Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi (“EUIPO”) Üçüncü Temyiz Kurulu’nun 11 Ağustos 2022 tarihinde verdiği R 726/2021-3 sayılı kararda, ayakkabı tasarımının korunmasına ilişkin başvurudan önce tanınan 12 aylık hoşgörü süresine uyulmaması halinde tasarımın hükümsüz kılınabileceği ortaya konmuştur. Söz konusu karar, ayırt edici nitelik değerlendirmesi ve hoşgörü süresi hakkında önemli noktalar içermektedir. Kararın arka planı şu şekildedir:
PUMA SE, 26 Temmuz 2016 tarihinde ayakkabı ürünleri için EUIPO nezdinde birlik tasarımı başvurusu yapmıştır. Bu başvuruya da ABD Fikri Mülkiyet Ofisi’ndeki 25 Temmuz 2016 tarihli başvurusundan doğan rüçhan hakkını ileri sürmüştür.
Bunun üzerine Handelsmaatschappij J. Van Hilst B. V. (“Hükümsüzlük Talebi Sahibi”) söz konusu birlik tasarımının hükümsüzlüğü için Temmuz 2019’da AB Topluluk Tasarımı Tüzüğü’nün 5 ve 6. maddeleri uyarınca bu tasarımın yenilik ve ayırt edici nitelik unsurlarını taşımadığını öne sürerek 25(1)(b) uyarınca EUIPO’ya başvurmuştur.
Rihanna’nın Instagram hesabından paylaştığı aşağıdaki gönderilerin yanı sıra Temmuz-Kasım 2015 arasında http://www.footwearnews.com, http://www.complex.com ve www.fashionmovesforward.com gibi internet sitelerinde yayımlanmış internet haberleri de sunulmuştur. Buna göre, Hükümsüzlük Talebi Sahibi, Tasarım Sahibinin 12 aylık hoşgörü süresinden önce olacak şekilde söz konusu tasarımı kamuya açıklamış olduğunu iddia etmektedir. Bu Instagram postlarının da 16 Aralık 2014 tarihinden beri var olduğu belirtilmiştir. Yine Rihanna’nın bu tasarım konusu ayakkabıyı 2015 yılında New York’ta giydiğinde çekilen fotoğrafların bulunduğu ve bunların yanı sıra söz konusu tasarımın başka ayakkabı üreticileri tarafından da rüçhan tarihinden önce üretilip kamuya sunulduğunu, bu sebeple de yeni olmadığını öne sürmüştür.
Tasarım Sahibi PUMA, hükümsüzlük talebinin geçersiz olduğunu, çünkü ortada taraflar arasındaki sözleşmesel ilişkinin ihlali ve kötü niyetin bulunduğunu savunmuştur. Ayrıca, Rihanna ile iş birliğinin 2014 sonlarında başladığını, bahse konu ayakkabının bu ortaklığın ilk ürünlerinden olduğunu ve Puma’nın internet sitesi vasıtasıyla 25 Eylül 2015’te 12 aylık hoşgörü dönemi içinde piyasaya sürüldüğünü, bu “Creeper” ayakkabı modelinin de 2016’da yılın ayakkabısı seçildiğini belirtmiştir. Uyuşmazlığa konu tasarım “Creeper” ayakkabı modeline dayanmaktadır. Paylaşılan görüntülerde, ayakkabıların detaylı olarak görünmediği ve zaten kişisel hesabından paylaşılan tasarımların görüntülerinin ticari hayatın normal seyrinde ilgili kişilerce makul olarak bilinir hale gelmeyeceği savunulmaktadır.
EUIPO İptal Birimi, talebi kabul ederek söz konusu birlik tasarımının önceki tasarım nedeniyle ayırt edici niteliğinin olmadığı gerekçesiyle hükümsüzlüğüne karar vermiştir. Önceki tasarım paylaşımlarının, Rihanna ve Puma arasında Aralık 2014’te başlayan iş birliğinin duyurulmasının geniş bir medya dikkati çekmesinden ötürü muhtemelen ilgili çevrelerce öğrenildiği ve bu görsellerin uyuşmazlık konusu tasarımla örtüşen özelliklerin fark edilebileceği derecede yeterli kalitede olduğu kanaatine varılmıştır. Önceki tasarım hoşgörü süresinden önce satılmamış olsa dahi, internette yayımlama yoluyla kamuya açıklanmış olmasının uyuşmazlık konusu tasarımın yeniliğini ve ayırt ediciliğini öldürmeye yeteceğine karar verilmiştir. Ayırt edicilik değerlendirmesinde, İptal Birimi bilgilenmiş kullanıcının ayakkabılara ve günlük moda sektörüne aşina biri olduğunu, tasarımcının özgürlüğünün ise sadece ayağa uyumlu olarak ayakları koruyucu bir tasarım yapmakla sınırlı olduğunu ve bu nedenle de aslında çok kısıtlı olmadığını tespit etmiştir. Dolayısıyla tasarımlar detaylı olarak karşılaştırıldığında (düz, kalın, dikey çizgili ayakkabı tabanı, 7 delikli kalın bağcıklı kapanış, her iki yanında küçük delikler olan iki çizgi deseni) bilgilenmiş kullanıcı üzerinde aynı genel izlenimi yarattığı ve farklılıkların ayırt etmeye yeterli olmadığı sonucuna varılmıştır.
Ardından PUMA, temyiz yoluna başvurmuştur. EUIPO Üçüncü Temyiz Kurulu (“Kurul”), 11 Ağustos 2022 tarihinde verdiği kararla aşağıdaki gerekçelerle EUIPO İptal Birimi’nin hükümsüzlük kararını doğru bulmuş, itirazın reddine ve hükümsüzlük talebinin kabulüne karar vermiştir:
AB Topluluk Tasarımı Tüzüğüne ve Yönetmeliğine göre önceki tasarımın kamuya sunulduğunu kanıtlayan belgelerin nasıl olması gerektiği düzenlenmemiştir. Yalnızca önceki tasarımların varlığını kanıtlayan belgeler denmiştir. Bu nedenle, hükümsüzlük talebinde bulunan kişi bu talebine gerekçe olan kanıtların ne olacağına karar vermekte serbest olmakla birlikte bu belgelerin somut, güvenilir, objektif ve kamuya sunumu ortaya koyar nitelikte olması aranmaktadır.
Rihanna’nın Instagram hesabından 12 aylık hoşgörü süresinin öncesinde paylaşılmış olan fotoğrafların Tüzük kapsamında kamuya sunum olduğu tespit edilmiştir. Bu husus, gönderilerin çok sayıda yorum ve 300.000’den fazla beğeni almış olması ve medyanın oldukça ilgisini çekmiş olmasıyla da desteklenmektedir. Sunulan diğer internet gönderileri de aynı şekilde sayılmıştır. Bu kanıtların objektif ve güvenilir olduğu ve AB Topluluk Tasarımı Tüzüğü m. 7/1 anlamında etkili ve yeterli biçimde önceki tasarımın kamuya sunulduğunun ortaya konduğu değerlendirilmiştir.
Tasarım Sahibinin iddia ettiğinin aksine paylaşılan fotoğrafların yeterli kalitede olduğu ve önceki tasarımın özelliklerinin karşılaştırılabilecek derecede anlaşılabildiği, farklı açılardan da görüldüğü tespit edilmiştir. Ayrıca, paylaşılan internet yazılarının da güvenilir olmayacağına ve içerikleriyle ve tarihleriyle oynanabileceğine dair iddialar da reddedilmiştir. Buna göre, bir internet sitesinin içeriğinin veya tarihlerinin yalnızca manipüle edilebilecek veya değiştirilebilecek olmasının soyut ihtimali yeterli değildir. Açıkça böyle bir sahteciliğin yapılmış olduğunun veya açık tutarsızlıkların gösterilerek makul bir şekilde bu şüphelerin ortaya konması aranmaktadır.
Tüzükte yer verilen istisnanın amacına uygun olarak dar yorumlanması gerektiği, sadece doğrulanması zor olan ve ilgili ticari çevrelerce bilinir hale gelmesinin yalnızca şans eseri olabileceği açıklanma durumlarının kamuya açıklama sayılmayacağı belirtilmiştir. Somut olayda, önceki tasarımın birden çok olayda kamuya sunulmuş olduğuna dair bol bol delil olduğundan ötürü burada bu istisna söz konusu değildir. Önemle belirtilmiştir ki, kamuya açıklamanın sonucunda tasarımın ilgili çevrelerce gerçekten bilindiğine dair sunulması gereken delillerle ilgili olarak bir miktar/sayı sınırı bulunmamaktadır.
Uyuşmazlık konusu tasarımın ayakkabılar üzerinde olduğu, bilgilenmiş kullanıcının da bu ürünleri satın alan ve kullanan, olağan özelliklerine dair belli bir bilgisi olan genel halkın herhangi bir üyesi olduğu belirlenmiştir. Bu kişi, kataloglara bakan, ayakkabı mağazalarını gezen, bu konuda araştırma yapan ve ayakkabılara olan ilgisi sonucu ayakkabıları kullanırken dikkat seviyesi yüksek biri olarak tanımlanmıştır.
Ayırt edici niteliğin varlığı incelenirken tasarımcının tasarımı geliştirmedeki seçenek özgürlüğünün derecesi dikkat alınmalıdır. Tasarımcının tasarımı geliştirmedeki seçenek özgürlüğünün derecesi, ürünün teknik fonksiyonlarının dayattığı sınırlamalar veya ürüne uygulanacak kanuni gereklilikler tarafından belirlenir.
Somut olayda, tasarımcının ayakkabı tasarımı geliştirmedeki özgürlüğü geniştir. Bu açıdan, aslında yalnızca ayakkabının ayak ergonomisine uygunluğu, duruş sabitliği ve kullanıcı için rahat ve güvenli olması gibi açılardan sınırlıdır. Bunun dışında, şekil, form, malzeme, renk, desen, süsleme gibi birçok açıdan seçim özgürlüğü söz konusudur. Çok farklı çeşit ayakkabı tasarımı mevcuttur ve daha da yapılabilmesi mümkündür.
Tasarımda ayırt edici karakter değerlendirmesi, tasarımın bilgilenmiş kullanıcı görüşüyle önceki tasarımlardan genel izlenim yönünden farklılaşıp farklılaşmadığıyla ilgilidir. Benzerlik ve farklılıkların tek tek listesinin yapılmasıyla bu karşılaştırmanın yapılamayacağı, tasarımın renksiz teknik çizimle sunulmuş olmasından ötürü renk gibi ek unsurların burada dikkate alınmayacağı belirtilmiştir.
Somut olayda, karşılaştırılan tasarımların şekle sahip birer ayakkabıyı içerdiği, bunun çizgiler ve delikler içeren bir üst kısım, yedi çift yuvarlak kuş gözü ve düz kalın dik çizgili bir tabandan oluştuğu belirlenmiştir. Ayakkabıların üst kısmının kısa kesim olup aynı yükseklikte ayakkabının boynunda “Aşil” çentiğine sahip olduğu ve tabanların yaklaşık olarak aynı kalınlığa sahip olduğu not edilmiştir. Aynı sayıda (yedi) ve şekilde (yuvarlak) kuş gözü içermesi, kalın ve geniş bağcık bulunması özellikleri de bu anlamda önemli bulunmuştur. Sonuç olarak, tasarımların örtüştüğü özellikleri gözetildiğinde bilgilenmiş kullanıcı nezdinde aynı genel izlenimi yarattığı kanaatine varılmıştır.
Tasarımların yalnız bir farklılık içerdiği not edilmiştir: üç dalgalı çizgi ile ayakkabının arkasına kıvrılan ek üst dikiş ve PUMA logosu ile birlikte yer alan PUMA BASKET sözcüğü. Bunlar uyuşmazlık konusu tasarımda bulunmadığı ve referans noktası uyuşmazlık konusu tasarım olduğu için önceki tasarımda yer alan bu hususlar dikkate alınmamıştır. Ayrıca Kurul, bilgilenmiş kullanıcının bu unsurlara özellikle önem atfetmeyeceğini düşünmüştür. Üst dikiş kısmının ayakkabı yüzeyinde küçük bir yer kaplaması nedeniyle daha az etkili olduğu, şekil ve kelime unsurunun ise kaynak gösterme görevi gördüğünden bilgilenmiş kullanıcı tarafından genel izlenime etki eden bir görünüş özelliği olarak algılanmayacağı belirtilmiştir.
Son olarak, tasarım sahibinin kötü niyet ve sözleşmesel yükümlülüklerin ihlali savunmalarına ilişkin olarak bunların hükümsüzlüğe dair ofis önündeki süreçle ilgisiz olduğu, ancak özel olarak hukuk mahkemelerinde taraflar arasında görülecek süreçlerde ileri sürülebileceği belirtilmiştir.
Sonuç itibariyle, kanaatimizce bu dosyadan çıkarılacak en önemli noktalardan biri tasarımın başvuru tarihinden ve tanınan hoşgörü süresinden önce kamuya sunulmaması gerektiği, bu sunumun birçok yolla gerçekleştirilebileceği, özellikle de ünlülerle iş birliklerinde bu kadar tanınan, bilinen, medya ilgisi çeken ve takip edilen kişilerin kişisel (!) Instagram hesaplarında yaptıkları paylaşımların ve hatta kişisel yaşamlarında giydiklerinin dahi kamuya sunum teşkil edebileceği hususudur. Bu anlamda, tasarımın yenilik ve/veya ayırt edicilik eksikliğinden hükümsüz kılınmaması için dikkatli olunması gerekmektedir.
Yazı dizimizin birinci kısmında, Türk hukukunda sosyal medya aktörleri ile ilgili olabilecek genel kavramlardan bahsedip bunları tanımlamış ve online içerik paylaşım hizmeti sağlayıcılar bakımından sorumluluk konusu için bir temel giriş oluşturmuştuk. Bu doğrultuda, ikinci kısımda OİPHS’lerin telif hakkı ihlallerinden doğan hukuki sorumluluklarını Türk hukuku çerçevesinde kısaca ele almaya çalışacağız. Bu kapsamda öncelikle belirtmek gerekir ki, yazının temel konusunu oluşturan online içerik paylaşım hizmeti sağlayıcıları kavramını hem yazının uzunluğunu dengelemek hem de okurken daha rahat olacağı düşüncesiyle buradan itibaren (birinci kısımda da olduğu gibi) OİPHS olarak kullanacağız.
1. Telif Hakkına Konu İçerikler, Sağlanan Koruma ve Eser Sahibinin Hakları
İnternet üzerinden, özellikle OİPHS yoluyla eser sahiplerinin haklarının ihlal edilmesi oldukça kolaydır. Bunun başlıca sebepleri, eserlerin dijital ortamda birebir kopya edilmesi ve çoğaltılarak dağıtılmasının kolaylığı, koruma kapsamının belirsizleşmesi, internetin erişim alanı gözetildiğinde ülkesel korumaya konu eserlerin korunacağı yerin ve uygulanacak hukukun belirlenmesinin zorluğu, internette denetimin genel olarak mümkün olmaması veya zorluğu olarak belirtilebilir. Türk hukukunda da aslında diğer hukuk sistemlerinde olduğu gibi, teknolojinin gelişimi ve internetin hayatımıza girerek yayılmasıyla bu problemlerin çözülmesi gereği doğal olarak oluşmuştur. Bu anlamda özellikle Ticaretle Bağlantılı Fikri Mülkiyet Anlaşması (TRIPs Anlaşması) fikri mülkiyet haklarının etkin biçimde korunmasında önemli bir adımdır. Türkiye, Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) kurucu üyelerinden biri olup TRIPs Anlaşması’na en başından itibaren taraf olmasına rağmen gelişmekte olan ülkeler için öngörülen geçiş sürecinden faydalanmak suretiyle 2000 yılında (kuruluştan 5 sene sonra) hükümlerini uygulamaya başlamıştır. Bu anlaşmanın en önemli özelliği, kapsamlı düzenlemeler içermesi ve taraf ülkeler için asgari koruma şartları öngörmesidir.
İnternet yoluyla eser sahibinin haklarının çok kolay ihlal edilebileceğinden bahsederken en önce telif hakkının kapsamından, hangi içeriklerin eser sayılıp ne tür bir korumadan faydalanacağından ve eser sahiplerinin hangi haklara sahip olduğundan kısaca da olsa bahsetmek yararlı olacaktır. Buna göre, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu (FSEK) kapsamında eser korumasından bahsedebilmek için ortada fikri bir çaba sonucu oluşan, sahibinin hususiyetini taşıyan ilim, edebiyat, müzik, güzel sanat ve sinema eseri türlerinden birinin kapsamına giren bir ürün, bir ifade biçimi bulunması gerekmektedir.[1]
Eser koruması için hukukumuzda öngörülen önemli bir şart, kanunda belirtilen eser türlerinden (FSEK m. 2-6) bir tanesini oluşturmaktır (numerus clausus). Bunlardan OİPHS’in sorumluluğunu gerektirebilecek, yani internet üzerinden online içerik şeklinde paylaşılmak yoluyla ihlal edilebilecek birçok eser türü sayılabilir. Bu anlamda ister sözlü ister yazılı olsun herhangi bir şekilde dil ile ifade olunan ilim ve edebiyat eserleri, örneğin şiir veya hikayeler; danslar, sözlü veya sözsüz müzik eserleri, fotoğraflar, resimler, karikatür, heykel veya mimarlık eseri gibi güzel sanat eserleri ve elbette ilişkili hareketli görüntüler dizisi yani özgün video veya film gibi sinema eserleri şüphesiz internet ortamında korunacak eserler niteliğindedir.[2]
Eser sahibinin haklarından internet ortamında ve online içerik paylaşımı bakımından en kritik ve önemli olanlar kanaatimizce mali haklardan işleme hakkı (FSEK m. 21), çoğaltma hakkı (FSEK m. 22), umuma iletim hakkı (FSEK m. 25) ile manevi haklardan umuma arz (FSEK m. 14), eser sahibi olarak tanıtılma hakkı (FSEK m. 15) ve eserde değişiklik yapılmasını men yetkisidir (FSEK m. 16).[3]
a. Eser sahibinin manevi hakları
Eser sahibinin haklarının kapsamından kısaca bahsetmek gerekirse, ilk olarak manevi haklardan eseri kamuya sunma hakkı; eser sahibine ait, yarattığı eseri kendi özel alanından çıkarıp ilk defa kamuya sunma zamanını ve şeklini belirleme ve eserin içeriği hakkında bilgi verme yetkisi olarak açıklanabilir. Bir eser ancak sahibinin rızasıyla kamuya arz edilmişse aleni sayılır. FSEK m. 14/3 uyarınca ayrıca, eser sahibinin izni olsa da kamuya arz, eser sahibinin şeref ve itibarını zedeleyecek şekilde gerçekleştirilemez.
İkinci olarak, yine manevi haklardan adın belirtilmesi veya eser sahibi olduğunun belirtilmesi hakkı eser sahibinin eserini kamuya arz ederken adını belirtip belirtmemesi, yalnızca baş harflerini kullanması veya başka bir ad/mahlas ile arz etmesi yönündeki hak ve yetkisinden oluşmaktadır. Bu hak yalnızca eser üzerinde değil eserin kullanıldığı her yerde adın belirtilmesini kapsar[4]. Kural olarak eser, üzerinde adı belirtilen kişinin sayılır ve eser sahibi eserde adının belirtilmemesini istemediği sürece adının belirtilmemesi bu hakkın ihlalini oluşturur. İnternette de herhangi bir eser yayınlandığında eser sahibinin adı belirtilmemişse aynı şekilde ihlal söz konusu olabilmektedir. Bu husus özellikle link verme durumlarında ortaya çıkabilmektedir. Zira link verilen eserin sahibinin belli olmadığı, isminin verilmediği durumlarda, özellikle derin link, çerçeve link ve gömme link söz konusu olduğunda eserin gerçek sahibinin değil de paylaşanın eser sahibi olduğu sanılabilmekte ve bu da eser sahibinin manevi haklarını ihlal edebilmektedir.
Bahsedeceğimiz üçüncü manevi hak, eserde değişiklik yapılmasını men etme hakkıdır. Buna göre, eser sahibinin izni olmadan eserin bütünlüğünü bozacak şekilde değişiklik yapılamaz. Ne var ki, FSEK m. 16 aynı zamanda bu kurala bir istisna öngörmüştür. Kanunun ve eser sahibinin izniyle eseri işleyen, çoğaltan, yayımlayan kişiler bakımından zorunlu görülen hallerde zorunlu değişimler için eser sahibinin izni aranmamaktadır. Yine de eser sahibinin şeref ve itibarını zedeleyecek şekilde değişiklik yapılması mümkün değildir, eser sahibinin böyle bir durumda yine değişikliği engelleme hakkı bulunmaktadır.
b. Eser sahibinin mali hakları
Eser sahibinin konuyla ilgili mali haklarından ilki olan işleme hakkı kapsamında, eserden ekonomik olarak bağımsız biçimde yeniden değerlendirilebilecek şekilde yeni bir eser oluşturulması söz konusudur. Buradaki durum, yine yaratıcı bir çabayla, bir hususiyet katılmasıyla bir tür eserden başka bir tür eser oluşturulmasıdır. İşleme eser de FSEK m. 6 kapsamında eser korumasından faydalandığından, FSEK m. 21 kapsamında oluşturulan yeni işleme eser üzerinde işleyen kişinin eser sahipliği ve bundan doğan hakları ayrıca mevcuttur. Bir eseri işleme hakkı münhasıran eser sahibine ait olduğundan izin alınması gerekse de izinsiz işleme sonucu oluşan eser de kanunda aranan şartları taşıyorsa eser niteliğinde olur ve yaratıcısı eser sahipliğinden doğan hakların sahibi olur. Eserin ihlal oluşturması onun eser niteliğini etkilemez. Önemli bir husus da işleme hakkının hangi tür için tanınmışsa onun için kullanılabileceği ve işleme eser üzerinde yeniden işleme yapılacaksa bu sefer hem esas eser sahibinden hem de işleme eser sahibinden izin alınması gerektiğidir.[5]
İkinci olarak, internette oldukça önemli olan çoğaltma hakkını açıklamak gerekmektedir. FSEK m. 22’de düzenlenen bu hak kapsamında çoğaltma tekniği ve aracı bakımından bir sınırlama söz konusu değildir, herhangi bir şekilde çoğaltma mümkündür. Eserin tamamını veya bir kısmını çoğaltmak bu hak kapsamındadır.[6] Örneğin eserin bir kopyasının bilgisayara veya USB’ye kaydedilmesi çoğaltma eylemi oluşturacaktır. Bu sebeple de internetin ortaya çıkması ve gelişmesiyle elektronik olarak çoğaltmanın çok hızlı ve kolay olması, birebir aynı kopya yaratılabilmesi gibi gelişmeler bu hakkın ihlalini çok basit ve yaygın hale getirmiştir.
Son olarak bahsedilmesi gereken ve kanaatimizce belki de günümüz internet ortamı bakımından en önemlilerden olan mali hak, FSEK m. 25 kapsamında düzenlenen işaret, ses ve görüntü nakline yarayan araçlarla umuma iletim hakkıdır. Her ne kadar çoğaltma da bu anlamda çok önem taşısa ve yaygın olsa da birkaç yıl öncesine kıyasla, eserlerin kopyalarının kaydedilmesine göre internet üzerinden anlık görüntüleme ve izleme eylemleri yani yayın yoluyla ihlalin ön planda olduğunu söylemek kanaatimizce yanlış olmayacaktır. Zira internette artık kullanıcılar yeni platformlar vasıtasıyla (Netflix, YouTube, Instagram gibi) eserleri diledikleri zaman diledikleri yerde ilk kez veya tekrardan görüntüleyebildiklerinden kaydetme ihtiyacının eskiye göre biraz daha azaldığı söylenebilir. Bu nedenle de yalnızca kullanıcı veya içeriği sağlayanın değil barındıran platformların da sorumluluğuna gidilmesine yönelik düzenlemeler yapılması gerekliliği elbette doğmuştur.
2. Telif Hakkı İhlali Nedeniyle Öne Sürülebilecek Talepler ve Sorumluluk
a. İnternet ortamındaki telif hakkı ihlalleri ile online içerik paylaşım hizmeti sağlayıcılar açısından görünümleri
İnternet ortamında eser sahiplerinin hakları yukarıda da açıklandığı gibi daha kolay ve geniş çaplı ihlale uğrayabilmektedir. Bunların ne şekilde olacağı elbette internet üzerinden gerçekleştirilen eylemin mahiyetine göre de değişebilmektedir. Bu anlamda, kopyalama ya da bilgisayara indirme ve kaydetme gibi eylemler söz konusu olduğunda çoğaltma hakkının ihlali, platforma yüklemek suretiyle diğer kullanıcılarla paylaşma veya onların erişimine açma gibi durumlarda ise umuma iletim hakkının ihlalinden bahsetmek gerekecektir.[7] Bu kapsamda, internet ortamında yaygın olan eylemlerden öne çıkan birkaç tanesini aşağıda kısaca değerlendirmekteyiz.
i. Link vermek
İnternet ortamında ve OİPHS üzerinden çokça gerçekleştirilen bir eylem olan link vermenin birkaç çeşidi mevcuttur. Daha çok çeşidi teknik anlamda mevcut olsa da, burada ihlalin oluşma ihtimalini daha çok gördüğümüz çerçeveleme linkten bahsetmekle yetineceğiz. Çerçeveleme halinde linkin hedeflediği içerik başka bir sayfaya gidilmeden bulunulan sayfada görüntülenmektedir[8]. Mevcut sitede bir çerçeve açılıp içerisinde başka bir sitede yer alan içerik görüntülenmekte olup bu durumda, adres çubuğundaki adres bile değişmediğinden burada özellikle eser sahibi konusunda yanılma riski çok yüksektir. Umuma iletim açısından eser, kaynak sayfada eser sahibinin izniyle yer alıyorsa ihlalin varlığından söz edilemeyeceği kabul edilmekle birlikte izinsiz yer aldığı durumda kaynak da belirtilmemişse hem umuma iletim hem de adın belirtilmesi hakkı ihlal edilmiş olur[9]. Çerçeve içine alınan eserin bütünlüğü bozulmuşsa, FSEK m. 16 kapsamında bir ihlal de somut olayın koşullarına göre söz konusu olabilmektedir. Örneğin, içeriğin başka bir dile çevrilerek paylaşılması durumunda işleme hakkı ve eserin bütünlüğünün korunması hakkı zarar görebilecektir.[10]
5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun (5651 sayılı Kanun) m.4 çerçevesinde kişilik hakkı ihlali söz konusu olduğunda içerik sağlayıcı dahi kural olarak link verdiği içerikten sorumlu olmayıp, ancak bu içeriği benimsiyor ve ulaşılmasını amaçladığı açıksa genel hükümlere göre sorumludur. Dolayısıyla yer sağlayıcının kural olarak sorumluluğunun bulunmaması bu açıdan makul gözükmektedir. İçeriği üreten veya kontrol eden OİPHS olmadığında, kendisine bildirim yapılıp hukuka aykırılığı bildiği halde içeriği kaldırmaması dışında bu açıdan sorumluluğu doğmayacağı düşünülmektedir.[11]
ii. Başkasına ait eseri ihtiva eden içerik paylaşımı
OİPHS kapsamında sunulan hizmetler düşünüldüğünde ihlal görünümlerinden ilk akla gelenlerden biri de kullanıcıların bir başkasına ait eser niteliğinde ve/veya bir eseri de içeren fotoğraf, video, müzik gibi bir içeriği izinsiz olarak platforma yüklemesidir. Bu kapsamda önemli olabilecek ihlal noktalarından ilki, daha önce bahsedildiği gibi, paylaşılan içeriğin kime ait olduğunun bildirilmemesinden ötürü adın belirtilmesi hakkının ihlalidir. Bunun yanı sıra, umuma iletim hakkının ihlal edildiği de söylenebilecektir. Örneğin bir sanatçının bir şarkısının arka plan müziği olarak kullanılması veya bir romanın/şiirin hususiyet taşıyan önemli bir bölümünün kullanılarak internette yayın yapılması umuma iletim hakkının ihlali olacaktır. Esasen, somut olayda bir işleme söz konusuysa, örneğin bir şiirin izinsiz olarak şarkı haline getirilerek söylenmesi ve buna ilişkin ses kaydının yüklenmesi durumunda işleme hakkının ihlali ya da bir eserin bütünlüğünü bozacak ve/veya bir eserin paylaşılırken şeref ve itibarı zedeleyici şekilde herhangi bir değişiklik/ekleme/çıkarma yapılması halinde manevi haklardan eserde değişikliğin yasaklanması hakkının ihlali söz konusu olabilir. Bu örnekler çoğaltılabilir, burada önemli olan herhangi bir eserin kendisinin veya işlemesinin platform üzerinden başkalarıyla izinsiz paylaşılmasının ihlal teşkil etmesidir.
b. Online içerik paylaşım hizmeti sağlayıcılar bakımından telif ihlallerinden doğan talepler ve sorumluluk
Bir önceki başlıkta açıklanan, FSEK kapsamında m. 2-6 arasında belirlenen eserlerden doğan maddi ve manevi hakların ihlali halinde FSEK m. 66-79 arasında belirlenen hukuki ve cezai yollara başvurulabilir. FSEK ek madde 4 kapsamında hak sahibi tarafından hukuka aykırı içeriğin kaldırılması için başvurulması mümkündür.
Her şeyden önce, telif hakları ihlalinin de bir tür haksız fiil olduğunu[12], bu sebeple de Türk Borçlar Kanunu (TBK) m. 49 vd. genel hükümlere de başvurulabileceğini söylemek gerekmektedir. Ancak, FSEK kapsamına giren bir durum söz konusuysa genel hükümlere gitmekten ziyade özel hükümlere başvurmak daha doğru olacaktır.
i. FSEK kapsamındaki hukuki talepler
FSEK ve diğer kanunlar kapsamında öne sürülebilecek hukuki talepleri şu şekilde sıralayabiliriz: Tecavüzün tespiti, ref’i, men’i, tazminat, ihtiyati tedbir ve hükmün ilanı. Tecavüzün ref’ine ilişkin davalarda özel bir hüküm niteliğinde olan FSEK m. 68 çerçevesinde tüm mali haklar bakımından kusur aranmaksızın üç kata kadar telif tazminatına hükmedilebilmesi mümkündür.
Önemle belirtmek gerekir ki, tecavüzün tespiti davası FSEK’te açıkça yer almamaktadır. Yine de söz konusu davalar, haksız rekabet kapsamında Türk Ticaret Kanunu m. 54-58 uyarınca ve Türk Medeni Kanunu m. 25 kapsamında açılabilmektedir.[13] Tecavüzün men’i ve ref’i davaları ise sırasıyla eser sahibinin haklarına tecavüzün önlenmesi ve sona erdirilmesi için açılabilir (FSEK m. 69 ve 66). Men davası, tecavüz tehlikesinin veya devamının önlenmesi için açılabilirken, ref davası ise başlamış ve devam eden hak ihlalinin sona erdirilmesi için açılır; tecavüz sona ermişse açılamaz. Yine de tecavüz sona ermiş fakat hukuka aykırı eylemin sonuçları devam etmekte ise ref davası açılması mümkündür. İnternette işlenen mali ve manevi hakların tecavüzü genellikle devam eden niteliktedir, örneğin izinsiz ve kaynaksız yüklenen eser platformda durmaya devam ettiği sürece eser tekrar tekrar veya yeni kişiler tarafından görülebilir ve bu durumda sürekli ihlal mevcuttur. Bu davalarda kusur şartı aranmaz.[14]
Tazminat davaları bakımından ise, mali ve manevi haklardan hangilerinin ihlal edildiğine göre maddi veya manevi (ya da ikisi birden) tazminat talepli dava açılması FSEK m. 70 kapsamında mümkündür. Doğal olarak, FSEK m. 68 kapsamındaki telif tazminatı hariç, tazminat davasının açılabilmesi için zarar ve kusur şartları aranmaktadır. Ayrıca, FSEK m. 70/3 uyarınca tazminat davalarının yanı sıra bir de eser sahibinin mali ve manevi haklarının ihlal edilmesi üzerine elde edilen kârı da istemesi mümkündür. Manevi tazminat söz konusu olduğunda ise maddi tazminatın aksine mutlaka maddi ve parasal tazmin gerekli değildir, ilan veya özür gibi başka türlü manevi tazmin şekilleri de öngörülebilir[15].
