Ay: Kasım 2016

“Patent Hukuku” Alanında Tebliğ Çağrısı – Yıldırım Beyazıt Üniversitesi III. Fikri Mülkiyet Hukuku Uluslararası Sempozyumu’nu Düzenliyor

ybu_logo_vector_kc

Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Hukuk Fakültesi, 25 Mayıs 2017 tarihinde Ankara’da “III. Fikri Mülkiyet Hukuku Uluslararası Sempozyumu”nu düzenleyecek. Sempozyumun bu yılki konusu “Patent Hukuku” olacak.

Sempozyumda tebliğ sunmak isteyen araştırmacı ve akademisyenlerin, tebliğ özetlerini 28 Şubat 2017 tarihine kadar commerciallaw@ybu.edu.tr adresine göndermeleri gerekmektedir.

Sempozyum ve tebliğ duyurusunun afişi aşağıda yer almaktadır.

yildirimbeyazit-patent

Tebliğ sunmak veya sempozyuma katılmak isteyen okuyucularımızın bilgisine sunuyoruz.

IPR Gezgini

iprgezgini@gmail.com

“Havana Club” Markası İhtilafı – Fidel Castro Anısına

havanaclub

“İnsan doğası gereği politik bir hayvandır.” (Aristoteles)

Aristoteles bu deyişi, her ne kadar insanın sosyal bir varlık olduğunu göstermek amaçlı görüşünün parçası olarak dile getirmiş olsa da, deyiş günümüzde kendisini apolitik olarak tanımlayan insanlara karşı kullanılan bir argüman haline gelmiştir.

Profesyonel kariyerim siyasetle herhangi bir bağlantı içermese de, öğrencilik yıllarım siyaset bilimi çalışmalarıyla geçtiğinden ve daha önemlisi kişisel ilgim nedeniyle, güncel siyasi gelişmeleri geçmiş bilgilerimle de harmanlayarak bir ölçüde takip etmeye çalışıyorum. Bu bağlamda, IPR Gezgini’ndeki yazılarımda da, kimi zaman ister istemez siyasi referanslarda bulunuyorum.

25 Kasım 2016 tarihinde, yani iki gün önce hayatını kaybeden Küba Devrimi lideri Fidel Castro, modern tarihin en önemli siyasi figürlerinden birisi olarak hafızalarımızda yerini almıştır. Elbette, IPR Gezgini’nde Küba Devrimi ve Fidel Castro hakkında yazmayacağım. Bununla birlikte, Küba Devrimi sonrasındaki gelişmeler nedeniyle ortaya çıkan “Havana Club” marka ihtilafı hakkında kısa bir yazı hazırlayarak ve bu yazıyı da Fidel Castro’nun anısına yayımlayarak, modern tarihin kahramanlarından Castro’yu sitede de bir şekilde anmak istiyorum.

Küba Devrimi sonrasında uygulanan başlıca ekonomik tedbirlerden birisi birçok işletmenin devletleştirilmesidir. Devlet tarafından el konulan önemli işletme ve markalardan birisi de Arechabala ailesinin sahibi olduğu “Jose Arechabala S.A.” firması ve bu firma tarafından 1934 yılında yaratılan “Havana Club” markasıdır. Firma, “Havana Club” markası altında, rom türü alkollü içecekler üretmektedir. “Jose Arechabala S.A.”, A.B.D.’ne de rom ithal etmektedir ve “Havana Club” markasını 1935 yılında USPTO’da tescil ettirir. Küba Devrimi sonrası, 1960 yılında firma ve “Havana Club” markası devletleştirilir ve Arechabala ailesi A.B.D.’ye göç ederek Küba’yı terk eder. Devletleştirme yapılırken Arechabala ailesine ödeme yapılmaz ve tazminat verilmez. Arechabala ailesi rom üretimine Küba dışında devam etmez ve USPTO’da tescilli markası hükümden düşer.

Bir diğer rom üreticisi olan “Bacardi” firması da benzer akıbeti paylaşır. “Bacardi” firmanın devletleştirilmesinin ardından firma Küba’yı terk eder, ancak firma “Bacardi” markasıyla tanıdığımız romunu Küba dışında üretip pazarlamaya devam eder.

Küba, devletleştirilen “Havana Club” markasına büyük önem verir ve üretimi sürdürür. 1970’li yıllarda, “Havana Club” markalı romlar, Sovyetler Birliği başta olmak üzere Doğu Bloku ülkelerine ihraç edilir. Küba devleti bununla da yetinmez, “Havana Club” markasını, Amerika Birleşik Devletleri (A.B.D.) ekonomik ambargosu olanca şiddetiyle devam ederken, 1976 yılında A.B.D. Patent ve Marka Ofisi (USPTO)’nde tescil ettirir. Marka A.B.D.’nde tescil edilmesine rağmen, ekonomik ambargo nedeniyle hiç kullanılmaz ve Küba devleti kullanılmama nedenini A.B.D. ambargosuna dayandırır. Markanın sahibi Küba devletine ait “Cubaexport” firmasıdır.

Bu aşamada, Fransız “Pernod-Ricard” firması, Küba devletine ait “Havana Club” markalı romların yurtdışında pazarlanması ve dağıtımı için “Cubaexport” firmasıyla ortak girişim kurmak ister. Görüşmelerin sonunda iş ortaklığı gerçekleşir ve bir Lüksemburg şirketi olan “Havana Club Holding, S.A.” markanın yeni sahibi olur. USPTO’da kayıtlı tescil de “Havana Club Holding, S.A.” firmasına devredilir. (Bu noktada, Türkiye’de romlar için tescilli, ilki 1984 yılına ait “Havana Club” markalarının sahibinin de “Havana Club Holding, S.A.” firması olduğu belirtilmelidir.)

Hukuki ihtilaf, 1994-1997 yıllarında “Bacardi” firmasının “Arechabala” ailesiyle görüşerek, “Havana Club” markasıyla ilgili haklarını ve ailenin kendisinde sakladığını belirttiği rom formülünü onlardan almasıyla başlar. “Bacardi” firması, Porto Riko’daki üretim tesislerinde “Havana Club” markasıyla rom üretimine başlar ve ürettiği içkileri A.B.D. pazarına sunar.

