Etiket: aydın deriş

SÖYLEŞİYORUZ # V- Av. MEHMET NAZIM AYDIN DERİŞ BİZLERLE!

Şubat 2021’den beri gerçekleştirdiğimiz SÖYLEŞİYORUZ serisinin bu ayki konuğu camiamızın duayen isimlerinden ve bu yıl Haziran ayında aktif çalışma yaşamında 50. yılını kutlayan Avukat MEHMET NAZIM AYDIN DERİŞ.  

Aydın Bey’e bizimle söyleşmeyi kabul ettiği için teşekkür ediyoruz. Bu söyleşiyi yazarlarımızdan Özlem FÜTMAN gerçekleştirdi.



Ö.F. Aydın Bey merhabalar. Camiaya katkıda bulunanlarla yapılan bir söyleşi serisini siz olmadan düşünmek imkansızdı elbette. Esasen ben katkı kelimesinin bu noktada  durumu ifade etmek için yeterli olmadığını düşünüyorum, çünkü siz ve sizin jenerasyonunuz ülkemizde Fikri Mülkiyet mevzuatının oluşturulması, meselenin anlaşılır hale gelmesi ve uygulamanın şekillenmesi konusunda çok emek verdi. TÜRKPATENT gibi sadece alana özgülenmiş bir Kurum’un mevcut olmadığı, tescil işlemlerinin Bakanlık içerisinde bir Daire eliyle yürütüldüğü, bu alanda çalışan profesyonel sayısının bir elin parmaklarını geçmediği ve dahi bilgi kaynaklarına ulaşmanın çok kısıtlı olduğu o dönemlerde gösterdiğiniz gayret ve yaptığınız çalışmalar için size ve şahsınızda sizinle aynı jenerasyona mensup meslektaşlarımıza teşekkürü bir borç bilirim.

Önceki söyleşilerdeki soru sıralamasını bozmadan evvela sizi daha yakından tanımak isteriz. Aydın Deriş kimdir, hangi tecrübeler bugünkü Aydın Deriş’i meydana getirmiştir, yaşamınızı etkileyen isimler, düşünüşler ve olaylar nelerdir? 

A.D- Söyleşi davetiniz için çok teşekkür ederim. Söyleşiye başlamadan evvel, kısaca belirtmek istediğim bir husus var.

Ben 1968’te ülkeye döndüm ve 1969’da askere gidene kadar takriben 1 sene yazıhanede çalıştım. 1971 Haziran ayı sonu askerden döndükten sonra başladığım kesintisiz çalışma hayatımın, bu sene, 50nci senesi oluyor. Bu röportajın bu seneye, hem de Haziran ayı içine denk gelmesi benim için bir nevi hediye oluyor. Bilmenizi istedim ve bunun için de ayrıca teşekkür etmek istedim.

1nci soru doğru anladı isem şayet şöyle: “Niçin hukuk, niçin sınai mülkiyet?”

Aile ve yazıhane ile bağlantılı olduğu için bu sorunun cevabı kolay. Hukukçuluk aileden geliyor. Yazıhane de öyle.

Avukatlık yazıhanesi 1912’de Avukat Celal Derviş tarafından kuruluyor. Kendisi aynı zamanda Selanik Hukuk Mektebi’nde hukuk dersleri verirmiş. Yani avukatlıkla birlikte hukuk alanında eğitim faaliyeti de var. Deriş Patent ve Marka Acentalığı’nı kuran oğlu Ethem Derviş de avukat, ben de onun oğlu olarak avukatım.

Neden fikri mülkiyet konusuna gelince, bunun da cevabı hem aileyle hem yazıhane ile bağlantılı. İkinci  Dünya Savaşının sonundan itibaren Celal Derviş’in avukatlık yazıhanesinin faaliyet alanı sadece fikri mülkiyet olarak belirlendi ve öyle kaldı. Nitekim İkinci Dünya Savaşından sonra Celal Derviş Bey’in uzun süren bir hastalık sonucu vefatıyla, yazıhanenin faaliyeti Ethem Derviş Bey tarafından yürütüldü. Bu temel üstünde bugün, Deriş Avukatlık Ortaklığı ve Deriş Patent ve Marka Acentalığı A.Ş., 2 ayrı hükmi şahsiyet olarak, sınai mülkiyet ile ilgili dava konusu ihtilafları ve de, İngilizce “prosecution” olarak tabir edilen, sınai mülkiyet haklarının tesis, yenileme ve sicil süreçlerini yürütmektedirler.

Buradan itibaren neden hukuk, neden fikri mülkiyet alanlarını seçmiş olduğum zannederim yeterince açıklanmış oluyor. Kısacası: yazıhanenin faaliyetini devam ettirebilmek için. Aynı anlayış ve seçimin sonucu olarak bugün yazıhaneyi yöneten yeğenlerim, Serra Coral ve Kerim Yardımcı, 4ncü kuşak olarak yazıhanenin faaliyetini devam ettirmekteler. 5nci kuşak olarak da Serra Coral’ın kızı Ayşecan, Deriş Patent ve Marka Acentalığı A.Ş. bünyesinde 2020 Mayıs’ından itibaren çalışma hayatına atılmış bulunuyor. Dolayısı ile şu anda Deriş Avukatlık Ortaklığı ve Deriş Patent ve Marka Acentalığı A.Ş., 5nci kuşak olarak faaliyetini sürdürüyor, bunların 4 kuşağı avukat, dolayısı ile aile geleneği hukukçuluk olarak sorunun cevabı kendiliğinden ortaya çıkmış oluyor.



Ö.F.- 1968 yılında Cenevre Hukuk Fakültesinden birincilikle mezun olduğunuzu biliyoruz. Hukuk eğitimi almaya sizi ne yönlendirdi ve muhtelif sebeplerle yurtdışında eğitim almanın pek de yaygın olmadığı o yıllarda İsviçre’de eğitim almaya nasıl karar verdiniz? Fikri Mülkiyet ile hukuk fakültesindeyken mi tanıştınız? Bu alanda çalışmaya nasıl ve ne zaman karar verdiniz? Bir de tabii şunu öğrenmek isterim; sizce hukuk fakültesini Cenevre’de okumuş olmak avukatlık kariyeriniz boyunca ve özellikle Fikri Mülkiyet alanında çalışırken bir fark yarattı mı, yarattıysa bu fark nedir?   

