Etiket: ipr gezgini söyleşileri

SÖYLEŞİYORUZ # IX – EMEKLİ HAKİM ve AVUKAT TÜRKAY ALICA BİZLERLE!



“Söyleşiyoruz” serisinin Ocak 2022 söyleşisiyle tekrar karşınızdayız.

Yeni yılın ilk söyleşisinde konuğumuz Türk fikri mülkiyet hakları camiasının duayen isimlerinden Emekli Hakim ve Avukat Türkay ALICA.

Türkay Bey, çoğu okurumuzun bildiği gibi Fikri ve Sınai Haklar İhtisas Mahkemelerinin ilk kuşak hakimlerinden ve sadece kararlarıyla değil, yazdığı kitaplar, makaleler ve katkı sunduğu çok sayıda seminer ve eğitimle fikri haklar dünyamızda farklılık yaratmış bir isim. Türkay Bey’in deneyimini ve alana olan tutkusunu IPR Gezgini okurlarına da yansıtmak istedik, kendisine söyleşi önerimizi götürdük ve kendisi bizi geri çevirmedi.

Söyleşide IPR Gezgini adına soruları site kurucusu ve yazarı Önder Erol ÜNSAL yöneltti.


Önder Erol ÜNSAL (ÖEÜ): Türkay Bey davetimizi kabul ettiğiniz ve söyleşimizde bizimle birlikte olduğunuz için çok teşekkür ederim. Fikri haklar dünyamızın en saygın ve üretken isimleri arasında bulunduğunuzdan kimsenin şüphesi olduğunu sanmıyorum. Bu söyleşide hem sizi kişisel olarak daha yakından tanı(t)mayı hem de fikri mülkiyet hakları alanındaki kişisel düşüncelerinizi daha yakından öğrenerek okuyucularımıza aktarabilmeyi arzu ediyoruz.

İlk sorum avukat olarak sürdürdüğünüz yeni hayatınıza ilişkin olacak. Birçoğumuz sizi Fikri ve Sınai Haklar İhtisas Mahkemelerinin iz bırakan ilk kuşak hakimlerinden birisi olarak tanıyor. Uzun yıllarınızı hakim olarak geçirdikten sonra kendi isteğinizle kürsüyü bırakarak avukatlığa başladınız.  Bu noktada sizin için nasıl bir dönüşüm veya değişiklikten bahsedebiliriz, kendinizi daha rahat ve keyifli hissediyor musunuz, daha mutlu musunuz? Aslında bu soruyu kamu görevinden istifa yoluyla ayrılmış biri olan kendim ile kıyaslamak için de soruyorum.

Türkay ALICA (TA): Öncelikle fikri mülkiyet alanında önemli bir ihtiyacı karşılayan IPR Gezgini’nde bana yer ayırdığınız için çok teşekkür ederek sözlerime başlamak isterim.

Sorunuzu “Kürsüde mi avukatlıkta mı daha mutlusunuz?” şeklinde anlayacak olursak, her şeyden önce bir hukukçu için mesleki memnuniyetin, ülkenin ve yargının içinde bulunduğu genel şartlar ile doğrudan bağlantılı olduğunu vurgulamak gerekir.

Çünkü bir hukukçu olarak yaptığınız işten memnuniyet veya mutluluk, aslında adalet ve hukuk arayışına gerekli katkıyı verdiğiniz veya verebildiğiniz duygusu ile özdeştir. Bu anlamda,  kürsüde bir yargıç olarak adaletin tesisine katkı verdiğimi düşündüğüm sürece, işimi keyifle yaptığımı ve mutlu olduğumu belirtmeliyim.

Koşulların değişmesiyle birlikte bu memnuniyetin artık sürdürülebilir olamayacağını hissettiğim anda zaten ayrılma kararı vermiştim. Ancak günümüzde giderek artan hukuk ve adalet açığı nedeniyle, avukat olarak da bir katkı ve değer yaratma hissinin, oldukça düşük kaldığı kanaatindeyim. Zira avukatın memnuniyeti, yazdığı dilekçeyi okuyan ve anlayan, hak ettiği değeri veren ve bunu kararına yansıtan hakimlerin sayısı ile doğru orantılıdır. 

Ancak her şeye rağmen, avukatın bir dosyayı kabul veya reddetme özgürlüğü hakim için hiçbir zaman söz konusu değildir. Bunun gibi, avukatlıkta kendi çalışma ortamınızı bir parça da olsa kendiniz belirleyebiliyor ve keyifli hale getirebiliyorsanız, yaptığınız işten memnun olabilirsiniz. İşte sadece “bunu yapabilme ihtimali” nedeniyle kendimi daha mutlu hissettiğimi söyleyebilirim.

ÖEÜ: İki yıldır hayatımızın her alanını kuşatan ve bizi önce tüketip, sonra hayatımızı yeniden belirleyip şekillendiren pandemi dönemini yaşıyoruz. Bu dönemi nasıl geçirdiniz, daha üretken mi oldunuz yoksa pandemi ruhunuzu kararttı mı?

TA: Pandemiden aslında hepimiz az veya çok, olumsuz bir şekilde etkilendik. Bu dönem, birçoğumuz gibi, benim için de, evden çalışma ve görüşmelerimi sanal toplantılar şeklinde gerçekleştirmeyi kabullenmek zorunda kaldığım bir süreç oldu. Yine sanal ortamdaki bilimsel toplantılar ve eğitsel faaliyetlerin bana göre olmadığını söylemeliyim. Hatta pandemi bende, kişisel ve sosyal ilişkilerim ve zaman algımda bir kesinti ya da kopuş duygusuna yol açtı. Keyifli ve verimli çalıştığımdan da söz edemem doğrusu. Artık bir an önce bitsin ve yüz yüze konuşalım diyorum. 

ÖEÜ: Türkay Bey, birçok okurumuz sizi ismen tanısa da kişisel olarak yakından tanımıyordur, bundan eminim. Bize kendinizden, hayat öykünüzden, nerelerde – nasıl büyüdüğünüzden, neden hakimlik mesleğini seçtiğinizden, zevklerinizden, nasıl zaman geçirmekten hoşlandığınızdan, tamamen dilediğiniz biçimde kendinizden bahsedebilir misiniz?

TA: Sanayileşmeyi halen yakalayamamış bir kuzey Anadolu şehri olan Çankırı’nın Eldivan ilçesinde 1965 yılında doğdum. Hayata Hasanoğlan Öğretmen Okulu’ndan mezun idealist bir ilkokul öğretmeni baba ve çevresindekilere huzur veren dini duyguları güçlü aydın bir ev hanımı annenin üçüncü çocuğu olarak başladım. İlk anılarım, babamın görevi nedeniyle bulunduğumuz Çankırı’nın Orta ve daha sonra taşındığımız Eldivan ilçelerinde geçen, ilkokul eğitimim ve tipik bir Anadolu kasabası yaşamına aittir. Mahalledeki komşular ve yaz tatilini geçirmek üzere ilçeye gelen yakın akrabalar ile onların çocuklarının ağırlıkta olduğu, hafif bağ – bahçe işlerinin de yapıldığı samimi, sıcak bir ortam.

İlkokul son sınıfta girdiğim Devlet Parasız Yatılı sınavları sonrasında, ortaokula 1976-77 eğitim döneminde Haydarpaşa Lisesi’nde başladım ve İstanbul ile de tanışmış oldum. Haydarpaşa Lisesi o zamanlar, II. Abdülhamid tarafından ilk tıp okulu olarak yaptırılmış, 1934 yılında Atatürk’ün emriyle Lise haline getirilmiş olan tarihi taş binada hizmet vermekteydi. Büyük taş duvarlar ve yüksek pencere ve tavanları, ana girişteki büyük orta merdivenleri ile anımsadığım bu muhteşem binada, “Hababam Sınıfı” tadında bir yatılı okul hayatı sürmekteydi. Şehrin siluetini biçimlendiren tarihi binası kadar her dönemde güçlü eğitim kadrosu ile önemli bir yere sahip olan bu lise, siyasal ve sosyal hayatımıza yön veren önemli isimleri de mezun etmiştir. Haydarpaşa Liseli olmanın aslında önemli bir şans olduğunun farkındaydım.

Haydarpaşa Lisesinde anılarımda yer eden birkaç önemli olay olmuştur. Okulda birtakım yüksekokullardan gelen, yani okuldan dışından getirilen etüt abileri mevcuttu.  Ancak bu etüt abileri ile öğrenciler farklı siyasi görüşte olduklarından silahlı çatışmalar zaman zaman okul içine de sıçrayabiliyordu. Etüt abilerinin neden dışarıdan getirildiğine ve geceyi de okulda geçirdiklerine o tarihte bir anlam verememiştim. Hatırladığım ikinci husus, küçük yaşlarına rağmen ortaokul öğrencilerinin, liseli abileri tarafından 1977 yılındaki 1 Mayıs Taksim Mitingine katılmaya zorlanmaları ve olaylardan etkilenen arkadaşlarımızın yaşadıkları ve anlattıklarıdır. Belleğimde kalan bir diğer husus, okulun hemen önündeki Üsküdar’ı Kadıköy’e bağlayan ana yolun sık sık kapatılıp protesto gösterileri yapılmasıydı. Bu gösterilerde öğrencilerin kendi ders kitaplarını yakmalarını hiçbir zaman anlayamamıştım. Hatta onlar adına kaygılandığımı hatırlarım: “Ertesi günkü sınavlara nasıl hazırlanacaklardı?”  

Dönemin siyasal kargaşası ve okullara da sıçrayan terör sorunu, öğrenim hayatımı Haydarpaşa Lisesi’nde sürdürmemi imkansız hale getirmişti. Bu sırada abim de İnebolu Lisesi’nde öğrenciydi. Büyük şehirlerdeki öğrenim özgürlüğünü tümüyle kaldıran terör olayları ve ailenin parçalanmışlığına bir son vermek adına, öğrenimime Eldivan Lisesi’nde devam etmek zorunda kaldım.

Sonraki yıllarım terörden uzak kalmayı başarabilmiş bir lisede ve 12 Eylül 1980 darbesinin siyasal ve sosyal iklimi altında geçti. 1982 yazında, hayatıma yön veren önemli bir karar vermek zorundaydım. Üniversite sınavlarında kazandığım Ankara Hukuk Fakültesi ile askeri yönetim zamanlarında en gözde okullardan biri olan Kara Harp Okulu arasında bir seçim yapmalıydım. Tabii seçimimi Hukuk Fakültesinden yana kullandım. Bu seçim benim için aynı zamanda, her Anadolu kasabasında hüküm süren kapalı ve dar bir çevreye sıkışmış hayatın sona ermesi;  özgürlük, insan hakları ve demokrasi, hukukun üstünlüğü ve adalet fikirlerine aralanan bir kapının açılması anlamını taşıyordu.   

Ankara Hukuk Fakültesi’nde Anayasa Hukuku derslerini de aldığımız ilk yılımızda, aynı yıl kabul edilen 1982 Anayasası üzerine yapılan tartışmalar gündeme oturmuştu. Askeri yönetim gölgesi altında geçen bu tartışmaların, daha çok 1960 Anayasası ile karşılaştırmalı ve insan hakları, temel hak ve özgürlükler odaklı geçtiğini hatırlıyorum. Bu dönemde iki yıl kadar Yurt-Kur’a ait Atatürk (eski adı Site) Öğrenci Yurdunda kalmıştım ve çok sayıda farklı okuldan – özellikle Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden – arkadaşlarım oldu.

Hukuk Fakültesini 1986’da bitirdim ve aynı yıl avukatlık stajına başladım. Birkaç üniversitede yüksek lisans sınavlarına girdim. Aynı zamanda araştırma görevliliği, banka müfettişliği, kaymakamlık, hakimlik sınavlarına da başvurdum. Tabii o dönem, hukuk fakültesinden mezun olmak birçok iş arasından seçim yapma imkanına sahip olmak anlamına geliyordu.  Hakimlik sınavını kazandığımda, -bir daha gerekmeyeceğini düşündüğüm için- Avukatlık Stajımı yarıda keserek 1987 yazında, Ankara Hakim adayı olarak mesleğe başladım.  Bizim için Ankara Hukuklu olmak aslında en azından bir süreliğine, Anadolu’da hakimlik ve savcılık yaparak, yani adalet için çalışarak, toplumun bize verdiğini geri ödemek anlamını taşıyordu.  Zaten hakimlik, “peygamber postunda oturmak” değil miydi?

Hakimlik stajımı -isteksiz bir şekilde ayrıldığım şehir olan- İstanbul’a taşıdım. Amacım İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde yüksek lisans derslerine de devam etmekti. Hakim adaylığı bitiminde 1989 yılında kurayla Kars –Arpaçay Cumhuriyet Savcısı olarak atandım. Gazetelerin en erken ertesi gün ilçeye ulaştığı, şehirlerarası telefonun sadece kıdemli savcı odasında veya PTT binasında olduğu yıllardı.

Arpaçay’da iki yıl görev yaptım ve Kars’ın hemen tüm ilçelerinde “geçici yetkili” olarak çalıştım.  Iğdır ve Doğubayazıt’tan,  Ardahan ve Posof’a kadar tüm coğrafyayı gezme imkanı buldum. Bu arada daktilo ile yazdığım yüksek lisans tezimin taslağını bölümler halinde danışman hocam Prof. Dr. Şener Akyol’a gönderiyordum. O’nun tez çalışmam sırasında verdiği katkıları ve desteği hiçbir zaman unutamam. Bir adli tatil sürecinde tamamladığım “Banka Kredi Açma Sözleşmeleri” konulu tezimi, İstanbul’a giderek jüri önünde savundum ve  yüksek lisans derecesini aldım.

1992–1993 yılları arasında, zorunlu askerlik görevimi, her fırsatta gitmeyi çok sevdiğim İstanbul’da Kuzey Deniz Saha Komutanlığı Askeri Savcılığı’nda yerine getirdim. Bu süreçte o dönemin önemli ve tartışmalı bir kurumu olan, askeri yargıya ilişkin doğrudan deneyim ve gözlemlerde bulunma fırsatı elde etmiş oldum. Askerlik sonrası 1995 yılına kadar Bolu / Mengen Cumhuriyet Savcısı olarak görev yaptım. Mengen, doğası güzel olduğu kadar,  iş yükü de fazla olmayan bir ilçeydi. Bu dönemde lisede deneyimlediğim yağlı boya resim çalışmalarına yeniden başlama fırsatı buldum.

1995 sonunda Yargıtay 8. Ceza Dairesi’ne raportör hakim olarak atandım. Böylece hukuk fakültesi öğrenciliği yıllarımın geçtiği Ankara’ya dönüş yapmış oldum. Tetkik (inceleme) hakimliği olarak da anılan raportör hakimliğin en iyi yönü, çalışma yer ve zamanını sizin belirlemenize olanak vermesidir. Temyiz için Yargıtay’a gelen ve size dağıtımı yapılan dosyaları inceleyip, haftada bir gün “takrir / anlatım” için müzakere günü Daire’ye gitmeniz yeterlidir. Bu dönemde, çalışma şartlarının esnekliğinden de yararlanarak, Ankara’da İngilizce kurslarına devam ettim ve KPYS (Kamu Personeli Yabancı Dil Sınavı) yeterliğini aldım.

Müzik dinlemek, okumak, sanat ve sinema ile vakit geçirmeyi severim. Hukukçu olmasaydım, sanat tarihi veya arkeoloji çalışmayı isterdim. Belki de bu nedenle Hukuk Fakültesinden sonra DTCF Sanat Tarihi Bölümüne kaydoldum; ancak sonunu getiremedim. 

ÖEÜ: Hakimlik kariyeriniz ile fikri haklar alanı ne zaman ve nerede kesişti? Fikri haklar alanına ilginiz veya bu bir tutkuysa tutkunuz neden kaynaklanıyor? Fikri haklar dünyamızın artık söylence haline gelmiş sözlü aktarım biçimlerinden birisi, yıllar önce yurtdışında çalışma alanlarında özel eğitim alan bir grup hakimin Türkiye’de fikri haklar ihtisas mahkemelerinin ilk kuşak hakimleri olarak sistemi şekillendirmeleri ve çok başarılı olmalarıdır. Bahsedilen ilk kuşak hakimlerden birisi de sizsiniz. Eğitime katılmış olsun ya da olmasın ihtisas mahkemelerinin ilk kuşağına, bu alanda çalışan herkesin borcunun olduğu bence de çok açık; ancak bu başarının “yurtdışında eğitim almaya indirgenmesi” bana çok yerinde gelmiyor, bu başarıyı daha çok mesleki bağlılık, çalışkanlık, heves, adanmışlık ile ilişkilendiriyorum ve de yurtdışında eğitim denilen konunun -ne kadar önemli olsa da- aslında sihirli bir değnek olmadığını da düşünüyorum. Siz bugünden geriye baktığınızda o günleri nasıl görüyorsunuz, ihtisas mahkemelerinin başlangıç döneminiz, yurtdışı eğitimleriniz, arkadaşlıklarınız ve o kuşak hakkında neler söylemek istersiniz?

TA: Aslında fikri haklar hukuku, Hukuk Fakültesi’ndeki öğrenciliğimden bu yana ilgilimi çeken bir alan oldu. Hatta o dönemde üçüncü sınıfta seçimlik derslerden olan Fikri Haklar Hukuku’nugeçmesi zor bir ders” olarak bilinmesine rağmen özellikle seçmiştim. Çünkü fikri yaratıcılığın ve sanatın hukuk sistemi tarafından korunması ve teşviki, yeniliklere açık sürekli gelişen bir toplum için vazgeçilmez bir husus. Bu nedenle “teknolojinin ve yaratıcılığın hukuku” olarak tanımlayabileceğim fikri mülkiyet hukuku çalışmak, her zaman heyecan veren, sizi sınayan ve zorlayan bir alan olarak ilgimi çekmiştir.  

Bu düşünceyle, 1998-99 yıllarında devam ettiğim, Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi (ATAUM) Temel Eğitim ve Avrupa Birliği Hukuku Uzmanlık Eğitimi programlarında, fikri mülkiyet hukukuna yöneldim ve bitirme tez konusu olarak, “Avrupa Topluluğu Patenti”  konusunu seçtim. Bu konu, esasında günümüzde önemli bir aşama kaydeden ve uygulamaya aktarılmak üzere olan Avrupa Patenti ve Birleşik Patent Mahkemesi’nin (Unified Patent Court) atası ya da öncülüdür.

1999 yılında Adalet Bakanlığı tarafından yapılan bir ilan ile “Türkiye’de Fikri Mülkiyet Haklarının Etkin Uygulanması Projesi” kapsamında Fikri ve Sınai Haklar Hukuk ve Ceza Mahkemeleri’nin kurulması amacıyla, belirli sayıda hakim veya savcının eğitim programına alınacağı duyuruldu. Yabancı dil şartı yanında mülakat da yapılan bir dizi seçmenin ardından bu projeye kabul edildim. (Projenin oluşturulmasında ve uygulanmasında her aşamada önemli katkısı olan dönemin Adalet Bakanlığı Avrupa Birliği Genel Müdürü Sayın Ayşe Saadet Arıkan’ı, ülkemize bu projeyi kazandırdığı için burada şükranla anmak isterim.) Anılan proje kapsamında Avrupa’da önemli Fikri Mülkiyet Enstitüleri ve bazı üniversitelerin fikri mülkiyet yüksek lisans programlarına katıldığımız bir yıllık eğitim sonrasında 2003 yılında kurulan Ankara Fikri ve Sınai Haklar Ceza Mahkemesine atandım ve bu mahkemenin kuruluşunu gerçekleştirme fırsatı buldum.

Hiç kuşkusuz ihtisas mahkemelerinin kuruluşundaki ruh ve amaç, uygulamayı doğrudan etkileyen önemli bir motivasyon oluşturmuştur. Zira kurucu hakimlerin içinde bulunduğu idealizm ve adanmışlık ruhu, en doğru uygulamaya, en adil kararlara ve ilkesel içtihatlara yaklaşabilme yolculuğu içinde olmaktan ibarettir. Bu coşku, eğitim programına katılsın veya katılmasın, aynı yolculuğa birlikte çıkmış olan, tüm kurucu hakimlerde mevcuttu. Bu anlayışla yol arkadaşlığı yaptığım, benimle birlikte ihtisas mahkemelerinin kuruluşunda görev alan, Ankara’da Levent (Yavuz), Serdar (Arıkan) ve Fethi (Merdivan) Bey; İstanbul’da Zerrin (Eymirlioğlu) ve Hazal (Zengingül) Hanım ile Uğur (Çolak) Bey; İzmir’de ise İlhami (Güneş) ve -Cumhuriyet Savcısı olarak da- Nevhan (Akyıldız) Bey’in adlarını anmadan geçemeyeceğim.

Her bir araya geliş, bıkmadan usanmadan fikir alışverişi ve öğrenme serüvenine dönüştüğünde, oluşan çalışma atmosferi kaçınılmaz olarak yaratıcı ve keyifli bir üretimi de beraberinde getirdi.  Bu atmosfer, meslektaşlarına ve verdiği kararlara –Yargıtay tarafından bozulmuş da olsa- güvenen, gerçekten teknik bir sorun olmadıkça bilirkişi raporu almadan uyuşmazlığa karar veren hakimlerden oluşan bir geleneğin başlangıcı olabilirdi şüphesiz. Çünkü sürekli, kuşaktan kuşağa aktarılan birikimin ve bu yolculuğun kendisi aslında bir eğitimdir. İhtisas mahkemelerini kuran kuşak, bu anlamda eğitici olarak da bir sorumluluk aldı. Ne var ki, süreklilik ve öncekilerden mirası devralacak bir kuşağın oluşması sağlanamadı. Bu anlamda, ihtisas mahkemeleri geleneği oluşturulamadı. Ancak bundan vazgeçmemek gerekir.  Görev konularının teknik özelliği de gözetilerek, en azından ihtisas mahkemelerine yeni atanacak veya atanmış olan hakimlere meslek içi eğitim imkanı sağlanmalıdır.  Hatta, kanaatimce bu mahkemelerin, patent, marka ve tasarım, fikir ve sanat eserleri ihtisas mahkemeleri şeklinde yeniden yapılanmasında da yarar olacaktır.

Tabii ihtisas mahkemelerinin kuruluşu, Türkiye’de fikri mülkiyet hukukunun uygulanması ve bir içtihat birikimi sağlandı ise bunun oluşumuna katkı verilmesi bakımından önemli bir dönüm noktasıdır. Esasen genel anlamda yargıda ihtisaslaşma, ülkemizde hep sorunlu bir alan olan hakimlik güvencesinin fiilen hayata geçirilmesine fırsat veren bir uygulamaya dönüştüğü sürece anlamlıdır. Zira hakim güvencesi, sadece coğrafi güvenceden ibaret ve hukuk devleti ilkesinin sadece Anayasa’da yer alan sembolik / göstermelik bir ilkesinden ibaret değildir. Aksine gerçek anlamda bir hukuk devletinde, hakimlerin yer ve görev güvencesi adalet hizmetinden yararlanan tüm vatandaşlara sağlanması gereken adil yargılanma hakkının önemli bir unsuru niteliğindedir. Bu ilkenin gerçek anlamda uygulanması, hayata aktarılması, aslında hakimlerden çok, vatandaş için önem taşır. Çünkü su gibi hava gibi zaruri bir ihtiyaç olan, adalete erişim hakkının, hukuki güvenlik ilkesinin tesisi için bu hayati bir adımdır. Bunun için, ilk olarak ihtisas mahkemelerine (ve şüphesiz diğer tüm mahkemelere de) atanan hakimlerin görev alan ve yerlerinin sık sık değiştirilmesi uygulamasından vazgeçilmesi gerekir. Aksi halde ihtisas mahkemelerinin varlığı tek başına kendisinden beklenen amacın sağlanmasına yeterli değildir. Bu nedenle, ihtisas mahkemelerinin yapısının güçlendirilmesi yanında bu mahkemelere atanan hakimlerimize gerçek anlamda yer ve görev güvencesinin sağlanması da zorunludur.    

ÖEÜ: Türkiye KHK’ler döneminden yani 1995’ten başlayarak fikri haklar alanında önemli yol aldı, gelişme fikri mülkiyetin özellikle sınai haklar alanında yoğunlaştı ve 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu’nun kabul edilmesi de önemli yol taşlarından birisi oldu. Siz alanın tecrübeli isimlerinden birisi olarak, özellikle 1990’lu yıllardan günümüze dek geçen yolu nasıl görüyorsunuz? Sizce Türkiye iyi yol aldı mı bu süreçte?

TA: Şüphesiz fikri haklar alanında gerek mevzuat ve gerekse uygulama alanında kat edilen mesafe önemlidir. KHK’lar dönemimde yürürlükteki mevzuatın gerek kendi arasında ve gerekse AB müktesebatıyla ciddi uyumsuzluk içinde olması, uygulamada duraksamaya ve verilen kararlarda istikrarsızlığa yol açmaktaydı. Sınai Mülkiyet Kanunu ile özellikle AB müktesebatına uyum açısından şüphesiz önemli bir yol alınmış oldu. Ancak detaylara inilecek olursa mevzuat açısından hala önemli iyileştirmelere ihtiyaç bulunduğu da ifade edilmelidir. Ne var ki, bu söyleşinin süresi ve kapsamı bu detayları ele almak açısından yeterli olmayacaktır.

ÖEÜ: Fikri mülkiyet alanında Türkiye’de her olumlu gelişme bizleri de çok sevindiriyor, ancak tablonun olumsuz tarafları olduğunu da gözlemliyoruz. Sizin bu konuda dikkatinizi çeken, fikri haklar ekosistemimizdeki olumsuz yönler olarak niteleyebileceğiniz durumlar mevcut mu ve eğer varsa, mevzuat alanındaki eksiklikler de dahil olmak üzere bunları nasıl özetlersiniz?

TA: Mevzuat yönünden detaylı bir analiz yapılması bu görüşmenin kapsamını aşar. Ancak her bir hak türü yönünden bir kısım aksaklıkların bulunduğu gözlenmektedir. Örneğin marka ile ilgili olarak, SMK md. 5/1-ç hükmünün, kullanım ispatı ve kullanmama def’inin kabul edildiği bir sistemde hala neden muhafaza edildiğini anlamanın gerçekten zor olduğunu düşünüyorum. Patentler yönünden ikincil tıbbi kullanım düzenlemesindeki AB mevzuatı ile uyumsuzluğa bilerek yer verilmesi kuşkusuz ısrarla eleştirilmesi gereken bir husus. Yine ilaç patentleri için mevzuatımızda ek koruma sertifikası öngörülmemesi kanaatimce AB müktesebatının iç hukukumuza aktarılması bakımından önemli bir eksiklik olarak durmaktadır. 

ÖEÜ: Ülkemizde sınai haklar alanındaki kurumsal yapı Türk Patent ve Marka Kurumu ve temel yargı organı da Fikri ve Sınai Haklar İhtisas Mahkemeleri, emekli hakim ve aktif avukat kimliğinizle bu kurumsal yapılar hakkındaki görüşleriniz nedir? İyi işleyen veya aksayan noktalar var mı sizce? Kendi adıma en sorunlu gördüğüm alanlardan birisi bilirkişilik sistemi; şöyle açıklayayım, özellikle Ankara’da Türk Patent ve Marka Kurumu kararlarına karşı açılan davalarda, iptali talep edilen kararı bir uzmanlık kuruluşu veriyor ve dava gene bir uzmanlık makamı olan Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemeleri’nde, yani ihtisas mahkemelerinde görülüyor. Ancak, mahkemeler bir ihtisas kurumunun kararlarını, kendi ihtisas alanlarında kendileri değerlendirmek yerine bilirkişilere yönlendirerek çoğunlukla onların raporları doğrultusunda karar veriyor. Örneğin, marka alanında iki marka arasında karıştırılma olasılığının bulunup bulunmadığına karar vermek için sizce ihtisas mahkemelerinin bilirkişi değerlendirmesine ihtiyacı var mıdır? Yahut bir uzmanlık kuruluşunun Kurul halinde verdiği bir kararı, alanda birkaç yıllık tecrübe dışında birikimi bulunmayan bir bilirkişinin değerlendirmesi sizce doğru bir yöntem midir?

TA: Bu konuda işaret edilmesi gereken en önemli sorun, gerek TÜRKPATENT ve gerekse yargı uygulamaları bakımından yeknesak, öngörülebilir, şeffaf bir sürece ihtiyacımızın giderek artmasıdır. Kurum kararları yönünden, özellikle markalar bakımından, eskiye göre soyut ilke ve gerekçelere daha fazla yer ayırıldığı gözlenmekle beraber, somut olaya özgü gerekçelerin hala yetersiz ve denetlenebilir olmaktan uzak bulunduğu gözlenmektedir.

Patent ile ilgili süreç ve kararların, veri tabanının güncel ve sağlıklı tutulması dahil, önemli düzeltmeler yapılmasına ihtiyaç gösterdiğini belirtmemiz gerekir.

Yargı uygulamaları yönünden ise, sizin de belirttiğiniz gibi, özellikle ve öncelikle bilirkişi raporlarına bağımlı bir yargılama yönteminden kurtulmanın yolunu hep birlikte bulmalıyız. Tabii bunun nedenleri ve sonuçları ile çözüm yolları üzerinde ayrıntılı ve ciddi olarak durmak gerekir. Fakat en önemli etkenlerin, hakimlere yer ve görev güvencesi sağlanması ile sürekli eğitim imkanı verilmesi olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle markalar yönünden karıştırma (iltibas) ihtimali değerlendirmesinin tümüyle hukuki bir değerlendirme olduğunu ve bilirkişiye bu hususun sorulmaması gerektiğini, hatta Yargıtay ilgili Dairesi’nin ve Hukuk Genel Kurulu’nun bu konuda gayet net kararlarının bulunduğunu tekrar tekrar vurgulamak gerekir. Ancak buna rağmen yargının iş yoğunluğu, davanın taraflarca hazırlanması ilkesinin hiçbir zaman dikkate alınmaması gibi bir takım mazeretler ile bu uygulamanın devam ettiği gözlenmektedir. Bu konuda çözüm odaklı, radikal çareleri hep birlikte üretmek zorundayız.

Diğer taraftan, Yargı uygulamasında SMK ile getirilen bazı yeni düzenlemeler konusunda hala bir uygulama ve içtihat birliği sağlanabilmiş değildir. Örneğin sonraki tescilli hakkın etkisine dair SMK md. 155 uygulamasında duraksamalar devam etmektedir. Yine  “sınai mülkiyet hakkının kullanılması ile ilgili belgelerin, tazminat yükümlüsü tarafından mahkemeye sunulması“  ile ilgili SMK md. 150/3 hükmünün hala yok sayılması ve hiçbir koşulda uygulanmaması örnekler arasında sayılabilir.

ÖEÜ: Peki ya gelecek? Fikri Haklar alanında gelecekte hangi konuların önem kazanacağını düşünüyorsunuz, ayrıca Türkiye dünyadaki gelişmelerin dışında kalmamak için sizce neler yapmalıdır? Nispeten genç kuşaklara ve yeni başlayanlara alana ilişkin tavsiyeleriniz neler olacaktır?

TA: Fikri haklar alanının kendisi, umarım gelecekte ülkemizde önemiyle paralel olacak bir düzeyde ve hak ettiği ilgiye kavuşur. Bunu sadece tescil ve yargı uygulaması yönünden söylemiyorum. Ülkemizdeki siyasi, hukuki ve ekonomik atmosfer, inovasyon, yenilik, ar-ge çalışmalarının teşviki, buluşların yapılması ve tescilinin sağlanması bakımından yeterli ve sürdürülebilir bir ekosistemin gereklerini karşılamaktan ve dünya ölçeğinde rekabet edebilme koşullarından oldukça uzak düştüğünü düşünüyorum. Bu alandaki farkındalığın her düzeyde ve özellikle yönetsel, siyasi, ekonomik ve sektörel düzlemde artması ve daha çok yatırım yapılması gerekir.

Gelecekte önemi artacak alanlar arasında özellikle, yeni bitki çeşitlerinin geliştirilmesi ve korunması, bio-teknoloji ve sağlık, özellikle yeşil enerji temelli buluşlar ve IT alanlarının öneminin artacağını düşünüyorum.

Genç kuşaklar yerel günceli izlemekle beraber bunun içinde boğulmaktan kendilerini koruma yollarını bir şekilde bulmalılar, bulacaklardır; dahası özellikle küresel gelişmeleri takip edip, keyifle çalışabilecekleri belirli bir ya da birkaç alanda uzmanlaşmalılar. Belirledikleri bu alanlarda ısrarla ve vazgeçmeden çalışmayı, küresel günceli yakalayıp geçmeyi ve ona öncülük etmeyi bir amaç olarak koyabilmeliler.  İş bulmak, geçim kaygısı gibi güncel sorun ve zorlukların da ancak bu yolla aşılabileceği kanısındayım.

ÖEÜ: IPR Gezgini’ni takip ediyor musunuz? Sizce sitenin Türkiye’de fikri haklar alanına etkileri olumlu veya olumsuz boyutlarıyla ne yönde? Alana daha fazla katkı sağlamak için bizlere öneri veya tavsiyeleriniz olur mu?

TA: IPR Gezgini bence, bu alana katkı yapan, sürekliliği ve günceli yakalayabilmiş, birkaç blogdan biridir. Bu anlamda önemli bir işlevi yerine getirmektedir. Makaleler ve akademik çalışmalar yanında, yargı kararlarında da IPR Gezgini’ne yapılan atıfları görmek artık sıkça karşılaştığımız bir durum.

Muhakkak bir tavsiyede bulunmak gerekirse, genç yazarları artırarak yola devam etmek derim. Yine güncel İstinaf ve Yargıtay kararlarını konu alan yazılara da yer vermek yararlı olur. Son olarak, nadir de olsa çeviri tadında olan yazılar gönderilmesi halinde, bunların gerçek anlamda bir çeviri olarak hazırlanmasını yazara önererek yayınlanmasına imkan verilmesini önerebilirim.  

Bu vesile ile IPR Gezginine ve bu görüşmeyi gerçekleştiren ve katkıda bulunanlara, emeği geçenlere ve zaman ayırıp okuyan herkese sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Sağlıkla ve sevgiyle kalın.  


Türkay Bey’e bize ayırdığı zaman ve verdiği samimi yanıtlar için çok teşekkür ediyoruz. Umuyoruz ki söyleşiyi okuyanlar da bizler kadar keyif almıştır.

Sonraki konuğumuzla yapılacak söyleşide görüşmek üzere!

IPR Gezgini

Ocak 2022

iprgezgini@gmail.com

SÖYLEŞİYORUZ # VIII- Prof. Dr. HAMDİ YASAMAN BİZLERLE!


IPR Gezgini’nin bu ayki SÖYLEŞİYORUZ  konuğu Prof. Dr. Hamdi YASAMAN. Hocamıza bizimle söyleşmeyi kabul ettiği için teşekkür ediyoruz. Bu söyleşimizi IPR Gezgini adına yazarlarımızdan  Özlem FÜTMAN gerçekleştirdi.


Ö.F- Hocam  merhabalar. Böyle bir Söyleşi yapmaktan ne kadar memnun olduğumu belirteyim önce. Fakültedeyken sizden Kıymetli Evrak dersi almıştım, şimdi bunca yılın ardından  böyle karşılıklı hasbihâl edebilmek çok güzel bir tesadüf oldu benim için, ama sizinle söyleşirken kendimi hala biraz fakültede amfideymiş gibi hissettiğimi de itiraf edeyim doğrusu! İsminiz camiamızda yakinen biliniyor elbette, kütüphanesinde sizin Marka Hukuku kitaplarınızın bulunmadığı bir ofis düşünemiyorum. Ama fırsat bu fırsat okurlarımız sizi biraz daha yakından tanısın isterim, bu minvalde önce bize kendinizi biraz tanıtmanızı istesem neler söylersiniz? Mesela nerede doğdunuz büyüdünüz, nasıl bir eğitim hayatınız oldu, nasıl zaman geçirmeyi seversiniz, kişisel zevkleriniz nelerdir? Hayat yolculuğunda  sizi en çok etkileyen kişiler kimdir (mesleki ve/veya kişisel olarak)?

H.Y– 2 Ocak 1947 tarihinde İstanbul’da doğdum. İlkokulu ve liseyi Galatasaray Lisesinde okudum. 1968 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine girdim, 1972 yılında mezun oldum. 1973 yılında İÜ Hukuk Fakültesi Kara Ticareti Kürsüsüne asistan olarak girdim. 1980 yılında “İsviçre ve Fransız Hukukunda Yatırım Fonları ve Türk Hukukunda Uygulanma İmkanları” adlı tezim ile doktor; 1987 yılında “Anonim Ortaklıkların Birleşmesi” tezi ile doçent; 1992 yılında “Menkul Kıymetler Borsası Hukuku” adlı tez ile profesör oldum.

Lisede ve üniversite döneminde spor ile çok uğraştım. Futbol, basketbol ve voleybol oynadım. Galatasaray Voleybol takımında yer aldım;  ancak asistan olduğum ve görev oldukça zor olduğu için voleybolu biraz erken bırakmak zorunda kaldım. GS Lisesi okul takımı kalecisiydim. Turgay Şeren’in antrenör olduğu dönemde eski milli futbolculardan spor hocam beni Galatasaray kulübüne götürdü; bir ay Ali Sami Yen’de antrenmana çıktım. Kral Metin Oktay’ın son senesi idi. Ancak devamsızlık sebebi ile ya okul, ya da futbol arasında tercih yapmam gerekti. Ben okulu tercih ettim ve kulübü bıraktım.

Babam Ekrem Yasaman İÜ Hukuk Fakültesi mezunu idi; hakimlik yaptı, ben ve ablamın İstanbul’daki eğitimi sebebiyle emekli oldu ve vefat edene kadar avukatlık yaptı. Ben de, babamla birlikte çalışmak zevkini tattım.

1976 yılında Ceylan ile evlendim. Zeynep ve Ayşe adlı iki kız evladım var. Zeynep Paris II’de Administration Economique et Sociale’i bitirdi; daha sonra Sorbonne Hukuk Fakültesini bitirdi. Geçen yıl da “Infringement of Trademark Rights on the Internet in the European Union and Turkish Law” adlı tez ile doktor oldu. Halen benimle birlikte çalışıyor. Üçüncü nesil olarak hukukçu aile geleneğini teessüs etmiş bulunuyor. Küçük kızım Ayşe’de iç mimar oldu ve Floransa’da tasarım yüksek lisansı yaptı. Her ikisinde de birer olmak üzere 2 torunum bulunmaktadır.

Zevklerimin arasında sporun dışında, seyahat etmek ve iyi  yemek gelir. Edebiyata, müziğe  ve sinema sanatına çok merakım vardır. Gençliğimde çok kitap okudum; sinematek’e üye idim, çok film seyrettim. Müziğin her türünü severim. Klasik müzik ve caz’ı sevdiğim gibi, Türk Sanat Müziği ve Klasik Türk Pop müziğini dinlerim. Gittiğim restoranlarda müzikli olanı tercih ederim. Asistan olduktan sonra biraz edebiyattan uzak kaldım; zira hukuk ile ilgili mesleki kitapların okunması ön plana çıktı.


Ö.F– Hukuk fakültesine gitmeye nasıl karar verdiniz, akabinde akademisyenlik yapma konusundaki kararınız nasıl şekillendi ve elbette ki Fikri Mülkiyet alanında yoğunluklu çalışmaya evrilmeniz nasıl oldu?

H.Y Ben aslında Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesine girmek istiyordum. Galatasaray Lisesi edebiyat bölümünde geleneksel olarak hariciyeci olmak düşüncesi hakimdir. Yıllarca Galatasaray Lisesinden çok önemli hariciyeciler yetişmiştir.

GS Lisesinde en yakın arkadaşım Mehmet Ürgüplü’nün amcası eski başbakanlardan, dışişleri bakanlığı ve büyükelçilik yapmış Hayri Ürgüplü bu fikrimizi değiştiren kişi olmuştur. Bizi karşısına almış ve hariciyenin bir meslek olmadığı; bu meslekten herhangi bir şekilde ayrılmak zorunda kalındığında sorun yaşanacağını; hukuk fakültesine gidip, hariciye sınavına katılmanın dahadoğru olduğunu; kendisinin de bu şekilde hareket ettiğini söyledi. Bu önemli ve tecrübeli bir şahsiyetin fikri doğrultusunda Mehmet Ürgüplü ile ben İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine girdik.

O dönem yüksek lisans dersleri 3. ve 4. sınıfta alınabiliyordu. 3. sınıfta medeni hukuk ile medeni usul hukukunu seçtim. Medeni Usul Hukukunda Prof. Dr. Yavuz Alangoya “Dava Şartları” adlı görevimi çok beğendi, henüz 3. sınıf talebesi olmama rağmen, fakülteyi bitirmiş birçok lisans yapanlardan daha iyi çalışma olduğunu söyledi  ve bana asistanlık teklif etti. Bu benim gururumu yüceltti ve bu tekliften sonra akademisyen olmaya karar verdim.