Fransız “Pernod-Ricard” firması, markanın USPTO’nda kayıtlı sahibi “Havana Club Holding, S.A.” adına “Bacardi”ye karşı hukuki işlemleri başlatır ve başlangıçtaki 2 davada lehine sonuç elde eder.

Buna karşın “Bacardi”, A.B.D.’nde yoğun lobi faaliyetine başlar ve A.B.D. kongresinden 1998 yılında yeni bir yasa (Omnibus Appropriations Act, 1998)  geçirtilmesini sağlar. Bu yasanın, “Bacardi Act” olarak da anılan Section 211 bölümü, Küba’da 1 Temmuz 1959 tarihinde veya sonrasında kamulaştırılan Küba firmalarının markalarının A.B.D.’nde korumasını düzenlemektedir. Section 211, yukarıda belirtilen tarihlerde Küba devletince kamulaştırılan markalarla, ticari unvanlarla ve ticari isimlerle benzer veya esasen benzer olan markaların, ticari unvanların ve ticari isimlerin kullanımına yöneliktir ve amacı kamulaştırılan bu tip isimlerin Küba devleti tarafından tescil edilmesini veya bunlardan kaynaklanacak hukuki korumayı engellemektir. Bu yolla, “Pernod-Ricard” firmasının açtığı davalardaki yasal dayanağı ortadan kaldırılır. Section 211’in en önemli uygulama alanı “Havana Club” markası olmuştur. Dava ve Temyiz sonucunda, A.B.D. yargısı “Havana Club Holding, S.A.” firmasının “Havana Club” markası için A.B.D.’nde herhangi bir hak öne süremeyeceğine karar verir.

Küba devleti ve “Pernod-Ricard” firması bu hamleye karşı pes etmez ve A.B.D.’nin ilgili mevzuatı Dünya Ticaret Örgütü’ne şikayet edilir. Şikayet, Avrupa Birliği tarafından yapılır ve tek bir ülkeyi (Küba) hedef alan Omnibus Appropriations Act Section 211’in TRIPS Andlaşması’na aykırı olduğu öne sürülür. Uzun süren müzakare ve tartışmaların ardından WTO Temyiz Organı 2002 yılında, Section 211’in TRIPS Andlaşması’nın ulusal muamele ve en çok kayırılan ülke ilkelerine aykırı olduğuna karar verir. A.B.D. bu karara ve Avrupa Birliği’nin ısrarlı çağrılarına karşın ilgili mevzuatta henüz yeni bir düzenleme yapmamıştır. Şu ana dek yazdığımız süreç oldukça detaylı olarak Sarah L. Farhadian tarafından yazılan ve http://www.cardozoaelj.com/wp-content/uploads/2012/07/Farhadian.pdf bağlantısından erişilebilecek bir yazıda değerlendirilmiştir. Konu hakkındaki detayları merak eden okuyucularımızın bu yazıyı incelemesi yerinde olacaktır.

“Pernod-Ricard” bununla da yetinmez ve “Bacardi”nin A.B.D.’nde piyasaya sürdüğü, Porto Riko’da üretilen “Havana Club” markasının rom ürününün coğrafi kaynağı konusunda yanlış bilgilendirme yaptığı gerekçesiyle bir dava açar. “Pernod-Ricard”a göre, Küba’nın başkenti Havana’dır ve Proto Riko’da üretilen romlar için “Havana” ibaresinin kullanımı ürünlerin coğrafi kaynağı konusunda tüketicileri yanlış şekilde bilgilendirecektir. A.B.D. yargısı burada detayına girmeyeceğimiz gerekçelerle, “Pernod-Ricard”ın davasının reddeder. Detayları merak edenler http://tushnet.blogspot.com.tr/2010/04/havana-club-rum-from-puerto-rico-not.html bağlantısındaki detaylı yazıyı inceleyebilir.

A.B.D.’nin Küba’yla ilişkileri Başkan Obama döneminde yavaş yavaş düzelmeye başlar. Bu süreçle bağlantılı olup olmadığını bilmemekle birlikte 2016 yılı başında “Havana Club” marka ihtilafında yeni bir aşamaya gelinir. Şöyle ki, 2016 yılı başında USPTO, Küba devletinin tescil ettirdiği, ancak Section 211 uyarınca herhangi bir etkisi kalmayan “Havana Club” markasının haklarını iade etmiştir. Buna karşın “Bacardi” firması vakit kaybetmeksizin bu markanın iptali amacıyla dava açmıştır. (bkz. http://www.wsj.com/articles/bacardi-pernod-ricard-spar-over-rights-to-rum-name-1464609604 ; http://www.ipscuba.net/english-version/spaces/to-be-or-not-to-be/havana-club-wins-dispute-but-u-s-market-still-banned/)

Sürecin ne şekilde sonuçlanacağını ben de merakla takip edeceğim ve olası gelişmeleri IPR Gezgini’nin okuyucularıyla paylaşacağım.

Marka tescilinin uluslararası siyasete de yansımaları olabileceğini bize gösteren ve Dünya Ticaret Örgütü nezdinde tartışmalara konu olan “Havana Club” ihtilafının okuyucularımıza da ilgi çekici geldiğini umuyoruz.

Son olarak, evdeki “Havana Club” romumu (Kübalı olandan), en kısa sürede 1956 yılında Granma teknesiyle Küba’ya çıkan Castro, Che ve diğer 80 arkadaşları şerefine açacağımı belirtiyorum. Eşlik etmek isteyen olursa beklerim.

granma

Önder Erol Ünsal

Kasım 2016

unsalonderol@gmail.com

Türkiye’nin Madrid Sistemi’ne 1930’da Katılıp 1955’te Ayrıldığını Biliyor muydunuz? Madrid Sistemi’nin 125. Yılı Vesilesiyle Sisteme Katılıma Yönelik Eleştiriler ve Değerlendirme

qingdao-afis

 

15-16 Kasım 2016 tarihlerinde Çin’in Qingdao şehrinde Dünya Fikri Mülkiyet Teşkilatı (WIPO) ve Çin’de marka tescil işlemlerinden sorumlu kamu otoritesi olan Çin Sanayi ve Ticaret Devlet İdaresi (SAIC) işbirliğiyle “Uluslararası Marka Tescil Sistemi – Madrid Sisteminin 125. Yılı” konulu uluslararası bir sempozyum düzenlendi. Toplantı ve konuşmacılar hakkında detaylı bilginin http://www.wipo.int/meetings/en/2016/madrid-125-anniversary-quingdao.html bağlantısından görülmesi mümkündür.