Fikri hakların ihlali yönünden bir ihtiyati tedbir türünü düzenleyen ve doğrudan konuyla ilgili düzenleme olan FSEK ek madde 4 kapsamında da ihlale konu eserin hukuka aykırı içerikten çıkarılması öngörülmüştür. Bu tedbir, internetin doğası gereği hızlıca aksiyon alınabilmesi bakımından öngörülmüştür. Buna göre, önce hak sahibi içerik sağlayıcıya başvuracak, ihlal 3 gün içerisinde durdurulmuyorsa bu sefer savcılığa başvurulup 3 gün içerisinde yer sağlayıcının içerik sağlayıcıya verdiği hizmetin durdurulması talep edilecek, ihlal durdurulursa ancak o zaman içerik sağlayıcısına yeniden hizmet sağlanabilecektir.
Ek madde 4’ün yanı sıra, telif hakkı ihlallerinde genel olarak ihtiyati tedbir talebini düzenleyen FSEK m. 77, “Esaslı bir zararın veya ani bir tehlikenin yahut emrivakilerin önlenmesi için veya diğer her hangi bir sebepten dolayı zaruri ve bu hususta ileri sürülen iddialar kuvvetle muhtemel görülürse hukuk mahkemesi, bu Kanunla tanınmış olan hakları ihlal veya tehdide maruz kalanların ya da meslek birliklerinin talebi üzerine, davanın açılmasından önce veya sonra diğer tarafa bir işin yapılmasını veya yapılmamasını, işin yapıldığı yerinkapatılmasını veya açılmasını emredebileceği gibi, bir eserin çoğaltılmış nüshalarının veya hasren onu imale yarayan kalıp ve buna benzer sair çoğaltma vasıtalarının ihtiyati tedbir yolu ile muhafaza altına alınmasına karar verebilir.” hükmünü haizdir. Buna göre, kanunda belirtilen koşulların oluşması halinde elbette hukuk mahkemesine de başvurmak suretiyle erişimin engellenmesi veya içeriğin kaldırılması gibi ihtiyati tedbir talepleri de öne sürülebilir.
Dikkat edilmesi gereken bir diğer konu da, tedbirin ifade özgürlüğü ve diğer temel haklar bakımından dengeli olması gerektiğidir. Örneğin sosyal medya platformları açısından değerlendirildiğinde sadece ifade özgürlüğü değil, toplantı hak ve özgürlüğünün dahi etkilenmesinin mümkün olduğu düşünülmektedir. Bu sebeple de temel hak ve hürriyetler dengesi gözetilerek hakların özüne dokunulmadan ölçülü bir sınırlama yapılması gerekmektedir. Bu çerçevede, 2019 tarihinde birtakım suçları önlemek ve kişilik hakları ile özel hayatın gizliliğini korumak amaçlı 5651 sayılı Kanun m.8’e eklenen 17. fıkrada da öngörüldüğü gibi, yalnızca içeriğe erişimin engellenmesi ile ihlal önlenebilirse, internet sitesinin tamamına erişimin engellenmesi ölçülü olmayacaktır.[16]
FSEK çerçevesinde, yukarıda bahsedildiği gibi içerik sağlayıcının ihlal bildirimini alıp buna uygun olarak hukuka aykırı içeriği kaldırmaması durumunda sorumluluğu söz konusu olup, platformların ise yalnızca ihlalin durdurulmaması halinde içerik sağlayıcısına hizmet vermeyi durdurması kapsamında sorumluluğu öngörülmüştür. Bu kapsamda, sosyal medya platformlarının sürekli ve genel bir izleme/gözleme/filtreleme sorumluluğu söz konusu değildir.
ii. 5651 sayılı Kanun kapsamında talepler
5651 sayılı Kanunun telif hakkı ihlalleri bakımından uygulanıp uygulanamayacağı konusu tartışmalı gözükmektedir. Bu nedenle bu konuya da bir başlık açıp kısaca değerlendirmek gerekmiştir. Fakat Kanun, m.8’de katalog suçlar arasında telif suçlarını saymamış, m. 9’da kişilik hakkı ihlallerinden bahsetmiş, m.9/A’da da özel hayatın gizliliğini ihlal durumunda uygulanma alanı belirlemiştir. Kanunun düzenlenme amacı da telif suçları veya ihlallerini içermek ve önlenmesinin hedeflemekten çok diğer başka suç türleri ve kişilik haklarının ihlallerine karşı internet kullanıcılarının korunması gibi görünmektedir. Suç ve cezaların kanuniliği ilkesi dikkate alındığında, 5651 sayılı Kanun kapsamında; katalog suçlardan biri işlenmemişse, kişilik haklarına saldırı veya özel hayatın gizliliğini ihlal olarak nitelenebilecek bir eylem ile birleşmedikçe eser ve bağlantılı hak sahiplerinin mali ve manevi haklarının ihlali nedeniyle erişimin engellenmesi yaptırımlarının uygulanamayacağı düşünülmektedir. Bu sebeple, kanaatimizce, söz konusu Kanuna telif hakkı ihlalleri bakımından başvurabilmek ancak ve ancak FSEK m. 14/3 ve 16/3 kapsamında şeref ve itibarın zedelenmesi halinde kişilik hakkı ihlali oluşuyorsa düşünülebilir.
Buna göre, 5651 sayılı Kanun m. 9/1 uyarınca kişilik hakkı ihlal edilenler bakımından söz konusu durumun düzeltilmesi için iki ayrı talep mevcuttur: İhlal oluşturan içeriğin platformdan kaldırılması veya erişimin engellenmesi. Bunların işletilebilmesi için ise iki yola başvurulabilir, “uyar-kaldır” yöntemi ile içerik veya yer sağlayıcısına başvurulması ve içeriğin kaldırılmasının talep edilmesi veya bunun için doğrudan sulh ceza hakimliğine başvurulması. 6518 sayılı Kanun ile 5651 sayılı Kanununun 9/1. maddesi değiştirilmiş ve yeni halinde içerik sebebiyle hakları tecavüze uğrayan kişinin içeriğin kaldırılması için önce içerik sağlayıcısına, ona ulaşamaması durumda yer sağlayıcısına başvurup ihtarda bulunmasına (yani “uyar-kaldır” mekanizmasına) gerek olmadan doğrudan sulh ceza hakimine başvurabilmesi olanağı sağlanmıştır[17]. 5651 sayılı Kanuna eklenen Ek Madde 4’ün 8. fıkrası uyarınca yargı kararı ile hukuka aykırılığın tespiti halinde sosyal ağ sağlayıcı, kararın kendisine bildiriminden itibaren 24 saat içerisinde içeriği kaldırmak veya duruma göre erişimi engellemek zorundadır. Bu sorumluluğun doğması için sosyal ağ sağlayıcıdan önce içerik sağlayıcıya başvurulması gerekmemektedir. Karara rağmen hukuka aykırı içeriği yayından kaldırmayan sosyal ağ sağlayıcı, hak sahibinin bundan doğan zararlarını tazmin etme yükümlülüğü altındadır.[18]
iii. Yargı kararları
Konuyla ilgili olabilecek içtihatlardan da kısaca bahsetmek gerekir. Yargıtay 11. Hukuk Dairesi 2013 tarihli bir kararında, alan adı tahsisi de yapan bir yer sağlayıcı bakımından husumetin bulunmadığı yönündeki ilk derece mahkemesi kararını bozmuş, davalı yer sağlayıcısının tecavüzün durdurulması için ihtarname yoluyla bilgilendirilmesine rağmen hiçbir aksiyon almamasının husumet yarattığına karar vermiştir[19]. Elbette sorumluluğun doğmasında bildirimin varlığına ek olarak ayrıca önemli olan, bildirilen ihlal iddiasındaki içeriğin hukuka aykırı olmasıdır.[20] Aynı şekilde Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 2014 tarihli bir kararında, yer sağlayıcının kusura dayalı sorumluluğu olduğu ve üçüncü kişiye sağlanan hukuka aykırı içerikten iştirak halinde sorumlu olduğuna karar vermiştir. Buna göre, yer sağlayıcının tecavüzün durdurulması, önlenmesi ve kaldırılması bakımından sorumlu olabilmesi için hukuka aykırılıktan haberdar edilmesine rağmen haksız biçimde içeriği kaldırmamış olması gerekir, zira hukuka aykırılığı öğrenip haklı bir neden olmaksızın harekete geçmemesi kusurludur. Haberdar edilme bakımından ihtarnamenin yanı sıra dava dilekçesinin tebliğ edilmesinin de aynı işlevi göreceği kabul edilmiştir.[21] Yine 11. Hukuk Dairesi 2020 tarihli bir kararında, TTK m. 56 uyarınca haksız rekabet davalarında tazminat dışı taleplerde fiili bizzat gerçekleştirenler bakımından kusur aranmadığı, uyar-kaldır kuralı gereği ihtarın ardından hukuka aykırı içeriğin kaldırılmamasının sorumluluk doğuracağı, yer sağlayıcının tazminat sorumluluğu bakımından haberdar edilmiş olmasının yeterli olduğu yönünde karar vermiştir.[22]
Anayasa Mahkemesi, ihlal bildirimi yapılan içeriğin kaldırılması için açıkça ihlal teşkil etmesi gerektiği, aksi halde yer sağlayıcının içeriği yayından kaldırmamasının sorumluluğunu doğurmayacağı kanaatindedir.[23] İhlal bildiriminin ihlalin tespiti için yeterince açık ve anlaşılır olması gerektiği ve ihlali tam belirterek içeriğin yayından kaldırılabilmesini sağlayacak bilgileri içermesi gerektiği de vurgulanmalıdır. Yargıtay bir kararında basiretli davranış yükümlülüğünden bahsetmiştir, ne var ki bu durumda kanunun aksine yer sağlayıcıya içerik ile ilgili araştırma yapma yükümlülüğü yüklemiş bulunmaktadır. Burada yine yer sağlayıcının kanun gereği hukuka aykırılığı araştırma yükümlülüğü olmadığına dikkat edilerek ihlalin tespitinde bir denge bulunması ve bu anlamda belli derecede bir araştırma beklense de bunun en azından ihlal bildiriminden sonra yapılmasının beklenmesi gerekebilmektedir[24].
SONUÇ
Yukarıdaki tüm açıklamalarımız ışığında, hukukumuzda OİPHS’lerin genel bir izleme sorumluluğu olmadığı anlaşılmaktadır. Sorumluluk, hukuka aykırılığın kendilerine bildirilmesinden itibaren başlamakta olup hali hazırda neredeyse hepsinin bu sebeple hukuka aykırılıkların bildirilebilmesi için online ihtar/bildirim mekanizmaları bulunmaktadır.[25] Türk hukukunda telif hakları ihlalinden doğan online içerik paylaşım hizmeti sağlayıcıların hukuki sorumlulukları bakımından henüz FSEK veya başka bir kanun OİPHS’leri tanımlayarak bunlar için özel bir düzenleme getirmiş değilse de, mevcut rejimi değiştirecek bir düzenlemenin elbette mevzuatın bütününe uyumunu gözetmesi gerektiği ve özel hükümlerin getirildiği AB’de de henüz çok yeni olan ve iç hukuka aktarılması bile tüm üye ülkeler tarafından tamamlanmayan konuyla ilgili yeni direktifin nasıl uygulandığı, nasıl sonuçlar getirdiği gibi noktaların gözlemlenmesinin faydalı olacağı da açıktır.[26]
[3] ÖZTAN, Fırat: Fikir ve Sanat Eserleri Hukuku, Turhan, Ankara, 2008, ss.286-392; BOZBEL, Savaş: Fikri Mülkiyet Hukuku, Oniki Levha, İstanbul, 2015, ss. 71-111; TEKİNALP, ss. 160-198.
[5] TEKİNALP, ss. 182-183; BOZBEL, ss. 74-75; AYHAN İZMİRLİ, Lale: Avrupa Birliği ve Türk Hukuklarına Göre İnternet Ortamında Fikri Mülkiyet Haklarının İhlali ve Korunması, Seçkin,Ankara, 2012, ss. 141-142.
[7] AYHAN İZMİRLİ, ss. 174-175, 182-184; ALICA, Türkay/YAVUZ, Levent/MERDİVAN, Fethi: Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu Yorumu, İkinci Baskı, Seçkin, Ankara, 2014, s. 1956.
[8] LEUNG, Dawn: ‘What’s all the Hype About Hyperlinking?: Connections in Copyright’, Intellectual Property Brief 1 (7), 2020, S.63.
[16] ÇINAR, İsmail: “5651 Sayılı Kanun Çerçevesinde Koruma Tedbiri Olarak İnternet Ortamında Yapılan Yayınlarda İçeriğin Çıkarılması ve/veya Erişimin Engellenmesi” İstanbul Medipol Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi 8 (1), 63-95, ss. 89-92.
[17] YASAMAN, Zeynep: Türk ve Avrupa Birliği Hukukunda İnternette Marka Hakkının İhlali, Oniki Levha, İstanbul, 2020, ss. 610-611.
Geleneksel olmayan markalardan kabul edilen üç boyutlu şekil markaları, genellikle ürün şekli ve ambalajlar bakımından tescil edilmek istendiğinde zorluklarla karşılaşılabilmektedir. Bunun asıl sebebi de şeklin, marka olarak tescil edilebilmesi için ayırt edici olması ve piyasadaki diğer aynı tür şekillerden ayrılarak kaynak gösterme fonksiyonunu yerine getirmesi gereğidir. Aksi halde, ayırt edici olmadığı gerekçesiyle ret kararı ile karşılaşılabilmektedir.
Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi (EUIPO) Beşinci Temyiz Kurulu, 3 Haziran 2022 tarihinde R 1839/2021-5 sayılı kararında Absolut votka şişelerinin üç boyutlu şekil markası olarak ayırt ediciliğini değerlendirmiştir.
Uyuşmazlığın Özeti
The Absolut Company Aktiebolag, 15 Şubat 2019 tarihinde 33. sınıftaki alkollü içeceklerden votka malları üzerinde aşağıdaki AB üç boyutlu şekil markasına başvurmuş olup İsveç markasının öncelik hakkına dayanmıştır:
EUIPO marka uzmanı markayı incelediğinde kafasında işaretin ayırt edici karakterine ilişkin soru işaretleri oluşmuş, bunun sonucunda da uzman AB Marka Tüzüğü m. 7/1(b) uyarınca ayırt ediciliği haiz olmadığı için başvuruyu reddetmiştir. Kararın gerekçesi olarak, ilgili tüketicilerin işareti bir bütün olarak ayırt edici görmeyeceği ve belirli bir marka sahibine ait bir marka olarak algılamayacağı belirtilmiştir. İşaretteki unsurların, markayı ilgili sektördeki teamül ve normlardan önemli ölçüde ayıracak şekilde genel bir izlenim oluşturmak bakımından öne çıkan, dikkat çekici veya göz alıcı olmadığına karar verilmiştir. Başvuru sahibinin, ayırt ediciliği iddia etmesi halinde bunu kanıtlaması gerektiği belirtilmiştir. Bunun için de başvuru sahibi, sektörden votka ve alkollü içecekler şişeleri örnekleri sunmuş, işaretin bunlardan farklı özelliklerini açıklamış ve iddialarını destekleyecek örnek içtihat ile AB marka başvuruları sunmuştur. Ayrıca, ürünün piyasaya sürülmesi ile ilgili bilgiler ve uzman görüşü sunmuştur. Ne var ki bunlar uzman tarafından yeterli görülmemiştir. Çünkü, votkanın çok tüketilen bir ürün olduğu ve ilgili tüketicinin dikkat seviyesinin ortalama düzeyde olduğu belirlenmiştir. Piyasada var olan çok farklı çeşitte, çok farklı renk, şekil ve unsur içeren şişeler karşısında böylesi rekabetçi bir ortamda ayırt edilebilecek farklılıkta bir işaret olmadığı sonucuna varılmış, ortalama tüketicinin bu işareti bir marka olarak değil, yalnızca bir ambalaj varyasyonu olarak algılayacağına karar verilmiştir. Başvuru sahibi bu kararı temyiz etmiştir.
Temyiz Kurulu Kararı
Temyiz Kurulu, markadaki renkli unsurların farklı tonlar içerdiğini değerlendirmiştir. Buna göre, işarette yalnızca bakır rengi değil, bakırdan kahverengiye ve altın rengine değişik tonlar mevcuttur. Bu anlamda başvuru sahibinin markanın piyasadakilerden tamamen farklı olarak tek başına bakır rengi içerdiği argümanı kabul edilmemiştir.
AB Marka Tüzüğü m. 4 uyarınca bir AB markası ürün veya ambalajın şeklinden oluşuyorsa bunun bir işletmenin mallarını diğerlerinkinden ayırt edebilecek şekilde olması gereklidir. Madde 7/1(b)’deki ayırt ediciliği olmayan ve bu sebeple tescil edilemeyecek markalar, markanın temel işlevi olan kaynak gösterme fonksiyonunu sağlayamayan ve dolayısıyla tüketicilerin satın alma deneyimlerini iyi ve kötü olmasına göre tekrar edip etmemelerini sağlayamayan işaretlerdir. Üç boyutlu şekil markalarının ayırt edicilikten yoksun olmaması ve karıştırılma ihtimali yaratmaması için ilgili sektördeki teamül ve normlardan önemli ölçüde ayrılması ve ticari kaynağını gösterebilmesi aranmaktadır. Ancak, üç boyutlu şekil markalarının ayırt ediciliğinin incelenmesindeki kriterler, diğer marka çeşitlerinden farklı veya daha fazla değildir. Yine de ilgili ortalama tüketicinin dikkat seviyesi ve markaları ayırt etme bakımından algısı ile ilgili sektör dikkate alındığından ve de genelde tüketicilerin herhangi bir yazılı veya görsel unsur olmadan sadece ürün veya ambalaj şekli üzerinden markayı tahmin etme alışkanlığı olmadığı gözetildiğinde, üç boyutlu şekil markalarının ayırt ediciliğini ortaya koymak kelime veya diğer şekil markalarına göre biraz daha zor olabilmektedir.
Kurul, markanın yalnızca sınırlı votka malları üzerinde değil, 33. sınıfta yer alan alkollü içecekler bakımından incelenmesi gerektiğini belirtmiştir. Bunun sebebi de daha önceki bir Genel Mahkeme kararı çerçevesinde, tüketicilerin spesifik içki türlerinin pazarlamasından yalnızca onlar yönünden değil, diğer benzer içki türleri bakımından da etkilenmesi olarak verilmiştir.
Ayırt ediciliğin değerlendirmesinde her unsurla birlikte genel izlenim incelenmelidir. Unsurlar tek tek değerlendirilmiştir. Kapağın sadece teknik işlev olarak sıvıyı içeride tutmak için var olan normal bir kapak olduğu, sadece bakır değil bakır-kahverengi-altın tonları içerdiği, kare şişe tabanı şekillerinin viski ve cin içkileri bakımından çok yaygın olduğu ve çok benzerlerinin sert alkollü içeceklerde bulunduğu, daha kısa boyun, şişe yapısı ve ölçüleri gibi özelliklerin de ön plana çıkmadığı ve geniş pazarda varyasyonlarının mevcut olduğu belirtilmiştir. Şişedeki labirent yapısının da yeni veya orijinal olmadığı ve yüzey tasarımının sadece süs olduğunu, kaynak gösterme fonksiyonu olmadığı, ayrıca seçilen yüzey tasarımının çok karmaşık ve bakılan açıya göre değişen şekilde olması nedeniyle ticari kaynağını göstermekten ziyade dekoratif olduğu nitelendirmesi yapılmıştır. Aynı şekilde, tasarımın karmaşıklığı ve dış yüzeye uygulanması gibi nedenlerle, ilgili pazarda kolaylıkla ve anında ayırt edilebilecek şekilde olmadığı ve akılda kalmayacağı değerlendirilmiştir. Fakat, arka kısımda yer alan iki büyük kare bakır-kahverengi-altın tonlu kısmın ise her yönden görülebilir olduğu ve bununla birlikte öndeki etiketin ve boyun kısmındaki sargının tüketicilerce fark edileceği düşünülmüştür. Bu ek unsurların tüm şişe şekli üzerinde güçlü etkileri olduğu ve tüketicilerin şişeyi bunlardan dolayı hatırlayacağı ve votka üreticisiyle bağı kuracağı kanaatine varılmıştır.
Sonuç olarak Temyiz Kurulu, tüketicilerin söz konusu markaya dayanarak ürünü alma deneyimlerini tekrar edebilmesi veya bundan kaçınabilmesinin mümkün olduğuna karar vermiştir. Söz konusu şeklin, özellikle de renkli arka kısım, boyun ve etiket dikkate alındığında, sektördeki diğerlerinden önemli ölçüde ayrıldığı ve ayırt edici olduğu sonucuna varılmıştır.
Önemli Noktalar
Kurul, işarette hiçbir kelime olmadığından, ayırt edicilik değerlendirmesinde dikkate alınacak ilgili tüketicinin tüm AB topluluğu olması gerektiğini belirtmiştir.
Marka somut olaydaki gibi pazarlanabilmesi bakımından paketlenmesi gereken bir ürünün üç boyutlu ambalaj şeklinden oluştuğunda (renksiz bir sıvı olduğu için ambalajın şeklini alması nedeniyle), bu ambalaj şekli ürünlerin imajını çizmektedir. Bu nedenle de Kurula göre, bu tarz ürünlere dair markalar incelenirken ilgili sektördeki aynı türdeki ve aynı tüketicilere hitap eden diğer ambalajlar ile sektördeki norm ve teamüller de dikkate alınmalıdır.
Benzerlerinin bulunması halinde, hangi marka olduğu hemen algılanabilir ve akılda kalıcı, kaynak gösteren ambalajların ayırt edici olduğu kabul edilir. Yani farklılıkların öne çıkması gerekmektedir. Farklı renkler ve tonlarının varlığı ile bunların çok yer kaplaması önemli görülmüştür. Hatta, tek rengin tek başına ayırt ediciliği olmadığı kabul edildiğinden burada aslında rengin farklı tonları içermesi ve geniş alan kaplaması da kararın başvuru sahibi bakımından olumlu çıkmasında etkili olmuştur. Ancak dikkat edilmesi gereken bir nokta da unsurların ve oluşturduğu şeklin çok kompleks/karışık/güç anlaşılır şekilde olmamasıdır. Zira bu durumda şeklin tüketicilerin aklında kalmayacağı değerlendirilmektedir.
Türk Patent ve Marka Kurumunun hazırladığı 2021 tarihli Marka İnceleme Kılavuzunda da üç boyutlu şekil markaları ile ilgili olarak şu ifadelere yer verilmiştir: “Teorik olarak şekil markalarının görsel benzerlik değerlendirmesinde uygulanan kriterler üç boyutlu markaların benzerlik değerlendirmesinde de aynı şekilde uygulanacaktır. Burada dikkat edilmesi gereken husus çekişme konusu unsurların ayırt edici niteliğe sahip unsurlar olup olmamasıdır. Genel kural olarak, ayırt edici nitelikten yoksun veya minimum düzeyde ayırt edici nitelikte olan ortak unsurlar söz konusu olduğunda markalar arasında karıştırılma ihtimali olmayacağı sonucuna ulaşılır. Ortak unsur konumunda yer alan şekil şayet özgün nitelikte ise işaretlerin görsel açıdan benzer oldukları kabul edilir.“
Yine kılavuzda konuya örnek olarak verilen Ankara 1. FSHH Mahkemesi 2011/94E., 2013/63K. sayılı kararında mahkemenin şu değerlendirmelerine atıfta bulunulmuştur: “davacının markasında yer alan üç boyutlu şeklin, özgün bir şekil olduğu, şekerleme veya çikolataların bu şekilde üretilmesi gibi bir zorunluluk olmadığı gibi, sektörde yaygın kullanılan bir şekil de olmadığı, dolayısıyla davacının markasında yer alan ve ihtilaf konusu olan şeklin, davalı markası kapsamındaki tüm mallar açısından ayırt edici nitelik taşıdığı ve markasal işlev gördüğü… bu nedenle; davalı markasının davacının markaları ile KHK m. 8/1-b anlamında benzer nitelikte olduğu …”
Sonuç olarak üç boyutlu şekil markalarında, özellikle de ambalaj ve ürün şekli söz konusu olduğunda dikkate alınması gereken en önemli hususun aslında şeklin fazla karmaşık olmadan ilgili sektördeki norm ve teamüllerden ayrılarak farklılaşması olduğu ve ancak o zaman ayırt ediciliğin var olduğunun kabul edileceği söylenebilir.
Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi (EUIPO) İtiraz Birimi, 14 Ocak 2022 tarih ve B 3 133 780 sayılı kararında, LV ve NL Loves Vittorio ibareli markaların şekil unsurlarının benzerliğini değerlendirmiş ve aralarında karıştırılma ihtimali olup olmadığını incelemiştir. Sonuç olaraksa, bu satırların yazarının katılmadığı bir karar vererek, Louis Vuitton Malletier’in itirazını reddetmiştir.
Uyuşmazlığı özetlersek, itiraz sahibi Louis Vuitton Malletier 2 Kasım 2020 tarihinde 25. sınıfta yer alan giysi türündeki ürünler ile 26. sınıfta yer alan tekstil ve dikiş ürünleri ile saç aksesuarları gibi malları kapsayan aşağıdaki markanın tescili talebinin tüm mallar bakımından reddedilmesi istemli itirazını EUIPO’ya sunmuştur:
İtiraz sahibinin itirazına dayanak olarak gösterdiği şekil markası ise aşağıdaki gibidir:
İtiraza dayanak iki aynı işaretli şekil markasından biri 15 628 sayılı AB markası olup 25. sınıfta giysi türündeki ürünleri içerirken, diğeri ise AB’yi seçerek yapılmış 1 127 687 sayılı uluslararası başvurudur ve bu marka da 26. sınıfta tekstil ve dikiş ürünleri ile saç ve kıyafet aksesuarları dahil olmak üzere bu sınıftaki birçok ürünü içermektedir.
İtiraz Birimi, işaretler kapsamındaki malların bazılarının aynı, bazılarının ise benzer olduğunu belirtmiş olup usul ekonomisi gerekçesiyle hepsini tek tek karşılaştırmamış, tümünün aynı olduğu kabulüyle incelemesini gerçekleştirmiştir.
İşaretlerin benzerliği incelemesinde görsel, işitsel ve kavramsal benzerliklerin bütünsel değerlendirmesinin yapılması gerektiği, işaretlerin ayırt edici ve baskın unsurlarının değerlendirilmesi gerektiği belirtilmiştir. İşaretlerdeki ortak unsurların tanımlayıcı, imalı veya başka türlü zayıf olup olmadığı ile bu ortak unsurların mal ve hizmetlerin ticari kökenini işaret etme kapasitelerinin ne kadar olduğunun da değerlendirilmesi gerektiğine vurgu yapılmıştır.
Önceki marka olan itiraz sahibi markalarının ‘LV’ veya ‘VL’ olarak ilgili toplum için söz konusu ürünler bakımından özel bir anlam ifade etmediği, bu sebeple de ayırt edici olduğu sonucuna varılmış, her ne kadar stilize şekilde yazılmış olsa da harflerin rahatça anlaşılabilir olduğu belirtilmiştir.
Uyuşmazlık konusu işaretin logo kısmının ise ‘NL’ veya ‘LN’ harflerinden oluştuğu, bunun da ilgili toplum için söz konusu ürünler bakımından özel bir anlamı olmaması nedeniyle ayırt edici olduğu ve yine stilize yazılsa da rahatça anlaşılabilir olduğu belirtilmiştir. Bu iki harfin altında daha küçük şekilde büyük harflerle stilize olmayan biçimde yazılmış ‘LOVES VITTORIO’ ibaresini incelediğinde ise İtiraz Birimi, LOVE kelimesinin tüm üye ülkelerde anlaşılabilir, uluslararası olarak yaygın kullanılan basit bir İngilizce kelime olduğu kanaatindedir. Her ne kadar genelde olumlu bir anlam vermek için kullanılsa da ürünleri tanımlıyor olmadığı için bu ibarenin de bir erkek ismi olan VITTORIO gibi ayırt edici olduğu kanaatine varılmıştır. Burada ibarenin, NL LOVES VITTORIO yani NL baş harflerine sahip birinin Vittorio isimli birini seviyor olduğu anlamının çıkacağı sonucuna varılmıştır.
İtiraz Birimi ayrıca işaretlerin uzunluğunun aralarındaki farklılığa etki ettiği kanaatindedir. Bir işaret ne kadar kısaysa toplumun o işaretin tüm münhasır unsurlarını o kadar kolay algılayabileceği belirtilmiştir. Bu sebeple de kısa işaretlerde küçük farklılıkların çoğu zaman farklı genel izlenime yol açması söz konusudur. Bunun aksine, uzun markalarda ise toplum farklılıkların daha az farkındadır. Bu sebeple de Birim, somut olayda kısa işaretten oluşan önceki markaların uyuşmazlık konusu marka ile kolay bir şekilde ayırt edilebileceği düşüncesindedir.
Görsel benzerlik incelemesinde, işaretlerin sadece L harfini ortak içerdiği, kısmen de iki harfin stilinde özdeş olduğu, fakat kalan diğer tüm unsurlarda farklılaştığı ortaya konulmuştur. Stilize harflerin tüketicilerin harfleri oldukları gibi algılamasını engellemeyeceği, bunu sadece kelimelerin dekoratif tasviri olarak algılayacakları belirtilmiştir. Bu sebeplerle de işaretlerin görsel olarak çok düşük benzerlik taşıdığı sonucuna varılmıştır. Aynı şekilde, işitsel olarak da benzerlik çok düşük görülmüştür. Kavramsal olarak ise benzerlik bulunmamıştır.
Bütünsel değerlendirmede, uyuşmazlık konusu işarette yer alan ek kelimelerin karıştırılma ihtimalini önlediği değerlendirmesinde bulunulmuştur. Sadece benzer stilin kullanılmış olması farklı unsurların da varlığı gözetildiğinde ilgili toplumun ürünlerin aynı ya da ekonomik olarak bağlantılı işletmelerden kaynaklandığı düşüncesine kapılması için yeterli görülmemiştir. Hatta, tüketicilerin söz konusu kelimelerin bu hayali stilleri ile karşılaştıklarında genel bilgi düzeyleri ve sektördeki önceki tecrübeleri doğrultusunda o ibareyi en kolay nasıl söyleyeceklerse o şekilde algıladıkları, somut olayda logoların ilgili toplum tarafından derhal LV veya VL (önceki marka) ile NL veya LN (uyuşmazlık konusu işaret) olarak stillerinin ötesinde algılanacakları açıklanmıştır. Birime göre toplum, stilize kelimelere alışkındır. Yine, önceki işaretin kısa işaret olduğu ve sonraki uzun işaretle sadece tek bir harf ortaklığı olduğu da karıştırılma ihtimalinin yeterli bulunmadığı noktasında vurgulanmıştır.