Fakülteyi bitirdikten sonra Medeni Usul Hukuku kürsüsü bana kadro bulmak için çok uğraştı, ancak kadro bulunamadı. Bunun üzerine İsviçre’de Cenevre Hukuk Fakültesinde doktora yapmaya karar verdim. Cenevre Hukuk Fakültesine kaydımı yaptırdım; o dönemde Galatasaray Kulübünde voleybol oynuyordum. İsviçre’de Servette kulübüne transferim konuşuldu ve buradan alacağım para ile de oradaki eğitimimi ve yaşantımı sürdürecektim. Döviz tahsisimi almak için Maliye Bakanlığı Kambiyo Müdürlüğüne gitmek üzere Kadıköy-Karaköy vapuruna bindim; burada İÜ Hukuk Fakültesinden Doç. Dr. Hüseyin Ülgen ile asistan Ömer Teoman’a rastladım. Medeni Usul Hukukunda kadro bulamadığım için İsviçre’ye gideceğimi söylediğimde, Ticaret Hukuku kürsüsündeki bayan asistanın bir hariciyeci ile evlendiği ve yurtdışına gittiği ve bir kadronun bulunduğunu söylediler. En iyi arkadaşlarımdan Mehmet Okur’un ağabeyi Av. Dr. Yiğit Okur bana Reha Poroy’dan randevu aldı. Reha Poroy ile görüştüm; talebe iken yüksek lisansta Prof. Dr. Ünal Tekinalp’den ders alıp, ona da güzel bir çalışma yapmış idim. Ünal Tekinalp ile telefon ile konuştu ve benim asistanı olmamı istedi. Bu şekilde, İsviçre’den vazgeçerek İÜ Hukuk Fakültesine girdim. Hariciyeci olamadım; ancak bir hariciyecinin ticaret hukuku asistanı ile evlenmesi vesilesi ile kadro buldum.

Fikri Hukuk, Ticaret Hukuku ana bilim dalı kapsamında idi. Seçimlik ders olarak okutuluyordu. Bu sebeple, fikri hukuk ile ticaret hukuku kürsüsüne girmem ile tanıştım. İlk önceleri daha çok Sermaye Piyasası Hukuku ile ilgilendim ve doktora tezimi bu alanda yazdım. Daha sonra, bu hukuk dalına olan ilgim arttı ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde bu dersi verdim.


Ö.F– KHK’ler döneminden yani 1995’ten başlayarak fikri haklar alanında önemli yol aldık, gelişme fikri mülkiyetin özellikle sınai haklar alanında yoğunlaştı ve 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu’nun kabulü de önemli aşamalardan biri oldu. Siz alanın tecrübeli isimlerinden olarak geçilen yolu ve vardığımız noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce Türkiye iyi yol aldı mı bu süreçte?

H.Y Avrupa Birliği Hukuku ile uyumlaştırma hareketi ile Gümrük Birliğine girme koşulu olarak Avrupa Birliğinin zorlaması ile 1995 yılında Kanun Hükmünde Kararnameler ile sınai mülkiyet hukuku düzenlendi. Avrupa Topluluğu-Türkiye Ortaklık Konseyinin 6 Mart 1995 tarih ve 1/95 sayılı  kararında Türkiye, Avrupa Topluluğunda yürürlükte bulunan koruma düzeyine eşit koruma düzeyini teminat altına alarak fikri, sınai mülkiyet haklarını etkin bir şekilde korumayı kabul etmiştir. Bu bağlamda, 27.6.1995 tarih ve 551 sayılı Patent Haklarının Korunması Hakkında KHK; 554 sayılı Endüstriyel Tasarımların Korunması Hakkında KHK; 555 sayılı Coğrafi İşaretlerin Korunması hakkında KHK; 556 sayılı Markaların Korunması Hakkında KHK’lar yürürlüğe konulmuştur. Ancak bu süreç içinde, KHK’nin uygulanmasında birçok sorun çıkmış ve bazı maddeleri, bilhassa mülkiyetin KHK ile kaldırılamayacağı ve KHK ile ceza verilemeyeceği gerekçeleri ile Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiştir.

KHK’ların Kanun haline gelmesi 21 yıl sonra 22.12.2016 tarih ve 6769 Sınai Mülkiyet Kanunu ile gerçekleşti. Kanun ile belirtilen sorunların ortadan kalkacağı bir vakıadır. Bunun gibi, AB mevzuatında bu dönem içinde yapılan değişiklikler de, AB hukukuna uyum sağlama süreci içinde, bu Kanunla gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Yapılan birçok değişiklik ve yeni hükümler AB ile uyumun sağlanması amacı ile yapılmıştır.

Örneğin, marka olabilecek işaretler olarak konvansiyonel olmayan marka türlerinin tescilinin önü açılmış, renkler ve sesler açıkça madde hükmünde yer verilmiş ve AB ile uyumlu olarak çizimle görüntülenebilme yani grafik temsil şartı kaldırılarak işaretin açık ve kesin olarak anlaşılabilecek şekilde sicilde gösterilme şartı getirilmiştir. Bunun gibi marka tescilinde mutlak ve nispi ret sebepleri de güncellenmiştir. Yeni müesseseler Kanun’a dahil edilmiş, kullanmama def’i/kullanım ispatı talebi, muvafakatname, marka tescilli olduğu sürece tecavüz teşkil etmez savunmasını ortadan kaldıran m.155 gibi.

Gelinen nokta itibari ile Türkiye’nin sınai mülkiyet alanında önemli gelişmeler gösterdiğini söyleyebiliriz. Tabii hala içinin doldurulması gereken noktalar var. Bu noktada da özellikle AB Adalet Divanı’nın içtihatları önem arz ediyor. Sayfalarca karar yazıyorlar, hepsi uzun uzun gerekçeli, somut olay ile ilgili mevzuattan başlayıp içtihata kadar çok bilgi veriliyor, çok öğretici oluyor. Bunlardan faydalanmamız gerekir. 


Ö.F– Üçüncü sorunun devamı olarak şunu sormak isterim; geçtiğimiz aşamalara rağmen sizce fikri haklar konusunda, mevzuat alanındaki eksiklikler de dahil olmak üzere, sistemin nerelerinde hala iyileştirmeler gerekiyor, sizce sistemin nereleri diğer bölümlere göre daha iyi çalışıyor?

H.Y Mevzuat bakımından, belirttiğim üzere her ne kadar önemli gelişmeler söz konusu ise de, sorunlu noktalar hala var. Örneğin, marka hukuku ile ilgili olarak, SMK madde 5/1-ç hükmüne göre, “Aynı veya aynı türdeki mal veya hizmetlerle ilgili olarak tescil edilmiş ya da daha önceki tarihte tescil başvurusu yapılmış marka ile aynı veya ayırt edilemeyecek kadar benzer işaretler” mutlak ret nedeni olarak sayılmakta. Ancak, bu hükmün nispi ret sebepleri arasında yer alması gerekirdi. Keza bu, önceki hakka bağlı bir ret sebebi olmalıdır. Belki de marka sahibi başkasının da aynı markayı kullanmasına bir itirazı yok. Ayrıca, marka başvurusu yapan kişi, üçüncü kişinin itirazı ile karşılaştığında, SMK md.19/2’ye göre “kullanım ispatı” talep edebiliyor. Oysa, önceki bir marka eğer mutlak ret sebebi yapılırsa, marka 5 yıl, 10 yıl kullanılmamış olsa dahi, markası itiraza uğrayan kişinin kendisini savunma hakkı ve “kullanım ispatı” talep etme hakkı bulunmamaktadır. Bundan dolayı, önceki marka ile aynı markanın varlığı, mutlak değil, nispi ret sebebi olmalıdır. Bu hükmün SMK madde 5/1-ç’den kaldırılması gerekir. Bunun gibi, markanın 5 yıl boyunca kullanılmaması halinde markanın iptalinin talep edilmesi bilindiği gibi Anayasa Mahkemesi’nin 06.01.2017 tarihli kararından sadece 4 gün sonra 10.01.2017 tarihli SMK ile tekrar getirildi. Bu konuda, 5 yıllık kullanmama süresinin 10.01.2017 tarihinden itibaren mi başlayacağı, yoksa bundan önceki tarihte mi başlayacağı konusunda birçok tartışmalar ve tereddütler yaşandı. Bundan dolayı Kanuna bir hükmün konulması gerekirken konulmadı ve tereddütler kesin bir dille çözülemedi. Olay yine Yargı’ya bırakıldı. Oysa en başta bir madde eklenseydi, yıllarca süren bu belirsizlik sona ererdi.

Patent Hukuku ile ilgili de en büyük sorunlardan birisi, “Üniversite-Sanayi” işbirliklerinde üniversite hocalarının meydana getirdikleri buluşlar üzerindeki hak sahipliğinin tespitidir. SMK madde 121/9 hükmü, hak sahipliğinin sözleşmeler ile düzenlenmesine izin vermiştir. Oysa gerçekte bu konuda büyük sorunlar yaşanıyor. Sanayi kuruluşları, işbirliği sonucunda çıkan buluşun üzerindeki kullanım ve ticarileştirme haklarının kendilerinde olmasını istiyor. Diğer yandan öğretim üyesi, genel olarak buluşun Sanayi kuruluşuna geçmesi konusunda izin vermektedir. Buradaki sorun, Üniversitelerin de buluş üzerinde tam hak sahipliği istemeleridir. Gerçekte buluşu ticarete dökebilecek olan kişi Sanayi  kuruluşudur;  ancak üniversite tam hak sahipliği konusunda ısrar edince, taraflar arasında kopukluklar ve sorunlar baş göstermektedir. Fikrimce, buluşun sanayi kuruluşu tarafından ticarileştirilmesi en doğru yaklaşımdır, bunun yanında Üniversite’ye satışlardan pay verilebilir. Alternatif olarak patent sahipliği konusunda ortaklık ve ticarileştirme konusunda Sanayi kuruluşuna münhasır bir hakkın verilmesi de kabul edilebilecek makul bir çözümdür.

Bunun gibi, ilaç patentleri konusunda, hala kesinlik kazanmayan bir konu: ikinci tıbbi kullanım konusu. İkinci tıbbi kullanım konusunda SMK’da da bir açıklık olmamakla beraber, bu konuda hala yayınlanmasını beklediğimiz Yargıtay Hukuk Genel Kurulu Kararı bulunmaktadır.

İlaçlar hakkında zorunlu lisansa bazı çok kritik hallerde ihtiyaç duyulabilir. Bu konuda Türkiye’de Covid hastalığı sırasında dahi zorunlu lisans hakkı işletilmedi. Bu yetki gerçekten de çok sınırlı olarak verilen bir yetki olmakla beraber, yine de acil durumlarda başvurulabilecek bir yoldur.

Özellikle patente veya endüstriyel tasarıma ilişkin koruma süresini dolduran buluşlarla ve tasarımlar ilgili olarak şirketler, marka tescil başvuruları yapmaya çalışmaktadır. Oysa bu fikri hakların koruma alanları farklıdır. En son olarak İsviçre Federal Mahkemesi tarafından 7 Eylül 2021 yılında verilen karar, patent koruması sona eren Nespresso kapsülüne ilişkin olarak Nestle şirketinin marka almasına ilişkin karardı. Bu kararda da patentin ve markanın koruma konuları ayrıştırıldı ve koruması sona eren patent için marka korumasının tanınmaması gerektiğine hükmedilerek, markanın hükümsüzlüğüne karar verildi. Bu sorun Türkiye’de  olduğu kadar bütün dünyada da mevcuttur. Patent ve tasarım gibi haklara ilişkin korumanın süreyle sınırlı olmasından dolayı, şirketlerin patente veya tasarıma konu olan hakkı marka ile korumaya çalışmaktadır. Bu sorunun Mahkemeler aracılığı ile çözülmesi gerekiyor. Mahkemelerin bu gibi ihlallere geçit vermemesi gerekir.

Konuya sistemsel olarak baktığımızda, Türkiye’de konusunda uzman hakim sayısı çok olmadığından, gerek ilk derecede, gerek istinaf ve Yargıtay seviyesinde, AB’deki gibi gerekçeli, belirli bir mantık silsilesi içerisinde ihtilafa konu uyuşmazlık ile ilgili derinlemesine bir inceleme içeren kararlar çıkmadığını görüyoruz. Böylelikle yeni gelişmeler karşısında mevzuatın uygulanması anında adaletsiz kararlar çıktığı gibi, içtihat da oluşmuyor. Dosyalar halen bilirkişi raporlarının ışığında karara bağlanıyor. Bu bakımdan, uygulamada, akademisyenler arasında fikri ve sınai mülkiyet konusunda önemli çalışmalar yapılmakta ise de, karar mercilerinde yer alan hakimlerin de bu konuda uzmanlaşmasının bu alanın gelişmesi bakımından önemli olduğunu düşünüyorum. Bundan yıllarca önce seçilen 10 hakim Avrupa’da eğitime ve araştırmaya gönderildi. Bu hakimler Fikri ve Sınai Haklar Mahkemelerinde büyük performans gösterdiler. AB Adalet Divanı emsalinde kararlara imza attılar. Bunlardan Uğur Çolak, “Türk Marka Hukuku” adlı çok önemli temel bir kitap yazdı. Bunun 4. basısı yapıldı. Canan Küçükali “Fikri Hakların İhlalinden Kaynaklanan Tazminat Davası” adlı tezi ile doktor oldu. Levent Yavuz/Türkay Alıca/Fethi Merdivan, “Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu Yorumu” adlı 2 ciltlik 2944 sahifelik önemli bir eser verdiler. Ne yazık ki, bir defa yapılan bu Avrupa’daki eğitim sonraki yıllarda devam etmedi. Son yıllarda gerçekleşen hakim tayinlerindeki aksaklıklar sebebiyle birçok hakim uzman olunmayan mahkemelere tayin edildiler veya emekli olmayı tercih ettiler. Bunun Devletin büyük hatası ve kaybı olduğunu düşünüyorum.


Ö.F– Bir akademisyen olarak akademi dünyasını Fikri Mülkiyet alanında nasıl değerlendiriyorsunuz? Bunu artılarıyla-eksileriyle soruyorum. Sizin akademisyenliğe başladığınız zamanla şimdiki zaman arasında nasıl farklılıklar görüyorsunuz?

H.Y Ben akademisyenliğe başladığım zaman (1973) fikri hukuk alanında çalışan hemen hemen hiç kimse yoktu. İÜ Hukuk Fakültesinde Prof. Dr. Reha Poroy’un teksir halindeki Fikri Hukuk Ders notları okutuluyordu.

O günden bugüne kadar Fikri Hukuk alanında çok büyük gelişmeler oldu. Bu alana gerek öğrenciler tarafından, gerek uygulamada ilgi arttı ve bu konuda yazılan eserler çığ gibi arttı. 2004 yılında yayınladığımız Marka Hukuku 556 sayılı KHM Şerhi’deki bibliyografyada zikrettiğimiz eserlerin sayısına baktığımızda 2021 yalında yayınladığımız Sınai Mülkiyet Hukuku Şerhi’ndeki zikrettiğimiz eser sayısında önemli artış görülmektedir. Bu dönemde temel kitapların yanında birçok doktora tezi yazıldı. İÜ Hukuk Fakültesinde 1000-1200 kişi olan sınıfta 15-20 talebe fikri hukuku seçerken, bugün bu sayı çok arttı; GSÜ Hukuk Fakültesinde hemen hemen bütün öğrenciler bu dersi seçmektedir.


Ö.F– Bizden önceki ve hatta bizim jenerasyonumuza göre ben bugünün öğrencilerini daha şanslı görüyorum, mesela bilgi kaynağına ulaşma konusunda sayısız imkana sahipler. Peki sizce öğrenciler arasında Fikri Mülkiyete yaklaşım nasıl? Bu alana olan ilgi düzeylerini nasıl buluyorsunuz? Camiamızı öğrenciler açısından daha  çekici kılmak için sizce neler yapılabilir?  Ve genel olarak öğrenciler arasında Fikri Mülkiyet konusunda kariyer yapmak isteyenlere tavsiyeleriniz olur mu? 

H.Y Fikri ve Sınai Mülkiyet hakları konusunda büyük gelişme oldu ve bu alana ilgi çok arttı. Üniversitedeki öğrencilerin çoğunluğu  bu dersi seçmektedir. Bu konuda yüksek lisans programları yapılmakta ve bu dersler de rağbet görmektedir. Bazı fakültelerde fikri hukuk mecburi ders haline geldi. Bunun diğer hukuk fakültelerine de yayılacağına inanıyorum. Doktrinde bu konuda genel eserler, monografiler ve makale adedinde büyük artış oldu. Fikri haklar konusunda birçok sempozyum ve paneller yapıldı.

Bu konuda kariyer yapmak isteyenler için bu doktrin çalışmaları çok büyük bir kaynak. Lisanı olan öğrencilerin yabancı doktrin ve mahkeme kararlarını takip etmeleri gerekir. İmkanları olursa, yüksek lisans veya doktoralarını Avrupa ya da ABD’deki hukuk fakültelerinde yapmalarını öneririm. Bu hem lisanlarının pekişmesini, hem de vizyonlarının genişlemesini sağlayacaktır. Ayrıca bu alanda kariyer yapmak isteyenlerin son dönemlerde hayatımıza giren e-ticaret, internet, NFT vs. gibi teknolojik gelişmeler ışığında fikri mülkiyeti ele almalarını tavsiye ederim.


 Ö.F– Yaklaşık iki yıldır insanlık Covid19 pandemisi ile uğraşıyor. Gördüğüm kadarıyla bir hayli ilerleme kaydettik virüse karşı. Ancak nihayetinde bu işten etkilendiğimiz de aşikar. Pandemi sizi ve çalışma hayatınızı nasıl etkiledi? Bu süreci nasıl geçirdiniz, geçiriyorsunuz? Bunu hem kişisel anlamda hem de mesleki açıdan soruyorum. Gerçi benim gördüğüm kadarıyla siz bu süreci çok efektif geçirmişsiniz çünkü çok yakın zamanda Marka Hukuku şerhinizin yeni basımı çıktı! Bu kitabınızda diğerlerinden farklı olarak ağırlık verdiğiniz bir husus oldu mu?

H.Y SMK Şerhi Ekim 2021’de 3 cilt halinde  çıktı, sadece marka hükümleri ile ilgili maddeler ve sınai mülkiyet hakları ile ilgili ortak hükümler var. Bu şerh tasarımlar ve patentlerle ilgili hükümlerin şerhi ile devam edecek ve SMK Şerhi tamamlanmış olacak.

Pandemi döneminin bize şu faydası oldu. Bu dönemde dersler online yapıldığı ve davaların olmadığı  dönemde mesaimizin hemen hemen tümünü bu şerhin yazılmasına hasrettik. Bu da, şerhin kapsamını ve içeriğini olumlu etkiledi ve 3472 sahifelik bir eser ortaya çıktı.


Ö.F– Marka Hukuku şerhinizin bu son basımında IPR Gezgini’nde yayımlanmış yazılara da atıflar gördük ve bu bizi çok mutlu etti. IPR Gezgini’ni düzenli takip ediyor musunuz yoksa şerh için hazırlık aşamasındaki taramada mı baktınız?  Sizce sitenin Türkiye’de fikri haklar alanına etkileri, olumlu veya olumsuz boyutlarıyla, ne yönde? Alana daha fazla katkı sağlamak için bizlere öneri veya tavsiyeleriniz olur mu?

H.Y Şerhin hazırlanmasından önce de takip ediyorduk, özellikle ABAD kararlarından haberdar olmamız, güncel kararları takip edebilmemiz adına çok faydalı yazılar var IPR Gezgininde. Newsletter’ına üye olduğumuz için güncel yazılar mail olarak da geliyor, iyi oluyor. Böyle blog tarzı fikri mülkiyet hukuku alanında yurt dışında da örneklerini takip ediyoruz. Türkiye’de böyle bir platformun olmasını çok yararlı görüyorum. Artık sosyal medyanın da yardımıyla burada yayınlanan yazıların geniş kitlelere erişilebiliyor olması daha da iyi oluyor gerek bu alanda çalışanlar gerekse bu alana ilgi duyanlar için. Biz de internet sitemizde özellikle fikri mülkiyet alanında yazılara başlamıştık ama SMK Şerhi’nin çalışmaları çok yoğun olduğundan biraz aksattık, kitabın yayınlanması ile sitemizde Blog kısmında gerek fikri mülkiyet, gerek diğer hukuk alanlarında yazılarımıza biz de devam edeceğiz. Bu şekilde daha geniş kitlelerin konu hakkında bilgi sahibi olması daha kolay ve pratik oluyor.



Sayın Hocamıza bize ayırdığı vakit ve verdiği samimi yanıtlar için çok teşekkür ediyoruz. SÖYLEŞİYORUZ ilerleyen günlerde camiamıza katkı veren başka değerli isimlerle devam edecek. Takipte kalın!

IPR Gezgini

Kasım 2021

iprgezgini@gmail.com

SÖYLEŞİYORUZ #VI – Avukat MEHMET GÜN BİZLERLE!


“Söyleşiyoruz” serisinin Temmuz ayı söyleşisiyle tekrar karşınızdayız.

Konuğumuz Türk fikri mülkiyet hakları camiasının duayen isimlerinden Avukat MEHMET GÜN!


Mehmet Bey ülkemizde fikri mülkiyet hakları alanında hizmet veren en büyük hukuk firmalarından birisinin kurucusu, alanda büyük tecrübe ve bilgi birikimine sahip ve bu birikimi aktarma konusunda da büyük emek veriyor. Mehmet Bey’in deneyimini ve alana olan tutkusunu IPR Gezgini okurlarına da yansıtmak istedik, kendisine söyleşi önerimizi götürdük ve kendisi bizi geri çevirmedi.

Mehmet Bey’e kendisi ile söyleşi yapma teklifimizi ettiği için teşekkür ediyor ve bir gün bu söyleşiyi yüz yüze yapabilmeyi umarak başlıyoruz. Söyleşide IPR Gezgini adına soruları Önder Erol ÜNSAL yöneltecek.


Mehmet Bey, Söyleşiyoruz serimize katıldığınız için IPR Gezgini adına teşekkür ederek başlamak istiyorum. Türkiye’nin fikri haklar sektöründe önde gelen firmalarından birisinin kurucusu olarak sizden hem alanımıza, camiamıza ilişkin görüşlerinizi duymak, hem de kişisel olarak sizi daha yakından tanımak, bizlerin olduğu kadar okurlarımızın da ilgisini çekecek. 

Serinin başlangıcından bu yana söyleşilerimizi pandemi nedeniyle yüz yüze yapamıyoruz ve aynı durum sizinle yaptığımız söyleşide de geçerli, umuyoruz ki yakın zamanda Söyleşiyoruz’u konuklarımızla karşılıklı yapma fırsatını elde edeceğiz.


Mehmet Gün ismini fikri mülkiyet hakları alanında çalışanlar yakından tanıyorlar, ama isminizi bilmek, elbette ki sizi ve yaşam öykünüzü de bilmek anlamına gelmiyor. https://www.mehmetgun.com/ adresinden erişilebilecek kişisel internet sitenizde size ilişkin –gerçekten etkileyici- bilgilere erişmek mümkün, ama gene de sizden de duyabilir miyiz: Mehmet Gün kimdir, kendini nasıl geliştirdi ve bugünlere geldi; kişisel zevkleriniz, uğraşlarınız, sizi hayata daha sıkı bağlayan özellikleriniz nelerdir?

Cumhuriyetin yetiştirdiği, yüzünü uygarlığa dönmüş binlerce Anadolu Çocuğundan biri olarak tanımlamak isterim kendimi. Güney Toroslar’da ücra bir Anadolu köyünün Dikilitaş yaylasında toprak bir damın altında başlayan yaşamımda köyden çıkıp gurbete herkes için kaçınılmaz kaderdi.

Çocukluk arkadaşlarımın pek çoğu gömlekçi, çantacı gibi küçük atölyelerde zor şartlarda çalışmak veya seyyar satıcılık yapmak için gurbete gittiler. Köyden okuyarak çıkmak ise çok zordu ve herkese nasip olmazdı. İlkokuldan mezun olduğum yıl evimizin 20 metre önüne bir ortaokul yapılmış olması, uzak bir akrabamızın “Memet kaybolmasın, benim Fatma’nın kitaplarını okusun” diye haber göndermesi üzerine elleri öpülesi anamın kayıt harçlarını ödeyebilmek için danamızı satmasıyla ortaokula kayıt olabildim. Ortaokulun son sınıfında Kuşadası’ndaki rahmetli Faik dayımın elimden tutması ile köyden okumak ve çalışmak için çıkabildim.

Yazları bir çay bahçesinde garsonluk yaptığım Kuşadası’na, Kaya Aldoğan Ortaokuluna nakletti beni dayım. Öğretmenlerim bilgi açığımı hızla kapattılar. Köydeki ortaokulda olsaydım asla kazanamayacağım parasız yatılı öğretmen okulu sınavını kazandım. Sadece kendimi götürmem yetiyordu Çanakkale Öğretmen Okuluna. Giyeceğimi, yiyeceğimi, yatacağım yeri, çok daha önemlisi o zamanlar mümkün olan en iyi eğitimi verdi devletimiz. Türkiye’nin değişik yerlerinden gelen benim gibi gariban yüzlerce Anadolu çocuğu ülkenin en iyi eğitimini aldı; sabah 6:30’dan geceleri 22:00’ye kadar durmadan çalıştık, öğrendik.

O zamanlar öğretmen yetiştiren öğretmen okullarının statüsünün düz liseye çevrilmesi sonucunda öğretmen olma hayallerim yıkıldı; hayalini bile kuramadığım üniversiteye gitmem öğretmen olabilmek için bile zorunlu oldu. Son gününde yüzüm kızara kızara borç istediğim bir öğretmenimin 100 TL borç vermesi ile sınava kayıt yaptırabildim. Kader beni İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine getirdi. İstanbul’da üniversite öğrenciliğim ile avukatlıkta ilk yıllarım hayatımın en zor yıllarıdır diyebilirim. Enflasyonun %100’den fazla olduğu, fiyatların bazen her gün ikiye katlandığı o yıllarda yarım asgari ücretle dayımın da çalıştığı avukatlık bürosunda bütün gün çalışmak, geçinmek ve okumak o kadar zordu ki… Köyümden gelmiş, atölyelerde sigortasız çalışmakta olan çocukların kaldığı bekar evinde bana da bir somyalık yer açtılar. Ancak öyle geçinebiliyordum. Yok denecek kadar kira, ortak mutfak – aşçısı bendim – giderleri en aza indiriyordu ama yine de zordu. Zaman zaman rüyalarım beni o günlere götürüyor ve uyandığımda kendimi çaresizlik içinde kıvranır buluyorum.

Kuşadası’ndaki çay bahçesinde çay, kahve, bira servis ettiğim, çata pata iletişim kurduğum turistler, resmimi çekiyor, adresimi alıyor, memleketlerinden kartlar gönderiyorlardı. Hiç anlamadığım dillerdeki kartları tercüme ettirerek anlıyor, hiç bilmediğim ülkelerde bir kere olsa tanıştığım dostlarım olması hoşuma gidiyordu. Bu bende yabancı dil öğrenme isteğini ve köyümdeki ortaokulun kömürlüğünde bulduğum kitaplarda okuduğum yabancı, uzak ülkeleri ve insanlarını tanıma isteğini ateşledi diyebilirim. 1980’de üniversiteden mezun oldum. Anarşi yıllarını postu deldirmeden, orta derece notla mezun olarak büyük başarı ile bitirmiştim. Avukatlığa başladığım yıllarda İstanbul’un en meşhur avukatlarının yabancı dil bilenler olduğunu gördüm. Yabancı dilin ne büyük fark yarattığını gözlerimle gördüm diyebilirim. O zamana kadar epey yatırım yaptığım ama bir türlü ilerletemediğim Fransızcamı geliştirmek için tekrar üniversite sınavına girip Fransız Filolojisini kazandım, fakat kayıt yaptırmadım. Çünkü o yaz sohbet ettiğim bir kısım büyüklerim dünyanın İngilizce etrafında döndüğünü, Fransızca’nın öneminin kaybetmekte olduğunu söyleyip İngilizce öğrenmemi tavsiye ettiler. Ben de part-time çalışmakta olduğum bir denizcilik şirketinin yakınındaki İngilizce kursuna kayıt oldum. O zaman internet yok, yabancı televizyon yok. Fakat Sultanahmet’te turistler, kısa dalgadan yayın yapan BBC World Service ve bir de bir gazetenin kupon karşılığı verdiği İngilizce öğrenim ekleri ve kasetler var. Deliler gibi çalışarak İngilizce öğrendim; 21 ayda Cambridge First Certificate belgesi aldım. 

Eskiden yurtdışına seyahat etmek neredeyse yasaktı denilebilir. İstisnai olarak, izinle veya öğrenim için yurtdışına çıkılabilir, çıkarken döviz bulabilmek için Merkez Bankasından zorluklarla döviz alınırdı. Özal’ın Türkiye’yi dışarıya açması sonucunda hayatımız hızla değişti. Tam o zamanlarda İngiltere’de batan Polly Peck’e İngiliz mahkemesinin atadığı kayyımların avukatı oldum. Avukatlıklarını aldım diyemem, onlar gelip beni avukatlığa aldılar desem daha doğru olur.  Çünkü o tarihlerde sayısı bir elin parmakları kadar olan yabancı dil bilen avukatların tamamı menfaat çelişkisi ve belki de biraz korku nedeniyle kayyumların avukatlığını almamışlar. Benim gibi o zaman esamesi bile okunmayan çömez bir avukata elleri mahkum olmuş. O zamana kadar telif hakları ve marka konularında yaptığım çalışmalarla edindiğim tecrübelerimin üzerine Polly Peck davalarını almam, 10 yıldan uzun süre İngiliz avukatlarla çalışmam beni hızla geliştirdi; mesleğimde daha ileri seviyelere taşıdı ve sonuçta bu günlere geldim. 

Bu kısa hikayemden göreceğiniz gibi çalışmak, çalışmak, çalışmak; başarıncaya kadar hiçbir şeyden yılmamak benim genlerime kazınmış gibidir. Çalışmazsam sıkıntıdan patlarım. Kendi kendimi meşgul etmekte oldukça ustayımdır. Küçük bir çocukken yaylada da öyle idim. Yapacak hiçbir şey bulamasam hayvanların su içtiği çeşme hatıllarındaki yosunları temizler, kuruyan çimlerin yerine yenilerini ekerdim. Şimdi de öyleyim; hiç boş duramıyorum. Ancak bu yaşlarda bana daha manalı gelen şeylerle uğraşıyorum, strateji oluşturuyorum, çalışma arkadaşlarıma, meslektaşlara rehberlik etmeye ve mesleğimin Türkiye’nin tamamında ilerlemesine katkıda bulunmaya çalışıyorum. 

Sanılmasın ki bir insan kendisini sadece çalışmaya adarsa çok mutlu ve tatmin olur. Tam tersine hep çalışan, kendine ve sevdiklerine zaman ayırmayan insanlar hem mutsuz olurlar hem de çekilmez hale gelirler. Üstelik avukatların yaptığı işlere odaklanıp kalanlar zaman içinde enerjilerini de kaybederler, yeni ve daha güzel şeyler üretemez, eskiden yaptıklarını durmadan tekrar ederler ve kendi yarattıkları sorunların içinde debelenip dururlar. 

Bu duruma düşmemek için öncelikle iş yaşamı ile özel yaşam arasında bir denge kurmak zorunlu. Her zaman çalışmak olmayacağı gibi her zaman eğlenmek olmaz. Gerektiği kadar çalışmak, gerektiği kadar eğlenmek ve dinlenmek gerekir. Kendini iyi hisseden insan iyi sonuçlar üretebilir. Kötü hisseden insan da kötü sonuçlar üretir. Kendini iyi hissetmek için iş ve özel hayat dengesini kurmak şart.

Boyun fıtığımı tedavi eden fizik tedavi doktorum öğretti: bir avukatın iyi bir tenisçi kadar güçlü kaslarının olması gerekirmiş. Çünkü insanlar stresi kasları ile kaldırırlarmış. Ben 40 yaşımdan beri tenis oynarım, kuzey ülkelerinden bir arkadaş grubumla salon hokeyi oynarım. Hem nefesim açılır hem kaslarım güçlenir hem de adil bir oyun (fair play) ruhunu yaşarım.  Bünyesi zayıflayan avukat işinin stresini kaldıramaz.

Hukukçu olmak, dünyanın en ciddi işini yapmak insanların robot haline gelmesini gerektirmez. İnsanın içinde iyilik ve güzellikler dolu olmalıdır. Bunları ortaya çıkartmanın yolu ise güzel sanatlar ve benzerleridir. Pandemiden önce her hafta bir konsere gider, müzeler ve sergileri ziyaret ederdim. Ama daha da önemlisi 15 seneden beri çok sevdiğim Mustafa Arabacı’dan şan dersleri alıyorum. Anadolu’dan yanık türküler ve uzun havalar da söylerim, Türk sanat müziğinin eski ve çok kaliteli eserlerinden de söylerim. Repertuarımda 50’den fazla eser vardır. “Sesimde şarkısı aşkın figan olup gidiyor” diye başlayan bir şarkı var, sanki milli marşım gibi oldu son zamanlarda.

Ben insanın varlık sebebinin de onu hayata bağlayanın da sevgi olduğuna, her şeyin başının sevgi olduğuna inanırım. Kalbini açan insan beynini de açar, kısmetini de. Yaptıklarında gerçek manayı bulur. Başkaları için manalı şeyler yapan insan gerçekten büyük şeyler başarabilir. Sevgi ile ve sevginin gereklerini yapan insan huzura erer.


2020 ve 2021 yıllarında hepimizin hayatını üstten belirleyen faktör COVID-19 salgını, salgın kaynaklı kısıtlamalar ve hayatta kalma telaşı oldu. Siz bu süreci nasıl geçirdiniz, kişisel ve mesleki bağlamda dönemi kolay atlatabildiniz mi? Yaşadıklarımızın geleceğe etkileri, özellikle fikri mülkiyet hakları sektörüne etkileri sizce ne yönde olacak? 

Öncelikle bu zor dönemde herkese sağlık diliyorum. Daha önce de benzer salgınlar yaşanmıştı ama sanırım dünyayı küresel olarak en çok etkileyen bu salgın oldu. Çünkü dünya eskisi gibi küçük küçük ülkelerden oluşmuyor; tam tersine küçük bir köy gibi. Herkes her an dünyanın öbür ucunda birisinde çıkan bir hastalığı kolayca kapabilir. 

Ben şahsen kendimi evime kapadım, hayatımda fiziken kontak kurduğum insan sayısını 5-6 kişiye indirdim. Kendimi hijyen bir ortamda korumaya aldım. Sıkıcı bir hayat haline gelmemesi için de kendime yeni hedefler belirledim, spor yapmayı ihmal etmedim. Düzenli olarak yürüyüşler yaptım, arkadaşlarımla daha sıkı görüntülü görüştüm. Uzun soluklu projeler geliştirdim ve kendimi boş bırakmadım. Evimde özel hayatımı ayırdığım yer ile iş yaptığım yeri tamamen ayrıştırdım. İşime gider gibi iş yaptığım yere gidip, işimdeki gibi çalıştım. İşim bitince de oradan çıkıp normal özel hayatımı yaşadığım yere döndüm.

İşyerimdeki çalışma arkadaşlarımın sağlığını en öncelikle hedef olarak belirledik. Pandeminin hemen başlarında evden çalışmayı ilke haline getirdik. Ofise ve adliyeye sadece zorunlu hallerde ve tüm tedbirler almak kaydı ile gidilebilir. Toplu taşıma kullanılmasını yasakladık, araç kapasitemizi artırıp zorunlu olarak adliyeye ve ofise giden arkadaşları kendi araçlarımız ile taşıdık. Şoförlerimiz en kritik işi yaptılar diyebilirim. 

Pandeminin başlarında işlerin olumsuz etkileneceği çok belli idi; birçok işten çıkarmalar oldu. Ben tersini yaptım. Tüm çalışma arkadaşlarıma işlerini garanti ettiğimi, gerekirse zarar etmeyi göze aldığımı söyledim. Öyle değil mi; iyi zamanlarda birlikte çalışırken biriktirilenleri kötü zamanlarda paylaşmak gerekmez mi? Uzaktan çalışmak için sistemlerimiz zaten vardı. Kurumsal düzenimiz uzaktan çalışmamızı kolaylaştırdı. Zoom, diğer iletişim araçları ile büromuzda geliştirmiş olduğumuz Günce yazılımı sayesinde uzaktan da çalışabileceğimizi gördük. Tasarruf ettiğimiz seyahat zamanları ile verimliliği artırmaya ve özel hayat dengesini güçlendirmeye çalıştık. Bunda epey başarılı olduğumuzu düşünüyorum. Fakat evlere kapanmamız hepimizi biraz daha işkolik yaptı sanırım.  Sosyal ilişkilerimiz biraz zayıflamakla birlikte ekip çalışmamız biraz daha gelişti diyebilirim. 

Müvekkillerimizle uluslararası etkinliklerde yaptığımız etkileşimi, yeni ve potansiyel müvekkillerle tanışma imkanlarımızı kaybettik. Ancak kaybettiklerimizi telafi etmek için yenilikçi yöntemler geliştirdik, uyguladık ve daha etkili sonuçlar alabileceğimizi gördük. 

Bu tecrübelerimiz bize pandemi öncesine kadar yapmakta olduklarımızı sorgulamak, geliştirmek ve değiştirmek gerektiğini gösteriyor.  Pandemi bittiğinde hayat eskisi gibi olmayacak. Uluslararası ilişkiler ve etkinlikler daha çok çevrimiçi platformlarda olacak. Etkinliklere daha az insan gidecek, fakat daha dolu dolu olacak. İş yapış yöntemleri de değişecek. Raporlamalara yeni bir işlev gelecek. Fikri mülkiyet haklarının önemi daha da artacak, patent gibi kritik fikri mülkiyet hakları daha çok sorgulanır olacak, daha çok ARGE, daha çok basit buluşlar olacak. İletişim teknolojileri, biyoteknoloji alanında önemli ilerlemeler göreceğiz. Yeni bir tür fikri mülkiyet konsepti oluşacak ve yeni bir tür telif hakkı modeli ortaya çıkacak. Nelerin ortaya çıkacağını teknik gelişmeler ve onların ışığında yenilikçi düşünceler belirleyecek. Sadece bir bilim dalında değil birbirini tamamlayan 3-4 bilim dalında uzman olanlar bundan sonra göreceğimiz yenilikleri ortaya çıkaracaklar.  


Avukatlık mesleğine başlamanızdan ve sonrasında fikri mülkiyet alanı yönelmenizden bu yana sanırım 30 yıldan fazla süre geçmiş durumda. Bizlere neden avukatlık mesleğini seçtiğinizi ve özellikle de hangi gerekçeyle fikri mülkiyet hukuku alanına yöneldiğinizi aktarabilir misiniz? Hayatınızın devamında avukatlık mesleğinin dışına taşacak başka faaliyetleriniz olacak mı? Yazmayı ve üretmeyi sevdiğinizi de biliyoruz, gelecek yıllar daha fazla eser getirecek mi?

Ben kısa yoldan saygın bir meslek ve düzenli bir gelir elde etmek istiyordum. Öğretmenlik bunları karşılayan güzel ve rahat bir meslekti. Üniversiteye gitmeyi ve üniversite mezunlarının yapabileceği doktorluk, mühendislik ve avukatlık gibi meslekleri duyardım ama bu mesleklere erişebileceğimi hiç sanmazdım, hayalini bile kurmazdım. Öğretmen okulunun hukuki statüsünün değiştirilmesi üzerine öğretmen olabilmek için eğitim enstitüsüne gitmem, onun için de üniversite sınavına girmek zorundaydım. Madem bu sınava giriyorum başka alanlar da seçeyim diyerek hukuk fakültesini seçtim. Yani biraz tesadüf eseri avukat oldum. Ancak avukat olduktan sonra avukatlığın benim yetkinliklerime, emellerime çok daha uygun bir meslek olduğunu anladım. Çocukken okul törenlerinde çok konuşma yapardım, köylülerim ben çocukken bile akıl danışırlardı. Köy yerlerinde çokça görülen, nispeten anlamsız ve küçük olan ama bir köylü için hayati olan haksızlıklar yaşandığında çok içerlerdim. Kendi ailemde buna çok maruz kalmıştık. Avukat olunca içimde ben fark etmeden büyümüş olduğunu şimdilerde anladığım “adaletsizliği giderme, hakkı yerine getirme” duygusu parlayıverdi.

