Ay: Ocak 2017

Üniversite Sanayi İşbirliği Projelerinde Buluşun Hak Sahipliğinin Belirlenmesi Sorunu

ipr_resimSınai Mülkiyet Kanunu’nun (“SMK”) yürürlüğe girmesi ile birlikte üniversite buluşları açısından yeni bir dönem başlamış oldu. SMK’da yer alan maddelerin uygulanmasına dair çeşitli usul ve esasları içeren yönetmelik taslakları da hâlihazırda ilgililerin görüşlerine açıldı. Bu taslak yönetmeliklerinden biri de “Çalışan Buluşlarına, Yükseköğretim Kurumlarında Gerçekleştirilen Buluşlara ve Kamu Destekli Projelerde Ortaya Çıkan Buluşlara Dair Yönetmelik Taslağı”dır (“Taslak”) ve halen görüşlere açıktır.

Söz konusu Taslak’ın 34/3. maddesinde yer alan;

2547 sayılı Kanunun 3 üncü maddesinin birinci fıkrasının (l) bendinde[1] tanımlanan öğretim elemanları ile stajyerlerin ve öğrencilerin diğer kamu kurumları veya özel kuruluşlarla belirli bir sözleşme kapsamında yapmış oldukları çalışmalar sonucunda ortaya çıkan buluşlar üzerindeki hak sahipliğinin belirlenmesinde, diğer kanunlardaki hükümler saklı kalmak kaydıyla sözleşme hükümleri esas alınır

hükmünün, konuyla ilgili uygulamada üniversite Teknoloji Transfer Ofislerinin (“TTO”) yaşadığı sorunlara  arzuladığı çözümü maalesef getirmediği kanaatindeyim. Bu nedenle bu yazıyı okuyucularımızla paylaşmak istedim.

Üniversite sanayi işbirlikleri kapsamında yapılacak sözleşme görüşmelerinde, üniversiteyi temsilen TTO yetkilileri ile sözleşmenin diğer tarafı şirket yetkilileri arasında en hararetli tartışmalar sözleşmenin fikri ve sınai mülkiyet haklarına ilişkin maddesi üzerinde yaşanmaktadır.   Sözleşmenin ilgili maddesinde şirketlerin, üniversite öğretim elemanından talep ettiği danışmanlık katkısı ile yapılan proje sonucunda ortaya çıkan buluş üzerinde genellikle “tek başına” hak sahipliğini talep ettiğini görmekteyiz. Şirketler şayet tescile konu olabilecek buluş ortaya çıkarsa, buluşa ait tescil başvurularında danışmanlık katkısı veren öğretim elemanının zaten “buluşçu” olarak belirtileceğini iddia ederek üniversitenin, sözleşme konusu proje sonucu ortaya çıkacak buluş üzerinde “müşterek” hak sahipliği talebini reddetmektedirler[2]. Diğer yandan, genellikle sözleşme konusu proje için öğretim elemanından alınan danışmanlık hizmetinin bedelinin zaten ödendiğini, dolayısıyla ortaya çıkacak buluş üzerindeki hak sahipliğinin tek başına şirkete ait olması gerektiğini iddia etmektedirler.

Oysa danışmanlık konusu hizmet ile proje sonucu ortaya çıkacak buluş, hukuki anlamda birbirinden farklı iki konudur. Danışmanlık hizmeti karşılığı ödenen ücretin, henüz daha vücuda gelmemiş buluş üzerindeki hak sahipliğinin devir[3] bedeli olarak algılanması hukuken doğru bir yaklaşım değildir. Şirketler danışmanlık ücreti ödemeleri karşılığında, hem ihtiyaç duydukları projenin gerçekleşmesini sağlayacak danışmanlık hizmeti alma, hem de proje sonucunda ortaya çıkan buluşun hak sahipliğine tek başına sahip olma beklentisi içine girmektedir. Bu şekildeki “bir koyun iki post” mantığının kabul edilmesi halinde, üniversiteler ve öğretim üyeleri için adil olmayan sonuçlar doğmaktadır.

Elbette hangi alanda olursa olsun sağlıklı bir müzakerenin temel şartı, bazen zor da olsa empati yapabilmektir. Şirketlerin proje sonucu ortaya çıkan buluş üzerinde tek başına hak sahibi olma talebinin altında yatan ve “bunu böyle kabul edemiyoruz maalesef” şeklindeki gerekçe dışındaki gerçek nedeni anlamak önemli.  İşbirliği projesi sonucu ortaya çıkan buluşu ticarileştirirken, şirketlerin buluş üzerinde tasarruf hakkına münhasıran sahip olmayı istemeleri veya bir yandan tek başına proje giderlerine katlanırken diğer yandan buluştan elde edilecek geliri 3.kişilerle paylaşmanın ticari olarak çok tercih edilen bir sonuç olmaması anlaşılabilir kaygılardır.