A.D- Sizin de sorunuz içinde işaret ettiğiniz gibi, 1970 öncesinde fikri mülkiyet çok dar bir çerçevede biliniyordu ve konu ile ilgili kaynak neredeyse yoktu. Buradan itibaren “niçin yurt dışı, niçin Cenevre” sorusunun yanıtı da ortada. Bu seçim, mümkün olduğunca geniş bilgiyi, mümkün olduğunca kaynağında, edinmekle ilgili.

Bir de tabi meselenin lisan ve insan ilişkileri boyutu var. Çünkü benim eğitim aldığım zamanlarda fikri mülkiyet ağırlıklı olarak yabancı müvekkillerin işleri etrafında dönerdi. Yabancı iş sahipleri ile iş ilişkilerini yürütebilmek için lisan gerekli idi. Dolayısı ile faaliyet alanı ve mekân seçiminin önceden bilinen bir amaç doğrultusunda yapıldığını söylemek yanlış olmaz. Ayrıca muhataplarınızın kültürünü bir miktar bilirseniz şayet, onlarla ilişkileri yürütmek haliyle daha tabi ve kolay oluyor. Bence yurt dışı eğitimin en önemli etkilerinden birisi insan ilişkileri seviyesinde görülüyor. Başka bir deyişle sizin kültürünüzden farklı kültürdeki insanlarla ilişkilerin yürütülmesi daha etkin ve daha kolay oluyor.

İsviçre ve Cenevre’nin seçiminde iki, hatta üç, neden belirleyici oldu diyebilirim.

İlk neden lisan. Orta ve lise eğitimimi İstanbul’daki Saint Benoit Lisesinde Fransızca olarak aldığım için Fransızca açısından lisan konusunda bir sıkıntım yoktu.

İkinci neden ise tamamen objektif. Türk ve İsviçre hukukları arasında paralellik olması ve özellikle de İsviçre’nin medeni hukuk, borçlar hukuku, haksız rekabet, usul gibi konularda Türk hukukunun kaynak ülkelerinden birisi olması. Bir ihtimal bu nedenle benim Cenevre’de olduğum senelerde hukuk okuyan hatırı sayılır sayıda Türk öğrenci vardı.

Tamamen şahsi bir üçüncü neden de, aile evinde yaşayarak eğitim almanın kolaylığından uzaklaşmaktı.

Sorunuzun “Cenevre’de okumuş olmamın avukatlık kariyeri açısından ve özellikle fikri mülkiyet alanında çalışırken fark yaratıp yaratmadığı” istikametindeki  bölümüne  gelince: Tabii ki yarattı. Konuları bütünsel bir görüş ile ele almayı ve konuların içindeki unsurları da bütünlükle, ilintilerini gözeterek, irdelemeyi bir şekilde galiba orada öğrendim.

İsviçre’nin ana özelliklerinden birisi, uzlaşma (consensus) üzerine kurulu olmasıdır. Yani fikir ayrılıkları olsa da, bunları temel kabul ederek, ve de bir yerde birleştirerek, bir şekilde, herkesin kabul edebileceği bir çözüm üretmek normal kabul edilir. Başka bir deyişle buna, fikir ayrılıklarının normal kabul edilerek bunlar üzerine ortak bir çözüm oluşturma kültürü denilebilir. Zannediyorum bu anlayış ve yaklaşım tarzının, en azından bende ciddi bir katkı yaptığını söyleyebilirim.

İsviçre’de insanların davranışında dikkat çeken bir hususta, siz konuşurken, sizi dinleyip ne söylediğinizi anlamaya çalışmalardır. Birbirleriyle ilişkilerinde, insanların en dikkatle yaptıkları şey sizi dinlemek. Bizim ise dinlemek ile ilgili bir davranış özürümüz var galiba. Zannediyorum insanları dikkatle dinlemenin faydalı ve gerekli olduğunu orada öğrendim diyebilirim.

İlave etmek istediğim bir nokta daha var, o da şu. Bilindiği üzere İsviçre tarafsız (neutre) bir ülkedir. Bu tarafsızlık, onların bir nevi kültürel özellikleri haline gelmiş durumda. O kadar ki, herhangi bir konuya yaklaştıkları zaman mümkün olduğunca objektif olmaya ve o konuya mesafeli yaklaşmaya çalışıyorlar. Yani, bir şekilde, hissiyattan arındırarak konuya yaklaşmakla ilgili. Bu da bence çok mühim, özellikle bizim gibi yoğun hissiyatla yaşayan ve hissiyatı kararlarda  temel alan bir ülkeden gelenler için.

Faydalandığım bir diğer husus da şu oldu. Bizim eğitim müfredatımızda fikri mülkiyet konusu vardı ve ders olarak veriliyordu. Dolayısı ile üniversiteyi bitirdiğimde fikri mülkiyetin, en azından, teorisi ve genel çerçevesi hususunda iyi bir bilgi seviyem olduğunu söyleyebilirim. Bu tabii, daha ileride fikri mülkiyet üzerinde çalışacak olan birisi için oldukça kıymetli, bir nevi, konuya giriş niteliğinde oldu.

Cenevre ile ilgili olarak belki ilave edilmesi gereken bir husus da, Cenevre’nin, Dünya Fikri Mülkiyet Teşkilatı’nın (WIPO’nun) bulunduğu şehir olması. Üniversitede iken WIPO’nun kütüphanesini çeşitli defalar ziyaret ettiğimi ve oradaki kaynaklardan bayağı faydalandığımı da bu vesile ile söylemem gerekir.