Henüz stajyer iken oldukça basit olan bir marka tescil işi yapmıştım, daha sonra kütüphanedeki tek marka kitabını okuyup yuttum. Küçük küçük marka işleri derken o zamanlar için çok ileri derecede bir hukuki mesele olan tanınmış marka, meşhur marka, tanınmışlığın sulandırılması konulu bir davanın içinde buldum kendimi. O dava hukukun ne kadar derin olduğunu ve yeteneklerimi ne kadar iyi değerlendirebileceğimi gösterdi, heyecan verdi. Böylece fikri mülkiyet hukuku alanında hızla gelişmeye başladım. Bir de fikri mülkiyet hukukunun toplumda yenilik ve buluşları, özgünlüğü destekliyor olmasına vurgun olduğumu söylemeliyim. Hayatta hep yenilik, özgünlük ve buluşlar peşinde oldum. Fakat benim esas değerli yönümün uyuşmazlıkların yönetilmesi, uzlaşma ile çözülmesi ve farklılıklardan zenginlikler çıkarılmasını arzu eden barışçıl, uzlaştırıcı yönüm olduğunu düşünüyorum. Aldığım davaları çözülmesi gereken sorunlar olarak görür, hızlıca uzlaştırmaya çalışırım. Haksızlık ve adaletsizlik son derece saçma ve mantıksız davranışlardır bana göre. Ülkemizdeki ve dünyadaki sorunların pek çoğunun saçma ve mantıksız davranışlar sebebiyle olduğunu düşünüyorum.  

Fikri mülkiyet hukuku alanının dışında çalışmalar yapıyorum ama yaptığım çalışmaların özü hukukun üstünlüğünü sağlamak hedefine yöneliktir.

Bunun için ise yargı teşkilatını, organlarını, hakim, savcı ve hakim gibi unsurlarını geliştirmeye, toplumu kaliteli yargı hizmetleri ile buluşturmaya, refahımızı hukukun üstünlüğü yoluyla artırmaya yönelik çalışmalar yapıyorum. Bu çalışmalar sırasında hukukun üstünlüğü ile yargı bağımsızlığının demokrasi ile ve refah seviyesi ile yakından bağını tespit ettim. Bu sorunların çözümü için yaptığım çalışmalara zamanımın çoğunu ayırıyorum. Artarak sürdüreceğim. Çok yakında “A’dan Z’ye Türk Yargı Reformu” adı altında kitaplaştırdığımız yenilikçi çözümlerimizi yayınladık.

Bu yöndeki çalışmalara devam edeceğim. Ortaya yeni kitap çıkarmak gerekiyorsa yazacağım.


Uzun süredir sınai mülkiyet hukukunun içerisindesiniz ve KHK’lar dönemi öncesini, KHK’lar dönemini ve 2017 yılından başlayarak Sınai Mülkiyet Kanunu (SMK) dönemini tecrübe ettiniz. Bizlere geçmişten bugüne sınai mülkiyet mevzuatı ve uygulamasında gözlemlediğiniz ilerlemeyi ve/veya duraksamaları, eğer varsa, ilişkilendirdiğiniz temel kırılma noktaları çerçevesinde aktarabilir misiniz? Buna ilaveten SMK çağın gereklerine uygun hükümler içermekte mi sizce, mevzuatın gözlemlediğiniz eksiklikleri nelerdir?  

Türkiye fikri mülkiyet hakları hukukunu ülkenin dış ülkelerle ilişkilerindeki dinamiklere ve menfaatlere endeksli olarak geliştirdi. Ülkemiz kendi içinde toplum ve ticaret hayatının ihtiyaçlarına söz hakkı tanımadı. Koruma duvarları arkasında iç üretimi ve ticareti cüce bıraktık. Siyasete ve hükümetlere sırtını dayayan sanayi ve ticaret tembelleşip parazitleşti. Sonuçta fikri mülkiyet hakları konusunda da kendi iç hukukumuzu yaratıp geliştiremedik. Yabancı eserleri telif ücret ödemeden tercüme ettiğimiz için bir süre Bern sözleşmesine kabul edilmediğimizi okumak benim için üzüntü vericiydi. 1980’de 24 Ocak kararları alınarak devlet bütçesi iflas ettiği için ülkeyi dış dünyaya açmak, o zamanların gözde siyasetçisi Turgut Özal’ın liberal ekonomi kurallarını bir bir uygulamaya koyması içerideki ekonomiyi – dışa bağımlı hale gelse de – büyüttü ve fikri mülkiyet hakları için seslerin yükselmesini sağladı. 1994’te iş dünyasının “AB ile Gümrük Birliği Anlaşması yapılmazsa mal satamaz hale geliriz” endişesini dillendirmesi üzerine bir gecede KHK’ler çıkarılarak fikri mülkiyet hakları düzenlendi. Kendi istikballerini ülkenin menfaatinden önce gören siyasilerin bu konuda anlaşamamış olması, ekonominin en hayati konusunun hukuken çok zayıf bir şekilde düzenlenmesine neden oldu. Neticede KHK hükümleri Anayasa Mahkemesi tarafından birer birer iptal edildi. O düzenlemelere göre gerçekleştirilen kazanımlardan en önemlisi insan kaynakları ve kurumsal yapı oldu. Türk Patent ve Marka Kurumu’nun (TÜRKPATENT) kurulması, fikri ve sınai haklar için uzmanlık mahkemeleri kurulması, vekillik müessesesinin oturmuş olması o zamandan bu yana ciddi kazanımlarımızdır. Ancak hukukun oturması bağlamında yaklaşık 20 yıllık bir tecrübe birikimi zayi olmuş bulunmakta.

SMK’nın TBMM’de kanunlaşması görüşmelerine katıldım. Birçok yönden başarılı bir kanundur. Benzer fikri mülkiyet haklarını tek kanunla düzenlemesi de isabetlidir. Hakların tüketilmesi bakımından uluslararası tükenme ilkesini benimsemesi bence çok hatalıdır. Ülkesel tükenme ilkesi benimsenmesi iç ekonomi için de uluslararası ilişkiler açısından da daha doğru olurdu. Çünkü Türkiye ekonomisi free shop gibi olan bir ülke değildir. Uluslararası tükenme ilkesi o ülkeler için iyidir. Kendi içinde üretim tesisleri bulunan ihracat yapan ülkeler için uluslararası tükenme ilkesi ekonomide katma değerli üretim yapılmasını, yenilik ve buluş yapılmasını baskılayan bir tercihtir. Türkiye’nin bu hatadan yakın zamanda dönmesini diliyorum.


Sınai mülkiyet haklarının tescil otoritesi geçmişte Bakanlık bünyesinde bir Daire iken, 1994 yılında Türk Patent Enstitüsü kuruldu ve sonrasında bu kurum geçmişle kıyaslanamayacak derecede büyüyerek Türk Patent ve Marka Kurumu adını aldı. Yargı tarafında ise yirmi yıldan uzun süredir Fikri ve Sınai Haklar İhtisas Mahkemeleri mevcut. Buna ilaveten istatistikler de hak sahiplerinin geçmişe kıyasla yoğun biçimde haklarını tescil ettirmeyi ve yargı yoluyla korumayı tercih ettiğini gösteriyor. Sizden artıları veya eksileriyle fikri mülkiyet hakları idari ve yargısal yapılanması hakkındaki görüşlerinizi rica edeceğiz. 

Türkiye, fikri mülkiyet haklarını önceleri hem hukuk ve hem de cezai koruma tedbirleri ile ölçüsüz denilebilecek yaptırımlarla koruyordu. Bu konuda, suç sayılan ihlallerin kapsamı daraltılarak ilerleme oldu. Bir hakkın varlığının açıklayan tescil belgelerine hakkın kurucusu imiş gibi bir etki bağlanması diğer önemli bir sorundur. Bu konuda da içtihatlarla gelişme sağlandı. Örneğin, birisi bir marka tasarlasa, tasarımcısına görsel tasarım için gönderse, tasarımcı bunu kendi adına marka olarak tescil ettirse markanın ilk yaratıcısı haklarını tescil ettirene karşı haklarını hala zorluklarla kullanabilir. Tabiri caizse deveye hendek atlatması gerekir. Önce tescili terkin ettirecek, sonra hakkını koruyacak. Bunu yapmak Türkiye’nin hukuk sistemi içinde yıllar alır. Bu durumda biraz yumuşama olmakla birlikte yeterli görmüyorum. Bununla birlikte hukuki belirlilik ilkesi idari tesciller ve tescil sürecine itirazlar yapılabilmesi ile çok güçlendirildi. TÜRKPATENT’tekine benzer bir ilan, itiraz ve yargısal denetim mekanizması olmadığı için telif hakları alanında daha derin ve karmaşık sorunlar ortaya çıkabiliyor. Türk Kültür Şurasında böyle bir sistem getirilmesinin yararlı olacağını söylediğimde bakanlık görevlisi bir hanımefendi önerimi beğenmedi. Hali hazırda kullandıkları sorunlu tescil sisteminin yeterli olduğunu iddia ederek tavsiyemi engellemek istedi, engel olamayınca da sinirlenerek salonu terk etti. Bürokratların düzenlemeleri kendi işlerini kolaylaştıracak tarzda yapması, zorluklarla bir hak konusu ortaya çıkaran vatandaşın hakkını korumak için “taklalar attığı” gerçeğini arka plana alması hakların yeterince gelişmemesinin bir başka nedeni. 

Bu konularda temel bir yapısal sorun ve çarpık yapılaşma var; ona dikkati çekmek isterim. Kültür Bakanlığı ve TÜRKPATENT idari kurumlar. Yaptıkları işlemler yargısal denetime açık. İdarenin yargısal denetiminde normalde idari yargı ve Danıştay görevli. Fakat TÜRKPATENT’in kararlarına karşı açılan davalara adli mahkemeler ve Yargıtay bakıyor; Danıştay bakmıyor. Çünkü marka ve haksız rekabet davalarına öncesinde de Yargıtay bakıyordu, “Yargıtay devam etsin” denildi. Ayrıca TÜRKPATENT’in işlerini özel hukuk işleri gibi görmek istediler, özellikle yabancılar. Bu hakların ticarette kilit rol oynaması davaların adli mahkemelerde görülmesini haklı kılıyor. Ancak idari bir kurumun davasının adli mahkemede görülmesi, mevcut adli ve idari yargıyı ayıran sistemimize göre hatalı. Fakat temeldeki bu yapısal sorun Türkiye’de yargı makamlarının ve hukukun ikiye ayrılmış olmasının yanında devleti idare edenlerin özel hukuk ilişkilerine çeşitli bahanelerle – en geçerlisi düzenleme bahanesidir – müdahale ediyor olmasıdır. Marka başvurusu reddedilenler ne yapıyor biliyor musunuz? Hemen bir siyasiye gidiyor, siyasiler devreye giriyor. Bildiğim kadarı ile TÜRKPATENT bu tür siyasi etki isteklerine başarı ile direniyor olsa da siyasiler sürece etki etmeye çalışıyorlar. Günün birinde siyasilerin etki etmekte başarılı olması kaçınılmaz. Beni şahsen ilgilendiren bir konuda siyasetin etkili olduğunu düşünüyorum. TÜRKPATENT’te vekiller için disiplin kurulu oluşturulacağında bu görevi hak ettiğimi fazlasıyla kanıtlayan bir özgeçmiş ile başvurmuştum. Kabul edilmedim; kabul edilenlerin benden daha çok hak ettiklerini ise asla kabul etmem. Kabul edilenlerin ise siyasi etki ve devlet yöneticilerinin tercihi nedeni ile atanmış olduklarına inanıyorum. İşte bu sebeple vatandaşın hakkını koruyacak olan kurumların siyasilerin asla etki edemeyeceği yargısal kurumlar olması gerektiğini savunuyorum.   

Ticaret sicili, tapu müdürlüğü ve TÜRKPATENT gibi kurumların tamamen yargısal kurumlar olması, tüm faaliyetlerinin yargısal denetime tabi olmasını ve tam bağımsız olan bir yargı organizasyonu içine yerleştirilmesini daha uygun olacağını düşünüyorum.  


Patent ve marka vekilliği mesleklerine ilişkin mevcut sınav sistemini, disiplin yönetmeliğini, mesleki kuralları nasıl değerlendiriyorsunuz? Eğer varsa, sorunlu alanlar sizce nelerdir? Mesleğin duayenlerinden birisi olarak tabloyu patent ve marka vekilliği mesleği bağlamında nasıl görüyorsunuz? 

Patent ve marka vekilliğini bu alanlardaki hukukun geliştirilmesi için oldukça yararlı ve vazgeçilmez olarak görüyorum. Bu hizmetlerin seviyesini ve kaliteli olacağını sınavla belirlemenin yeteri kadar sağlıklı olduğunu düşünmüyorum ama bundan emin olmamızı sağlayan bir eğitim sistemi ve kurumu olmadığı için sınav yapılmasını zaruri buluyorum. Sınavların, sınava girenlerin ayrıcalıklı bir meslek grubu oluşturmasını önleyecek şekilde ve sıklıkta yapılması gerekir. Sayı fazlalığının işlerin azalmasına yol açacağı, ekonomik olarak vekilleri zorlayacağı gibi gerekçelerin sınavların sayısına, sıklığına ve mesleğe kabul edilen vekil sayısına etkili olmamasını diliyorum.

Disiplin yönetmeliği oldukça kapsayıcı çalışmalar sonucunda oluşturuldu. Ancak bunun uygulamasının TÜRKPATENT’ten tam anlamıyla bağımsız olması gerekir. TÜRKPATENT’teki uzmanlar da aynı disiplin kurallarına ve uygulamasına tabi olmalılar. Vekilleri disiplin yönetmeliğine tabi tutarken TÜRKPATENT’teki uzmanları tabi tutmamayı, onların başka bir disiplin sistemine tabi olmasını, verilen hizmetin vekillerle uzmanların ortak çabası sonucu olması ile bağdaştıramıyorum. Mevcut durumda bir bakıma TÜRKPATENT kendisi ile iş yapanları disiplin bakımından denetler gibi oluyor. Bu durum ABD’de bazı eyaletlerde avukatların ruhsatlarını aldığı mahkemeler tarafından denetlenmesine benziyor. Vekiller TÜRKPATENT’ten tam bağımsız olmalılar, disiplinlerini de mesleki kuruluşları vasıtasıyla kendileri halletmeliler.  


Türkiye’de ve yurtdışında fikri mülkiyet hakları alanında faaliyet gösteren çeşitli sivil toplum örgütlerinin üyesi olduğunuzu biliyoruz. Alanda faaliyet gösteren sivil toplum örgütlerinin temsil güçleri ve etkileri sizce olması gereken düzeyde mi? Batı demokrasilerinde sivil toplumun görüşleri en az kamununki kadar değer görüyor mevzuat oluşturulurken; Türkiye’de özellikle de fikri mülkiyet alanında tablo böyle mi sizce?

Türkiye şartlarına göre bu alanda yeterli sayıda sivil toplum kuruluşu olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de sivil toplum kuruluşlarının gelişmeye ihtiyacı olduğu da bir gerçek. Örneğin marka ve patent vekillerinin, tamamını kapsayan ve ileride kamu kurumu niteliğinde bir meslek kuruluşuna dönüşecek bir birlikteliğe ihtiyacı var.

Türkiye’de mevzuat oluşturma çalışmalarına sivil toplum formalite icabı dahil ediliyor kanaatindeyim. Genel olarak bürokratlar ve onların yöneticileri sürece hakim oluyorlar ve karar verici oluyorlar. Sivil toplum kuruluşlarının zorlukla ortaya çıkardığı değerli görüşler ne yapılıyor bilmiyoruz. Sivil topluma önerilerinin alındığına dair bir mektup bile gönderilmiyor, okunup okunmadığı bile şüpheli kalıyor. Sunulan önerilerin ne olduğu, kabul edilip edilmediği, kabul edilmiyor ise gerekçeleri asla bildirilmiyor. Kapalı kapılar ardında ve siyasi türlü manevralar oluyor. Bu da sivil toplumun mevzuat yapımına katılım arzu ve isteğini köreltiyor.


Fikri haklar ve koruması sizce günümüzde Türkiye’de hak ettiği değeri görüyor mu, yoksa sadece kağıt üzerinde veya söylem düzeyinde mi önemseniyor? Bu alandaki önemli eksiklikler nelerdir ve halk veya ticaret dünyası bu hakların önemini içselleştirmiş durumda mı? 

Fikri hakların diğer haklara göre daha iyi korunduğunu düşünüyorum. Örneğin uzmanlaşmış mahkemeler kuruldu ve görece olarak iş yükleri daha hafif. Verdikleri kararlar daha gerekçeli oluyor. Ancak korsanlık ve taklitle mücadele konusunda sıkıntılar yüksek. Savcılıklar ve mahkemeler çıtayı çok yükselttiler. Arama ve toplatma kararları çok daha zor şartlarda veriliyor. Gümrüklerde farkındalığın çok yüksek olduğunu ve etkili sonuçlar alınabildiğini gözlemliyorum.


Birikimlerinizi aktarmayı, birey veya sivil toplumun bir parçası olarak çalışmalarınızı ve yazıp üretmeyi önemli bir uğraş olarak benimsediğinizi biliyoruz. Üretmenin ve fikri mülkiyet eğitiminin/yazınının önemi hakkında neler söylemek istersiniz. 

Fikri mülkiyet hakları ulusların ilerlemelerinin ve uygarlığın temelini koruyor.  Sanayi devrimi, bilgi çağı ve bundan sonra hızlanan ilerlemeler hep fikri mülkiyet haklarının konusu. Bu konuda konulan her taşın altın değerinde faydası var. Doğru yanlış demeden düşünmeye, yazmaya ve üretmeye devam etmeliyiz.


Meslek hayatınızdan gülerek veya derin düşüncelere dalarak hatırladığınız anıların sayısının çok olduğunu tahmin etmekle birlikte, sizde en çok iz bırakan bir veya birkaç mesleki anınızı bizimle paylaşabilir misiniz?

Sağra şirketinin avukatıyken çikolata için oluşturdukları “Jumbo” markaları, Jumbo çatal kaşık firmasının davası sonucu iptal edildi. Mahkemenin verdiği ihtiyati tedbir kararına büyük bir stokla yakalanan şirket büyük zarar gördü. Bölgesinde 1.500 kişiye istihdam sağlayan şirket o zarardan sonra bir daha kendine gelemedi. Ordu’daki fabrika birkaç kere kapandı. Markalarını tescil de ettirmişlerdi. Fakat tanınmış marka nedeniyle markayı kullanamadılar, malları depolarda kaldı. O zamanlar tanınmış marka koruması ile tanınmışlığın sulandırmasına karşı koruma mefhumları şimdiki kadar ayrışmamıştı. Tescil sistemi şimdiki kadar açık değildi. Marka kanununu hazırlayanlar bilinçli olarak tanınmış markalara mehaz uluslararası sözleşmede öngörülenden çok daha fazla koruma vermişlerdi. Sağra şirketi bu fazla korumanın mağduru olmuştu. Fazla korumayı tespit edince kanunu değiştirmek gerektiği düşüncesi ile o zamanın ticaret bakanına gittik, durumu anlattık. Bakan, Müsteşar da ikna olursa değiştirelim dedi. Müsteşar da ikna oldu. Bizi o zamanki Sınai Mülkiyet Dairesi başkanına gönderdi. Başkanın odasında kanunda yapılması gereken değişiklik hakkında konuşurken görevlinin biri Sarelle markasına benzeyen bir marka başvurusu dosyası ile odaya girdi. Gaziantep’te bir vatandaş sakız ve balon ürünleri için Sarelle isimli bir marka başvurusu yapmıştı. Daire başkanı, müvekkile dönerek dedi ki “biz kanunun bu hükmü sayesinde sizin Sarelle markasını bu tür başvurulara karşı koruyoruz. Kanun hükmünü uluslararası sözleşmeye uygun olarak düzeltirsek koruyamayacağız. Hala devam etmek ister misiniz?” diye sordu. Müvekkil o anda “Sarelle markasını riske atamayız” diyerek kanun değiştirtme çabalarını o anda sonlandırdı.

Beni düşündüren bir durumdu. Eğer o zamanki marka hukukumuz şimdiki kadar gelişmiş olsaydı hem Sarelle markası korunurdu hem de Jumbo çikolata markası ve ürünleri zayi olmazdı…


IPR Gezgini’ni takip ediyor musunuz? Sitenin Türkiye’de fikri haklar alanına katkısını olumlu veya olumsuz yönleriyle değerlendirebilir misiniz? Bizlere kendimizi geliştirmemiz için önerileriniz olur mu?

İstediğim sıklıkla değil ama IPR Gezginini hayranlıkla takip ediyorum. Fikri mülkiyet hakları konusunda çok güzel bir damar yakalayarak geliştirdi. Türkiye’nin fikri haklar camiasına, hukukuna ve sektörüne çok değerli katkıları var. Uluslararası yayınlar gibi ürün gamını çeşitlendirmesini, Türkiye dışında da güçlenmesini ve bölgesel bir hale gelmesini dilerim. Bu yönde de gelişeceğini hissediyorum. Benimle bu röportajı yaparak düşüncelerimi duyurmama yardımcı olmasından dolayı ayrıca ve candan teşekkür ediyorum.


Mehmet Bey’e bize ayırdığı zaman ve verdiği samimi yanıtlar için çok teşekkür ediyoruz. Umuyoruz ki söyleşiyi okuyanlar da bizler kadar keyif almıştır.

Sonraki konuğumuzla yapılacak söyleşide görüşmek üzere!

IPR Gezgini

Temmuz 2021

iprgezgini@gmail.com

SÖYLEŞİYORUZ #VI – 30 Temmuz’da Sizlerle – Konuğumuz Av. MEHMET GÜN





IPR Gezgini’nin Türkiye’de fikri haklar alanına katkı vermiş önemli isimlerle söyleşileri devam ediyor.

SÖYLEŞİYORUZ’un Temmuz ayı konuğu fikri haklar dünyamızın duayen isimlerinden MEHMET GÜN olacak. Mehmet Gün’ün, IPR Gezgini adına Önder Erol ÜNSAL’ın yönelttiği soruları yanıtladığı söyleşi 30 Temmuz Cuma günü yayında olacak!

Mehmet Bey’e sorularımıza verdiği içten yanıtlar için teşekkür ediyor ve tüm okurlarımızı bu keyifli söyleşiyi okumak için 30 Temmuz Cuma günü IPR Gezgini’ne davet ediyoruz.

IPR Gezgini

Temmuz 2021

iprgezgini@gmail.com

SÖYLEŞİYORUZ # V- Av. MEHMET NAZIM AYDIN DERİŞ BİZLERLE!

Şubat 2021’den beri gerçekleştirdiğimiz SÖYLEŞİYORUZ serisinin bu ayki konuğu camiamızın duayen isimlerinden ve bu yıl Haziran ayında aktif çalışma yaşamında 50. yılını kutlayan Avukat MEHMET NAZIM AYDIN DERİŞ.  

Aydın Bey’e bizimle söyleşmeyi kabul ettiği için teşekkür ediyoruz. Bu söyleşiyi yazarlarımızdan Özlem FÜTMAN gerçekleştirdi.



Ö.F. Aydın Bey merhabalar. Camiaya katkıda bulunanlarla yapılan bir söyleşi serisini siz olmadan düşünmek imkansızdı elbette. Esasen ben katkı kelimesinin bu noktada  durumu ifade etmek için yeterli olmadığını düşünüyorum, çünkü siz ve sizin jenerasyonunuz ülkemizde Fikri Mülkiyet mevzuatının oluşturulması, meselenin anlaşılır hale gelmesi ve uygulamanın şekillenmesi konusunda çok emek verdi. TÜRKPATENT gibi sadece alana özgülenmiş bir Kurum’un mevcut olmadığı, tescil işlemlerinin Bakanlık içerisinde bir Daire eliyle yürütüldüğü, bu alanda çalışan profesyonel sayısının bir elin parmaklarını geçmediği ve dahi bilgi kaynaklarına ulaşmanın çok kısıtlı olduğu o dönemlerde gösterdiğiniz gayret ve yaptığınız çalışmalar için size ve şahsınızda sizinle aynı jenerasyona mensup meslektaşlarımıza teşekkürü bir borç bilirim.

Önceki söyleşilerdeki soru sıralamasını bozmadan evvela sizi daha yakından tanımak isteriz. Aydın Deriş kimdir, hangi tecrübeler bugünkü Aydın Deriş’i meydana getirmiştir, yaşamınızı etkileyen isimler, düşünüşler ve olaylar nelerdir? 

A.D- Söyleşi davetiniz için çok teşekkür ederim. Söyleşiye başlamadan evvel, kısaca belirtmek istediğim bir husus var.

Ben 1968’te ülkeye döndüm ve 1969’da askere gidene kadar takriben 1 sene yazıhanede çalıştım. 1971 Haziran ayı sonu askerden döndükten sonra başladığım kesintisiz çalışma hayatımın, bu sene, 50nci senesi oluyor. Bu röportajın bu seneye, hem de Haziran ayı içine denk gelmesi benim için bir nevi hediye oluyor. Bilmenizi istedim ve bunun için de ayrıca teşekkür etmek istedim.

1nci soru doğru anladı isem şayet şöyle: “Niçin hukuk, niçin sınai mülkiyet?”

Aile ve yazıhane ile bağlantılı olduğu için bu sorunun cevabı kolay. Hukukçuluk aileden geliyor. Yazıhane de öyle.

Avukatlık yazıhanesi 1912’de Avukat Celal Derviş tarafından kuruluyor. Kendisi aynı zamanda Selanik Hukuk Mektebi’nde hukuk dersleri verirmiş. Yani avukatlıkla birlikte hukuk alanında eğitim faaliyeti de var. Deriş Patent ve Marka Acentalığı’nı kuran oğlu Ethem Derviş de avukat, ben de onun oğlu olarak avukatım.

Neden fikri mülkiyet konusuna gelince, bunun da cevabı hem aileyle hem yazıhane ile bağlantılı. İkinci  Dünya Savaşının sonundan itibaren Celal Derviş’in avukatlık yazıhanesinin faaliyet alanı sadece fikri mülkiyet olarak belirlendi ve öyle kaldı. Nitekim İkinci Dünya Savaşından sonra Celal Derviş Bey’in uzun süren bir hastalık sonucu vefatıyla, yazıhanenin faaliyeti Ethem Derviş Bey tarafından yürütüldü. Bu temel üstünde bugün, Deriş Avukatlık Ortaklığı ve Deriş Patent ve Marka Acentalığı A.Ş., 2 ayrı hükmi şahsiyet olarak, sınai mülkiyet ile ilgili dava konusu ihtilafları ve de, İngilizce “prosecution” olarak tabir edilen, sınai mülkiyet haklarının tesis, yenileme ve sicil süreçlerini yürütmektedirler.

Buradan itibaren neden hukuk, neden fikri mülkiyet alanlarını seçmiş olduğum zannederim yeterince açıklanmış oluyor. Kısacası: yazıhanenin faaliyetini devam ettirebilmek için. Aynı anlayış ve seçimin sonucu olarak bugün yazıhaneyi yöneten yeğenlerim, Serra Coral ve Kerim Yardımcı, 4ncü kuşak olarak yazıhanenin faaliyetini devam ettirmekteler. 5nci kuşak olarak da Serra Coral’ın kızı Ayşecan, Deriş Patent ve Marka Acentalığı A.Ş. bünyesinde 2020 Mayıs’ından itibaren çalışma hayatına atılmış bulunuyor. Dolayısı ile şu anda Deriş Avukatlık Ortaklığı ve Deriş Patent ve Marka Acentalığı A.Ş., 5nci kuşak olarak faaliyetini sürdürüyor, bunların 4 kuşağı avukat, dolayısı ile aile geleneği hukukçuluk olarak sorunun cevabı kendiliğinden ortaya çıkmış oluyor.



Ö.F.- 1968 yılında Cenevre Hukuk Fakültesinden birincilikle mezun olduğunuzu biliyoruz. Hukuk eğitimi almaya sizi ne yönlendirdi ve muhtelif sebeplerle yurtdışında eğitim almanın pek de yaygın olmadığı o yıllarda İsviçre’de eğitim almaya nasıl karar verdiniz? Fikri Mülkiyet ile hukuk fakültesindeyken mi tanıştınız? Bu alanda çalışmaya nasıl ve ne zaman karar verdiniz? Bir de tabii şunu öğrenmek isterim; sizce hukuk fakültesini Cenevre’de okumuş olmak avukatlık kariyeriniz boyunca ve özellikle Fikri Mülkiyet alanında çalışırken bir fark yarattı mı, yarattıysa bu fark nedir?   

A.D- Sizin de sorunuz içinde işaret ettiğiniz gibi, 1970 öncesinde fikri mülkiyet çok dar bir çerçevede biliniyordu ve konu ile ilgili kaynak neredeyse yoktu. Buradan itibaren “niçin yurt dışı, niçin Cenevre” sorusunun yanıtı da ortada. Bu seçim, mümkün olduğunca geniş bilgiyi, mümkün olduğunca kaynağında, edinmekle ilgili.

Bir de tabi meselenin lisan ve insan ilişkileri boyutu var. Çünkü benim eğitim aldığım zamanlarda fikri mülkiyet ağırlıklı olarak yabancı müvekkillerin işleri etrafında dönerdi. Yabancı iş sahipleri ile iş ilişkilerini yürütebilmek için lisan gerekli idi. Dolayısı ile faaliyet alanı ve mekân seçiminin önceden bilinen bir amaç doğrultusunda yapıldığını söylemek yanlış olmaz. Ayrıca muhataplarınızın kültürünü bir miktar bilirseniz şayet, onlarla ilişkileri yürütmek haliyle daha tabi ve kolay oluyor. Bence yurt dışı eğitimin en önemli etkilerinden birisi insan ilişkileri seviyesinde görülüyor. Başka bir deyişle sizin kültürünüzden farklı kültürdeki insanlarla ilişkilerin yürütülmesi daha etkin ve daha kolay oluyor.

İsviçre ve Cenevre’nin seçiminde iki, hatta üç, neden belirleyici oldu diyebilirim.

İlk neden lisan. Orta ve lise eğitimimi İstanbul’daki Saint Benoit Lisesinde Fransızca olarak aldığım için Fransızca açısından lisan konusunda bir sıkıntım yoktu.

İkinci neden ise tamamen objektif. Türk ve İsviçre hukukları arasında paralellik olması ve özellikle de İsviçre’nin medeni hukuk, borçlar hukuku, haksız rekabet, usul gibi konularda Türk hukukunun kaynak ülkelerinden birisi olması. Bir ihtimal bu nedenle benim Cenevre’de olduğum senelerde hukuk okuyan hatırı sayılır sayıda Türk öğrenci vardı.

Tamamen şahsi bir üçüncü neden de, aile evinde yaşayarak eğitim almanın kolaylığından uzaklaşmaktı.

Sorunuzun “Cenevre’de okumuş olmamın avukatlık kariyeri açısından ve özellikle fikri mülkiyet alanında çalışırken fark yaratıp yaratmadığı” istikametindeki  bölümüne  gelince: Tabii ki yarattı. Konuları bütünsel bir görüş ile ele almayı ve konuların içindeki unsurları da bütünlükle, ilintilerini gözeterek, irdelemeyi bir şekilde galiba orada öğrendim.

İsviçre’nin ana özelliklerinden birisi, uzlaşma (consensus) üzerine kurulu olmasıdır. Yani fikir ayrılıkları olsa da, bunları temel kabul ederek, ve de bir yerde birleştirerek, bir şekilde, herkesin kabul edebileceği bir çözüm üretmek normal kabul edilir. Başka bir deyişle buna, fikir ayrılıklarının normal kabul edilerek bunlar üzerine ortak bir çözüm oluşturma kültürü denilebilir. Zannediyorum bu anlayış ve yaklaşım tarzının, en azından bende ciddi bir katkı yaptığını söyleyebilirim.

İsviçre’de insanların davranışında dikkat çeken bir hususta, siz konuşurken, sizi dinleyip ne söylediğinizi anlamaya çalışmalardır. Birbirleriyle ilişkilerinde, insanların en dikkatle yaptıkları şey sizi dinlemek. Bizim ise dinlemek ile ilgili bir davranış özürümüz var galiba. Zannediyorum insanları dikkatle dinlemenin faydalı ve gerekli olduğunu orada öğrendim diyebilirim.

İlave etmek istediğim bir nokta daha var, o da şu. Bilindiği üzere İsviçre tarafsız (neutre) bir ülkedir. Bu tarafsızlık, onların bir nevi kültürel özellikleri haline gelmiş durumda. O kadar ki, herhangi bir konuya yaklaştıkları zaman mümkün olduğunca objektif olmaya ve o konuya mesafeli yaklaşmaya çalışıyorlar. Yani, bir şekilde, hissiyattan arındırarak konuya yaklaşmakla ilgili. Bu da bence çok mühim, özellikle bizim gibi yoğun hissiyatla yaşayan ve hissiyatı kararlarda  temel alan bir ülkeden gelenler için.

Faydalandığım bir diğer husus da şu oldu. Bizim eğitim müfredatımızda fikri mülkiyet konusu vardı ve ders olarak veriliyordu. Dolayısı ile üniversiteyi bitirdiğimde fikri mülkiyetin, en azından, teorisi ve genel çerçevesi hususunda iyi bir bilgi seviyem olduğunu söyleyebilirim. Bu tabii, daha ileride fikri mülkiyet üzerinde çalışacak olan birisi için oldukça kıymetli, bir nevi, konuya giriş niteliğinde oldu.

Cenevre ile ilgili olarak belki ilave edilmesi gereken bir husus da, Cenevre’nin, Dünya Fikri Mülkiyet Teşkilatı’nın (WIPO’nun) bulunduğu şehir olması. Üniversitede iken WIPO’nun kütüphanesini çeşitli defalar ziyaret ettiğimi ve oradaki kaynaklardan bayağı faydalandığımı da bu vesile ile söylemem gerekir.

Dolayısı ile birçok seviyede, Cenevre’de okumuş olmam fikri mülkiyetin en azından girizgâhını düzgün yapmama ve çerçevesini düzgün oturtmama, tereddütsüz, yardımcı oldu diyebilirim.



Ö.F– Cenevre dönüşü memlekette mesleği icra etmeye başladığınız zamanlarda Fikri Mülkiyetin ülkemizdeki durumu nasıldı? O dönemden olumlu-olumsuz neler hatırlıyorsunuz?

A.D- “İşe başladığımda fikri mülkiyetin ülkemizde ne durumda olduğu” hususundaki  sorunuz için söylenebilecek çok şey olması itibariyle, yer nedeniyle cevabımı mümkün olduğunca özet şeklinde vermeye çalışacağım.

Yukarıda belirttiğim gibi o tarihlerde fikri mülkiyet konusunda faaliyet, özellikle patentler konusunda, ağırlıklı olarak yabancı hak sahipleri ile ilgili idi. Örneğin patentler için Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları tarafından yapılan başvuru veya patent sayısı hakikaten yok denecek kadar azdı.

O tarihlerde, yerli iş dünyasında genel olarak bir fikri mülkiyet bilincinin olduğunu söylemek pek mümkün değildi. O zamanlarda zaten, fikri mülkiyet, şayet hakikaten gerekiyorsa, katlanılması gereken bir masraf kalemi olarak algılanırdı. Hiçbir şekilde, bunun bir rekabet unsuru ve iktisadi varlık  olduğu akla gelmezdi.

Diğer taraftan, resmî kurumlar ise, fikri mülkiyet konusuna bir nebze kuşku ile bakarlardı. Bunun da sebebi çok basitti, çünkü, o zamanlar, fikri mülkiyet, ağırlıklı olarak yabancı hak sahiplerini ilgilendirirdi. Bu anlayışın ve görüşün temeli olarak da resmî kurumlar ve özellikle karar mevkiinde olanlar, fikri mülkiyet konusuna mümkün olduğunca mesafeli olarak kalmaya dikkat ederlerdi.

O tarihlerde, haliyle, başvuruların sayısı, bugünlerin yanında çok daha azdı ve sınai mülkiyetle sağlanan korumanın çevresi daha dardı ve sadece marka ve patent ile kısıtlı idi.

Sınai mülkiyet konusunda yayınlanan kitap ve makale sayısı yok denecek kadar azdı. Hatırladığım kadarı ile, örneğin patent hukuku konusunda bir tek Profesör Nuşin Ayiter’in bir kitabı vardı. Mahkeme kararları da azdı, özellikle patent konusunda içtihat, birkaç kararla sınırlıydı.

Tabii ki, vekillik mesleği ile ilgili herhangi bir faaliyet yoktu, o zaman vekillik mesleğinin ibaresi dahi yoktu.

Dolayısı ile şu söylenilebilir. Gerek mevzuat açısından, gerek idarenin bu iş için ayırdığı kaynaklar açısından, gerek bilinç açısından, gerek yayın açısından, gerekse vekillik mesleği açısından, durum mesleki derinlikten yoksun ve oldukça hareketsiz (statik) idi. Fikri mülkiyet açısından, ortam/ülke, “hiçbir zaman, hiçbir şeyin olmadığı bir yerdi” (İngilizce tabiri ile “a place where never anything happens”) dersem çok da yanlış olmaz.

Tabii bu durum, bir yaklaşımın neticesi. O yaklaşım da yukarıda belirtmiş olduğum gibi fikri mülkiyetin, o zamanlarda, defansif gözlüklerle ele alınmasıyla ilgili idi. Halbuki 1990’lardan sonra, özellikle 1995’lerde KHK’ların yürürlüğe girmesiyle bu defansif gözlüklerin yerine daha dinamik, yani fikri mülkiyeti bir rekabet unsuru, iktisadi varlık olarak gören, gözlükler geldi.

1995’lerden sonra KHK’ların gelmesi ile, hatta 1990’lardan itibaren Türkiye bu defansif gözlüklerini değiştirdi ve fikri mülkiyet konusunda tam bir oyuncu olmaya karar verdi; bunun neticesi olarak da fikri mülkiyet mevzuatı baştan aşağı yenilendi, fikri mülkiyet ile ilgili patent kurumu organize edildi ve mesleğin de organizasyon temeli atıldı. Bu anlayış/gözlük değişimine bağlı olarak, 1990/1995’lerden itibaren Türkiye, fikri mülkiyeti, ticari ve sınai faaliyetin ayrılmaz bir parçası olarak görerek hareket etmeye başladı. Bunun da neticesi olarak mevzuatın bütünüyle değiştirilerek yenilenmesi geldi, Türkiye’nin neredeyse bütün uluslararası anlaşmalara katılması geldi, mesleğin organizasyonu geldi, kurumun tekrar yapılandırılması geldi gibi. Dolayısı ile bir paradigma değişikliği oldu denilebilir. Bu da tabii bir yerde anlaşılabilir bir şey, çünkü 1990’lardan evvel Türkiye’nin ihraç edilen ürün adedi, genellikle ziraat maddeleri dışında, çok azdı. Halbuki daha sonra bu ürün çeşidi çoğaldı, daha kompleks bir hale geldi. Kısacası Türkiye birçok alanda üretim merkezi (bu çerçevede yabancı bir yayında Türkiye’den “European China” olarak bahsedildiğini hatırlıyorum) olmaya döndüğü için, onunla birlikte olarak sınai mülkiyet faaliyetleri de sanayi gelişmesine ve iktisadi gelişmesine paralel olarak genişledi. Aslında bu paradigma değişikliği de bu genişlemenin ihtiyacı olarak ortaya çıktı ve bugünlere gelindi.



Ö.F – KHK’lar döneminde Komisyonlarda çalıştığınızı biliyoruz, o dönemlerin atmosferi nasıldı? 6769 Sayılı SMK’nın hazırlık süreciyle KHK dönemi hazırlıkları arasında nasıl farklar gördünüz?  Sizce ülkemizde Fikri Mülkiyeti ileriye götüren ya da geriye düşüren noktalar neler oldu? Bugün geldiğimiz noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz ve sizce nelerin hala iyileştirilmeye ihtiyacı var? 

A.D.- Bunların arasında çok ciddi farklar var.

KHK’ların oluşturulması aşamasında, o zaman daha henüz Devlet Planlama Teşkilatı vardı. Devlet Planlama Teşkilatı’nın bünyesi altında bir komisyon kuruldu ve o komisyona bizler de davet edildik. 1995’te yürürlüğe giren KHK’ların hepsi o komisyonda, ve o komisyonun alt komisyonlarında hazırlandı. Bilindiği üzere, KHK’lar ile birlikte ülkeye iki yeni düzenleme geldi, hatta üç diyeceğim.