Madrid Sistemine dahil olan veya ileride dahil olmayı planlayan çeşitli ülke temsilcilerinin yanısıra WIPO, EUIPO, OAPI, ARIPO, INTA ve SAIC konuşmacılarının yer aldığı toplantıya, Türkiye’yi temsilen bu satırların yazarı katıldı ve toplantıda Türkiye adına bir konuşma yaptı.

 

qingdao-onder

 

Toplantının kanaatimizce en ilginç yönü, sisteme yeni dahil olan veya yakın gelecekte dahil olmayı planlayan ülkelerin temsilcilerinin tecrübelerini aktardıklarını sunumlardı.

Bu konuşmalardan anlaşıldığı kadarıyla, sisteme dahil olmayı planlayan birçok ülkede Madrid Sistemi’ne yönelik en büyük itiraz yurtdışındaki başvuru sahiplerini ilgili ülkelerde temsil eden marka vekillerinden ve marka avukatlarından gelmektedir.

Bilindiği üzere, markalarını yurtdışında tescil ettirmek isteyen marka sahipleri, normal şartlarda tescil talep ettikleri her ülkenin ulusal ofisine ayrıca başvuru yapmak zorundadır. Ulusal ofislerin neredeyse tamamındaysa, o ülke sınırlarında ikamet etmeyenlerin, yerli ve yetkili bir marka vekiliyle başvuruda bulunması zorunluluğu mevcuttur. Bu bağlamda, markasını yurtdışında tescil ettirmek isteyen başvuru sahipleri tescil talep edecekleri her ülkede ayrı marka vekili tutmak ve her birisine ücret ödemek zorundadır. Marka tescili için ulusal ofisler tarafından talep edilen resmi ücretler, vekil ücretlerine eklendiğinde, ulusal yollarla yurtdışında marka tescili oldukça pahalı ve her ülkenin farklı prosedürleri dikkate alındığında meşakkatli bir süreç olarak ortaya çıkmaktadır.

Madrid Andlaşması (1891) ve Madrid Protokolü (1996) isimli iki uluslararası anlaşmadan oluşan Madrid Sistemi, yurtdışında marka tescil işlemlerini kolaylaştırmak için ortaya çıkartılmış bir uluslararası marka başvurusu yöntemidir. Madrid Sistemi çerçevesinde markasını yurtdışında tescil ettirmek isteyen başvuru sahipleri, sistem tarafı ülkelerden istediklerinde marka vekili tutmadan tek dil, tek ücret, tek prosedür gibi avantajlardan yararlanarak marka başvurusu yapabilmektedir. Madrid Sisteminin özellikleri ve prosedürleri hakkında IPR Gezgini’nde önceden yazdığımız yazılar mevcuttur. Bu yazının konusu Madrid Sisteminin tanıtımı olmadığından, sistem hakkında daha detaylı bilgi edinmek isteyen okuyucularımızın sitedeki önceki yazılarımızı (bkz. https://iprgezgini.org/category/madrid-protokolu-uluslararasi-marka-tescili/) incelemesi yerinde olacaktır.

Marka başvuru sahiplerinin yani ticari yaşamın gerçek aktörleri olan üreticilerin ve hizmet sağlayıcıların, markalarını yurtdışında tescil ettirmelerini bir hayli kolaylaştıran Madrid Sistemi’ne itirazın bu kişilerin temsilcileri olan marka vekillerinden, daha doğru bir tabirle marka vekilleri içindeki bir gruptan gelmesi elbette şaşırtıcıdır. Açık olan tek gerçek var ki, vekillerin itirazını tetikleyen açık faktör, Madrid Sistemine katılımın ardından kendileri ardından gerçekleşecek gelir kaybıdır.

Çin’de yapılan toplantıda, sisteme yeni katılan ülkelerden Filipinler ve Kolombiya temsilcileri konuşmalarında katılım süreçlerinin ülke içinde oldukça sıkıntılı ve zor olduğunu belirtmişlerdir. Her iki ülkede de katılım öncesi ve sonrasında, marka vekilleri ve avukatlarından kaynaklanan önemli itirazlar ortaya çıkmıştır.

Filipinler’in sisteme 2012 yılında katılmasının ardından, -katılıma engel olamayan- vekil ve avukat lobisi, Filipinler Fikri Mülkiyet Derneği (Intellectual Property Association of the Philippines (IPAP)) aracılığıyla, Madrid Protokolü’ne katılımın Filipinler anayasasına aykırı olduğunu öne sürerek katılımın iptali amacıyla Filipinler Yüksek Mahkemesi nezdinde dava açmıştır. Yüksek Mahkeme, 19 Temmuz 2016 tarihinde verdiği kararla davayı reddetmiş ve Protokole katılımın anayasaya aykırı olmadığına hükmetmiştir. Dava hakkında bilgilendirici bir özetin http://ipophil.gov.ph/releases/2014-09-22-06-26-21/476-philippine-s-accession-to-the-madrid-protocol-constitutional-protocol-not-violative-of-the-ip-code bağlantısından incelenmesi mümkündür.

