının son derece önemli olduğunu gösteren bir örnek, AB nezdinde yürütülen LIFE TTGG (Life The Tough Get Going) Projesidir.

Sera gazının salınımını azaltmak, küresel ısınmayla mücadelede en önemli araç. Tarımsal üretim, tüm dünyadaki sera gazı salınımının %10-12’lik dilimine sahip. İthalat ve ihracat değerleri dikkate alındığında AB’nin süt ürünleri sektörü, küresel pazarın en önemli aktörlerinden. Sektörün, toplam salınımın yaklaşık %40’ına sahip enterik fermantasyon kaynaklı olması, bu mücadelede göz ardı edilemez.   

LIFE TTGG Projesi üniversiteler, genç yenilikçi şirketler (startups), üreticiler, AB’nin iki büyük peynir üreticisi olan İtalya ve Fransa’daki kurumlar ile araştırma kuruluşları arasında sinerji oluşturmakta. Coğrafi işaret olarak korunan Grana Padano ve Comté peynirlerinin üretim süreçlerinin iyileştirilmesi, verimliliğin artırılması ve çevresel etkilerinin azaltılması suretiyle daha sürdürülebilir üretim ve tüketim hedeflenmekte. Elde edilecek bulgular, tüm AB ülkeleri için örnek teşkil edecek.

Projenin amaçları aşağıdaki şekilde özetlenmekte.

  • Üretim miktarı çok fazla olan bu iki peynirin çevreye etkilerinin iyileştirilmesi için, ilgili AB yasal düzenlemeleri kapsamında tavsiye talep edilmesi. (Recommendation 2013/179/EU and its Product Environmental Footprint Category Rules – PEFCR for Dairy products)
  • Süt ürünlerinin, Ürün Çevresel Kategori Kuralları çerçevesinde Ürün Çevresel Ayak İzi değerlendirmesinde hesaplamayı kolaylaştıran bir veri tabanı, yani yaşam döngüsü envanteri geliştirilmesi.
  • AB’nin, çevresel ayak izi hesaplamayı ve azaltmayı amaçlayan menşe adı korumasına sahip tüm peynirleri (inek sütünden yapılan sert ve yarı sert peynirler) için, çevresel karar destek sistemi geliştirilmesi.
  • Yazılım sayesinde, tedarik zincirinin tüm aşamalarında Mevcut En İyi Teknikler uygulanarak kaynak verimliliği ve çevresel etkilerin azaltılmasındaki teknik çözümlerin değerlendirilmesi. Bu yazılım, kılavuzlarıyla birlikte İtalyanca, Fransızca, İngilizce ve İspanyolca dillerine çevrilecek.

Temmuz 2017 – Haziran 2022 tarihleri arasında yürütülecek LIFE TTGG Projesinin bütçesi 2.148. 987 € ve bunun %59’luk kısmı AB katkısı. Proje ekibi, AB gıda sektörünün tüm tedarik zincirinde 10 yıldan fazla deneyime sahip multidisipliner uzmanlardan oluşuyor.

Grana Padano peynirinin korunması, tanıtılması ve üretiminin güçlendirilmesi için 1954 yılında Tutela Grana Padano Konsorsiyumu kurulmuştur. Konsorsiyumdan alınan verilere göre 2020 yılında 5.255.451 teker Grana Padano üretilmiştir. 128 üretim tesisi, 149 olgunlaştırıcı (affineur), 196 paketleyici ve 4.000 süt üretim çiftliği var. Üretim zincirinde çalışan işçi sayısı 40.000. Üretimde kullanılan süt miktarı 2.785.524,378 ton olup bu miktar, İtalyan süt üretiminin yaklaşık %22’si. Peynir üretiminin %62,6’sı kooperatif, %37,4’ü ise endüstri tarafından yapılıyor. Süt sağlayan hayvanların refahına önem veriliyor ve 2019 yılından itibaren denetim sistemi içinde hayvan refahı da değerlendiriliyor. Konsorsiyum, Grana Padano üretiminin çevresel sürdürülebilirliği için 2007 yılından itibaren önemli taahhütlerde bulunmuş ve bu durum, WIPO’nun 2020 yılındaki Dünya Fikri Mülkiyet Günü etkinliğinde de yer almıştı.

2020 yılındaki üretimi 64.500 ton olan Comté peynirinin korunması ve diğer sorumluluklar, Comité Interprofessionnel de Gestion du Comté – CIGC Komitesi tarafından üstlenilmiş durumda. 2.500 süt çiftliği ve peynir üretilen 150 tane küçük köy var. Bu yerlere “fruitières” adı veriliyor. Comté için de bu Projeden önce birçok sürdürülebilir biyoçeşitlilik, düşük karbon çiftlikleri vb inisiyatifler mevcut. Proje için ham veri; yıllık süt üretimi 400 – 800 bin litre olan 29 çiftlik; yıllık üretimi 400 – 800 ton olan 19 işleme tesisi ve yıllık işlem hacmi 5 bin tonun altında 3, üstünde 2 olan toplam 5 olgunlaştırıcıdan anket yapılarak sağlanmıştır. Elde edilen veriler aynı zamanda, üretim sürecindeki enerji denetimi için de kullanılacak.