Kısacası, her ne kadar işaretler kapsamındaki mallar birebir aynı kabul edilmiş olsa da karıştırılma ihtimalinin bulunmadığı sonucuna varılmıştır.
Dikkat çekmek gereken önemli bir nokta da Louis Vuitton Malletier’in tanınmışlık gerekçesine de dayanmış olsa da herhangi bir delil sunmamış olması ve tanınmışlığa dayalı iddialarının delil eksikliğinden reddedilmesidir. Esasında uygulamada birçok tanınmış markaya dair karşılaşılabilen bu tutum itirazın sonucunda oldukça etkili olabilen ve itiraz sahipleri veya vekillerince yapılan önemli bir hatadır. Markanın tanınmışlığı delil sunulmaksızın bir etki yaratmamaktadır, itiraz sahipleri markanın tanınmışlığına güvenip ofislerin bunu kendiliğinden ele alacaklarını ya da kabul edeceklerini düşünmemelidir. Her ne kadar birçok kişi tarafından derhal algılanabilen, gerçekten tanınmış markalar söz konusu olsa da EUIPO ve diğer fikri mülkiyet ofisleri tanınmışlık iddialarını yeterli somut delil olmadan kabul etmemekte ve hatta incelememektedir. Bu sebeple de logonun tanınmışlığıyla ilgili olarak haksız yarar sağlama, markanın ayırt ediciliğinin veya itibarının zarar görmesi gibi sebeplerin ortaya konmasıyla itiraz kabul edilebilecekken tanınan zaman diliminde hiçbir delil sunulmaması ve dolayısıyla tanınmışlık iddiasının gerekçelendirilmemesi nedeniyle reddedilmiştir. Kanaatimizce LV markasının tanınmışlığına dair yeterli delil sunulmuş olsaydı, senelerdir kıyafet ve ayakkabı gibi ilgili ürünlerde logonun yoğun olarak kullanıldığına şüphe olmadığından İtiraz Birimi AB Marka Tüzüğü 8/5 maddesi kapsamında tanınmış marka koruması kapsamında itirazı kabul edilebilirdi.
Her halükârda yine kanaatimizce LV harflerinin iç içe geçmiş şekli ile uyuşmazlık konusu markada öne çıkan LN harflerinin iç içe geçmiş hali çok benzemektedir. Malların da birebir aynı olmasından dolayı karşılıklı bağımlılık ilkesi de gözetilerek işaretlerin benzerliği az bulunsa da karıştırılma ihtimali bulunduğunu düşünmekteyiz. Sırf sonuna iki kelime eklendi diye işaretlerin tamamen farklılaştığını düşünmek birçok açıdan hatalı sonuçlar doğurabilir. Zira ilgili toplum, özellikle de LOVES VITTORIO ibaresinin baş harflerinin de LV olduğu ve logoların aynı stile sahip olduğu, uyuşmazlık konusu markada ilk bakışta logonun göze çarptığı ve N harfinin yazılışının burada V harfine oldukça benzediği de gözetildiğinde iki işaret arasında gerçekten açık bir farklılığı ve farklı kaynaklardan geldiklerini derhal algılayabilecek bir durumda olmayabilecektir. Ayrıca, bizce LV ibareli logoyu içeren birçok Louis Vuitton Malletier markasının gerek tek başına gerekse başka şekillerle en azından 90’lardan beri tescilli olduğu göz önüne alındığında uyuşmazlık konusu markanın seri marka niteliğinde algılanabileceği iddiası ve değerlendirmesi de yapılabilirdi.
Sonuç olarak, bir marka ne kadar tanınmış olsa da fikri mülkiyet ofisi önüne bu tanınmışlığı ortaya koyacak yeterli somut delil getirilmemişse tanınmışlık iddiaları reddedilecektir. Bu nedenle de her ne kadar marka çok tanınmış olsa da itirazla birlikte bu hususu ortaya koyan yeterli delili sunmak çok önemlidir. Bu delillerle uyuşmazlık konusu markanın önceki markanın tanınmışlığından haksız yarar sağlayacağı, ayırt ediciliğini ve itibarını zedeleyebileceği ortaya konulmalıdır. Bunun yanı sıra, kısa işaretlerde her ne kadar ortak kısa unsur çok benzer olsa dahi sonraki işarete eklenmiş olan diğer unsurlar belli ki işaretleri farklılaştırmak için yeterli görülmektedir. Bu durum kanaatimizce zaman zaman kötüye kullanılmaya açıktır, özellikle de tanınmış bir marka söz konusu olduğunda ve bu husus itiraz sahibi tarafından kanıtlanamadığında sonraki markanın tescili halinde tüketiciler nezdinde karıştırılma ihtimali doğabilecek ve önceki markanın tanınmışlığından haksız yarar sağlanıp, markanın ayırt ediciliği veya itibarı zedelenebilecektir. Bu aşamada Louis Vuitton Malletier büyük ihtimalle bu kararı EUIPO Temyiz Kurulu’na taşıyacaktır, oradan ne karar çıkacağını zamanı gelince hep birlikte göreceğiz.
Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi (EUIPO) İkinci Temyiz Kurulu, 9 Aralık 2021 tarih ve R 848/2021-2 sayılı kararında, LVV ve LAV ibareli kısa markaların benzerliğini değerlendirmiş ve aralarında karıştırılma ihtimali olup olmadığını incelemiştir. Söz konusu karara şu linkten ulaşabilirsiniz.
Uyuşmazlığı özetlersek, marka başvuru sahibi 6 Aralık 2019 tarihinde aşağıdaki şekil markasının 21.sınıfta çanak çömlek; ayakkabı çekecekleri; temizlik bezleri; kürdanlar; ayakkabı kalıpları; şarap tadım pipetleri; ayakkabılar için fırçalar; fırçalar; cam şişeler [kaplar]; şişeler; ev veya mutfak kullanımı için kaplar; ev amaçlı seramikler; içme kapları; yemekler için termal yalıtımlı kaplar; kozmetik aletleri için tescilini istemiştir:
İtiraz sahibi, tüm mallar bakımından aşağıdaki markalarına dayanarak itiraz etmiştir:
2017 yılında tescil edilmiş ve 21.sınıfta ev veya mutfak alet ve kapları; tarak ve süngerler; fırçalar (boya fırçaları hariç); fırça yapma malzemeleri; çelik yünü; işlenmemiş veya yarı işlenmiş cam (inşaat için olanlar hariç); diğer sınıflara dahil olmayan züccaciye, porselen ve toprak işi; bulaşıklar, kavanozlar, kurabiye kavanozları, bardaklar, kupalar, tepsiler, yumurta tutacakları, kahve kupaları, sos tavaları, karaflar, kek kalıpları, çaydanlıklar, cam ve porselenden yapılmış yemek takımı (bıçaklar, çatallar ve kaşıklar dışında), özellikle kaseler, kupalar, tabaklar, tuzluk ve biberlik, sos kapları, sürahi ve vazolar; cam ve porselenden heykelcikler, heykeller ve sanat eserlerini içeren AB şekil markası ile,
2013 yılında tescil edilmiş ve 21.sınıfta ev veya mutfak alet ve kapları; tarak ve süngerler; fırçalar (boya fırçaları hariç); fırça yapma malzemeleri; temizlik amaçlı gereçler; çelik yünü; işlenmemiş veya yarı işlenmiş cam (inşaat için olanlar hariç); diğer sınıflara dahil olmayan züccaciye, porselen ve toprak işi; bulaşıklar, kavanozlar, kurabiye kavanozları, bardaklar, kupalar, tepsiler, yumurta tutacakları, kahve kupaları, sos tavaları, karaflar, kek kalıpları, çaydanlıklar, cam ve porselenden yapılmış yemek takımı (bıçaklar, çatallar ve kaşıklar dışında), özellikle kaseler, kupalar, tabaklar, tuzluk ve biberlik, sos kapları, sürahi ve vazolar; cam ve porselenden heykelcikler, heykeller ve sanat eserlerini içeren AB şekil markası.
İtiraz Birimi, 17 Mart 2021 tarihli kararıyla, her ne kadar malları aynı kabul etse de itirazı tamamen reddetmiştir. İşaretler 3 harften oluştuğu için kısa marka olarak nitelendirilmiş ve marka ne kadar kısaysa toplumun da markanın tüm münferit unsurlarını o kadar kolay ayırt edebileceği belirtilmiştir. Bu anlamda görsel benzerlik ortalamanın altında olarak değerlendirilmiştir. Ayrıca, önceki markanın bir kelime olarak algılanacağı, sonrakinin ise bir kısaltma olduğunun düşünüleceği de belirtilmiştir. Zaten, biraz da bu nedenle, işaretler arasında işitsel olarak da benzerlik düşük bulunmuştur (biri LAV veya LAEV gibi tek hecede, diğeri L-V-V olarak ilgili dile bağlı şekilde harf harf okunacaktır). Bu nedenle de Birim tarafından, somut olayda olduğu gibi kısa işaretlerde küçük farklılıkların farklı bir genel izlenime yol açabileceği öne sürülmüştür. Bundan hareketle de uzun markalarda toplum, farklılıkların daha az farkında olacaktır. Burada ayrıca önemle belirtilmelidir ki İtiraz Birimi, “Lav” ibareli diğer önceki markayla yaptığı karşılaştırmada ise daha da az benzerliğin olduğunu, zira bu önceki işaretin küçük harfler içermesinin farklılıkları artırdığını, çünkü ortada yer alan büyük V’nin büyük A ile az da olsa benzerlik taşımasına rağmen bunun küçük a için geçerli olmadığını ve görsel olarak farklılık yarattığını öne sürmüştür. Sonuç itibariyle uyuşmazlık konusu başvuru ile önceki markalar arasında İtiraz Birimi tarafından karıştırılma ihtimali bulunmamıştır.
İtiraz sahibi, markaların oluştuğu üç harften ikisi olan L ve V harflerinin ortak olması ile aynı L harfiyle başlamalarının karışıklık yaratacağını, kısa olan bu markaların harflerinin aynı dizilimde olduğunu ve tek heceye sahip olduklarını, şekli unsurları da farklılık yaratmaya yeterli olmadığını öne sürerek karara itiraz etmiştir. Ayrıca, LAV ibaresinin de başlı başına bir kelime olduğunun varsayılması için bir sebep olmadığını, onun da bir kısaltma olabileceğini, bu anlamda önceki itirazı inceleyen uzmanın belirttiği gibi İngilizce okunuş dikkate alındığında LAV’ın “el-ei-vi” ve LVV’nin ise “el-vi-vi” olarak okunacağını; aynı ritim, tonlama ve uzunluğa sahip olarak işitsel anlamda da çok benzer olacağını savunmuştur.
Temyiz Kurulu incelemesinde de uyuşmazlık konusu markaların kapsamındaki malların aynı olduğunu varsayılmıştır. İşaretler bakımından, sırasıyla L ve V harflerinin ortak olduğu belirtilmiş, ortalarındaki harflerin A ve V olmasında farklılaştıkları ortaya konulmuştur. Stilizasyon, yazı tipi ve renklerde farklılık olduğu belirtilmiştir. Temyiz Kurulu tarafından vurgulanan husus, somut olayda işaretlerin kısa olduğu, kısa işaretlere uygulanan kuralların farklı olduğu ve bunların kurulu bağlayıcı içtihatlarla oluştuğudur. Buna göre, işaretler arasındaki önemsiz farklılıklar bile farklı bir genel izlenim yaratabilmektedir. Bu sebeple de Temyiz Kurulu, İtiraz Biriminin görsel olarak ortalamanın altı benzerlik bulgusuna ve işitsel olarak varsa bile çok düşük benzerlik görüşüne katılmıştır.
Temyiz Kurulu ayrıca, karıştırılma ihtimalindeki genel değerlendirmenin işaretlerin ve malların benzerliği arasındaki birbirine bağımlılığın da dikkate alınarak yapılması gerektiğini vurgulamıştır. Buna ek olarak, işaretler arasındaki benzerlik veya farklılıkların kendine özgü özellikleri veya satış koşullarına da bağlı olabileceği belirtilmiştir. Buna göre, somut olayda ilgili mallar tüketicilerin görsellere dayanarak kendileri seçerek aldığı şekilde satıldığı için görsel benzerliğin daha önemli olduğu söylenebilir. Burada tüketicilerin görsel olarak malları alırken incelediğinde LAV olup olmadığını hemen fark edebilecekleri değerlendirilmiştir. Karşılıklı bağımlılık ilkesine göre, mallar birebir aynı olsa dahi işaretlerin düşük derece benzerliğinin en azından bir ölçüde kazanılmış ayırt edicilik gerektirmekte olduğu ifade edilmiştir.
Küçük harfler içeren diğer önceki markayla ilgili İtiraz Birimi değerlendirmeleri Temyiz Kurulu tarafından da uygun bulunmuştur.
Sonuç itibariyle Kurul, markalar arasında karıştırılma ihtimalinin olmadığına ve bu sebeple itirazın reddine karar vermiştir.
EUIPO, Marka Kılavuzunda itiraz incelemelerinde işaretlerin benzerliği bölümünde yer alan kısa markalar başlığı altında üç harften oluşan kısa markalarda tek harf farklılığının benzerlik ihtimalini ortadan kaldırmayacağını özellikle bu harfin işitsel olarak benzer olduğu durumlar için belirtmiştir[1]. Bunun için örnek olarak İLS – ELS markaları ile Ran – R.U.N. markalarına ilişkin olaylar verilmiştir. Ne var ki, aşağıdaki markalar için yapılan karşılaştırmada ilk harflerin ilgili tüm dillerde farklı okunduğunu, harflerin birbirinden çok farklı olduğunu ve şekli unsurların birbirine benzemediğini belirterek karıştırılmayacakları değerlendirmesi yapılmıştır:
Aynı şekilde kılavuzda belirtildiği gibi Genel Mahkeme, ile COR markalarının yalnızca düşük derecede işitsel olarak benzediğine ve ilgili Almanya halkının kesinlikle işaretlerin başlarındaki farklılıkları fark edeceğine karar vermiştir.
Nitekim TÜRKPATENT’in Marka İnceleme Kılavuzunda da “İki veya üç harften oluşan marka başvuruları arasında yapılacak benzerlik değerlendirmesinde, marka örneğinde yer alan diğer ilave unsurlar ve şekil unsurları birlikte dikkate alınır. Karşılaştırılan işaretlerin her birinde ilave unsurların yer alması durumunda kural olarak, markaların bütünsel olarak farklılaştığı kabul edilir. Harfler arasında “&”, “!” gibi sembollerin kullanılmasının da, markaların birbirinden yeterince farklılaşmasını sağlayabileceği dikkate alınarak, ayırt edilemeyecek kadar benzerliği ortadan kaldırdığı kabul edilecektir.” ifadesi yer almaktadır. Bunun yanı sıra, örnek olarak verilen Yargıtay kararında (Yargıtay 11. HD, 14.12.2015 tarih ve 2015/6222 E- 2015/13415 K sayılı karar) aşağıdaki işaretler değerlendirilmiş, harflerin diziliminden dolayı biraz benzerlik bulunmasına rağmen, markaların yazım biçimleri, içerdikleri şekiller, renkler ve sözcükler dikkate alınarak bıraktıkları genel izlenim değerlendirildiğinde birbirlerinden farklı oldukları sonucuna varıldığı belirtilmiştir:
Sonuç olarak, kısa markalarda işaretlerin benzerliği değerlendirmesinin uzun markalara göre biraz daha farklı yapıldığı, bu anlamda kısa markalarda ufak farklılıkların da karıştırılma ihtimalini önleyeceği ve toplum nezdinde markaların birbirinden ayırt edilebileceğini sağlayabileceği kabul edilmektedir. Bu nedenle, kısa markalarda yalnız tek harfin değiştiği durumda dahi markaların bir arada var olabileceği ve ticari kaynağının doğru olarak algılanabileceği anlaşılmaktadır.
2019/790 sayılı AB Dijital Tek Pazarda Telif Hakları Direktifi, gelişen ve değişen teknolojinin de dikkate alınmasıyla Avrupa Birliği’nde telif haklarının korunması bakımından uyumlaştırma amacı gütmektedir. Direktif, 2019 yılında kabul edilmiş olup AB üye ülkelerinin söz konusu direktifi kendi iç hukuklarına aktarmaları için 7 Haziran 2021 tarihine kadar süre tanınmıştır. COVID-19 pandemisi ile, AB Komisyonu’nun Direktifin çok tartışmalı olan ve online içerik paylaşım hizmeti sağlayıcılarla ilgili 17.maddesine ilişkin Rehberini yayımlaması ertelenmiş olup yine özellikle m.17 ve ifade özgürlüğü çerçevesinde Polonya’nın ABAD’a yaptığı başvuru sonucu beklenen karar da Direktifin iç hukuka aktarılmasında yaşanan gecikmelerin sebeplerinden sayılabilir.
Bahsedilmesi gereken önemli gelişmelerden bir tanesi de, Avrupa Komisyonunun 26 Temmuz 2021 tarihinde Direktifi tam olarak iç hukuka aktarmamış olan Avusturya, Belçika, Bulgaristan, Güney Kıbrıs, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Estonya, Yunanistan, İspanya, Finlandiya, Fransa, Hırvatistan, İrlanda, İtalya, Litvanya, Lüksemburg, Letonya, Polonya, Portekiz, Romanya, İsveç, Slovenya ve Slovakya’ya resmi yazı göndererek geçiş sürecinde nerede olduklarını bildirmeleri için 2 aylık süre vermesidir.
İç hukuka aktarma sürecini kısmen/tamamen tamamlayan veya tamamlama sürecinde olan bazı ülkelerden sınırlı olarak aşağıda kısaca bahsedeceğiz[1].
Gerd Altmann, Pixabay
Öncelikle İtalya’da 5 Ağustos 2021 tarihinde uyumlaştırma için öngörülen kararname taslağı Bakanlar Kurulu tarafından kabul edilmiştir. Geçiş süreci henüz tamamlanmasa da, bazı hükümler Direktifle tam olarak aynı değildir, örneğin Direktifin 15.maddesinin aktarımı olan İtalyan Telif Kanunu mükerrer 43.maddede çok kısa basın yayın alıntılarının tanımı yapılmış olup Direktifte ise buna dair tanım yoktur. Her somut olaya göre ayrı değerlendirme yapılmalıdır. Bir de İtalyan kanun taslağında, basın yayıncılar ile internet hizmet sağlayıcıların lisans sözleşmesi müzakere etmesi zorunluluğu getirilmektedir. Yine, m.17’nin uyumlaştırılması için ex ante yani yükleme öncesi hukuka uygun içerikler bakımından da telif korumasının uygulanması gündemdedir (aşağıda görüleceği gibi Almanya’da da ex ante telif uygulaması söz konusudur)[2].
Macaristan, Macar Telif Kanunu’nun 1 Haziran 2021’de yürürlüğe girmesiyle uyumlaştırmayı öngörülen son tarihten önce tamamlayan birkaç üye ülkeden biridir. Esasen, Hollanda ise Telif Direktifi Uyumlaştırma Kanununu 29 Aralık 2020 tarihinde resmi gazetede yayımlayarak Direktifi tamamıyla iç hukukuna aktaran ilk ülkedir. Yine de, Direktif 19.maddeye ilişkin öngörülen hükümlerin (“şeffaflık zorunluluğu” yani lisans alan/devralanın eser sahibine düzenli olarak eseri kullanımıyla ilgili bilgi vermesi) 7 Haziran 2022’den itibaren uygulanmaya başlayacağı düzenlenmiştir[3].
Bazı üye ülkeler, Direktifin uyumlaştırmasını parça parça yapmaktadır. Buna bir örnek de Fransa’dır. Örneğin Direktifin 15.maddesiyle ilgili düzenleme 24 Ekim 2019’dan beri yürürlükte iken 17-23.maddeler için Kasım 2020’den itibaren 6 ay içerisinde, diğer maddeler ise 12 ay içerisinde öngörülmüştür. Ancak hala süreç devam etmektedir[4]. Danimarka’da ise Direktif iki parça halinde iç hukuka aktarılmaktadır. Buna göre, ilk kısım taslağı (m. 15 ve 17’ye ilişkin) 26 Mart 2021’de sunulmuş olup 3 Haziran 2021’de kabul edilmiştir. Devamı beklenmektedir. Burada önemli bir detay, Danimarka Telif Lisans Mahkemesine meslek birliklerinin sözleşme yapmak konusunda makul olmayan şartlar öngörüp öngörmediği hakkında karar vermek konusunda yetki verilmesidir. Ayrıca mahkeme, telif ücreti dahil olmak üzere şartları da belirleyebilecektir[5].
Özellikle m.17 uyumlaştırması kapsamında biraz daha detaylı bilgi vermek istediğimiz Almanya örneğinde, Alman Uyumlaştırma Yasası, 7 Haziran 2021 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Ayrıca, bu kapsamda Direktifin 17.maddesine ilişkin ayrıca uyumlaştırmanın öngörüldüğü Alman Telif Hizmet Sağlayıcı Kanunu ise 1 Ağustos 2021 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Alman kısaltması UrhDaG olan bu ikinci kanun, kullanıcılar tarafından içerik sağlanan platformlardaki eser ihtiva eden içeriklerin hangi koşullarda kanunen izinli varsayılıp hukuka uygun kabul edileceğini düzenlemektedir. En tartışmalı maddelerden biri olan Direktif 17.maddeye UrhDaG 9(2) ve 10.bölümlerde bir düzenleme getirilmiş olup kullanıcıların, ticari olmayan amaçlarla veya önemli bir gelir sağlamayacak şekilde platforma yükledikleri içerikler eğer kümülatif olarak, bir başkasının eserinin %50’sinden azını içeriyor, içeriği başka içeriklerle kombine ediyor ve eseri çok ufak çaplı olarak veya önemsiz derecede kullanıyorsa (film veya hareketli görüntünün veya müzik parçasının en fazla 15 saniyesi, bir metnin en fazla 160 karakteri içerir parçası ve fotoğraf ile grafiklerin en fazla 125 kilobayt kadarı), bu kullanım kanunen izinli varsayılan kullanım kapsamında değerlendirilir ve otomatik olarak engellenmemelidir. Yine de hizmet sağlayıcı, eser sahibini söz konusu paylaşım ile ilgili bilgilendirerek yayımı üzerine şikayet hakkını kullanabilmesini sağlamak durumundadır. Bu kapsamda bu kanunu önemli kılan özellik, yükleme filtrelemesinin telif haklarını ihlal etmeyen içerikleri de engellemesini önlemek yani aşırı engelleme riskini azaltmak için bir mekanizma öngörmesidir[6]. Bu açıdan, henüz Direktifi iç hukukuna tamamen aktaran çok da üye ülkenin bulunmadığı gözetildiğinde, Alman uyumlaştırması bir örnek olabilecektir.
Pete Linforth, Pixabay
Üye ülkelerin uyumlaştırmayı nasıl yapacakları bir yana, uygulamada bu hükümlerin nasıl sonuçlar doğuracağı da merak konusudur. Zira Almanya gibi Direktifin 17.maddesini oldukça detaylı düzenleyen başka ülkelerin olup olmayacağı ve özellikle filtreleme, ifade özgürlüğü, platformlara getirilecek yükler gibi hususlar bakımından gelişmeleri takipte kalmaya çalışacağız.
Alara NAÇAR
Eylül 2021
nacar.alara@gmail.com
[1] Kullandığımız ana kaynak, Glasgow Üniversitesi UK Copyright and Creative Economy Centre (CREATe) tarafından hazırlanan direktif uygulama durumu sayfasıdır (CDSM Implementation resource page).
Bilindiği üzere, Birleşik Krallık (BK) Avrupa Birliği üyeliğinden uzun bir Brexit sürecinin sonunda (31 Ocak 2020-31 Aralık 2020 geçiş süreci olmak üzere) 1 Ocak 2021 tarihi itibariyle tamamen ayrılmış bulunmaktadır. Bu sürecin doğal sonucu da elbette bazı uygulamalarda, hukuki ve idari süreçlerde ve kurallarda değişikliklerin olmasıdır. Bu anlamda AB Anlaşmaları, AB serbest dolaşım hakları ve genel itibariyle AB kuralları artık BK açısından (ayrı bir düzenleme olmadan) uygulanabilir değildir. AB tüzükleri ise BK ulusal hukukunda 2018 AB (Çekilme) Kanunu uyarınca çıkarılacak tüzüklerle iptal edilmedikleri sürece uygulanacak durumdadır[1]. Gerek doğrudan uygulanabilir olan mevcut AB tüzükleri gerekse de AB direktiflerinin iç hukuka uygulanması şeklindeki ulusal düzenlemeler, “muhafaza edilmiş AB mevzuatı” şeklinde BK hukuk sisteminin bir parçası olmaya devam etmektedir[2]. Bu kapsamda, Çekilme Kanununun yanı sıra Brexit-sonrası Ticaret ve İşbirliği Anlaşması da detaylı düzenlemeler içermektedir.
Bu yazımızın konusunu, 26 Mart 2021 tarihinde BK Temyiz Mahkemesinin verdiği TuneIn Inc v Warner Music UK Limited and Sony Music Entertainment UK Limited [2021] EWCA Civ 441 kararı oluşturmaktadır. Söz konusu kararı incelemeye değer bulmamızın sebebi, Temyiz Mahkemesinin, BK’nın AB Adalet Divanı (ABAD)’ın umuma iletim hakkı ile ilgili içtihadından ayrılması gerektiğine yönelik iddiaları reddetmiş olmasıdır. Oybirliğiyle verilen kararda, radyoları bir araya getiren ve internetten yayın yapan TuneIn hakkında verilen telif hakkı ihlalinden sorumluluğa ilişkin ilk derece kararı, bir yüksek mahkeme tarafından onanmıştır. Kararda, umuma iletim konusundaki ABAD içtihadı ve ilkeleri de özetlenmiştir.
Uyuşmazlığın Arka Planı
Davalı TuneIn, Amerikalı bir teknoloji şirketi olup çevrimiçi bir internet radyosunu işletmektedir. Bu radyo, BK’daki kullanıcıların dünya çapındaki on binlerce müzik istasyonuna internet (web sitesi veya uygulama) üzerinden erişimini sağlamaktadır. Bunun için dizinleme de yapmakta; konum, müzik türü ve dili gibi özelliklere göre kategorize etmekte ve hatta içerikleri kişiselleştirmektedir. TuneIn, kullanıcıları linkler yoluyla üçüncü kişilerin radyo istasyonuna bağlamakta, ancak kullanıcılar bu süreçte TuneIn Radyo internet sitesi sayfasından ayrılmamaktadır ve açık bir şekilde bağlanılan yayının kendi sayfası görüntülenmemektedir. Yani bir nevi çerçeveleme söz konusudur. Burada kullanıcılar, içeriğin TuneIn tarafından sağlandığını düşünebilmektedir. Ayrıca TuneIn, 2017 Nisan ayına kadar kullanıcıların reklamları atlayabilmesi ve içeriği kaydedebilmesi gibi özellikleri içeren bir ‘premium’ hizmeti de sunmaktadır. BK kullanıcıları TuneIn’in kullanıcı kitlesinin yaklaşık %10’unu oluşturmaktadır.
Photo by Ryan Stefan on Unsplash
İlk derecede davacılar Warner Music ve Sony Music de TuneIn’in BK’de çoğaltma ruhsatı olmayan dünya çapındaki radyolara erişimi sağlayarak umuma iletim eylemi gerçekleştirdiğini ileri sürmektedir. İlk derecede dava kabul edilmiştir, fakat TuneIn kararı temyiz etmiştir. Temyiz nedenleri arasında, TuneIn’in sadece halka açık içeriklere link sağladığı ve hatta bu sebeple bir arama motorundan farklı olmadığı iddiası yer almaktadır.
Uyuşmazlık Hakkında Verilen Kararlar
ABAD, daha önce verdiği kararlarda, umuma iletim hakkının ihlali eyleminin belli bir ülke hedeflenerek gerçekleştirilmesi gerektiğini belirtmiştir. Yani, bir siteye bir üye ülkeden yalnızca erişimin var olması ihlalin varlığı için yeterli görülmemektedir.
İlk derece kararında, web sitesinin nasıl düzenlendiğine göre tüm sayfalarının tek bir yeri hedeflemesi gerekmediği belirtilmiştir. Her somut olay kendi koşullarına göre değerlendirilmelidir. İlk derece hakimi tarafından örnek mahiyetinde, hedef alınan toplumun belirlenmesi bakımından dikkat edilebilecek faktörler şu şekilde belirtilmiştir:
Web sitesinin görünümü, BK’ya mal ve hizmet sağlamak için açık bir niyet gösteriyor olabilir veya liste/harita şeklinde BK gösterilmiş olabilir,
Dil, para birimi, telefon numarası ve ulusal üst seviye alan adı kullanımı gibi site özellikleri buna yönelik olabilir,
Hizmet sağlayıcının iş hacmi ve özellikleri, sağlanan ve teklif edilen mal ve hizmetlerin özellikleri ve BK’dan yapılan ziyaret sayısı önemli olabilir.
Bunlar uygulamalar bakımından da aynı şekilde değerlendirilebilir. Olayın özelliklerine göre ağırlıkları farklı olabilecektir. Hakime göre TuneIn, BK’yı ve oradaki kullanıcıları hedef almıştır. Hak sahiplerine ait her bir ses/müzik kaydı bakımından ayrıca hedef alınma incelemesi yapılması gerekmediği, ama yapılsa dahi onlar bakımından da BK’nın hedef alındığı açıkça değerlendirilmiştir. Esasen, BK’yı hedef almayan yabancı internet radyo istasyonları da TuneIn’in davranışları sonucunda BK’ya yönlendirilmiş hale gelmiştir.
İlk derece hakimi esasen yayınları kategorilere ayırmış;
(1) BK’da lisanslı müzik radyo istasyonları (MRİ),
(2) BK’da veya başka bir yerde lisanslı olmayan MRİ,
(3) BK dışında bir bölgede lisanslı MRİ ve
(4) Premium MRİ (BK’da lisanslı değil, ABD’de yerleşik, sadece üyelere özel, uyuşmazlıktan kısa bir süre sonra BK kullanıcıları için kaldırıldı)
şeklinde 4 kategori belirlemiştir. Sonuç olarak; 2., 3. ve 4. kategorideki müzik radyo istasyonları bakımından telif hakkı ihlalinin var olduğuna karar vermiş, 1. kategoride yer alan BK’da lisanslı radyo istasyonları bakımından ihlalin var olmadığı yönünde hüküm kurmuştur. Pro uygulamasında da 4 kategorideki istasyonlardan ses kaydı alma özelliği devredeyken telif hakkı ihlali oluştuğuna hükmetmiştir. Hatta Pro uygulaması yoluyla müzikleri kayıt altına alan kullanıcıların da ihlal eylemini gerçekleştirmiş olacakları belirtilmiştir. Kategori 2, 3 ve 4’teki yayınları sağlayan istasyonlar ise TuneIn bu istasyonlarla BK’yı hedef aldığında ihlali gerçekleştirmiş sayılmaktadır. Sonuç itibariyle hakime göre TuneIn, ihlalden sorumludur ve hatta haksız fiilde müşterek faildir. Bunun da telif hakkında müşterek sorumluluk bakımından sessiz kalan fikri mülkiyet mevzuatından dolayı mahkemelerin haksız fiildeki müşterek sorumluluk doktrini ile boşluğu doldurmasının bir sonucu olduğu belirtilmiştir.