Kolombiya’da ise Madrid Protokolü’ne katılıma karşı olanlar, Filipinler de olduğu gibi marka vekilleri ve avukatlarıdır. Bu grup katılım karşıtlığını üç ana gerekçeye dayandırmaktadır:

i-  Egemenlik: Katılıma karşı olanlar uluslararası tescil sistemine girişin ülke egemenliğine aykırı olduğu öne sürmüştür. Kolombiya ofisi yetkilileri bu argümana karşı, Madrid Sistemi içerisinde bulunan A.B.D., AB üyesi ülkeler, Japonya, Avustralya ve diğer ülkelerin hiçbirisinin egemenliklerinden vazgeçmediğini, böyle bir argümanın akıldışı olduğunu ortaya koymuşlardır.

ii-  Anayasaya aykırılık: Uluslararası tescil sistemine karşı olanlar, Madrid Sistemi’nin anayasaya aykırı olduğunu öne sürmektedir. Buna karşın, Kolombiya Anayasa Mahkemesi 2012 yılında verdiği bir kararla katılım kararını anayasaya uygun bulmuştur.

iii- Madrid Sistemi KOBİ’ler için uygun değildir: Katılım karşıtlarının bir diğer argümanıysa uluslararası marka tescil sisteminin KOBİ’ler için uygun olmadığıdır. Bu argümanın hiçbir dayanağı bulunmadığı gibi, Madrid Sistemi’ni çok sayıda ülkede KOBİ’ler sıklıkta kullanmaktadır.

Kolombiya IP Ofisi katılım tartışmaları ülkede devam ederken katılım karşıtlarına aşağıdaki argümanlarla yanıt vermiştir:

i- Katılım karşıtları kendi müşterilerinin (IP sistemi kullanıcılarının) çıkarlarına karşı davranmakta ve sadece kendi maddi çıkarlarını ön plana çıkartmaktadır.

ii- Marka vekilleri katıldıkları her tür toplantıda yurtdışında marka tescilinin öneminden bahsederken, bunu Kolombiyalı marka sahipleri bakımından oldukça kolaylaştıracak ve ucuzlaştıracak bir sisteme katılıma karşı çıkarak verdikleri tavsiyelere uygun davranmamaktadır.

iii- Marka avukatları, fazla sayıda başvuru yapan vekiller olmak yerine, neden daha nitelikli işlemlerini çoğaltan iyi vekiller olmayı denememektedirler?

Uzun süren tartışmaların sonucunda Kolombiya 2012 yılında Madrid Protokolü’ne katılmış ve uluslararası tescil sisteminin üyelerinden birisi olmuştur.

Toplantıda yapılan konuşmalarda benzer itirazların Meksika’da da öne sürüldüğü ve Meksika’nın katılımının anayasaya aykırılığı gerekçesiyle dava açıldığı belirtilmiştir. Katılım karşıtları diğer örneklerde olduğu gibi, marka vekilleri ve marka avukatlarıdır.

Madrid Sistemi’ne henüz dahil olmamış, ancak yakın gelecekte katılım niyetlerini ortaya koymuş Kanada ve Güney Afrika Cumhuriyeti bakımından da benzer muhalefet söz konusudur. Kanada da oldukça güçlü olan marka vekilleri lobisi katılımı engellemek için elinden geleni yapmaktadır. Güney Afrika Cumhuriyeti’nde de aynı lobi katılımı engelleme gayretindedir. Buna karşılık, her iki ülkenin de kısa sürede Madrid Protokolü’ne katılımının beklendiği WIPO temsilcileri tarafından ifade edilmiştir.

Madrid Sistemi’ne kendi ülkelerinin katılımına karşı çıkanların asıl olarak marka vekilleri lobisi olduğunu ve bu durumun birçok ülke bakımından gerçeklik olduğunu bu şekilde ortaya koyduktan sonra, Türkiye tecrübesine dönecek olursak, oldukça ilginç bir durumla karşılaşmaktayız.

Türkiye’nin Madrid Protokolü’ne 1999 yılında katıldığı ve gerek menşe ofis başvuruları gerekse de seçilmiş ülke yönlendirmeleri açısından, Protokol’ün en etkin kullanıcıları arasında yer aldığı herkesin malumudur.  Bununla birlikte, Türkiye’nin uluslararası marka tescil sistemine yıllar önce katılıp sonrasında ayrılmış olduğu ve bu özelliğiyle ayrıksı bir ülke olduğu fazla kişi tarafından bilinmemektedir.

Prof. Dr. İsmail Kırca tarafından yazılan “Markaların Milletlerarası Tescili (Madrid Sistemi)” isimli kitaptan (s. 8-11) aktaracağımız bilgiler, Türkiye’nin Madrid Andlaşması’na katılıp sonrasında ayrılışını kısaca özetlemektedir:

Genç  Türkiye Cumhuriyeti, 1924 yılında imzalanan Lozan Anlaşması’nın eki “Ticaret Mukavelenamesi” ile Paris Sözleşmesi’ne katılımı taahhüt etmiştir. Paris Sözleşmesi’ne katılımın ardından 1930 yılında hükümet markaların uluslararasına tesciline ilişkin Madrid Andlaşması’na katılım için kanunla yetkilendirilmiş ve Türkiye 1930 yılında Madrid Andlaşması’nın tarafı olmuştur.

Buna karşılık, 1955 yılında İcra Vekilleri Heyeti, 1619 sayılı kanunun 1. maddesine istinaden Türkiye’nin Madrid Andlaşması’ndan çekilmesine karar vermiş ve Türkiye andlaşmadan çekilmiştir.

Kırca, andlaşmadan çekilime dair gerekçeleri, Hayri Dericioğlu tarafından yazılmış, 1957 tarihli “Türk Sınai Mülkiyet Mevzuatı ve Tatbikatı” adlı eserden aktarmaktadır. Biz de bu aktarımı Kırca’nın kitabından yapacak olursak:

“Türkiye’nin Madrid Sistemi’nden çıkışı için temel neden, uluslararası tescil sisteminin Türkiye için iktisadi ve mali açıdan faydadan çok zarar vermesi olarak gösterilmiştir. Buna göre, Türkiye tescil ettirdiği birkaç markaya karşılık olarak her yıl ortalama 7500 markanın yabancı markanın korunmasını taahhüt etmektedir.” (Önder Erol Ünsal’ın notu: Eğer kitapta bir yazım hatası söz konusu değilse, 1930-1955 yılları arasında Madrid Andlaşması çerçevesinde her yıl ortalama 7500 yabancı markanın korunmasının taahhüt edilmesi inandırıcı bir rakam olarak gözükmemektedir. Sistem şu an yani 2016 yılında yaklaşık 100 üye ülkeye erişmiş ve ticaret global bir hal almışken Türkiye yıllık yaklaşık 10.000 civarı uluslararası marka tescil başvurusu almaktadır ve sistemin üye sayısının görece oldukça az olduğu 1930-1955 yılları arasında her yıl ortalama 7500 marka korumasının taahhüt edilmesi kulağa pek olası ve inandırıcı gelmemektedir. Dolayısıyla bu rakam kontrole muhtaçtır. Gerekirse WIPO’dan Türkiye’nin ilgili yıllara ait istatistiklerini talep ederek bu kontrolü sağlayamaya çalışacağım.) “Türkiye bu anlamaya katılmamış olsaydı, milletlerarası tescile konu markaların sahiplerinden bir kısmı, markasına koruma sağlamak için Türkiye’ye gelip markasını tescil ettirmek zorunda kalacak ve bu sayı yıllar geçtikçe artış gösterecekti. Bunun sonucunda yabancı marka sahiplerinin yapacakları masraflar ve ödeyecekleri vekillik ücretleri, ülkeye döviz olarak girecekti. … Anlaşma’dan çekilmemiz ile Türk marka sahiplerinin milletlerarası tescil için ödeyecekleri harçların ülkeden döviz olarak çıkışı da engellenecekti. Nihayet, Milletlerarası Büro’nun elde ettiği gelir dolayısıyla üye ülkelere ödediği paradan Türkiye’nin payına düşen miktar, Türkiye’nin Paris Anlaşması uyarınca Beynelmilel Kalem’in masraflarını karşılamak üzere her yıl ödemek zorunda olduğu parayı dahi karşılayamamaktaydı.”

img_1883

Kanaatimizce, Hayri Dericioğlu’nun kitabından aktarılmış olan Madrid Anlaşması’ndan çıkma gerekçelerimiz pek de mantıklı değildir. Sondan başlayacak olursak, Madrid Anlaşması’ndan çıkmamız Paris Sözleşmesi’nden de çıktığımız anlamına gelmemektedir ve Türkiye Madrid Sistemi’nden çıkmış olsa dahi Uluslararası Büro için ödemelerine devam edecektir. Dolayısıyla, Uluslararası Büro masraflarını Madrid Anlaşması’ndan çıkış için gerekçe olarak ortaya koymanın, bu masraflar devam edeceği için bir anlamı bulunmayacaktır. Bir diğer gerekçe olarak Türkiye’den sadece birkaç marka tescil edilmişken yurtdışından çok sayıda marka başvurusu alınması gösterilmiştir ki, kanaatimizce aynı durum Madrid Anlaşması olmadan da devam edecektir ve etmiştir. Bir diğer deyişle Türkiye bu kez uluslararası sistemle değil, ulusal yolla yabancı marka başvurularını almaya devam etmiş, buna karşın kendi başvuru sahiplerinin yurtdışında tescil işlemlerini kolaylaştıracak Madrid Anlaşması’ndan çıkarak ulusal başvuru sahiplerinin yurtdışında tescil işlemlerini zorlaştırmıştır. Bir diğer gerekçe Türkiye’ye döviz girişinin sağlanması ve döviz çıkışının engellenmesidir ki, bu durumun bir yönü yabancı marka sahiplerinin yapacakları masraflar ve ödeyecekleri vekillik ücretlerinin ülkeye döviz olarak girmesi ile açıklanmıştır. O dönemdeki durumu tam olarak bilmemekle birlikte, Madrid Sistemi dahilinde taraf ülkelere yapılan başvuru nispetinde WIPO tarafından yıllık ödeme yapılmaktadır ve devlete bu şekilde döviz olarak girdi gerçekleşmektedir. Buna karşın Madrid Sistemi kapsamında yapılan başvurular için vekillere ödeme yapılmadığı ve vekillerin olası müşterilerinden elde edecekleri gelirlerden mahrum kaldıkları gerçektir. Dolayısıyla, Madrid Sistemi’nin olası başvuru gelirlerinden mahrum ettiği kesim aslen devlet veya kamunun geneli değil, yabancı müşterilerle çalışan vekillerdir. Buna ilaveten, Madrid Sistemi’nden çıkmamız halinde Türk marka sahiplerinin milletlerarası tescil için ödeyecekleri harçların ülkeden döviz olarak çıkışının da engelleneceği belirtilmiştir ki, bu tespit Türkiye’den yapılan başvuruların azlığına dayandırılan tespitle de kanaatimizce çelişmektedir. Şöyle ki, eğer Madrid Sistemi dahilinde Türkiye’den sadece birkaç başvuru yapıldığı ve bunun gelen başvurulara kıyasla azlığı sistemden çıkışımız için bir gerekçe olarak belirtilmiş iken, sadece birkaç başvurunun yol açacağı döviz çıkışının ne gibi bir mali zarara yol açabileceği sorusu belirmektedir. Bu noktada, uluslararası anlaşmalara girip çıkmanın, ülke prestiji bakımından olumsuz yönü de ortaya çıkmaktadır ki, WIPO gibi uluslararası örgütlerde prestijin taraf olunan ve uygulanan anlaşma sayısıyla orantılı olduğu ve uluslararası örgütlerde tecrübe ve itibarın ancak uygulama yoluyla sağlanabildiği kesinlikle unutulmamalıdır. Elbette, kendi yorumlarımızın bugünden bakışla yapıldığı ve o dönemin atmosferinin ve bakış açısının Hayri Dericioğlu’nca yapılan tespit ve değerlendirmelere esas olduğu belirtilmelidir. Dolayısıyla, bugünden bakışla bize oldukça anlamsız gelen Madrid Sistemi’nden çıkış kararının dayandığı o döneme göre anlamlı gerekçelerin de olabileceğini bu aşamada belirtmek yerinde olacaktır. Gene de, septik bir bakışla o gerekçelerden birisi acaba, daha fazla gelir elde etmek isteyen marka vekilleri lobisinin baskısı olabilir mi demekten kendimizi alamıyoruz.

1955 yılında Madrid Andlaşması’ndan çekilmemizin ardından Türkiye’de 1990’lı yıllara kadar sisteme tekrar katılımın gündeme gelip gelmediğini bilmiyoruz.