Ancak bu kaygılar karşısında, üniversitelerin buluş üzerinde müşterek hak sahipliği talebinin altında, ilk etapta ticari nedenler yatmadığının altını önemle çizmek gerekir. Hâlihazırda ülkemizde teknolojinin sanayiye aktarılması misyonunu üstlenen üniversite TTO’larının ana amacı; buluşlardan yüksek meblağlarda gelir etmekten ziyade, buluşların ticarileştirilmesi deneyimlerini yaşayarak bu anlamda başarı hikâyeleri yaratmaktır. Arzu edilen bu başarı hikâyesine başlamak için de mantıken öncelikle (i) ortada bir buluş olması ve (ii) bu buluş üzerinde üniversitenin ticarileştirme işlemlerini yapacak bir tasarruf hakkına sahip olması gerekmektedir. Şirketler üniversitelerle yaptıkları işbirlikleri kapsamında proje sonucu buluş üzerinde tek başına hak sahipliğinde ısrar ederse, üniversite hangi buluş üzerinde hak sahibi olacak ve ileride yapılacak ticarileştirme işlemlerinin bir parçası olduğunu kanıtlayabilecektir?

Buluşların çoğunlukla bir ihtiyaca binaen ortaya çıktıkları ve ticarileştirme açısından değerli olan buluşların ise özellikle sanayinin ihtiyacına cevap verenler olduğu açıktır. Üniversitenin, şirketin ihtiyacı üzerine oluşan bir işbirliği sırasında ortaya çıkan buluş üzerinde hak sahibi ol(a)maması, üniversitelerin buluşların ticarileşmesi sürecinde arzuladığı işlevi yerine getiremeyeceği sonucunu doğuracaktır.

Üniversitelerin buluş üzerinde hak sahipliği için şirketlere karşı verdiği mücadelenin altında yatan diğer bir önemli neden; yukarıda açıklamaya çalıştığım gibi buluş üzerinde en azından müşterek hak sahibi olarak kayıtlarda gözükerek, üniversite adına yapılan tescil sayısını arttırmaktır. Bu sayede üniversiteler arasındaki rekabette üst sıralarda yer almak ve hak sahibi (müşterek de olsa) olduğu bir buluşun ticarileştirilmesi senaryolarında yasal olarak yer alarak deneyim kazanmaktır.

Bu amacı şirketlere doğru anlatabildikten ve proje çıktısı buluş üzerinde müşterek hak sahipliği konusunda şirketleri ikna edebildikten sonra, şirketin ticari kaygılarını azaltacak ve ortak mutabakatla geliştirilen çeşitli alternatiflerin işbirliği sözleşmesinde düzenlenebileceği kanaatindeyim. Şirketler, müşterek hak sahibi üniversitenin buluş üzerinde tasarruf hakkını kısıtlayan, şirketin buluşun ticarileştirilmesine yönelik tasarruflarını genişleten, öğretim elemanının projeye katkı payına göre ticarileştirme sonucu elde edilecek gelirden üniversiteye pay verilmesi gibi konulardaki alternatif düzenlemelerle, üniversitenin müşterek hak sahipliğini ticari kaygılarını azaltacak şekilde uygulamada şekillendirebilirler. Ancak bir sanayi-üniversite işbirliği sözleşmesinin bu şekildeki bir ortak mutabakat noktasına gelmesi çoğu zaman mümkün olamamaktadır. Ya işbirliği sözleşmesi görüşmeleri, fikri ve sınai mülkiyet hak sahipliği maddesi üzerinde anlaşılamadığından daha baştan sona ermekte ya da üniversite, en azından işbirliği sözleşmesi sayım azalmasın diye, buluş üzerindeki müşterek hak sahipliği ısrarından vazgeçmektedir.  Bu durum TTO’ların günlük yaşadığı sorunlardan biri olarak halen karşımızda durmaktadır.

İşbirliği projeleri kapsamında ortaya çıkan buluşların üniversitelerin de rol aldığı modellerle ticarileştirilmesi yolunu açabilmek için, öncelikle buluş üzerinde üniversitenin de müşterek hak sahipliğine işaret eden bir yasal dayanağa ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Bu sayede üniversitelerin buluşların ticarileştirilmesindeki rolü sağlamlaşacak ve hak sahipliğine ilişkin sözleşme müzakerelerinde şirketlere karşı eli güçlenecektir.  Taslak’ın 34/3.maddesi, bu tarz işbirlikleri sonucunda ortaya çıkan buluş üzerindeki hak sahipliğinin belirlenmesini “sözleşme hükümlerine” bağladığı ve konu netleşmediği için TTO’ların yaşadığı güçlük halen devam edecektir.