TuneIn, temyiz başvurusunda Temyiz Mahkemesinin umuma iletim ve link verme konusunda ABAD içtihadından ayrılması gerektiğini savunmuştur. Temyiz Mahkemesi ise umuma iletim konusunda mevcut ABAD içtihadını özetleyerek herhangi bir değişikliğin ancak 1 Ocak 2021 tarihinden itibaren etkili olabileceğini ve BK’nın ABAD içtihadından ayrılmaması gerektiğine karar vermiştir. Bunun sebebi olarak da esasında, umuma iletim kavramının yorumlanmasında mevzuatta yasal bir rehberin eksikliği ve telif hakkının ülkeselliği ile internetin globalliği arasındaki çatışma gösterilmiştir. Bu anlamda, ABAD’ın umuma iletim konusunda eşsiz bir deneyimi olması ve zamanla içtihadını da oldukça geliştirmiş olması da gerekçe olarak verilmiştir. Hakim aynı zamanda, ne ulusal ne de uluslararası mevzuatta herhangi bir değişiklik olduğunu ve bu sebeple de mevcut içtihattan sapmanın önemli bir hukuki belirsizlik yaratacağını savunmuştur.
Photo by Alexander Shatov on Unsplash
Temyiz Mahkemesi, TuneIn bakımından platformunda sunulan, BK’da lisanslı olanlar dahil, ilk derece tarafından belirlenen dört müzik istasyonu kategorisinde de telif ihlalinin varlığına hükmetmiştir. İlk derece, TuneIn’in Pro uygulamasındaki kayıt fonksiyonunun orijinal iletimden farklı teknik yöntemlerle gerçekleştiğini ve yeni bir kamu bulunup bulunulmamasına bakılmadan umuma iletimin varlığını kabul etmiştir. Temyiz de bu değerlendirmeye katılarak yayını kayıt seçeneğinin umuma iletim fiiline bir etkisi olmadığını belirtmiştir.
Her ne kadar 2014 yılından bu yana yeni eklenecek istasyonlar için TuneIn, “Yeni İstasyon Formu” doldurulmasını, 2016’dan beri de “İstasyon Güncelleştirme Formu” doldurulmasını zorunlu kılsa ve bu formlarda internet radyo istasyonları işletmecisinin gerekli lisanslara sahip olup olmadığıyla ilgili işaretlemeleri gereken bir kutucuk yer alsa da, binlerce istasyonun bu kutucuğu hiç işaretlememiş olduğu anlaşılmıştır. Dolayısıyla, istasyonlar tarafından gerçekleştirilen ihlal yani izinsiz müzik yayını, TuneIn’in bilgisi dahilindedir.
Temyiz Mahkemesinin değerlendirmesine göre, ABAD’ın konu hakkında 31 Aralık 2020’den önce vermiş olduğu kararlar, “muhafaza edilen AB içtihadı” olarak Brexit-sonrası ulusal hukukun bir parçası olmaya ve alt derece mahkemelerini bağlamaya devam edecektir. Temyiz Mahkemesinin ve Yüksek Mahkemenin bu kararlardan ayrılma yetkisi olsa da bu yetki aynen kendi önceki içtihadından ayrılmasında olduğu şekilde yani büyük dikkatle kullanılabilir. 31 Aralık 2020 tarihinden sonra verilen ABAD kararları ise bu kuralın bir parçası olmayıp BK mahkemelerini bağlayıcı da değildir. Yine de mahkemeler takdir ederse bunları da dikkate alabilir.
Bunun üzerine temyiz hakimi, 31 Aralık 2020’den sonra verilmiş olan ABAD VG Bild Kunst kararının değerlendirmeye alınıp alınmaması gerektiğini sorgulamıştır. Umuma iletim konusunda verilmiş 25 karardan biri olması ve bunlardan 24’ünün muhafaza edilen AB içtihadı kapsamında olması ile mahkemenin bu içtihattan sapmama kararı alması bu anlamda önemli bir etkendir. Bir diğer etken, bu kararın ABAD’ın önceki içtihadını geliştiren bir karar niteliğinde olmasıdır. Üçüncü olarak karar, Büyük Daire kararıdır ve dördüncü olarak link verme mevzusuna ilişkin olup doğrudan somut uyuşmazlıkla ilgilidir. Son olarak ABAD’ın önceki kararlarından Svensson ve Renckhoff’un ilişkisine değinmekte olup somut olayda hakim bunların birbiriyle çatıştığı kanaatindedir. Dolayısıyla, VG Bild Kunst kararı da değerlendirmede dikkate alınmalıdır.
TuneIn’in temyiz gerekçeleri esasen yine ilk olarak radyonun topluma açık ve hukuka uygun olarak internette herkese erişilebilir halde olan içeriklere link verdiği ve kural olarak geleneksel bir arama motorundan hiçbir farkı olmadığı yönündedir. Gerek ilk derece gerekse de temyiz hakimi bu iddiaları kabul etmemiştir. TuneIn, geleneksel bir arama motoru niteliğinde değildir ve kullanıcılarına link vermekten çok daha fazlasını yapmaktadır. Sesli içerik ve yayınlara çerçeveleme linki sağlamakta olup bu yayınlar Warner ve Sony Music repertuarını içermekte, bunlar düzenlenip metadata kullanılarak kullanıcılar bu yayınları dinlemeyi seçtiği sürece bilgileri de onlara gösterilmektedir.
Svensson ve Renckhoff’un çatıştığı en önemli noktadan bahseden hakim, Svensson kararında ABAD’ın, umuma iletim fiilinden sorumluluk için yeni bir kamuya yapılacak iletimi arayıp internette kamuya açık biçimde hali hazırda yayımlanmış bulunuyorsa o eser bakımından telif hakkı ihlalinin oluşmayacağı; Renckhoff kararında ise, bir sitede hak sahibinin isteğiyle eserin kamuya açık olarak yayımlanmasının ardından eğer tüm iletimlerin serbest olacağı söylenirse bunun bir nevi umuma iletim hakkının tükenmesini oluşturacağı görüşünde olduğunu ortaya koymuştur. Bu durumda da hak sahibinin eserinden yararlanma hakkı kısıtlanacaktır. Svensson’da eserin bir internet sitesinde herkesin erişimine sunulması eylemiyle eser sahibinin tüm potansiyel internet kullanıcılarını hesaba kattığı fakat Renckhoff’ta bu eylemin yalnızca yayımın yapıldığı (ve diğer) internet sitesi kullanıcılarını kapsadığı, tüm dünyayı kapsamadığı değerlendirilmiştir. İlk derece mahkemesi bu açıdan bir eserin önce bir sitede hak sahibinin izniyle yayımlanmasının ardından bir başka sitede izinsiz yeniden yayımlanmasının umuma iletim eylemi oluşturabileceğini (Renckhoff) ancak esere yalnızca link vermenin böyle değerlendirilmeyebileceği (Svensson) incelemesinde bulunmuştur.
İlk derece mahkemesi, ortada hem kamu hem de iletim fiilinin bulunduğu sonucuna varmıştır. TuneIn, BK kullanıcılarının Warner ve Sony Music repertuarını içeren yabancı internet radyo istasyonu yayınlarına erişimini sağlamıştır. Bu hizmetin BK’daki kullanıcıları da belirsiz sayıda ve fakat çoktur. Ayrıca, yabancı ülkelerde gerekli izin verilmiş olsa ve bu izin linkler ve arama motorlarıyla erişilmeyi kapsasa dahi, TuneIn Radyo’nun iletiminde hedeflenen BK halkına yapılan yayımı da kapsayacak şekilde bu iznin genişletilmesi düşünülemez.
Somut olayda, ABAD’ın GS Media karar da değerlendirilerek, TuneIn’in kazanç sağlama amacıyla ve eserlerin telif hakkının olduğu bilgisini haiz olarak fakat bunların internetten yayını için izin verilmemiş olabileceği farkında olunarak eylemlerini gerçekleştirdiği yönünde kanaat oluşmuştur.
Temyiz başvurusunda TuneIn, ilk derece hakiminin umuma iletim hakkını çoğaltma hakkıyla karıştırdığını iddia etmektedir. Temyiz hakimi bu iddiaya bir ölçüde katılmış, ilk derece mahkemesinin aksine Pro uygulamasının kayıt özelliğinin devrede olup olmamasının önemli olmadığını, umuma iletimin Pro uygulaması için de aynı şekilde yayına link sağlamakla gerçekleştiğini belirtmiştir. Orijinal iletimle aynı teknik araçlar kullanıldığı, Pro uygulamasının kayıt özelliğinin varlığı ile yokluğu arasında hak sahibinin orijinal iletime izin verdiğinde hesaba kattığı kamu bakımından bir fark bulunmadığı ifade edilmiştir. Kamu olarak yine BK içindeki kullanıcılar söz konusudur. TuneIn, telif ihlalinden kaçınmak için gerekli çabayı göstermiş görünmemektedir.
Photo by Marcin Nowak on Unsplash
Pro uygulamasını kullanarak şikayetçilerin repertuarındaki şarkıları kaydeden BK kullanıcılarının çoğaltma hakkını ihlal ettiği konusunda bir aksi görüş yoktur. Yalnızca TuneIn’in imkan verdiği radyo istasyonları kaydedilebilirken yine TuneIn tarafından kayıt özelliği istasyon bazlı olarak devre dışı bırakılabilmektedir. Bu da TuneIn’in kontrol derecesini ve ihlalin kaçınılmazlığını ortaya koymaktadır, haksız fiil bakımından TuneIn yönünden de müşterek sorumluluk söz konusudur.
Sonuç olarak genel itibariyle temyiz hakimi, ilk derece hakiminin bulguları ve değerlendirmelerine katılmış gözükmektedir. Yalnızca, ilk derece mahkemesinin 1.kategorideki istasyonlar bakımından sağlanan kayıt özelliği devredeyken yapılan yayın sonucu TuneIn’in umuma iletim fiilinden sorumluluğu olduğu yönündeki kısmına karşı temyiz hakimi Arnold, temyiz istemini kabul edilebilir bulmuştur.
Sonuç
Açıkça görülebileceği gibi, Birleşik Krallık’ın Avrupa Birliği üyeliğinden ayrılması üzerinden biraz zaman geçse de kafalarda soru işaretleri spesifik olaylar özelinde oluşmaya devam etmektedir. Bu dosyada da en önemli soru işareti kanaatimizce BK mahkemelerinin ABAD kararlarını takip edip etmeyeceği, ilkelerini uygulamaya devam edip etmeyeceği ve cevap olumsuz olması halinde nasıl bir uygulamaya gidip nasıl kararlar vereceği üzerinde toplanmaktadır. Kararda açık ve net biçimde 31 Aralık 2020’den önceki ABAD içtihadının muhafaza edileceği ve kullanılacağı, sonrasında verilen kararlardan da yararlanabileceği ancak bunlarla bağlı olunmadığı cevabı verilmiştir. Dolayısıyla da somut olayda ABAD’ın ilgili içtihadında belirlenen ilkeler uygulanmış ve binlerce yayını bir araya toplayarak internet radyosu oluşturan TuneIn’in hak sahiplerinden izin almadan bu yayınları yapmasının, isabetli olarak, umuma iletim haklarının ihlalini oluşturduğu kanaatine varılmıştır.
Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi (“EUIPO”) Birinci Temyiz Kurulu 7 Mayıs 2021 tarihinde, markanın iptal edilmemesi için kullanmamaya dair haklı nedenlere ilişkin R 557/2020-1 numaralı bir karar vermiştir. Kararda; marka sahibi tarafından sunulan deliller incelenerek markanın tescil edildiği 2011 yılından iptal talebinin yapıldığı 2019 yılına kadar kullanılmaması için haklı neden oluşturabilecek bir durum söz konusu olup olmadığı hususları değerlendirilmiştir.
Uyuşmazlığı mümkün olduğunca kısa tutmaya çalışarak aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:
18 Mayıs 2011 tarihinde Sören Claus Katz (“Marka Sahibi”), “Monteverdi” ibareli 18 Kasım 2010 tarihli rüçhan hakkına dayanarak markanın Avrupa Birliği’nde (“AB”) tescili için Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi’ne (“EUIPO”) Nice sınıflandırmasına göre 12. sınıftaki “Taşıtlar; kara, hava ve deniz lokomotif aparatları”, 18. sınıftaki “Deri ve yapay deriler, ve bunlardan mamul başka sınıflarda yer almayan eşyalar; hayvan derileri ve postları; bavullar ve seyahat çantaları; şemsiyeler, güneş şemsiyeleri ve bastonlar; eyerler.” ve 25. sınıfta “giysiler, ayak giysileri ve baş giysileri.” mallarını kapsayacak şekilde başvurmuş ve EUIPO tarafından bu marka 29 Eylül 2011 tarihinde tescil edilmiştir.
24 Temmuz 2019 tarihinde, Sports Classics London Limited (UK) (“Sports Classics”) şirketi, söz konusu markanın tüm mallar bakımından AB Marka Tüzüğü m. 58/1(a) kapsamında kullanılmama nedeniyle iptalini talep etmiştir. EUIPO İptal Birimi, iptal talebini kabul ederek 23 Ocak 2020 tarihinde aşağıdaki sebeplerle markayı tümden iptal etmiştir:
– İptal başvurusu, Marka Sahibine bildirilmiş ve markanın kapsamındaki tüm mallar bakımından kullanıma ilişkin delil sunması için 2 aylık süre verilmiştir. Fakat, Marka Sahibi iptal talebine cevaben bu süre içinde hiçbir dilekçe veya delil sunmamıştır.
– AB Marka Direktifi m.19/1 uyarınca, eğer AB markası sahibi markasının ciddi kullanımına dair verilen sürede delil sunmazsa uyuşmazlık konusu AB markası iptal edilir.
– Somut olayda da, Marka Sahibi herhangi bir cevap vermemiş olduğundan ortada ne markanın tescilli olduğu mallar bakımından ciddi kullanımına ilişkin herhangi bir delil ne de kullanmamaya ilişkin haklı bir sebep vardır. Bu nedenle, AB Marka Tüzüğü m. 62/1 uyarınca, AB markasının iptal başvurusu olan 24 Temmuz 2019 tarihinden itibaren tümüyle iptal edildiği ve AB Marka Tüzüğünde yer alan etkilere sahip olmadığı kabul edilmelidir.
Marka Sahibi, 17 Mart 2020 tarihinde Temyiz Kuruluna başvurmuştur. Temyiz başvurusunda yer alan sebepler aşağıdaki şekilde özetlenebilir:
Marka Sahibi, markasının kullanmamasının haklı nedenleri olduğunu ileri sürmüştür. Buna göre Marka Sahibi, 9 977 489 numaralı “Monteverdi” ibareli AB marka başvurusunu özellikle spor arabalar üzerinde kullanmak amacıyla yapmış olup hali hazırda elektrikli bir “Monteverdi” arabası geliştirmektedir. Marka Sahibi, arabanın esasen 2016 yılında piyasaya çıkacağını öne sürmüş ancak yetkililerce aranan emisyon testi, araç ruhsatı ve araç onay gereklilikleri gibi bazı resmi gerekliliklerin engel olduğunu belirtmiştir. Marka Sahibine göre, söz konusu Marka Sahibinden kaynaklanmayan hususlar markanın kullanılmasını imkansız kılmış ve kullanım sürecinde gecikmelere yol açmıştır.
Marka Sahibi, 2009 yılında MONTEVERDI ismiyle yeni bir araba tasarlayıp üretip piyasaya sürmeye karar vermiştir (Ek 1). Ek 2’de ise araç geliştirme programının 2015/2016’da tamamlandığı ve yüksek hız tutumu, sesi ve emisyon testi gibi tüm gerekli resmi izin prosedürlerinin başlatıldığı görülmektedir. 10 Ağustos 2019 tarihinde ise Marka Sahibi emisyon testini nihayet geçebilmiştir. Aralık 2019’da ise Lüksemburg’daki ATEEL tarafından ECE R95 isimli yandan çarpışma testini geçmesi gerektiği kendisine bildirilmiştir. 2020 yılında da bu yandan çarpışma testlerinden ikisini yapmış ve son testin Avrupa tipi izni vereceğini beklemiştir. Tüm bunlar Marka Sahibine göre MONTEVERDI markalı yeni arabasını çok daha önce piyasaya sürebileceğini fakat değişen hukuki düzenlemeler yüzünden daha da fazla testi geçmesi gerektiğinden gecikme yaşadığını göstermektedir. Bunların hiçbiri onun elinde değildir. Son izni 2021 yılında alıp en kısa sürede ilk MONTEVERDI markalı arabasını çıkarmak istemektedir. Bu aracın geliştirilmesi ve gövdesi için yaklaşık olarak 10 milyon Euro harcadığını belirtmiştir. Testlere, bunlardan alınan belgelere ve izinlere ilişkin deliller ek 3-5 arasında sunulmuştur.
Ek 6’da, 16 Temmuz 2015 tarihli emisyon raporu yer almaktadır. Volkswagen’in emisyon hilelerinin sonucu olarak Marka Sahibinin emisyon sistemini, yeni katalizör dönüştürücü geliştirme ve yeni motor yönetim yazılımı dahil olmak üzere, yeniden yapılandırması gerekmiştir. Ek 7’de görülebileceği üzere 10 Ağustos 2018 tarihinde testten geçebilmiştir.
Son yandan çarpışma testi Haziran/Temmuz 2020 tarihi olarak öngörülmüş olup başka gereklilikleri de takiben normalde Kasım/Aralık 2020 tarihinde ek 10’dan görülebileceği gibi tüm sürecin bitmesi beklenmektedir. Bu arada, üretim de çoktan planlanmış olup platformlar için tüm aletler hazırlanmıştır. Sırada Monteverdi arabalarının gövde kalıplarının alınması vardır ve bu da Marka Sahibine göre yaklaşık 8-16 hafta alabilecektir. Buna göre, ilk test aracı 2021’deki Cenevre Motor Show’a hazır olabilecektir. Ardından, düzenli üretimin ayda 2-8 arabayla mümkün olabileceği ve Avrupa Birliği, İsviçre, Orta Doğu ve Asya’da araçların dağıtılacağı söylenmektedir. Beş yıl içerisinde araç satış hacminin yılda 60-120 arasına çıkması beklenmektedir.
Marka Sahibinin vekili, EUIPO’nun gönderdiği resmi yazışmadan haberleri olmadığını, böyle bir yazı tebliğ almadıklarını, bu sebeple de delil sunmak için zaman sınırları olduğunu bilmediklerini iddia etmiştir. AB Marka Tüzüğünün 98. maddesine göre belgenin bildirildiğini ispat yükü Ofis’in üzerindedir.
Marka Sahibinin sunduğu delilleri de aşağıdaki gibi sıralayabiliriz:
• Ek 1: AC Automotive GmbH fabrikasının fotoğrafı;
• Ek 2: Mr Georg F. Simonis tarafından düzenlenen 18 Mayıs 2020 tarihli bir onay;
• Ek 3: İzin için gerekli şartların bir listesi;
• Ek 4a: Görüş sahasına ait bir denetim raporu;
• Ek 4b: Konteyner ve tanklara ilişkin bir denetim raporu;
• Ek 4c: Çekme aygıtı için bir denetim raporu;
• Ek 5: Alman Araç Otoritesi tarafından düzenlenen 9 Şubat 2016 tarihli onay;
• Ek 6: 16 Temmuz 2015 tarihli emisyon raporu;
• Ek 7a: 10 Ağustos 2019 tarihli emisyonlar için denetim raporu (1);
• Ek 7b: 10 Ağustos 2019 tarihli emisyonlar için denetim raporu (2);
• Ek 8: AC Cobra Mk VI görüntüleri;
• Ek 9: Monteverdi gövde 7 görüntüsü;
• Ek 10: AB Marka Sahibinin açıklaması (ekleri dahil);
• Ek 11: AB Marka Direktifi m. 19 ve AB Marka Tüzüğü m. 64/1 çıktıları (İngilizce ve Almanca);
• Ek 12: AB Marka Direktifi m. 61 ve AB Marka Tüzüğü m. 98/1 çıktıları (İngilizce ve Almanca);
• Ek 13: Beck Online-Marka Kanunu Yorumu Kur/Bomhard/Albrecht, UMV, 20. Baskı, m. 98, No. 41-45 çıktısı ve İngilizce çevirisi.
İptal başvurusu sahibinin temyizdeki argümanları ise aşağıdaki şekilde özetlenebilir:
– 9 977 489 sayılı uyuşmazlık konusu marka ciddi şekilde Avrupa Birliği içerisinde kullanılmamıştır ve kullanmama için öne sürülen sebepler araba imalat endüstrisinde yaygın olup haklı sebep olarak kabul edilemez.
– Yeni bir araba için Avrupa tipi izin alma süreci yaklaşık olarak 36 ay sürmektedir. Bu süre, beş sene içerisinde markanın kullanılmaya başlanılması için gayet yeterli bir süredir. Markanın tescili 29 Eylül 2011 tarihinde olup 24 Temmuz 2019 tarihli iptal talebine kadar markayı ciddi şekilde kullanmaya başlamak için yeterli zaman mevcuttur.
– Emisyon testi programlarındaki ve test süreçlerine ilişkin değişiklikler ile Avrupa tipi izin alma süreci araba imalat endüstrisi için oldukça sıradandır ve bu sebeple de marka başvurusu yapılırken bunlar hesaba katılmalıdır. Dolayısıyla, test programlarına ilişkin değişiklikler markayı kullanmamaya ilişkin haklı sebep olarak düşünülemez.
– Deliller bakımından ise;
Ek 1 markaya dair hiçbir şey içermediğinden ilgisizdir,
Ek 2’de ise MONTEVERDI 375 ismi sadece referans olarak kullanılmıştır, marka kullanımı sayılamaz,
Ek 3’te tarih yoktur ve arabaya da atıf bulunmamaktadır,
Ekler 4a- 4c (6, 7, 7a ve 7b için de aynısı geçerlidir) kapsamında hiçbir test ikili kullanım veya ikincil bir araba atfı içermemektedir,
Ek 5’te de yine ne araba ne de marka atfı mevcuttur,
Ek 8, “AC Cobra Mk V1”i göstermekte ve önceki ekler bu araç ile ilgili görünmektedir,
Ek 9 sadece bir araç gövdesidir ve her türlü araba ve markaya ilişkin olabilir, bu sebeple de delil açık olmayıp belirsiz olduğundan dikkate alınmamalıdır,
Son olarak ek 10 ise Marka Sahibi adına bir açıklamadır, ne var ki, imzalı olmadığından dikkate alınmamalıdır.
– Bunlara ek olarak, Marka Sahibi Sören Claus Katz ve AC Automative GmbH arasındaki bağlantı kanıtlanamamıştır. Hatta, Marka Sahibinin Wikipedia sayfası AC Automative GmbH’nın sahibi olarak Jürgen Mohr’u göstermektedir.
Sonuç olarak, iptal başvurusu sahibine göre kullanmamaya ilişkin ortada haklı bir sebep yoktur ve markanın kullanılmaya başlama niyetine dair de hiçbir belge söz konusu değildir. Bu sebeple de temyiz başvurusu reddedilmeli ve uyuşmazlık konusu marka kapsadığı tüm mallar bakımından reddedilmelidir.
Photo by Markus Spiske on Unsplash
EUIPO Temyiz Kurulu kararının gerekçeleri ise aşağıdaki şekildedir:
Öncelikle, yazışmanın Marka Sahibine ulaşmadığına ilişkin iddialar incelenmiştir. İç soruşturma sonucu Kurul, faksın olması gerektiği gibi doğru şekilde gönderildiğini doğrulamıştır. Bunu çürütecek aksi bir delil (örneğin o güne ait faks raporları) Marka Sahibi tarafından Kurul’a sunulmamıştır.
Yerleşik içtihada göre, İptal Biriminin verdiği karardaki gerekçeleri sorgulatacak deliller her zaman Temyiz Kuruluna (ilk defa da olsa) sunulabilir. Söz konusu deliller, ya İptal Birimi önündeki süreçte sunulan delilleri tamamlayıcı niteliktedir ya da o süreçte öne sürülemeyecek durumda olan yeni delillerdir. Marka Sahibi de İptal Birimi önündeki süreçte herhangi bir delil sunmuş olmadığından bunları destekleyici bir delil sunduğu (doğal olarak) kabul edilemez. Kurul’un Marka Sahibinin iddiaları ile ilgili makul şüpheleri varsa delilleri inceleyebilir, bu konuda takdir Kurul’dadır. Somut olayda Kurul, oluşabilecek herhangi bir şüpheyi ortadan kaldırmak ve sürecin bütünlüğü ile adilliği açısından temyiz aşamasında ilk defa sunulan delilleri incelemeye karar vermiştir.
AB Marka Tüzüğü m. 58/1(a) uyarınca Marka Sahibinin hakları, markanın 5 yıl boyunca tescil edildiği mal ve hizmetler kapsamında ciddi olarak kullanılmaması halinde, kullanmama için haklı sebepler de yoksa, EUIPO’ya başvuru üzerine iptal edilir. Ne var ki, eğer o 5 yıl içerisinde herhangi bir zaman markanın ciddi kullanımı başlamış veya devam etmiş ise o zaman iptali söz konusu olmaz. Kullanmaya başlamanın veya devam etmenin sadece 5 yıllık kullanmama süresi sona ermeden önceki 3 ay içerisinde olması durumunda ise iptal riski için kullanıma başlandığı kabul edildiğinden söz konusu kullanım dikkate alınmaz.
Markanın kullanılmama nedeniyle iptali için en az tescil tarihinden itibaren 5 sene geçmesi gerekir. Somut olayda tescil tarihi 29 Eylül 2011 ve iptal başvurusu tarihi 24 Temmuz 2019 olduğundan başvuru geçerlidir. Kullanım ispatı için delil sunulması gereken zaman dilimi ise, iptal başvurusu tarihinden önceki 5 sene olup somut olayda ispat zaman dilimi bu sebeple 24 Temmuz 2014 – 23 Temmuz 2019 (dahil) olarak hesaplanmıştır.
Markanın kullanımının da gerçek ticari yararlanmayı ve marka kapsamında korunan mal ve hizmetler bakımından piyasa payı yaratma ve sürdürme amacını göstermesi gerekir. Ciddi kullanım, markanın mal ve hizmetlerin ticari kaynağını belirtmesi yönündeki temel fonksiyonunu gerçekleştirebilmesini ve bu anlamda tüketicilerin daha önceki deneyimlerine dayanarak tekrar bu mal ve hizmetlerden yararlanmak isteyip istemediklerine karar vermeleri açısından mal ve hizmetlerin bu markayla gerçekten piyasada bulunmasını gerektirir. Elbette, somut olayın koşullarına göre ve mal ve hizmetlerin doğası gereği kullanım sıklığı, piyasa özellikleri gibi faktörler de değerlendirilir. Kullanımın sadece markanın varlığını korumak için veya göstermelik olmaması gerekir. İlgili piyasadaki kullanımlar dikkate alınır ve fakat yalnızca şirket içinde gerçekleştirilen kullanımlar önem taşımaz. Dolayısıyla, kullanımın markasal olması ve tüketici tarafından marka olarak algılanabilmesi gerekir. Tabi ki kullanıma yönelik sunulan delillerin de ilgili piyasaya dair objektif, yeterli, kesin ve sağlam olması gerekir. Bunlar da her somut olayın koşullarına göre değerlendirilir. Kullanımın yeri, zamanı, kapsamı, özelliği mutlaka delillerden anlaşılmalıdır; bu dört gösterge kriterinin bulunması kümülatif bir şarttır.
Markanın kullanılmamasını meşrulaştırabilmek yani buna yönelik haklı nedenlerin varlığı için kümülatif üç şartın gerçekleşmesi aranmaktadır. Birincisi, kullanmama engelinin marka sahibinin niyetinden/isteğinden/kontrolünden bağımsız olması gerekir. İkincisi, bu engelin markayla doğrudan bağlantılı olması ve üçüncüsü, bu kullanım engelinin markanın kullanımını imkansız veya anlamsız hale getiriyor olması gerekir. Aynı şekilde, yerleşik içtihada göre haklı sebepler marka sahibiyle bağlantısı olmayan sebepler olup ticari zorluklar bu kapsamda sayılmamaktadır. Bu haklı nedenlerin varlığı da marka sahibi tarafından kanıtlanmalıdır.
ABAD’a göre ise, kullanımın anlamsız hale gelmesi kavramından anlaşılması gereken, kullanım engelinin markanın uygun kullanımını tehlikeye atması ve marka sahibinin makul olarak markayı kullanmasının beklenememesi durumudur. Bu hususu yine marka sahibi kanıtlayacaktır.
Marka Sahibinin savunmalarına göre, yukarıda bahsedilen resmi test ve izin şartları kendisinin dışında gelişen ve markanın kullanımını imkansız hale getiren sebeplerdir.
Bu anlamda, TRIPS m. 19/1 kapsamında kullanmamaya dair kabul gören haklı sebepler arasında örneğin söz konusu mal ve hizmetlerle ilgili hükümetin öngördüğü gereklilikler de yer almaktadır. Bu nedenle de Kurul, bu gerekliliklerin içinde yeni üretilen motorlu araçlara uygulanan güvenlik ve çevresel (emisyon) standartların da yer aldığı görüşündedir. Yine de, Kurul, Marka Sahibinin esasen teknik inceleme ve testlerden geçmesi gereken ürünün olası üretim ve tanıtım tarihi belirsiz olmasına rağmen 2011 gibi erken bir tarihte marka başvurusunda bulunmasının hukuki bir zorunluluk olmadığı, kendi isteğiyle olduğu kanaatindedir. Marka Sahibi, gerekli resmi izin ve testler için işlemleri uyuşmazlık konusu markanın tescilinden en az dört sene sonra başlatmıştır. Ayrıca, üreticinin belli standartlara uygun olarak araba üretim kapasitesini onaylayan izin de tescilden neredeyse beş yıl sonra alınmıştır.
Marka başvurusu ile prototipin teknik inceleme için hazır olduğu tarih, izinler ve piyasaya sunum arasında geçen zamanı hesap etmek elbette marka sahibinin sorumluluğundadır. Marka Sahibinin söz konusu testlerde başarılı olması, kurallara uyması ve başvuruyu eksiksiz yapması ile de ilgilidir ve bu nedenle de bu testler Marka Sahibinin kontrolü dışında ortaya çıkan bağımsız birer engel olarak değerlendirilemez. Zira, AB’nin emisyon testi kurallarını sıkılaştırması da 2017’den sonra gerçekleşmiştir. Zaten kurallar da değişmemiş, sadece denetim bakımından gerçeğe uygun test süreçlerinin yapılabilmesi amaçlanmıştır. Hatta, yeni mevzuatın Marka Sahibi gibi küçük hacimli üreticiler bakımından belli istisnalar öngördüğü kararda da belirtilmiştir.