1990’lu yıllarda hepimizin malumu olduğu üzere, Avrupa Birliği’ne katılım (o dönemdeki ismiyle Avrupa Topluluğu), Gümrük Birliği, Dünya Ticaret Örgütü müzakereleri gibi ekonomik işbirliği alanları Türkiye’de yoğunlukla tartışılmaya başlanmıştır. Bu tip işbirliği müzakerelerinde Türkiye’nin önüne sürülen şartlardan birisi Türkiye’de fikri ve sınai mülkiyet korumasının geliştirilmesi, bu alandaki uluslararası anlaşmalara katılım, kurumsal yapının geliştirilmesidir. Türkiye’nin katılımının istendiği uluslararası anlaşmalardan birisi de markaların uluslararası tescilini düzenleyen Madrid Sistemi’dir. Türkiye bu alanda hızlı davranır ve marka alanında Nicé Andlaşması, Viyana Andlaşması ve Madrid Protokolü’ne imza atar. 1996 yılında atılan imzaya karşın, protokolün Türkiye için yürürlük tarihi 1 Ocak 1999 olarak belirlenir. (Bu satırların yazarı 1996 yılında henüz üniversite öğrencisi olduğu için anlaşmalara katılım sürecini ve gelen tepkileri Türk Patent Enstitüsü’nde takip edememiştir. Buna karşın Madrid Protokolü’nün Türkiye’de uygulanması için görevlendirilen ilk iki kişiden birisidir ve bugünden bakınca oldukça ilginç gelen bu görevlendirmeyi ve sonrasında yaşananları başka bir yazıda aktaracaktır.)

1996-1999 yılları arasında Madrid Protokolü’ne katılıma karşı sert bir çıkış yapılıp yapılmadığı veya bu konuda lobi faaliyeti yürütülüp yürütülmediğini konusunda fikrimiz yok. Bununla birlikte katılımın uluslararası işbirliği projeleri çerçevesinde yürütülmesi, katılıma ilişkin güçlü siyasi irade ve bir gecede meclisten geçen Kanun Hükmünde Kararnamelerle gerçekleşen katılım gibi faktörlerin, katılım karşıtlarına muhtemelen fırsat vermediğini tahmin ediyoruz. O dönemin Türk Patent Enstitüsü yöneticileri anılarını bir gün paylaşırlarsa konu hakkında daha net bir fikrimiz olacaktır.

Bununla birlikte, 2000 yılında Türk Patent Enstitüsü’nün yeni atanan yönetiminin, vekillerin sıkıntı ve dileklerini dinlemek için yaptığı toplantıdan bir anekdotu bu aşamada aktarmak yerinde olacaktır. Dinleyici olarak katıldığımız bu toplantıda söz alan –şu an hayatta olmayan ve müşteri portföyü ağırlıklı olarak yabancılardan oluşan- bir marka vekili, Türkiye’nin Madrid Protokolü’ne katılımını eleştirmiş, Türkiye’nin daha önce katılmasına rağmen 1950’li yıllardan sistemden çıktığını belirtmiş, o dönemdeki tecrübenin esas alınması gerektiğini öne sürmüş ve Madrid Protokolü’nden çıkmamız gerektiğini ifade etmiştir. Elbette, bunları öne sürerken kendi gelir kaybını bir neden olarak belirtmemiştir.

Gelinen noktada okuyucularımıza fikir vermek için Madrid Protokolü’ne katılım öncesi Türkiye’ye ulusal yolla yapılan başvuru sayısını ve buna ilaveten katılım sonrası Madrid Protokolü yoluyla yapılan yabancı başvuru sayısını, ek olarak da katılım sonrası ulusal yolla yapılan yabancı başvuru sayısını vermek yerinde olacaktır.

 

Yıllar Ulusal Yolla Yapılan Yabancı Marka Başvuru Sayısı Madrid Protokolü Yoluyla Yapılan Yabancı Marka Başvurusu Sayısı Toplam Yabancı Marka Başvurusu sayısı
1996 4802 ….. 4802
1997 4982 ….. 4982
1998 5158 ….. 5158
…. …. ….. ……
2013 4869 9838 14707
2014 4936 9513 14449
2015 5033 10418 15451

 

Rakamlardan anlaşıldığı kadarıyla, Madrid Protokolü’ne katılım sonrası ulusal yolla yapılan yabancı marka başvurusu sayısında önemli bir azalma olmamış, buna karşın Protokol kapsamında gelen yabancı başvurular da eklendiğinde toplam yabancı marka başvurusu sayısında yaklaşık 3 kat artış gerçekleşmiştir. Bu noktada, Madrid Protokolü kapsamında yapılan yabancı başvuruların reddedilmesi halinde itirazların yalnızca ulusal yolla vekiller aracılığıyla yapılabildiği ve dolayısıyla bu şekilde Türk marka vekillerinin iş hacminde önemli bir artış olduğu belirtilmelidir. Ayrıca, Madrid Protokolü başvuruları için verilen takip hizmetleri ve ilana itiraz gibi işlemler, hiç şüphesiz Türk marka vekillerinin yabancı müşterilerine verdikleri hizmetleri nicelik olarak artırmıştır. Ayrıca, başvuru yapmak yerine itiraz, yayına itiraz, mahkeme süreçleri, lisans, vb. daha komplike işlemlerin iş hacmi olarak artması hiç şüphesiz Türk marka vekillerini nitelik olarak da güçlendirmiştir.

Buna ek olarak 1955 yılında Madrid Sistemi’nden çıkışımıza gerekçe olarak gösterilen Türk başvuru sahiplerinin sistemi kullanarak yurtdışında marka başvurusu yapmaması sorunu halen devam ediyor mu, onu da WIPO istatistiklerini esas alarak okuyucularımızın bilgisine sunalım.