Dolayısı ile birçok seviyede, Cenevre’de okumuş olmam fikri mülkiyetin en azından girizgâhını düzgün yapmama ve çerçevesini düzgün oturtmama, tereddütsüz, yardımcı oldu diyebilirim.



Ö.F– Cenevre dönüşü memlekette mesleği icra etmeye başladığınız zamanlarda Fikri Mülkiyetin ülkemizdeki durumu nasıldı? O dönemden olumlu-olumsuz neler hatırlıyorsunuz?

A.D- “İşe başladığımda fikri mülkiyetin ülkemizde ne durumda olduğu” hususundaki  sorunuz için söylenebilecek çok şey olması itibariyle, yer nedeniyle cevabımı mümkün olduğunca özet şeklinde vermeye çalışacağım.

Yukarıda belirttiğim gibi o tarihlerde fikri mülkiyet konusunda faaliyet, özellikle patentler konusunda, ağırlıklı olarak yabancı hak sahipleri ile ilgili idi. Örneğin patentler için Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları tarafından yapılan başvuru veya patent sayısı hakikaten yok denecek kadar azdı.

O tarihlerde, yerli iş dünyasında genel olarak bir fikri mülkiyet bilincinin olduğunu söylemek pek mümkün değildi. O zamanlarda zaten, fikri mülkiyet, şayet hakikaten gerekiyorsa, katlanılması gereken bir masraf kalemi olarak algılanırdı. Hiçbir şekilde, bunun bir rekabet unsuru ve iktisadi varlık  olduğu akla gelmezdi.

Diğer taraftan, resmî kurumlar ise, fikri mülkiyet konusuna bir nebze kuşku ile bakarlardı. Bunun da sebebi çok basitti, çünkü, o zamanlar, fikri mülkiyet, ağırlıklı olarak yabancı hak sahiplerini ilgilendirirdi. Bu anlayışın ve görüşün temeli olarak da resmî kurumlar ve özellikle karar mevkiinde olanlar, fikri mülkiyet konusuna mümkün olduğunca mesafeli olarak kalmaya dikkat ederlerdi.

O tarihlerde, haliyle, başvuruların sayısı, bugünlerin yanında çok daha azdı ve sınai mülkiyetle sağlanan korumanın çevresi daha dardı ve sadece marka ve patent ile kısıtlı idi.

Sınai mülkiyet konusunda yayınlanan kitap ve makale sayısı yok denecek kadar azdı. Hatırladığım kadarı ile, örneğin patent hukuku konusunda bir tek Profesör Nuşin Ayiter’in bir kitabı vardı. Mahkeme kararları da azdı, özellikle patent konusunda içtihat, birkaç kararla sınırlıydı.

Tabii ki, vekillik mesleği ile ilgili herhangi bir faaliyet yoktu, o zaman vekillik mesleğinin ibaresi dahi yoktu.

Dolayısı ile şu söylenilebilir. Gerek mevzuat açısından, gerek idarenin bu iş için ayırdığı kaynaklar açısından, gerek bilinç açısından, gerek yayın açısından, gerekse vekillik mesleği açısından, durum mesleki derinlikten yoksun ve oldukça hareketsiz (statik) idi. Fikri mülkiyet açısından, ortam/ülke, “hiçbir zaman, hiçbir şeyin olmadığı bir yerdi” (İngilizce tabiri ile “a place where never anything happens”) dersem çok da yanlış olmaz.

Tabii bu durum, bir yaklaşımın neticesi. O yaklaşım da yukarıda belirtmiş olduğum gibi fikri mülkiyetin, o zamanlarda, defansif gözlüklerle ele alınmasıyla ilgili idi. Halbuki 1990’lardan sonra, özellikle 1995’lerde KHK’ların yürürlüğe girmesiyle bu defansif gözlüklerin yerine daha dinamik, yani fikri mülkiyeti bir rekabet unsuru, iktisadi varlık olarak gören, gözlükler geldi.

1995’lerden sonra KHK’ların gelmesi ile, hatta 1990’lardan itibaren Türkiye bu defansif gözlüklerini değiştirdi ve fikri mülkiyet konusunda tam bir oyuncu olmaya karar verdi; bunun neticesi olarak da fikri mülkiyet mevzuatı baştan aşağı yenilendi, fikri mülkiyet ile ilgili patent kurumu organize edildi ve mesleğin de organizasyon temeli atıldı. Bu anlayış/gözlük değişimine bağlı olarak, 1990/1995’lerden itibaren Türkiye, fikri mülkiyeti, ticari ve sınai faaliyetin ayrılmaz bir parçası olarak görerek hareket etmeye başladı. Bunun da neticesi olarak mevzuatın bütünüyle değiştirilerek yenilenmesi geldi, Türkiye’nin neredeyse bütün uluslararası anlaşmalara katılması geldi, mesleğin organizasyonu geldi, kurumun tekrar yapılandırılması geldi gibi. Dolayısı ile bir paradigma değişikliği oldu denilebilir. Bu da tabii bir yerde anlaşılabilir bir şey, çünkü 1990’lardan evvel Türkiye’nin ihraç edilen ürün adedi, genellikle ziraat maddeleri dışında, çok azdı. Halbuki daha sonra bu ürün çeşidi çoğaldı, daha kompleks bir hale geldi. Kısacası Türkiye birçok alanda üretim merkezi (bu çerçevede yabancı bir yayında Türkiye’den “European China” olarak bahsedildiğini hatırlıyorum) olmaya döndüğü için, onunla birlikte olarak sınai mülkiyet faaliyetleri de sanayi gelişmesine ve iktisadi gelişmesine paralel olarak genişledi. Aslında bu paradigma değişikliği de bu genişlemenin ihtiyacı olarak ortaya çıktı ve bugünlere gelindi.