Bir tanesi tasarımların tescil yoluyla korunması, ikincisi coğrafi işaretlerin korunması, bir üçüncüsü de, -ki, onun üzerinde biz çalışmadık, onu da belirtmem lazım- entegre devre topografyalarının tescili ile ilgili olan kanun. Bütün bunlar o zaman yapıldı. Ama 4 tane KHK, patent, marka, tasarım ve coğrafi işaretler, bu komisyon çalışmaları neticesinde ortaya çıktı.

Bu komisyonun çalışmaları, takriben 3 sene gibi uzun bir süre sürdü. Bu çalışmalarla ilgili olarak, bazen ayda birkaç kez, sık sık Ankara’ya gidip geldiğimi hatırlıyorum.

Bu komisyon idare kaynaklı herhangi bir tercih ve talimat ile karşılaşmaksızın, bu çalışmalarını yürüttü ve tamamladı. Komisyonun çalışmalarını, herhangi bir müdahale olmaksızın, yapmış olması bence çok mühim.

Diğer kanunların nasıl hazırlandığını bilmiyorum ama, 1995 KHK’ları, genel olarak Türkiye’de kanunların hazırlanış tarzından tamamen farklı bir anlayış ve yapı ile hazırlandı. Bence, komisyonun bu çalışmaları, mevzuat düzenlemelerinin nasıl yapılması gerektiğine dair belki bir örnek niteliğinde oldu.

Buna mukabil 6769 sayılı SMK’nın hazırlanmasında öyle bir yol takip edilmedi. 6769 sayılı Kanun’un politik talimatlar ve tercihler doğrultusunda yapıldığı anlaşılıyor. O kadar ki, kanunun madde adedinin dahi politik olarak verilen talimatlar doğrultusunda saptanmış olduğu söyleniyor, fakat tam olarak bilemiyorum tabii. Buradan itibaren, 6769 sayılı kanunun yapılmasındaki büyük farklılık şu: Kanun İdare’nin, yani Türk Patent ve Marka Kurumu’nun, kendi öngördüğü ve kendi anlayışına uygun olan, kendisinin tatbik etmek istediği şekilde hazırlanmış oldu. Dolayısı ile idare/kurum bir nevi yürütmek istediği kanunu hazırlamış oldu, -ki, bunun en azından, ağızlardan düşmeyen, kuvvetler ayrılığı ilkesine taban tabana zıt bir durum olduğunu teslim etmek gerek. Kanun hazırlıkları esnasında kurumun daveti ile bizlerin de görüşü alındı. Bununla ilgili birkaç toplantı yapıldı. Kurumun hazırladığı tasarı üzerinden değerlendirme ve görüşler alındı. Bu görüşler neticesinde de birtakım hususların değiştiğini hatırlıyorum fakat bunlar daha ziyade detay nitelikte değişikliklerdi. Temel olarak kurumun kendi tercihlerinin ötesinde, kanunun müesseseleri açısından idarenin tercihlerinden farklı olan bir önerinin kabul edilip uygulandığını hatırlamıyorum.

Dolayısı ile 6769 ile KHK’ların arasında hazırlanma süreçleri ve metotları arasında çok ciddi farklar var. Şahsen ben KHK’ların hazırlanma metodunun daha doğru olduğunu düşünüyorum.

Ayrıca, 6769 sayılı Kanunun çok süratle hazırlandığını da belirtmek lazım. Politik olarak belirlenen, zaman hedefi baskısı nedeni ile olsa gerek, kanunun birtakım eksiklikleri var, bence en mühim eksikliklerinden biri gerekçesinin olmaması. Halen kullanılan gerekçe, 6769 sayılı kanundan evvel hazırlanan bir kanun taslağının gerekçesidir. Bir ihtimal verilen zaman sürecinde ancak kanunun kendisi yapılabildi ve de, biliyorsunuz, parlamentodaki durum itibariyle de süratle kanun geçirildi. Nitekim metinlerin hazırlanmasında, birtakım tercihlerde çok münakaşa edilecek hususlar var, şimdi burada bunların hepsine girecek zamanımız yok, ama hakikaten anlaşılmayan şeyler var.   Örnek olarak: mecburi lisans talebinin patent tescil edilmeden evvel, patent başvuruları için de yapılabilmesi hususu getirildi yeni kanunda. Gerekçede bu düzenlemenin niçin getirildiği ve ne etki yapmasının beklendiğine dair bildiğim kadarı ile hiçbir açıklama ve bilgi yok. Örnekleri çoğaltmak mümkün: Biyoteknoloji temelli buluşlar, second medical use, kamu destekli projelerde çalışan buluşları, geleneksel ürün adı ve bununla bağlantılı olarak Türk Patent ve Marka Kurumu’nun kendisini, bir nevi, “regulatory authority” olarak konumlandırması gibi.

Bence mühim diğer bir örnek de, vekillik mesleği ile ilgili. Mesleğin kanun temelinde oluşturulacak ve bağımsız olan bir yapı altında organize edilmesi fikri ortaya atıldı ancak kabul görmedi ve İdare’nin tercihi doğrultusunda, mesleğin kurum çatısı altında organize edilmesi kabul edildi. Bugün bu tercih neticesinde, resmi olarak, mesleği temsil ve organize eden bağımsız bir kuruluş olmadığından, diğer Avrupa ülkelerindeki mesleki kuruluşların tepe kuruluşu olan ANIPA’da (eski adıyla CNIPA), Türkiye’deki vekilleri temsilen katılan bir kuruluş yoktur ve de olamamaktadır. Nitekim, bu tercihin neticesi olarak, kurumdan ayrı olarak TOBB nezdindeki sektör meclisi, meslek olarak vekilleri temsil etme görevini kendisine bahşetmiş görünmektedir. Dolayısı ile, bu tercihler neticesinde, ileride, sektör meclisi de vekiller hakkında ayrıca profesyonel davranış kurallarını belirleyip, bunlar temelinde disiplin cezaları uygulamaya kalkar ise, ortada ciddi sonuçlar verebilecek bir iki başlılıkla karşılaşılacağı ortadadır. Kısacası belirtmek istediğim, mesleğin bütün unsurları ile ve bunların birbirleri ile münasebeti ile, bir bütünlük içinde ele alınarak organize edilmesi gereği hala ortada durmaktadır.



Ö.F- Sizinle yapılan bir söyleşide Fikri Mülkiyet derneklerine uzun yıllardır verdiğiniz katkı ve gençlere yaptığınız mihmandarlıktan bahsetmemek olmaz bence. Birçok Derneğin üyesisiniz ve AIPPI Türkiye’nin de kurucularındansınız.  AIPPI’nin Türkiye’de kurulması fikri nasıl filizlenip uygulamaya geçirildi ve siz burada nasıl bir rol üstlendiniz? Fikri Mülkiyet Derneklerinin ülkemizde aldığı yol ve daha nelerin yapılması gerektiği hakkındaki fikirlerinizi öğrenebilir miyiz?

A.D.- Burada çok fazla söylenecek bir şey yok aslında. İstanbul’da yapılan bir toplantıya katılan AIPPI’nin o zamanki genel sekreteri, AIPPI’nin faaliyetlerini anlattı ve Türkiye’de mesleki bir örgütlenmenin doğru olacağı istikametinde görüş verdi. Oradan itibaren de katılanların ortak görüşüne bağlı olarak AIPPI’nin Türkiye Grubu’nun kurulmasına karar verildi. Bu grup daha sonra faaliyetini daha örgütlü bir çerçevede devam ettirmek amacıyla derneğin kurulmasına karar verdi. AIPPI Türkiye grubunun ve daha sonra derneğin kurulması, meslektaşlar arasında ortaklaşa alınan kararlar ile gerçekleşti.

Dolayısı ile AIPPI Türkiye Grubunun ve de derneğin temeli, hatta, var olma nedeni, bir kere Türkiye’de mesleği icra edenlerin patent ve marka vekili olarak adetlerinin nispeten yüksek olması. İkincisi de Türkiye’de bildiğim kadarı ile o zaman PEM vardı, fakat PEM’de o zaman çok aktif değildi galiba. Onun dışında da meslek ile ilgili hiçbir yapılanma olmadığından bunun bir ihtiyaç olduğu tespit edildi. AIPPI’nin kuruluşunun arkasında bu ortak tespit ve karar yatar.

AIPPI’nin kurulmasında ben de yer aldım, benim de fikrimi sordular. Hasbel kader, birinci başkanı oldum ve iki dönem başkanlık yaptıktan sonra başkanlığı devrettim. AIPPI’nin kuruluşunda benim, diğer meslektaşlardan farklı ve daha fazla bir katkım olduğunu söylemek biraz zor. Yukarıda belirttiğim gibi meslektaşlarımızın ortak olarak aldığı bir karar neticesinde dernek kuruldu ve bir şekilde de, gene herkesin katkısı ve çalışması ile,  dernek, ciddi bir organizasyon ve etkinlik seviyesine geldi. Bu nedenle derneğin meslektaşlar arasında bir çekim gücü olduğunu görüyoruz bugün. Nitekim, benim zamanımda dernek üyesi yanılmıyorsam 130-140 kişi civarında idi şimdi 200’leri geçmiş durumda. Bu tabii çok memnuniyet verici bir şey. Ancak bunun böyle olmasının arkasında yatan neden, daha evvel de belirtmiş olduğum gibi “tahsil için niye Cenevre’ye gittiniz” diye sorduğunuz sorunun cevabı yatar: “mümkün olduğunca geniş bilgiyi, mümkün olduğunca kaynağından, temin etmek”. Bunun aynen Türkiye’deki meslek kuruluşları içinde geçerli olduğu düşüncesindeyim. Sebebi çok basit, çünkü Türkiye’de maalesef fikri mülkiyet ile ilgili bir eğitim verilmiyor. Bu eğitim ne vekillere doğru dürüst veriliyor, ne avukatlara doğru dürüst veriliyor, ne de özellikle çalışanlara, yani idari nitelikte iş yapan (formalities officers denilen) çalışanlara veriliyor. Organize ve devamlılık gösteren eğitim eksikliği nedeniyle herkes hasbel kader bir şekilde bu bilgileri kendi imkânları ile ve ilgi duyduğu kadarı ile edinmeye çalışıyor.

Yukarıda da belirttiğim gibi, bizim ilk başladığımız zamanlarda çok ciddi yayın eksikliği vardı, yani konu ile pek kimsenin ilgilendiği yoktu, dolayısı ile Meslek ile ilgili bilginin ve tecrübenin bir şekilde ülkeye aktarılması gerektiği ortada olduğundan, derneğin faaliyetlerine bu anlayış ile girmek istedim. Dernek bu perspektif ve anlayışı yansıtacak şekilde faaliyetini sürdürüyor ve mümkün olduğu kadar yurt dışı çalışmalarına aktif olarak katılmaya çalışılıyor. Şahsen bunun çok büyük bir öğrenme vasıtası olduğunu düşünüyorum. Dolayısı ile derneğin faaliyetlerinden itibaren ortaya çıkan, bir şekilde ülke dışında oluşan meslek ile ilgili bilginin ve de tecrübenin bir yerde ülkeye aktarılması oluyor. Ülke dışındaki profesyonel dernekleri, ben de biraz bu gözle görüyorum, çünkü maalesef Türkiye’de bu ihtiyacı karşılayacak bir yapılanma şu anda yok. Temennimiz bir gün olması, ancak maalesef yok. Nitekim aynı şekilde FICPI de, biliyorsunuz FICPI’nin de Türk grubu oluşturuldu, fakat o nispeten küçük bir grup olarak kaldı. Bilindiği gibi, AIPPI’nin dışında bir de PEM var. PEM’in de başında senelerdir Uğur Yalçıner Bey var, sağ olsun o uğraşıyor. Meslek ile ilgili bu derneklerin etkinliği bence mesleğe yaptıkları bilgi ve tecrübe katkısına bağlı. AIPPI’nin en önemli özelliği de bu galiba, çünkü uluslararası olarak çok ciddi bir bilgi ve tecrübe birikimi var.  AIPPI’nin bu bilgi ve tecrübesi devamlı taze tutuluyor ve yenileniyor. Bütün bu bilgi ve tecrübenin ülkemizdeki meslektaşlara yansıması bence mesleğe etkinlik ve derinlik katıyor.

En azından küresel alanda Türk Grubu bu nedenle ciddi bir oyuncu haline geldi. Nitekim AIPPI Türkiye grubunun ve derneğinin faaliyetleri ve gelmiş olduğu etkinlik ve yetkinlik düzeyi, örnek olarak diğer ülkelere de gösteriliyor, en azından mesleki yapılanmalarının gerekli olduğu düşünülen ülkelere. Şahsen, derneğin faaliyetlerini, bu açıdan mesleki olarak zenginleştirici olduğunu düşünüyorum.

Ayrıca, bilindiği üzere AIPPI, fikri mülkiyet konusunda dünyadaki en büyük ve en etkin mesleki grup ve derneklerden birisi olduğu için, sizin de uluslararası olarak bir davranış ve iletişim tarzını belirlemeniz ve onu da uygulamanız gerekiyor. Yani bir şekilde oyunun parçası haline gelmeniz lazım ve o oyunu da oynamanız lazım, ama o oyunda oynayabilecek derecede de bilgi ve yetkinlik seviyesine ulaşmanız lazım. Kuruluşundan çok uzun bir süre geçmemesine rağmen, zannediyorum, biz dernek olarak, o seviyeye gelmiş bulunuyoruz. Derneğin, çalışmalarını devamlılık ve üyelerin geniş katkısı ile yürütmesi bizler için haliyle çok memnuniyet verici.

Çalışmalardaki devamlılık ve üyelerin aktif katkısı, fikri mülkiyet hususunda AIPPI Türkiye Grubu’nun ve de derneğin, bir forum/platform fonksiyonu kazandığının göstergesi kanımca. Aslında bu forum/platform olma fonksiyonu, derneğin kuruluşundan beri en mühim hedeflerinden birisiydi. Hali ile, bu platformun canlılığı ve enerjisi mesleğin ve fikri mülkiyet konusunun derinlik kazanmasına da ciddi bir katkı yaptığı düşüncesindeyim.



Ö.F.- Aslına bakarsanız Fikri Mülkiyet mevzusu bir yana benim sizinle ilgili en merak ettiğim konu sanata olan ilginiz. Yüz yüze gelip hasbıhal etme imkanımızın olmadığı şu günlerde, Söyleşiyoruz merak ettiğim bu konuyu size sorabilmem için harika bir fırsat oldu diyebilirim!. Yıllar evvel bir dergide “Sanatçılar ve Koleksiyonerleri” gibi bir konsept içinde, benim de işlerini pek çok sevdiğim, Sn. Alev Gözonar ile birlikte yapılmış kısa bir röportajınızı hatırlıyorum. Sonraki yıllarda  sizin ve ofisinizin birçok sanat etkinliğine-sergiye sponsor olduğunuzu da gördüm. Hatta son hatırladığım sponsorluklardan biri, yanılıyorsam beni düzeltin lütfen, Karaköy’de Galata Rum Okulu binasında gerçekleşen bir sergiydi. (Base olabilir mi?) Bu konuda sizin ve ofisinizin duruşunu nasıl anlatırsınız? Hangi sanatlar ve sanatta hangi dönemler daha çok ilginizi çekiyor? Siz de sanatın herhangi bir dalıyla uğraşıyor musunuz? Sevdiğiniz eserler ve sanatçılar kimlerdir ve hangi sanat etkinliklerini takip edersiniz? Ve sizce sanat insana neden lazım?

A.D.- Takdir edersiniz ki bu, profesyonel çalışma alanının dışında olan bir konu oluyor, tamamen şahsi tercihler temelinde oluşan bir uğraşı.

Şimdi, “hangi sanat türlerini tercih edersiniz” dendiğinde, buna cevap vermekte zorlanıyorum biraz doğrusunu isterseniz. Örneğin, görsel veya plastik sanatlar hali ile insanı etkiliyor. Ancak etkiliyor dendiği zaman, bu da şahsi bir şey. Eninde sonunda eserin size hitap etmesiyle ilgili izafi bir durum. Nasıl ki,  bana hitap eden bir eser, sizin için hiçbir şey ifade etmeyebilir, veya tersi. Dolayısı ile sanat bana göre tamamen sübjektif tercihlere ve etkilere bağlı olan bir konu.

Benim sanat ile olan ilgim, eserin bana hitap etmesi ile bağlantılı oluyor. Hatta, genelde tercihlerimizi yaparken biz karım ile birlikte ortak hareket ediyoruz diyebilirim. Bize sübjektif olarak hitap eden bir eser ilgimizi çekiyor. Ama onun dışında, sanatı bir yatırım aracı olarak görenlerin de olduğunu ve tercihlerini biraz da modaya bağlı olarak yaptıklarını biliyorum. Bizim böyle bir durumumuz yok, tam tersi, bizim tercihlerimiz tamamen modadan bağlantısız.  Bizim için sanata yaklaşım tamamen sübjektif olarak, şu veya bu çalışmanın bize hitap etmesi ile ilgili ve tercihlerimizi de bu temelde yapıyoruz. Yani, tercihimizi yaparken, hiçbir zaman bunun aynı zamanda bir yatırım gözlüğü ile yapılmadığını belirtmem gerekir. Dolayısı ile bizim sanat ile olan münasebetimiz, tamamen şahsi tercihler doğrultusunda, moda yok farz edilerek ve de yatırım gözlüklerinin hiç olmadığı bir anlayış içinde oluyor. Hepsi bu kadar. Nasıl ki, bütün çiçekler güzeldir de, size göre bir çiçek, bana göre bir başka çiçek daha güzeldir ve tercih sebebidir. Bunun gibi bir şey. Her ne kadar sanat ile ilgili bazı kitaplar okuduysam da, özellikle modern sanat için geçerli olarak, neyin, nereden itibaren sanat olarak addedilmesi gerektiğini de doğrusunu isterseniz her zaman bilemiyorum. Ama bildiğim bir şey var, gördüğüm bir şeyi beğenip beğenmediğimi ve bana hitap edip etmediğini, benim üstümde etki yapıp yapmadığını biliyorum ve ona göre de karar veriyorum. Uzun lafın kısası, siz bir eserle her gün sabahtan akşama kadar yaşayabiliyorsanız, üstelikte bu beraberlik keyifli bir beraberlik ise, o zaman eser kendi kendini seçmiş oluyor, benim bakış açımla. Onun dışında çok meşhurdur, eserleri şu kadar para eder, şu kadar dolar eder denilen bazı sanatkârların eserlerini de doğrusunu isterseniz bedava verseniz odama koymam, o da ayrı mesele. Dolayısı ile pek fazla söylenecek bir şey yok burada. Şahsi tercihler doğrultusunda oluştuğundan başka.

“Hangi türleri seviyorsunuz” sorusuna gelince de, aslında galiba resim olarak “abstre” çalışmaları daha çok seviyorum, zannediyorum karım da benimle aynı fikirde. Örneğin, Klee, Miro, Fontana, Fahrinüssa Zeyd gibi. Ayrıca Tingely’nin çıkma motor ve mekanik parçalarla yaptığı hareketli/hareketsiz eserlerini severim. Mesela, “Naif” türünü severim, iyi bir naif çalışma çok güzel olabilir. Hiç rastladınız mı bilmiyorum, mesela Güney Amerika’da ve Balkanlar’da yapılan naif çalışmalar var, hakikaten çok güzeller, ama bunların adı sanı genelde bilinmez.

Alev Gözonar’ın eserleriyle aynen yukarıda belirttiğim şekilde bir ilişkimiz var. Kendisinin birçok eseri, hem evde, hem işyerinde, bizim günlük yaşamımızın bir parçası olmuş durumda. Alev Hanım, karımın ve benim, sevdiğimiz ve takdir ettiğimiz bir insan ve sanatçı. Kendisine de söyledim, bence, çalışmalarının bir bölümünün, eski Anadolu ve İstanbul mozaik sanatının yeni ve modern malzeme ile ve anlayışla sürdürülmesiyle ilgili olduğu görüşündeyim.

Mesela benim sanat babında ilgili alanımdan bir tanesi mimaridir. Mimarinin çok ehemmiyetli olduğunu düşünürüm. Temelinde mimari, sizin her gün içinde yaşadığınız alanın, yani içinde hareket ettiğiniz çevrenin oluşmasını organize ediyor. Dolayısı ile mimari, bir nevi çevrenizin estetik açıdan güzel ve de aynı zamanda fonksiyonel olmasını sağlıyor. İnsanın içinde yaşadığı çevre, güzel ve fonksiyonel olunca da biraz hayata bakış açısı da değişiyor sanki, en azından daha neşeli, daha güler yüzlü, daha pozitif oluyor diye düşünüyorum. Onun için de mimari, benim için mühim alanlardan bir tanesi.

Diğer bir alan da belki sinema mesela, onu da oldukça takip ettiğimi söyleyebilirim. Bir zamanlar ediyordum, şimdi daha az takip ediyorum.

Arada ne tür faaliyetler yaparsınız derseniz, benim aslında bol bol fotoğraf çekmek dışında bir sanat faaliyetim yok. Kaldı ki, yaptığım şekliyle fotoğraf çekmenin de bir sanat faaliyeti olduğunu düşünmüyorum.



Ö.F.- Günümüzün realitesi gereği bu soruyu sormadan olmuyor maalesef; pandemi sürecini nasıl yaşıyorsunuz? Neler değişti, dönüştü sizin için pandemiyle birlikte?  

A.D.- Pandemi sürecini doğrusunu isterseniz sıkıntı ile geçirdik ve halen de geçiriyoruz, dünyanın en keyifli süreci değil hali ile, ama bir yerde de bizim hem profesyonel olarak hem özel olarak davranışlarımızı kalıcı olarak değiştirdi galiba.

Profesyonel anlamda pandemi bir şekilde, bizim için zorlayıcı ve itici bir sebep oldu diyebilirim. Tereddüt ettiğimiz birtakım şeyleri yapmak mecburiyetinde kaldık ve bunların da profesyonel olarak yazıhaneye etkisinin oldukça başarılı olduğunu söyleyebilirim. En azından dijital dönüşümün sağlanması açısından, kağıtsız ofisin gerçekleştirilmesi açısından ve bütün bunların hiçbir aksaklık yaşanmadan ve hiçbir kesinti yaşanmadan, evden çalışma ile sürdürülebilir bir hale gelmesi açısından bize çok büyük tecrübeler kazandırdı. Bu açıdan pandeminin etkisi müspet oldu denilebilir.

Şahsi açıdan bakarsanız, sıkıntılı bir süreç olduğu ortada. Bir yerde insanın hareketlerinin kısıtlı kaldığı bir süreçti. Ne yapabileceği biraz insanın kendisine kalmış bir şey. En azından benim için faydalı oldu, çünkü okuma imkânını bulamadığım bazı kitapları okuma fırsatını buldum, ilgi duyduğum alanlara biraz bakma imkânım oldu. Tabii benim bir de eskiden kalma bir hobim vardı, gemi maketi yapardım, elimde bir tane eski bir gemi maketi vardı, epey hırpalanmış durumda idi, ilk pandemi döneminde o gemi maketimi yeniledim. Bunların dışında pek söylenecek bir şey bulamıyorum.



Ö.F- IPR Gezgini okurları/takipçileri arasında mısınız diye merak ediyorum. Siteyi takip etme fırsatınız olmuşsa bu konuda neler düşünüyorsunuz ve sizce daha başka neler yapabiliriz, bize tavsiyeleriniz olur mu?    

A.D.- Doğrusunu isterseniz IPR Gezgini’ni her zaman okumuyorum. Çünkü her şeyi okumak imkânı maalesef olmuyor, okunacak o kadar çok şey var ki. Hepimizin problemi de sanırım aynı. Ara ara okuduğum şeyler oluyor, fakat devamlı izlediğim bir yayın değil maalesef. Niçin değil derseniz onun da sebebi şöyle söylenebilir, ki, bu belki aynı zamanda bir öneri olarak da kabul edilebilir. Basit bir gözlem olarak, biz, mesela, ülkemizdeki güncel gelişmeleri veya ülkemizde enteresan bir karar çıktığı zaman veya bir durum olduğu zaman, onu bir şekilde hep yabancı kanallardan öğreniyoruz. Biliyorsunuz Lexology var, ILO var, hukuk yayınları yapan kanallar var Mondaq gibi, onlardan öğreniyoruz. Halbuki bence bunun mümkün olduğunca yerli olarak yapılabilmesi iyi olurdu. Ancak bunun dışında Türkiye’deki gelişmeleri, mesela enteresan kararları, varsa enteresan münakaşaları, bir şekilde çözülmesi gereken konuların temel olarak ele alındığı münakaşaları, genel olarak IPR Gezgini’nde her zaman bulamıyorsunuz. Yani, devamlı el altında tutulup da, bugün neler olmuş bir bakayım şuraya dediğiniz zaman başvurabileceğiniz, ortak referans teşkil eden bir kaynak yok ortada Türkiye özeline ilişkin. Olmadığı için de tabii ara ara gidip bakıyor insanlar, enteresan bir şey varsa ve kendilerine enteresan gelen yayını okuyorlar, benim de durumum biraz öyle.

Bunu öneri olarak kabul edebilirsiniz, IPR Gezgini, Türkiye’deki gelişmelerin,  hukuk alanında veya özellikle patent alanında yansıtıldığı ve devamlılık arz eden bir araç haline getirilebilirse, belki çekiciliği artar. Öyle bir referans noktası oluşturulabilirse bence ilginç olur ve çok da sorunu çözer diye düşünürüm, örneğin, markalar hususunda alınmış YİDK kararları, patentler hususunda alınmış mahkeme kararları gibi. Bunların ele alınması, bir şekilde yansıtılması iyi olur. Ama bu nasıl yapılabilir, bilemiyorum. Çünkü herkes genelde kararlarını kendine tutuyor ve bunları uluslararası alanlarda yayınlamayı tercih ediyor. Tabii ki bunun yapılabilmesi, temelde herkesin aynı görüşte birleşmesine bağlı. Mümkün olur mu bilemiyorum.



Aydın Bey’e bize ayırdığı vakit ve verdiği samimi yanıtlar için çok teşekkür ediyor, meslek yaşamında kutlanacak daha nice uzun yıllar diliyoruz. Bu söyleşi bize fikri mülkiyetin geçmiş 50 yılı hakkında güzel bir perspektif çizdiği gibi keyifli de oldu kanaatindeyiz.

SÖYLEŞİYORUZ ilerleyen günlerde camiamıza katkı veren diğer isimlerle devam edecek. Takipte kalın!

IPR Gezgini

Haziran 2021

iprgezgini@gmail.com

SÖYLEŞİYORUZ # V – 4 Haziran’da Sizlerle – Av. MEHMET NAZIM AYDIN DERİŞ – FİKRİ MÜLKİYET İLE GEÇEN 50 YIL!

IPR Gezgini’nin Türkiye’de fikri haklar alanına katkı vermiş önemli isimlerle söyleşileri devam ediyor.

SÖYLEŞİYORUZ’un Haziran ayı konuğu fikri haklar dünyamızın duayen isimlerinden Av. MEHMET NAZIM AYDIN DERİŞ olacak. Söyleşimizi yaparken öğrendik ki Aydın Bey, Haziran 2021’de fikri mülkiyet alanında 50. çalışma yılını dolduruyormuş. 50 yıl bir ömür demek! Böyle önemli bir yıldönümünde kendisi ile söyleşme fırsatı bulmaktan mutlu olduğumuzu belirtmek isteriz.

Mehmet Nazım Aydın DERİŞ’in, IPR Gezgini adına Özlem FÜTMAN’ın yönelttiği soruları yanıtladığı söyleşi 4 Haziran Cuma günü yayında olacak!

Aydın Bey kendisiyle yaptığımız söyleşide hem sorularımıza içtenlikle yanıt verdi, hem de bize fikri mülkiyetin son 50 yılının genel bir resmini çizdi. Kendisine verdiği içten yanıtlar için teşekkür ediyor ve tüm okurlarımızı bu keyifli söyleşiyi okumak için 4 Haziran Cuma günü IPR Gezgini’ne davet ediyoruz.

IPR Gezgini

Haziran 2021

iprgezgini@gmail.com

SÖYLEŞİYORUZ #IV – MEHMET KAAN DERİCİOĞLU BİZLERLE!

Bu görsel boş bir alt niteliğe sahip; dosya adı soylesiyoruz.jpeg


“Söyleşiyoruz” serisinin Mayıs ayı söyleşisiyle tekrar karşınızdayız.

Konuğumuz Türk fikri haklar camiasının duayen isimlerinden MEHMET KAAN DERİCİOĞLU!


Kaan Bey fikri haklar alanında 1960’lı yıllardan başlayan büyük bir tecrübe ve bilgi birikimine sahip ve bu birikimi aktarma konusunda da büyük emek veriyor. Kendisiyle yüz yüze sohbet şansı elde etmiş herkes Kaan Bey’in fikri haklar alanında konuşmaktan ne derecede zevk aldığının farkındadır. Kaan Bey’in deneyimini ve alana olan tutkusunu IPR Gezgini okurlarına da yansıtmak istedik, kendisine söyleşi önerimizi götürdük ve kendisi bizi geri çevirmedi.

Kaan Bey’e kendisi ile söyleşi yapma teklifimizi ettiği için teşekkür ediyor ve bir gün bu söyleşiyi yüz yüze yapabilmeyi umarak başlıyoruz. Bugünkü söyleşide IPR Gezgini adına soruları Önder Erol ÜNSAL yöneltecek.



Kaan Bey, 1964 yılından beri, yani 2021 yılından geriye baktığımızda yaklaşık 60 yıldır fikri haklar camiasının içindesiniz. Bu neredeyse bir ömür demek ve bizlere inanılmaz geliyor. Fikri haklar alanına nasıl girdiniz, sektörden ayrılmayı, başka bir işle uğraşmayı hiç düşünmediniz mi, alana adanmışlığınız nereden kaynaklanıyor sorularının yanıtlarını da içerecek biçimde, bizlere biraz kendinizden, yaşam öykünüzden, zevklerinizden bahsedebilir misiniz?

Öncelikle belirteyim. Zaman o kadar dolu dolu ve hızlı geçti ki, bu kadar yılın nasıl geçtiği, bir film şeridi gibi hafızalarımızda yer alıyor.

1946 yılında İktisat ve Ticaret Vekaleti Sınai Mülkiyet Müdürlüğü’nde göreve başlayan ve emekli olana kadar Fikri Haklar konusunun içinde fiilen yer alan Rahmetli Babamız Hayri Dericioğlu’nun çırağı olarak işe başlamak büyük mutluluktu. Sınai Haklar konusunda öğrendiğimiz her şey, Hayri Dericioğlu’nun engin bilgisinden, sabırla çalışmasından ve ustalığından kaynaklanmış ve bizlere bu işi sevdirmiştir. Yazdığı kitapları ve yayınlanmış onlarca makalesi, günlük yazıları bizlere kılavuz olmuştur.

İlk yıllarda yapılacak iş sayısı çok az olmasına rağmen sektörden ayrılmayı düşünmediğimizi söyleyebilirim. O yıllarda bürokraside işler çok zordu. Ankara’da işleri olan bazı büyük şirketlerin temsilciliğini geçici bir süre için yaptığımızı bir istisna olarak belirtebiliriz.

İş sayısı çok az olmasına rağmen iş gelmesini beklemek yerine, İstanbul, Bursa, Balıkesir, Manisa, İzmir, Denizli, Afyon, Eskişehir, Antalya, Adana, Gaziantep illerindeki iş sahiplerini ziyaret ederek hizmetleri müşterilere götürerek uygulama yaptık. En yoğun iş ortamı İstanbul olduğu için, her hafta bir veya iki günü İstanbul’daki müşterilerimize ayırdık. Bu iş yapış yöntemi müşterilerde bilinçlenmeyi sağladı.

Alana adanmışlığın kaynağına ilişkin soruyu, yaşadığımız bazı sıkıntıları ve bunları çözmek için kişisel çabalarımızın bir kısmını anlatarak yanıtlamak istiyorum. 

1960 ve 1970’li yıllar, marka sayısının az olduğu fakat artmaya başladığı yıllardı. Bu artışın nedeni, 12.03.1965 tarihinde 551 sayılı Markalar Kanunu’nun yürürlüğe girmesi oldu. Aslında TBMM ne verilen tasarıda yer alan çağdaş hükümlerin birçoğunun Kanun metninden çıkarıldığı bu Kanun metni, eski Nizamnameden sonra marka konusuna gene de ivme kazandırdı.

Marka taleplerinin artması ve bazı kamu kurumlarının tescilli markayı zorunlu kılması, marka seçimini zorlaştırmıştı. Hangi markalar tescilli? Bu marka tescil edilebilir mi? gibi sorular nedeniyle, özel bir marka fihristi yapmaya karar verdik ve ilk aşamada, ilk harflerine göre her harf için ayrı defterler tutarak bütün markaları yazdık. 1995 ten önceki marka tescillerinde Nice sınıfları yer almadığı için, yaklaşık 60 binden çok önceki marka tescillerinin sınıflandırmasını yaptık. Bu defterler daha sonraki yıllarda Türkiye’nin ilk marka veri tabanını olan Maraş’ı oluşturmamızı ve uygulamamızı sağladı. 

Armut dibine düşermiş, sürekli okuyan ve yazan bir babanın çocuğu olarak, ben de sürekli okuyup yazmayı yaşam tarzı olarak seçtim. Kendi alanımda yazdığım kitaplar ve makaleler, verdiğim konferanslar, yönettiğim toplantılarda fikri haklar alanındaki bilgi açığını kapatmaya çalıştım. Birçok Holding, Şirket ve Üniversitelerde, fikri haklar ve özellikle patent konusunda alt yapı oluşturdum ve uygulamalı eğitim sundum. Üç patenti olan bir değerli şirketimizin 7000 patente ulaşımında katkım olduğunu sanıyorum. Üniversiteler ve kuruluşlarda verdiğim dersler ve eğitimler sırasında, konunun anlaşılması için bir BULUŞLAR ve PATENT SERGİSİ oluşturdum. “Siz De Buluş Yapabilirsiniz” başlığı ile sunduğum ve yüzlerce buluş ve patent örneğini içeren bu sergi bu günlerde bile ilgi çekebiliyor.

Yaşam öyküm için “her günümün fikri haklar ile dolu geçtiğini ve sürdüğünü” söyleyebilirim.


Yaklaşık 60 yıldır fikri haklar dünyasının içinde olmak Türkiye Cumhuriyeti tarihinde yürürlükte kalmış tüm fikri haklar mevzuatının canlı tanığı ve uygulayıcısı olmak anlamına geliyor. Sorunun yanıtının çok uzun olacağını tahmin etmekle birlikte, dilediğiniz şekilde özetleyerek, bizlere 1960’lardan bugüne mevzuat ve uygulamada gözlemlediğiniz ilerlemeyi ve/veya duraksamaları, eğer varsa, ilişkilendirdiğiniz temel kırılma noktaları çerçevesinde aktarabilir misiniz? 

Türkiye’de fikri haklar alanı her dönem zorluk yaşamıştır.  Bu zorluğun toplumun büyük kesiminin konunun önemini fark edememesinden kaynaklandığını sanıyorum. Türkiye’nin kalkınmasını istemeyen bazı kesimlerin lobi faaliyetlerinin de çok etkili olduğunu söylememiz yanlış olmaz.

1879 İhtira Beratı Kanunu’nun 116 yıl yaşaması ve kanunlaşamadığı için Kanun Hükmünde Kararname ile değişebilmesi; 1965 Markalar Kanunu Tasarısının TBMM de görüşülürken çağdaş denilebilecek hükümlerin tasarıdan çıkarılması; 1941 yılında Sayın Prof. Dr. Ernst Hirsch tarafından yazılan, o zamanın milletvekili Sayın Halide Edip Adıvar’ın özel çabaları ile 1952 yılında kanunlaşan Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu yerine, yeni çağdaş bir kanunun hazırlanamaması; Paris Sözleşmesi’nin temel hükümlerine ve kurucu üyesi olduğumuz Avrupa Patenti Sözleşmesi’ne çok geç katılmamız;  PLT gibi bazı önemli uluslararası andlaşmanın henüz onaylanmaması, vb. konular kırılma noktaları için örnekler olabilir.

Türkiye toplumunun fikri haklar alanındaki isteksizliği, mevzuatın yenilenememesine ve Türk Sanayisinin ve uluslararası ilişkilerin olumsuz etkilenmesine yol açmıştır. Özel sektörü harekete geçirmek için sivil toplum kuruluşlarında çeşitli toplantılar yapılması planlamış ve uygulanmıştır.  Devlet Planlama Teşkilatı bünyesinde düzenlenen Kalkınma Planı çalışmalarına katılım ve ayrıntılı raporlar hazırlanması, DPT Yönetimini de harekete geçirmiş, Türk Patent Enstitüsü Kuruluş Kanunu ile Patent Kanun Tasarılarının hazırlanması için Özel İhtisas Komisyonu kurulmasını sağlanmıştır.  İhtira Beratı Kanunu gibi çok eski bir Kanunun yeni metninin hazırlanmasını sağlayan Komisyonun Raportörü ve Başkan Vekili olmak benim için büyük mutluluk olmuştur. 

Altıncı Kalkınma Planı Bilim Araştırma ve Teknoloji Ana Planı Özel İhtisas Komisyonu’nda, Raportörlüğünü yaptığım, Sınai Mülkiyet Alt Komisyonu olarak başlayan çalışmalar, Yedinci ve Sekizinci Kalkınma Planlarında bağımsız Fikri Haklar Özel İhtisas Komisyonu’na dönüştü. Kanun Tasarısı Hazırlık Özel İhtisas Komisyonu çalışmaları tamamlanmasına ve taslaklar oluşmasına rağmen bu metinler TBMM ‘den geçemedi.  Avrupa Birliği ile ilişkiler nedeniyle Patent Kanunu Tasarısı ve diğer sınai hak konuları Kanun Hükmünde Kararnameler olarak 1995 yılında gerçekleşti.

1995 yılında Kanun Hükmünde Kararname ile değişiklik olduktan sonra, buluş faaliyetlerinde artış zayıf olmuş ve 2006 yılına kadar Türkiye’de verilen yerli patent sayısı 100’den az olarak gerçekleşmiştir. 2019 yılında verilen 2003 adet yerli patent sayısı, Fransa, İngiltere, Birleşik Devletler ve Almanya’nın 1800’lü yıllarında verilen patent sayıları kadardır. 

Türkiye’de patent başvurularının uzun yıllardır yeterli sayıya ulaşamaması, bu konudaki gelişmenin başlamadığının ve duraksamanın devam ettiğinin göstergesidir.  Üzülerek söyleyebilirim, buluşlar ve patent konusundaki, Türkiye’nin bu sayısal fakirliğini Türk insanı bilmiyor.

Mevzuattaki en büyük eksiklik, değerli milletvekillerimizin hiçbir dönemde fikri haklar alanı ile ilgili Kanun Tasarılarını desteklememeleridir. 1965 Markalar Kanunu bazı değerli milletvekillerimiz tarafından hazırlanmış bir istisnadır. 2016 yılında kabul edilen Sınai Mülkiyet Kanunu bir başka istisnadır, ancak kabul edildiği günden beri ne zaman yenileneceği konuşulmaktadır.   


Sizin mesleğe ilk başladığınız yıllarda sınai mülkiyet haklarının tescil otoritesi Bakanlık bünyesinde bir Daire idi sanırım. O daire zaman içerisinde evrilerek Türk Patent ve Marka Kurumu adlı büyük bir kurum haline geldi. O dönemdeki yapı ile Kurum’un şu andaki halini kıyaslamanızı ve bizlere o dönemde devletteki fikri haklar yapısından bahsetmenizi rica edeceğiz.

1957 yılında Sanayi Vekâletinin kuruluşu ile bağımsız bir müdürlük haline gelen Sınai Mülkiyet Müdürlüğü, kadrosu 10 kişiden az, küçük bir müdürlüktü. Bu durum 1964 yılında da aynı idi.  Daha sonraki yıllarda idari yapı Sınai Mülkiyet Dairesi Başkanlığı olarak değişti.  Daire Başkanlığı döneminde yaklaşık 50 personeli olan, son yıllarına kadar hukukçusu ve mühendisi olmayan, bir yapı söz konusu idi.

1994 yılında Türk Patent Enstitüsü kuruldu ve 2017 yılında Türk Patent ve Marka Kurumu olarak adı değiştirildi.   Bugünkü durum ile önceki yapı arasında gerek idari ve gerekse yasal yapı bakımından çok fazla fark bulunmaktadır. Daire Başkanlığı döneminde yaklaşık 50 personeli olan bir yapı bugün çok değişti ve gelişti.  Ulusal yasal düzenlemeler ile, PLT hariç, uluslararası andlaşmalar onaylandı. WIPO tarafından açıklanan son göstergelere göre Türk Patent bünyesinde, patent incelemeci olarak, 118 mühendis görev yapıyor.  