Grana Padano’nun tedarik zincirindeki 65 çiftlikten, 20 mandıra / olgunlaştırıcı ve 18 paketleyiciden; Comté’nin tedarik zincirindeki 35 çiftlikten, 15 mandıra / olgunlaştırıcıdan veri toplanmıştır. Hazırlanacak veri tabanı ile hesaplanacak çevresel ayak izi, her bir konsorsiyum düzeyinde karşılaştırma yapılabilecek ve tüketim verilerini yönetebilecek.

Grana Padano’nun süt çiftliklerinin çevresel etkisindeki en büyük paya sahip olan faktörler; %34 satın alınan yemler, %25 çiftlik içi yemler, %16 gübre ve %12 enterik fermantasyon.   

Mandıralardaki enerji etkinliğinin artırılması için; Konsorsiyumun diğer mandıralarındaki enerji ve su tüketimi mukayesesi yapılarak en çok enerji tüketen alanlar ve enerji tüketimini azaltma potansiyeli tespit edilecek.

Ambalajlamanın gıda israfını önlemedeki rolü ise sanılandan çok daha önemli ve dikkat çekici veriler içeriyor.

Gıda kayıpları toprakta-çiftlikte, üretimde ve dağıtımda, israf ise kullanımda ve tüketim tarihi bakımından yaşanmakta.

Gelişmiş ülkelerde market alışverişinin plansız yapılması, uygun olmayan saklama koşulları, yetersiz ambalajlama ve ürünlerin kullanımı sırasındaki tüketici alışkanlıkları, gıdaların yaklaşık %30’luk miktarının kaybına yol açmakta. 2013 yılı FAO verilerine göre, gelişmiş ülkelerdeki 222 milyon tonluk gıda israfı, neredeyse Sahra Altı Afrika ülkelerinin 223 milyon tonluk gıda üretimi toplamına eşit.

Grana Padano’nun tedarik zincirinde; 2016-2017 yıllarında 18 tesisten alınan verilere göre paketleme tesislerinde %1,4, süt ürünleri için AB Komisyonunun Ürün Çevresel Ayak İzi Kategori Kurallarına göre nakliye ve market toplamında %0,5, evde ise %7 oranında kayıp meydana geliyor.

1 kg Grana Padano; gerçekte 15,1 litre çiğ süt ile üretiliyorken, çiğ sütten eve kadar olan zincirde hiçbir kayıp olmadığı varsayıldığında 13,75 litre çiğ süt gerektiriyor.

1 kg’lık rendelenmiş Grana Padano paketindeki kayıp, vakumla paketlenen dilimlenmiş peynire kıyasla 25 g daha fazla.

Uygun ambalaj raf ömrünü uzatıyor; gıdayı koruyor; satın alınan ve tüketilen gıda miktarını eşitliyor; aç-kapa ambalajlar gibi, tüketicinin gıda israfını önlemeye yönelik eylemleri gerçekleştirmesine yardımcı oluyor; son kullanma tarihinin doğru yorumlanmasını sağlıyor; uygun muhafaza koşulları hakkında bilgi veriyor ve tüketicileri gıda atıklarının çevresel etkileri konusunda bilgilendiriyor.

Ambalaj yüzeyinin %85’i, tüketiciyi cezbetme gibi ikincil işlevlere ayrılırken, son kullanma tarihi gibi tüketiciyi bilgilendirme amaçlı birincil unsurlar ise sadece %15’lik paya sahip.

Life TTG Projesinin bu konuda çalışan uzmanları, ambalajın taşıması gerektiği özellikleri, “ambalaj etik kartı” adı altında aşağıdaki gibi sıralıyor.

  1. Sorumluluk: Ambalaj; tasarımından, malzemesinden, bilgilendirici olmasından, çevreye etkisinden vb her açıdan herkese karşı birçok sorumluluğun bileşkesidir. 
  2. Denge: Taşıdığı sorumluluklar bakımından dengeli bir şekilde tasarlanmalı.
  3. Güvenli: Tüm yaşam döngüsü boyunca güvenli olmalı.
  4. Ulaşılabilirlik: Kullanıcı dostu olmalı ve kendini ifade edebilmeli.
  5. Şeffaflık: Tüm yasal düzenlemelere uygun olduğu ve doğruyu söylediği sürece şeffaftır ve ancak şeffaf olabildiği sürece tüketiciyle güven bağı kurar.
  6. Bilgilendirici: Yasal açıdan zorunlu ve faydalı diğer bilgileri sunmalı.
  7. Güncel: İçinde bulunduğu toplumun kültürüyle uyumlu ve karşılıklı etkileşimli olmalı.
  8. İleri görüşlü: Yeni tüketim ve davranış modellerine uyum sağlayarak gelişebilir olmalı.
  9. Eğitici: Tüketici ile sürekli diyalog halinde olduğundan, eğitici işlevinin bilincinde olmalı.
  10. Sürdürülebilirlik: Ambalaj çevreye saygılıdır. Ürün ve kullanımı ile tamamıyla dengeli biçimde tasarlanırsa sürdürülebilirdir.           