Kurul sonuç itibariyle, sunulan tüm delilleri ve beyanları incelemiş ve kullanmamanın haklı nedene bağlı olmadığına karar vermiştir. Marka Sahibinin hiçbir şekilde araçları tanıtmasının hukuken engellendiğini gösterir bir delil sunulmadığını, örneğin aracın piyasaya sürüleceğine ilişkin tanıtımın, basın açıklamalarının, ön satış sözleşmelerinin, marka farkındalık çalışmalarının veya olası müşterilerle iletişim kurulması gibi operasyonlarla markanın kullanımının mümkün olabileceğini ama somut olayda Marka Sahibinin ilgili zaman aralığında markayı kullanmaya başlama niyetine dair hiçbir emare olmadığını belirtmiştir.
Ek olarak, Marka Sahibinin gerçek kişi olduğu fakat sunulan delillerdeki resmi izinler için başvuranın şirket olduğu, marka sahibinin bu şirketin %50 hissedarı olduğu, yine de kullanmamaya ilişkin sözde engellerin nasıl gerçek kişi marka sahibiyle ilgili olduğunun açıklanamadığı belirtilmiştir. Zaten, sunulan deliller de “Monteverdi” ibareli bir markanın kullanılmamasına haklı sebep teşkil edecek herhangi bir engel ortaya koymamaktadır. Dolayısıyla, sunulan deliller markayı kullanmamanın haklı sebebe dayandığını ortaya koymakta yeterli olmamakla birlikte Marka Sahibiyle ve markanın kendisiyle doğrudan bağlantı da içermemektedir.
Özetle, bir araba üreticisi için, küçük bir girişim için de olsa yeni bir araba üretimi için gerekli teknik standartlar ve testlerin gayet normal olduğu ve bunlardan çıkan sorunları çözmenin zor olmaması gerektiği, sektörde yer alan bir profesyonel olarak da Marka Sahibinin bu zorluklardan haberdar olmamasının mümkün olmayacağı belirtilmiştir. Marka korumasının, malların teknik özellikleriyle ilgili kuralların değişmesine bağlı olamayacağı vurgulanmıştır.
EUIPO Marka İnceleme Kılavuzu’na göre de, markayı kullanmama için haklı sebepler dar yorumlanmalıdır. “Bürokratik engeller”, markayla doğrudan bağlantılı olup markanın kullanımı idari prosedürlerin başarılı bir şekilde tamamlanmasına bağlı olmadığı sürece marka sahibinin isteği dışında gelişen yeterli engel niteliğinde görülmemektedir. Yine de, doğrudan bağlantı kriteri, markanın kullanımının mutlaka imkansız hale gelmesini gerektirmez. Kullanımın makul olmaması yeterli görülebilmektedir. Her somut olayın kendi şartları çerçevesinde, ortaya çıkan engelin aşılma için oluşturulan stratejinin marka kullanımını anlamsız hale getirip getirmediği değerlendirilir. Örneğin, marka sahibinin şirket stratejisini değiştirip ürünlerini rakiplerinin satış kanallarında satması makul olarak ondan beklenemeyecek ya da zorunlu tutulamayacaktır.
İnceleme konusu kararın; markanın kullanmama nedeniyle iptalini önleyen haklı nedenler gibi yazılı hukukta çok detaylı ve açık düzenlenmeyen ve genelde uygulama ile şekillenen bir kavramın değerlendirilmesi bakımından önemli bir karar olduğu kanaatindeyiz. Temyiz Kurulu belli kriterleri ortaya koyup tekrar etse de, her somut olay elbette yine kendi koşulları çerçevesinde değerlendirilecek ve sonuçlandırılacaktır.
31 Mart Gecesi ABAD’ın “VG Bild-Kunst v Stiftung Preußischer Kulturbesitz” Kararını Konuşacağız
IPR Gezgini Clubhouse toplantılarının ikincisi ile 31 Mart Çarşamba gecesi saat 21.00’de karşınızda olacağız!
Avrupa Birliği Adalet Divanı, 9 Mart 2021 tarihinde çok önemli bir karar verdi ve C-392/19 sayılı VG Bild-Kunst v Stiftung Preußischer Kulturbesitz kararında link (veya bağlantı) verme eylemini eserin umuma iletimi hakkı kapsamında değerlendirdi. Karar internette link paylaşımının, hangi durumlarda hukuka uygun hangi hangi durumlarda ise telif hakkı ihlali teşkil edebileceği konusunda yol gösterici içerikte.
Anılan karar IPR Gezgini’nde Alara NAÇAR tarafından 22 Mart 2021 tarihinde yazılan yazıda detaylı olarak değerlendirildi.
Alara NAÇAR bu önemli kararı, arka planını ve olası etkilerini Clubhouse’ta 31 Mart Çarşamba gecesi bizlerle paylaşacak. Toplantının moderatörlüğünü Önder Erol ÜNSAL yapacak.
Toplantı elbette ki katılanların soru ve yorumlarına da açık olacak.
Toplantının Clubhouse bağlantısını gelecek haftabaşında yapacağımız hatırlatma duyurusunda sizlerle paylaşacağız. Erken davranma ve duyuruyu beklememe niyetindeyseniz Clubhouse uygulamasında Önder Erol Ünsal kullanıcısını takip etmeye başlayabilirsiniz.
Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD), 9 Mart 2021 tarihinde verdiği C-392/19 sayılı VG Bild-Kunst v Stiftung Preußischer Kulturbesitz kararında link (veya bağlantı) verme eylemini eserin umuma iletimi hakkı kapsamında değerlendirmiştir. Bu davada esas sorun, lisans verenin link verme konusunda lisans alanı teknolojik önlemler almaya mecbur tutup tutamayacağı noktasında toplanmaktadır. Bu bağlamda yazımızda önce link verme eylemi ile ilgili ABAD’ın önceki içtihadından biraz bahsedip ardından söz konusu kararı inceleyerek size aktaracağız. Kararın tamamına bu linkten ulaşabilirsiniz (Görüldüğü üzere linkler o kadar hayatımızın içerisinde ki burada yazımızın konusu karara erişilebilmesi için de okuyucuyu ABAD veri tabanına yönlendiren bir link vermekteyiz.).
ABAD’ın Önceki İçtihadı
En önce belirtmek gerekir ki ABAD, 2014 yılında verdiği Svensson[1]kararında, hyperlink (köprü/aktif link) sağlamanın eseri kamuya erişilir kılma ve bu nedenle de 2001/29 sayılı Direktif m. 3(1) anlamında umuma iletim sayılacağını belirtmiştir. Fakat telif haklarıyla korunan eserlere herkesin serbestçe erişebildiği bir “tıklanabilir link” vermenin eser sahibinin umuma iletim hakkını ihlal eden bir eylem olmadığına karar vermiştir. Eğer ki link, “yeni bir kamuyu” hedef alıyorsa işte o zaman hak sahibinin izninin alınması gerektiği sonucuna varılmıştır. ABAD söz konusu kararında, linkin eserleri kısıtlı erişim sağlanan bir siteye üye olmayan kişilere erişilebilir hale getirerek alınan önlemleri dolanmayı veya bertaraf etmeyi sağlaması halinde telif haklarını ihlal ettiği sonucuna ulaşmıştır. Dolayısıyla da ABAD’ın bu kararıyla koyduğu kriterdeki “yeni kamu”, esasen en başta hak sahibi tarafından eserin umuma iletimine izin verilirken hesaba katılmamış veya düşünülüp hedeflenmemiş kullanıcılara karşılık gelmektedir.
Bir diğer kararı olan 2016’daki GS Media[2] dosyasında ABAD, yine zaten serbestçe erişilebilir olan bir linkin verilmesi halinde yani yeni bir kamu olmadığı ve hak sahibinin izninin tüm kamuyu kapsadığı durumda 2001/29 sayılı Direktif m. 3 anlamında umuma iletim eyleminin oluşmadığı kanaatindedir. Elbette yönlendirilen linkte yer alan eserler sahibinin izni dışında orada bulunuyorsa link verme eylemi de eserlerin bulunduğu sitede olduğu gibi telif haklarını ihlal edecektir. Link verme eylemini telif hukuku kapsamında değerlendirirken dikkate alınması gereken önemli bir nokta da aslında internetteki ifade özgürlüğü ve bilgiye erişim hakkının gereğinden fazla kısıtlanmaması gerektiğidir. Bu anlamda eser sahibinin haklarının etkili korunması ile link verenin ifade özgürlüğü ve kamunun bilgiye erişim hakkı arasında bir denge kurulması gerekmektedir. Söz konusu kararında ABAD, bu hususta, linklerin ifade özgürlüğü için önemli olan internetin işleyişine katkıda bulunduğunu ve görüş ile bilgi alışverişinde rolü olduğuna vurgu yapmıştır. Burada ABAD’ın Svensson kararından farklı olarak getirdiği bir kriter de ihlalin varlığı için link sağlayanın linkle hedef alınan eserin o internet sitesinde izinsiz bir şekilde yer aldığını bilmesi veya makul olarak bilmesi gerekmesidir. Bunun için de ABAD, maddi kazanç veya kar elde etme amacı güdüldüğünde içeriğin hukuka aykırılığı hakkında bilgi sahibi olunduğunu varsaymaktadır. Dolayısıyla esasen ticari olarak link sunanlara belli bir araştırma ve kontrol yükümlülüğü de vermektedir. Yine buna ek olarak, kısıtlı erişime sahip bir içeriğe koruma önlemlerini aşacak şekilde erişim sağlamak da umuma iletim hakkını ihlal etmektedir, burada da aslında hukuka aykırılığın farkında olunduğu varsayılmaktadır.
C-392/19 Sayılı VG Bild-Kunst v Stiftung Preußischer Kulturbesitz Davası
Uyuşmazlığın Arka Planı
Verwertungsgesellschaft Bild-Kunst (VG Bild-Kunst), Almanya’da görsel sanatların telif haklarına ilişkin bir meslek birliği olup Stiftung Preußischer Kulturbesitz (SPK) ise bir Alman kültür mirası vakfıdır. Uyuşmazlık, VG Bild-Kunst’un eserlerinin kullanımı için, SPK’nın lisans alan olarak koruma konusu eserleri ve sözleşme kapsamındaki unsurları kullanımı sırasında üçüncü kişiler tarafından bunların çerçevelemeye (framing) konu edilememesi için etkili teknolojik önlemler almasını zorunlu kılan bir madde içermemesi halinde, SPK ile bir lisans sözleşmesi yapmak istememesiyle başlamıştır.
Burada çerçevelemenin tanımını da yapmak gerektiğini düşünüyoruz. Kısaca framing ya da framelink, Türkçe’de çerçeveleme veya çerçeve bağlantı/link olarak adlandırılabilir, internet sayfasının çerçevelere bölünerek kullanıcının ekranında birden fazla internet içeriğinin veya sitesinin aynı anda gösterilmesini sağlamaktadır. Diğer linklerden farklı olarak çerçevelemede başka bir internet sitesinin tamamının, bulunulan internet sitesinden ayrılmadan görülebilmesidir. Buradaki önemli olabilecek husus, bağlantının veya linkin verilmiş olduğu hedef sitenin (oraya aslında gidilmediğinden) adresinin ekranda görünmeyebilmesi ve bu sebeple de kullanıcının bulunduğu siteden ayrıldığının ve başka bir sayfata gittiğinin farkına varmayabilmesidir. Bu sebeple de görüntülediği eserin bulunduğu sayfaya ait olduğu yanılgısına kapılabilecektir[3], [4].
Uyuşmazlık konusu olayda, SPK, Alman Dijital Kütüphanesi’nin yöneticisi olup bu dijital kütüphane Alman kültür ve bilim kurumlarını bir ağ (network) vasıtasıyla bağlamaktadır. Söz konusu dijital kütüphane, katılımcı kurumların internet ortamlarında saklanan dijital içeriklerine bağlantılar (linkler) içermektedir. Kütüphanenin kendisi, adeta bir ‘dijital vitrin’ gibi, eserlerin minik resimlerini (thumbnail) içermektedir. Bu minik resimlere tıklayan kullanıcılar, kütüphanenin internet sayfasında bulunan ilgili resmin büyük haline yönlendirilmektedir. Bunun yanında, minik resmin üzerine uzun tıklandığında oluşan bir büyüteç fonksiyonu da mevcuttur. Dahası, sitede ‘nesneyi orijinal sitesinde göster’ tuşu yer almakta olup bu da eseri sağlayan ilgili kurumun kendi internet sitesine, ana sayfası veya konuyla ilgili sayfasına, doğrudan bağlantı sağlamaktadır.
VG Bild-Kunst da bu şekilde eserlerinin minik resimlerinin SPK’nın yönettiği söz konusu dijital kütüphanede yer almasına ilişkin lisans sözleşmesi yapabilmeleri için, bir maddenin sözleşmede mutlaka yer alması gerektiği şartını öne sürmektedir. Bu sözleşme maddesi, lisans alan SPK’nın dijital kütüphanesinde sergilenecek olan sözleşme konusu eserlerin minik resimlerinin üçüncü kişilerce çerçeveleme yapılamaması için etkili teknolojik önlemler alması yükümlülüğünü içermektedir. SPK ise sözleşmede böyle bir koşulun yer almasının telif hukuku mevzuatı ışığında makul olmadığından yola çıkarak bu koşulu içermeyecek şekilde VG Bild-Kunst’un kendisine lisans vermesini sağlamak için Berlin Eyalet Mahkemesi’nde dava açmıştır. Bu dava reddedilmiş, SPK ise kararı temyiz etmiştir. Berlin Yüksek Eyalet Mahkemesi, ilk derece kararını bozmuş olup ardından bu sefer de VG Bild-Kunst kanun yoluna başvurmuştur.
VG Bild-Kunst’un temyizini inceleyen Alman Federal Mahkemesi, ilk olarak, meslek birliklerinin talep eden herkese, yönettiği hakların kullanımı için makul şartlarla lisans vermekle yükümlü olduğuna dikkat çekmiştir. İkinci olarak, yerleşik içtihadına uygun şekilde, tekel gücünün kötüye kullanımını oluşturmayacak şekilde ve lisans başvurusunun ağır basan meşru bir menfaat gereği uygunsuz bulunması halinde meslek birliklerinin lisans vermekten kaçınabileceğini belirtmiştir. Bu anlamda, objektif olarak gerekçelendirilen bir istisnanın olup olmadığı belirlenirken tarafların menfaatlerinin tartılması, mevzuatın ve meslek birliklerine uygulanan yükümlülüğün altında yatan amacın dikkate alınması gerektiği belirtilmiştir.
Kanun noktalarına ilişkin bu temyizin sonucu, bir önceki mahkeme kararının aksine, bir eserin çerçeveleme yoluyla üçüncü bir kişinin internet sitesine gömülmesinin (embedding), hak sahibi tarafından veya onun dayatmasıyla lisans alanın çerçevelemeye karşı benimsediği koruma önlemlerini dolanması veya bertaraf etmesi halinde 2001/29 sayılı Direktifin 3.maddesi anlamında eserin umuma iletimi olup olmadığı değerlendirmesine bağlıdır. Hal böyleyse, VG Bild-Kunst üyelerinin hakları etkilenebileceğinden ötürü VG Bild-Kunst’un SPK ile yapacağı lisans sözleşmesi için talep ettiği koruma önlemlerinin alınmasını şart koşabileceği kabul edilebilecektir.
Başvuran mahkeme, minik resimlerin hak sahibi tarafından veya onun dayatmasıyla lisans alanın benimsediği koruma önlemlerini bertaraf edecek şekilde çerçeveleme yoluyla üçüncü bir kişinin internet sitesine gömülmesinin eserin yeni bir kamuya iletimini oluşturduğu kanaatindedir. Durumun böyle değerlendirilmemesi halinde, eserin internet üzerinde umuma iletimi hakkının, eserin bir internet sitesinde hak sahibinin izniyle tüm internet kullanıcılarına açık olarak erişilebilir kılınması anında fiili olarak tükeneceği belirtilmiştir. Bu durumda, hak sahibi, eserinden ekonomik olarak yararlanma kontrolünü elinde tutamayacak ve eserinin ekonomik amaçlarla kullanımına uygun müdahalelerde bulunamayacaktır. Alman Federal Mahkemesi, kendisine gelen aşamada mahkemelerin farklı kararlar vermiş olduğu uyuşmazlıkla ilgili nasıl bir karar vereceğine dair ABAD’ın çerçeveleme uygulaması ve dijital bağlamda Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı’nın 11.maddesinde güvence altına alınan ifade ve bilgi edinme özgürlüğü üzerine içtihadını dikkate almışsa da kesin bir cevaba ulaşamamıştır. Bu sebeple davayı bekletmeye karar vermiş ve ABAD’a ön karar için aşağıdaki soruyu iletmiştir:
“Serbestçe erişilebilen bir internet sitesinde hak sahibinin izniyle yer alan bir eserin, üçüncü bir kişinin internet sitesine çerçeveleme yoluyla gömülmesi, hak sahibi tarafından veya onun dayatmasıyla çerçevelemeye karşı benimsenen koruma önlemlerini bertaraf etmesi halinde 2001/29 sayılı Direktif m.3(1) anlamında o eserin umuma iletimini oluşturur mu?”
‘Court of Justice of the European Union’
Büyük Daire’nin Uyuşmazlığa İlişkin Değerlendirmesi ve Kararı
ABAD öncelikle, 2001/29 sayılı Direktif m.3(1) uyarınca, Üye Devletlerin eser sahiplerinin kablolu veya kablosuz her türlü araçla eserlerinin umuma iletimine izin verme ya da bunu engelleme yönündeki münhasır haklarını temin etmesi gerektiğini vurgulamıştır. Buna kullanıcıların kendi seçtikleri zamanda ve yerde eserlere erişim sağlaması suretiyle umuma iletime izin vermek veya yasaklamak hakkı da dâhildir. Bu madde kapsamında, eser sahiplerine eserinin umuma iletimi ile ilgili olarak önleyici bir hak tanınmaktadır.
Somut uyuşmazlıkta, koruma altındaki eserlerin minik resimler halinde dijital kopyalarının yaratılmasının söz konusu olduğu değerlendirilmiştir. VG Bil-Kunst’un telif kapsamında korunan eserlerinden kaynaklanan ve SPK tarafından tasarlanan yayında depolanan minik resimlerin 2001/29 sayılı Direktif m.3(1) anlamında bir umuma iletim fiili teşkil ettiği ve bu sebeple de eser sahiplerinin iznine tabi olduğu incelenmiştir. SPK, bu minik resimlerin üçüncü kişilerin internet sitelerinde çerçevelenmemesi için gerekli önlemleri almayı reddettiğinden söz konusu çerçevelemenin kendisinin de bu madde kapsamında umuma iletim olarak değerlendirilip değerlendirilmeyeceğinin belirlenmesi gerekmiştir. Eğer değerlendirilebilirse, o zaman VG Bild-Kunst bir telif hakları meslek birliği olarak SPK’nın söz konusu önlemleri almasında ısrar edebilecektir.
ABAD’a göre, Direktifin 3(3).maddesinden bir umuma iletime izin verilmesinin başka umuma iletimlere izin vermek veya bunları yasaklamak konusunda söz konusu hakkı tüketmediği açıkça anlaşılmaktadır. Buna göre, koruma altındaki esere erişim sağlayan ve yaptıklarının sonuçlarının ne olacağını farkında olan kullanıcı umuma iletim eyleminden sorumludur. Umuma iletim olarak sınıflandırılabilmesi için ise eserin önceden kullanılandan başka özel teknik bir yolla iletilmesi veya bu olmuyorsa daha önceden hesaba katılmayan yeni bir kamuya iletilmesi gerekmektedir. Bu anlamda ABAD’ın önceki içtihatlarını izlediği anlaşılmaktadır. Yine de her somut olayın kendi koşullarıyla değerlendirilmesi gerektiği belirtilmiştir.
Sonuç olarak ABAD, eser sahibi önceden açıkça koşulsuz olarak ve erişimi kısıtlayacak hiçbir teknolojik önlem almadan eserinin internette yayınına izin vermişse, o zaman eserinin tüm internet kullanıcılarına iletimine izin verdiğinin değerlendirilmesi gerektiği kanaatindedir. Diğer taraftan, hak sahibi eserin yayımı ile bağlantılı olarak kısıtlayıcı önlemler almış veya başlangıçta bunların alınmasını karşı yana dayatmışsa bu değerlendirme geçerli olmayacaktır. Özellikle, tıklanabilir linkin yalnızca sitenin üyelerinin erişimine açık olabilmesi için konulan kısıtlamaları bertaraf edecek şekilde kullanıcıların bir internet sitesine erişimini sağlaması durumunda (başka türlü erişilemiyorsa) söz konusu kullanıcılar yeni kamu sayılmaktadır. Sonuçta bunlar söz konusu siteye üye olmadıklarından hak sahibi tarafından eseri hakkında izin verilirken dikkate alınmayan kişilerdir, bunlar için ayrıca izin verilmesi gerekmektedir.
Somut olayda hak sahibi, eserlerin umuma iletimi iznini vermek için lisans alanın esere erişimi kısıtlamak amacıyla teknolojik önlemler alması şartını koyduğundan orijinal sitede erişimin sağlanması olarak gerçekleşen ilk eylem ile çerçeveleme yoluyla erişimin sağlanması olarak gerçekleşen ikinci eylem ABAD’a göre farklı umuma iletimler olarak değerlendirilmiştir. Bu nedenle de her bir eylemin gerçekleştirilmesi için ilgili hak sahiplerinden ayrı ayrı izin alınmasını gerektiği sonucuna varılmıştır. ABAD, karar verirken linklerin çeşitlerine göre ayrım yapmamaktadır. Gerek basit link verme olsun gerek somut olaydaki gibi çerçeveleme olsun bunları hep aynı kapsamda değerlendirdiği görülmektedir.
ABAD’ın dikkat çektiği bir diğer önemli nokta ise hukuki güvenliği ve internetin aksamadan çalışabilmesini temin etmek için telif hakkı sahibinin vereceği iznin, etkili teknolojik önlemler dışında başka bir yolla sınırlandırılamaması gerekliliğidir. Bu önlemlerin eksikliğinde, özellikle bireysel kullanıcılar için, hak sahibinin eserlerin çerçevelenmesini engelleme niyeti olup olmadığını belirlemek zor olacaktır. Hatta özellikle eserler alt lisanslara konu olmuşsa hak sahibinin niyetinin farkına varmak daha da zorlaşacaktır. Bu sebeple de aslında eylemin hukuka aykırı olup olmadığının farkına varmak pek de mümkün olmayabilecektir.
Sonuç itibariyle, tüm açıklamaları çerçevesinde ABAD, kendisine yöneltilen soruya şu cevabı vermiştir: hak sahibinin izniyle kamuya açık olarak internette yer alan bir eserin üçüncü kişilerin sitesine hak sahibinin buna karşı aldığı veya dayattığı önlemleri bertaraf edecek şekilde çerçeveleme tekniğiyle gömülmesi, Direktifi m. 3(1) anlamında umuma iletim teşkil etmektedir.
Sonuç
Yukarıdaki tüm açıklamalarımız ışığında, her esere link verme eyleminin Avrupa Birliği kapsamında her koşulda telif haklarını ihlal etmeyeceği, ihlal olarak sayılması için ise ABAD tarafından belirlenen kriterlerin her somut olayda oluşup oluşmadığının değerlendirilmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Buna göre, zaten eser sahibi tarafından veya onun izniyle herkesin erişimine açık olarak internet ortamına koyulmuş bir eser söz konusuysa, buna link vermek eser sahibinin haklarına ihlal oluşturmayacaktır. Ne var ki, link verilen ortamda eser hak sahibinin izniyle yer almıyorsa veya link veren bu hukuka aykırılığı biliyor, link vermede kar amacı güdüyor veya erişimin kısıtlanması için alınan önlemleri bertaraf ederek eseri yeni bir kamunun erişimine açıyor ise, o zaman eser sahibinin haklarının ihlal edildiği ve izninin aranacağı söylenebilecektir. Türk hukuku bakımından da ulaşılacak sonuç bu doğrultuda olacaktır. Her ne kadar somut uyuşmazlıkta (ve aslında bahsedilen içtihadında) ABAD meseleyi esasen umuma iletim hakkı çerçevesinde ele alsa da, somut olayın koşullarına göre işleme hakkı, çoğaltma hakkı, adın belirtilmesi hakkı gibi başka hakların da etkilenmesi ve bu yolla ihlal edilebilmesi mümkündür[5].
[1] Judgment of the Court (Fourth Chamber) of 13 February 2014, Nils Svensson and Others v Retriever Sverige AB, C-466/12, ECLI:EU:C:2014:76.
[2] Judgment of the Court (Second Chamber) of 8 September 2016, GS Media BV v Sanoma Media Netherlands BV and Others, C-160/15, ECLI:EU:C:2016:644.
[3] Ali Demirbaş, “Telif Hukukunda İnternet Linki ve Avrupa Adalet Mahkemesi’nin Svensson ve Bestwater Kararları”, İstanbul Medipol Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi 5 (1), Bahar 2018, ss. 171-172
[4] Tekin Memiş , “Fikri Hukuk Bakımından Link ve Frame Kavramı”, Milletlerarası Hukuk ve Milletlerarası Özel Hukuk Bülteni, 22 (2), Haziran 2011, ss. 396-399.
[5] Daha detaylı bilgi için; Ali Demirbaş, “Telif Hukukunda İnternet Linki ve Avrupa Adalet Mahkemesi’nin Svensson ve Bestwater Kararları”, İstanbul Medipol Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi 5 (1), Bahar 2018, ss. 169-186, Tekin Memiş , “Fikri Hukuk Bakımından Link ve Frame Kavramı”, Milletlerarası Hukuk ve Milletlerarası Özel Hukuk Bülteni, 22 (2), Haziran 2011, ss. 393-412, .
Avrupa Birliği Adalet Divanı Genel Mahkemesi (“Genel Mahkeme”), 9 Aralık 2020 tarihinde T-622/19 sayılı kararıyla üç boyutlu Avrupa Birliği (“AB”) Markası JC JEAN CALL Champagne PRESTIGE hakkında hüküm kurmuştur. Buna göre Mahkeme, yaptığı tüm değerlendirmelerin ardından Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi (“EUIPO”) Temyiz Kurulu’nun uyuşmazlık konusu kararını iptal etmiştir, fakat, yetkisi olmadığından ötürü uyuşmazlık konusu kararı değiştirmek suretiyle bir yeni karar vermemiştir. Aşağıda Genel Mahkeme’nin ilgili uyuşmazlıkta yaptığı değerlendirmeler incelenmiştir. Kararın orijinal metnine bu bağlantıdan ulaşılabilir:
EUIPO başvuru süreci ve uyuşmazlığın arka planı
16 Ocak 2017 tarihinde Munich Accessories GmbH, Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi (“EUIPO”) nezdinde siyah, altın ve (sonradan eklenmek üzere) beyaz renkli aşağıdaki JC JEAN CALL Champagne PRESTIGE isimli üç boyutlu şekil markası için başvuruda bulunmuştur:
Tescili istenen mal ve hizmetler bakımından ise 19 Nisan 2017 tarihinde yayıma çıkanlar, EUIPO nezdindeki incelemelerde yapılan kısıtlamaların ardından 33. sınıftaki “Coğrafi işaret olan şampanyanın tarifnamesi ile uyumlu olarak Fransız menşeli şaraplardan hususi olarak şampanya” mallarıdır.
EUIPO İtiraz Süreci
6 Haziran 2017 tarihinde, Ace of Spades Holdings LLC, EUIPO nezdinde yukarıdaki marka başvurusuna itiraz etmiştir. İtiraz gerekçesi markalarından ilki, 21 Kasım 2008 tarihinde altın ve siyah renkli ve 33. sınıftaki “Şampanya menşe adı ile tescilli şaraplar” mallarını kapsayan aşağıdaki üç boyutlu AB markasıdır:
İtiraz gerekçesi bir diğer markası ise 5 Mart 2014 tarihinde tescil edilmiş, altın ve siyah renkli, 33. sınıfta “Biralar hariç alkollü içeceklerden hususi olarak şaraplar, köpüklü şaraplar ve şampanyalar” malları için tescilli üç boyutlu aşağıdaki AB markasıdır:
İtiraz gerekçesi üçüncü marka ise 17 Aralık 2013 tarihinde tescil edilmiş ‘diğer’ türünde altın renkli ve 33. sınıfta “Biralar hariç alkollü içeceklerden hususi olarak şaraplar, köpüklü şaraplar ve şampanyalar” mallarını kapsayan ve “Marka bir pozisyon markasıdır. Altın süslenmiş ön, arka ve boyun etiketleri ile merkezde tasvir edilen maça asından oluşur. Şişenin dış konturunu resimlendiren kesik çizgiler işaretin pozisyonunu göstermek içindir ve markanın bir unsuru değildir.” tanımını içeren aşağıdaki markadır:
İtiraz sahibi, 207/2009 sayılı AB Marka Tüzüğünün m. 8/1(b) ve m. 8/5 (güncel Tüzük no. 2017/1001 m. 8/1(b) ve m. 8/5) kapsamında karıştırılma ihtimali ve tanınmışlık itirazlarında bulunmuştur.
31 Ekim 2018 tarihli kararıyla İtirazlar Birimi, itirazı tümden reddetmiştir. Gerekçeleri ise öncelikle, işaretlerin açıkça farklı olmaları sebebiyle m. 8/1(b) kapsamında karıştırılma ihtimali bulunmamasıdır. İkinci olarak ise işaretler arası benzerliğin m. 8/5 kapsamında tanınmışlık için gerekli bir koşul olmasından ötürü bu itiraz nedeni bakımından başka koşulların incelenmesinin gerekli görülmemesidir.
2 Ocak 2019 tarihinde itiraz sahibi, EUIPO nezdinde İtirazlar Birimi kararını temyiz etmiştir. Beşinci Temyiz Kurulu, 26 Haziran 2019 tarihinde temyiz talebini reddetmiştir. Özellikle, 1 ve 3 numaralı önceki markaların uyuşmazlık konusu işaretle benzer olmadığından m. 8/1(b) anlamında gerekli koşullardan biri bulunmadığından karıştırılma ihtimali olmadığına kanaat getirmiştir. Ayrıca, önceki markaların tanınmışlığının kanıtlanamadığına ve bu sebeple de tüm itiraz sebeplerinin reddedilmesine karar vermiştir.
Genel Mahkeme Süreci
İtiraz sahibi, uyuşmazlık konusu kararın iptali için Genel Mahkeme’ye başvurmuştur.
Genel Mahkeme, öncelikle AB Tüzüğü m. 8/1(b) kapsamında karıştırılma ihtimaline ilişkin itirazı değerlendirmiştir.
Yerleşik içtihada göre, karıştırılma ihtimali, halkın söz konusu mal ve hizmetlerin aynı veya ekonomik olarak ilişkili işletmelerden geldiğine inanması riskidir. Buna göre karıştırılma ihtimali, bütünsel olarak, ilgili halkın uyuşmazlık konusu mal ve hizmetler ile işaretleri algılamasına göre, özellikle işaretlerin benzerliği ve mal ve hizmetlerin benzerliğinin karşılıklı bağımlılığı olmak üzere somut olayın koşullarına göre tüm ilgili faktörler hesaba katarak değerlendirilmelidir. İşaretler ve mal ve hizmetlerin benzerliği kümülatif koşullardır.