Ö.F – KHK’lar döneminde Komisyonlarda çalıştığınızı biliyoruz, o dönemlerin atmosferi nasıldı? 6769 Sayılı SMK’nın hazırlık süreciyle KHK dönemi hazırlıkları arasında nasıl farklar gördünüz?  Sizce ülkemizde Fikri Mülkiyeti ileriye götüren ya da geriye düşüren noktalar neler oldu? Bugün geldiğimiz noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz ve sizce nelerin hala iyileştirilmeye ihtiyacı var? 

A.D.- Bunların arasında çok ciddi farklar var.

KHK’ların oluşturulması aşamasında, o zaman daha henüz Devlet Planlama Teşkilatı vardı. Devlet Planlama Teşkilatı’nın bünyesi altında bir komisyon kuruldu ve o komisyona bizler de davet edildik. 1995’te yürürlüğe giren KHK’ların hepsi o komisyonda, ve o komisyonun alt komisyonlarında hazırlandı. Bilindiği üzere, KHK’lar ile birlikte ülkeye iki yeni düzenleme geldi, hatta üç diyeceğim.

Bir tanesi tasarımların tescil yoluyla korunması, ikincisi coğrafi işaretlerin korunması, bir üçüncüsü de, -ki, onun üzerinde biz çalışmadık, onu da belirtmem lazım- entegre devre topografyalarının tescili ile ilgili olan kanun. Bütün bunlar o zaman yapıldı. Ama 4 tane KHK, patent, marka, tasarım ve coğrafi işaretler, bu komisyon çalışmaları neticesinde ortaya çıktı.

Bu komisyonun çalışmaları, takriben 3 sene gibi uzun bir süre sürdü. Bu çalışmalarla ilgili olarak, bazen ayda birkaç kez, sık sık Ankara’ya gidip geldiğimi hatırlıyorum.

Bu komisyon idare kaynaklı herhangi bir tercih ve talimat ile karşılaşmaksızın, bu çalışmalarını yürüttü ve tamamladı. Komisyonun çalışmalarını, herhangi bir müdahale olmaksızın, yapmış olması bence çok mühim.

Diğer kanunların nasıl hazırlandığını bilmiyorum ama, 1995 KHK’ları, genel olarak Türkiye’de kanunların hazırlanış tarzından tamamen farklı bir anlayış ve yapı ile hazırlandı. Bence, komisyonun bu çalışmaları, mevzuat düzenlemelerinin nasıl yapılması gerektiğine dair belki bir örnek niteliğinde oldu.

Buna mukabil 6769 sayılı SMK’nın hazırlanmasında öyle bir yol takip edilmedi. 6769 sayılı Kanun’un politik talimatlar ve tercihler doğrultusunda yapıldığı anlaşılıyor. O kadar ki, kanunun madde adedinin dahi politik olarak verilen talimatlar doğrultusunda saptanmış olduğu söyleniyor, fakat tam olarak bilemiyorum tabii. Buradan itibaren, 6769 sayılı kanunun yapılmasındaki büyük farklılık şu: Kanun İdare’nin, yani Türk Patent ve Marka Kurumu’nun, kendi öngördüğü ve kendi anlayışına uygun olan, kendisinin tatbik etmek istediği şekilde hazırlanmış oldu. Dolayısı ile idare/kurum bir nevi yürütmek istediği kanunu hazırlamış oldu, -ki, bunun en azından, ağızlardan düşmeyen, kuvvetler ayrılığı ilkesine taban tabana zıt bir durum olduğunu teslim etmek gerek. Kanun hazırlıkları esnasında kurumun daveti ile bizlerin de görüşü alındı. Bununla ilgili birkaç toplantı yapıldı. Kurumun hazırladığı tasarı üzerinden değerlendirme ve görüşler alındı. Bu görüşler neticesinde de birtakım hususların değiştiğini hatırlıyorum fakat bunlar daha ziyade detay nitelikte değişikliklerdi. Temel olarak kurumun kendi tercihlerinin ötesinde, kanunun müesseseleri açısından idarenin tercihlerinden farklı olan bir önerinin kabul edilip uygulandığını hatırlamıyorum.

Dolayısı ile 6769 ile KHK’ların arasında hazırlanma süreçleri ve metotları arasında çok ciddi farklar var. Şahsen ben KHK’ların hazırlanma metodunun daha doğru olduğunu düşünüyorum.

Ayrıca, 6769 sayılı Kanunun çok süratle hazırlandığını da belirtmek lazım. Politik olarak belirlenen, zaman hedefi baskısı nedeni ile olsa gerek, kanunun birtakım eksiklikleri var, bence en mühim eksikliklerinden biri gerekçesinin olmaması. Halen kullanılan gerekçe, 6769 sayılı kanundan evvel hazırlanan bir kanun taslağının gerekçesidir. Bir ihtimal verilen zaman sürecinde ancak kanunun kendisi yapılabildi ve de, biliyorsunuz, parlamentodaki durum itibariyle de süratle kanun geçirildi. Nitekim metinlerin hazırlanmasında, birtakım tercihlerde çok münakaşa edilecek hususlar var, şimdi burada bunların hepsine girecek zamanımız yok, ama hakikaten anlaşılmayan şeyler var.   Örnek olarak: mecburi lisans talebinin patent tescil edilmeden evvel, patent başvuruları için de yapılabilmesi hususu getirildi yeni kanunda. Gerekçede bu düzenlemenin niçin getirildiği ve ne etki yapmasının beklendiğine dair bildiğim kadarı ile hiçbir açıklama ve bilgi yok. Örnekleri çoğaltmak mümkün: Biyoteknoloji temelli buluşlar, second medical use, kamu destekli projelerde çalışan buluşları, geleneksel ürün adı ve bununla bağlantılı olarak Türk Patent ve Marka Kurumu’nun kendisini, bir nevi, “regulatory authority” olarak konumlandırması gibi.