Life TTG Projesi için 2021 yılı Aralık ayında çevrimiçi bir değerlendirme toplantısı gerçekleştirildi. Tedarik zincirinde yer alan üreticilerin, kendilerinin çevreye etkilerini merak ettikleri ancak veri toplamanın ve belgelemenin zor olduğu, tüm verilere sahip olunduğu takdirde sürecin başarılı yönetilip uygun politikaların benimsenebileceği ifade edildi. Veri elde etmek kolay olmadığı için, sektörü en iyi şekilde temsil edecek en az sayıda üretici seçmenin ve karşılaştırılabilir kriterler benimsemenin önemli olduğu vurgulandı. Ayrıca özellikle çabuk bozulabilen gıdalarda, son tüketim tarihi yaklaştıkça renk değiştiren ambalajların da tercih edilebileceği belirtildi.  

Gonca ILICALI

Mart 2022


KAYNAKLAR

SÜRDÜRÜLEBİLİR BİR GELECEK İÇİN DOĞA, GELENEK VE İNOVASYON EL ELE

Birleşmiş Milletler’in Gıda ve Tarım Örgütü FAO (Food and Agriculture Organization); 2002 yılında Güney Afrika’da gerçekleşen Sürdürülebilir Kalkınma Dünya Zirvesinde, aile tarımına ve geleneksel tarım sistemlerine zarar veren küresel eğilimlere karşı, “Küresel Ölçekte Önemli Tarımsal Miras Sistemleri” – GIAHS (Globally Important Agricultural Heritage Systems) olarak adlandırılan sistemlerin korunması hakkında bir küresel ortaklık inisiyatifi başlattı. Süreç içinde çeşitli bütçe dışı mali kaynaklar kullanılarak, GIAHS sitelerini belirleme ve koruma konusunda birçok proje ve çok yönlü etkinlikler gerçekleştirildi. 

Hükümetlerarası forumlarda takdirle karşılanan GIAHS; ulusal düzeylerdeki tarımsal kalkınma programlarına, tarımsal mirasın korunmasının entegre edilmesine ve ilgili politikaların benimsenmesine katkı sağladı. Ayrıca biyoçeşitliliğin, genetik kaynakların ve geleneksel bilgi sistemlerinin korunması suretiyle sürdürülebilir bir geleceğe köprü oluşturulmasında da başarılı sonuçlar elde edilmeye başladı. 

GIAHS kısaca; tarımsal biyoçeşitliliği, dirençli ekosistemleri ve değerli kültürel mirası birleştiren estetik güzellikteki doğal alanlar olarak açıklanıyor. Konvansiyonel (alışılagelmiş) miras alanı veya korunan doğal alandan daha karmaşık bir yapıda olup toprakları, kültürel veya tarımsal peyzajı ve sosyal çevresiyle etkileşimi bulunan yerel insan topluluklarını barındırıyor.

GIAHS; zengin biyoçeşitliliğe sahip tarım alanlarının, geleneksel ve uyarlanabilir bilgilerle şekillendirilerek sürdürülebilir uygulamalara dönüştürülmesiyle ilgili olduğundan; çiftçilerin, çobanların, balıkçıların ve ormanda yaşayan insanların, doğaya saygıyı ihmal etmeden gıda güvenliği sağlayan, dikkatli ve motodolojik uygulamalarının da canlı örnekleridir. Ata yadigârı tarım sistemleri; bugün dünyanın birçok yerinde tarımın temel sistemleri olarak uygulanmasının yanısıra, modern tarımsal inovasyonların da temelini oluşturuyor. Ancak bu tarım sistemleri, ne yazık ki birçok unsurun tehdidi altında.

Gıda sistemleri ile doğal kaynaklar arasındaki mesafenin artması, doğal kaynaklara erişim konusundaki rekabeti de kızıştırırken doğanın ritmini bozarak çevresel, ekonomik, sosyal ve sağlık krizlerine yol açıyor. Öte yandan iklim değişikliği de su, toprak ve biyolojik çeşitlilik kaybının en büyük nedenlerinden.  

Doğal alanlar ise; politikaların ve yasaların yeterli olmaması, hızlı şehirleşme nedeniyle doğal alan kaybı, küresel pazardaki fiyat ve üretim koşullarındaki rekabet güçlükleri, geleneksel bilgi çeşitliliğin dikkate alınmaması, karar verme aşamalarına ilgili kesimlerin katılımının yetersizliği, kırsal nüfusun göçü, çeşitli gerekçelerle geleneksel tarım uygulamalarının terk edilmesi vb faktörler tarafından tehdit ediliyor. GIAHS sadece doğal alanları değil, aynı zamanda biyolojik çeşitliliği, dirençli ekosistemleri, gelenekleri ve inovasyonu sentezleyerek kırsal alanlarda geçim kaynakları yaratan tarımsal uygulamaları da temsil ettiğinden; koruma ve adaptasyon süreçlerini destekleyen sosyo-örgütsel, ekonomik ve kültürel özellikler de dâhil olmak üzere insan yönetimi ve bilgi sistemleri odaklı bir yaklaşıma sahip.