Temyiz Kurulu, ilgili halkın Avrupa Birliği’ndeki genel halktan oluştuğu ve ortalama dikkat seviyesine sahip olduğu kanaatindedir. Buna karşın EUIPO mahkeme önünde, Temyiz Kurulu’nun ilgili halkı şampanya tüketicileri olarak sınırlaması gerektiğini, bunun sebebinin de işaretlerin karşılaştırılırken kapsamlarındaki ortak mallarla ilgilenen halkın dikkate alınması gerektiğini savunmuştur. EUIPO’ya göre, bu tüketicilerin dikkat seviyesi nispeten de olsa ortalamadan yüksektir, zira şampanya diğer şarap çeşitlerine kıyasla daha pahalıdır ve genellikle aynı düzenlilikte tüketilmemektedir. Mahkeme, Temyiz Kurulu’nun aslında şampanyanın çok pahalı ve nadir olabileceğinde haklı olduğu ancak aslında nispeten düşük fiyatlara da satılabileceğini, bu sebeple de şampanyayla ilgilenen genel halkın bir üyesi olan ilgili tüketicinin dikkat seviyesinin tüketiciden tüketiciye değişeceğine karar vermiştir. Sonuç olarak Mahkeme, ilgili kesim olan şampanyayla ilgilenen genel Avrupa Birliği halkının ortalama dikkat seviyesi göstereceği kanaatine varmıştır.
Somut olayda markaların kapsadığı mallar birebir aynıdır. İşaretlerin karşılaştırılmasında ise aşağıdaki değerlendirmeler yapılmıştır:
Karıştırılma ihtimalinin bir bütün olarak değerlendirilmesi; işaretlerin görsel, işitsel ve kavramsal benzerliğini ilgilendirdiği kadarıyla işaretlerin verdiği genel izlenime dayanarak ve özellikle ayırt edici ve baskın unsurları dikkate alınarak yapılır. İşaretlerin kapsadığı mal veya hizmetlerin ortalama tüketicisinin işaretleri algılayışı, karıştırılma ihtimalinin bir bütün olarak değerlendirilmesinde belirleyici bir rol oynamaktadır. Bu anlamda, ortalama tüketici normalde bir işareti bir bütün olarak algılamakta olup detaylarına girerek analiz yapmamaktadır. Eğer işaretin tüm diğer unsurları önemsiz ve göz ardı edilebilir ise benzerlik değerlendirmesi yalnızca baskın unsura dayanarak yapılabilmektedir. Tanımlayıcı olan, ayırt edici olmayan veya zayıf ayırt ediciliği olan unsurların benzerlik incelemesinde daha az önemi vardır.
Temyiz Kurulu, işaretleri inceleyip unsurlarını belirlemiş, bunların tanımlayıcı, ayırt edici veya baskın olup olmadıklarını değerlendirip karşılaştırmıştır. Görsel, işitsel ve kavramsal açılardan işaretleri benzer bulmadığından uyuşmazlık konusu işaretlerin genel olarak benzer olmadıkları sonucuna varmıştır. Şişenin başındaki mantar kısmının siyah folyo ile kaplanmış olması, boyun kısmında şekil unsuru ihtiva eden etiket yer alması ve şişenin altın rengi folyoyla kaplanması gibi özellikleri ayırt edici bulunmamıştır ve işaretlerin baskın özellikleri incelenirken bunların ikincil rol oynayacağı kanaatindedir.
Temyiz Kurulu, 1 ve 2 numaralı gerekçe tarihli markaları değerlendirirken, ortalama tüketicinin ürünlerin ambalaj ve şekline bakarak herhangi bir kelime veya şekil unsuru olmadan ürünün kaynağına ilişkin tahminlerde bulunabilme alışkanlığının olmadığını, bu nedenle de üç boyutlu bir markanın ayırt ediciliğinin tesisinin bir kelime veya şekil markasına göre daha zor olduğunu vurgulamıştır. Ayrıca, somut olaydaki şeklin şampanya şişeleri için yaygın bir kullanımı olduğunu ve bu sebeple şampanya ve köpüklü şarap dahil alkollü içecekler için bu şeklin ayırt edici olmadığı kanaatine varmıştır. Kurul, 1 ve 2 numaralı önceki tarihli gerekçe markaların standart ve yaygın şampanya veya şarap şişesi şeklinden oluştuğu ve ilgili halkın ambalajı görür görmez diğer teşebbüslerinkinden kesin biçimde ayırarak kaynağını belirtebilecek bir şekil ve biçimden oluşmadığı sonucuna varmıştır.
Photo by Tristan Gassert on Unsplash
Mahkeme, itiraz sahibinin bu aşamada yalnızca Temyiz Kurulu’nun üç boyutlu itiraza gerekçe markalarla karşılaştırmalarına karşı çıktığını fakat üçüncü gerekçe marka olan pozisyon markasına dair Temyiz Kurulu değerlendirmelerinin mahkeme önündeki uyuşmazlığa konu edilmediğini vurgulamıştır. Görsel incelemeyi yaparken Temyiz Kurulu, 1 ve 2 numaralı gerekçe markalar ile uyuşmazlık konusu markanın değişik unsurlarını değerlendirip doğru biçimde benzerlik ve farklılıklarını belirlemiştir. Ne var ki, Temyiz Kurulu’nun 1 ve 2 numaralı gerekçe markaların uyuşmazlık konusu markadan farklı oldukları sonucuna yalnızca aralarındaki farklılıkları değerlendirerek ulaşması ve markaları bir bütün olarak ele almaması bütünsel değerlendirme bakımından hatalı olmuştur. Genel Mahkeme, benzer unsurların her ne kadar ayırt edici olmasalar da Temyiz Kurulu tarafından bütünsel değerlendirme yapılırken değerlendirme dışı bırakılamayacağı ve sonuç olarak, 1 ve 2 numaralı gerekçe markalar ile uyuşmazlık konusu markaların benzer olmadığı sonucuna varılmasının hatalı olduğu kanaatine varılmıştır. Dolayısıyla, Temyiz Kurulu’nun bu markalar arasında karıştırılma ihtimalini değerlendirirken bütünsel değerlendirme yapması ve de en azından markaların görsel olarak benzediğini dikkate alması gerekirdi. Bu sebeple de Mahkeme, Temyiz Kurulu’nun bütünsel değerlendirme yapmadan AB Marka Tüzüğü m. 8/1(b) kapsamındaki koşullardan birinin gerçekleşmediğine karar vererek karıştırılma ihtimalinin varlığını bertaraf etmesinin bu hükmü ihlal ettiğine karar vermiştir.
Temyiz Kurulu’nun kararının iptali ve değiştirilmesi talebi, iptal bakımından kabul edilmiş olup değişiklik açısından ise Genel Mahkeme’nin 2017/1001 sayılı AB Marka Tüzüğü m. 72/3 uyarınca Temyiz Kurulu’nun bir konum almadığı, bir kanaate varmadığı bir değerlendirmenin yeniden yapılabilmesi için bir yetkisi olmadığına karar verilmiştir. Dolayısıyla, kural olarak kararların değiştirilebilmesi yetkisinin kullanılabilmesi, Genel Mahkeme’nin Temyiz Kurulu tarafından yapılan değerlendirmeyi incelemesinin ardından uyuşmazlığın belirlenen maddi unsurları ve hukuk temelinde Temyiz Kurulu’nun alması gereken kararı belirlemesini içermektedir. Somut olayda, Genel Mahkeme’nin söz konusu değişikliği yapabilme yetkisinin oluşması için gerekli koşullar karşılanamamıştır. Temyiz Kurulu hatalı olarak uyuşmazlık konusu işaretlerin benzemediği sonucuna varıp karıştırılma ihtimalinin bütünsel değerlendirmesini yapmadığından Mahkeme’nin bu değerlendirmeyi yapabilmesi mümkün değildir, zira incelenerek değiştirebilecek bir Kurul değerlendirmesi bu konuda söz konusu değildir.
Kararın kanaatimizce en önemli kısımları; üç boyutlu bir markanın ayırt ediciliğinin tesisinin bir kelime veya şekil markasına göre daha zor olması, işaretlerin karşılaştırılmasında benzerlik incelemesinin bütünsel değerlendirmeye dayanması gerektiği ve tüm faktörlerin ele alınması gerektiği ile son olarak Genel Mahkeme’nin Temyiz Kurulu kararını değiştirme yetkisinin yalnızca Kurul tarafından değerlendirme yapılmış ve kanaate varılmış hususlar hakkında olabileceğidir.
Sınai mülkiyet hakları koruması ülkesel olduğundan coğrafi işaretler bakımından Türkiye’de tescilli bir coğrafi işaret yalnızca Türkiye sınırlarında koruma altındadır. Bu nedenle özellikle dünyaya açılmak isteyen üretici grupları ve birlikler, Türkiye ile yetinmeyip yurtdışında da ürünlerini koruma altına almak isterlerse faaliyet göstermek istedikleri ülkelerde koruma için başvuru yapmak durumundadır. Avrupa Birliği’nin de kendine özgü bir coğrafi işaret sicili bulunmaktadır ve bu sicile kayıt, 2012/1151 sayılı Tarım Ürünleri ve Gıda Maddeleri Hakkında Kalite Göstergesi adlı Avrupa Konseyi Tüzüğü (“AB Tüzüğü”) ve buna yönelik 668/2014 sayılı Uygulama Yönetmeliği çerçevesinde Avrupa Birliği ülkelerinin hepsinde coğrafi işaret koruması sağlamaktadır. Söz konusu koruma için başvuru, Avrupa Komisyonu’na yapılmaktadır ve sadece tarım ürünleri ile gıda maddeleri kapsamında yapılabilmektedir.
Avrupa Birliği’nde koruma sağlayan coğrafi işaret başvurusu Türkiye’den yapılacaksa TÜRKPATENT desteğini de alarak doğrudan yapılabilmektedir. Kısaca bahsetmek gerekirse, 1151/2012 sayılı AB Tüzüğü m. 8 uyarınca üye olmayan devletler tarafından yapılacak başvurularda şu 4 koşul söz konusudur:
Başvuruda, başvuruyu yapan grubun adı ve adresi bulunmalıdır ve mümkünse ürün spesifikasyonu ile uyumlu olduğuna dair bir kurum onayı da bulunabilir.
Bir ürün spesifikasyonu belgesi oluşturulmalıdır. (Tüzük m.7’ye göre içeriği: korunmak istenen coğrafi işaretin adı, kullanılan hammaddeleri de içerecek şekilde ürünün fiziksel, kimyasal, mikrobiyolojik ve duyusal özelliklerinin, coğrafi alanının tanımlanması, ürünün bu coğrafi alandan kaynaklandığına ilişkin deliller, yöreye özgü olanlar dahil olmak üzere ürünü elde etmede kullanılan yöntemler, paketleme yöntemi -paketlemenin de bölgede yapılması gerektiğine karar verildiyse ve başvuru sahibi buna yönelik yeterli gerekçelendirmeyi de yaptıysa, buna yönelik bilgiler-, ürünün tanınmışlığının, kalite veya özelliklerinin coğrafi alan ile olan bağının açıklanması, ürünün denetlenmesi konusunda sorumlu olacak kişi/kurum/kuruluşların isim ve adresleri ile bunların görevleri, tescili takiben etiketleme konusunda kurallar)
668/2014 sayılı Uygulama Yönetmeliğinin ekinde yer alan “Tek Belge” (Single Document) başlıklı formun doldurulması gerekmektedir.
Ürünün adının orijin ülkede korunduğunun (sicil sureti gibi) ve denetlendiğinin ispatının sunulması gerekmektedir.
2012/1151 sayılı AB Tüzüğünün 50. maddesine göre Avrupa Komisyonu başvuruları inceler ve başvuruların ilan edilmesine karar verirse Avrupa Birliği Resmi Gazetesinde yayımlar. Yayıma itiraz süresi, Resmi Gazetedeki ilan tarihinden itibaren 3 aydır ve Avrupa Birliği üyesi ülkeler ile 3. ülkelerin yetkili mercileri veya 3. Ülkelerde yerleşik olup meşru menfaati bulunan özel veya tüzel kişiler tarafından gerçekleştirilebilmektedir. Avrupa Komisyonu tarafından incelenmekte olan başvurular veya tescilli coğrafi işaretlere e-Ambrosia veri tabanından da erişilebilir. Eğer Avrupa Komisyonu başvurunun uygun olduğuna karar verirse, herhangi bir itiraz yapılmamışsa, yapılanlar reddedilmişse, kısacası tescile engel bir durum söz konusu değilse söz konusu coğrafi işaret tescil edilir. Tescil ve hatta tescilin reddi kararları da Avrupa Birliği Resmi Gazetesinde yayımlanır. Mevcut durumda Avrupa Birliği nezdinde Türkiye’den 3 coğrafi işaret (Antep Baklavası, Aydın İnciri, Malatya Kayısısı) tescilli olup 18 başvurunun (Milas Zeytinyağı, Afyon Sucuğu, Afyon Pastırması, İnegöl Köfte, Aydın Kestanesi, Edremit Yeşil Çizik Zeytini, Bayramiç Beyazı, Kayseri Pastırması, Kayseri Sucuğu, Kayseri Mantısı, Antep Fıstığı, Antep Lahmacunu, Taşköprü Sarımsağı, Giresun Tombul Fındığı, Antakya Künefesi, Maraş Tarhanası, Maraş Çöreği, Çağlayanceriit Cevizi) işlemleri devam etmektedir. (AB coğrafi işaret başvurusuyla ilgili detaylı bilgiye TÜRKPATENT’in kendi sitesinden ulaşılabilir.)
Buna ilişkin en yeni gelişme, Avrupa Komisyonuna Milas Ticaret ve Sanayi Odası (“MİTSO”) tarafından yapılan Milas Zeytinyağı coğrafi işaret (menşe adı) başvurusunun 17 Ağustos 2020 tarihli Avrupa Birliği Resmi Gazetesinde yayımlanmasıdır. Muğla ilinin Milas ilçesinde yetişen Memecik cinsi koyu yeşil/sarı zeytinlerden sadece mekanik işlem yoluyla üretilen saf sızma zeytinyağı başvurusuna yayım tarihinden itibaren 3 ay içerisinde bir itiraz gelmez veya gelse de bu itirazlar reddedilirse Milas Zeytinyağı da Avrupa Birliği’nde tescilli 4. Coğrafi işaretimiz olacaktır. Gelişmeleri takipte olarak Milas Zeytinyağının Avrupa Komisyonu nezdinde tescili halinde Avrupa Birliği sınırlarında da coğrafi işaret koruması edindiğini sizinle paylaşacağız. Temennimiz elbette ülkemizin değerlerinin daha çok yerde koruma altında olmasıdır.
Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi (“EUIPO”) Büyük Temyiz Kurulu 2 Mart 2020 tarihinde, yanıltıcılık ve kötü niyetin varlığı sonucu marka hükümsüzlüğüne ilişkin R 1499/2016-G numaralı önemli bir karar vermiştir. Büyük Kurul’un bu karara bakmasındaki esas amaç, gelecekte aynı hususta Temyiz Kurullarının önüne gelebilecek ihtilaflarda onlara rehberlik etmektir.
Kararda; markanın satışa sunulduğu ürünlerin coğrafi kaynağına ilişkin yanıltıcılığı ile marka sahibinin hükümsüzlük talebi sahiplerinden biriyle önceki ticari ilişkisinde gereken coğrafi bağ bulunmasına rağmen söz konusu ilişkinin marka başvuru tarihinden çok önce sona ermiş olduğu ve yine de başvurunun hala söz konusu ilişkiden doğan coğrafi köken mevcutmuş gibi bir görüntü çizmek amacıyla yapıldığından kötü niyetin varlığı hususları değerlendirilmiştir.
Uyuşmazlığı mümkün olduğunca kısa tutmaya çalışarak aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:
6 Ağustos 2013 tarihinde Hijos de Moisés Rodríguez González, S.A. (“Marka Sahibi”), aşağıda sunulan Avrupa Birliği (“AB”) şekil markasının tescili için Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi’ne (“EUIPO”) sarı, yeşil ve beyaz renkleri ve Nice sınıflandırmasına göre 29. sınıftaki “et, balık, kümes hayvanları ve sebzeler; jöleler, reçeller, kompostolar; yumurtalar; süt ve süt ürünleri; yenilebilir katı ve sıvı yağlar.” mallarını kapsayacak şekilde başvurmuş ve EUIPO tarafından bu marka 3 Ocak 2014 tarihinde tescil edilmiştir:
7 Ocak 2015 tarihinde, İrlanda Hükümetinin İş, Girişim ve İnovasyon Bakanı (“Bakan”) ile İrlanda Süt Ürünleri Kurulu Kooperatif Şirketi (“Kooperatif”), AB Marka Tüzüğünün (“EUTMR”) 59(1)(a) maddesi kapsamında aynı tüzüğün 7(1)(g) ve 52(1)(b) maddelerine dayanarak söz konusu markanın hükümsüzlüğü talebinde bulunmuştur. Gerekçe olarak sunulan maddeler, markanın yanıltıcı olması ile kötü niyete ilişkindir. Hükümsüzlük talebi sahiplerinin iddiaları kısaca şu şekildedir:
Tescilli AB markası, kapsadığı malların İrlanda’dan kaynaklandığını düşündürmektedir ve söz konusu ürünler İrlanda’dan gelmediği takdirde tüketiciler yanıltılmış olacaktır. Bunun nedeni, “La Irlandesa” teriminin “İrlandalı kadın” ya da İspanyolcada dişil tanımlayıcı ile kullanılan bir terimin “İrlandalı” anlamına gelmesidir. Bunun yanı sıra, sembolik kelt düğüm şeklinin ve renklerinin de İrlanda’nın milli renkleri ve bayrağını çağrıştırdığı, bu nedenle de somut olayda gerçek olmamasına rağmen malların İrlanda’da üretildiği veya bir şekilde bu niteliğe sahip olduğu hissinin verildiği iddia edilmektedir.
Ayrıca, bu argümanı destekleyen şu evraklar kanıt olarak sunulmuştur: Marka sahibinin Hollanda peyniri ve jambonu, salamı, tereyağı veya süt gibi ürünlerinin bulunduğu fakat İrlanda menşeli hiçbir ürüne yer verilmeyen 2014 tarihli çevrimiçi kataloğu ile EUIPO İptal Birimi tarafından verilen 25 Eylül 2002 tarihli 283 572 numaralı “” şekil markasının yine Bakanlığın talebiyle 29. sınıfta yer alan “tereyağı ve süt tozu” mallarında EUTMR madde 7(1)(g) ve 7(2) uyarınca İspanyol halkı için yanıltıcılığı dolayısıyla hükümsüzlüğüne dair kesin karar.
Kötü niyete dair, marka sahibinin marka başvurusunda bulunurken ticari hayattaki dürüstlük kurallarından saptığı iddia edilmiştir. Buna ilişkin, uzun yıllar boyunca marka sahibi ile Kooperatifin aralarında ticari bir ilişki olduğu ve 1967 yılından itibaren Kooperatifin Kanarya Adaları’nda marka sahibine toptan İrlanda menşeli tereyağı sattığı ve marka sahibinin de bu tereyağını “LA IRLANDESA” ve “KERRYGOLD” markaları altında (iki markayı bir arada kullanarak) sattığı ve “KERRYGOLD” markasını da kendi adına İspanya’da tescil ettirdiği belirtilmiştir. Kooperatifle aralarındaki hukuki uyuşmazlık sonucu 1984 yılında “KERRYGOLD” markasının Kooperatife devrine ilişkin marka sahibiyle imzalanan anlaşma hükümsüzlük talebiyle birlikte sunulmuştur. Artık aralarında bir ticari ilişki olmadığı da belirtilmiştir. “LA IRLANDESA” markasına ilişkin de söz konusu taraflar arasında İspanya’da 1990lı yıllardan itibaren süregelen hukuki ihtilaflar da, örneğin İspanya Marka Ofisi’nin ve Madrid Yüksek Adalet Mahkemesi’nin bu markaya ve taraflara ilişkin muhtelif ret kararları ve bunların çevirileri gibi, sunulmuştur.
Tüm bu sunulan geçmiş hukuki ihtilaflar ve ret kararlarının varlığına rağmen marka sahibi “LA IRLANDESA” terimini içeren, bu uyuşmazlığa konu marka dahil, dört yeni marka tescil talebinde bulunmuştur. Ayrıca, uyuşmazlık konusu marka görünüş olarak Kooperatifin tanınmış “KERRYGOLD” markasına çok benzemektedir. Marka sahibinin önceki ticari ilişkileri çerçevesinde bilgisi dahilinde olmasına rağmen böylesi benzer bir başvuruda bulunmak istemesi haksız rekabet ve kötü niyet teşkil etmektedir.
Kısaca marka sahibinin söz konusu iddialara verdiği cevaplar da şu şekildedir:
Hükümsüzlük talebi sahiplerinin söz konusu talebi, marka sahibine karşı rekabeti engelleyici bir stratejidir. 30 yıllık sıkı bir ticari işbirliğinin bitmesinin ardından rakip markanın saf dışı bırakılması amaçlanmaktadır.
Uyuşmazlık konusu markanın yanıltıcı olduğuna dair bir kanıt yoktur ve iddialar yalnızca spekülasyonlara dayanmaktadır.
“LA IRLANDESA” terimi ilgili malların coğrafi kaynağı açısından tanımlayıcı değildir, hatta Kanarya Adalarının ünlü bir markasıdır.
İspanya’da söz konusu marka 1967 yılından beri 538 320 numarası ile tescillidir ve hala geçerlidir. Marka sahibi, bahsedilen terimi içeren başka İspanyol ve AB markalarına da sahiptir.
Hükümsüzlük talebi sahiplerinin bunlara cevabı ise marka sahibi tarafından satılan malların açıkça İrlanda’dan olmadığı ve aksinin kanıtlanamadığı doğrultusundadır. 1967 yılına dayanan İspanyol markasına ise itiraz edilmemiştir, zira bu kullanım zamanında taraflar arasında var olan ticari ilişkiye dayanmaktadır. “LA IRLANDESA” markası özellikle o sırada İrlanda’dan gelen tereyağını belirtmek için yaratılmıştır fakat bu artık gerçeğe dayanmamaktadır, çünkü 2001 yılında Kooperatif marka sahibiyle olan tereyağı tedarik anlaşmasını sona erdirmiştir. Yukarıda bahsedildiği üzere hükümsüzlük talebi sahipleri hali hazırda birçok uyuşmazlıkta marka sahibine karşı başarılı olmuştur.
EUIPO İptal Biriminin 15 Haziran 2016 tarihli kararıyla hükümsüzlük talebi tümden reddedilmiştir. Söz konusu kararın gerekçeleri olarak öncelikle, EUTMR m. 7(1)(g) doğrultusunda markanın yanıltıcı niteliğine dair uyuşmazlık konusu şekil markasının esas kısmında yer alan “LA IRLANDESA” teriminin İspanyol Sözlüğüne bakıldığında “İrlandalı/İrlandalı kadın” anlamına geldiği ve bu marka altında satışa sunulan malların açıkça İrlanda’dan geldiğinin, markanın İrlanda ile açıkça bir coğrafi bağ kurduğunun düşünüleceği belirtilmiştir. İptal Birimine göre, bir işaretin EUTMR 7(1)(g) uyarınca reddedilebilmesi için korumanın talep edildiği malların özelliklerine açıkça zıt objektif bir işaret içermesi gerekmektedir. İşaret ve mallar arasında başvuru sırasında açıkça tezat yoksa söz konusu marka EUTMR 7(1)(g) maddesine aykırı olarak tescil edilmiş denemeyecektir. Eğer yanıltıcı olmayan bir kullanım ihtimali söz konusuysa tescile itiraz mümkün değildir. Bu durumda, eğer İrlanda kaynaklı ürünler satılıyorsa dürüst kullanımdan söz edilebilir. Uyuşmazlık konusu marka bakımından işaret ile koruma talep edilen mallar arasında başvuru anında açık bir tezat bulunmadığından EUTMR 7(1)(g) maddesi kapsamındaki yanıltıcılık gerekçesi İptal Birimi tarafından kabul edilmemiştir. Zaten, herhangi bir potansiyel veya fiili yanıltıcı kullanım ancak başlatılan bir iptal işlemi kapsamında değerlendirilebilmektedir. Kötü niyete ilişkinse İptal Birimi, uyuşmazlık konusu markaya dair başvuru anında herhangi bir kötü niyetin bulunduğunun ileri sürülen argümanlarla ispatlanamadığına karar vermiştir. Zira, önceki kararlar kimi zaman marka sahibinin niyetine ilişkin fikir uyandırabilse de bunlar Birim için bağlayıcı değildir, ayrıca markanın İrlanda’ya atfedilmek istenen unsurları tek başına marka sahibinin kötü niyetli ticari tutumuna karar vermeye yetmeyecektir.
Hükümsüzlük talebi sahipleri söz konusu kararı 12 Ağustos 2016 tarihinde temyiz etmiştir. 6 Aralık 2017 tarihinde Temyiz Kurulu Başkanlığı uyuşmazlığı, gelecekteki benzer uyuşmazlıklarda uyumlu bir yaklaşım benimsenebilmesi için Büyük Kurul’a göndermeyi uygun bulmuştur. Büyük Kurul, temyizi kabul etmiş, uyuşmazlık konusu kararın iptaline ve AB markasının hükümsüzlüğüne karar verilmesi gerektiği sonucuna varmıştır. Bunun nedeni olarak, sunulan delillere ve markanın kapsadığı malların İrlanda’da üretilebileceğine, hatta bazılarının, et, balık veya tereyağı gibi, bu sebeple tanınmış olduğuna ve işaretteki “LA IRLANDESA” teriminin İspanyolcadaki anlamına işaret edilmiştir. İspanyolca konuşan tüketicilerin işareti gördüğünde ürünlerin İrlanda’dan geldiğine inanacakları fakat sunulan delillere bakılırsa tüm ürünlerin İrlanda kaynaklı ürünler olmadığı, çoğunlukla Hollanda veya Almanya menşeli olup bunların ambalaj veya etikete söz konusu markayla birlikte ancak çok küçük harflerle veya ülke kodlarıyla yazıldığı ve bu nedenle markanın kaynağına ilişkin yanıltıcı olduğu kanaatine varılmıştır. Marka ile kapsadığı ürünler arasında açık bir tezat söz konusudur. Ayrıca, önceki EUIPO ve İspanyol otoriteleri kararlarının, her ne kadar Kurul için bağlayıcı olmasalar da, Kurul’un güncel bulgularını özellikle de ilgili İspanyol halkın markayı gördüğü anda ürünlerin İrlanda’dan geldiğini düşüneceği doğrultusunda yanıltıcılığı açıklama ve doğrulama yönünden önemine dikkat çekilmiştir.
Kurul kötü niyet değerlendirmesinde, AB Adalet Divanı’nın Lindt ya da Stylo & Koton gibi geçmiş kararlarına göndermeler yaparak bazı kriterlere değinmiştir. Dikkate değer noktalardan bazıları, uyuşmazlık konusu işaretin kaynağı ve yaratımından beri kullanımı, AB markası başvurusunun yapılmasındaki ticari mantık ve başvuruya kadarki olaylar kronolojisidir. Ayrıca, başvuru sahibinin kötü niyetini değerlendirirken başvuru öncesi taraflar arasındaki sözleşmesel ve sözleşme öncesi veya sonrası ilişkilerin, geçmiş ya da güncel mesleki durumdan kaynaklı sadakat veya işteki pozisyondan doğabilecek karşılıklı görev ve sorumlulukların değerlendirileceği belirtilmiştir. Kararda belirtilen ve değinilmesi gereken belki de son nokta, Avrupa Birliği Haksız Rekabet Uygulamaları Direktifi (2005/29/EC) 5(4) ve 6(1)(b) maddeleri uyarınca, ticari uygulamaların yanlış bilgi içermesi halinde veya bir şekilde ürünlerin coğrafi veya ticari kaynağına ilişkin özelliklerine dair ortalama tüketiciyi yanıltabilecek olması durumunda haksız ve dolayısıyla dürüst olmayan uygulamalar olarak kabul edilmesidir. Tüm kriterlerin, objektif faktörlerin ve sunulan delillerin ışığında Kurul, marka sahibinin bilerek İrlanda ile bir ilişki kurulması amacıyla başvuru yaptığını ve bu nedenle kötü niyetin varlığını onaylamıştır.
İnceleme konusu kararın; kötü niyet gibi yazılı hukukta çok detaylı ve açık düzenlenmeyen ve genelde uygulama ile şekillenen bir kavramın değerlendirilmesi yönünde, elbette işaretin yanıltıcılığı hususunda da, daha genel ve somut kriterlerin uygulanmaya çalışılması bakımından önemli bir karar olduğu kanaatindeyiz. Bu kararın amacı doğrultusunda EUIPO İptal Birimlerine ve Temyiz Kurullarına kötü niyete ilişkin kararları bakımından bir rehber teşkil etmesi ve kararların uyumlaştırılması beklenmektedir.
Harry Potter fikri mülkiyet davaları serimizin bu yazısında Amerika Birleşik Devletleri’nde gerçekleşen Harry Potter ile alakalı bazı hukuki uyuşmazlıklardan kısa kısa bahsedeceğiz. Bu uyuşmazlıklardan ilkinde parodi iddiası, ikincisinde şantaj, üçüncüsünde kendini kayırma ve böbürlenme mevcuttur.
Söz konusu uyuşmazlıklardan ilkinde, 2004 yılında Birleşik Devletler ordusunun aylık önleyici bakım dergisinde yayımlanan karikatür, karakterleri vasıtasıyla askerlere süpürge ve diğer ekipmanlarına nasıl bakım yapacaklarını öğretir. Söz konusu karikatürün ana karakterin ismi “Topper” olup bu karakter koyu renk saçlı, gözlüklü ve İngiltere’deki Mogmarts Büyü Okuluna giden bir gençtir, öğretmenleri de okul müdürü Profesör Rumbledore, McDonagal ve Snappy’dir. Söz konusu karikatürlü makale “Mogmarts’ta asalar her hafta ince bir LC40 kaplamasına ihtiyaç duyar.” ve “Ölüm Yiyenlerle savaşmayan büyücülerin asalarını günlük olarak temizlemesi gerekir.” gibi talimatlar içerir. Tanıdık geldi değil mi? J.K. Rowling’in avukatları, yazarın telif haklarını çok ciddiye aldığını belirterek orduyla iletişime geçer. Derginin kadrosu, önce çizimlerdeki karakterlerin Harry Potter’dakilere benzemediğini savunduktan birkaç gün sonra Askeri Malzeme Komutanlığı olaya dahil olur ve bu karikatürün parodi olduğunu, dürüst kullanım istisnası kapsamında telif hakkına ihlal niteliği taşımadığını iddia eder. Rowling’in avukatlarıyla geçen tartışmalar sonucunda ordu, dergide bir daha Harry Potter dünyasına benzer karakterleri kullanmayacağını söyleyerek geri adım atar.