Bence mühim diğer bir örnek de, vekillik mesleği ile ilgili. Mesleğin kanun temelinde oluşturulacak ve bağımsız olan bir yapı altında organize edilmesi fikri ortaya atıldı ancak kabul görmedi ve İdare’nin tercihi doğrultusunda, mesleğin kurum çatısı altında organize edilmesi kabul edildi. Bugün bu tercih neticesinde, resmi olarak, mesleği temsil ve organize eden bağımsız bir kuruluş olmadığından, diğer Avrupa ülkelerindeki mesleki kuruluşların tepe kuruluşu olan ANIPA’da (eski adıyla CNIPA), Türkiye’deki vekilleri temsilen katılan bir kuruluş yoktur ve de olamamaktadır. Nitekim, bu tercihin neticesi olarak, kurumdan ayrı olarak TOBB nezdindeki sektör meclisi, meslek olarak vekilleri temsil etme görevini kendisine bahşetmiş görünmektedir. Dolayısı ile, bu tercihler neticesinde, ileride, sektör meclisi de vekiller hakkında ayrıca profesyonel davranış kurallarını belirleyip, bunlar temelinde disiplin cezaları uygulamaya kalkar ise, ortada ciddi sonuçlar verebilecek bir iki başlılıkla karşılaşılacağı ortadadır. Kısacası belirtmek istediğim, mesleğin bütün unsurları ile ve bunların birbirleri ile münasebeti ile, bir bütünlük içinde ele alınarak organize edilmesi gereği hala ortada durmaktadır.



Ö.F- Sizinle yapılan bir söyleşide Fikri Mülkiyet derneklerine uzun yıllardır verdiğiniz katkı ve gençlere yaptığınız mihmandarlıktan bahsetmemek olmaz bence. Birçok Derneğin üyesisiniz ve AIPPI Türkiye’nin de kurucularındansınız.  AIPPI’nin Türkiye’de kurulması fikri nasıl filizlenip uygulamaya geçirildi ve siz burada nasıl bir rol üstlendiniz? Fikri Mülkiyet Derneklerinin ülkemizde aldığı yol ve daha nelerin yapılması gerektiği hakkındaki fikirlerinizi öğrenebilir miyiz?

A.D.- Burada çok fazla söylenecek bir şey yok aslında. İstanbul’da yapılan bir toplantıya katılan AIPPI’nin o zamanki genel sekreteri, AIPPI’nin faaliyetlerini anlattı ve Türkiye’de mesleki bir örgütlenmenin doğru olacağı istikametinde görüş verdi. Oradan itibaren de katılanların ortak görüşüne bağlı olarak AIPPI’nin Türkiye Grubu’nun kurulmasına karar verildi. Bu grup daha sonra faaliyetini daha örgütlü bir çerçevede devam ettirmek amacıyla derneğin kurulmasına karar verdi. AIPPI Türkiye grubunun ve daha sonra derneğin kurulması, meslektaşlar arasında ortaklaşa alınan kararlar ile gerçekleşti.

Dolayısı ile AIPPI Türkiye Grubunun ve de derneğin temeli, hatta, var olma nedeni, bir kere Türkiye’de mesleği icra edenlerin patent ve marka vekili olarak adetlerinin nispeten yüksek olması. İkincisi de Türkiye’de bildiğim kadarı ile o zaman PEM vardı, fakat PEM’de o zaman çok aktif değildi galiba. Onun dışında da meslek ile ilgili hiçbir yapılanma olmadığından bunun bir ihtiyaç olduğu tespit edildi. AIPPI’nin kuruluşunun arkasında bu ortak tespit ve karar yatar.

AIPPI’nin kurulmasında ben de yer aldım, benim de fikrimi sordular. Hasbel kader, birinci başkanı oldum ve iki dönem başkanlık yaptıktan sonra başkanlığı devrettim. AIPPI’nin kuruluşunda benim, diğer meslektaşlardan farklı ve daha fazla bir katkım olduğunu söylemek biraz zor. Yukarıda belirttiğim gibi meslektaşlarımızın ortak olarak aldığı bir karar neticesinde dernek kuruldu ve bir şekilde de, gene herkesin katkısı ve çalışması ile,  dernek, ciddi bir organizasyon ve etkinlik seviyesine geldi. Bu nedenle derneğin meslektaşlar arasında bir çekim gücü olduğunu görüyoruz bugün. Nitekim, benim zamanımda dernek üyesi yanılmıyorsam 130-140 kişi civarında idi şimdi 200’leri geçmiş durumda. Bu tabii çok memnuniyet verici bir şey. Ancak bunun böyle olmasının arkasında yatan neden, daha evvel de belirtmiş olduğum gibi “tahsil için niye Cenevre’ye gittiniz” diye sorduğunuz sorunun cevabı yatar: “mümkün olduğunca geniş bilgiyi, mümkün olduğunca kaynağından, temin etmek”. Bunun aynen Türkiye’deki meslek kuruluşları içinde geçerli olduğu düşüncesindeyim. Sebebi çok basit, çünkü Türkiye’de maalesef fikri mülkiyet ile ilgili bir eğitim verilmiyor. Bu eğitim ne vekillere doğru dürüst veriliyor, ne avukatlara doğru dürüst veriliyor, ne de özellikle çalışanlara, yani idari nitelikte iş yapan (formalities officers denilen) çalışanlara veriliyor. Organize ve devamlılık gösteren eğitim eksikliği nedeniyle herkes hasbel kader bir şekilde bu bilgileri kendi imkânları ile ve ilgi duyduğu kadarı ile edinmeye çalışıyor.