Dünyanın çeşitli yerlerinde bulunan GIAHS alanları, milyonlarca küçük ölçekli çiftçi için sürdürülebilir nitelikte birçok mal ve hizmet, gıda ve geçim kaynağı sunarken yaklaşık iki milyar insana da gıda sağlıyor. Yerel, ulusal ve küresel olmak üzere üç farklı düzeydeki bu stratejik etki gücünü, GIAHS programının temel hedeflerinin aşağıdaki gibi belirlenmiş olmasına borçlu.

  • Tarımsal miras sistemlerinin küresel ve ulusal düzeyde tanınması ve korunması için;  hükümetler, FAO yönetim organları, UNESCO, Dünya Mirası Merkezi (World Heritage Centre) ve diğer ortaklar tarafından desteklenen tarımsal miras sistemleri kategorilerinin oluşturulması ile bu sistemlerin karşı karşıya olduğu tehditler ve sağladıkları faydaların tespit edilmesi.
  • Biyoçeşitliliğin ve geleneksel bilginin erozyonu, arazilerin bozulması ve küreselleşme süreçlerinin yol açtığı tehditler ile yanlış politikaların neden olduğu risklerin azaltılması; bu sistemlere ait mal ve hizmetlerden sürdürülebilir ekonomik fayda elde etmek için yerel çiftçi toplulukları ile yerel ve ulusal kurumların kapasitelerinin geliştirilmesi; çevre hizmetleri, eko-etiketleme, ekoturizm ve diğer teşvik mekanizmaları ile pazar fırsatları sunulması.

FAO, 2005 yılından itibaren 22 ülkede 62 sistemi tarımsal miras alanı olarak belirledi ve mevcut durumda 9 farklı ülkeden 15 yeni teklif var. 

FAO; sürdürülebilir tarım konusundaki modern teknolojik inovasyonları ve yerel topluluklar tarafından korunan asırlık tarımsal “doğaya dayalı çözümleri” (nature-based solutions) ilk kez bir araya getiren “Hand In Hand With Nature” (Doğayla El Ele) isimli çalışmasını bu yıl yayımladı.

http://www.fao.org/documents/card/en/c/cb4934en adresinden erişilebilen bu yayın; bilimin merceğinin yanısıra iklim değişikliği, toprak ve su kıtlığı, biyolojik çeşitlilik kaybı ve doğal alan bozulması konularını ele alan başarılı uygulamaları, gerçek hayattan kanıtlanmış örnekler vererek açıklıyor. Avrupa ile Orta Asya bölgelerine ait doğaya dayalı çözümlerin revizyonu olan örnekler, GIAHS kapsamında yer almakta.

Hand In Hand With Nature çalışmasında yer alan bazı örnekler, aşağıda özetlendiği gibidir. 

  • Japonya’nın Kunisaki Yarımadasında bulunan testere dişli meşe ağacı ormanında; ormancılık ve tarımsal üretimi bir araya getiren sürdürülebilir bir sulama sistemi kurularak şitaki (shiitake) mantarı yetiştiriliyor.
  • Çin’in Yunnan bölgesindeki Hani teraslarında çeşitli etnik gruplar, yetersiz yer altı suyu rezervuarlarına rağmen, yaklaşık 1.300 yıldır bölgenin ekosistemini ve orografik şartlarını başarıyla yöneterek çeltik yetiştiriyor.
  • İspanya’nın Taula del Sénia bölgesi; Romalılardan kalma yaklaşık 5.000 tür bin yıllık zeytin ağacına ev sahipliği yaparken karbon yutağı görevi yapan tarımsal sistemler barındırıyor.
  • Tunus’un Gahr El Melh lagünlerinde, ekilebilir alan ve tatlı su kıtlığı ile mücadelede,  Endülüs göçmenleri tarafından getirilen yaratıcı tarım sistemleri uygulanıyor.
  • Doğu Afrika’daki Maasai insanları, Kenya ve Tanzanya arasındaki sürdürülebilir pastoralizmi, geleneksel uygulamalarla sağlıyor. Su ve mera kıtlığı yaşanan bölgede toprak ve diğer doğal kaynaklar; köklü bir ekosistem bilgisi ile girift bir sosyal örgütlenmesinin entegrasyonuna dayanıyor. Sosyal örgütlenmedeki toprak sahiplenme sistemlerinin ana prensipleri; başkaları tarafından kullanılarak yakın zamanda terk edilmiş alanlardan kaçınma ve diğer gruplarla mesafeli yerleşim. Maasai’lerin tüm bireylerinin örgütlenmede görevleri var ve en stratejik görevler, “savaşçı” olarak tanımlanan yaşlı bireylerin.