İkinci uyuşmazlıkta, Corby, Northhamptonshire’daki kitap dağıtım merkezinde güvenlik görevlisi olan 20 yaşındaki Aaron Lambert Haziran 2005’te, Harry Potter ve Melez Prens kitabının resmi yayın tarihinden 6 hafta kadar önce, söz konusu kitabın birkaç kopyasını depodan çalarak içeriğini The Sun ve Daily Mirror gazetelerine 50.000£ ve 30.000£ karşılığında satmayı planlar. The Sun muhabirlerinden John Askill ile buluşur, söylenenlere göre muhabir pazarlık yapar gibi görünüp kitapları alıp kaçacaktır. Askill’e göre kendisi kaçmaya çalışırken Lambert taklit Walther PPK silahını çıkarıp ona doğru savurmaya başlar ve sonunda ateş eder. Polis gelir ve Askill Lambert’in kendisine doğru ateş ettiğini söylediğinde Lambert tutuklanır. Lambert bu iddiaları kabul etmez. Her ne kadar silahta gerçek kurşun olmasa da Askill çok korktuğunu belirtir. Northampton Ceza Mahkemesinde görülen duruşmada Lambert, hırsızlık ve korkutma niyetiyle taklit bir ateşli silah bulundurma suçlarının yanı sıra Harry Potter kitaplarının yayıncısı Bloomsbury’i romanın içeriğini açığa çıkarmakla tehdit ederek şantaj yapmaya çalıştığını kabul eder. Lambert, tutukluluğunun ardından kefaletle çıktığında Bloomsbury’yi iki kere telefonla arayıp sessizliğini koruması için para isteyerek söz konusu şantaj girişimlerinde bulunur. Sonuç olarak, her ne kadar avukatı Lambert’in vücut geliştirmeyi takıntı haline getirerek düzenli olarak çok fazla steroid aldığı için bu tür davranışlarda bulunduğunu savunsa da hakim, hırsızlık için 12 ay, ateşli silahla ilgili 18 ay ve şantaj için de 2 yıl hapis cezasına hükmeder.
Yazımızın son uyuşmazlığı, Kansas City’de ABD Posta Servisinde müdür olan bir kadının Harry Potter ve Melez Prens kitabını içeren paketini fark etmesiyle ilgilidir. Söz konusu paket, müdürün Amazon’dan evine sipariş ettiği Harry Potter kitabını içerir. Fark eder etmez, bu da kitabın sözleşmeli yayın tarihinden birkaç gün önceye tekabül eder, paketi dağıtımdan çeker. Paket masasında bulunduktan ve paketi posta dağıtımına geri koyması söylendikten sonra iddia edilenlere göre yerine temsili başka bir paket koyup orijinal kitabı erkenden evine götürür. Bu da yetmezmiş gibi astlarına bununla övünür. Bunun üzerine yöneticilik pozisyonundan alınır ve rütbesi düşürülür, bu kararı ilgili Kurul’da temyiz etse de itirazı reddedilir.
Bazılarını elimizden geldiğince sizin de gündeminize sunduğumuz üzere, kitaplarını yazdığı ilk günden beri J.K. Rowling ve yayıncıları küçük büyük birçok hukuki uyuşmazlıkla uğraşmaya devam ediyor. Fakat fikri mülkiyet haklarını çok önemseyen J.K. Rowling bıkmadan usanmadan savunmaya devam ediyor. Düşününce, belki de kitapların başarısını anlamanın yollarından biri de övgüler ve satışların yanı sıra taklit edilme ve bir şekilde fayda sağlama çabası denebilir. Yazımıza, önceki iki yazımızda da olduğu gibi Profesör Dumbledore’dan bir sözle (yine naçizane çevirimizle) noktayı koymak isteriz: “Tekrar tekrar savaşmak ve savaşmaya devam etmek önemlidir, çünkü kötülük asla tamamen yok edilemese de ancak o zaman uzak tutulabilir.”
Harry Potter serisine oldukça garip iki dava/taleple devam ediyoruz bugün. Harry Potter kitapları böylesine başarılı olunca sürekli bu başarıdan fayda sağlamaya çalışarak aslında eserlerin kendisinin ürünü olduğunu, kitapları kendisinin yazdığını iddia edenlerin J.K. Rowling’in yoluna çıkması pek de şaşırtıcı değil. Ne var ki, bu yazımızın konusu olan davaların adeta yalnızca hukuk sistemini ve/veya J.K. Rowling’i meşgul etmek için açıldığını düşünmemek işten değil, yine de tabi siz karar verin.
Uyuşmazlıklardan ilkinde Elijah M. Smith, 17 Mart 2010 tarihinde Doğu Kaliforniya Bölge Mahkemesi’ne çok da anlaşılır olmayan bir şikayet dilekçesi sunar. Bu esnada kendisi hapishanede mahkumdur. Söz konusu şikayette Smith, kendisinin Harry Potter kitaplarının yazarı olduğunu, J.K. Rowling’in alfabe ve matematik öğrenmek isteyenlere harika bir öğretmen olabileceğini ve 18 milyar dolar karşılığında kendisine bu öğretmenlik konusunda yardımcı olup Harry Potter kitaplarının yazarlığından da çekilebileceğini belirtir. Söz konusu şikayette davalı J.K. Rowling’in mesleğini “çocuklar için okulda hikaye kitabı okutmanı” olarak tanımlar. Dahası Smith, J. K. Rowling’in, kendisine ait (!) bu Harry Potter kitaplarını çocuklara kendisinin vereceği gibi bir sevgiyle okumasını ister. Tabi ki söz konusu şikayetin incelemesi oldukça kısa sürer ve Mahkeme 29 Mart’ta karar verir. Mahkeme, şikayeti incelemesinin ardından olgulara dayanması gereken iddiaların asılsız olduğunun ortaya çıktığını ve iddiaların doğasının açık olmadığını belirtir; bunun yanı sıra, “davacı, Harry Potter kitaplarının yazarı olduğunu iddia eder gibi görünmekte” diyerek iddiaların belirsizliğini de ortaya koyar. Aynı şekilde, davacının bir diğer iddiasının davalıdan çocuklara aritmetik ve alfabe öğretmekte yardım istemesi olduğunu belirtir. Sonuç olarak söz konusu şikayet, mahkeme tarafından da yeterince anlaşılır ve açık bulunmayarak reddedilir. Ne yazık ki Smith’in bu girişimleri, umduğu zenginliğe açılan kapıda “Alohomora” (bkz. kilit açma büyüsü) etkisi yaratmaz.
2015 yılının 28 Mayıs’ında ise Christin Griskie adında biri New York Doğu Bölgesi Mahkemesine bir şikayette bulunur. Bu şikayet, Disney Şirketleri ve Walt Disney Stüdyolarının, Griskie’nin onlara açıkladığı bir otobiyografiden bazı fikirlerini çaldıklarına ilişkindir ve kendisi bu film şirketlerinden 20 Milyar ABD Dolar talep etmektedir. Şikayetin yöneltildiği kişilerin Harry Potter ile alakası olmamasının yanı sıra, yalnızca Harry Potter ile de ilgili olmayan gerçekten ilginç iddialar da içerir. Özellikle Harry Potter’la ilgili olan iddiaları, Harry Potter’ın alnındaki meşhur yara izinin, 1996’da iki akrabası nedeniyle San Diego’da bir hastanenin aciline olan ziyaretinde tanık olduklarına ilişkin olduğuna yöneliktir. Şikayette daha fazla detay vermez; yalnızca yara izi fikrinin bir hastane ziyaretinde tanık olduklarıyla bağlantılı olduğunu söyler. Ayrıca, 2013’te çocuklarının biyografisi kapsamında Disney’e yazdığını, fikirlerinin reddedildiğini fakat Harry Potter ve Frozen gibi filmlerde Disney tarafından kendisinin bildirdiği/paylaştığı bazı fikirlerinin kullanıldığını iddia eder. Tazminat olarak 20 Milyar Dolar istemesinin gerekçesi olarak ise, Amerika Birleşik Devletleri Başkanlığı ve Kongre üyeliğine adaylığını koyacağını, yürüteceği kampanyalar için paraya ihtiyacı olduğunu belirtir.
Mahkeme, önce davacının adli yardım talebini kabul eder, ardından hemen davanın yersiz olduğunu ve herhangi bir dayanağı olmadığına hükmedip 29 Haziran 2015 tarihli kararıyla davayı reddeder. Mahkeme, davanın yersizliğine ilişkin değerlendirmenin yapılmasında iddiaların irrasyonel veya tamamıyla akıl almaz olması gerektiği kriterlerini ortaya koyar. Bundan hareketle Mahkeme, davacının başkanlığa adaylığını koyacak olmasının davalılar tarafından hedef alınmasının nedeni olduğu iddialarının söz konusu kriterleri karşıladığını belirtir. Mahkemenin iddiaları akıl almaz bulması kanaatimizce sürpriz değil.
Yazımıza yine kıymetli Profesör Dumbledore’dan bir alıntıyla (resmi olmayan kendi çevirimizle) noktayı koymak isteriz: “İsteyebileceğin kadar para ve ömür! Çoğu insanın her şeyden önce seçeceği şeyler bu ikisi olurdu – Sorun şu ki, insanlar tam da kendileri için en kötü olan şeyleri seçmek konusunda çok marifetliler.”
Harry Potter severler için J.K. Rowling’in yarattığı o sihirli dünya ne kadar da güzeldir, adeta biz ‘muggle’ların hayallerini süsler yapılan büyüler, ihtişamlı okul, süpürgeyle uçmak ve daha birçok büyücü ayrıcalığı. Kitaplarını okurken, belki filmleri izlerken kendi dünyamızdan çıkarız kısa bir süreliğine de olsa. 11 yaşını geçmiş de olsak, Hogwarts mektubumuzun yolda kaybolduğuna, kayıtlarda bir karışıklık olmuş olabileceğine inanmak isteriz.
Fakat, herkes bu büyülü dünyanın güzelliğine o kadar içten inanmıyor olsa gerek ki, Kanadalı folk müziği grubu Wyrd Sisters, isminin aynısının veya ayırt edilemeyecek derecede benzerinin Harry Potter ve Ateş Kadehi filmindeki Yule Balosu’nda çalan rock grubuna verilmesinin itibarını ve markasını zedeleyeceğini iddia ederek 2005 yılında mahkemeden kendilerine 40 milyon $ tazminat ödenmesini ve bu filmin Kanada’da gösterime girmesinin engellenmesini talep etmiştir. Söz konusu dava, Warner Bros. Entertainment Inc. (Warner Bros.) ile filmdeki müzik grubunun üyelerini canlandıran John Greenwood, Phil Selway ve Jarvis Cocker aleyhine açılmıştır. Federal Mahkemeye kadar giden davada marka taklidi iddiaları, ihtiyati tedbir talebi, temyizler ve hakimlere karşı açılan davalar derken tüm süreç neredeyse 5 yıl kadar devam etmiş, sonunda taraflar kendi aralarında, şartları gizli olup kamuya açıklamayan bir anlaşmaya varmışlardır. (Wyrd Sisters tarafından açılan bu davalara Kanada Ontario Yüksek Mahkemesi içtihat arama motorundan “https://www.canlii.org/en/on/onsc/” ulaşılabilir.)
Üç kadından oluşan Wyrd Sisters grubunun kurucu üyesi Kim Baryluk, avukatı Kimberly
Townley-Smith aracılığıyla Kanada’da 1990 yılından beri Wyrd Sisters markasının
bulunduğunu, söz konusu isimle grup olarak belli bir itibar edinip tanınmışlığa
ulaştıklarını, mevzubahis Harry Potter filmiyle ise bu itibarlarının zedelenip
grubun tanınmışlığının zarar göreceğini ve bundan böyle filmdeki hayali grupla
karşılaştırılıp karıştırılacaklarını iddia ederek mahkemeden tedbiren Harry Potter ve Ateş Kadehi filminin Kanada’da
gösterime girmesinin engellenmesini (Harry Potter ve Ateş Kadehi’nin gösterim
tarihi 18 Kasım 2005 olup, dava tarihi ise
4 Kasım 20015’tir), bunun yanı sıra marka taklidi (passing off) sebebiyle
kendisine 40 milyon $ tazminat ödenmesini
ve Wyrd Sisters grubuna referans verilen her türlü medya aracının (CD gibi) imhasını talep etmiştir. Davacı, Harry Potter dünyası
ürünlerinden belirli kart ve oyunların marka taklidine (passing off) delil
teşkil ettiğini iddia etmiştir.
Buna karşın Warner Bros., isim hakkının kullanımı için gruba en başta 5 bin
$ teklif ettiklerini ancak bu teklifin reddedildiğini, bunun üzerine de filmin
herhangi bir yerinde Wyrd/Weird Sisters veya benzeri bir referansın yapılmadığını
savunmuştur. Davalılar, filmde yalnızca üç tanınmış İngiliz müzik grubu üyesi erkekten
oluşan isimsiz grubun 6 saniyelik görüntüsünün olduğuna, hatta film sonunda çıkan
yazılarda da söz konusu kişilerin –Radiohead ve Pulp üyelerinden John Greenwood,
Phil Selway ve Jarvis Cocker– gerçek isimlerinin geçtiğine dikkat çekmişlerdir.
Hakim C. Campbell J., marka taklidi davasında yapılacak değerlendirmenin
aşamalarını şu şekilde ortaya koymuştur: iyi niyetin varlığı, yanlış temsil
sebebiyle halkın yanılması ve davacının gerçek ya da olası zararının varlığı.
Bunun yanı sıra hakim, ihtiyati tedbir kararı verilebilmesi için gerekli
şartlara da şu şekilde işaret etmiştir: ciddi bir meselenin yargılanması
gereği, tedbir uygulanmazsa davacının telafisi imkansız bir zarara uğrayacak
olması ve elverişlilik dengesinin istenilen kısıtlamadan yana olması. Tüm
bunlar ışığında hakim, söz konusu olayda dosyayı değerlendirdikten sonra
sunulan delillerin spekülatif olduğuna karar vermiş ve davacının iddia ettiği gibi
herhangi bir karıştırma ihtimalinin varlığına ikna olmadığını belirtmiştir. Manitobalı
üç kadın folk müziği sanatçısı ile üç tanınmış erkek İngiliz rock yıldızı
tarafından filmde hayat verilen hayali roman karakterlerinin birbirine
karıştırılmasını çok olanaklı bulmamıştır. Davacının tersine karıştırılma, yani
Kanadalı grubun isminin dinleyicileri tarafından Harry Potter eserindeki
gruptan esinlenerek konulmuş olacağı düşüncesinin oluşma ihtimali iddiası da incelenmiş
ve hali hazırda Wyrd/Weird Sisters
isminin en azından Shakespeare’in Macbeth’i zamanına değin giden bir geçmişi
olduğu göz önünde bulundurularak davacının bu iddiası da yine bir hayli
spekülatif bulunmuştur; dünyanın başka yerlerinde de bu isimde gruplar bulunabileceğine işaret edilmiştir.
Sonuç olarak hakim, ihtiyati tedbir kararının verilmemesi durumunda davacının telafisi
imkansız bir zarara uğrayacağına ikna olmamıştır. Mahkeme tarafından, J.K. Rowling’in
romanındaki Weird Sisters ibaresine karşı hiçbir şikayette bulunulmadığı, söz
konusu romanda veya filmde grup ismine değinilmediği ve zaten grubun son derece
farklı ve hayali olup yerleşik bir müzik grubunun bu durumdan ancak olumlu
tanıtım ve tanınırlık elde edebileceği vurgulanmıştır. Hakim, elverişlilik
dengesinin davalıdan yana olduğuna karar vererek davalıların karıştırma
ihtimalini ve oluşabilecek herhangi bir zararı önlemek için atılabilecek en
makul adımları attığını ve bu durumda filmden sahne çıkarılmasının esasen davalılara
zarar vereceğini belirtmiştir. Bütün bu nedenlerle ihtiyati tedbir talebi
reddedilmiştir.
Davacı, oldukça müdahaleci olduğu mahkeme tarafından da not edilen, söz
konusu dava sonunda 40 milyon $ tazminat alma hayaline ulaşamadığı gibi bir de davalıların yaptığı 140.000 $ tutarındaki
mahkeme masrafını ödemeye mahkum edilmiştir. Davacı, söz konusu kararı temyiz
etse de sonuç değişmemiştir. Tüm bu istenmeyen sonuçların dışında davacı bir de
bazı fanatik Harry Potter hayranlarından ölüm tehditleri aldığını belirtmiştir.
Kanadalı Maclean’s dergisinde yer alan bir habere göre (bu linkten
ulaşılabilir: https://www.macleans.ca/economy/business/harry-potter-and-the-trial-by-fire/) tüm bu
süreçten oldukça zararlı çıkan ve hayatını mahvolmuş olarak değerlendiren Kim
Baryluk açılan çoğu davadan haberdar bile değildir, avukatı kendisinden
habersiz hakimleri dava etmek dahil birçok yola girmiş ve sonuç olarak
Baryluk’a çıkan fatura beklediğinden ağır olmuştur. Halbuki iddia edilene göre
davacı Kim Baryluk’un aslında tek istediği filmin sonunda yer alan yazılarda,
“Gerçek Wyrd Sisters müzik grubu Kanada’da yaşamaktadır.” ibaresinin geçmesidir.
Toronto merkezli yukarıda adı geçen fikri mülkiyet avukatına vekalet veren Kim
Baryluk, çoğunlukla Toronto’da geçen yasal sürece bizzat katılmadığını, bu
nedenle olup bitenden çok haberdar olmadığını, avukatının da onu gereği gibi
bilgilendirmediğini iddia etmiştir. Avukat Kimberly Townley-Smith söylenenlere
göre yalnızca müvekkili tarafından değil, Kanada mahkemelerince de eleştirilmiştir.
Önümüzdeki tabloda Kim Baryluk’un söz konusu davalarda Warner Bros. ile
anlaşmaya varması, avukatı Kimberly Townley-Smith’i azletmesinden sonra gerçekleşmiş
gibi görünmektedir. Mart 2010’da mahkeme dışı gerçekleşen anlaşmanın detayları
gizli tutulup açıklanmadığından iki taraftan birine herhangi bir ödeme yapılıp
yapılmadığı bilinmemektedir.
Her ne kadar Kanadalı Wyrd Sisters grubu markalarını korumak istediklerini ve Harry Potter ve Ateş Kadehi filminde yer alan grupla karıştırılmak istemediklerini, itibarlarının zedeleneceğini düşündüklerini dile getirse de bilakis aslında bu hukuksal süreç onların itibarına zarar vermiş gibi durmaktadır. En başta, Warner Bros.’un teklifi üzerine pazarlık yaparak anlaşıp durumu mahkemeye taşımamaları daha mantıklı görünmektedir. Her halükarda, Shakespeare döneminden beri var olan, artık kamuya mal olmuş ve zayıf denebilecek Wyrd/Weird Sisters ibaresinin J.K. Rowling tarafından söz konusu üç cadıya da atıf olacak şekilde kullanılmasında bir beis görmemekle birlikte tanınmışlıkları dünya çapındaki Harry Potter tanınmışlığının yanından bile geçemeyecek Kanadalı bir müzik grubu tarafından filmin gösteriminin engellenmek istenmesi, hatta 40 milyon $ tazminat talep edilmesi kanaatimizce büyücü dünyasında bile inanılması güç ve (hatta Luna Lovegood tarafından bile) garip olarak değerlendirilirdi. Elbette bu kadar başarılı olmuş bir esere karşı bu ve bunun gibi birçok hak iddiası olması ve çeşitli uyuşmazlıkların varlığı şaşırtıcı değil, ne de olsa “seçilmiş kişi” olmak kolay değil, öyle değil mi? O halde, sevdiğimiz bir Albus Dumbledore sözü ile yazımıza noktayı koyalım: “Düşler dünyasına dalıp gerçek dünyayı, yaşamayı unutmak doğru değildir.”
Milletlerarası Ticaret Odası (ICC) Türkiye Milli
Komitesi, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB), Ankara Üniversitesi ve
TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi işbirliğinde düzenlenen “Güçlü Bir
Ulusal Ekonomi İçin Fikri Mülkiyetin Rolü Zirvesi”, 7 Ekim 2019 tarihinde
İstanbul Hilton Bomonti Otel ve Konferans Merkezi’nde gerçekleşti.
TOBB Başkanı ve ICC Türkiye Milli Komitesi Yönetim
Kurulu Başkanı M. Rifat Hisarcıklıoğlu, ICC Genel Sekreteri John Denton, Sanayi
ve Teknoloji Bakan Yardımcısı Fatih Kacır ve Ankara Üniversitesi Rektörü Prof.
Dr. Erkan İbiş’in, genel hatlarıyla fikri sınai haklar ile ekonomi arasındaki
kuvvetli ilişkiye ve fikri sınai haklar korumasının önemine vurgu yaptıkları
açılış konuşmaları ile başlayan zirveye, alanında uzman ulusal ve uluslararası
birçok önemli isim katıldı.
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi
ve FİSAUM Müdürü Prof. Dr. Arzu Oğuz’un moderatörlüğünde gerçekleşen ve “Ekonomik Dönüşüm Kapsamında Yeni
Teknolojiler, İnovasyon ve Fikri Mülkiyet Hakları” başlıklı birinci oturum
kapsamında:
İlk konuşmacı
Londra Queen Mary Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi ve Queen Mary
Fikri Mülkiyet Araştırma Enstitüsü Direktörü Prof. Dr. Duncan Matthews, “Standart Gerekli Patentler ve Kablosuz
Gezegenden Sonra FRAND (Adli, Makul ve Ayrımcı Olmayan Lisans)” konusu
üzerine bir sunum gerçekleştirdi. Konu, Matthews tarafından Unwired Planet v. Huawei International davası
çerçevesinde incelendi. Söz konusu dava özetle, İngiltere Mahkemeleri önünde
görülen, Unwired Planet’in hak sahibi olduğu 4G teknolojisi ile ilgili patentlerin
Huawei tarafından ihlali hakkındadır. Sonuç olarak, Huawei’nin Birleşik
Krallık’ta lisans istemesine rağmen Unwired Planet’ın önerdiği gibi dünya
çapında lisans verilmesinin çok daha verimli ve mantıklı olacağına
hükmedilmiştir.
Bu oturumun
ikinci konuşması, Akdeniz Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr.
Ayşe Odman Boztosun tarafından, “Son
Teknolojik Gelişmeler Işığında Fikri Mülkiyet Pazarlamasının Geleceği” konusu
üzerinedir. Özetle, fiziksel ve dijital dünya arasındaki çizginin giderek
silikleştiği, fikri mülkiyet hakları rejiminin yaratıcılığı teşvik ve düşünsel
yaratılar ve işaretler olan soyut varlıkların yayılmasıyla ilgili olduğu ortaya
konulmuştur. Konu, bir distopya senaryosu çerçevesinde ele alınmıştır. Devletin
de fikri sınai hakların korunmasında önemli bir rolü olduğu; takip ederek,
harekete geçerek ve daha fazla sorumluluk alarak destek olması gerektiği vurgulanmıştır.
Üçüncü
konuşmada Türkiye Ekonomi Kurulu Başkanı Prof. Dr. Hasan Kazdağlı, “Fikri Mülkiyet Hakları ve Ekonomik
Gelişme” başlığı altında fikri mülkiyet haklarının ekonominin
gelişmesindeki önemini ortaya koymuştur. Yerli, fikri ve milli olmanın önemini
vurgulamış, faydanın maliyeti aşması gerektiğini belirtmiştir.
Bir sonraki
sunum, Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Cenker Göker tarafından “Türk Vergi Sisteminde Patent Box Rejimi”
üzerine yapılmıştır. Devletlerin patenti teşvik etmek adına ‘patent box’
uygulamasıyla patent, faydalı model ve yazılım kapsamında ürünlerin seri
üretime geçişi sonrası satışlardan vergi almama politikası Avrupa ülkelerinden
örnekle açıklamıştır. Türkiye’de de bu sistemin 2014 yılından itibaren var
olduğu, ancak uygulamada patent belgesinin gelmesi ile satış arasındaki zaman
farkından ötürü çok da etkili olamadığı ortaya konulmuştur.
Ford Otosan
Fikri Mülkiyet Hakları Lideri ve Patent Vekili Ümit Yerli, “Fikirden Ticarileşmeye Fikri Haklar” konulu sunumunda fikri
hakların ilk aşamasından son aşamaya kadar geçtiği yolları anlatmıştır. Üretim
hakkı var mı yok mu araştırmasından ürün modellemesine ve seri üretime kadar
buluş sonrası ticarileşme sürecini ve patent sürecini katılımcılarla paylaşmıştır.
Stockholm
Üniversitesi Hukuk Departmanında Fikri Mülkiyet Hukuku Profesörü olan Dr.
Eleonora Rosati, birinci oturumun altıncı sunumunda “Avrupa Perspektifinden Online Platformların Sorumlulukları (İçtihat
Hukuku ve Yeni Telif Hakları Direktifi)” başlıklı bir konuşma yaptı.
Özetle, yeni Avrupa Birliği Telif Hakları Direktifi’nin Youtube gibi içerik
sunan online platformlara telif hakları bağlamında sorumluluk getirdiği
düzenleme incelenmiştir. Pirate Bay davası
örneği üzerinden dosya indirme sitelerinin içerik oluşturmadığı halde yalnızca
bu içeriklerin kullanıcılar tarafından siteye yüklenmeleriyle bile sitenin bu
ihlallere kolaylık sağladığından bahisle sorumlu olduğu, Youtube’a karşı da hala
görülmekte olan davalar olduğu belirtilmiştir.
İlk oturumun programdaki
sonuncusu, TÜBİTAK Teknoloji Transferi Ofisi Başkanı Murat Baybalı’nın “TÜBİTAK Destek Programlarında Fikri
Mülkiyet Uygulamaları ve TÜBİTAK’a Ait Fikri Mülkiyet Haklarının Transferi”
başlıklı sunumuydu. 2004 yılından beri bir program hariç üretilenlerin fikri
haklarının üretenler üzerinde olduğu, üniversiteler açısından da
üniversite-buluşçu arası protokole göre belirlendiği belirtilmiştir. Teknoloji
Transfer Ofisi (TTO) Başkanlığının hakların devriyle ilgilendiği, TÜBİTAK’ın teşkilat
yapısı ile birlikte anlatılmıştır.
Programda yer
almayan bir konuşmayla Amerika Birleşik Devletlerinden gelen misafir konuşmacı
da fikri mülkiyet hırsızlığı ve bilişim suçlarının büyümeyi önlediği, ekonomiye
zarar verdiği ve özü itibariyle yıkıcı nitelikte olduğuna değindi.
Texas A&M Üniversitesi Hukuk Profesörü Prof.
Dr. Irene Calboli de öğle yemeğinin hemen ardından gerçekleşen keynote
konuşmasında “Tekstil ve Moda
Endüstrisinde Fikri Mülkiyetin Korunması ve İnovasyon” başlığı altında
Türkiye’nin 2017 yılında dünya çapındaki tekstil ihracatı listesinde 5. sırada
yer aldığına ve tekstil sektöründe önemine değindi. Tekstil ve Moda
endüstrisinde fikri mülkiyet korumasının marka, tasarım, telif gibi çeşitli
fikri mülkiyet haklarıyla sağlanabileceği ve korumanın inovasyonu teşvik ile dengede
tutularak gelişimi engellememesi gerektiğine vurgu yapmıştır.
“Kültür
ve Yaratıcı Endüstrilerinin Telif Hakkı ve Dönüşümü” isimli ikinci oturum, TOBB-ETÜ Hukuk Fakültesi
Dekanı Prof. Dr. Çiğdem Kırca’nın moderatörlüğünde gerçekleşti:
Bağlantılı
Hak Sahibi Fonogram Yapımcıları Meslek Birliği (MÜYAP) Yönetim Kurulu Üyesi ve
Genel Koordinatörü Bülent Forta, “Dijital
Dönüşümün Ekonomik ve Hukuki Sonuçları” konulu ilk sunumda, teknolojik
yeniliklere adapte olunması ve soyut mülkiyet bilincinin geliştirilmesinin
önemi ile mevzuatın gelişen teknolojiye uyarlanmasının gerekliliğini
vurgulanmıştır.
İkinci
sunumda MÜYAP Genel Sekreteri Ahmet Türkoğlu, “Müzik Alanında Lisanslama” başlığı altında MÜYAP’ın International Federation of the Phonographic
Industry (IFPI)’nin Türkiye Ulusal Birliği olarak tescilli olduğu, müzik umuma
ileten yerlerin izin almak zorunda olduğu, meslek birliklerinin tarifeleri
belirlediği ve takip görevi gibi meslek birlikleri ve müzik alanına dair birçok
bilgi vermiştir.
Türkiye
Adalet Akademisi Daire Başkanı Dr. Hasan Kadir Yılmaztekin, “Türk Telif Hakkı Yasası Yapay Zeka
Yaratıcılık Sorunlarına Hazır Mı?” başlığı altında ‘Next Rembrandt’ deneyi
kapsamında yapay zeka ve telif hakkı bağlantısını incelemiştir. Yapay zeka
çeşitleri, alt alanları, Türk ve yabancı hukukta eser olma şartlarını bir arada
irdelemiştir.
Dördüncü
sunum, Kültür ve Turizm Bakanlığı Telif Hakları Genel Müdürlüğü Uluslararası
İlişkiler Koordinatörü Belgin Aslan tarafından hazırlanan “Telif Haklarına Dayalı Yaratıcı Kültür Endüstrilerinin Ülke
Ekonomisine Katkısı ve 2005 Unesco KİFAÇ Sözleşmesi Kapsamında Kültür
Endüstrilerinin Desteklenmesi” başlığı altında genel hatlarıyla Teklif
Hakları Genel Müdürlüğünün işleyişi, sektörel teklif hakları raporu (WIPO) ve
2005 UNESCO Kültürel İfadelerin Çeşitliliğinin Korunması Ve Geliştirilmesi
Sözleşmesi (KİFAÇ) bakımından Telif Hakları Genel Müdürlüğünün genel
sorumlu birim olduğu hakkında bilgilendirmelere ilişkindir.
Ardından,
Kişisel Verileri Koruma Kurumu Uzman Hukukçusu Cennet Alas Şekerbay, “Dijital Dünyada Fikri Mülkiyet ve Kişisel
Veri İlişkisi” konulu sunumunda fikri mülkiyet alanındaki başvuru ve tescil
işlemleri için kişisel verilerin kullanıldığı, dolayısıyla bu kişisel verileri
elde eden ve kullanan kişilerin yasal dayanakları olması ve yükümlülükleri
yerine getirmeleri gerektiği üzerinde durmuştur. Fikri mülkiyet hakları
koruması ve kişisel verilerin korunması, özel yaşamın gizliliği dengesinin
kurulması gerektiğini belirtmiştir.
İkinci
oturumun son sunumu, Maus Freres Şirketi Hukuk Müşaviri Stephanie Perrin’in “Pazar Yerlerindeki Mal Sahiplerinin Rolleri
ve Sorumlulukları” konuludur. Perrin, bazı mal sahiplerinin bilerek ya da
bilmeyerek gayrimenkullerini sahtecilere satıp kiraladığından ve uygulamada yürütülmeye
başlanan söz konusu mal sahipleri ve devletin bilinçlendirilmesi
çalışmalarından bahsetmiştir.
Tüm gün süren Zirve, fikri mülkiyet haklarının
ekonomi ile ilişkisi ve önemini vurgulamak açısından ve geniş yelpazedeki
sunumların sağladığı çok çeşitli bakış açısı bakımından önemli bir etkinlikti. Ne
var ki, fikri mülkiyet çok geniş ve sürekli değişen, gelişen bir alan
olduğundan daha çok zirve ve konferans düzenleneceği ve önemli konulara parmak
basılacağı kuşkusuzdur.
Avrupa Birliği Adalet Divanı Genel Mahkemesi (“Genel Mahkeme”), 28 Temmuz 2019 tarihinde Gibson Flying V elektro gitarlarının ‘V’ üç boyutlu şekil markasının kullanım sonucu kazanılmış ayırt ediciliğini değerlendirmiştir. (T-340/18 sayılı karara buradan ulaşabilirsiniz.)