Yukarıda da belirttiğim gibi, bizim ilk başladığımız zamanlarda çok ciddi yayın eksikliği vardı, yani konu ile pek kimsenin ilgilendiği yoktu, dolayısı ile Meslek ile ilgili bilginin ve tecrübenin bir şekilde ülkeye aktarılması gerektiği ortada olduğundan, derneğin faaliyetlerine bu anlayış ile girmek istedim. Dernek bu perspektif ve anlayışı yansıtacak şekilde faaliyetini sürdürüyor ve mümkün olduğu kadar yurt dışı çalışmalarına aktif olarak katılmaya çalışılıyor. Şahsen bunun çok büyük bir öğrenme vasıtası olduğunu düşünüyorum. Dolayısı ile derneğin faaliyetlerinden itibaren ortaya çıkan, bir şekilde ülke dışında oluşan meslek ile ilgili bilginin ve de tecrübenin bir yerde ülkeye aktarılması oluyor. Ülke dışındaki profesyonel dernekleri, ben de biraz bu gözle görüyorum, çünkü maalesef Türkiye’de bu ihtiyacı karşılayacak bir yapılanma şu anda yok. Temennimiz bir gün olması, ancak maalesef yok. Nitekim aynı şekilde FICPI de, biliyorsunuz FICPI’nin de Türk grubu oluşturuldu, fakat o nispeten küçük bir grup olarak kaldı. Bilindiği gibi, AIPPI’nin dışında bir de PEM var. PEM’in de başında senelerdir Uğur Yalçıner Bey var, sağ olsun o uğraşıyor. Meslek ile ilgili bu derneklerin etkinliği bence mesleğe yaptıkları bilgi ve tecrübe katkısına bağlı. AIPPI’nin en önemli özelliği de bu galiba, çünkü uluslararası olarak çok ciddi bir bilgi ve tecrübe birikimi var.  AIPPI’nin bu bilgi ve tecrübesi devamlı taze tutuluyor ve yenileniyor. Bütün bu bilgi ve tecrübenin ülkemizdeki meslektaşlara yansıması bence mesleğe etkinlik ve derinlik katıyor.

En azından küresel alanda Türk Grubu bu nedenle ciddi bir oyuncu haline geldi. Nitekim AIPPI Türkiye grubunun ve derneğinin faaliyetleri ve gelmiş olduğu etkinlik ve yetkinlik düzeyi, örnek olarak diğer ülkelere de gösteriliyor, en azından mesleki yapılanmalarının gerekli olduğu düşünülen ülkelere. Şahsen, derneğin faaliyetlerini, bu açıdan mesleki olarak zenginleştirici olduğunu düşünüyorum.

Ayrıca, bilindiği üzere AIPPI, fikri mülkiyet konusunda dünyadaki en büyük ve en etkin mesleki grup ve derneklerden birisi olduğu için, sizin de uluslararası olarak bir davranış ve iletişim tarzını belirlemeniz ve onu da uygulamanız gerekiyor. Yani bir şekilde oyunun parçası haline gelmeniz lazım ve o oyunu da oynamanız lazım, ama o oyunda oynayabilecek derecede de bilgi ve yetkinlik seviyesine ulaşmanız lazım. Kuruluşundan çok uzun bir süre geçmemesine rağmen, zannediyorum, biz dernek olarak, o seviyeye gelmiş bulunuyoruz. Derneğin, çalışmalarını devamlılık ve üyelerin geniş katkısı ile yürütmesi bizler için haliyle çok memnuniyet verici.

Çalışmalardaki devamlılık ve üyelerin aktif katkısı, fikri mülkiyet hususunda AIPPI Türkiye Grubu’nun ve de derneğin, bir forum/platform fonksiyonu kazandığının göstergesi kanımca. Aslında bu forum/platform olma fonksiyonu, derneğin kuruluşundan beri en mühim hedeflerinden birisiydi. Hali ile, bu platformun canlılığı ve enerjisi mesleğin ve fikri mülkiyet konusunun derinlik kazanmasına da ciddi bir katkı yaptığı düşüncesindeyim.



Ö.F.- Aslına bakarsanız Fikri Mülkiyet mevzusu bir yana benim sizinle ilgili en merak ettiğim konu sanata olan ilginiz. Yüz yüze gelip hasbıhal etme imkanımızın olmadığı şu günlerde, Söyleşiyoruz merak ettiğim bu konuyu size sorabilmem için harika bir fırsat oldu diyebilirim!. Yıllar evvel bir dergide “Sanatçılar ve Koleksiyonerleri” gibi bir konsept içinde, benim de işlerini pek çok sevdiğim, Sn. Alev Gözonar ile birlikte yapılmış kısa bir röportajınızı hatırlıyorum. Sonraki yıllarda  sizin ve ofisinizin birçok sanat etkinliğine-sergiye sponsor olduğunuzu da gördüm. Hatta son hatırladığım sponsorluklardan biri, yanılıyorsam beni düzeltin lütfen, Karaköy’de Galata Rum Okulu binasında gerçekleşen bir sergiydi. (Base olabilir mi?) Bu konuda sizin ve ofisinizin duruşunu nasıl anlatırsınız? Hangi sanatlar ve sanatta hangi dönemler daha çok ilginizi çekiyor? Siz de sanatın herhangi bir dalıyla uğraşıyor musunuz? Sevdiğiniz eserler ve sanatçılar kimlerdir ve hangi sanat etkinliklerini takip edersiniz? Ve sizce sanat insana neden lazım?

A.D.- Takdir edersiniz ki bu, profesyonel çalışma alanının dışında olan bir konu oluyor, tamamen şahsi tercihler temelinde oluşan bir uğraşı.

Şimdi, “hangi sanat türlerini tercih edersiniz” dendiğinde, buna cevap vermekte zorlanıyorum biraz doğrusunu isterseniz. Örneğin, görsel veya plastik sanatlar hali ile insanı etkiliyor. Ancak etkiliyor dendiği zaman, bu da şahsi bir şey. Eninde sonunda eserin size hitap etmesiyle ilgili izafi bir durum. Nasıl ki,  bana hitap eden bir eser, sizin için hiçbir şey ifade etmeyebilir, veya tersi. Dolayısı ile sanat bana göre tamamen sübjektif tercihlere ve etkilere bağlı olan bir konu.