FAO’nun çalışmasında; dünya nüfusunun sadece % 6’sını oluşturan yerli insanların, bir kısmı ekolojik ve biyoçeşitlilik açıdan önemli olan dünya kara alanının % 28’inde yaşamalarına rağmen dünyanın biyoçeşitliliğinin % 80’ine evsahipliği yaptığına; doğadan beslenirken doğayı koruyan ahenkli yaşam şekillerinin ise bizlere çok şey öğreteceğine dikkat çekiliyor. Aşağıdaki başlıklar, yerli insanların iklim değişikliğiyle mücadeleye olan katkılarının en önemlileri olarak ifade ediliyor.

  • Geleneksel tarım uygulamalarının iklim değişikliğine adapte olabilmesi.
  • Ormanları ve doğal kaynakları koruyup restore edebilmeleri.
  • Yemeklerinin ve geleneklerinin, beslenme şeklimizi çeşitlendirebileceği.
  • İklim değişikliğine daha dayanıklı olan yerli mahsuller yetiştiriyor olmaları.
  • Dünyanın biyolojik çeşitliliğinin büyük bir bölümünü yönetiyor olmaları.

GIAHS’ın esasını oluşturan unsurlardan olan geleneksel bilgi ve genetik kaynaklar hakkında; bilindiği üzere Fikri Mülkiyet ile Genetik Kaynaklar, Geleneksel Bilgi ve Folklor Hükümetlerarası Komitesi (Intergovernmental Committee on Intellectual Property and Genetic Resources, Traditional Knowledge and Folklore – IGC) tarafından WIPO nezdinde çok yönlü çalışmalar yürütülüyor. Özellikle geleneksel bilgiye dayalı tarımsal uygulamalar, coğrafi işaretli ürünlerin üretimlerinde de “yerel üretim metotları” olarak yer alabiliyor.

Geleneksel bilgi ve genetik kaynaklara ayrıca, patent başvurularında da rastlamak mümkün. Bu duruma ilişkin en bilindik ve en kapsamlı örnek; aslında coğrafi işaret olan Basmati Pirinci ile ilgili olarak bir Amerikan firması tarafından Amerikan Patent ve Marka Ofisinden 1997 yılında patent hakkı elde edilmesiyle başlayan süreçtir. Patent – geleneksel bilgi – genetik kaynak – coğrafi işaret sarmalında vücuda gelen bu örneği merak eden okurlarımıza, 21 Kasım 2018 tarihinde IPR Gezgini’nde yayımlanan “Sınai Mülkiyetten Coğrafi İşaretli Kesitler” başlıklı yazımıza bakmalarını tavsiye ediyoruz.  

Gonca ILICALI

Eylül 2021


Kaynaklar:

“ROOIBOS” İLE KISA BİR ÇAY MOLASI

Tarihi 5.000 yıldan daha eskiye dayanan çay, çok özel alanlarda ve agro-ekolojik koşullarda yetiştiriliyor. İklim değişikliklerinden çabuk etkileniyor.

Çay üreten ülke sayısı 35’ten fazla. Hane sayılarıyla birlikte 13 milyonu aşan sayıda insanın geçim kaynağı. Bu sayının 9 milyonu, dünyanın en çok çay üreten ülkeleri olan Çin, Hindistan, Kenya ve Sri Lanka’da yaşıyor. 

Dünyadaki çay üretiminin değeri, 17 milyar ABD Dolarının üzerinde.

En çok içilen içecek sıralamasında, sudan sonra ikinci sırada bulunan çay, son yıllarda, kişi başına % 2,8’lik oranda tüketimini artırmış durumda.

Küçük ölçekli çiftçiler, dünyadaki çayın yaklaşık % 60’ını üretiyor. Bu sebeple çay üretimi, sürdürülebilir kalkınma hedefleri için önemli bir konumda. Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda “Uluslararası Çay Günü” olarak ilan edilen 21 Mayıs, 2020 yılından itibaren kutlanıyor. Kutlamalar kapsamında, “çay törenleri” gibi ülkelerin kültürel mirasları da yer alıyor.       

Çay hakkındaki bu genel ve kısa bilgilerden sonra, yazımızın esas konusuna geçelim.

Türkiye’de “kırmızı çalı (red bush) çayı” ya da “kırmızı çay” olarak da satışı bulunan “Rooibos” çayı, Güney Afrika Cumhuriyeti’nden kaynaklanıyor.

Güney Afrika’da Rooibos sektörü, bağımsız bir sivil toplum kuruluşu olan ve SARC kısaltmasıyla bilinen Güney Afrika Rooibos Konseyi (South African Rooibos Council) tarafından temsil ediliyor. Yıllık üretimin ve satışın yaklaşık % 80’ini müştereken temsil etmek üzere, SARC’nin üyeleri arasında ürünü işleyen, ambalajlayan, ürüne markasını koyan ve ihraç eden firmalar mevcut.