Sonuç olarak, üniversitelerin sanayi işbirlikleri kapsamındaki proje çıktısı buluş üzerinde müşterek hak sahipliği talebini düzenleyen bir yasal dayanak beklentisi, TTO’lar tarafından halen devam etmektedir. Umarım söz konusu Taslak’a bu ihtiyaç doğrultusunda bir değişiklik/düzenlenme eklenmesi için geç kalınmış değildir.

Bu beklentiyi dile getirmekle beraber, konuyla bağlantılı olduğunu düşündüğüm bir noktaya daha değinmeden geçemeyeceğim. Diyelim ki üniversitelerin bu ihtiyacı yasa koyucular tarafından hemen dikkate alındı ve işbirliği projeleri çıktısı buluş üzerinde üniversite ve şirketin (3.kişiler)müşterek hak sahipliği yasal düzenlemeye bağlandı, bu durumda işbirliği sözleşmelerinde birkaç hususa daha kafa yormak ve müzakere etmek gerekeceği kanaatindeyim. Zira buluş üzerindeki ortak hak sahipliği, KHK döneminde olduğu gibi SMK’nın 112/1[4] maddesine göre 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’ndaki (“TMK”)  “paylı mülkiyete” ilişkin hükümlerine bağlanmıştır.  İşbirliği projesi çıktısı buluş üzerinde müşterek hak sahibi bir üniversitenin, buluş için yapılan patent başvurusuna herhangi bir nedenle devam etmek istememesi ihtimalinde, üniversite Taslak’ın 40. maddesine[5] göre “önce” hakkını devralması için öğretim üyesine teklif yapmak ve teklif kabul edilirse buluş üzerindeki hakkını öğretim elemanına “bedelsiz” devretmekle yükümlü olmaktadır.  Dolayısıyla belirttiğim ihtimali dikkate alarak; işbirliği projesi çıktısı buluş üzerindeki müşterek hak sahipliğinin üniversite ve şirket tarafından kabul edildiği hallerde, ileride üniversite, şirket ve öğretim elemanı arasında ortaya çıkması muhtemel bir ihtilafı önleyebilmek için, sözleşmeyi düzenlerken, TMK’nın SMK tarafından işaret edilen paylı mülkiyete ilişkin hükümlerinin de dikkate alınması gerektiği düşüncesindeyim.

Gülcan Tutkun Berk

Ocak 2017

gulcan@gulcantutkun.av.tr

 

[1] 2547 Sayılı Yükseköğretim Kanunu 3/(l): “Öğretim Elemanları: Yükseköğretim kurumlarında görevli öğretim üyeleri, öğretim görevlileri, okutmanlar ile öğretim yardımcılarıdır.

[2] İlgili düzenlemeler ve sözleşmeler gereğince öğretim üyesinin buluşu üzerinde hak sahipliğine sahip olan üniversite kastedilmektedir.

[3] Şirketlerin işbirlikleri sözleşmelerinde genellikle,  üniversitenin ve öğretim elemanının buluşa dair her türlü tasarruf hakkını şirkete “devrettiklerine” ilişkin bir düzenleme yaptıkları görülmektedir. Oysa işbirliği sözleşmesindeki bu tarz hak sahipliğinin devredildiğine ilişkin bir düzenleme FSEK 48/3 hükmüne göre batıldır. İşbirliği sözleşmesi imzalanırken henüz ortada vücuda gelmiş bir buluş (“eser” tanımı içinde yer aldığı farz edildiğinde) olmadığından, bu buluşun doğrudan şirkete devri, işbirliği sözleşmesinin imzalanması aşamasında söz konusu olamayacaktır. Devir için sonradan yani buluş ortaya çıktıktan sonra ayrıca bir devir sözleşmesi yapmak gerekecektir. İşbirliği sözleşmesinde bu devir işleminin ancak sonradan yapılacağı “taahhüt” edilebilir.

[4] SMK madde 112/1 “Patent başvurusu veya patent birden çok kişiye aitse hak üzerindeki ortaklık taraflar arasındaki anlaşmaya göre, böyle bir anlaşma yoksa 4721 sayılı Kanundaki paylı mülkiyete ilişkin hükümlere göre belirlenir….”