 

Madrid Protokolü kapsamında Türk başvuru sahiplerince gerçekleştirilen uluslararası tescil sayıları
2006 2007 2008 2009 2010 2011 2012 2013 2014 2015
733 717 894 792 859 983 1202 1198 1272 1154

 

Bu rakamlar küçümsenmeyecek derecede fazla yerli markanın yurtdışında Madrid Protokolü kapsamında tescil ettirildiğini göstermektedir. (Türkiye 2015 yılında Madrid Sistemi kapsamında en fazla marka başvurusu gönderen ülkeler sıralamasında 98 taraf arasında 12. sırada yer almaktadır.) Dolayısıyla, Türk başvuru sahiplerinin Madrid Sistemi’ni etkin olarak kullanmadıkları içerikli eleştiri de günümüzde anlamını yitirmiştir.

Yazı boyunca, Madrid Sistemi’ne katılıma karşı çeşitli ülkelerde marka vekilleri ve avukatlarınca gösterilen tepkiyi ve buna karşı verilen yanıtları aktarmaya çalıştık. Türkiye bu noktada ayrıcalıklı bir yerdedir, şöyle ki ülkemiz 1930 yılında sisteme dahil olup 1955 yılında yazıda aktardığımız gerekçelerle sistemden çıkmıştır. 1955 yılında sisteme yöneltilen eleştirileri hangi nedenlerle anlamlı bulmadığımızı da yazıda belirttik. 1999 yılında uluslararası marka tescil sistemine tekrar dahil olmamızın ardından sistemi ne derecede etkili biçimde kullandığımızı ve 1955 yılına ait eleştirilerin günümüzde anlamını yitirdiğini yazının sonunda ifade ettik. Yazının bütünü itibarıyla, okuyucularımıza Madrid uluslararası marka tescil sistemine yöneltilen eleştirilerin ulusal ve yurtdışı boyutları ve bu eleştirilerin nedenleri hakkında fikir verdiğini umut ediyoruz.

Önder Erol Ünsal

Kasım 2016

unsalonderol@gmail.com   

Bilgilenmiş Kullanıcı mı Ortalama Tüketiciden Çıkar, Ortalama Tüketici mi Bilgilenmiş Kullanıcıdan? – UKIPO “Total” Kararı

total-gas

 

Birleşik Krallık Patent Ofisi’nin O/448/16 26 Eylül 2016 tarihli kararı bilgilenmiş kullanıcı ve ortalama tüketici kitlesi için iki ayrı karşılaştırmada bulunarak ortaya oldukça ilginç bir karar çıkarmış durumda.

 

IKON Financial Group Limited isimli bir firma tarafından 36. Sınıfta yer alan “finansal hizmetlerde, döviz hizmetleri ve emlak satış hizmetleri ile ilgili finansal hizmetler” emtialarını kapsayacak şekilde “total1” şeklini marka tescil başvurusuna konu etmiştir.

 

Dünyanın önde gelen akaryakıt firmalarından olan TOTAL SA firması ise yine “total2” tanınmış şekil markasını, 2003 yılından beri 36. Sınıftaki “akaryakıt ödemeleri için kart hizmetleri, devamlı müşterileri için hediyelik eşya, seyahat ve akaryakıt almasını sağlayan kart hizmetleri, servis istasyonlarında akaryakıt dolumu için hazırlanan kart hizmetleri” gibi emtiaları da kapsayacak şekilde tescilli olarak kullanmaktadır.  TOTAL SA firması, anılan başvuruya, işbu markasına dayalı olarak  işaretler arasında benzerlik bulunduğu, bu benzerliğin tüketici algısında markalar arasında ilişkinin bulunduğu sonucunu doğuracak nitelikte olduğu, söz konusu başvurunun, firmalarının tanınmış logosunun itibarını zedeleyip sulandırabileceğini, tüketicinin bu markadan hizmet alıp sonrasında hayal kırıklığına uğraması halinde kendi markalarının zarar göreceğini iddia konusu ederek başvuruya yönelik itirazını gerçekleştirmiş.

 

Bununla birlikte itiraz sahibi tescilli markasının yanı sıra ayrıca 96433-0001 sayısı ile tescilli total3 endüstriyel tasarımına dayalı olarak da başvuru konusu markaya itiraz etmiştir.

 

İncelemeyi gerçekleştiren uzman, ilk olarak, başvuru konusu işarete yönelik önceki tescilli markaya dayalı itirazları ele almıştır.  Markalar kapsamında yapılan incelemeler sonucunda taraf markalarının finansal hizmetler üst çatısı altında aynı emtiaları kapsadığı belirtilmiştir. Nitekim incelemeyi yapan uzmana göre, burada dava konusu markada daha üst bir ifade olan “finansal hizmetler” ile finansal hizmetlerin içerisindeki bir hizmet olan “ödeme kartları” hizmetleri birbirleri ile iç içe hizmetlerdir.( Gérard Meric v OHIM, T-133/05 (“MERIC”) Case T-388/00 Institut für Lernsysteme v OHIM – Educational Services (ELS) [2002] ECR II-4301, paragraph 53).

 

Ancak bu değerlendirmede incelemeyi yapan uzman için, “döviz değişim” hizmetleri ile itiraz sahibinin ödeme kartları, müşteri kartları, akaryakıt dolum kartları ile ilgili hizmetleri benzer değildir. Başvuru konusu marka kapsamındaki “döviz değişimi” hizmetlerinin, her türlü finansal hizmet ile ilişkilendirilmesi mümkün değildir. Uzmana göre, bu nitelikteki bir hizmet, diğer finansal hizmetler ile bir ikame içerisinde olmadığı gibi dağıtım kanalları da aynı olmayıp birbirleri yerine ikame edilebilir de değillerdir. Dolayısıyla incelemeyi yapan uzmana göre taraf markaları arasında “döviz değişim” hizmetleri yönünden bir emtia benzerliği mevcut olmadığı gibi yine “emlak alım – satımı” hizmetleri açısından da bir benzerlik bulunmamakta, yalnızca başvuru konusu markada yer alan “finansal hizmetler” emtiaları yönünden, emtialar benzerlik göstermektedirler. Dolayısıyla ikinci aşama olarak başvuru konusu işaretlerin benzerlik değerlendirmesinin yapılması yoluna gidilmiştir.