SARC’nin; yerel ve küresel pazarda Rooibos’un tanıtımını yapma, koruma, geliştirme, araştırmaları destekleme, kriz ve tehdit durumlarında paydaşlarına yardım etme ve tüketici menfaatlerini gözetme, ürünle ilgili tam ve doğru bilgi sağlama gibi görevleri bulunuyor.

Avrupa Birliği’ne (AB’ye) başvurusu, menşe adı olarak Ağustos 2018’de yapılan “Rooibos / Red Bush”; Batı Cape ve Kuzey Cape Bölgelerinin belirli kısımlarında kültüre alınarak yetiştirilen veya yabani olarak yetişen Aspalathus linearis bitkisinin kurutulmuş yaprak ve köklerinden elde ediliyor. Piyasaya; yeşil (okside olmamış) halde ve okside edildikten sonra, yani iki şekilde sunuluyor.        

Yeşil (okside olmamış) “Rooibos / Red Bush”, baskın açık yeşil renktedir. Kırmızımsı kahverengi kökleri ve odunsu beyaz parçaları bulunur. Nem oranı %5’in altındadır.

Okside “Rooibos / Red Bush” ise açık kahverengi, sarı ve tuğla kırmızısı renk tonlarındadır. Kurumuş kökler nedeniyle açık renkli parçalar bulunur. Nem oranı %10’un altındadır.

“Rooibos / Red Bush”ın bazı temel duyusal özellikleri aşağıdaki gibidir.

  • Tat: bal-karamel
  • Meyvemsilik: turunçgil-dutsu-kayısı reçeli
  • Odunsuluk: çalı-sap; yanık
  • Baharat: tarçın
  • Ağızda: tatlı-acı-ekşi; yumuşak ve pürüzsüz; keskin     

“Rooibos / Red Bush”, kafeinsizdir ve düşük tanen miktarı ile Güney Afrika’nın kültürel sembollerinden biri olarak kabul edilir.

“Rooibos / Red Bush”ın elde edildiği Aspalathus linearis bitkisinin tohumları, geleneksel bir yöntemle toplanır. Karıncalar, buldukları yiyecekleri doğaları gereği yuvalarına taşırlar. Çevreye saçılmış bitki tohumlarını da bu içgüdüyle yuvalarına götürürler. Tohum toplayıcılar ise, bölgenin “geleneksel bilgi”si olarak kabul edilen bu yöntemle, karınca yuvalarında biriktirilmiş bitki tohumlarını toplayarak çiftçilere verirler. Ancak karıncaların hayatlarını sürdürebilmeleri ve döngünün tamamlanabilmesi için, tohumların hepsini almayıp bir miktar bırakırlar.    

Kültüre alınarak yetiştirilen Aspalathus linearis bitkisi, mekanik olarak ya da elle; yabani olarak yetişen ise, neslinin tükenmesi önlemek amacıyla ve bitkiye zarar vermeden sadece elle hasat edilir. Uygulanacak kurutma dâhil tüm işlemler, tarlada ya da tarla dışında bir yerde yapılabilir ancak her koşulda, coğrafi sınır içinde gerçekleştirilir.

Coğrafi sınır, yaklaşık 60.000 hektarlık bir alandır. Afrika’nın % 0,5’inden daha az bir alan olmasına rağmen, kıtanın yaklaşık % 20’lik florasına sahiptir. Güney Afrika’nın önemli bir biyoçeşitlilik merkezi olduğu ifade edilen coğrafi sınırdaki bazı bölgelerin, 2004 yılında UNESCO’nun Dünya Mirası Listesine giren “Cape Floral Region Protected Areas” içinde olduğu belirtilmektedir.  

Coğrafi sınırın toprak özellikleri ve sert iklim özellikleri; bitkinin polifenol miktarının fazla olmasına ve dolayısıyla ürünün coğrafi sınıra özgü ayırt edici özellikleri kazanmasına neden olur. “Ürün-coğrafi sınır” ilişkisi ile uygulanan işlemlerdeki ustalık becerisi, “neden-sonuç ilişkisi” içinde açıklanmaktadır. 

İnsan tüketimi amaçlı olsun ya da olmasın, “Rooibos / Red Bush” başka çaylarla,  infüzyonlarla ya da başka ürünlerle harmanlanırken, “ürünün piyasaya sunulacağı ülkedeki etiketleme kurallarına uyması” gerekir. 

“Rooibos / Red Bush” menşe adının Haziran 2020’de AB’nin Resmi Gazetesinde yayımlanması üzerine, iki ülkeden itiraz edilir.    

AB Komisyonu; İsviçre Çay, Baharat ve İlgili Ürünler Birliğinin (Swiss Association of Tea, Spices and related Products – IGTG) itirazını gerekçeli bulmadığı için başvuru yapana iletmeyeceğini bildirir. Bu bildirim üzerine itiraz sahibi, itirazını geri çeker.