Patent ve marka vekilleri dünyasında zamanda yolculuk yaparsak, 1960’lardan günümüze kısa analiziniz nasıl olur? Mevcut sınav sistemini, disiplin yönetmeliğini, mesleki kuralları nasıl değerlendiriyorsunuz? Her şey yolunda mı ve iyi yolda mı gidiyoruz yahut eğer varsa, sorunlu alanlar nelerdir sizce? Mesleğin duayenlerinden birisi olarak tabloyu patent ve marka vekilliği mesleği bağlamında nasıl görüyorsunuz?

1871 Alameti Farika Nizamnamesinin Yedinci Maddesi’nde, 1879 İhtira Beratı Kanunu’nun Altıncı Maddesi’nde ve 1965 Markalar Kanunu’nun 25. ve 29. maddelerinde “vekil” ve “vekâletname” den söz edilmektedir. 1965 Markalar Kanunu’nun 42. maddesinde Türkiye’de ikametgâhı olmayanlar için vekil tayini zorunluluk olarak belirtilmiştir.

1994 yılı öncesinde Patent ve Marka Vekilliği Mesleği ile ilgili özel bir yasal düzenleme olmadığı için, vekillerle ilgili hükümlerin Borçlar Kanunu’nun vekâlet akdi ile ilgili olduğu düşünülmüştür.  

544 sayılı KHK ile Türk Patent Enstitüsü kurulduğu zaman ilk yasal hükümler, 30. madde ile oluşmuştur. 2015 ve 2017 yıllarında yayınlanan iki Yönetmelik vekillik yapacakların niteliklerini belirlemiş ve yeterlilik sınavını düzenlemiştir.  6/11/2003 tarihli ve 5000 sayılı Patent ve Marka Vekilliği ile Bazı Düzenlemeler Hakkında Kanunu’nun 30 ve 30A maddeleri ile Patent ve Marka Vekilleri yasal düzenlemeye kavuşmuştur. Önceki yıllarda yayınlanan iki Yönetmelik 7.4.2021 tarihinde yeniden düzenlenmiştir. Gerek 5000 sayılı Kanun ve gerekse 7.4.2021 tarihli Yönetmelik, sınav, sicil ve disiplin konularında düzenleyici hükümler içermektedir. 

Ancak vekillerin talebi, birçok ülkede olduğu gibi, Patent ve Marka Vekillerinin bir Birlik olarak kendi mesleklerini kendilerinin yönetmesidir. Patent ve Marka Vekillerinin gelecek planlarının bu yönde olacağı açıktır.

Patent ve Marka Vekilliği Mesleğinde günümüzün en büyük sorunu, yeterlilik almamış vekil olmayanların bu meslekteki yasa dışı faaliyetleridir.  Yasa dışı faaliyetlerden her kesim zarar gördüğü için işbirliği yapılmasının zorunlu olduğunu düşünüyorum. Uzun yıllardır bu meslekte olan biri olarak işbirliği ile bu sorunun çözüleceğini düşünüyorum.

“Nasıl yapıyorlar” için birçok örnek var. Bunlardan biri: Ticaret unvanında patent bürosu veya benzeri bir ifade yazan bir limited şirket kuruluyor. Vekil olmayan bir ortak bu şirketin müdürü oluyor. Daha sonra “……. Patent Bürosu … Şirketi Müdürü” gibi unvan kullanılarak iş yapılıyor. İş yapılırken mutlaka bir vekil ile de işbirliği yapılıp vekilin adı kullanılıyor.


Fikri haklar ve koruması sizce günümüzde Türkiye’de hak ettiği değeri görüyor mu, yoksa sadece kağıt üzerinde veya söylem düzeyinde mi önemseniyor? Sizce bu alandaki önemli eksiklikler nelerdir ve halk veya ticaret dünyası bu hakların önemini içselleştirmiş durumda mı? Meslek hayatınızın başlangıcında müvekkillerinizden aldığınız reaksiyonlarla, şu an aldığınız reaksiyonlar arasında bir fark var mı?

Bu sorunun yanıtını verebilmek için bazı somut örnekleri dile getirmek gerektiğini düşünüyorum. Örneğin şu sorular önemli; Türkiye İnovasyon Endeksi’nde, Rekabet Gücü Endeksi’nde, patent başvuru sıralamasında kaçıncı sırada? Yabancılar Türkiye’den patent alıyorlar mı? Türkiye’nin ihracat birim fiyatı (Kg/$) ne kadardır? Vb.

Türkiye’nin sıralamaları: inovasyon endeksi 51., rekabet gücü 52., patent başvurusu (yerli + yurt dışına yapılan) 22., ilk sekiz ülkenin diğer ülkelere yaptığı 724784 patent başvurusundan alınan pay 11155 (%0.01), İhracat birim fiyatı 1.4 (Kg/$).

Yukarıdaki değerler, nüfusu 83,43 milyon olan Türkiye’nin fikri haklar alanında ve özellikle patent sisteminde hak ettiği değeri görüp görmediği hakkında fikir vermektedir.   Örneğin, Türkiye’den ihracat yapılırken patentli ürünleri ihraç edenlerin birim fiyatı 3 kat, özgün endüstriyel tasarımlı ürünlerin 2,6 kat, yüksek teknolojili ürünlerde 11 kat artacağı konusunda somut veriler vardır. (Bakınız: TTGV Yayınları)

Bazı bilgilerin kâğıt üzerinde ve söylem düzeyinde kalmaması için anlamlarının açıklanması gerekiyor. Örneğin, Türkiye’de 2019 yılında 118 patent incelemecinin incelediği bir yıllık patent başvuru sayısı 4508. Bu durumda her incelemeci tarafından incelenen yıllık başvuru sayısı 38 ve aylık başvuru sayısı sadece 3 adet oluyor. WIPO göstergelerinde Türkiye’de bekleyen başvurusu sayısı 21750 (Tablo A44) olarak açıklanmıştır. 

(İlk dört ülkenin incelenen ve bekleyen başvuru sayıları, bilgi için burada sunulmaktadır: Çin 1056375/992,227, ABD 895388/1059541, Japonya 226441/904,906, Kore 170160/354,302)   

Türkiye’deki en önemli eksikliğin fikri haklar konusuna ve özellikle Ar-Ge’ye, yatırım yapılmamasıdır. Türkiye 83,43 milyon nüfusu ve üretim potansiyeli ile büyük bir ülkedir. Bazı Avrupa ülkelerinin nüfusları (milyon): İsveç 10, Norveç 5,35, Hollanda 17,32, İsviçre 8,57, İspanya 47,68, Avusturya 8,8 ile, karşılaştırıldığında Türkiye’nin büyüklüğü ortaya çıkmaktadır.  Buluş yapılması ve yapılan buluşlara patent alınması Türkiye’de bir kültür olarak maalesef oluşmamıştır.  

Fikri haklar alanında dile getirilmesi en büyük eksiklik, doğru kavramlardır. Doğru bilinen yanlışlar, fikri haklar alanında çok yaygın ve uygulamada kişilere zarar da verebiliyor. Kişilere bu kavram yanlış dediğiniz zaman gereksiz eleştiri olarak algılanabiliyor.

Birçok ülkedeki uygulamaların aksine “Türkiye’de neden patent numarası verilmiyor” dediğiniz zaman, “başvuru numarasındaki yıl ile numara arasındaki (/) ‘ı kaldırmak yetmiyor mu” yanıtını alabiliyorsunuz. ABD, Kanada, Birleşik Krallık ve daha birçok ülkede niçin patent numarası veriliyor? Bu soruyu yanıtlamak gerekiyor. Patent sisteminde iki önemli numara vardır. Yıl ile başvuru sayısını arada (/) ile gösteren başvuru numarası ve kaçıncı patentin verildiğini gösteren patent numarası.  Örneğin 2020/01990 başvuru numarası ve                    TR 2020/01990 rüçhan numarasıdır. Başvuru numarası her yıl kaç başvuru yapıldığını ve patent numarası ilgili ülkede, ilk patent verilmeye başlanılan tarihten itibaren kaçıncı patentin verildiğini gösterir. Her başvuruya patent verilmediği için (/) kaldırılarak yapılan (202001990) numaralamada araştırma yapmak zordur.  ABD den alınan aşağıdaki örnekte başvuru ve patent numarası görülmektedir.

Günümüzde en çok konuşulan konulardan biri, bir Türk şirketinin 1,8 milyar dolara bir Amerikan şirketi tarafından satın alınmasıdır. Söz konusu Amerikan şirketinin 662 patentine karşılık Türk şirketinin patenti yoktur.  Çok başarılı satış işlemini, know-how olarak açıklamak mümkün olabilir. Eğer patentleri de olsa idi, belki de daha fazla değere satışı mümkün olabilecekti. 

Geçmiş yıllarda müşterilerimizden en çok şikâyet aldığımız konu işlemlerin çok gecikmesi idi.  Bazı konularda zaman sınırını ortadan kaldıran çevrimiçi uygulamalar iyice yerleşti ve benimsendi. Bu olay, gecikme nedeniyle olan şikayetlerin azalmasına yol açtı.  Örneğin; patent, marka, endüstriyel tasarım başvurularının bütün aşamalarını internet ortamında görmeniz ve incelemeniz mümkün. Müşteriler de bizler gibi internet ortamına girerek bilgilere ulaşabiliyor ve yorum talep ediyor.  Bazı ülkelerde uygulanan, ek bir ücret yatırılarak daha hızlı işlem yapılmasını talep edenler oluyor.  TÜRKPATENT’in çevrimiçi ortamı ile EPO, WIPO, EUIPO, USPTO çevrimiçi ortamları karşılaştırıldığında, söz konusu ofislerin ortamlarının Türkiye’ye göre daha müşteri odaklı olduğu görülüyor. A.B.D.’nde patent vekilliği yapan bir arkadaşımızın sözü bu konuyu doğruluyor: Göreve yeni başlayan Birleşik Devletler Patent ve Marka Ofisi Başkanı, “müşteri veli nimetimizdir” ifadesini kullanmış. Bunu gerçekleştirmek için, yaklaşık 8000 patent incelemeci çalıştırılıyor.


Birikimlerinizi aktarmayı, ders vermeyi, kitaplar yazmayı ve gençleri fikri haklar alanında bilinçlendirmeyi önemli bir uğraş olarak benimsediğinizi biliyoruz. Fikri haklar eğitimi ve yazınının önemi hakkında neler söylemek istersiniz.

Fikri haklar eğitimi herkes için önemli ve gerekli. İster öğrenci, ister iş insanı, ister emekli olsun herkes eser oluşturabilir, küçük de olsa bir işletme kurabilir, bir işletmeye ortak olabilir. Bu yapılarda eser, ticaret unvanı, alan adı, marka, tasarım, buluş konuları gündeme geldiğinde, bazı ön bilgilere mutlaka ihtiyaç olacaktır. Bu konudaki ön bilgiler herkese kendi mesleki eğitimleri sırasında verilebilirse, kişilerin davranışları değişecek ve hangi kaynağa bakacaklarını hatırlayabileceklerdir.  

Üniversitelerimizde her ders dönemi başında yapmaya çalıştığım bir anket olan “buluş, tasarım, eser, vb. fikir ürünleri konusunda üç soru sorunuz” konusu, üniversite 3. veya 4. sınıf öğrencilerinin konuya ilişkin bilgi düzeylerini açıklamaktadır. Sorularda genellikle eser, patent, endüstriyel tasarım ve markanın birbirleriyle karıştırıldıkları gözleniyor.  Öğrencilerin büyük çoğunluğu, Türkiye’den patent alınınca bütün ülkelerde korunuyor, sanıyor. Uzun yıllardır süren üniversite deneyimim, kavramları mutlaka örnekler vererek anlatmak gerektiğini bana öğretmiştir.

Türk toplumu az okuyan bir toplum. Yazın konusunda, okuduklarımızın kısa haber özetleri halinde haber yapılmasını tercih ediyorum. Zaman buldukça sosyal medyada bu tür haberler yapmaya çalışıyorum. Bir buluş öyküsü yerine, bir buluştan nasıl para kazanmış, daha çok ilgi çekiyor.


Türk ticari hayatının merkezi tartışmasız biçimde İstanbul; ancak siz meslek hayatınız boyunca Ankara’da kaldınız ve çalıştığınız şirketin merkezi de hep Ankara’daydı. Neden Ankara? İşleri İstanbul’a taşımayı hiç düşünmediniz mi?

Ailem Üsküdarlı. Ankara’ya yerleştikleri için, Ankara’nın tercih edilmesini doğal karşılıyorum.  Ankara’nın başkent oluşu, ilgili Bakanlığın Ankara’da oluşu kararı etkilemiş olabilir. Ticaret yaşamının merkezi İstanbul olduğu için müşteri ziyaretleri için uzun yıllar her hafta bir veya iki gün İstanbul’a gidiş söz konusu olmuştur. Mimar Sinan, Bilgi ve İstanbul Teknik Üniversiteleri’nde ders verirken bir süre İstanbul’da yaşadım. Ankara’da yaşamın daha kolay olduğu kesin.  Bugün, İstanbul’da evden çalışan ekibimiz var.   


Hoş sohbetinizi ve eğlenceli anılarınızı ben çok iyi biliyorum. Meslek hayatınızdan gülerek hatırladığınız anıların sayısının çok olduğunu tahmin etmekle birlikte, sizde en çok iz bırakan bir veya birkaç mesleki anınızı bizimle paylaşabilir misiniz?

Anımsadığım bazı olayları sunmaya çalışacağım.

Diyarbakır’dan gelen bir müşterimiz kolonya üretimi için çok renkli kutular yaptırmış. Çok masraf yaptığı kesin. Ancak kutudaki marka bir başkası adına tescilli. İki seçeneği var. Ya önceki markayı satın alacak ya da kutuları iptal ederek yeni markalı kutular ürettirecek.  Kişiye bunu söylemek çok zor. “Ankara’da bir başka işiniz varsa onu halledin, siz dönünceye kadar biz gerekli hazırlıkları yapalım” dedim. Diyarbakır’daki baskıyı yapan matbaacıyı aradım. Mevcut baskıları bozmadan üzerinde değişiklik yapılabileceğini öğrendikten sonra, markanın başına G ve sonuna Ü harfi ekleyip ekleyemeyeceğini sordum. Mümkün olduğu anlaşılınca, değerli müşterimizin markası ÖZGÜL iken GÖZGÜLÜ oldu.

Kişisel girişim olarak çamaşır suyu üretmek isteyen değerli müşterimizin tescil ettirmek istediği markadan daha çok ambalaj şekli önemli idi. Getirdiği örneği gördükten sonra, en yakın marketten X markalı bir çamaşır suyu alınmasını istedim. Sanırım pazarda en çok satan çamaşır suyu ambalajı ile değerli müşterimizin tescil istediği markadaki ambalaj aynı idi. Bunun mümkün olmadığını anlatmak biraz değil epey zor oldu.

Soyadları aynı olan iki ayrı kişi, çok farklı konularda aynı markanın tescil sahipleri. 1986 yılında tescil alan marka sahibinin yetkilisi ihtarname göndererek, müvekkilinin soyadı olan markanın tescilli olduğu 1986 yılından beri kullanıldığını belirterek kullanıma son verilmesini talep etmiş. Kullanıma son verilmesi için ileri sürülen bütün somut kanıtları da belirtmiş. Konuyu inceledikten sonra, somut kanıtların tümü için aynı düşüncelerde olunduğu, 1976 yılından beri tescilli olan söz konusu markada öncelik hakları bulunduğu, 1986 yılından beri tescilli olan sonraki markanın kullanımına son verilmesi gerektiği … ihtarnameye yanıt olarak iletilmiştir.

Yazılacak çok fazla anı var. Çok ilginç olan bir markayı da anlatarak bu konuyu kapatmak istiyorum. İstanbul Eminönü semtinde bir üretici toz deterjan için marka tescili talep etmişti. Marka OWO idi ve dikdörtgen kutu üzerinde sunulmuştu. Kutuyu ters çevirince OMO olduğu ve bu markanın tescil edilemeyeceğini söylediğim zaman, “lütfen ters çevirmeyin” ifadesini kutu üzerine yazacaklarını söylemişlerdi.   


IPR Gezgini’ni takip ediyor musunuz? Sitenin Türkiye’de fikri haklar alanına katkısını olumlu veya olumsuz yönleriyle değerlendirebilir misiniz? Bizlere kendimizi geliştirmemiz için önerileriniz olur mu?

IPR Gezgini’nin her sayısı yayınlanınca öncelikle baktığım bir yayın oldu. Sitenin fikri haklar konusuna olumlu katkıları olduğu kesin. Kişisel görüşümün kanıtı olarak, önerilerime göre verilen Sertaç Köksaldı Başarı Ödülü gösterilebilir. IPR Gezgini’nin en önemli katkısı, bazı yeni konuların veya yargı kararlarının ayrıntılı olarak işlenmesidir. Bazı fikri hak konularında yalnız IPR Gezgini’nde doyurucu bilgi var.  Genç yazarlara yazı yazmak fırsatı vermeniz çok olumlu. Yayınlarımdaki kaynaklar arasında mutlaka IPR Gezgini’ni belirtiyorum.

Genelde merak edilen ve az işlenen konulara yer vermeniz çok olumlu ve öğretici. Özellikle bilgisayar yazılımları, bilgisayar programları, ara yüzler, yapay zekâ, makine öğrenimi, internet alan adı anlaşmazlıkları, ticaret sırları, haksız rekabet, patent sisteminde teknoloji transferi ve ticarileştirme, lisans sistemi, vb. konular ilgi çekecektir.   


Kaan Bey, son olarak geçen ay öğrendiğimde beni gülümseten bir konuyu paylaşarak, sizden görüşünüzü öğrenmek istiyorum. 2014 yılında sizden tamamen habersiz biçimde bir konuşmanızın kaydı kullanılarak bir rap albümünün introsu hazırlanıyor, YouTube linkini aşağıda paylaşıyorum. Bunu seneler sonra tesadüfen fark edenler oluyor ve konu size ulaşıyor. Bunu dinleyince fikri haklar alanında çalışan bir kişi olarak neler hissettiniz, kariyerimin ilerleyen yıllarında Rap yıldızı da oldum dediniz mi?

Bir rap şarkısını dilemem için kayıt bana sunulduğu zaman kimin söylediğini ve neden bana dinletmek istediklerini anlamamıştım. Bir konferanstan alınmış kendi sesimi duyunca çok şaşırdım ve ilk tepkim “Böyle bir şey olamaz neden yapmışlar!” oldu. Tekrar dinledikten sonra, konferansta söylediklerimi karıştırmış olduklarını anladım. Bern Sözleşmesinde Victor Hugo ve Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nda Halide Edip Adıvar’ın katkılarını anlatmıştım. Aslında bu konuda deneyimim vardı. Canlı yayın yapılan bir televizyon programında sanatçıdan bir şarkı istemiştim. Saz ekibi şarkının notalarını bulup çalmışlar ve sanatçı yerine bana söyletmişlerdi.  Haber verselerdi daha düzgün bir kayıt olabilirdi. Sonuçta bir rap şarkısında da yer almış oldum.  



Kaan Bey’e bize ayırdığı zaman ve verdiği samimi yanıtlar için çok teşekkür ediyoruz. Fikri haklar dünyamızda geçmişten günümüze doğru yaptığımız yolculuk hepimiz için bilgilendirici ve bir o kadar da keyifli oldu umuyoruz ki.

Söyleşiyoruz’un sonraki konuğuyla yapılan şöyleşi de çok ilginizi çekecek. Görüşmek üzere!

IPR Gezgini

Mayıs 2021

iprgezgini@gmail.com

SÖYLEŞİYORUZ #IV – 21 Mayıs’ta Sizlerle – Konuğumuz MEHMET KAAN DERİCİOĞLU

IPR Gezgini’nin Türkiye’de fikri haklar alanına katkı vermiş önemli isimlerle söyleşileri devam ediyor.

SÖYLEŞİYORUZ’un Mayıs ayı konuğu fikri haklar dünyamızın duayen isimlerinden MEHMET KAAN DERİCİOĞLU olacak. Mehmet Kaan DERİCİOĞLU’nun, IPR Gezgini adına Önder Erol ÜNSAL’ın yönelttiği soruları yanıtladığı söyleşi 21 Mayıs Cuma günü yayında olacak!

Kaan Bey’e sorularımıza verdiği içten yanıtlar için teşekkür ediyor ve tüm okurlarımızı bu keyifli söyleşiyi okumak için 21 Mayıs Cuma günü IPR Gezgini’ne davet ediyoruz.

IPR Gezgini

Mayıs 2021

iprgezgini@gmail.com

SÖYLEŞİYORUZ#III – Prof. Dr. FEYZAN HAYAL ŞEHİRALİ ÇELİK BİZLERLE!

IPR Gezgini “Söyleşiyoruz” Nisan ayı söyleşimizden herkese merhabalar. Bu ayki konuğumuz Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Feyzan Hayal ŞEHİRALİ ÇELİK!


Ankara Üniversitesi’nin özel hukuk alanında yetiştirdiği değerli akademisyenlerinden biri olan Sayın ŞEHİRALİ ÇELİK’in ticaret hukuku bilim dalında ve sınai mülkiyet hukuku alanındaki eserleri ve çalışmaları ile literatüre sağladığı katkı, kendisini IPR Gezgini “Söyleşiyoruz” Nisan ayı sohbetine davet etme isteğimizi ortaya çıkardı.

Feyzan Hocamıza bizimle söyleşmeyi kabul ettiği için teşekkür ediyor ve bir gün bu söyleşiyi yüz yüze yapabilmeyi umarak başlamak istiyoruz. Bugünkü sohbetimizde IPR Gezgini adına soruları site yazarı Elif AYKURT KARACA yöneltecek.



Başında EAK yazan kısımlar IPR Gezgini’nin soruları;  ile başlayan kısımlar ise Feyzan Hocamızın yanıtlarıdır. Şimdiden keyifli bir okuma diliyoruz.



EAK: Feyzan Hocam, öncelikle okurlarımız için kendinizden biraz bahsedebilir misiniz? Feyzan Hayal ŞEHİRALİ ÇELİK kimdir ve hangi tecrübeler veya deneyimler bugünkü sizi oluşturmuştur? Bu noktada varsa sizi etkileyen isimleri de öğrenmek isterim.

FÇ: Asıl ben size teşekkür ederim. İlgiyle takip ettiğim IPR Gezgini okuyucularıyla sizin aracılığınızla buluşabilmek beni çok mutlu etti.

Elif Hanım, ben bu sorunuzu hayatımın kısa özeti ve bu özette mutlaka anılması gereken olay ve kişiler olarak algılıyorum. Gerçekten, herkesin olduğu gibi benim de hayatımda önemli saydığım duraklar, iyi ki yolum kesişmiş dediğim insanlar ve tabii ki hiç yaşamamış olmayı istediğim olaylar oldu. Her bir yaşanmışlığın karakterimiz, kişisel ilişkilerimiz ve profesyonel tercihlerimiz üzerinde bir şekilde etkisi oluyor mutlaka, hatta deneyimlerimizle zaman içinde değişiyoruz. Benim yolculuğum 1973 yılında Samsun’da başladı. Babam Trabzonlu, annem Gümüşhaneli, yani tam bir Karadenizliyim. Doğup büyüdüğüm coğrafyanın mizacım üzerinde etkileri vardır herhalde. Biraz doğrucu davut, anında tepki veren, aklından geçeni açıkça söyleyen, duygularını gizleyemeyen bir yapım var. Bir de tezcanlıyımdır, belirsizlik ve sürüncemede kalan işler beni çok rahatsız eder. Bunun yanı sıra mücadeleci bir ruhum olduğunu belirtmem gerek. Kolay kolay pes etmem, zordan kaçıp kolaya sığınmam.

Çocukluğum Samsun’da geçti. 5 buçuk yaşımdayken ilkokula başladım. İlk kayda gittiğimizde, küçüğüm diye bir süre kayıtsız gelsin demişlerdi hatta. İlkokulun ardından Samsun Anadolu Lisesi’ne girdim. Okulumuz gerek fiziki şartları gerekse öğretmen kalitesiyle nitelikli bir okuldu. Benim de dâhil olduğum 1990 yılı mezunlarının neredeyse tamamının çok iyi üniversitelere yerleşmiş olmaları ve çok farklı alanlardaki meslek hayatlarında da aynı başarıyı sürdürmeleri benim için ayrı bir gurur kaynağıdır. Bu vesileyle, bizi yetiştiren bütün öğretmenlerimizi şükran ve saygıyla anmak isterim.

Üniversiteye hazırlık döneminde çok büyük bir kararsızlık yaşamadım. Fen bilimlerine hiç ilgim olmadı. Bir aralar yakın çevremden tıp okumam yönünde telkinler olsa da kan görmeye dayanamayan biri olarak bu olasılık benim için baştan elenmişti. Benim ilgim daha çok dil, sanat ve sosyal bilimlere yönelikti. Bir ara aklımdan konservatuar geçse de ilerisini tam göremediğim için buna cesaret edemedim. Sanırım haksızlığa tahammül edemeyen yapımın da etkisiyle hukuk okumaya karar verdim. 1990’da tek tercihim olan Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazandım ve Ankaralı yıllar başladı. Üniversite hayatım Cebeci’deki Fakülte ile Sıhhiye’deki Kızılay Yurdu arasında geçti. Yurt hayatının bende yeri ayrıdır. Güzelliklerinin yanı sıra zorlukları da olan bir dönemdi. Sıcak su biter, çalışma salonunda birileri sandalyeni alır gider, telefon kuyruğunda kavga çıkar, sabah erken çalışmaya kalkarsın soğuktan dişlerin takırdar, yorganın altında giyinirsin… Anlayacağınız mücadelenin tam göbeğindeyiz, başka türlüsü mümkün değil. Bu arada hâlâ sevmem kışın kaloriferin düzgün yanmamasını, kemiklerim şöyle ısınsın isterim hep. Bir de yurttaki telefon anonslarının hafızamdaki izleriyle birinden bahsederken hep ad ve soyad birlikte söylemişimdir uzun yıllar boyu. Yeni yeni kurtulabildim bu alışkanlıktan… Yurtta geçen yıllarım Ankara’daki öğrencilik dönemimim çok özel anlarıdır benim için. Belki de hayatı tanıma deneyimimin ilk ve gerçek adımı…

Fakülte yıllarımı normal bir öğrenci olarak geçirdiğimi söyleyebilirim. Belirtmem lazım, hiçbir zaman en önde oturup hocanın ağzından çıkan her kelimeyi not alan öğrencilerden olmadım. Hatta o koskocaman amfide insan kendini biraz küçük bile hissediyordu. Derste hocaya soru sormak zaten çok yüksek bir özgüven gerektirirdi ki o da pek çoğumuzda yoktu o zamanlar. Bu durum benim açımdan 1994 yılında fakülteyi bitirip yüksek lisans yapmaya başlamamla değişti. Artık zaten toplam dört kişi olarak kazandığımız ticaret hukuku yüksek lisans derslerinde hocalarla birebir iletişim halinde olmak zorundaydık. Hocalarla yakın temas kurma fırsatını yakaladığım bu dönem, benim de kendimi tanımama, akademik merak ve araştırma yönümü keşfetmeme vesile oldu. Aslında ticaret hukukunu sevmeye başlamam da ilk bu döneme rastlar diyebilirim. Belki şaşıracaksınız ama ben fakültedeki öğrencilik yıllarımda ceza hukukunu çok severdim. Hatta bir ara ceza hakimliğine bile özenmiştim. Ama gerçek doğruyu bulamama, birilerine haksızlık yapma ihtimali beni o kadar ürkütmüştü ki bırakın ceza hakimliğini, herhangi bir hakimliğin bana uygun olamayacağını taa en başta anlamıştım. Hâkim olmasam da ceza hukukunda yüksek lisans yapabilirim diye düşünürken, Cebeci Köylüler Sokak’ta bir teras katında fakülteden arkadaşlarım Özden ve Hacer’in teşvikiyle ticaret hukukuna yönelmeye karar verdim. Bu karar da, hayat çizgimin yönünü belirleyen bir duraktır benim için. Ticaret hukuku yüksek lisansıyla birlikte Ankara Barosu’nda avukatlık stajına da başladım. Şimdi olduğu gibi, o zaman da staj grupları vardı. Benim dâhil olduğum staj grubunun başkanının yüksek lisans derslerine gitmeme izin vermemesi üzerine bir çözüm bulmaya çalışırken Av. Semih Güner’le tanıştım. Semih Bey staja onun grubunda ve bürosunda devam edebileceğimi, derslere gitmemin sorun olmayacağını söyledi. Böylelikle Semih Bey’in bürosunda yüksek lisans derslerime giderek stajıma devam ettim. Semih Bey’in bürosunda geçirdiğim dönemde, sonraki meslek hayatımın temelinin atıldığını söylesem abartmış olmam. Çünkü yüksek lisans tezimi o büroda, onun bilgisayarında yazdım. Semih Bey akademik çalışmalara çok meraklıydı ve tezimi yakından takip ediyordu. En baştan beri tezin kitap olacağına inanmıştı. Dediği gibi de oldu gerçekten. Bu açıdan Semih Bey, benim akademik yönümü fark eden ilk kişilerdendir. Bir de yüksek lisans aşamasında ders aldığım Prof. Dr. Hikmet Sami Türk’ten söz etmem gerek. Hoca’nın dersinde ödev sunumumu yaparken, sınıftaki diğer arkadaşlara sorular yönelterek onları da derse dâhil etmeye çalıştığımı görünce bana “Sende bir hocalık ruhu var, asistan olmayı düşünüyor musun?” diye sormuştu. Gerçekten de araştırmayı çok seviyordum. Avukatlık stajım boyunca yapmaktan en çok keyif aldığım çalışmalar araştırma odaklı olanlardı. Semih Bey’in ve Hikmet Sami Hoca’nın öngörüleri doğru çıktı. 1997 yılının Mart ayında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne araştırma görevlisi olarak akademik hayata adım attım. Asistanlığımın ilk aylarında “Patent Hakkının Korunması” adlı yüksek lisans tezim yayımlandı. O zamanlar yüksek lisans tezlerinin yayımlanması çok yaygın değildi. Belki o yüzden, belki konunun yeni olması nedeniyle hocaların da ilgisini çekti ve takdirini kazandı. Prof. Dr. Turgut Kalpsüz’ün benim için o kendine özgü üslubu ve nezaketiyle “Âti vadeden bir hanımefendi” diye bahsettiğini duyduğumda nasıl mutlu olduğumu anlatamam. Bir de Prof. Dr. Sabih Arkan’ın tez savunmamdan hemen sonra “Teziniz ne zaman yayımlanacak? Size atıf yapacağım.” dediği anı hiç unutamam. Tevazunun, karşındakini önemsemenin aslında ne büyük bir erdem ve bir o kadar da özgüven olduğunu belki de ilk o zaman fark ettim bilemiyorum. Bir de yolun başındakilere verilen elin bir ömür boyu unutulmadığını… Bu sözlerin söylendiği o gün, bugün gibi aklımdadır.

Yüksek lisansımı bitirdikten sonra yine Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde ticaret hukuku doktorasına başladım. Doktora ders aşamasını bitirip yeterlik sınavını geçtiğim dönemde fakülte koridorlarında bir burs ilanı gördüm. Konrad Adenauer Vakfı’nın Almanya’ya doktora bursu ilanı… Ve başvurusu süresinin dolmasına birkaç gün kalmış. Kürsümüzün hocalarına konuyu açtığımda olumlu baktılar ve hızlıca başvuru belgelerini tamamlayıp başvurumu yaptım. Dosya üzerinde inceleme yapıldıktan sonra mülâkata çağrıldım. Hâlâ aklım almaz burs komisyonu üyeleriyle nasıl Almanca konuşabildim diye. Ama yapmıştım işte. Bursu kazandım. Bu arada ilk kez ortaokulda ikinci dil olarak öğrendiğim Almancamı fakülte ve yüksek lisans dönemimde Alman Kültür Merkezi kurslarıyla ilerletmeye çalışmam sanırım yaptığım en akıllıca işlerden biri olmuştu. Münih Ludwig Maximilians Üniversitesi’nde doktora bursunu kazanmam hayatımdaki bir diğer önemli duraktır. O zamanlar şimdiki kadar kolay ve yaygın değildi yurt dışına gitmek. 26 yaşında tek başıma ve bilmediğim bir ülkedeydim. Almanca gramer bilgim çok iyiydi ama konuşma pratiği çok sınırlıydı. Biriyle telefonda konuşmam gerekecek diye aklım çıkıyordu, çünkü anlayamıyordum söylenenleri, yüz yüze olunca ağız hareketlerinin avantajını kullanmaya çalışıyordum. Almanca dinlediğim derslerden çıktığımda kafam çatlayacak gibi ağrıyordu. Münih’te geçirdiğim yaklaşık beş yıllık dönem hayatımın en zor ve bir o kadar da güzel zamanları oldu benim için. Doktoraya kabul edilmeme rağmen danışmanım Prof. Dr. Lehmann’ın isteği üzerine önce yüksek lisans, ardından doktora yaptım. Münih’te bulunduğum süre boyunca akademik çalışmalarımı fikri mülkiyet alanında faaliyet gösteren Max Planck Enstitüsü’nde yürüttüm. Bu Enstitüdeki yıllarım benim için çok değerlidir. Burada bütün dünyadan fikri mülkiyet alanının önemli isimleriyle bir arada bulunma ve insana “Aslında hiç birşey bilmiyorum” hissini veren devasa kütüphanede çalışma olanağına sahip oldum. O kütüphanede çalışırken aldığım haz inanın hiç eksilmedi, hâlâ gittiğimde aynı heyecanı ve sükûneti hissediyorum. Ama bence en büyük şansım, yolumun Dr. Eva Marina Bastian’la kesişmiş olmasıydı. Max Planck’ta akademik uzman olarak çalışan Eva, Münih’li yıllarımda benim en büyük destekçim, yardımcım ve yol göstericim oldu. Üzerimde emeği büyüktür, hakkını ödeyemem. Anmadan geçemeyeceğim bir diğer isim, dünyaca ünlü akademisyen Prof. Dr. Joseph Straus’tur. Prof. Straus, geceleri üç saat kadar uyuyan çok önemli bir patent hukukçusudur. Onunla birlikte bir seminer ödevi hazırlama şansını yakalamıştım. Amerikan patent hukukuna ilişkin olarak hazırladığım çalışmadan çok etkilenen hoca, “Bir Türk olarak bunu nasıl yazdınız?” diye sormuştu ve bana her türlü desteği vermeye hazır olduğunu söylemişti. Sonradan Almanca olarak yayımlanan bu çalışma, Prof. Straus ile yolumun kesişmesine ve beni sonraki yıllarda da hep desteklemesine vesile olmuştur. Max Planck’taki özgür ve cömert akademik ortam, hocalar ile diğer araştırmacıların her zaman iletişime açık ve erişilebilir olmaları, ben de dâhil bütün yabancı öğrenciler açısından bulunmaz fırsattı. Enstitü’deki günlerimde yaşadığım bir diğer güzel olay, Avrupa Patent Ofisi’nden Christoph Bruhn’un talebi üzerine Türkiye’nin ilk fikri mülkiyet hukuku ihtisas mahkemesi hâkimlerine Milano’da ders vermeye gitmem olmuştu. Münih Max Planck’tan gelen uzmanın bir Türk olduğunu öğrenen hâkimler ufak bir şaşkınlık yaşamışlardı tabi. Hâlâ tebessümle anarız Türkleri İtalya’da bir araya getiren bu olayı. İyi ki de gelmişiz… 2003 yılında başlayan ilişkimiz hep devam etti, aralarına çok değerli yeni isimler de katıldı. Fikri mülkiyet hukukunun teorisini uygulamasıyla onlar sayesinde buluşturabildim, ete kemiğe büründürebildim. Sanırım bu hep böyle devam edecek.

Elif Hanım, belki çok uzun anlattım Almanya yıllarımı ama inanın hâlâ heyecanlanıyorum hatırladığımda. İyi ki gitmişim, iyi ki o insanları tanımışım. Orada geçirdiğim yılların bana gerçekten çok şey kattığına, tanıdığım insanlardan ve bulunduğum çevreden çok şey öğrendiğime inanıyorum. Bir kere insanın uyum gücü yükseliyor. Farklılıkların zaten başlıbaşına bir kazanç ve öğrenilecek bir şey olduğunu düşünürüm hep. Bir de insanın dışarıdan kendisine bakabilmesini çok önemsiyorum. Ancak o zaman kendimizi tam anlamıyla görebiliyor ve objektif olarak değerlendirebiliyoruz. Alman disiplinini söylemeye gerek yok, gerçekten var böyle bir şey. Ama kendimde de bu özellik epey güçlü olduğundan ayak uydurmakta hiç güçlük çekmedim. Almanya yıllarımda beni çok etkileyen bir diğer gözlemim de, insanların yaptıkları işe önem vermeleri ve saygı duymalarıydı. Önemsiz iş yoktu, her iş yapılmak için vardı ve iyi yapılması gerekiyordu. Bu motivasyonla olsa gerek, insanların işlerini yaparken mutlu olduklarına tanıklık ettim, en çok da günde belki binlerce defa “merhaba” ve “güle güle” demelerine rağmen bir an bile suratını asmayan kasiyerlere hayret etmişimdir. Münih Ludwig Maximilians Üniversitesi’nde doktoramı tamamladıktan sonra 2003 yılının ikinci yarısında Ankara’ya döndüm ve Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde bıraktığım yerden devam etmeye başladım. Daha önce de söylediğim gibi değişimleri kolay uyum sağlayabilen biriyim. Sonuçta burası kendi ülkem, burada doğdum, büyüdüm. Ama tabi ki zaman zaman olmadık sorunlarla karşılaştığımda, bazen gereksiz ya da uzmanlık alanımla ilgisiz bazı işlerle zamanım heba olup gittiğinde gerçekten üzülüyorum. Akademik hayat sabır ve emek isteyen bir meslek. Ama belki bunlardan daha çok sevgi vermek gerekiyor. Bu işi gerçekten severek yapan insanlar, herhangi bir dışsal motivasyon olmaksızın araştırmaya, öğrenmeye, anlatmaya ve yazmaya devam ediyorlar, hem de hayatlarının sonuna kadar. Benim bu meslekte en çok hayranlık duyduğum kişiler işte bu öğrenme isteğini kaybetmeyen ve düşünüp sorgulamaya devam edenler. Bu kişiler, olaylara çok yönlü bakabiliyor ve bütünün tamamını görebiliyorlar. Bana ilham kaynağı olmuş kişiler arasında mutlaka anmak istediğim bir isim Prof. Dr. Yaşar Karayalçın’dır. Belki garip gelebilir size ama ben hâlâ Yaşar Hoca’nın 1960’lı yıllarda yazdıklarını okuduğumda bir şeyler öğrenebiliyorum. Bazen kafama çok basit gibi görünen ama güncel kitaplarda hiç yer verilmemiş bir şeyler takılır. Böyle anlarda onun yazdıklarıyla toparlandığım çok olmuştur. Düşünün, bir şey yazmışsınız, üzerinden yarım asrı aşkın süre geçmiş, yine de değerli, hâlâ size söylediği bir şey var. Herhalde bu mesleğin insana yaşatabileceği en büyük hazlardan biridir. Yaşar Hoca’yı en son İsmail Hoca ve Çağlar Hoca ile birlikte ona 90. Yaş armağanı olarak yazdığımız Anonim Şirketler Hukuku kitabını sunmaya gittiğimizde gördüm. Masasının üzerinde bir kavanoz Sarelle, yanında pötibör bisküvi paketi. Kendi eliyle yaptığı sandviçleri ikram etmişti bütün samimiyetiyle. Ondan geriye kalan unutulmaz bir andır benim için.



EAK: Bildiğim kadarıyla akademisyenlik kariyerinizden önce iki yıl süreyle avukat olarak çalıştınız. Ancak sonrasında, 1997’de, akademisyen olarak Ankara Üniversitesi bünyesine katıldınız. Avukatlık tecrübesinden sonra akademisyen olmaya nasıl karar verdiniz ve bizlere akademideki ilk günlerinizden bahsedebilir misiniz?

FÇ: Daha önce de söylediğim gibi 1994 yılında fakülteyi bitirir bitirmez yüksek lisansa ve aynı anda avukatlık stajına başladım. Esasen araştırma görevlisi olmadan önce Semih Bey’in bürosunda geçen zamanda oldu bu avukatlık deneyimi. Aslında tam bir deneyim olup olmadığına da emin değilim. Semih Bey’in bürosunda ağırlıklı olarak tezimi yazdım ve kısmen avukatlığın dilekçe yazma kısmıyla ve kooperatif genel kurullarıyla ilgili uyuşmazlıklara ilişkin bilirkişi raporlarıyla uğraştım. Aslında avukatlık stajını yaparken akademisyen olmak istiyordum ama sınav açılana kadar büroda zaman geçirmiş oldum. Zaten Semih Bey sürekli sen avukatlık yapmamalısın, asistan olmalısın diyordu. Az sayıdaki hacze gitme tecrübemin de hüsranla sonlandığını hatırlıyorum. Hiç unutmam bir seferinde bürodaki diğer avukat arkadaşla birlikte hacze gitmiştik. Dönüşte icra memurunun yolu uzatması üzerine adamla hafif çaplı bir gerginlik yaşanmıştı. Büroya geri geldiğimizde ikimiz iki yandan sinirle anlatıyoruz olanları. Semih Bey gülmeye başladı halimize. Bir şey yok bunda, adam yemek yedirmenizi beklemiş sadece demişti.