 

İncelemeyi yapan uzmana, göre her iki taraf markası da ihtiva ettiği herhangi bir unsuru ön plana çıkarmayan şekil markalarıdır. Her iki taraf markasının görsel açıdan bıraktıkları algı aynı olmamakla birlikte oldukça yüksek düzeyde benzerdir. Her iki marka da 3 adet kavisli şeklin birleşmesi ile oluşturulmuş, her iki markada da turuncu, kırmızı ve mavi renk tonları kullanılmıştır. TOTAL firmasına ait önceki markada mavi rengin yanı sıra koyu mavi/lacivert renk de yer almaktadır. Bu açıdan bakıldığında her iki marka arasında oldukça küçük farklılıklar bulunmaktadır. Örneğin itiraza mesnet markada, lacivert rengi bulunmakta, markayı oluşturan kavisli şekillerin bir araya gelmesi bir top şeklini andırmaktayken, başvuru konusu markada ise kavisli şekillerin bir araya gelmesi neticesinde oluşan şekil tam dairesel değildir. Ancak işaretler arasındaki bu küçük farklılıklar, aralarındaki yüksek düzeyli benzerliği ortadan kaldırmaya elverişli değildir.

 

Uzmana göre finansal hizmetler yönünden ilgili tüketici kitlesi ortalama bir tüketici olabileceği gibi bu alanda çalışan, faaliyet gösteren, bu alan ile ilgilenen kişiler de olabilecektir. Bununla birlikte finansal etkiler yaratacak bu gibi hizmetler yönünden olağan bir  tüketicinin dahi daha fazla dikkate sarf edeceği kabul edilmelidir.

 

Bu unsurlar bir arada ele alındığında her iki taraf markasında da yalnızca şekil unsurunun bulunması, başvuru konusu marka kapsamındaki “finansal hizmetler” emtiaları yönünden taraf markalarının aynı hizmetleri içermesi, tüketicinin, her iki işaret arasında yanılgıya düşebileceğini kabul edilmesini gerektirmektedir. Ancak başvuru kapsamında kalan “döviz  değişimi, emlak alım satımı” hizmetleri yönünden taraf markaları arasında emtia benzerliğinin çok ilgisiz olması nedeniyle işaretler arasındaki benzerliğe rağmen tüketicinin işaretleri karıştırmayacağı şeklinde bir sonuca varıldığı görülmektedir.

 

İncelemeyi yapan uzman, TOTAL firmasının tescilli markası yönünden bu değerlendirmeleri yaptıktan sonra, itiraz sahibinin, önceki tescilli endüstriyel tasarımına dayalı gerçekleştirdiği itirazlar ile ilgili olarak da birtakım değerlendirmelerde bulunmuştur.

 

Buna göre, markalar yönünden ortalama tüketici nezdinde yapılan karşılaştırmanın, endüstriyel tasarımlar yönünden bilgilenmiş kullanıcı gözetilerek yapılması gerektiğini vurgulayan uzman bilgilenmiş kullanıcının, ortalama bir tüketiciden daha fazla dikkat gösteren ve ayrıntıya önem veren bir kullanıcı olduğu belirtmiştir. Uzmana göre başvuru konusu işaret bir grafik tasarımından ibarettir. Bu nedenle bilgilenmiş kullanıcının kim olduğunun doğrudan tespiti mümkün değildir. Bu kullanıcı herhangi bir tüketici olabileceği gibi, grafik çizimine ilgisi olan bir tüketici de olabilir. Uzmana göre her iki kullanıcı kitlesi de bilgilenmiş kullanıcı olabilecektir. Ancak bununla birlikte bilgilenmiş kullanıcı, yüksek bir dikkat düzeyine sahip olması nedeniyle tasarımları çok daha dikkatli inceleyecektir.

 

Tasarımların birbirleri ile ilgili benzerliğini uzman, renkler ve şekiller yönünden ayrı ayrı incelemiştir. Uzmana göre TOTAL firmasına ait tescilli tasarım, mavinin tonları ile kırmızı ve turuncu renklerden oluşmaktadır. Başvuru konusu markada da yine açık mavi, kırmızı ve turuncu renkler bulunmaktadır. Sadece renkler yönünden taraflara ait şekillerin birbirleri ile çok benzer olduğu, aralarındaki farklılıkların iyi bir gözlemci tarafından dahi fark edilemeyeceği belirlenmiş ve tasarımların şekli unsurlarının karşılaştırmasına geçilmiştir.

 

Uzmana göre her iki marka da genel olarak üç adet kavisli şeklinde bir araya gelmesi sonucunda üç boyutlu döner bir top şekli algısı yaratmaktadır. Ancak başvuru konusu marka ile önceki tasarım arasında bazı farklılıklar vardır. Buna göre önceki tasarımda, turuncu renk, kavisli şekillerin iç kısmının renginin tasviri için kullanılmaktayken başvuru konusu markada kavisli şekillerden birinin turuncudur. Yine önceki tasarımı oluşturan kavisler bir küre algısı yaratır nitelikte iken başvuru konusu markada kavisli şekiller birbirleri ile tam olarak çakışmamakta ve bu nedenle küreden ziyade yonca yaprağı gibi bir algı oluşturmaktadır. Son olarak önceki tasarım daha geniş yüzeyli bir algı yaratırken, başvuru konusu işarette kavisli şekillerin konumlandırılması dış kısmında daha da kıvrımlı bir görüntü yaratmıştır.

 

Sonuç olarak her ne kadar işaretler arasında belli oranda bir benzerlik bulunmakta ise de bilgilenmiş kullanıcı algısında tasarım ile şekil markasının birbirlerinden farklı bir algı yarattıkları görüşüne varıldığı anlaşılmaktadır.

 

Birleşik Krallık Patent Ofisi tarafından verilen bu karar bilgilenmiş kullanıcı ve ortalama tüketici açısından tasarım – şekil markası ve şekil markası – şekil markası aralarındaki benzerlik değerlendirmelerine oldukça farklı bir yaklaşım getirmektedir. Aynı işaretlerin, farklı ilkeler çerçevesinde farklı sonuçlar doğuracak şekilde değerlendirilmesi enteresan. Sonraki sürecin nasıl işleyeceğini takip edip gözlemlemek yerinde olacaktır.

 

Poyraz DENİZ

Kasım 2016