Diğer itiraz ise, Birleşik Krallık tarafından yapılmış olup özellikle ürünün tanımı ve hammadde hakkındaki açıklamalar ile etiketlemeye ilişkin kurallar üzerinde odaklanmıştır. AB Komisyonu, bu itirazın gerekçelerini tatmin edici bularak tarafları anlaşmaya davet eder. Güney Afrika – Birleşik Krallık arasındaki görüşmeler uzlaşı ile sonuçlanır ve başvuru kapsamında bazı düzenlemeler yapılır. Bu düzenlemeler, AB Komisyonu tarafından da uygun bulunmasını takiben, 31 Mayıs 2021’de AB Resmi Gazetesinde yayımlanır. Yayımdan sonraki 20 nci günde yürürlüğe girer.  

SARC süreç hakkındaki açıklamalarında; “Rooibos / Red Bush” coğrafi işaretinin korunmasında sektörel işbirliğinin güçlü olmasının, kararlı biçimde hareket etmenin, destek alınabilecek kaynakların varlığının, AB ve diğer uluslararası meslektaşlar ile iyi ilişki kurulmasının, AB ile Ekonomik İşbirliği Anlaşması (Southern African Development Community Economic Partnership Agreement) yapılmasının, AB yasal düzenlemeleri ve kuralları hakkında bilgi sahibi olmanın ve iyi bir süreç yönetiminin başarılı bir sonuç elde etmek için son derece önemli olduğunu ifade eder.

Gonca ILICALI

Temmuz 2021

gilicali12@gmail.com

Kaynaklar:

Maasai Kültürel Mirasının Korunması – Maasailer Fikri Mülkiyet Haklarını Kendileri Kullanmak İstiyor

 

Fikri mülkiyet dünyasının son dönemlerdeki en canlı alanlarından birisi geleneksel bilginin (traditional knowledge) korunmasıdır. Geleneksel bilginin ne olduğuna dair net bir tanımlama bulunmasa da, Dünya Fikri Mülkiyet Teşkilatı (WIPO), geleneksel bilgiyi en kaba haliyle, bir toplum içinde geliştirilen, sürdürülen ve nesilden nesile geçen ve çoğunlukla bu toplumun kültürel veya tinsel kimliğinin parçası olan bilgi, know-how, beceri veya yöntemler olarak tanımlamaktadır (http://www.wipo.int/tk/en/tk/).

Geleneksel bilginin korunmasının fikri mülkiyet hakları ile ilişkisinin ortaya çıktığı boyutlardan birisi, üçüncü kişilerin bir topluluğa ait geleneksel bilgi üzerinde fikri mülkiyet hakkı tesis etmelerinin veya bundan kazanç sağlamalarının engellenmesidir. Bu yazıda sizlere aktaracağımız konu da geleneksel bilginin korunmasının bu yönüyle ilgilidir.

Maasai kabilesi, Afrika’da Güney Kenya ve Kuzey Tanzanya bölgelerinde yaşayan etnik bir gruptur. Afrika’nın büyük göller bölgesinde yaşamaları ve ayırt edici giyim biçimleri ve gelenekleri onları Afrika’nın en bilinen etnik gruplarından birisi yapmaktadır. (http://www.wiki-zero.com/index.php?q=aHR0cHM6Ly9lbi53aWtpcGVkaWEub3JnL3dpa2kvTWFhc2FpX3Blb3BsZQ) Maasailerin kendilerine özgü giyim biçimleri hakkında fikir edinmek için yukarıda yer verdiğimiz bağlantının clothing (giysiler) bölümünün incelenmesi yerinde olacaktır.

 

Dünyaca ünlü giyim grupları son yıllarda etnik esintiler taşıyan koleksiyonlara da giysi yelpazeleri arasında yer vermektedir. Kendi ülkemizden örnekler vermek gerekirse, kışlık bere alırken Himalaya başlıklarını etrafımızda sıklıkla görmekteyiz, İnka desenlerini, Hint motiflerini taşıyan kadın bluzlarının dikkat çekici olduğunu kabul etmekteyiz veya Nepal renk ve desenlerini taşıyan kazakları oldukça ilgi çekici buluyoruz ve yabancı veya yerli üreticilerin bu tip ürünlerini satın alıyoruz. Bu noktada, üzerinde pek de düşünmediğimiz bir soru ortaya çıkıyor, bu desen veya motiflerin gerçek sahipleri, atalarının kültürel miraslarının kendileriyle hiç ilgisi olmayan kişilerce ticari meta haline getirilip, bundan ticari kazanç sağlanmasından ne derece memnunlardır acaba?

Soruya net yanıtı günümüzde Maasai kabilesi vermektedir!

 

 

Quartz Media internet sitesinde 28 Ocak 2018 tarihinde https://qz.com/896520/the-maasai-want-their-brand-back/ bağlantısında yayınlanan ve çok sayıda farklı aktarıma da konu olan bir habere göre Maasai kabilesi kendisine ait motifleri, tarzı içeren ürünlerin, kendisinden habersiz biçimde ve kendisine ticari dönüşü olmaksızın büyük giyim firmalarınca kullanılmasına karşı mücadele başlatmıştır.