1997’nin başında Siyasal Bilgiler Fakültesi Ticaret Hukuku Anabilim Dalı araştırma görevlisi ilanı verdi. Buraya başvurdum. Aynı zamanda Hukuk Fakültesi’nin de ilanı oldu ama sınav tarihi henüz belli değildi. Daha sonra Hukuk Fakültesi’nin sınav tarihi de belli oldu, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin sınavı ile aynı gün ve aynı saat ilan edildi. Yani birinden birini tercih etmem gerekiyordu. Siyasal’ın kürsü hocalarından aynı zamanda Fakültenin Dekanı olan Prof. Dr. Celal Göle’yi hiç görmemiştim. Prof. Dr. Zühtü Aytaç’ı ise yüksek lisans dersleri sırasında tanımıştım. SBF bende farklı bölümleriyle biraz daha renkli ve iletişim açısından biraz daha rahat bir ortam hissini yaratmıştı. Kararımı verdim. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin sınavına girdim ve kazandım. 1997 yılı 12 Mart tarihi itibariyle Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Ticaret Hukuku Anabilim Dalı araştırma görevlisi ve Mülkiye ailesinin bir ferdiydim. Kürsüde Prof. Dr. Sait Kemal Mimaroğlu’nun asistanlığını yapmış Celal Hoca ve Zühtü Hoca’nın dışında hâlen Anabilim Dalı Başkanımız olan Korkut Hoca vardı. Benim gelmemden kısa bir süre sonra Korkut Hoca bir yıllığına yurt dışına gitti. Bu arada doktoraya da başlamıştım. Oldukça yoğun bir dönemdi benim için. Doktora dersleri için hazırlanan ödevler, sınavlar, kürsünün işleri derken zaman nasıl geçiyor anlamıyordum hiç. Hatta az işim varmış gibi doktorada iki ayrı seminer yazmıştım. Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü araştırma ve ödev hazırlama faaliyetlerimin ana merkeziydi. Cebeci Kampüsü’nde geçirdiğim süre daha da uzamıştı, yoğun ve yorucu bir dönemdi. Ama yaptığım her işi severek yaptım. Her zaman çok sıkışıktım ama çok şükür her işi süresinde halledebildim. O zamanlar asistan maaşları şimdikinden çok daha düşüktü. Maddi açıdan çok rahat bir dönem değildi ama hep ihtiyaç olunca bir yerlerden ufak tefek de olsa ekstra bir gelir olurdu. O nedenle maddi boyutunu hiç sorun etmedim kendime. Kürsü içinde uyumlu, güzel bir ortam vardı ve kendimi şanslı görüyordum. İki yıl kadar süren bu ilk asistanlık döneminden sonra Almanya’ya gittim.



EAK: Hali hazırda ticaret hukuku bilim dalında görev yapıyorsunuz. Fikri mülkiyet ile ticaret hukukunun kesişim noktasını biliyoruz ancak sizin bu alana nasıl ilgi duyduğunuzu merak ediyorum. Alana ilgi duymanızı sağlayan olay veya kişi neydi? Bu alanda eser üretmeye başlamanızdaki süreçten bahsedebilir misiniz? Ayrıca alana verdiğiniz ve vermeyi planladığınız katkılar nelerdir?

FÇ: Açıkçası benim fikri mülkiyet hukuku alanına ilgi duymam tam bir tesadüf. Yüksek lisans ders aşamasını tamamladıktan sonra tez aşamasına geçtim. Kendime bir tez konusu ve tez danışmanı bulmam gerekiyordu. 551 sayılı Patent Haklarının Korunması Hakkında KHK yeni yürürlüğe girmişti. Duymuşum bir yerlerden demek ki. Patent konusu ilginç geldi bana. Aslında konuyu bildiğimden değil, tam tersine öğrenmek istediğimden. Şimdi düşünüyorum da bu benim hep yaptığım bir şey. Öğrenmek istediğim, merak ettiğim konuları çalışmak istiyorum. O zaman da tabiri caizse cahil cesareti diyebileceğim bir atılımla bu konuya ilgi duydum. Prof. Dr. Fırat Öztan tez danışmanım olmayı kabul etti ve hangi konuda yazmak istediğimi sordu. Patent konusuna alternatif olarak bir de kıymetli evrakta defiler konusunu söylemiştim. O da “Defiler yazıldı zaten, patent ilginç konu. Yaz da biz de öğrenelim” dedi. Böylece patent hukukunda tez yazmaya başladım. Hemen aklımdayken söyleyeyim; Fırat Hoca’nın tezimin yayımlanması için Turhan Kitabevi’nin sahibiyle konuştuğu sırada “Ufak tefek olduğuna bakma, Karamürsel sepeti değil bu kız” demesi de hiç unutmadığım güzel bir anıdır.

Tezimi yazdığım dönemde İnternet yeni yeni kullanılmaya başlanmıştı ve öyle İnternetten makale bulma, veritabanı vb. yoktu. WIPO’ya mektup yazıp farklı ülkelerin patent kanunlarını istemiştim ve göndermişlerdi. Ankara’daki bütün kütüphaneleri gezip kaynak topladıktan sonra konulara göre zarflar hazırlayıp kaynaklarımı sınıflandırmıştım. Hatta bu konuda hoş bir anım var. O zamanlar Fakülteden Özden adlı bir arkadaşımla aynı evi paylaşıyorduk. Ben akşamları tez zarflarımla uğraşıyordum. Bir akşam apartmanda bir bağırış çağırış başladı, doğalgaz kaçağı varmış meğerse. Herkes ayaklandı, evler boşaltılmaya başlandı. Gelin görün ki bende tık yok. İstifimi bozmadan tezimle uğraşıyorum. Arkadaşımın beni kendime getirmesiyle toparlanmıştım, biz de inmiştik aşağıya. Hâlâ anlatır bu olayı, bu kız çalışmaya başlayınca gözü dönüyor, ben canlı tanığıyım diye.

Yüksek lisans tezimle patent hukukuyla tanışmış oldum. 551 sayılı KHK’nın yürürlüğe girmesinden sonra ilk çalışmaydı bu. Bir konuda ilk kez yazmak zor tabi ki. Acemilik de var doğal olarak. Hâlâ üzülürüm bazı dipnotların sonuna nokta koymamışım diye. Şu da bir gerçek, insan ilk çalışmalarında biraz daha rahat yazıyor. Bilgi ve kaynak arttıkça yazmakta daha temkinli olmaya başlıyoruz bir şey kaçırmamak için. Tamamen amatör bir ruhla ve zor şartlarda yazdığım bu tezden daha sonra pek çok çalışmada yararlanıldı, farklı görüşler için çıkış noktası oldu. Bu açıdan alana ilk katkımı bu tezle verdiğimi söyleyebilirim. O tarihten itibaren bu alandaki çalışmalarım devam etti. Yayın, eğitim, toplantı, tez danışmanlığı, kamu görevleri vb. farklı alanlarda katkı vermeye çalışıyorum. Ama bence bu alana yaptığım en büyük katkıyı öğrenmeye devam etmekle sağlıyorum. Çünkü öğrenmeden diğerlerinin hiçbiri olmuyor. İleride sağlığım ve gücüm elverdiği sürece, bu alana elimden gelen katkıyı sağlamaya devam etmek isterim. Özellikle de yazmaya… Yazmak benim için ayrı bir tutku. Aklım başımda olsun, ömrümün sonuna kadar yazabileyim gerçekten çok isterim. İleriye yönelik katkı planlarıma ilişkin olarak kafamda ufak bir endişe var sadece. Acaba yaş ilerledikçe şimdikinden daha da çok konuşma eğilimi olur mu diye düşünüyorum bazen. Ama bu konuyu da asistanım Gökhan’la hallettik çok şükür. Bana söz verdi. İleride biraz fazla konuşmaya başlarsam beni “Hocam isterseniz siz biraz dinlenin” şeklinde kibarca uyaracak. Umarım ihtiyaç kalmaz…



EAK: Üniversitelerdeki fikri mülkiyet hukuku eğitimlerini veya derslerini yeterli buluyor musunuz? Diğer bir ifadeyle lisans eğitiminde öğrencilerde bu alana yönelik yeteri kadar farkındalık oluşturulabiliyor mu? Ayrıca, son dönemlerde akademide Fikri Mülkiyet Hukukunun ayrı bir doçentlik alanı ve müstakil bir anabilim dalı olarak kabul edildiğini görüyoruz. Akademide bu gelişmeyi destekleyen olduğu kadar desteklemeyenlerin de varlığını görmekteyim. Sizin bu konu hakkındaki düşünceniz nedir?

FÇ: Son yıllarda üniversitelerde fikri mülkiyet hukuku derslerinde bir artış olduğunu görüyoruz. Ama hangi üniversitede, hangi dersler, hangi kapsamda veriliyor tam olarak bilemiyorum. Ankara Üniversitesi Ticaret Hukuku Anabilim Dalı hocalarının yaklaşık 20 yıldır Özel Hukuk Yüksek lisans/Doktora programında fikri mülkiyet alanında dersler verdiğini bizzat kendim de bu programda yer aldığım için biliyorum. Tabi her zaman yeni dersler, programlar açılabilir. Ama bundan daha önemlisi, dersin içeriği ve dersi veren kişilerin uzmanlığı. Yani biz istersek Türkiye’deki bütün üniversitelerde de fikri mülkiyet hukuku dersi açabiliriz. Ama bu dersleri verebilecek hocalarımız yoksa bu sadece kâğıt üzerinde istatiksel bir veri olarak kalır. Dolayısıyla nicelikten çok niteliğin önemli olduğunu düşünüyorum. Tıpkı son yıllarda sayıları artan hukuk fakültelerinde olduğu gibi. Anabilim dalı konusunda da benzer şeyler söyleyebilirim. Öncelikle fikri mülkiyet hukuku anabilim dalı açılmasından ne tür bir yarar beklediğimizi belirlememiz lazım. Sanırım amaç, bu alanda ders verilmesi değildir. Çünkü zaten bu dersler halihazırda veriliyor. Ülkemizde şimdiye kadar bu alanda verilen eserler de farklı anabilim dallarında çalışan akademisyenlerce yazıldı. Bunların sırf bu nedenle değersiz sayılamayacağı açık. Aksini düşünmek Ernst Hirsch, Halil Arslanlı, Nuşin Ayiter başta olmak üzere pek çok kıymetli hocamıza haksızlık olur. Unutmayalım ki bu insanlar hâlâ eserleriyle anılıyorlar, anabilim dallarıyla değil. Ve bu kişiler ticaret hukuku veya medeni hukuk alanında verdikleri çok kıymetleri eserlerin yanı sıra, fikri mülkiyet hukuku alanında da aynı derecede nitelikli eserler verebilmişlerse buna ancak saygı duymak gerekir. Öğrenci yetiştirilmesi, tez yönetilmesi konusunda da benzer bir durum var aslında. Farklı anabilim dallarında çalışmakla birlikte fikri mülkiyet alanında tez yöneten, danışmanlık yapan hocalarımız bu alanda yazmaya, ders vermeye ve öğrenci yetiştirmeye devam edeceklerdir. Bu açıdan bir değişiklik olmasını beklemiyorum. Ama bağımsız bir anabilim dalı kurulması, fikri mülkiyet hukukunun kapsamındaki genişlemeye de paralel olarak, sadece bu alanda çalışmak isteyen kişiler açısından, özellikle doçentlik başvurularında sağlanması istenen kriterlerin yerine getirilmesini kolaylaştırabilir. Tek bir alanda çalışmak isteyenlerin bütün enerjilerini bu alana aktarmaları mümkün olabilir. Şüphesiz hepimizin dileği, bu yeni açılımın ülkemize fayda sağlayacak şekilde, özellikle de nitelikli eserler verilmesine ve alanında bilgili ve yetkin kişilerin yetiştirilmesine hizmet edecek şekilde yapılandırılmasıdır. Bu şüphesiz haklı da bir beklentidir. Ama bu beklenti, ülkemizin hâlihazırda yetişmiş insan gücünden de etkin şekilde yararlandığımız varsayımına dayanmakta. Bundan da emin olmamız gerekir bana kalırsa.



EAK: Türkiye’de fikri mülkiyet hakları alanındaki gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? 2017 yılında 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu’nun (SMK) yürürlüğe girmesinden iki ay sonra Üniversiteniz bünyesinde 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu Sempozyumu yapılmıştı, sizin de tebliğ sunduğunuzu ve bu sempozyumdaki tebliğlerin yayınlandığı kitabın da editörlüğünü yaptığınızı biliyorum. O nedenle özellikle SMK hakkında görüşleriniz nelerdir? Sınai Mülkiyet Hukuku alanında önemli sayılabilecek katkılar getirildi mi sizce? Yahut kanunda olmayan ama keşke düzenlenseydi dediğiniz bir husus mevcut mudur?

FÇ: 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu’nun kabulü önemli bir adım. En azından bu sayede bu alan nihayet bir “Kanun” ile düzenlenebilmiş oldu. Tabi bir kanunun gerçek anlamda değerlendirilmesi zaman içinde olabiliyor. Çünkü en çok belli bir düzenlemeye odaklandığımızda ya da spesifik bir sorunun cevabını aradığımızda ayrıntıları fark edebiliyoruz. Bu kanunu da zaman içinde çok daha iyi tanıyabileceğimize inanıyoruz. Ama tabi bazı temel değişiklikler var. Tescilin savunma aracı olmamasını düzenleyen SMK m. 155 bunlardan biri. Yine üç yıllık tescilsiz tasarım hakkına ilişkin düzenleme yeni. Esasen bu hükmün kendisinden ziyade haksız rekabet hükümlerinin uygulanabilirliğine ilişkin tartışmalar açısından yeni bir dönemi açması daha önemli bence. Bir diğer husus, patent hukuku alanında Avrupa Patent Sözleşmesi’nden farklılaşan hükümler. Örneğin yenilik kapsamında tıbbi kullanımlara ilişkin düzenlemenin öngörülmemiş olması ve buluşa patent verilmesini engellemeyen açıklamalara ilişkin hükmün Avrupa Patent Sözleşmesi ve pek çok diğer ülkeden farklılaşması. Yanlış anlaşılmasın, söylemek istediğim Türk hukukunda hiçbir şekilde farklı düzenlemeler olamayacağı değil. Ancak bu konuda anlamakta güçlük çektiğim bir şey var. Avrupa Patent Sözleşmesi’ne Türkiye zaten üye ve bu patentler ülkemizin sınırları içinde geçerli. Dolayısıyla Sözleşme’ye göre patent verilebilen bir buluşa Türkiye içinde “izin vermeme” gibi bir olanağımız hukuken yok. Ulusal mevzuatımızı bu Sözleşme’den farklılaştırdığımızda sadece ulusal patent başvuruları açısından bir engel oluşturmuş oluyoruz. Bunun mantığını anlamakta güçlük çekiyorum. Bana biraz aldatıcı geliyor açıkçası. Yine grace period düzenlemesi pek çok riski barındırıyor. Bu hükme güvenerek patent başvurusunun ertelenmesi ya da yurt dışında zamanında başvuru yapılmaması farklı içerikli düzenlemeler nedeniyle hak kaybına neden olabilir. Burada da aslında avantajlı gibi görünen bir hüküm son günlerin popüler ifadesiyle “yalancı güven hissi” oluşturuyor.



EAK: Sınai mülkiyet haklarının idari ayağında yer alan bir kişi olarak TÜRKPATENT hakkındaki düşüncelerinizi merak ediyorum. Önceki adıyla Türk Patent Enstitüsü’nün kuruluş yılı olan 1994’ten bugüne kadar kat edilen yol hakkında ne düşünüyorsunuz? Ayrıca Kurul çalışanı olarak, Yeniden İnceleme ve Değerlendirme Kurulu (YİDK) kararları hakkındaki düşüncelerinizi öğrenmek istiyorum. Dinamik ve devamlı gelişen bir alanda çalışmak bizlerin de kendimizi geliştirmek için aksiyon almamıza sebep oluyor. Ancak, mevcut iş yükü altında zaman baskısı ve diğer bürokratik işler nedeniyle zorlandığımızı itiraf etmeliyim. Bu nedenle akademi gözünden bir idari kurum olan TÜRKPATENT’in bulunduğu konumu da merak ediyorum.

FÇ: Bence TÜRKPATENT kurulduğu günden bu yana çok aşama kaydetti. İnceleme ve araştırmalarını kendi uzmanlarıyla yapabiliyor. Çeşitli vesilelerle tanışma fırsatı bulduğum pek çok bilgili, eğitimli ve yetenekli uzmanı var. Kurum personelinin bu alanda eğitilmesine özel önem verildiğini biliyorum. Yurt dışındaki kurumlarla yapılan ortak çalışmalar da çok önemli. Şüphesiz başvuru sayılarının çokluğu zaman zaman uzmanların çalışma kapasitesi açısından sorun yaratabilir. Gerçi şu an itibariyle kişi başına ne kadar dosya düştüğünü bilemiyorum ama her kurumda olduğu gibi burada da iş yükü arttıkça çalışmanın hızlanmasına bağlı bazı aksaklıkların olması muhtemeldir diye düşünüyorum. Aynı şekilde YİDK’nın da önemli aşama kaydettiği kanaatindeyim. Kurul üyelerinin alanı takip etme ve kendilerini geliştirme çabalarına tanık oluyorum. Şüphesiz burada da iş yükü kaynaklı kapasite sorunları yaşanıyordur. Yine pek tabi, katıldığımız kararlar olduğu gibi katılmadıklarımız da olabiliyor. Ama bu çok doğal zaten. Katılmadığımız mahkeme kararları da oluyor. Önemli olan, alınan mesafedir bana kalırsa. Daha da iyi olacağına şüphem yok.



EAK: Türkiye’de Fikri Mülkiyet Hukuku alanına baktığımızda eserlerin genelde marka hukuku alanı ile ilgili olduğunu görmekteyiz. Telif hakları ve tasarım hukuku bakımından ilginin yahut katkının daha az olduğunu görmekteyiz. Siz, tasarım hukuku ile de ilgileniyor ve bu alana eserlerinizle katkı sağlıyorsunuz. Marka hukukunun aksine özellikle tasarım hukuku alanındaki bu eksikliğin sebebi hakkında ne düşünüyorsunuz?

FÇ: Bence aynı eksiklik patent ve faydalı model hukuku alanında da var. Yani aslında burada mesele tasarım hukukunda az yazılmasından ziyade, diğer alanlara oranla marka hukukunda daha çok yazılmasıyla ilgili gibi. Bunun nedeni ne olabilir diye düşündüğümde aklıma gelen iki nokta var. Marka hukukunun uygulamasının çok olması nedeniyle biraz uygulama bilgisi olan kişiler bunu değerlendirmek isteyerek bu alanda yazmak istiyor olabilirler. Bir de belki marka hukuku diğer alanlara göre kişilerin daha aşina oldukları, dolayısıyla daha kolay kavranabilir gördükleri bir alan olabilir. Mesela fikri mülkiyet hukuku alanıyla ilk kez tanışan birine bu alandaki kavramları sorsanız herhalde en doğru ya da en az hata ile tanımlayacağı kavram marka olur.



EAK: Türkiye’de fikri mülkiyet hukuku alanında akademinin katkılarını yeterli görüyor musunuz? Naçizane düşüncem bu alanla ilgilenen insanlardan özellikle özel sektörde çalışanların gerek uluslararası yargı kararlarını gerekse uluslararası ofis uygulamalarını daha fazla takip ettiğini veya en azından bu hususta daha çok yazıp çizdikleri yönünde. Sizin bu konudaki düşünceleriniz nelerdir?

FÇ: Her alanda olduğu gibi fikri mülkiyet hukuku alanında da çok değerli çalışmalar olduğu gibi, alana herhangi bir katkı sağlamayan çalışmalar da var. Ancak dürüst olmak gerekirse, akademik çalışmaların pek çoğu oldukça sınırlı etki yaratıyor. Şunu söylemek lazım, ülkemizde akademik çalışmaların niteliğinde özellikle son yıllarda önemli bir zayıflama var. Bunun nedeni üzerinde düşünmek gerekir. Aslında günümüzde kaynağa ulaşmak eskiye göre çok daha kolay. İnternet kaynakları ve veri tabanları oldukça fazla. Bizlerin yurt dışına gidip fotokopi çekmek zorunda olduğumuz pek çok kaynak şu an veri tabanlarında elimizin altında. Peki neden bu gelişmeye paralel olarak eser niteliğinde iyileşme olmuyor? Kendimi yanlış ifade etmek ya da kimseye haksızlık etmek istemem ama benim yıllardır öğrencilerle olan deneyimim, özellikle son yıllarda yüksek lisans ve doktora yapılmasının CV’de yer alması gereken bir şart olarak algılandığı yönünde. Mutlaka çok istekli, yetenekli ve çalışkan öğrencilerimiz de var tabi ki. Ama pek çok kişinin biraz yapmış olmak için lisansüstü programlara yazıldığına, derslere devamsızlık yaptığına, yapılması gereken araştırmalara pek de fazla zaman ayırmadığına sıklıkla tanık oluyoruz. Ben, akademik araştırmaya ilgi duymayan, merak etmeyen, emek vermeyen ve zaten bunlara değer de atfetmeyen kişilerin bu alana girmemelerinin daha doğru olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu iş, daha önce de söylediğim gibi merak ve emek işi. Herkesin yüksek lisans yapması şart değil, herkesin yüksek lisans tezinin yayımlanması hiçbir şekilde şart değil. Hatırlıyorum, bizler araştırma yaparken kitaplarda ya da makalelerde yazılanları mutlak doğru olarak kabul ederdik. Kastettiğim görüş farklılıkları değil, ama bir şey yayımlanmışsa onun içinde maddi bir hata olamazdı bize göre. Maalesef yıllar içinde geldiğimiz noktada, pek çok hata içeren, daha önceden yazılanların tekrarı niteliğinde, alana herhangi bir katkı sağlamayan yayınları görüyoruz. Bu gerçekten üzücü. Bence akademik bir yayın yapmak isteyen herkes, hangi unvana sahip olursa olsun, önce yazdığı şeyi neden yazdığını sormalı kendine. Farklı bir bakış açısı getirmediğimiz sürece yazdıklarımız maalesef bir tekrardan ibaret kalıyor. Şu bir gerçek, bir şeyi ilk kez yazmak, ya da bir soruna ilk kez bir çözüm getirmeye çalışmak zor. Bir kere risk alıyorsunuz. Ama risk alınmadan ve cesaret etmeden gelişme olmaz. Bilimsel alandaki gelişme de böyledir. Biri bir şey söyleyecek ki tartışılsın, onun üzerine yeni bir bilgi konulsun. Bu noktada çok değer verdiğim Prof. Dr. İsmail Kırca hocamın bir sözünü hatırlatmak isterim. “Bütün sorunları çözmek gerekmez. Bazen sorunu ortaya koymak da bir katkıdır.” der İsmail Hoca. Gerçekten doğru. Bazen cevabını bulamadığımız soruları sadece sormak da önemli olabilir tartışma ortamı açısından. Yeter ki yazdıklarımızı özenli bir araştırmaya dayandıralım, tespitlerimizi ya da farklı görüşlerimizi düzeyli bir akademik üslupla dile getirelim. Bu hepimizin uyması gerekli bir özen yükümü.



EAK: Özellikle hukuk fakültesi lisans öğrencilerine ve sektöre yeni girenlere tavsiyeleriniz nelerdir?

FÇ: Her yıl dönemin ilk dersinde öğrencilere dersimiz hakkında bilgi verirken biraz da üniversite eğitiminden ne beklemeleri gerektiği hakkında konuşurum. Aslında fakülte hayatı öğrencilerimiz için çok büyük bir fırsat. Hocalara ulaşabilmeleri ve onlardan mümkün olabildiği kadar çok şey öğrenebilmeleri için en güzel ortam. Ama birçoğunun ilk andaki hevesi yerini zamanla derse girmemeye ve sınavdan kısa süre önce çalışmaya bırakıyor. Çoğunlukla geçebilecek kadar not alabilmeyi yeterli görüyorlar. Yani biraz çabuk ilerlemeye yönelik ve sonuç odaklı bir bakış açısı var. Bu nedenle, geçerli not alındığı sürece eksikleri tamamlama yönünde bir motivasyonları olmuyor ve mezun olana kadar biriken bütün bu eksiklikler birer “bilgi açığı” olarak geri dönüyor. Akademik bilgi açısından mevcut bu açığın yanı sıra çoğu kez sosyal ve kişisel gelişim alanında da zaman biraz hoyratça harcanıyor. Dolayısıyla asıl onlara kazanç getirecek süreci kaçırıyorlar. Çok sevdiğim bir söz vardır “Aslolan yolculuğun kendisidir” diye. Pek çok öğrencimizin bu yolculuğu ıskaladığını gözlemliyorum. Evet sadece ders notu okuyup sınıf geçenler de vardır mutlaka. Ama zaten amaç bu olmamalı. Fakülte hayatı sadece bilgi almak için yaşanan bir süreç değil. Aynı zamanda karakterimizin şekillendiği, özel zevklerimizin, ilgi alanlarımızın da oluştuğu bir dönem. Ben öğrencilerime her zaman bu süreçte yapabilecekleri herşeyi yapmalarını, farklı ilgi alanlarına odaklanmalarını, özellikle de dil öğrenmelerini öneriyorum. Hızla geçen bu yıllar sonradan çok aranıyor gerçekten. Bir diğer tavsiyem, konulara bütünsel yaklaşma, kurumlar arasında bağlantılar kurarak analiz etme yeteneklerini geliştirmeleri. Bu nedenle her alanda bence önce resmin tamamını görebilmek lazım. Ağacın önce bütününü görüp sonra dallarındaki meyvelere ya da çiçeklere odaklanmalıyız. Ağacın gövdesini ve dalların birbirileriyle ilişkisini görmeden tek bir dala bakarak onu analiz edemeyiz. Bu nedenle herhangi bir alanda uzmanlaşmak istesek de, temel hukuk nosyonunu çok iyi almamız lazım. Bu açıdan borçlar hukuku bilgisi her alan için hayati öneme sahip. Onun dışında mesela marka hukuku çalışmak isteyen birinin önce fikri mülkiyetin ve haksız rekabet hukukunun temel esaslarını anlaması gerekir. Yani herhangi bir alanda öncelikle temel ilkelerin öğrenilmesi, bundan sonra derinleşilmesi lazım. Bu da düzenlemelerin amacını ve niteliğini anlamakla, konuları özümsemekle mümkün olur. Temeli sağlam kuramazsak üstüne koymaya çalıştıklarımızdan da beklediğimiz faydayı sağlayamayız. Özümsemediğimiz, anlamadığımız bir konuyu anlatamayız, kafamızın karışıklığı satırlarımıza yansır mutlaka. O nedenle yazmaya başlamadan önce çok okuyup önce konuyu anlamamız lazım. Tam özümsemeden panik halinde hızla yazmaya başladığımız satırlar, konuyu tam olarak anladığımız andan itibaren değişmeye, hatta silinmeye mahkûmdur. Bunu unutmamak lazım. Belki de hatırlatılması gereken en önemli hususlardan bir diğeri de hukukçunun ezbere konuşmaması gerektiği. Önce araştırıp öğrenmeli, sonra konuşmalıyız. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmamalıyız. Şüphesiz bu hepimiz için geçerli.



EAK: Pandemi, son bir yıldır hayatımızın merkezinde ve günlük yaşantımızı oldukça etkilemekte o nedenle bu konuda soru sormasam olmaz 🙂 Bu süreçte birçok kurum ve kuruluş evden çalışma sistemine geçti. Üniversiteler de bir yıldan fazladır kapalı. Bu süreçte yüz yüze ders vermeyi ve öğrencilerinizi özlediniz mi? Ayrıca, pandemi sürecini kişisel olarak nasıl yönettiğinizi merak ediyorum. Pandemiyi özellikle yeni eser üretimi ve kişisel gelişim bakımından fırsata çevirdiğinizi söyleyebilir misiniz?

FÇ: Pandemi 2020 yılının en kötü sürprizi oldu bizler için. En başta geçici sandığımız bu süreci pek çoğumuz evimizde ailemize zaman ayırabildiğimiz, bol bol ekmek ve pizza pişirdiğimiz bir dönem olarak gördük herhalde. Tek bir kelimeyle özetlemem gerekirse benim için bir “yavaşlama” dönemi oldu. Zamanla bu durumun uzaması ev ve iş hayatımızı yeniden yapılandırmamızı gerektirdi. Bütün kadınların ev düzeni ve yönetimi konusunda çok daha zor bir görev üstlendikleri herkesin malumu zaten. Toprak adında 10 yaşında bir oğlum var. Onun da benim de aynı anda online ders yapmamız bazı karışıklıklara neden olmadı değil. Ama idare ettik bir şekilde, ediyoruz. Online dersler pek bana hitap etmiyor açıkçası. Fiziksel ortamda öğrenciyle sinerji yaratmak önemli. Online derslerde böyle bir imkan yok. Hatta derse katılım çok düşük oluyor ve katılanlar da kameralarını açmamakta ısrarlı çoğu kez. O nedenle boşlukla konuşur hissine kapılıyor insan. Yüksek lisans derslerinde biraz daha interaktif olabiliyoruz ama yine de yeterli değil bence. Evet fiziken ders yapmayı gerçekten özledim. Oğlum da ancak birkaç hafta gidebildi okula. Tabi çocuklar için bu süreç çok daha zor. Eşimin de idari görevi olduğu için benim işlerimi çok ağırlıklı olarak evden yürütmem gerekti. Elif Hanım, ben yoğun şekilde konsantre olup çalışabilen bir insanım. Gün içindeki bölünmeler, yapılacak diğer işler ya da belirsizlikler benim konsantre olmamı güçleştirir. O nedenle pandemi sürecini akademik çalışma açısından fırsata çevirdiğimi söyleyemem. Bu açıdan, içinde bulunduğum şartlar ve sorumluluklarım nedeniyle daha çok “günü kurtarmaya çalıştığım” bir süreç yaşadım. Ancak bu dönem ev ve aile hayatı ile kişisel gelişim açısından gayet verimli geçti. Oğlum bebekliğinden beri sabahları 5’te uyanır. Biz de erkenciyiz o yüzden. Ama normal zamanda erkenden işe gitme telaşıyla sabah saatlerinin tadını çıkaramıyorduk. Pandemi sürecinde aslında çok sevdiğim sabah saatlerini hak ettiği huzurla yaşamaya başladım. Sabah gün ağarmadan kahve kokusuyla uyanmanın keyfi başka hiçbir şeyde yok inanın. Sıkı durun ama daha güzel bir keyif geliyor… Oğlumla birlikte gitar çalmak… Evet pandemiden önceki yıl başladığım gitar dersleri benim pandemi dönemindeki en büyük avantajım oldu. Bu işe kalkışırken ne bekliyordum bilemiyorum ama gerçekten bambaşka bir dünyaymış. Sanki kendimden bir parçayı kaybetmişim de yeniden bulmuşum gibi geliyor bazen. Ömrüm boyunca tekrar kaybetmek istemediğim bir parça. İtiraf etmeliyim, eşim Çelik’in teşviki olmasaydı bu kadar hızlı bir kararı girişime dönüştürmem kolay olmazdı. Girişimci ruhuyla yolumu açtı çok şükür. Sabah güne gitarla başlayıp o gün yaşanabilecek her türlü belirsizlik, ani karar ya da değişikliğe karşı psikolojimi korumaya çalıştım, çalışıyorum. Bu vesileyle gitar hocam Fırat Özaydın’a içten teşekkür ediyorum. İyi ki yolum kesişti dediğim bir diğer insan. Ömür boyu ondan öğreneceğim bir şeyler olacağına eminim. Tabi gitarla tanışıp İspanyolca’ya kayıtsız kalmak olmazdı. Bu arada bir de İspanyolca öğrenmeye başladım. Kısacası, pandemi dönemi benim açımdan biraz farklı alanlara yönelip iç huzurumu ve ruhumu beslemeye çalıştığım bir zaman dilimi oldu. Pandemiden kısa süre önce sahiplendiğimiz kedimiz Aida ile birlikte geçirdiğimiz zamanın da buna katkısını inkâr edemem. Meğer her evde bir kedi olması gerekiyormuş. Keşke daha önce farkına varsaymışız.



EAK: Türkiye’nin en geniş kapsamlı fikri mülkiyet bloğu olarak yazarlarımız ve sitemize katkı sağlayanlarımız ile birlikte güncel konu ve kararları okurlarımızla paylaşmaya çalışıyoruz. Sizin de IPR Gezgini okurları içerisinde yer alıp almadığınızı merak ediyorum. Sitemizin içerikleri ve alana yapmaya çalıştığı katkı hakkında konusunda görüşleriniz nelerdir? Öğrencilerinizi sitemizi takip etmeleri konusunda teşvik ediyor musunuz?

FÇ: Evet ben de IPR Gezgini okurları arasındayım. Sitenizi zevkle takip ediyorum. Farklı ortamlarda çeşitli vesilelerle dile getiriyorum, şimdi de tekrar edeyim. Bence IPR Gezgini fikri mülkiyet hukukuna çok önemli katkı sağlamakta. Her şeyden önce fikir başlı başına güzel. Ama biliyorsunuz pek çok parlak fikir uygulama aşamasında heba olup gidiyor. IPR Gezgini’ni farklı ve önemli kılan en önemli özelliklerinden biri, kurulduğu günden bu yana varlığını kesintisiz devam ettirebilmiş olması. Belki ilk kurulduğunda tahmin edemezdik bunu. Ama bunu başardı. Sırf bu bile takdire şayan. Bunun yanı sıra, hem konunun uzmanları hem de konuyu öğrenmeye çalışan kişilerin yararlanabileceği bir site. Günceli takip edebiliyorsunuz. Üstelik hukukçu olmayan kişilerin de okuyup anlayabileceği bir kaynak. Bu nedenle etki alanının oldukça geniş olduğunu düşünüyorum. Şahsen ben hem hukukçulara hem de hukukçu olmayan öğrencilerime öneriyorum sitenizi. Hatta geçen gün gitar hocama da önerdim. Farklı kesimlerden kişilere hitap edebilmesi çok önemli. Zira biliyorsunuz ciddi bir bilgi kirliliği var bu alanda. Bir de zaman zaman içeriklerde kullanılan özel kurgular, edebiyat ve tarih anlatıları bana çok keyif veriyor. Bu vesileyle, sitenin kurucusu Önder Erol ÜNSAL’a bir Mülkiyeli olması nedeniyle ayrıca gönül bağı hissettiğimi de belirteyim. Bu işin sevgiyle yapıldığı çok açık Elif Hanım, hepinizin emeğine sağlık…

EAK: Sizin gibi alana yetkin bir hocamızdan bunları duyduğumuz için onore olduk. Hem takip edildiğimizi bilmek hem de bu sözleri duymak tüm yazarlarımız ve katkı sağlayanlarımız için gerçekten oldukça motive edici olmuştur- kendi adıma öyle oldu diyebilirim. Nezaketiniz ve hoş sohbetiniz için tekrar teşekkür ederim.



Hocamıza söyleşi önerimizi kabul ettiği, nezaketi ve daha da önemlisi verdiği içten ve detaylı yanıtlar için çok teşekkür ediyoruz.

SÖYLEŞİYORUZ ilerleyen günlerde fikri mülkiyet camiamıza katkı veren diğer isimlerle devam edecek. Bizi takipte kalın!

IPR GEZGİNİ

Nisan 2021

iprgezgini@gmail.com

SÖYLEŞİYORUZ#II – Emekli Hakim ve Avukat FETHİ MERDİVAN Bizlerle!

IPR Gezgini Şubat ayından beri SÖYLEŞİYORUZ  adı altında fikri haklar camiamıza önemli katkı sağlamış isimlerle söyleşiler yapıyor malumunuz. Bu ayın SÖYLEŞİYORUZ konuğu emekli hakim ve şimdi avukatlık mesleğini icra eden Sn. Fethi MERDİVAN. Pandemi nedeniyle bu söyleşimiz de yüz yüze olamadı maalesef.

Fethi Bey’e bizimle söyleşmeyi kabul ettiği için teşekkür ediyoruz. İkinci söyleşimizi IPR Gezgini adına yazarlarımızdan Özlem FÜTMAN gerçekleştirdi.



1- Fethi Bey merhabalar. Pandeminin doğal sonucu olarak ilk sorumuz bu konuda olacak. Pandemi sizi ve çalışma hayatınızı nasıl etkiledi? Bu süreci nasıl geçirdiniz, geçiriyorsunuz? Bunu hem kişisel anlamda hem de mesleki açıdan soruyorum.

Benimle söyleşi yapmak istediğiniz için asıl ben sizlere teşekkür ediyorum. IPR Gezgini’ni ilk erişime açıldığı günden bu yana kesintisiz olarak takip ediyorum. Yayımlanan makale ve incelemelerle ilgili notlar alıyorum. Bazen de yorumlarda bulunuyorum. Hakimlik mesleğim sırasında sitede yayınlanan birçok karara, görevim gereği tesis ettiğim kararlarda yer vermiştim. IPR Gezgini’nin fikri mülkiyet haklarıyla ilgili olarak Türkiye’de çok önemli bir konumda olduğunu düşünüyorum. Zira kuralları evrensel nitelikte olan bu hukuk dalıyla ilgili olarak Dünya’nın değişik ülkelerindeki olaylarla ilgili Patent Kurumları veya Mahkemelerinde verilen önemli kararların, güncelliğini koruduğu bir zaman içerisinde, kısa ve özlü yorumlarla kamuya sunulması çok önemli bir katkı. Türkiye’de fikri mülkiyet hukuku ile ilgilenenlerin büyük çoğunlukla IPR Gezgini’ni takip ettiğinin emareleri ortada.

Pandemi, herkes gibi benim de hayatımı ve çalışmalarımı etkiledi elbette. Salgının ilk çıktığı andan itibaren fiziki ve dijital medyada yapılan yayınlarla hastalığın hızlı bir şekilde bulaştığının, virüse yakalanan insanların çok ciddi biçimde rahatsızlandığının ve bunlardan çok önemli bir kısmının hayatını kaybettiğinin yoğun biçimde haber yapılmasıyla, çok geçmeden bunun hafife alınır tarafı olmadığını fark ettim. Bu süreçte tanıdığım çok değerli bazı dostlarımız da hayatını kaybetti. Bu vesileyle tanıdığımız ve tanımadıklarımız da dahil olmak üzere hepsine rahmet diliyorum.

Pandemi başladıktan sonra, geçmişte olağan biçimde yaptığımız yürüyüş, bir pastanede oturup çay – kahve içme, ailenizle veya arkadaşlarınızla bir ortamda buluşup sohbet etme ve zaman geçirmenin ne büyük özgürlük olduğunu kısa bir zaman içinde herkes gibi ben de anladım. Dostlara telefonla sesli ve/veya görüntülü ulaşma dışında sosyal yaşamımı kısıtladım elbette. Ama insanoğlu her şarta, olumsuz da olsa bir şekilde alışıyor, fakat bu arada yaşamı, davranışları ve duygulanımları biraz değişiyor tabi. Yapılması gereken herhalde bunun geçici bir olumsuzluk olduğunu düşünüp, güzel günlerin gelmesini ve o günlere ulaştığımızda yapacaklarımızı umut etmek, bu vesile ile beden ve ruh sağlımızı korumak olmalı.