Benim sanat ile olan ilgim, eserin bana hitap etmesi ile bağlantılı oluyor. Hatta, genelde tercihlerimizi yaparken biz karım ile birlikte ortak hareket ediyoruz diyebilirim. Bize sübjektif olarak hitap eden bir eser ilgimizi çekiyor. Ama onun dışında, sanatı bir yatırım aracı olarak görenlerin de olduğunu ve tercihlerini biraz da modaya bağlı olarak yaptıklarını biliyorum. Bizim böyle bir durumumuz yok, tam tersi, bizim tercihlerimiz tamamen modadan bağlantısız.  Bizim için sanata yaklaşım tamamen sübjektif olarak, şu veya bu çalışmanın bize hitap etmesi ile ilgili ve tercihlerimizi de bu temelde yapıyoruz. Yani, tercihimizi yaparken, hiçbir zaman bunun aynı zamanda bir yatırım gözlüğü ile yapılmadığını belirtmem gerekir. Dolayısı ile bizim sanat ile olan münasebetimiz, tamamen şahsi tercihler doğrultusunda, moda yok farz edilerek ve de yatırım gözlüklerinin hiç olmadığı bir anlayış içinde oluyor. Hepsi bu kadar. Nasıl ki, bütün çiçekler güzeldir de, size göre bir çiçek, bana göre bir başka çiçek daha güzeldir ve tercih sebebidir. Bunun gibi bir şey. Her ne kadar sanat ile ilgili bazı kitaplar okuduysam da, özellikle modern sanat için geçerli olarak, neyin, nereden itibaren sanat olarak addedilmesi gerektiğini de doğrusunu isterseniz her zaman bilemiyorum. Ama bildiğim bir şey var, gördüğüm bir şeyi beğenip beğenmediğimi ve bana hitap edip etmediğini, benim üstümde etki yapıp yapmadığını biliyorum ve ona göre de karar veriyorum. Uzun lafın kısası, siz bir eserle her gün sabahtan akşama kadar yaşayabiliyorsanız, üstelikte bu beraberlik keyifli bir beraberlik ise, o zaman eser kendi kendini seçmiş oluyor, benim bakış açımla. Onun dışında çok meşhurdur, eserleri şu kadar para eder, şu kadar dolar eder denilen bazı sanatkârların eserlerini de doğrusunu isterseniz bedava verseniz odama koymam, o da ayrı mesele. Dolayısı ile pek fazla söylenecek bir şey yok burada. Şahsi tercihler doğrultusunda oluştuğundan başka.

“Hangi türleri seviyorsunuz” sorusuna gelince de, aslında galiba resim olarak “abstre” çalışmaları daha çok seviyorum, zannediyorum karım da benimle aynı fikirde. Örneğin, Klee, Miro, Fontana, Fahrinüssa Zeyd gibi. Ayrıca Tingely’nin çıkma motor ve mekanik parçalarla yaptığı hareketli/hareketsiz eserlerini severim. Mesela, “Naif” türünü severim, iyi bir naif çalışma çok güzel olabilir. Hiç rastladınız mı bilmiyorum, mesela Güney Amerika’da ve Balkanlar’da yapılan naif çalışmalar var, hakikaten çok güzeller, ama bunların adı sanı genelde bilinmez.

Alev Gözonar’ın eserleriyle aynen yukarıda belirttiğim şekilde bir ilişkimiz var. Kendisinin birçok eseri, hem evde, hem işyerinde, bizim günlük yaşamımızın bir parçası olmuş durumda. Alev Hanım, karımın ve benim, sevdiğimiz ve takdir ettiğimiz bir insan ve sanatçı. Kendisine de söyledim, bence, çalışmalarının bir bölümünün, eski Anadolu ve İstanbul mozaik sanatının yeni ve modern malzeme ile ve anlayışla sürdürülmesiyle ilgili olduğu görüşündeyim.

Mesela benim sanat babında ilgili alanımdan bir tanesi mimaridir. Mimarinin çok ehemmiyetli olduğunu düşünürüm. Temelinde mimari, sizin her gün içinde yaşadığınız alanın, yani içinde hareket ettiğiniz çevrenin oluşmasını organize ediyor. Dolayısı ile mimari, bir nevi çevrenizin estetik açıdan güzel ve de aynı zamanda fonksiyonel olmasını sağlıyor. İnsanın içinde yaşadığı çevre, güzel ve fonksiyonel olunca da biraz hayata bakış açısı da değişiyor sanki, en azından daha neşeli, daha güler yüzlü, daha pozitif oluyor diye düşünüyorum. Onun için de mimari, benim için mühim alanlardan bir tanesi.

Diğer bir alan da belki sinema mesela, onu da oldukça takip ettiğimi söyleyebilirim. Bir zamanlar ediyordum, şimdi daha az takip ediyorum.

Arada ne tür faaliyetler yaparsınız derseniz, benim aslında bol bol fotoğraf çekmek dışında bir sanat faaliyetim yok. Kaldı ki, yaptığım şekliyle fotoğraf çekmenin de bir sanat faaliyeti olduğunu düşünmüyorum.



Ö.F.- Günümüzün realitesi gereği bu soruyu sormadan olmuyor maalesef; pandemi sürecini nasıl yaşıyorsunuz? Neler değişti, dönüştü sizin için pandemiyle birlikte?  

A.D.- Pandemi sürecini doğrusunu isterseniz sıkıntı ile geçirdik ve halen de geçiriyoruz, dünyanın en keyifli süreci değil hali ile, ama bir yerde de bizim hem profesyonel olarak hem özel olarak davranışlarımızı kalıcı olarak değiştirdi galiba.

Profesyonel anlamda pandemi bir şekilde, bizim için zorlayıcı ve itici bir sebep oldu diyebilirim. Tereddüt ettiğimiz birtakım şeyleri yapmak mecburiyetinde kaldık ve bunların da profesyonel olarak yazıhaneye etkisinin oldukça başarılı olduğunu söyleyebilirim. En azından dijital dönüşümün sağlanması açısından, kağıtsız ofisin gerçekleştirilmesi açısından ve bütün bunların hiçbir aksaklık yaşanmadan ve hiçbir kesinti yaşanmadan, evden çalışma ile sürdürülebilir bir hale gelmesi açısından bize çok büyük tecrübeler kazandırdı. Bu açıdan pandeminin etkisi müspet oldu denilebilir.