Habere göre, Maasai desenlerini taşıyan mayolar veya elbiseler online olarak 300-430 Amerikan Doları bandında satışa sunulmaktadır ve Louis Vuitton da dahil olmak üzere çok sayıda büyük giyim firması bu tip ürünleri piyasaya sürmektedir.

Aşağıda Louis Vuitton Maasai koleksiyonundan bir parçayı giyen bir modeli ve gerçek bir Maasai yerlisi kıyafetini bir arada görebilirsiniz (Kaynak: http://deelamilovesit.blogspot.com.tr/2011/07/thakoons-fall-2011-louis-vuitton.html):

 

 

A.B.D.’nin Washington D.C. şehrinde yerleşik Light Years IP (http://lightyearsip.net/the-maasai/) isimli bir sivil toplum örgütüyle birlikte faaliyet gösteren Maasai Fikri Mülkiyet İnisiyatifi (MIPI) isimli bir girişim (http://maasaiip.org/about-us/), Maasailerin kültürel değerlerini korumak için girişimleri başlatmıştır.

MIPI’nin web sitesinde yer alan bilgiye göre, girişimin amacı, Maasailere ait ünlü ikonik kültürel markanın sahipliğini geri kazanmaktır. Maasai ismi, desenleri ve itibarı, dünyanın farklı yerlerinde arabadan ayakkabıya kadar farklı ürünler üzerinde kullanılmaktadır ve değeri milyarlarca dolardır. Dünyada birçok firma, Maasailerin fikri mülkiyetinden onların izni olmaksızın para kazanırken, Maasai nüfusunun %80’inden fazlası fakirlik sınırının altında yaşamaktadır.

Maasai Fikri Mülkiyet İnisiyatifi’nin amacı, Maasai kabilesinin kendisine ait fikri mülkiyetin kontrolünü yeniden kazanması ve bu yolla belirtilen çarpıklığı değiştirmektir. Washington D.C.’de kurulu kar amacı gütmeyen sivil toplum örgütü Light Years IP tarafından kurulan MIPI, Maasai Fikri Mülkiyet Haklarını temsil etmek için Tanzanya ve Kenya’da faaliyet göstermektedir. Light Years IP ile MIPI, Maasai fikri mülkiyetini kullanan firmalarla lisans görüşmeleri yapmaktadır. Buna ilaveten, Maasai motiflerini nahoş biçimde kullanan firmalara karşı da lobi faaliyetleri yürütülmektedir. MIPI’nin başlıca amaçları; Maasailerin kültürünün, motiflerinin, şekillerinin ve fikri mülkiyetinin başkalarınca kullanımı için Maasai toplumuna danışılmasını ve kullanımın Maasilerin kontrolü altında olmasını sağlamak, Maasai kültürel markası üzerindeki kontrolü geri kazanmak, Maasai toplumu için nahoş olmayan ticari kullanımdan kazanç elde etmek, bu kazancı Maasai toplumunun ihtiyaçları için kullanmak, Tanzanya ve Kenya’da yaşayan Maasaileri birleşik ve şeffaf biçimde temsil etmek, Maasaileri ve gelecek nesillerini kendi markaları ve diğer fikri mülkiyet hakları hakkında eğitmek olarak sayılmıştır.

MIPI’ye göre dünyada şu an en az 80 firma Maasai kültürel mirasına tecavüz etmektedir ve Maasai kabilesinin yıllık en az 10 milyon Amerikan Doları lisans geliri elde etmesi gerekmektedir.

Şimdiye dek yazılanları ilgi çekici bulduysanız, Maasailerin fikri mülkiyet haklarına ilişkin mücadelesine http://lightyearsip.net/the-maasai/ bağlantısında yer alan yöntemleri kullanarak destek verebilirsiniz. Bunun en basit yolu ise bir elektronik mesaj göndermek olacaktır.

Kendi adıma yerellik ve ona bağlı değerleri, süper egonun baskı araçları olan ayıp, gelenek ve baskın ahlak kavramları ile özdeşleştirmiş olduğumdan, yerel değerlere genellikle hayli mesafeli yaklaşırım. Buna karşın şimdiye kadar anlatılan durumun farklı olduğunu, kişiselden ziyade toplumsal bir duruma ilişkin olduğunu, Maasailerin %80’i açlık sınırında yaşarken, onlara ait kültürel mirasın, kendilerine hiçbir maddi geri dönüş olmaksızın ticari kar amacıyla kullanılmasının haksızlık olduğunu kabul etmek gerekmektedir.

Sanırım gelecek yıllar boyunca Maasailerin mücadelesine benzer ihtilaflara daha sık karşılaşacağız.

Önder Erol ÜNSAL

Şubat 2018

unsalonderol@gmail.com