Davanın arka planı şu şekilde: 16 Haziran 2010 tarihinde, Gibson Brands, Inc. (“Gibson”) aşağıdakiüç boyutlu şekil markasının 9., 15. ve 25. sınıflardaki mal ve hizmetler kapsamında tescili için Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi’ne (“EUIPO”) başvurmuştur ve tescil 30 Kasım 2010 tarihinde gerçekleşmiştir. Ardından, 7 Ekim 2014 tarihinde, bu yazının konusu davaya müdahil olan Hans-Peter Wilfer, söz konusu markanın 15. sınıftaki “müzik enstrümanları” bakımından kısmen hükümsüzlüğü için EUIPO’ya başvurmuştur. Bunun üzerine EUIPO İptal Birimi, 21 Aralık 2016 tarihinde markanın söz konusu mallar bakımından 207/2009 sayılı AB Marka Tüzüğü madde 7(1)(b) çerçevesinde ayırt edicilikten yoksun olduğu ve Gibson’ın Avrupa Birliği çapında markanın ayırt edicilik kazandığını ispat edemediği gerekçesiyle kısmi hükümsüzlüğe karar vermiştir. Gibson, 23 Şubat 2017 tarihinde EUIPO nezdinde temyiz yoluna gitmiştir. EUIPO İkinci Temyiz Kurulu (“Kurul”), 8 Mart 2018 tarihinde temyizin reddine karar vermiştir.
Kurul’un temyizi ret gerekçeleri şu şekildedir: ‘V’ şekilli gövdeye sahip elektro gitarlar 1958 yılında piyasaya sürüldüğünde alışılmışın dışında olsalar da bu şekil günümüzde olası elektro gitar şekillerinden biri olarak algılanmaktadır ve artık elektro gitar sektörünün kaide ve teamüllerinden önemli ölçüde ayrılmamaktadır. Ayrıca, 2010 yılında ‘V’ şekilli elektro gitarların, Gibson Flying V modelinin taklidi olsalar dahi, başka üreticiler tarafından da üretildiği bir gerçektir. Sonuç olarak tüketiciler, satın alma kararlarını yalnızca ‘V’ şeklinin kaynak gösterme işlevine dayandırarak veremeyeceklerdir, çünkü bu şekil ayırt edici karakterden yoksundur. Kullanım sonucu kazanılmış ayırt ediciliğe ilişkin sunulan ve Almanya, İtalya ve İsveç’te yapılan anketler güvenilir olsa dahi, Avrupa Birliği’nin tamamını değerlendirmek açısından yeterli bulunmamıştır. Bulgaristan, İspanya, Hollanda, Polonya ve Birleşik Krallık’ta yapılan anketler ise bağımsız kuruluşlarca gerçekleştirilmediğinden dikkate alınmamıştır. Her halükarda, sekiz üye ülkeye ilişkin anketler de Avrupa Birliği’nin tamamı açısından değerlendirme yapmaya yetmeyecektir.
Yazımızın konusu davada Gibson, Kurul’un kullanım ile kazanılan ayırt edicilik değerlendirmesi ölçütünü düzgün uygulamadığını ve bu bakımdan da uyuşmazlık konusu kararın uygun bir gerekçeden yoksun olduğunu iddia etmektedir. Kurul’un,sektörün kaide veya teamüllerinden önemli ölçüde ayrılma şartının anlam ve kapsamını yanlış değerlendirerek yalnızca uyuşmazlık konusu markanın söz konusu mallar bakımından alışılmış şekillerden biri olup olmadığını incelediğini; halbuki, ortalama tüketicinin bakış açısını da dikkate alması gerektiğini savunmaktadır. Ayrıca Gibson, Kurul’un Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada’daki kullanımlara dair sunulan delillere dayanarak karar verdiğini fakat ilgili kaide ve teamül incelemesinin Avrupa Birliği kapsamında yapılması gerektiğini belirtmiştir. Bunun yanı sıra, Flying V modeli gibi ikonik ve kendine has bir gitarın kaynağının sürekli olarak ilgili tüketici tarafından algılanacağını iddia etmektedir. Öncelikle, üç boyutlu şekil markalarının ayırt ediciliği için yenilik bir şart değildir. Aksine, marka ne kadar uzun süredir kullanılıyorsa ilgili tüketici nezdinde o kadar tanınmışlık edinecek ve değer kazanacaktır. Zaten orijinal Flying V gitarının üreticisi de kendisi olduğundan ve müdahil ilgili tüketicinin algısının zaman içinde değiştiğini gösteren herhangi bir delil sunmamış olduğundan Gibson, tüketicinin söz konusu şekli kendisiyle kuvvetli biçimde özdeşleştirmeye devam ettiğini iddia etmektedir.Kurul, Gibson’a göre, tescilden 4 yıl sonra uyuşmazlık konusu markanın neden ayırt ediciliğini yitirdiğini açıklamayı başaramamıştır. Diğer ‘V’ şekilli gitar üreticilerinin varlığının ilgili tüketiciler tarafından bilinmesinin markanın ayırt ediciliği üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Her halükarda, üçüncü kişiler tarafından markanın hukuka aykırı biçimde kullanımı, markanın korunması hakkının önünü kesmemelidir. Gibson’a göre müdahil, tüketicinin zihninde Gibson marka gitarlar ile üçüncü kişilerin malları arasında bir bağlantı kurduğunu gösterememiştir. Bunun aksine, tüketicinin orijinal ile taklitleri ayırt edebildiğine ilişkin makaleler dahil olmak üzere deliller sunmuştur.
İçtihat uyarınca markanın ayırt ediciliği, öncelikle tescil başvurusunun yapıldığı mal ve hizmetler açısından, ardından da ilgili tüketicinin markayı algısı bakımından değerlendirilmektedir.Malın dış görünüşünden oluşan üç boyutlu markalar açısından da bu değerlendirme diğer marka kategorilerinden farklı olmayacaktır.Ortalama tüketiciler, herhangi bir grafik ya da kelime unsuru bulunmayan ambalaj şekillerine veya genel olarak malın kendi şekline bakarak ürünlerin kaynağına ilişkin tahminde bulunma alışkanlığına sahip değillerdir, bu nedenle de üç boyutlu şekil markasının ayırt ediciliğini kanıtlamak kelime veya şekil markalarınınkinden daha zor olacaktır.Bu nedenle söz konusu değerlendirme yapılırken markanın, sektörün kaide ve teamüllerinden önemli ölçüde ayrılıp ayrılmadığı ve bu yolla kaynak gösterme işlevini yerine getirip getirmediği incelenir. Eğer ayrılıyorsa, marka ayırt edici addedilecektir. Her ne kadar söz konusu mallar “müzik enstrümanları” olsa da, söz konusu şekil bir elektro gitarın gövdesine ait olduğundan Genel Mahkeme, ayırt edici karakterin yalnızca elektro gitarlar bakımından incelenmesi gerektiğini belirtmiştir.İlgili tüketiciler, Avrupa Birliği bölgesindeki profesyonel ve amatör elektro gitaristler olarak belirlenmiştir.Söz konusu mallar, kullanımı yaygın mallar kategorisine girmemekle birlikte özel mahiyetleri nedeniyle tüketicilerin dikkat seviyesi yüksek olacaktır.Piyasada kayda değer sayıda şekille karşılaşan tüketiciler tarafından, bir şeklin pazarı tanımlayan şekillerden herhangi bir tanesi olarak algılanmayıp doğrudan belirli bir üreticiye ait olduğunun anlaşılması düşük bir ihtimaldir. Genel Mahkeme, hali hazırda piyasada geniş yelpazede orijinal ve fantastik görünüşlü birçok elektro gitarın bulunmasını, belirli bir şeklin pazara hakim olan teamüllerden ayrılarak tüketiciler tarafından özgün veya orijinal olarak tanımlanma ihtimalini sınırlayan bir durum olarak görmektedir. Kurul, itiraz kapsamında sunulan delilleri inceleyip uyuşmazlık konusu marka başvurusu yapıldığı sırada piyasada geniş yelpazede değişik ve alışılmamış şekilli elektro gitar gövdeleri bulunduğuna karar vermiştir. Söz konusu deliller arasında en azından bir düzine değişik gitar gövdesinin fotoğrafları yer almakta olup bunlar geleneksel şekilden açılı ‘V’ ile ‘X’ ve hatta balta şekline kadar çeşitlidir.
Kurul’un
vardığı sonuç esasen, uyuşmazlık konusu markanın tescili için başvurulduğu
sırada ‘V’ şeklinin sektörün kaide veya teamüllerinden önemli ölçüde ayrılmadığıdır.
1958 yılında piyasaya ilk çıktığı zaman Flying V gitar çok orijinal olmakla
birlikte 50 yıl içerisinde pazarın geliştiği ve çok çeşitli gitar gövdesi
modelleriyle tanımlanabilir hale geldiği inkar edilemez. Şeklin orijinalliği,
söz konusu üç boyutlu marka başvurusunun yapıldığı 16 Haziran 2010 tarihi
başlangıç alınarak değerlendirilmelidir. EUIPO’ya göre, Gibson’ın taklit
olduğunu iddia ettiği piyasadaki şekillerin varlığı ayırt edicilik
değerlendirilmesinde önemli değildir.
Müdahil tarafından sunulan delillerin
çoğunluğu her ne kadar Amerikan ve Kanadalı yayınlardan alınmış olsa da, söz
konusu yayınlar AB piyasası için de bazı sonuçlara varılmasına olanak
sağlayacaktır. Zira ilgili deliller Avrupa Birliği üye ülkelerinin vatandaşı
olanlar dahil birçok ünlü gitaristin ve onların gitarlarının fotoğraflarını
içermektedir. Bu kişiler dünya çapında performans göstermekte ve bu
performanslar sırasında ister Amerika ister Kanada ister Avrupa Birliği
ülkelerinde olsun aynı enstrümanları kullanmaktadır, bunun sonucunda da
kullandıkları gitar şekilleri bu bölgelerde tanınır hale gelmektedir.
Elektro gitar ürünleri profesyonel ve amatör müzisyenlerden oluşan sınırlı bir tüketici grubuna yöneliktir. Bu kişilerin dikkat dereceleri, söz konusu malların özel nitelikleri ve ilgili piyasanın sınırlı ve uzmanlaşmış olduğu da hesaba katıldığında oldukça yüksektir. Özellikle profesyonel gitaristler arasından dünya çapında konserler verenler ve ünlü olanlar yüksek bir tanınmışlıktan yararlanır, aynı zamanda rol modellerdir, bu nedenle kullandıkları gitarlar ilgili toplum tarafından adeta simgesel kabul edilebilecektir. Genel Mahkeme’ye göre, elektro gitar pazarı uluslararası boyutu olan özel bir piyasa olarak değerlendirilmelidir. Dolayısıyla, esasen Kuzey Amerika’dan çıkmış olsalar dahi bu evrensel değerlerin AB tüketicileri tarafından da tanınacağı değerlendirilmiştir. Bu vakada piyasa tanımı, coğrafi açıdan değil sektörel olarak ele alınmıştır.
Kurul, uyuşmazlık konusu kararında, Genel
Mahkeme’ye göre de doğru bir tespitle şu sonuca varmıştır: ilgili toplum ilgili
zaman aralığında ‘V’ şekilli gitarların farklı üreticileri olduğunu biliyordu
ve yalnızca ‘V’ şekline dayanarak bu malların kaynağı anlaşılamazdı.
Adalet Divanı’nın içtihadına göre, AB
markasının veya sahibinin tanınmışlığı AB Marka Tüzüğü’nün 7. maddesindeki
mutlak ret nedenlerini etkilemez. Kurul’un yaklaşımı ise, markanın tanınmışlığını
ayırt ediciliğine karşı kullanmak olup Genel Mahkeme’ye göre doğru değildir. İşaretin
kullanım sonucu kazanılmış ayırt ediciliğini tespit ederken yetkili makamlar
delillerin genel olarak değerlendirmesini yapmalıdır. Bu değerlendirmeyi
yaparken işaret vasıtasıyla ürünün belirli bir teşebbüse ait olduğunu ve bu
ürünün diğer teşebbüslerin ürünlerinden ayırt edilebildiğini tespit etmek
gerekmektedir. Markanın pazardaki hissesi ile yoğun, coğrafi olarak yaygın ve
uzun süreli kullanımı, reklamı için yapılan yatırım, ilgili toplumda markayı
diğerlerinden ayırt edebilenlerin oranı, ticaret odaları veya diğer ticari ve
profesyonel birlikler tarafından düzenlenen beyannameler gibi etkenler bu
değerlendirmede hesaba katılmalıdır.Kurul kararında, Kıbrıs ve Slovenya’da
kullanıma dair yeterli delil ibraz edilmemesinden ötürü tüm AB üye ülkelerinde
kullanım olmadığına hükmetmiş ve davayı reddetmiştir. Genel
Mahkeme de, elindeki bütün unsurları inceleyerek kullanım sonucu ayırt edicilik
için Avrupa Birliği’nin bir kısmında kullanımı yeterli görmemiş, geneline
bakmıştır.
Sonuç itibariyle, sektörde Gibson’dan başka üreticilere ait ‘V’ şekilli elektro gitarların varlığı ışığında, tüketicilerin satın alma kararını vermeleri için yalnızca ‘V’ şeklinin yeterli olmadığına karar verilmiştir. Genel Mahkeme son aşama olmadığından kararın temyiz edilmesi halinde merakla sonucunu bekliyor olacağız.
Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi (“EUIPO”), 31 Temmuz 2019 tarihinde, McDonald’s’ın “Mc” markasının 11 Nisan 2017 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere kısmi iptaline karar verdi. (14 787 C sayılı karara şuradan ulaşılabilir: https://euipo.europa.eu/eSearch/#details/trademarks/010392835)
İrlandalı Supermac’s (Holdings) Ltd (“Supermac’s”), 11 Nisan 2017 tarihinde, EUIPO İptal Birimi’nden McDonald’s’ın 10 392 835 sayılı “Mc” markasının AB Marka Tüzüğü’nün 58/1 (a) maddesine dayanarak iptalini talep etmiştir. Supermac’s’in iddiası, “Mc” markasının tescil tarihinden itibaren 5 sene içerisinde McDonald’s veya onun izni ile üçüncü kişiler tarafından tescil kapsamında bulunan 29., 30., 32. ve 43. sınıflardaki mal ve hizmetler üzerinde ciddi biçimde kullanılmadığıdır. Uyuşmazlık konusu “Mc” markası 15 Mart 2012 tarihinde tescil edilmiş, iptal talebi ise 11 Nisan 2017 tarihinde yapılmıştır. Buna göre, başvuru tarihinde uyuşmazlık konusu marka 5 yıldan fazladır tescilli olduğu için McDonald’s, 11 Nisan 2012 ile 10 Nisan 2017 tarihleri arasında markayı söz konusu mal ve hizmetler kapsamında ciddi anlamda kullandığını ispat etmek durumunda kalmıştır.Bunun üzerine McDonald’s, 28 Eylül 2017 tarihinde 20 adet ek halinde kullanım ispatı delillerini sunmuştur. Söz konusu deliller markanın 30. sınıftaki yulaf ezmesi ürünleri dışında, tescil kapsamındaki tüm mal ve hizmetler üzerinde kullanımına ilişkindir. Bu delilleri McDonald’s, gizli tutulmaları istemiyle sunmasına rağmen EUIPO, somut olayda gizlilik talebini haklı gösterecek herhangi bir gerekçe sunulmaması nedeniyle bu talebi reddetmiştir.
McDonald’s tarafından sunulan kullanım ispatına
ilişkin deliller genel hatlarıyla şu şekildedir:
2017 yılına ait, Almanya, Fransa ve Birleşik Krallık’ta yerleşik McDonald’s tarafından imzalanan 3 adet yeminli ifade: Söz konusu beyannameler, bu ülkelerdeki “McDonald’s”, “BIG MAC”, “McFISH”, McNUGGETS”, “McCHICKEN” ve “McFLURRY” gibi “Mc” ön ekli markalarının restoran hizmetleri, sandviç ve dürüm ürünleri bakımından en yenisi 2010 yılından itibaren olmak üzere yaygın biçimde kullanıldığını belirtmektedir. Ayrıca, 2011-2016 yılları arasında her yıl için bu ülkelerdeki net ciro, McDonald’s mal ve hizmetlerinin reklam masrafları, ürün etiketleri, menü görüntüleri, tanıtım bilgileri ile yukarıda bahsedilen markalar altında satılan ürün sayısı bilgilerini göstermektedir.
2014 ve 2016 tarihli Avusturya, Belçika, Danimarka, İspanya ve daha birçok Avrupa Birliği üye ülkelerindeki McDonald’s internet sitelerinden bilgisayar çıktıları.
‘McDonald’s’ın tarihi’ başlıklı Wikipedia sitesinden bilgisayar çıktıları, McDonald’s şirket internet sitesinden 2011-2016 yılları arasında McDonald’s’ın Avrupa Birliği üye ülkelerinde sahip olduğu ve faaliyette olan restoran sayısı gibi bilgileri içeren “2016 Finansal Bilgiler” bilgisayar çıktısı, McDonald’s Almanya’nın Alman yiyecek hizmetleri sektöründe pazar lideri olduğunu ve tüketicilerce bilinirliğini gösteren “McDonald’s Almanya Kurumsal Sorumluluk Raporu 2016”, 2016 ve 2014 yıllarına ait Avrupa ve 2009-2016 arası dünya çapında şirketin yıllık kazancını (Amerikan doları) gösteren yıllık raporlar, 2001-2016 ve 2008-2016 yılları arasında ‘En İyi Dünya Markaları’ ve ‘100 En Değerli Marka’ gibi listelerde ilk 10’da yer aldığına dair internet sitesi çıktıları, Almanya’da 1991, 1992 ve ve Macaristan’da 2011 yıllarında gerçekleştirilen ve insanların ‘Mc’ ön ekiyle ile ilgili sorular sorulduğunda bunları ‘McDonald’s’ ile ilişkilendirdiğine dair dört adet tüketici anketi örneği.
Genel Mahkeme’nin 05/07/2016 tarih ve T‑518/13 sayılı MACCOFFEE kararı.
İptal talebi sahibi Supermac’s, EUIPO’nun söz konusu delilleri –Supermac’s’e göre açıkça ispat eşiğini geçememiş olsalar da- yeterli kabul etmesi halinde bunların ancak 29 ve 30. sınıflardaki kümes hayvanları ürünlerinden hazırlanan yiyecekler, yenilebilir sandviçler, et sandviçleri, domuz eti sandviçleri, balık sandviçleri, tavuk sandviçleri, kahve, kahve ikameleri, çay, hamur işleri, tatlı olarak dondurma bakımından tescilin devamına yettiği görüşündedir. Ayrıca,uyuşmazlık konusu AB markasının, marka sahibinin mal ve hizmetlerinin kaynağını göstermek amacıyla hiçbir zaman kullanılmadığı, yalnızca üçüncü kişilerin “Mc” ön ekini içeren ifadeleri aynı ya da benzer mal ve hizmetler kapsamında tescil ettirmesini veya kullanmasını engellemek için bir savunma markası olarak tescil ettirdiğini iddia etmektedir. Ayrıca, İrlanda, İngiltere ve Avrupa Birliği’nde ‘Mc’ ön ekinin kişi soyadlarında çok yaygın olduğu; oteller, restoranlar, yiyecek ve içecekler gibi birçok mal ve hizmetin söz konusu ön eki içeren soyadlarla anıldığı ve bu nedenle eklenen kelimeler ve ögelerle oluşturulan “Mc” ön ekli markaların kaynak gösterme işlevi bulunmadığını da ileri sürmektedir.Buna karşılık McDonald’s, savunmasını özetle şu şekilde yapmıştır: “Mc” işareti, “McDonald’s” markasında ve daha birçok ürünün nitelik ve karakterini belirten ek ögelerle birlikte çeşitli kombinasyonlar halinde McDonald’s tarafından hazırlanan ve satışa sunulan birçok mal ve hizmet ile menü ögelerini belirtmek için kullanılmaktadır. McDonald’s’ın uzun süreli ve devamlı kullanımı sonucu “Mc” terimi, Avrupa Birliği çapında tüketiciler tarafından McDonald’s ile geniş çapta ilişkilendirilmektedir ve bu durum sunulan tüketici anketleriyle ortaya konulmuştur. “Mc” isminin yüksek ayırt ediciliği aynı zamanda Avrupa çapında birçok marka ofisi ve mahkeme tarafından, özellikle Genel Mahkemenin 2016 tarihli T-518/12 sayılı MACCOFFEE kararında da görülebileceği üzere, teyit edilmiştir.
Tüm bu delil, iddia ve savunmaları inceleyen EUIPO İptal Birimi, markanın sicilde yer aldığı gibi yalnızca “Mc” haliyle kullanımına ilişkin herhangi bir delil bulunmadığı, delillerin markaya başka ögeler eklenerek kullanımı gösterdiği konusunda başvuru sahibini haklı bulmuştur. Ne var ki, cevaplandırılması gereken hususun söz konusu eklentilerin markanın ayırt edici karakterini etkileyip etkilemediği olduğuna vurgu yapmıştır. İptal Birimi kararın devamında, deliller kapsamında sunulan markalar arasından kullanım ispatı koşullarını zaman, yer ve kapsam bakımından karşılayan yalnızca “McDonald’s”, “BIG MAC”, “McRIB”, “McMUFFIN”, “McTOAST”, “McFISH”, “McWRAP”, “McNUGGETS”, “McCHICKEN” ve “McFLURRY” markalarını kullanım niteliği açısından incelemeye karar vermiştir. Bunlardan “McDonald’s” bakımından ‘Donald’s’ ögesinin tanımlayıcı olmadığı, görsel olarak ‘Mc’ ögesinden daha az göze çarpar bir ifade olmadığı ve “Mc” ile “McDonald’s” markalarının esas olarak farklı göründükleri nedenleriyle “McDonald’s” şeklindeki kullanımın “Mc” markası bakımından kabul edilebilir bir kullanım varyasyonu olarak değerlendirilemeyeceğine karar vermiştir. Her ne kadar marka sahibi sunduğu tüketici anketlerinde “Mc” teriminin tüketicilerin çoğu tarafından “McDonald’s” ile doğrudan ilişkilendirildiğini iddia etse de, söz konusu anketlerden Macaristan kapsamında gerçekleştirilenler açısından EUIPO, anketi cevaplayanların yönlendirici sorulara maruz kaldığı sonucuna varmıştır. Diğer iki anketi ise gerçekleştirildikleri 1991 ve 1992 yıllarının kullanım ispatını ilgilendiren aralıktan çok uzak olması nedeniyle dikkate almamıştır. Bunun yanı sıra, halkın “Mc” ön ekini yalnızca bir şirket adı olan McDonald’s ile ve restoran servisleriyle eşleştirmesinin “McDonald’s” işaretinin kullanımının tescilli “Mc” markasının kullanımına eşdeğer olduğu anlamına gelmeyeceğine kanaat getirmiştir.
Supermac’s’in yeminli ifadelerin herhangi bir çalışan tarafından düzenlenmediği ve marka sahibi ile bu belgeleri düzenleyenler arasında bir bağlantı bulunduğunu gösteren herhangi bir belgenin sunulmadığı iddialarına cevap veren İptal Birimi, marka sahibinin üçüncü kişilerin kullanımına ilişkin delil sunmasının söz konusu kullanıma zımni rıza oluşturduğunu belirtmiştir. Ayrıca EUIPO’ya göre, söz konusu kişilerin McDonald’s ile bağlantısına dair herhangi bir belge sunulmasa dahi McDonald’s Almanya, Fransa ve Birleşik Krallık şirketlerinin McDonald’s’ın bu Avrupa Birliği üye ülkelerinde faaliyet gösterdiği ticari araçlar olduğu açıktır.Bazı delillerin yalnızca tarih belirtmemesi ya da ilgili zaman aralığı dışında olması nedeniyle gözardı edilmemesi ve genel değerlendirmede dikkate alınması gerektiğine de vurgu yapılmıştır. Özellikle ürün ve ambalaj fotoğrafları ile internet sitelerinden bilgisayar çıktılarının genel olarak hangi çeşit malların üretilip satışa sunulduğuyla ilgili bilgi verebileceği, bu nedenle markanın kullanım kapsamı ve marka sahibinin gerçek niyetini ortaya koymakta faydalı olacağı belirtilmiştir.
Marka sahibi, kullanımın kapsamına ilişkin hiçbir fatura sunmamıştır. Bunun yerine, yukarıda bahsedildiği gibi net ciro, McDonald’s mal ve hizmetlerinin reklam masrafları ile Almanya, Fransa ve Birleşik Krallık’ta “BIG MAC” markası ve “Mc” ön ekli markalar altında satılan ürün sayısı gibi bilgileri içeren üç adet yeminli ifade ve Avrupa’daki geliri gösteren iki yıllık rapor ile milyonlarca Amerikan doları olarak markanın değerini gösteren marka araştırmaları sunmuştur. EUIPO tarafından yeminli ifadelere genellikle bağımsız delillere göre daha az itibar edilir. Bunun nedeni, uyuşmazlığa dahil olan tarafların bakış açılarının kişisel çıkarlarından az ya da çok etkilenebileceğidir. Bu nedenle, içtihat uyarınca marka sahibinin çevresinden biri tarafından düzenlenen yeminli ifadelere ancak başka delillerle desteklendiği takdirde ispat değeri atfedilir. EUIPO İptal Birimi tarafından değerlendirilen bir diğer husus da uyuşmazlık konusu pazarın fast food ürünleri üretimi ve satışı olduğu ve bunların günlük kullanım ve fast food restoran servisleri tedariği amacıyla yapıldığıdır. Söz konusu pazarın bilinen özellikleri arasında genellikle oldukça yüksek bir talep ve genel halka yüksek miktarlarda satış bulunmaktadır. Bu nedenle, her halükarda kağıt fatura gibi geleneksel satış delillerinin sunulmasının söz konusu sektörde yapılan ticaret için pek de işlevsel olmadığı sonucuna varılmıştır.Sunulan deliller değerlendirildiğinde, bahsedilen markalar altındaki ürünlerin nihai tüketiciye devamlı olarak satışa sunulduğu, genel halkın söz konusu markalara fast food ürünleri için pazar yaratılmak amacıyla sürekli olarak maruz bırakıldığı kanaatine varılmıştır. Sunulan restoran sayıları, gelirler, marka değeri gibi bilgiler en azından yeminli ifadede belirtilen net ciro ve satılan ürün sayısı gibi bilgileri destekler nitelikte bulunmuştur. Dolayısıyla İptal Birimi’ne göre kullanım, göstermelik değildir.
Son olarak, marka sahibi sunduğu 2016 tarihli T-518/12 sayılı MACCOFFEE kararıyla “Mc” ön ekli markaların aile markası olduğunu savunmaktadır. Ne var ki, EUIPO’ya göre, aile markalarının varlığı ile markanın tescilde yer aldığı haliyle kullanımı hususları iki ayrı kavramdır. Söz konusu kararla “McDonald’s” markasından kaynaklanan “Mc” ön ekli aile markalarının varlığı teyit edilmekle birlikte bu iki markanın geniş çapta eşdeğer olduğu ya da aralarındaki farkın gözardı edilebilir olduğu sonucuna varılmamaktadır. “Mc” ön ekine eklenen –rib (kaburga), –muffin (çörek, bir tür ufak ekmek), –toast (tost), –fish (balık), –wrap (dürüm) ve –nuggets (dilimizde de aynı adla anılan)ögeleri söz konusu ürünlerin veya ana malzemelerinin ismidir ve bunları tanımlamak maksadıyla eklenmiştir. Dolayısıyla İptal Birimi, başvuru sahibinin bu ögelerle yeni birleşik markalar oluştuğu iddiasını doğru bulmamıştır. Bu tanımlayıcı eklentiler “Mc”markasının ayırt edici karakterini değiştirmemektedir. İptal Birimi, yalnızca –flurry ögesinin ürünleri tanımlayıcı bir anlamı olmadığını ve bu eklemenin ayırt edici karakteri değiştirdiği sonucuna varmıştır.
İptal Birimi’ne göre ciddi kullanım 29. sınıfta yalnızca tavuk nugget ürünleri bakımından gerçekleşmiştir. Bu sınıfta tescilli diğer mallar bakımından peynir ya da turşu gibi bazı malzemeler marka sahibi tarafından ayrı olarak değil sandviçler içinde satışa sunulmaktadır. Bunun yanı sıra, sandviçler ve dürümler 29. değil 30. sınıf kapsamında yer almaktadır. Marka sahibinin çok spesifik ürünler üzerinde marka kullanımının aranmadığı ve ileride mal çeşitliliğini geliştirebileceği de göz önünde tutularak 30. sınıfta sunulan deliller çerçevesinde yalnızca yenilebilir sandviçler, et sandviçleri, domuz eti sandviçleri, balık sandviçleri ve tavuk sandviçleri bakımından ciddi kullanımın bulunduğu sonucuna varılmıştır. Sonuç olarak EUIPO, “Mc”markasının 29. sınıftaki tavuk nuggetlar harici et ve kümes hayvanları ürünleri ile domuz ve balık ürünlerinden hazırlanan yiyecekler, pişmiş ve konserve sebze ve meyveler, yumurtalar, peynir, süt, süt ürünleri, turşular ile 30. sınıftaki bisküviler, ekmek, kekler, kurabiyeler, çikolata, kahve, kahve ikameleri, çay, hardal, yulaf ezmesi, hamur işleri, soslar, çeşniler, şeker, tatlılar, 32. Sınıfta alkolsüz içecekler, şuruplar ve içecek yapımında kullanılan diğer malzemeler ve 43. sınıftaki restoran servisleri bakımından 11 Nisan 2017 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere kısmen iptaline karar vermiştir.
Kanaatimizce bu kararın en önemli sonucu, EUIPO’nun ciddi kullanımı değerlendirirken markanın sicildeki halinde ayırt edici karakterini etkileyecek değişiklikler yapılmasını kabul etmemesi ile satışa sunulan malın nihai haline dikkat etmesidir, tek tek içindeki malzemelerinin ne olduğu önemli değildir. Sandviçin içinde peynir olması McDonald’s’ın ayrıca peynir sattığını ve bu yolla markasını peynir ürünü üzerinde kullandığını göstermez, satışa sunulan ürün sandviçtir. “Mc” markasının ön ek olarak ancak üzerinde kullanıldığı malları tanımlayıcı ögelerle birlikte kullanılabileceği, aksi takdirde eklenen ögelerin de kendi içinde mal ve hizmetler bakımından ayırt edici olması halinde markanın ayırt edici karakterinin değişerek tabiri caizse yeni bir işaretin oluştuğu söylenebilecektir. Dolayısıyla, marka sahipleri markalarını hem işaret hem de mal ve hizmetler bakımından ya kullanacakları gibi tescil ettirmeli ya da tescil ettirdikleri gibi kullanmalıdırlar. Aksi halde tescilden 5 sene sonrasında kullanım ispatı talebi ile karşı karşıya kaldıklarında her ne kadar markalarını belli oranda kullanmış olsalar da yer, zaman ve kapsam faktörleri tek başlarına yeterli olmayacak, nitelik olarak da markanın sicilde yer aldığı gibi kullanılıp kullanılmadığı önemli olacak ve belki de markalarını kaybetme riskiyle karşı karşıya kalacaklardır.
Muhtelemen McDonald’s, “BIG MAC” kararında olduğu gibi “Mc” kararına da itiraz ederek EUIPO Temyiz Kurulu’na gidecektir. Bu ihtimalde, merakla EUIPO Temyiz Kurulu kararını bekliyor olacağız.