Şahsi açıdan bakarsanız, sıkıntılı bir süreç olduğu ortada. Bir yerde insanın hareketlerinin kısıtlı kaldığı bir süreçti. Ne yapabileceği biraz insanın kendisine kalmış bir şey. En azından benim için faydalı oldu, çünkü okuma imkânını bulamadığım bazı kitapları okuma fırsatını buldum, ilgi duyduğum alanlara biraz bakma imkânım oldu. Tabii benim bir de eskiden kalma bir hobim vardı, gemi maketi yapardım, elimde bir tane eski bir gemi maketi vardı, epey hırpalanmış durumda idi, ilk pandemi döneminde o gemi maketimi yeniledim. Bunların dışında pek söylenecek bir şey bulamıyorum.



Ö.F- IPR Gezgini okurları/takipçileri arasında mısınız diye merak ediyorum. Siteyi takip etme fırsatınız olmuşsa bu konuda neler düşünüyorsunuz ve sizce daha başka neler yapabiliriz, bize tavsiyeleriniz olur mu?    

A.D.- Doğrusunu isterseniz IPR Gezgini’ni her zaman okumuyorum. Çünkü her şeyi okumak imkânı maalesef olmuyor, okunacak o kadar çok şey var ki. Hepimizin problemi de sanırım aynı. Ara ara okuduğum şeyler oluyor, fakat devamlı izlediğim bir yayın değil maalesef. Niçin değil derseniz onun da sebebi şöyle söylenebilir, ki, bu belki aynı zamanda bir öneri olarak da kabul edilebilir. Basit bir gözlem olarak, biz, mesela, ülkemizdeki güncel gelişmeleri veya ülkemizde enteresan bir karar çıktığı zaman veya bir durum olduğu zaman, onu bir şekilde hep yabancı kanallardan öğreniyoruz. Biliyorsunuz Lexology var, ILO var, hukuk yayınları yapan kanallar var Mondaq gibi, onlardan öğreniyoruz. Halbuki bence bunun mümkün olduğunca yerli olarak yapılabilmesi iyi olurdu. Ancak bunun dışında Türkiye’deki gelişmeleri, mesela enteresan kararları, varsa enteresan münakaşaları, bir şekilde çözülmesi gereken konuların temel olarak ele alındığı münakaşaları, genel olarak IPR Gezgini’nde her zaman bulamıyorsunuz. Yani, devamlı el altında tutulup da, bugün neler olmuş bir bakayım şuraya dediğiniz zaman başvurabileceğiniz, ortak referans teşkil eden bir kaynak yok ortada Türkiye özeline ilişkin. Olmadığı için de tabii ara ara gidip bakıyor insanlar, enteresan bir şey varsa ve kendilerine enteresan gelen yayını okuyorlar, benim de durumum biraz öyle.

Bunu öneri olarak kabul edebilirsiniz, IPR Gezgini, Türkiye’deki gelişmelerin,  hukuk alanında veya özellikle patent alanında yansıtıldığı ve devamlılık arz eden bir araç haline getirilebilirse, belki çekiciliği artar. Öyle bir referans noktası oluşturulabilirse bence ilginç olur ve çok da sorunu çözer diye düşünürüm, örneğin, markalar hususunda alınmış YİDK kararları, patentler hususunda alınmış mahkeme kararları gibi. Bunların ele alınması, bir şekilde yansıtılması iyi olur. Ama bu nasıl yapılabilir, bilemiyorum. Çünkü herkes genelde kararlarını kendine tutuyor ve bunları uluslararası alanlarda yayınlamayı tercih ediyor. Tabii ki bunun yapılabilmesi, temelde herkesin aynı görüşte birleşmesine bağlı. Mümkün olur mu bilemiyorum.



Aydın Bey’e bize ayırdığı vakit ve verdiği samimi yanıtlar için çok teşekkür ediyor, meslek yaşamında kutlanacak daha nice uzun yıllar diliyoruz. Bu söyleşi bize fikri mülkiyetin geçmiş 50 yılı hakkında güzel bir perspektif çizdiği gibi keyifli de oldu kanaatindeyiz.

SÖYLEŞİYORUZ ilerleyen günlerde camiamıza katkı veren diğer isimlerle devam edecek. Takipte kalın!

IPR Gezgini

Haziran 2021

iprgezgini@gmail.com

SÖYLEŞİYORUZ # V – 4 Haziran’da Sizlerle – Av. MEHMET NAZIM AYDIN DERİŞ – FİKRİ MÜLKİYET İLE GEÇEN 50 YIL!

IPR Gezgini’nin Türkiye’de fikri haklar alanına katkı vermiş önemli isimlerle söyleşileri devam ediyor.

SÖYLEŞİYORUZ’un Haziran ayı konuğu fikri haklar dünyamızın duayen isimlerinden Av. MEHMET NAZIM AYDIN DERİŞ olacak. Söyleşimizi yaparken öğrendik ki Aydın Bey, Haziran 2021’de fikri mülkiyet alanında 50. çalışma yılını dolduruyormuş. 50 yıl bir ömür demek! Böyle önemli bir yıldönümünde kendisi ile söyleşme fırsatı bulmaktan mutlu olduğumuzu belirtmek isteriz.

Mehmet Nazım Aydın DERİŞ’in, IPR Gezgini adına Özlem FÜTMAN’ın yönelttiği soruları yanıtladığı söyleşi 4 Haziran Cuma günü yayında olacak!

Aydın Bey kendisiyle yaptığımız söyleşide hem sorularımıza içtenlikle yanıt verdi, hem de bize fikri mülkiyetin son 50 yılının genel bir resmini çizdi. Kendisine verdiği içten yanıtlar için teşekkür ediyor ve tüm okurlarımızı bu keyifli söyleşiyi okumak için 4 Haziran Cuma günü IPR Gezgini’ne davet ediyoruz.

IPR Gezgini

Haziran 2021

iprgezgini@gmail.com