Ben sokağa çıkma yasağının olduğu günleri bir yana bırakırsak hemen her gün büromuza gittim. Zaten yavaşlamış olan adli süreçlerle ilgili yapılacak işlerim varsa onları yapmaya çalıştım. Hatta üç-beş kez şehir dışı seyahat gerçekleştirdim. Yoğunluğun azalmasından istifade ederek, daha önce edindiğim birçok makaleyi okudum; Yargıtay’ın son yıllarda tesis ettiği üç-dört yüzden fazla kararı okuyup tetkik ettim; henüz yayımlanmamış olmakla birlikte Yargıtay’ın kararlarının değerlendirildiği kısa birkaç makale hazırladım. Daha önce yayımlamış olduğumuz ve fakat şu anda piyasada olmayan Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu Yorumu isimli kitabın güncellemelerini tamamlamaya çalıştım. Meslek yaşamımın son 15 yıla yakınının sadece fikri mülkiyet hukukuyla ilgili olması nedeniyle uzak kaldığım şirketler hukuku, sözleşme hukuku gibi diğer hukuk dallarıyla ilgili çalışmalar yaptım, notlar çıkardım. IPR Gezgini’ni takip etmeyi sürdürdüm. Meslek dışı konularla ilgili olarak öteden beri zaten ilgimi çekmekte olan özellikle yakın tarihimizle ilgili kitapları okumaya devam ettim. Sizin aracılığınızla ifade etmek isterim ki, özellikle genç okurların Balkan Savaşları’ndan başlayarak 1.Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’nı konu edinen yakın Türkiye tarihine ait kitaplardan birkaçını okuduklarında, bize bu ülkenin ve milletin bir ferdi olmayı sağlayanların ne büyük bir iş yaptıklarını daha iyi anlayacaklarını düşünüyorum.

2- Bize biraz kendinizden bahseder misiniz lütfen. Fethi MERDİVAN  kimdir, nerede doğdu ve büyüdü, nasıl zaman geçirmeyi sever, kişisel zevkleri nelerdir ve sizi en çok etkileyen kişi kimdir?

Bir insan kendini en doğru biçimde kolay olarak tanıtabilir mi bundan emin değilim. Şöyle başlayabilirim. 1967 yılı Zonguldak ilinin Devrek ilçesi doğumluyum. İsminden hemen anlaşılabileceği üzere şehrimiz taş kömürü madeniyle meşhur. Bunun yanında Almanya’ya işçi göçünün en yoğun olduğu bir yer. Bu günden geriye doğru bakınca, bu nedenle olsa gerek o tarihlerde eğitime fazla önem verilmemiş olduğunu söylemek mümkün. Dün gibi hatırlıyorum köyümüzde eski bir evin zemin katında bulunan üç odayı ilkokul yapmışlardı. O ilkokula yalnız başıma gittim ve sınıfta bir sıraya oturdum, öğretmen beni görünce “yarın nüfus cüzdanını getir” dedi ve böylece ilk öğrenime başlamış oldum. Köyümüzde ortaokul-lise yoktu. Yaşadığım köye 10 kilometre uzaktaki Devrek’te bulunan Devrek Lisesi’ne kaydoldum. Hepsini saygıyla andığım öğretmenlerimizin de özverili katkılarıyla güzel bir eğitim ve öğretim aldıktan sonra 1984 yılında mezun oldum. Bizim zamanımızda üniversite sınavına girerken fen ve sosyal bilimler ayrımı yoktu. Sınava tüm bölümlerden girilir, tercihler fen ve sosyal bilimlere ait her bölümden yapılabilirdi. Ben de lise matematik bölümü mezunu olmama rağmen, sisteme uygun olarak fen bölümünden Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, sosyal bölümden Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni tercih etmiştim. Nasip hukuk fakültesi oldu. Aynı yıl Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kaydoldum. 1988 yılında da dereceyle mezun oldum.

Belirtmeliyim ki ailemi çok seviyorum. Onlarla birlikte vakit geçirmek benim için çok önemli ve kıymetli. Bunun yanında okuyarak, seyahat ederek, müzik dinleyerek zaman geçirmek beni mutlu ediyor. Önceki yıllarda daha çok okurdum. Her hafta eşimin benim için seçip aldığı bir kitabı okurdum.  O da hemen yenisini verirdi. Son zamanlarda biraz seyreldi. Bunun yanında hatırlıyorum daha mesleğe başlamadan, uygulamaya dönük olarak yazılmış kadastro ve gayrimenkul hukukundan, sigorta, ticari senetler ve şirketler hukukuna; aile hukukundan ceza hukukuna kadar tuğla gibi içleri Yargıtay kararlarıyla dolu onlarca kitabı okuyup notlar almıştım. O zamanlarda, şimdiki gibi mevzuata ulaşmak kolay değildi, bu nedenle Başbakanlığın 15-20 ciltlik resmi yayını olan Kanunlar külliyatını bile edinip abone olmuştum. Şu an dijital ortamda bir tıkla istediğiniz kanunun en son haline veya Yargı kararına ulaşmak çok kolay. Şimdi eskisi kadar olmasa da, yeni nesil gençlerimize göre hatırı sayılır sayıda kitap ve makale okuduğumu söyleyebilirim.

Belki birçok insana tuhaf gelecektir, ben özellikle yakın geçmişte yıkılmaz olduğu düşünülen ve evrensel insan haklarına yönelik her türlü müdahaleyi meşru gören Doğu Almanya, Macaristan, Çekoslovakya (Çekya ve Slovakya), Bulgaristan… gibi ülkelerin, eski yönetici lider kadrolarının, ülkelerinin sistemlerinin değişmesinden sonraki akıbetleri ve demokrasiye uyumlarıyla ilgili tarihi metinleri araştırıp okumayı da seviyorum.

Beni en çok şu kişi etkilemiştir demek kolay değil. Elbette birçok insandan etkilendim. Bunlar ismini şu an belirtmesem de öğretmenim, üniversitedeki hocam, arkadaşım, meslektaşım… Herkes iyi insan olma arzu ve iddiasındadır, öyledir de. Lakin hayatı sizinle kesişmiş insanlarda başkalarını veya sizi etkiyecek vasıflar, genel olarak istisnai ve değişiktir. Başkalarına etki edecek vasıflar, bazılarında çalışkanlık, üretkenlik, vatanperverlik; bazılarında ise inanç, merhamet, sadakat, insan ve doğa sevgisi gibi insani değerlerdir. Fakat belirtilmelidir ki, yok edilmek üzere olan bir halktan yeniden bir millet var eden büyük önder Mustafa Kemal Atatürk herkes gibi, beni de etkileyen birinci kişidir.

3- Hakim olmayı nasıl seçtiniz? Nerelerde Hakimlik yaptınız? Ne zaman Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesi (FSHHM) Hakimliği pozisyonuna atandınız? FSHHM hakimliği ile önceki hakimlik görevlerini karşılaştırmanız istense neler anlatabilirsiniz bize? 

Biraz önce ifade ettiğim gibi, küçük bir köy ve ilçedeki yaşam ve öğrenimden sonra Ankara’daki Hukuk Fakültesini bitirdim. O zamana kadar yaşadığım çevredeki meslekler, ilçede görev yapanlara bakılarak öğrenilebiliyordu. Küçük bir ilçede yüksek öğrenim almış kimler görev yapar: Kaymakam, hakim, savcı, jandarma teğmeni, emniyet komiseri, hükümet tabibi, öğretmen… Bir ilçede yaşarken hukuk fakültesini bitirdiyseniz, hakim veya savcı olma düşünceniz doğal olarak oluşuyor. Ben de öyle düşünerek hakimlik mesleğini seçtim. Yazılı sınavı geçtikten sonra iki yıl staj yaptım ve staj sonu sınavı birincilikle kazandıktan sonra mesleğe başladım. 1993 yılında dönem birincisi olarak zamanın Anayasa Mahkemesi ve Adalet Bakanının da katıldığı kur’a töreninde bir konuşma yapma fırsatı verilmişti. Geçenlerde eski bir kitabı karıştırırken bulduğum daktilo ile yazdığım metinden oluşan 5 dakikalık konuşmam “Yargı bağımsız olmalıdır” temasıyla örülüydü. Kur’a ile Perşembe (Ordu) Hakimliğine atandım. İyi ki oraya atanmışım, eşimle orada tanışıp evlendim. Ardından Ergani (Diyarbakır) Hakimliği yaptım. Sonra Adalet Müfettişliği ve Bakanlık Tetkik Hakimliği görevlerinde bulundum.

2003 yılında Ankara Hakimliğine atandım. Bir süre sonra çalışacağım mahkeme belli oldu: Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesi. Ankara’da ilk defa kurulmuştu. Mahkeme kağıt üzerinde vardı, ama fiziki olarak bulunduğu bir yer yoktu. Sonra fikri mülkiyete büyük katkıları olan Serdar ARIKAN ve Levent YAVUZ’la birlikte hukuk mahkemesini faaliyete geçirdik; eş zamanlı olarak Türkay ALICA da Fikri ve Sınai Haklar Ceza Mahkemesinin kuruluşunu sağlamıştı. Şu anda ben dahil anılan kişilerin hiçbiri meslekte değil.

Hakimlik görevlerim ilçelerde oldu. Fakat Adalet Müfettişliği görevim vesilesiyle Ankara, İzmir ve İstanbul dahil Anadolu’nun dört bir yanındaki adliyeleri görme ve işlerini tetkik etme fırsatım oldu. O tarihlerde adliyeler ve buralarda görev yapanlar biraz daha kapalı şartlarda çalışıyorlardı. Dijital ortamlara erişim ve meslekle ilgili toplantılar çok sınırlıydı. Yargıtay Kararları Dergisi’ni takip etmeyi veya görev yaptığınız mahkemenin konusuyla ilgili Yargıtay’da görev yapan üye veya tetkik hakimi tarafından yazılmış bir kitaba sahip olmayı mesleği iyi bir şekilde yapmak için yeterli zannetmekteydik. Bu düşünceye sahip olmanın mantıklı dayanakları da vardı, zira kararlarına katı bir şekilde bağlı olan bir Yargıtay içtihadına aykırı karar verirseniz sizin için iyi olmazdı; anılan kararları takip eder ve onlara uygun kararlar verirseniz iyi hakim olurdunuz.

Ben Ankara’da 15 yıla yakın kesintisiz Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesi hakimliği yaptım. Bu mahkemede göreve başlamamla birlikte yabancı ve yerli bilim insanları ve yabancı ülke mahkemelerinde görev yapmış hakimlerin katılımıyla birçok toplantıya katıldım. Şu andaki kadar çok yayın olmasa da fikri mülkiyetle ilgili birçok yayını okudum. Anladım ki, bu hukuk dalı, sadece geçmişteki yargı kararlarını takip etmekle yürümüyor. Sizin karşılaştığınız birçok hukuki sorun, başka ülkelerde yıllar önce çözülmüş ve yargı kararlarına bağlanmış. Aynı uyuşmazlıkla ilgili bizim ülkemizde yargı süreci devam ederken, başka ülkelerde de eş zamanlı devam ediyor. Bunun da ötesinde Avrupa Birliği gibi dünyanın en gelişmiş ülkelerinin bulunduğu toplulukta topluluk hukukunun ne olduğunu ortaya koyan bir mahkeme var ve bu konularla ilgili kararlar tesis ediyor. Elbette ki ülkemizde, fikri mülkiyet hukukuyla birlikte diğer hukuk dallarıyla ilgili olarak da gelişmeler yaşandı. Fakat bana göre hiçbirisi, fikri mülkiyet hukuku kadar diğer ülke veya birlik kararlarıyla etkileşim içinde olmadı. Bern Sözleşmesi, Paris Sözleşmesi, TRIPS, Roma Sözleşmesi gibi uluslararası anlaşmalar ile Avrupa Birliği Yönerge ve Tüzüklerinden oluşan fikri mülkiyete ilişkin mevzuatın tüm dünyada aynı içerikte olması bunda en etkili unsur olsa gerek. Dolayısıyla daha önceki görevlerim ile fikri ve sınai haklar mahkemesindeki görevim farklı oldu diyebilirim.         

 4- Türkiye KHK’ler döneminden yani 1995’ten başlayarak fikri haklar alanında önemli yol aldı, gelişme fikri mülkiyetin özellikle sınai haklar alanında yoğunlaştı ve 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu’nun kabul edilmesi de önemli yol taşlarından birisi oldu. Siz alanın tecrübeli isimlerinden birisi olarak geçilen yolu nasıl görüyorsunuz? Sizce Türkiye iyi yol aldı mı bu süreçte?

Ülkemizde 1995 yılına kadar Patent ve Marka ile ilgili bir mevzuat vardı. Fakat bunların dünyadaki gelişmelerin gerisinde kaldıkları açıktı. Bunun yanında fikri haklarla ilgili uyuşmazlıklar da çok azdı. Doğal olarak içtihat hukuku da kısıtlıydı. 1995 yılında sınai haklarla ilgili KHK’lar yürürlüğe konuldu. Yine 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nda geniş çaplı değişiklikler yapıldı. Bu gelişmeyle aslında fikri mülkiyetle ilgili olarak öncekinden bambaşka bir hukuki yapı ortaya çıktı. Mevzuat yenilemesi için bu çok önemli bir gelişmeydi. Fakat mevzuatı yenilemeniz, hemencecik bu alanla ilgili çok iyi bir uygulamaya geçtiğiniz anlamına gelmez. Bugünden geriye baktığımda özellikle yargı kurumlarının, yeni mevzuata kendini uydurmayla ilgili biraz sorun yaşamış olduğunu söylemek abartı olmaz. Buna karşın 1995 yılında kurulan (o zamanki adı) Türk Patent Enstitüsü ve eskiden beri faaliyette olan Kültür Bakanlığı’nın Telif Hakları Genel Müdürlüğü’nün kendini yeni mevzuata biraz daha çabuk uyarladığını da söylemek lazım. Bu iki kurum zaten geçmişten gelen tecrübe ve bilgi birikimiyle, yeni mevzuatın taslaklarını hazırlamanın da verdiği avantajla fikri mülkiyet hukukunun gelişmesine önemli biçimde katkı sağlamaya başladılar ve devam eden süreçte de bunu sürekli yükselen bir kaliteyle pekiştirdikleri anlaşılmaktadır. Halen de iki kurum fikri mülkiyet haklarıyla ilgili olarak adeta lokomotif görevi ifa etmektedirler.

Yargı kurumu ise, 1995-2001 yılları arasında diğer kurumlardaki gelişmelere göre bu konuda biraz geç kalmıştır. Fakat anılan tarihten sonra yargı kurumunun da yeni beliren duruma göre pozisyonunu gözden geçirmek istediği ve bunun için çalışmalar yaptığını görmekteyiz. Bu amaçla 8 hakim 1 yıl süreyle yurt dışına eğitime gönderilerek, ülkeye dönüşlerinde sadece fikri mülkiyete ilişkin uyuşmazlıklara bakmakla görevli yargı kurumlarında çalışmaya başlamış, mahkemelerin kurulmasından sonra bilgi ve tecrübe paylaşımı amaçlı, yabancı uzmanların da katılımıyla bilimsel içerikli birçok toplantı, seminer, konferans… adına ne derseniz yapılmıştır.

Ben tam da bu sırada 2003 yılında FSHHM’de çalışmaya başladım. Fakat beraber çalıştığım arkadaşlarla birlikte, 1995 yılında fikri mülkiyete ilişkin olarak ülkede çok köklü bir mevzuat yenilemesi yapılmış olmasına karşın, eski mevzuata uygun olarak verilmiş ve yerleşik hale gelmiş kararların, niteliğine uygun düşmeyecek biçimde halen yeni dönemdeki uyuşmazlıklar için uygulanmakta olduğunu gördüm. Bunları detaylandırmak mümkün, fakat bu söyleşinin içeriğine uygun olmayacaktır. Fakat 2003 yılından sonra ilk derece mahkemeleri ve Yargıtay karşılıklı etkileşim içerisinde süratle kararlarını gözden geçirmişler ve yeni duruma uygun kararlar tesis etmeye başlamışlardır. Bu yenilenme her yıl yükselen bir ivmeyle devam etmiştir. Bu şekilde yargı kurumu, fikri mülkiyetle ilgili diğer kurumların müktesebatına yetişmiştir. Ama gerek kurumlar ve gerekse yargı bakımından, Avrupa Birliği kurumları ve yargı kararlarına göre alınacak daha fazla yol olduğunu söylemekte zorunludur.  

2017 yılında sınai mülkiyete ilişkin KHK’lar yürürlükten kaldırılarak 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu (SMK) yürürlüğe konulmuştur. Elbette yalnız başına KHK’lardan bir kanuna geçmek bile büyük bir başarı ve adımdır. Fakat SMK yasalaşmadan önce bu şekilde söylemek uygunsa biraz daha pişirilse iyi olurdu gibi. Nedenlerini burada ayrıntılandırmaya gerek yok. Bununla birlikte SMK çok önemli yenilikler getirdi. Bu kanunla birlikte, sınai mülkiyet uygulamamızın, AB ilerleme raporlarında yer alan adına ne derseniz eksiklik, eleştiri veya olumsuz değerlendirmelerden kurtulacağını umut ediyoruz. Ben şu ana kadar SMK’nın getirdiği yeniliklere temas eden çok fazla Yargıtay kararına rastlamadım. Ancak Yargıtay’ın SMK’nın yürürlüğe girmesinden sonra tesis ettiği bir karar var ki, bu çok önemli. Yargıtay, kullanma yükümüne ilişkin SMK’nın yürürlükten kaldırdığı mülga 556 sayılı KHK’nın 14.maddesi hükmünün Anayasa Mahkemesi’nin 14.12.2016 gün ve E.2016/148, K.2016/189 sayılı kararıyla iptal edilmiş olması nedeniyle SMK’nın 9. maddesinin 10.01.2022 tarihine kadar uygulanamayacağı ve markaların iptaline karar verilemeyeceğini ilişkin bir kısım yazarlar tarafından savunulan görüşleri benimsememiş, SMK m.9 hükmüne dayalı olarak 10.07.2017 tarihinde açılan dava sonucu tesis edilen kullanmama nedeniyle marka iptaline ilişkin yerel mahkeme kararını, kanun koyucunun amacının sicili kullanılmayan markalardan arındırmak olduğu, 556 sayılı KHK m.14 hükmünün iptali ile doğan boşluğun amaçsal yorumla doldurulmasının gerektiği, amacın SMK m.9,26 hükmünün geçmişte tescil edilen markaları da içerdiği ve derhal uygulanması gerektiğini belirterek onamak suretiyle Türk Marka Hukukunu büyük bir kaosun içine düşmekten kurtarmıştır. Bu kararla Yargıtay, gelecek günlerde SMK’nın getirdiği yeniliklere uygun yeni kararlar vereceğine ilişkin umutları fazlasıyla güçlendirmiştir.  

Fakat uzun yıllardır müşahede ettiğim önemli bir sorun veya konuyu özellikle belirtmek istiyorum. Türk yargısı olarak marka hukukundaki karıştırma ihtimali değerlendirmemizi ortalama tüketiciden daha alt seviyede kalan bir tüketiciye göre yapmaktayız. Bu nedenle gerçekte birbiriyle karıştırılması mümkün olmayan markaları, karıştırma ihtimali gerekçesiyle kolayca hükümsüz kılıyoruz. Bunun gerek ticari hayatta ve gerekse sorumluluk hukuku bakımından çok ciddi olumsuz sonuçları bulunmaktadır. Geçmişteki “tescilli markanın kullanımının hukuka aykırılığı iddia edilemez” şeklindeki yanılgılı değerlendirme ürünü içtihat hukuku, bu hatalı karıştırma ihtimali değerlendirmesinin olumsuz sonuçlarını, başka bazı haksızlıkları da bünyesinde barındırmakla birlikte, bir nevi örtüyor veya perdeliyordu. Fakat SMK “tescilli markanın kullanımının hukuka aykırılığı iddia edilemez” önermesini reddetmektedir. Bu sebeple gecikilmeden karıştırma ihtimali değerlendirmesini, olması gereken yere getirmek elzem bir görev olarak görünmektedir. Türk yargısının bunu başaracağına yönelik inancım bulunmaktadır.

Yine telif haklarıyla ilgili olarak da öncelikli olarak, umuma açık mahallerde kullanılan eser, icra ve yapımlardan izin alınması gereken hak sahipleri ile kendilerine makul bedel ödenecek hak sahiplerinin sorununun, adil ve kalıcı bir şekilde çözüme kavuşturulmasını temin edecek, FSEK’e de uygun düşecek bir içtihat oluşturulması gereği apaçık ortada durmaktadır.

Elbette Türkiye, gerek idari kurumlarıyla gerekse yargı kurumuyla fikri ve sınai hakların korunması bakımından çok önemli yol almıştır. Fakat bu asla yeterli kabul olunmamalıdır. Benzer olaylarla ilgili, aynı mevzuata sahip ülke ve AB kurumlarının kararları da gözetilerek, sürekli biçimde yenilenme ve değişim ihtiyacı hep olacaktır.      

5- Geçmişten bugüne Fikri Mülkiyet alanında birçok konuda farklılaşma olduğu ortada. Ancak hala kat etmemiz gereken bir yol olduğu da açık bence. Sizce fikri haklar eko-sistemimizdeki olumsuz yönler olarak niteleyebileceğiniz durumlar mevcut mu ve eğer varsa, mevzuat alanındaki eksiklikler de dahil olmak üzere, bunları nasıl özetlersiniz? Sizce sistemin nerelerinde iyileştirme gerekiyor, nereleri iyi çalışıyor?

Söylediğiniz çok doğru. Geçmişten bugüne özellikle de son yıllarda Fikri Mülkiyet alanında gerek mevzuat ve uygulama ve gerekse anlayış olarak öncekilerden önemli ölçüde ve olumlu yönde farklılaşma olduğu açıktır. Bunda patent ve marka vekilleri, Türk Patent ve Marka Kurumu, Telif Hakları Genel Müdürlüğü, barolar, üniversiteler, avukatlar ile yargı kurumlarının katkısı olduğu açık. Fikri mülkiyet sistemi tüm yönleriyle işlerse ancak o zaman bir anlam kazanabilir. Biraz önce belirttiğim üzere Yargıtay ve Bölge Adliye Mahkemeleri ile İlk Derece Mahkemelerinin yeni hükümleri uyumu kısa zamanda sağlayacağını ve getirilen düzenlemelere uygun içtihatlar geliştireceğini düşünüyorum. Fakat bununla birlikte yapılması gereken, fikri mülkiyete ilişkin uyuşmazlıklarla ilgili yargılamaların kısa zamanda içerisinde sonuçlanması, yargılama içindeki veya öncesindeki delil tespiti ve ihtiyati tedbir istemlerinin makul süre içerisinde sonuçlandırılması ve bunlarla ilgili kararlar tesis edilirken, tescilin hak sahipliği konusunda hukuki olarak güçlü bir karine yarattığı ile taklitçilerin mütecaviz konumunda olduğu gözetilerek, haklılığını kesine yakın olarak zaten ispat etmiş olan tescilli sınai hak sahiplerine, işin niteliği ile bağdaşmayacak oranda külfetler yüklenmemesine dikkat olunmalıdır.

Biliyoruz ki SMK markaların kullanımına çok önem vermektedir. Kullanılan veya bu amaçla tescil edilen markaların kullanılması; kullanılmayan markaların korunmaması sistemin özü haline getirilmiştir. Fakat şaşırtıcı biçimde SMK, m.5/1-ç hükmüyle, belirtilen amaç ve felsefesi ile bağdaşmayacak biçimde, kullanılıp kullanılmadığına bakılmaksızın bazı markaları resen koruma yoluna seçmiştir. Bu bana göre çok ciddi bir çelişkidir. Marka sahibinin bile koruması mümkün olmayan kullanılmayan markanın aynısı veya benzerinin kurum tarafından korunması gereksiz ve SMK’nın sistemine aykırıdır. Bu değerlendirmeye karşılık olarak SMK m.5/1-ç hükmünün sadece aynı veya ayırt edilemeyecek markalar için TÜRKPATENT’e resen ret yetkisi verdiği, aynı iki markanın tescilinin kamu düzenine aykırı olduğuna ilişkin görüşler dile getirilmektedir. İyi de marka sahibi markasının aynısının başkası tarafından tesciline muvafakat vermek suretiyle kamu düzenine aykırılığı nasıl ortadan kaldırabiliyor. Bu hükmün korunması için yeni mantık manzumeleri tesis etmeye çalışmak gereksiz. Kanımca bu hüküm kaldırılmalıdır.

Yine tasarım ile patent ile faydalı model konusu buluşun yeni olup olmadığının yargılama aşamasında resen araştırılmasına ilişkin uygulamanın terk edilmesi de zorunlu. Çünkü tasarım ve patent/fmb’nin yeni olup olmaması maddi hukukun konusu, oysa yargılama hukuku bakımında delillerin taraflarca getirilmesi gerekli. Dolayısıyla tescilli bir tasarım veya patent/fmb’nin yeni olmadığını iddia eden kişi, bunun kanıtını ortaya koymalıdır. Açılmış bir davada kanıt yeterli görülmeyebilir, ama bu belgenin mutlak yeni olduğunu göstermez. Yeni bir delil ortaya çıktığından yeni vakıalara dayalı olarak yeniden hükümsüzlük elbette istenebilir.

Sistemsel olarak SMK ve telif hukuku sistemine aykırı ve sorun yaratan birçok  uygulama daha var. Fakat hepsini burada belirtmek zor. Fakat sizin de söylediğiniz gibi gerek mevzuat ve gerekse uygulama olarak hala kat etmemiz gereken bir yol olduğu muhakkak. Sistemin aktörlerinin de bu sorunları aşmak için gayret içinde oldukları da bilinmektedir.

6- Yıllarca FSHHM’lerinde Hakimlik mesleğini icra etmiş birisi olarak hakimlikle ilgili olarak “şu şöyle olsa daha iyi olur aslında” dediğiniz bir nokta var mı?

Benim kanaatimce bir insanın bilgi, görgü ve hoşgörü seviyesi ile olayları geniş bir açıdan değerlendirebilecek duruma gelmesi uzun yıllar alıyor. Hakimlik için bu vasıflar çok önemli. Türkiye’de bir kişi 24-25 yaşında hakim olabiliyor. Ben de aynı yaşlarda hakim olarak atanmıştım. Öğrencilikten henüz yeni çıkmış bir genç insan, hakim olarak atandıktan sonra kişilik ve mesleki bilgi bakımından kendisini geliştirip olgunlaştırmaya çalışıyor. Bu sırada hep gözlemleme, emsal alma ve bir yol oluşturmayla uğraşıyor. Bu çabalarıyla aslında 8-10 yıl sonra gerçek anlamda bir hakim oluyor. Bundan dolayıdır ki, hakimliğin insani ve mesleki müktesebatın önemli bir birikimin oluştuğu, biraz daha ileri yaşlarda başlayacağı bir sisteme geçilmesinin gerekli olacağını düşünüyorum.       

7- FSHHM’deki Hakimliğiniz süresince sizi gülümseten olaylarla karşılaştığınızı tahmin ediyorum. Bir tanesini paylaşır mısınız?

Gülümsetmekten de öte bir an yaşanmıştı elbette. Geçmiş günü hatırladığım kadarıyla anlatacağım. Davacı “SILENCE” ibaresinin “elektrikli ev ve mutfak aletleri” ürünleri için marka olarak tescili için yaptığı başvurunun TÜRKPATENT tarafından tanımlayıcı olduğu gerekçesiyle reddi kararının iptali için dava açmıştı. Davacı vekili, biraz önce andığım Ankara Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesinin kurucu hakimlerinden olan Serdar Arıkan. Davalı vekili bir hanımefendi. Duruşmaya başladık, her iki taraf vekili hazır. Mahkeme salonunda, çoğunluğu hanımlardan oluşan ve bir an evvel duruşma sırasının kendilerine gelmesini bekleyen, uykusuz ve yorgun görünen birçok avukat arkadaşımız beklemekte. Davacı vekiline “genel olarak gürültülü çalıştığı bilinen elektrikli mutfak cihazları için SILENCE ibaresi bir anlam ifade eder mi” diye sordum. Cevaben “sessizlik anlamına gelen SILENCE ibaresi ev kadınları için çok önemli bir vasıf olmasına karşın, başvuru konusu ürünler için asla tanımlayıcı değildir” şeklinde bir cevap verdi. Bununla birlikte salonda bekleyen herkesi bir gülme tuttu, ara vermek zorunda kaldık. Davanın sonucunu sormayın.

8- IPR Gezgini’nin iyi bir takipçisi olduğunuzu biliyor ve bunun için size çok teşekkür ediyoruz. Sizce sitenin Türkiye’de fikri haklar alanına etkileri, olumlu veya olumsuz boyutlarıyla, ne yönde? Alana daha fazla katkı sağlamak için bizlere öneri veya tavsiyeleriniz olur mu?

Evet, IPR Gezgini’nin iyi bir takipçisi sayılırım. Paylaşımlara sadece birkaç yorum yaptım, ama bazen yazarlara konuyla ilgili görüşlerimi ilettiğim ve Türk Mahkemelerinin geçmişte benzer konuyla ilgili verdiği kararları karşılaştırmaları için gönderdiğim de olmakta.

Gerçekleştirdiğiniz ufuk açıcı ve özverili çalışma için ben IPR Gezgini ve yazarlarına teşekkür ederim.

Yapılan yayın veya paylaşımlardan ben şu ana kadar fikri mülkiyet hukukuna yönelik olumsuz bir durumla karşılaşmadım. Gerek içerik, gerekse üslup yönünden olumlu etkiler açık. IPR Gezgini’nin sadece bu seviyede faaliyetlerine devam etmesi bile çok önemli katkı sağlamakta. Ki, içerik her geçen gün daha da zenginleşmekte, dolayısıyla yararlanmaya sağlanan imkan da artmakta. Tavsiye verebilecek konumda mıyım bilmiyorum. Pandeminin sona ermesinden sonra, belli konularla ilgili olarak seminer, konferans veya yuvarlak masa toplantılarıyla fayda zenginliği daha da artırılabilir diyorum.   



SÖYLEŞİYORUZ ilerleyen günlerde fikri mülkiyet camiamıza katkı veren diğer isimlerle devam edecek. Bizi takipte kalın!

IPR GEZGİNİ

Mart 2021

iprgezgini@gmail.com

    

SÖYLEŞİYORUZ#II – 18 Mart’ta Sizlerle – Konuğumuz Emekli Hakim ve Avukat FETHİ MERDİVAN

IPR Gezgini’nin Türkiye’de fikri haklar alanına katkı vermiş önemli isimlerle söyleşileri devam ediyor.

SÖYLEŞİYORUZ’un Mart ayı konuğu Emekli Hakim & Avukat Fethi MERDİVAN olacak. Fethi MERDİVAN’ın, IPR Gezgini adına Özlem FÜTMAN’ın yönelttiği soruları yanıtladığı söyleşiyi yarın (18 Mart) sitede okuyabilirsiniz.

Fethi Bey’e sorularımıza verdiği içten ve keyifli yanıtlar için bir kez daha teşekkür ediyor ve tüm okurlarımızı söyleşiyi okumak için 18 Mart 2021 günü IPR Gezgini’ne davet ediyoruz.

IPR Gezgini

Mart 2021

iprgezgini@gmail.com

SÖYLEŞİYORUZ – I: Av. Dr. REMZİ TAMER PEKDİNÇER Bizlerle!

IPR Gezgini bu aydan itibaren fikri haklar camiamıza önemli katkı sağlamış isimlerle SÖYLEŞİYORUZ başlığı altında sohbetlere başlıyor. Ayda bir söyleşi olarak planladığımız faaliyetimizde, IPR Gezgini adına bir yazarımız konuğumuza sorular yöneltecek ve onun yanıtlarını sizlerle paylaşacağız.

Konuklarımıza yönelteceğimiz sorular, fikri haklar alanında yoğunlaşacak, ancak bununla sınırlı kalmayacak, konuklarımızı hem daha yakından tanımak hem de okuyucularımıza tanıtmak amacıyla kişisel sorular da yönelteceğiz.

Pandemi nedeniyle söyleşilerimizi başlangıçta yüz yüze gerçekleştiremeyeceğiz, gelecek aylarda bunu değiştirebilmeyi umuyoruz.

İlk konuğumuz, Türkiye’de fikri haklar alanında çalışan herkesin ismine aşina olduğu Avukat Dr. Remzi Tamer PEKDİNÇER.

Bu görsel boş bir alt niteliğe sahip; dosya adı 1-108-1024x683.jpg

Tamer Hocamızın akademik yönü, fikri haklar alanına eserleriyle yaptığı katkı, fikri ve sınai haklar mahkemeleri için yazdığı sayısız bilirkişi raporu ve tüm bunlara ilaveten yaklaşık iki yıldır yürüttüğü İstanbul Barosu Fikri ve Sınai Haklar Komisyonu Başkanlığı görevi, bir diğer deyişle fikri haklar alanına çok yönlü katkısı ilk söyleşiyi onunla yapma isteğimizi belirginleştirdi. Kendisi de bizi kırmadı ve teklifimizi kabul etti. Kendisine bizi geri çevirmediği için bir kez daha teşekkür ediyoruz. İlk sohbetimizde IPR Gezgini adına soruları site kurucusu ve yazarı Önder Erol ÜNSAL yöneltecek.

Turuncu renkli ve başında IG yazan kısımlar IPR Gezgini’nin soruları; mavi renkli ve TP ile başlayan kısımlar ise Tamer Hocamızın yanıtlarıdır. Şimdiden keyifli bir okuma diliyoruz.



IG: Tamer Hocam, görüşmemizin sohbet havasında geçmesini arzuluyor ve bu nedenle de yüz yüze yapmak istiyorduk, ama malum pandemi koşullarında bunu yapmak mümkün olmadı maalesef. Dolayısıyla da, kaçınılmaz biçimde ilk sorumuz pandeminin sizin hayatınıza etkisi ekseninde olacak.

Pandemi sizi ve çalışma hayatınızı ne yönde etkiledi? Birçok kişi pandemiyi daha fazla okuma ve üretme fırsatına çevirdiğini söylüyor, kendi adıma bunu söylemem mümkün değil, çünkü odaklanma güçlüğü ve yılgınlık yaşayanlardanım. Siz bu dönemi nasıl geçiyorsunuz? 

TP: Öncelikle sözlerime başta siz olmak üzere bütün IPR Gezgini ekibine göstermiş olduğunuz ilgi için teşekkür ederek başlamak istiyorum.

Pandemi sürecinin başlangıcında olayın ciddiyetini ve ne kadar süreceğini tahmin etmemiz mümkün değildi. Yurtdışı yayınların çoğu yıl sonuna doğru çıktığından geçen yıl Ocak ayında Fransa’ya gitmiştim. Beğendiğim kitapların bir kısmını almıştım, bir kısmını ise Nisan veya Mayıs ayında alırım diye satın almamıştım. Şubat ve özellikle Mart ayında her ne kadar sağlıklı bilgiler alamasak da salgının boyutunun ciddiyetini anlamaya başladık. Açıkçası en başta evde ve ofiste olmak gayet keyifli idi. Ancak her geçen hasta sayısının artması ve yakın çevremizdeki insanları etkilemesi ve bunun endişesi depresif bir ruh haline bürünmemize neden oldu. Bu durum da belirttiğiniz üzere odaklanma güçlüğüne ve hayatın anlamını, önceliklerimizin ne olması gerektiği gibi konuları gözden geçirmemize yol açtı. Yaz aylarındaki görece rahatlama ve normale dönme aceleciliği de maalesef bugünlerde içinde bulunduğumuz 2. dalganın orta çıkmasına yol açtı. Kendimi sürecin fazla uzaması ve daha ne kadar devam edeceğinin belirsiz olmasından dolayı rahatsız hissediyorum.

Bu ruh halimin dışında pandemi dönemini verimli geçirdiğimi düşünüyorum. Uzun zamandır çıkartmayı planladığımı iki eseri yayınladım. Bilirkişi olarak tayin edildiğim dosyalarının raporlarını tamamlayabilme fırsatım da oldu.

İstanbul Barosu Fikri Sınai Haklar Komisyonu olarak da bu süreci etkin geçirdiğimizi düşünüyorum. 14 makale, bir karar inceleme ve karar tercümesinin yer aldığı 270 sayfalık çalışmayı Ağustos 2020 itibarı ile  e-yayın olarak yayınladık. Bunun dışında da her onbeş günde bir Fikri ve Sınai Mülkiyet Hukukuna ilişkin güncel sorunları konunun uzmanları ile ele aldığımız etkinlikler düzenliyoruz.

IG: Can sıkıcı ve hepimizi yıpratan pandemi sürecini bir tarafa bırakıyor ve sizi daha yakından tanımak isteyen okuyucularımız olduğunu düşünerek, biraz kendinizden bahsetmenizi istiyoruz. Tamer PEKDİNÇER kimdir, nerelerde büyüdü, nasıl zaman geçirmeyi sever, kişisel zevkleri nelerdir ve sizi en çok etkileyen kişi kimdir?

TP: İnsanın kendisinden bahsetmesi, kendisini anlatması bence çok zor . Ama kısaca belirtmem gerekirse İstanbul doğumluyum. Bütün hayatım İstanbul Kadıköy ilçesinde geçti. İlkokulum bu güzel ilçenin güzel bir okulu idi (İlhami Ahmet ÖRNEKAL), Orta ve Lise eğitimimi ise bütün hayatımı etkileyecek olan Saint Benoit Fransız Erkek Lisesi’nde tamamladım. Bunu özellikle belirtmek istiyorum, zira bizim eğitim aldığımız dönemde 2 sene hazırlık okunduktan sonra 3’er yıl süren orta ve lise eğitimi başlıyordu. Böylece toplam 8 yılımız sadece hemcinslerinizle geçiyordu (en az). Okulumuzun kız bölümü de vardı ama tamamen farklı bir binada eğitim yapılıyordu. Ancak yıllar sonra sosyal medyanın sunduğu imkanlarla tanışmamız da hoş bir sürpriz oldu. Orta öğretim sürecini yaşıtlarımızdan daha büyük bir yaşta tamamlamamızın meslek seçiminde büyük bir avantaj sağladığını düşünüyorum. Fen Bölümü’nden mezun olmama rağmen 1. Tercihim olan İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni rahatlıkla kazandım. Hukuk Fakültesini tercih etmemin (ve sonrasında akademik hayata girmemin) hayatımdaki en güzel ve en doğru tercihler olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Hem rahmetli babam (Zekai PEKDİNÇER) hem de rahmetli amcam (Sezai PEKDİNÇER) 1950’li yıllarda İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu olmalarına rağmen her ikisi de bütün meslek hayatlarını devlet memuru olarak (Babam Denizcilik Bankasında, amcam ise İstanbul Belediyesinde) geçirdiklerinden onların bu tercihi beni de etkilemiştir.

Bu görsel boş bir alt niteliğe sahip; dosya adı 1-125-1-1024x683.jpg

Doğayı ve doğaya ait olan her şeye çok değer veririm. Annemden geçen bir hayvan sevgimi ise herkes bilir. Çocukluğumda bırakın sokakta hayvan besleyenleri, evde bile hayvan besleyenlere pek olumlu bakılmazdı. Ama kendimi bildim bileli evde en az bir kedimiz, sokakta ise sayısı belli olmayan kedi ve köpeklerimiz hep oldu. Şu anda da ofisimizde Haydarpaşa Kampüsünden aldığımız bir ayağı kesilmek zorunda kalan bir kedimiz bize eşlik ediyor. Çevreye ve özellikle hayvanlara yönelik yapılan her türlü vahşet ve bunlara toplumun sessiz kalması beni kahrediyor. Kadıköy ama özellikle Moda semti  dört ayaklı dostlarımız ve tabii ki bizim için  Cennetten bir köşe. Eğitim seviyesinin en yüksek olduğu bir ilçenin farklı olması da beklenilemezdi.

Kişisel zevklerimin başında benim için çok değerli olan kalem koleksiyonumu sayabilirim. Gerek yurt içinde gerekse yurt dışında gittiğim şehirlerde ilk ziyaret ettiğim yerler kırtasiyelerdir. Belki çocukluk yıllarımızdaki yoksunluk da buna yöneltiyor ama en zevk aldığım yerler kaliteli ürünlerin olduğu kırtasiye dükkanlarıdır. Dolmakalem ve rahatlığını geç fark ettiğim versatil kalemleri araştırıp farklı özelliklerini inceleyip satın almaktan çok keyif alıyorum. Mesleki anlamda ise -özellikle son yıllarda- Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisinin  ne kadar önemli olduğunu ve bu konulara yeterince yoğunlaşılmadan asla ve asla iyi bir hukukçu olunamayacağını düşündüğümden özellikle “Hukuk ve Adalet” kavramlarının incelendiği kitapları okumaktan keyif alıyorum.

Hukuk Fakültesindeki öğrencilik yıllarımdan itibaren özellikle Ticaret Hukuku, Fikri Sınai Mülkiyet Hukuku ve Borçlar (Genel ve Özel) Hukuku alanında çıkan her yayını aldığımdan yerli ve yabancı eserlerden oluşan yaklaşık 4.000 civarı kitaptan oluşan bir kütüphanem var. Önüme gelen bir hukuki uyuşmazlıkta en büyük keyfim konuyu araştırıp kendimce bir çözüm yolu bulmaktır. Anıların anlatıldığı kitaplar beni çok etkiler. En son hocam da olan Sn. Prof. Dr. Teoman AKÜNAL’ın İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesindeki yıllara ilişkin anılarını kaleme aldığı, “Anılarda Yaşayan Portreler” adlı değerli eserini (Oniki Levha, İstanbul, Ekim 2020) keyifle okudum. Bu arada Türkiye için hem Ticaret Hukuku hem de  Fikri Sınai Mülkiyet Hukuku olarak da öneme sahip olan Ord. Prof. Dr. Ernst HIRSCH’in anılarını anlattığı eserde (Anılarım Kayzer Dönemi, Weimar Dönemi, Atatürk Ülkesi, TÜBİTAK Yayınları) bahsettiği ilginç anısı geldi aklıma. Lozan Antlaşması gereğince TEKEL’in KONYAK (COGNAC) ibaresini kullanmadığını, ama aynı tür içkiler için KANYAK ibaresini kullandıklarını Fransızların da bundan  rahatsız olup, Türkiye’yi  Lozan Antlaşması’nın hükümlerini çiğnemekle suçlamalarına karşılık, Türk tarafının gayet sakin bir şekilde “Kanyak” ibaresinin Kan ve Yakmak sözcüklerinden (KAN YAKICI özelliğinden dolayı) tescilli bir marka olduğunu savunduklarını ve başarıya ulaştıklarını anlatmıştı.

Her büyük şehirde yaşayan insan gibi sakin ve sessiz bir yaşam özlemi de duyduğumdan 5 yıl önce (Eski) Datça’da bir ev alma şansına sahip oldum. Fırsat buldukça gitmeye çalışıyorum. Ama üzülerek belirtmek isterim ki bu geçen kısa süre zarfında tıpkı İstanbul gibi orasının da hızla yağmalandığına şahit oluyorum. Muhtemelen yakın bir gelecekte oraların da kaçmayı düşündüğümüz yerlerden pek farkı kalmayacak diye endişe ediyorum.

Beni en çok etkileyen kişi kimdir diye düşündüğümde aklıma birçok hocam geliyor. İlk olarak eski kürsü başkanımız Prof. Dr. Merih Kemal OMAĞ hocam geliyor. Kendisiyle tamamen tesadüfen tanışma imkanım ve kendisinin desteği olmasaydı meslek hayatım boyunca yaşadığım her türlü güzellikten mahrum olacaktım. Kendisine her zaman minnet duyguları ile bağlıyım. Onun dışında Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesinin 1995 yılında -sınai mülkiyete ilişkin KHK’ların çıkmasından kısa bir süre sonra-   Fikri ve Sınai Mülkiyet Hukuku dersini zorunlu ders olarak müfredatına alma kararı bütün meslek hayatımı etkilemiştir. Zira YÖK gereğince mevcut ders saatleri çoğaltılamadığından Ticaret Hukuku ve Medeni Hukuk derslerinden birer saat alınarak bütün yıl boyunca okutulan 2 saatlik derste ilk günden beri değerli hocam Prof. Dr. Osman Berat GÜRZUMAR ile çalışma imkanı buldum. Kendisinin hem eşsiz bilgisi hem de derslerine gösterdiği ciddiyet ve titizlik benim için çok büyük bir şans olmuştur.

En son olarak Fakültemizin Ticaret Hukuku Anabilim Dalı olarak yeri asla doldurulamayacak olan ve maalesef çok genç yaşta (44 yaşında) kaybettiğimiz Doç. Dr. Mehmet SOMER’İ de anmak isterim. Kürsüye girdiğim ilk günden itibaren sıcak ve samimi ilgisi, her daim gösterdiği desteği ile hayatımdaki en belirleyici hocamdı. Bir hocanın başarısı öğrencilerinin derslere gösterdiği ilgisi ile ölçülüyorsa (Merih Kemal OMAĞ hocamızın deyişiyle en iyi müfettiş öğrenci ise) Mehmet Hocamız öğrencilerin teftişinden üstün başarı ile geçmiştir. Zira girdiği her Ticaret Hukuku dersi tıklım tıklım dolu olurdu. Bu doluluk dersin zorluğundan ziyade öğrencilerin konuyu güzel ve etkili (zira uygulamaya da hakimdi) anlatan bir hocadan öğrenme isteğinden kaynaklanıyordu. Mekanı cennet olsun.

IG: Hukukçu ve akademisyen kimliğiniz ile fikri haklar alanı ne zaman ve nerede kesişti? Fikri haklar alanına ilginiz veya bu bir tutkuysa tutkunuz neden kaynaklanıyor? Bizlere bunu anlatabilir misiniz?

TP: Bir önceki sorunuzda da değindiğim üzere en büyük şansım, Fakültemizin Sınai Mülkiyete ilişkin KHK’ların yürürlüğe girdiği 27.06.1995 tarihinden kısa bir süre sonra Fikri ve Sınai Mülkiyet Hukuku’nu zorunlu ders olarak müfredata alması ve benim de çok ilgi duyduğum bir alan olduğunu herkese söylemem nedeniyle, bu derse Prof. Dr. Osman Berat GÜRZUMAR hocam ile katılmak oldu. Asistanlığımın ilk günlerinden itibaren yoğun olarak bilirkişilik yapmam da bu alana ilgi duymamda etkili olmuştur. O yıllarda İhtisas Mahkemeleri kurulmamış olduğundan Fikri ve Sınai Mülkiyet Hukukundan doğan uyuşmazlıklar Ticaret Mahkemelerinin görev alanına giriyordu. O yıllarda hem avukatların Fikri Sınai Mülkiyet Hukukunu yeterince bilmemeleri hem de Ticaret Mahkemelerinin ağırlıklı olarak Ticaret Hukuku uyuşmazlıklarına daha fazla önem vermelerinden dolayı, uygulama hak ettiği değerin çok gerisinde idi. Bunu içtihatlarda ve yazılan bilimsel eserlerde de açıkça görmek mümkün idi. Ayrıca o dönemde Anadolu yakasında (Kadıköy)  sadece 3 tane Ticaret Mahkemesi bulunmakta idi. Her biri birbirinden değerli olan hakimler (Toplu mahkemeler oldukları için 3 hakimden oluşuyorlardı) bizlere çok saygı duyduklarını hep hissettirirlerdi. O nedenle de sıkça sohbet ederler ve Yüksek Mahkeme kararlarını birlikte değerlendirirdik. Tabii bu uygulamayı görmek ve öğrenmek için bulunmaz bir şanstı. Ayrıca bu sohbetlerde ilgi alanlarımızı sorarlardı. Ben en baştan beri haksız rekabet ve marka hukuku ile ilgilendiğimi söylediğim için bu tarz davalara sıkça bilirkişi olarak tayin edilirdim. Marka Hukukunda ilk bilirkişi atandığım dosya Sultanahmet Köftecisi Selim Usta markası ile ilgili idi. Bu markanın yıllar sonra da çeşitli markalarında bilirkişilik yaptığımda yazdığım ilk raporun Yargıtay tarafından (Y.11.HD.si) onandığını dosyadaki belgelerden görüp mutlu olmuştum. Açıkça belirtmek isterim ki FSMH’na ilişkin ne öğrendi isem büyük kısmı bilirkişilik sayesindedir. Rahmetli hocamız Prof. Dr. Ömer Teoman’ın da belirttiği gibi Yaşayan Ticaret Hukuku gibi yaşayan ve sürekli gelişen bir Fikri Sınai Mülkiyet Hukuku da mevcut. 2000 yılında  Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemelerinin (İhtisas Mahkemesi olarak kurulmasına karar verildiğini öğrenir öğrenmez (O yıllarda  bir adet toplu mahkeme vardı ve Sultanahmet Adliyesi’nde idi) hemen gidip kendimi tanıtıp bilirkişilik yapma isteğimi söyledim. Tabii ilk yıllarda tam bir kargaşa hakimdi. Zira İhtisas Mahkemesinin kurulması ile birlikte, İstanbul’daki bütün Ticaret Mahkemelerinde görülen Fikri ve Sınai Mülkiyete ilişkin bütün uyuşmazlıklar, hangi aşamada olursa olsun hemen bu mahkemeye gönderilmişti. Mahkemenin ilk başkanı tecrübeli bir Ticaret Mahkemesi Başkanı olanı Haşmet AKŞENER idi. Kısa bir süre görev yaptıktan sonra görevi kendisini her zaman saygı ile andığım Sayın Cemal IŞIK’a devretti. Kendisi son derece iyi niyetli, kibar ve tecrübeli bir hakim idi. Bu arada kendisi ile ilgili beni hep gülümseten bir anımı da aktarmak isterim. İhtisas Mahkemesinin kurulduğu ilk yıllarda nerede ise günde 1-2 dosyaya bilirkişi olarak tayin ediliyordum. Hem dosyaların hacmi çok büyüktü hem de TPE de henüz aktif olarak faaliyette olmadığından dosyaların çoğunda belgelerde ciddi eksiklikler bulunuyordu. Bu durum da raporların gecikmesine yol açıyordu. (Tabii o yıllarda mahkemelerin yılda bir duruşma yaptığını da belirtmeliyim). Sayın Cemal IŞIK geciktiğim bir dosya için ailemle ikamet ettiğimden ev telefonumdan durumu hatırlatmak için beni aramış, kendisini de tanıtırken -son derece normal olarak- mahkeme başkanı olduğunu söylemiş ve dosyanın geciktiğini, acil olduğunu belirtmiş. Eve geldiğimde annem konuyu tam olarak anlamadığından panik bir şekilde mahkeme başkanı seni aradı çok acil bir durum varmış mahkemeye gitmelisin demişti. Tabii insanın aklına bin tane garip düşünce geliyor. Neyse ki sonra arayanın Sayın Başkan olduğunu anlayınca hızlı bir şekilde raporu tamamlamıştım. Daha sonraki yıllarda ise – şimdi dostum olarak gördüğüm ve kendisine her zaman saygı duyduğum- bir başka FSHM Hakimi ise yine geciken bir rapor nedeniyle tarafların herhangi bir talebi ve isteği olmadan hakkımda Savcılığa görevi ihmal nedeniyle suç duyurusunda bulunmuştu. Türk Yargı sistemindeki “Maşa var iken ateşin elle tutulamayacağı” görüşü ile savcı hakkımda dava açmış ve yaklaşık 3 yıla yakın yargılamadan sonra beraat kararı verilmişti. 25 yıllık bilirkişilik hayatım boyunca muhtemelen 5000 civarı dosyada rapor sunan bir akademisyen olarak en büyük mutluluğum bu süreç zarfında hakkımda bir kez bile olsun taraflı veya eksik inceleme iddiasıyla tek bir davanın bile açılmamış olmasıdır.

Bu görsel boş bir alt niteliğe sahip; dosya adı tp-kursu-2.jpg

Fikri ve Sınai Mülkiyet Hukuku alanı benim için gerçekten büyük bir tutkudur. Bu nedenle hazırladığım her dosya ve uzman görüşünün akıbetini mutlaka takip ederim Bu alanda çıkan yayınları ve konuya ilişkin yüksek mahkeme kararlarını da yakından takip ederim. Fikri ve sınai Mülkiyet Hukuku’nun adeta bir Okyanus olduğunu, bu alana gönül vermiş herkesin de (Einstein’ın dediği gibi) kıyıda oynadığımızı düşünüyorum. Özellikle teknolojik gelişmelerin her geçen gün hızla ilerlediği günümüz dünyasında FS Hakların daha çok başındayız. Örneğin Sosyal Medya kullanımındaki FSM alanındaki hak ihlalleri mevcut durumda çok yoğun.

IG: Türkiye KHK’ler döneminden yani 1995’ten başlayarak fikri haklar alanında önemli yol aldı, gelişme fikri mülkiyetin özellikle sınai haklar alanında yoğunlaştı ve 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu’nun kabul edilmesi de önemli yol taşlarından birisi oldu. Siz alanın tecrübeli isimlerinden birisi olarak, özellikle 1990’lu yıllardan günümüze dek geçen yolu nasıl görüyorsunuz? Sizce Türkiye iyi yol aldı mı bu süreçte?

TP: 25.06.1995 tarihli olan KHK’ler hiç kimsenin beklemediği bir şekilde REFAHYOL (Refah Partisi ve Doğruyol Partisi) diye ifade edilen iktidar döneminde hafta başına denk gelen bir günde çıktı. Marmara Üniversitesi rektörlük binasında o günlerde  gerçekleştirilen bir bilimsel etkinlikte Enstitü Başkan Yardımcısı olan Sn. Erdoğan KARAAHMET’in bu süreci anlattığını hatırlıyorum. Avrupa Birliği’nin  Sınai Mülkiyete ilişkin düzenlemelerin çıkması için yoğun baskı yaptığını, bunun neticesinde de hazırlanmış ama bir kenara kaldırılmış düzenlemelerin KHK şeklinde hızla çıkartıldığını belirtmişti. Fakültedeki öğrencilik yıllarımızdan beri bize öğretilen KHK’lerin en önemli özelliğinin sadece acil konularda ve geçici bir süre için çıkartılan düzenlemeler olduğu ve bunların kısa bir süre sonra Kanunlaştırılması gerektiğidir (Parlamenter rejim sisteminde). Ancak 6769 Sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu’nun 10.01.2017 tarihinde yürürlüğe girdiğini dikkate alırsak KHK’ların 22 yıl gibi bir süre yürürlükte kaldığını söyleyebiliriz.

Bu durum maalesef özellikle son yıllarda çok ciddi sorunlara yol açtı. Evrensel bir hukuk ilkesi olan “Kanunsuz Suç ve Ceza Olmaz İlkesi” (Kanunilik İlkesi)nin gözetilmemesi ve bunu aşmak için ceza hükümlerinin “KHK’larda değişiklik yapan Kanun” gibi bir yöntemle çözülmeye çalışılması KHK’lerde ilk garabeti yarattı. Yani bir alt normu, bir üst hukuk normu ile değiştirilerek yola çıkıldı. 2014 yılına kadar AYM çeşitli hükümlerini iptal etse de KHK’ler bir şekilde uygulanıyordu. Ancak bu tarihte İstanbul 4. Fikri Sınai Haklar Hukuk Mahkemesi Hakimi (şimdilerde emekli) Sn. Uğur ÇOLAK verdiği bir kararın (556 Sayılı KHK m.42/c bendine ilişkin kararın) Yargıtay’ca (11. HD.si) bozulması üzerine konuyu AYM’nin önüne taşıdı. Ancak AYM’nin kararı tamamen farklı olunca KHK’ların da ömrünün tamamlandığı kanaatimce netleşmişti ama ona rağmen 3 yıl daha uygulanması hukuki yönden şaşırtıcı idi. Zira AYM kararında “Tescilli bir markanın AY anlamında mülkiyet hakkı oluşturduğu, mülkiyet hakkının ise Bakanlar Kurulu Kararnamesi olan KHK’lar yolu ile sınırlandırılamayacağını bunu yalnızca TBMM’de kabul edilmiş kanunlar ile düzenlenebileceğini” belirtti. Şahsi kanaatim o günlerde ifade ettiğim üzere KHK’ler döneminin bu karar ile  aslında sona erdiği idi. Zira KHK’deki hangi hüküm için herhangi bir gerekçe ile AYM’ne gidilse idi sonuç aynı olacaktı. Nitekim de öyle oldu. Buna rağmen İhtisas Mahkemeleri ara bir çözüm bulmak adına 42/c bendinin atıf yaptığı 14. maddeyi (iptal edilmediği gerekçesiyle) uyguladılar. Ancak en son olarak bu hükmün de AYM’nin 06.01.2017 tarihinde iptal edilmesi üzerine 4 gün sonra halihazırdaki 6769 Sayılı SMK yürürlüğe girdi.. Sizin bir yazınızda belirttiğiniz üzere 22 yıllık bu süreçte KHK’ler bir çok uzvunu kaybetti ama belirttiğim son kararlar ile kalbini kaybetti.

Her şeye rağmen 1995 yılından bugüne kadar geçen sürede FSH adına hepimizin (yani mahkemelerin, akademisyenlerin, uygulamacıların) müthiş bir yol kaydettiğine inanıyorum. Ancak 2000 yılında kurulan FSHM’leri ile sürekli oynanmasını son derece hatalı, gereksiz ve bu alanın yargısal boyutunun gelişmesi önündeki en büyük yanlış olarak görüyorum. Özellikle İstanbul’daki ihtisas mahkemelerinin kapatılması çok büyük hata idi. Nitekim kısa bir süre sonra yapılan bu yanlış anlaşıldı ve tekrar bu mahkemeler -bir şekilde- açıldı. Ancak bu hatanın bedelini başta vatandaşlar olmak üzere, hakimler, avukatlar ve kalem mensupları ödediler. Bu yanlışlığın temel sebebi Bakanlığın Fikri ve Sınai Haklar Mahkemelerindeki davalara sadece “ADET” olarak bakmalarından kaynaklanıyordu. Dosya sayısı diğer mahkemelere görece az olunca böyle bir karar alındı. Ama FSH ile biraz bile ilgili olan herkesin bileceği üzeri bu dosyalarının çoğunun kapsamı son derece teknik ve hukuki bir incelemeyi gerektirir. Salt sayı olarak bakılırsa son derece haksızlık yapılmış olur. Nitekim de öyle oldu ve kapanmalarından 2-3 yıl sonra tekrardan açıldılar ama mevcut yığılma daha da arttı. Türkiye’nin FSMH alanında iyi yol alabilmesi için bu alanda çalışacak hakimlerin bu alana ilgi duyanlar arasından, yani istekli olanlar arasından belirlenmesi ve en önemlisi de uzun yıllar bu alanda görev yapmalarının ilk şart olduğunu düşünüyorum. Bu göreve geldikten kısa bir süre bile olsa tayinini isteyen hakimler ihtisas mahkemeleri önünde en büyük tehlikedir.

IG: Fikri mülkiyet alanında Türkiye’de her olumlu gelişme bizleri de çok sevindiriyor, ancak tablonun olumsuz tarafları da olduğunu gözlemliyoruz. Sizin bu konuda dikkatinizi çeken, fikri haklar eko-sistemimizdeki olumsuz yönler olarak niteleyebileceğiniz durumlar mevcut mu ve eğer varsa, mevzuat alanındaki eksiklikler de dahil olmak üzere, bunları nasıl özetlersiniz?

TP: Kesinlikle Fikri Mülkiyet Hukuku alanındaki her olumlu gelişme bu alana gönül ve emek veren bizleri çok sevindiriyor. Olumsuz yön olarak gördüğüm ilk husus 2000’li yılların başından beri bu mahkemelerde görev yapan (hem İstanbul hem de Ankara’da) birbirinden değerli hakimlerin emeklilik haklarını alır almaz -tahminen mesleki olarak yaşadıkları sorunlar nedeniyle- en verimli olacakları dönemde emekli olmalarıdır. Bugünlerde sıkça dile getirilen Hukuk Reformu’nun sözde kalmamasının en önemli şartı hakimlerin güvencede olması ve liyakatın esas alınmasıdır.

Sayıları 130 civarı olan Hukuk Fakültelerinde (belirttiğim birkaç istisna dışında) FSMH zorunlu bir ders olmadığı gibi çok azında seçmeli ders olarak okutulmaktadır. Bu nedenle ihtisas mahkemelerine tayin edilen hakimlerin büyük bir çoğunluğu ancak göreve başladıktan sonra bu konulara yönelebiliyorlar. Belli bir süre geçtikten sonra tam konuya hakim olmaya başladıkları bir dönemde de görev yerleri değiştirilince mahkemelerde ciddi gerileme söz konusu oluyor.

Mevzuat alanına ilişkin olarak da aktif bir alan FSHda eksikliklerin her zaman olabileceğini ama bunun da hızla çözülebileceğini düşünüyorum. Asıl mesele mevcut düzenlemelerin hukuk güvenliğini sağlayacak bir şekilde uygulanmasıdır. Örneğin FSH konusunda son derece önemli bir konu olan ihtiyati tedbir müessesesi her mahkeme tarafından farklı uygulanmamalıdır.

TPE’nin ilk kurulduğu günlerde Kızılay’da bir apartman dairesinde faaliyet geçtiğinde ziyaret etmiştim. Hukukçu olarak kimsenin görev yapmadığını duyunca şaşırmıştım. Ama sonraki yıllarda bu alana büyük emek veren çalışanları sayesinde önemli gelişmeler gösterdiğini düşünüyorum. Bununla birlikte önüme gelen uyuşmazlıklarda ve uygulamadan gördüğüm örneklerde marka tescil başvurularına yönelik incelemelerde bir standart oluşturulmadığından belli sorunlar olduğunu düşünüyorum. Rahatlıkla tescil edileceğini düşündüğüm markaların bir kısmı res’en reddedilirken, tescil olasılığını çok düşük gördüğümüz marka başvuruları ise rahatlıkla ilana çıkabiliyor.

Bu görsel boş bir alt niteliğe sahip; dosya adı 1-115-1-683x1024.jpg

İhtisas mahkemelerinin çok önemli olduğu ve mutlaka var olması gerektiği kanaatindeyim. FSMH’nun 2000’li yıllardan önceki halini gayet iyi bilen bir hukukçu olarak rahatlıkla belirtmek isterim ki bu alandaki davalar Ticaret Mahkemelerinde görülürken hak ettiği önemi görmek bir yana önemsenmiyordu. Zira gerçek anlamda ayrı bir Dünya olan Ticaret Kanunu ve ilgili mevzuat hükümlerinin yanında çok da ciddiye alınan davalar değildi. Halbuki bugün için FSM hakları (özellikle de markalar) işletmenin çok önündedir. O nedenle de İhtisas Mahkemelerinin bu konuları ciddiye alan, emek veren ve sürekli olarak kendilerini geliştiren mahkemeler olarak görev yapmalarını çok önemsiyorum. Bir ara idari olarak kapatılmasına yönelik bir görüş vardı ki, bu son derece üzücü ve tehlikeli idi.

Son olarak belirtmek isterim ki FSHM (özellikle İstanbul’dakiler) sadece sınai mülkiyet kaynaklı uyuşmazlıklara değil çok ciddi sayıda FSEK kaynaklı davalara da bakmaktadır. Bunun meslek birliklerinin çoğunun merkezinin ve sanat camiasının da ağırlığının İstanbul’da olmasından dolayı olduğu açıktır.

IG: Ülkemizde sınai haklar alanındaki kurumsal yapı Türk Patent ve Marka Kurumu ve temel yargı organı da Fikri ve Sınai Haklar İhtisas Mahkemeleri, gerek akademisyen gerekse de hukukçu kimliğinizle bu kurumsal yapılar hakkındaki görüşleriniz nedir? İyi işleyen veya aksayan noktalar var mı sizce?

Kendi adıma fikri haklar alanında en sorunlu gördüğüm alanlardan birisi bilirkişilik sistemi; şöyle açıklayayım, özellikle Ankara’da Türk Patent ve Marka Kurumu kararlarına karşı açılan davalarda, iptali talep edilen kararı bir uzmanlık kuruluşu veriyor ve dava gene bir uzmanlık makamı olan Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemeleri’nde, yani ihtisas mahkemelerinde görülüyor. Ancak, mahkemeler bir ihtisas kurumunun kararlarını, kendi ihtisas alanlarında kendileri değerlendirmek yerine bilirkişilere yönlendirerek çoğunlukla onların raporları doğrultusunda karar veriyor. Örneğin, marka alanında iki marka arasında karıştırılma olasılığının bulunup bulunmadığına karar vermek için sizce ihtisas mahkemelerinin bilirkişi değerlendirmesine ihtiyacı var mıdır? Yahut bir uzmanlık kuruluşunun Kurul halinde verdiği bir kararı, alanda birkaç yıllık tecrübe dışında birikimi bulunmayan bir bilirkişinin değerlendirmesi sizce doğru bir yöntem midir?

TP: Bilirkişilik konusunun bütün hukuk alanında olduğu gibi belki de hepsinden çok daha fazla FSMH alanında çok ciddi bir sorun teşkil ettiği kanaatindeyim. Ancak 25 yıldır bu alanda emek veren birisi olarak bunun temelini oluşturan birden çok faktörün olduğunu söyleyebilirim. Kısaca da olsa bunlara değinmek isterim.

Bu hataların en temelinde dosyaların bilirkişilere “iddia ve savunmanın” dikkate alınarak rapor alınması denilmesiyle başladığını düşünüyorum. Bence mutlaka bilirkişiden neyin incelemesinin istenildiği ve sınırlarının açıkça belirtilmesi büyük önem taşıyor.

İkinci temel yanlış ise “Hukukçu bilirkişi olmayacağının” ifade edilmesidir. Bunun fiiliyatta olmayacağı ilk günden beri açık olduğu ortada iken -mümkün mertebe sözlerime dikkat ederek belirtmek isterim -bazı hukukçu akademisyenlerin kendilerine uzman görüşü yaratabilmek için bunu savunduklarını düşünüyorum. Zira bilirkişilik ücretinden onlarca kat bedel alınarak hazırlanan  uzman görüşleri ciddi bir kazanç yolu oluşturuyor. Uyuşmazlıktaki bir taraf dosyasına bir uzman görüşü koyduğunda karşı taraf da mutlaka başka bir uzman görüşü sunuyor.

Hukukçu bilirkişi atanamayacağına ilişkin açık hükme rağmen mahkemelerde özellikle Ticaret ve Fikri Sınai Haklar Mahkemelerinde sıkça hukukçu bilirkişiye gidildiği ortadadır. Bunun da son derece normal olduğunu düşünüyorum. Zira 4 yıllık bir hukuk eğitimi alan bir hakimin her hukuki konuda derinlemesine bilgi sahibi olmasını beklemek (özellikle belirttiğim alanlarda) tam bir hayalperestliktir. Nasıl ki 6 yıllık Tıp eğitimi alan bir doktora sen temel eğitimini aldın artık doktorsun bundan sonra ortopedi ameliyatı da yapacaksın, beyin ameliyatı da yapacaksın, göz ameliyatı da yapacaksın diyemiyorsak, bu konularda da en azından hakimlerin her konuyu bilmelerini bekleyemeyiz. Bazı hukuk alanlarında (İş Hukuku gibi) bunu söyleyebilmek mümkün iken, Ticaret Hukuku ve FSMH gibi alanlarda faaliyet gösteren mahkemelerdeki hakimlere bunu söylemenin çok büyük bir haksızlık olacağı kanaatindeyim. Örneğin Fikri Mülkiyet Hukuku ile birlikte en büyük ilgi alanım olan haksız rekabet hukuku alanından bir örnek vermek isterim; 1535 maddeden oluşan TTK’nun en uzun maddesi uygulamada en sık rastlanılan haksız rekabet hallerini örnek vermek amacıyla sayan (yani sınırlı olmayan 21 bendden oluşan  55.maddesidir. Her bir bend için gerek yurt içinde gerekse yurt dışında sayısız bilimsel makale ve monografik eser yazılmıştır. Burada FSM haklarına ilişkin açılan bir davada  haksız rekabet talebinde de bulunulmuş ise mahkemenin bunu da incelemesi gerektiğini unutmamak gerekiyor. Bu konudaki fikrim, mehaz İsviçre Hukukunda olduğu üzere ayrı bir kanun ile düzenlenmesi gereken Haksız Rekabet hallerinden doğan uyuşmazlıkların da FSHH Mahkemelerinin görev alanına dahil edilmesinin çok isabetli olacağı yönündedir. Zira şu ana gözlemim Ticaret Mahkemeleri ve Fikri Sınai Haklar Mahkemelerinin görev konusunun çok ciddi hak kayıplarına yol açtığıdır. Ticaret Mahkemesinde Bilirkişi olarak görev yaptığım bir dosyanın Mahkemece uzun yıllar sonra (6 yıl gibi) karar verilmesinden sonra Yüksek Mahkemece de sadece görev yönünden bozulduğunu öğrenmiştim. (Davada bir firma ürünlerinin sadece eczanede satışına ilişkin bir pazarlama yöntemi benimsiyordu. Buna rağmen bir parfümeri deposu bu markalı orijinal ürünlerin satışını yapıyordu. Davacı firmada parfümeri deposuna karşı haksız rekabet davası açıyordu (Marka hakkına dayanmadan). Yüksek Mahkeme burada markanın tükenmesi ilkesinin incelenmesi gerekir görüşüyle davayı ihtisas mahkemelerine göndermişti).

Bilirkişilik ile bir diğer önemli sorun bilirkişi listelerine yazılmanın ve bu yazılma sırasında kendini uzman olarak kaydettirmenin son derece kolay olması ve hiçbir şekilde ciddi bir inceleme yapılmamasıdır.  Temel eğitim adı altında verilen ancak çoğu göstermelik eğitimleri tamamlayan herkes bu listelere yazılabilirken, yıllarını üniversitelerde bu alanda çalışarak geçiren akademisyenler bu eğitimi almadıkları için bilirkişi olarak tayin edilemiyorlar. Bazı bilirkişilerin uzmanlık alanlarının genişliği ise gerçekten acı acı tebessüm ettiriyor. Örnekler için bilirkişi listelerine bakmanız yeterli.

Bir diğer sorun ise bilirkişi ücretlerinin dosyanın hacmi ve öneminden  bağımsız bir şekilde tespit edilmesidir. İstanbul’dan örnek vermem gerekirse basit bir delil tespiti için tayin edilen ücret ile 7-8 klasörden oluşan ve yıllardır süren bir davada hakim tarafından takdir edilen bilirkişi ücretinin aynı olması. Özellikle İhtisas Mahkemelerinde bunun örneklerini sıkça görüyoruz. Tabii bu gibi durumlarda davanın avukatlarının da sessiz kalmalarını anlayabilmek mümkün değil.

Bu alanda çalışan bir akademisyen yılda sadece 2 uzman görüşü bile verse muhtemelen 100 tane bilirkişi dosyasından elde edeceği gelirden daha çok kazanır. Her ikisini de çok sayıda yapan bir hukukçu olarak belirtmek isterim ki Uzman Görüşü hazırlamak bilirkişi raporu hazırlamaktan belli yönlerde çok daha kolay. Zira uzman görüşü genelde sadece görüş talep eden tarafın iddialarını dikkate alarak hazırlanıyorken bilirkişi raporu her iki tarafın da iddia ve savunmaları dikkate alınarak hazırlanıyor. Ben prensip olarak kendi adıma inanmadığım dosyalar için uzman görüşü hazırlamaktan imtina ettiğim için açıkçası uzman görüşü hazırlamak çoğu zaman mesleki yönden de daha keyifli oluyor.

Sormuş olduğunuz soruya ilişkin değerlendirmem ise aslında bilirkişi listelerine kaydedilmenin kolay olması ile yakın ilişkili. Bunun son derece yanlış olduğu da belirttiğim nedenlerden dolayı açıktır.

Bilirkişi raporlarını özellikle Ankara FSHM nezdindeki büyük çoğunluğunun TPE kararlarının iptali ağırlıklı olmasından dolayı burada hakimin kendi takdiri ile çözebileceği nitelikte olduğu, en fazla ilgili sektör bilirkişilerinin görüşlerini almasının yeterli olacağını düşünüyorum.

Ancak İstanbul’daki davaların çeşitliliği ve kapsamı hukukçu bilirkişilerin bilirkişi heyetinde bulunmasını zorunlu kılabilir. Bilirkişi heyetinde bulunan hukukçuların görüşünün hukuki olması kaçınılmazdır. Ama bu görüşlerin hem taraf vekilleri hem de davanın her aşamasında hukuk eğitimi alan hakimler tarafından (İlk Derece Mahkemesi, İstinaf ve Yüksek Mahkeme) değerlendirileceği açıktır. O nedenle hukukçu bilirkişinin görüşü her zaman denetlenmeye müsait olduğundan bir sorun yaratmayacaktır. Ancak uygulamada sıkça rastladığımız hukukçu olmayan bilirkişilerin özellikle muhasip ve teknik üyelerin hukuki görüş yazmaları hem kendileri hem de taraflar açısından ciddi sıkıntı yaratacak niteliktedir.

Bütün bu açıklamalarımdan hukukçu bilirkişinin olması gerektiğini savunduğum sonucu sakın çıkmasın. Tam aksine mevcut koşullarda bunun çok eksik ve yanlış olduğunu düşündüğümü özellikle vurgulamak isterim. Ama sadece uzman görüşünü yüceltilmesinin, buna karşılık adli yargıdaki her türlü hatanın bilirkişilik müessesinde görülmesinin yanlış olduğunu vurgulamak istiyorum.

Özet olarak baştan aşağı sorunlu, vasıflı hiç kimsenin uğraşamayacağı sorunlar taşıyan bir sistem, ama düzeltilmesi yerine yama yaparak ayakta tutulmaya çalışılıyor. Bu nedenle bilirkişi listesinden kaydımı sildirdim ama bu sefer de vermiş olduğum raporların ücretlerini alamıyorum.

IG: Yaklaşık iki yıldır İstanbul Barosu Fikri ve Sınai Haklar Komisyonu Başkanlığı görevini yürütüyorsunuz. Hedefleriniz nelerdi, bunların ne kadarını gerçekleştirdiniz ve başka projeleriniz var mı?   

TP: Öncelikle belirtmek isterim ki İstanbul Barosu FSH Komisyonu Başkanı seçilmemden çok daha önce hep bu komisyonda aktif olarak bir akademisyendim. Son seçimler öncesinde de üstlenmek istediğimi başta öğrencilerim olmak üzere yakın çevreme söylemiştim. Başkan olurken temel hedefim bu alanda genç meslektaşlarımızın zaten mevcut olan ilgisini  daha da arttırmak ve bu alanda çalışan bütün meslektaşlarımızın bilgi ve tecrübelerini paylaşacağı bir ortam oluşturmak idi. Seçildikten sonra ilk hayal kırıklığımı, etkinlikler için Baronun belli bir bütçesinin olmadığını görmekle yaşadım. Zira etkinlik yapabilmemiz için mutlaka belli bir bütçe zorunlu idi. Bunu öğrendikten sonra marka ve patent vekilliği sınavı öncesi geçmiş yıllara göre daha kapsamlı ücretli  bir eğitim yaptık. Yaklaşık 300 meslektaşımızın izlediği ve katıldığı bu programa kayıtlar 3 gün içinde doldu. Ciddi sayılacak bir gelir elde ettik. Amacımız bu gelirle Mayıs 2020 tarihinde bir ulusal/uluslararası sempozyum düzenlemek idi. Maalesef pandemi nedeniyle bunu gerçekleştiremedik. Onun dışında gerek akademisyenlerin gerekse meslektaşlarımızın katılımı ile yaklaşık 200 sayfalık bir e-kitap yayını İstanbul Barosunda gerçekleştirdik. Pandemi öncesi konun uzmanlarını davet ettiğimiz Fikri ve Sınai Mülkiyet Hukukuna ilişkin 3 etkinlik yapmıştık. Pandemi döneminde ise 15 günde bir güncel bir konuyu ele aldığımız bu alandaki uzmanları davet ettiğimiz (YouTube vd  ortamlarda) programlar yapıyoruz. Bütün zorluklara rağmen güzel ve verimli bir 2 yıl geçirdiğimizi düşünüyorum.

IG: Türkiye’de akademinin fikri haklar alanına katkısını yeterli görüyor musunuz? Alanın akademi dışındaki uzmanları, konuya meraklı avukat veya araştırmacılar, özellikle yurtdışı gelişmeleri ve literatürü takip anlamında, Türk akademisinin birkaç adım önünde gidiyor gibi geliyor bana. Akademinin içinden gelen birisi olarak bu konuda sizin gözlemleriniz nelerdir?

TP: Esasında çok zor bir soru bu. Yıllarca görev yaptığım Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi yönünden buna cevap vermem gerekirse,  lisansüstü eğitim programlarında 2000’li yıllardan beri birçok YL tez çalışmasını yönettiğimi (bunların büyük bir çoğunluğunun da kitap olarak basıldığını) gururla söyleyebilirim. Bu eserlerin sayısı 20’nin üzerindedir. Tez konularının büyük bir çoğunluğunu da adaylara önerdiğimi de belirtmek isterim. Onun dışında FSMH’nun lisans eğitimi sürecinde zorunlu ders olmasının birçok öğrencimizin bu alanda çalışmasına ve uzmanlaşmasına yol açtığını düşünüyorum. Gerçekten de bu alanda çalışan meslektaşlarımızın ciddi bir bölümünün Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden olduğunu ve bunun da aldıkları lisans ve lisansüstü dersler sayesinde olduğunu kendi adıma gururla söyleyebilirim. Ancak son yıllarda Üniversitelerimizde yaşanan ciddi kayıplar ve akademik hayatın her alanda kan kaybetmesi 20 yıldan beri zorunlu ders olan FSMH’unu önce zorunlu seçimlik derse, şimdilerde ise tamamen seçimlik derse indirgediğini üzülerek görüyorum. Buna inanmakta zorluk çeksem de maalesef son durum bu. Büyük emekler ile bir noktaya getirdiğimiz Fikri Mülkiyet Hukuku dersi ve elde ettiğimiz kazanımlar yok olma noktasında. Uzun yıllar görev yaptığım Fakültemde durum böyle iken diğer Üniversitelerde durumun pek farklı olmadığını sadece değerli birkaç akademisyenin bireysel çaba ve emeği ile güzel çalışmalar yapıldığını gözlemlemekteyim. Bunlardan ilk aklıma gelen Prof. Dr. Tekin MEMİŞ ve Prof. Dr. Gül OKUTAN hocalarımızdır. Bunun dışında Fikri Sınai Mülkiyet Hukuk alanında konuya meraklı avukatların ve araştırmacıların yurtdışındaki gelişmeleri ve literatürü yakından takip ettiklerine ilişkin tespitinize katılıyorum. Zira bu alana ilgi duyan genç meslektaşlarımızın hem teknolojiye hem de yabancı dillere ilgisi çok daha fazla olduğundan gelişmeleri yakından takip ediyorlar. Tabii burada büyük önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK’ün bilim tercüme ile değil tetkik ile olur şeklindeki veciz sözünü de hatırlatmak isterim. Bu nedenle tercüme edilen kararlar ve literatürün de incelenmesi çok değerli.

IG: IPR Gezgini’ni takip ediyor musunuz? Sizce sitenin Türkiye’de fikri haklar alanına etkileri olumlu veya olumsuz boyutlarıyla ne yönde? Alana daha fazla katkı sağlamak için bizlere öneri veya tavsiyeleriniz olur mu?

TP: IPR Gezgini’ni yayın hayatına başladığı ilk günden itibaren ilgi ile yakından takip ettiğim gibi öğrencilerime de tavsiyelerde bulunduğum bir site. Yazarlarınızın inceledikleri konulara hakimiyeti çok açık. FSMH alanındaki hemen hemen her gelişmeyi ilk kez sizler gündeme getiriyorsunuz. Bunun uzun yıllardan beri devam etmesi de en önemli  fark ve yaratıcı özellik diye düşünüyorum.

Katkı sağlayacağımı düşündüğüm önerim ise Türk Mahkemelerinin vermiş olduğu kararları inceleyecek, bu kararların anlamını yorumlayacak önceki kararlar ile benzerliklerini ve farklılıklarını ortaya koyacak yazılara  daha çok (muntazam olarak) yer verilmesi olabilir. Hep söylediğim gibi yaşayan bir hukuk dalı.



Tamer Hocamıza söyleşi önerimizi kabul ettiği ve daha da önemlisi verdiği içten ve detaylı yanıtlar için çok teşekkür ediyoruz.

SÖYLEŞİYORUZ ilerleyen günlerde fikri mülkiyet camiamıza katkı veren diğer isimlerle devam edecek. Bizi takipte kalın!

IPR GEZGİNİ

Şubat 2021

iprgezgini@gmail.com

“SÖYLEŞİYORUZ” IPR Gezgini’nde 12 Şubat’ta Başlıyor!

IPR Gezgini, 12 Şubat 2021 tarihinden itibaren fikri haklar camiamıza önemli katkı sağlamış isimlerle söyleşilere başlıyor.

“Söyleşiyoruz” ismiyle başlangıçta ayda bir röportaj olarak planladığımız serimizde, IPR Gezgini adına bir yazarımızın konuğumuza yönelttiği soruları ve konuğumuzun yanıtlarını sizlerle paylaşacağız.

İlk konuğumuz, Türkiye’de fikri haklar alanında çalışan herkesin ismine aşina olduğu Avukat Dr. Remzi Tamer PEKDİNÇER olacak.

Konuklarımıza yönelteceğimiz sorular, fikri haklar alanında yoğunlaşacak, ancak bununla sınırlı kalmayacak, konuklarımızı hem daha yakından tanımak hem de okuyucularımıza tanıtmak amacıyla kişisel sorular da yönelteceğiz.

Pandemi nedeniyle söyleşilerimizi başlangıçta yüz yüze gerçekleştiremeyeceğiz, gelecek aylarda bunu değiştirebilmeyi umuyoruz.

Sözün kısası, 12 Şubat 2021 Cuma gününün bir kısmını “Söyleşiyoruz” için şimdiden ayırabilirsiniz.

IPR Gezgini

Şubat 2021

iprgezgini@gmail.com