[5] Taslak Madde 40- (1) “Yükseköğretim kurumu, başvurudan veya patent hakkından vazgeçmek isterse, Kurum nezdinde vazgeçme talebinde bulunmadan önce, başvuru veya patent hakkını devralmasına ilişkin teklifini buluşu yapana bildirir. Buluşu yapan, bu konuda kendisine yapılan bildirim tarihinden itibaren bir ay içinde cevap vermezse veya teklifi kabul etmezse, patent başvurusu veya patent üzerindeki tasarruf yetkisi yükseköğretim kurumuna ait olur ve yükseköğretim kurumu patent başvurusu veya patent hakkından vazgeçebilir. Buluşu yapanın teklifi kabul etmesi durumunda haklar buluşu yapana bedelsiz olarak devredilir.”

Sünger Bob Dünyasından Marka Tecavüzü İddiası: “Krusty Krab” Restoranı Kurgu Dünyasından Gerçekliğe Taşındı

krab2

Sünger Bob’u ve yaşadığı sualtı dünyasını bilmeyen okuyucumuz yoktur muhtemelen. Bilmeyenler için Sünger Bob’un, dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de oldukça ünlü bir çizgidizi olduğunu ve hikayenin sualtı dünyasında geçtiğini hatırlatmakla yetinelim.

Sualtı dünyasında sıradan yaşamlarını sürdürmeye çalışan Sünger Bob ve arkadaşlarının hikayelerini konu alan çizgidizinin çocuklardan çok yetişkinleri ekran karşısına çivilemeyi başardığını söylemek sanırım yerinde olacaktır. Sünger Bob ülkemizde o denli ünlüdür ki, aslına uygunluğu tartışma konusu edilen bir kale restorasyon çalışması sonucu ortaya çıkan kütleye, sosyal medyada “Sünger Bob Kalesi” ismi dahi verilmiştir.

krab3Sünger Bob’un sualtı dünyasında yaşamının büyük kısmı çalıştığı “Krusty Krab” restoranında geçmektedir. “Krusty Krab” restoranının sahibi ise oldukça paragöz Mr. Krabs’tir.

krab4

Sünger Bob’un çalıştığı kurgusal “Krusty Krab” restoranı geçtiğimiz günlerde A.B.D.’nde oldukça ilginç bir marka hakkı ihtilafının konusu olmuştur. Bu yazı söz konusu ihtilafı okuyucularımıza aktarmak amacıyla yazılmıştır ve aktarılan bilgiler temel olarak http://www.jdsupra.com/legalnews/fictional-restaurant-wins-trademark-75737/ bağlantısındaki yazıdan alınmıştır.

“IJR Capital Investments” isimli bir A.B.D. firması Aralık 2014’te “The Krusty Krab” markasının “Restoran hizmetleri.” için tescil edilmesi talebiyle A.B.D. Patent ve Marka Ofisi (USPTO)’ne başvuruda bulunur. Bunun üzerine, Sünger Bob’un yayıncısı olan Nickelodeon firmasının distribütörü ve bağlantılı ortağı olan “Viacom” şirketi harekete geçer. Viacom,  IJR Capital Investments firmasından başvuruyu geri çekmesini ve restoran ismini değiştirmesini talep eder. Viacom, bunun ardından da marka hakkına tecavüz ve tanınmış markanın sulandırılması iddialarıyla Teksas Güney Bölge Mahkemesi’nde IJR Capital Investments aleyhine dava açar.

Davacı Viacom, “Krusty Krab” ibaresi için tescilli marka hakkına sahip değildir ve yukarıda da belirttiğimiz gibi “Krusty Krab” bir çizgidizide geçen kurgusal bir restorandır. Tüm bunlara ilaveten, IJR Capital Investments henüz restoranı hizmete açmamıştır ve başvurusu kullanım niyetiyle yapılan bir başvurudur.

Peki, bu ilginç dava mahkeme tarafından nasıl değerlendirilir?

Teksas Güney Bölge Mahkemesi, Viacom’un marka hakkına tecavüz iddiasını kabul eder, ancak tanınmış markanın sulandırılması iddiasını reddeder.

Mahkemeye göre, davacı “Krusty Crab” ibaresini tescil ettirmemiş olsa da, Viacom kazanılmış ayırt edicilik hususunda yeterli delil sunmuştur ve bu nedenle davacı işareti içtihat hukuku (common-law karşılığı olarak kullanılmıştır) bağlamında korunabilecek niteliktedir. Buna ilaveten mahkemeye göre marka koruması, popüler televizyon şovlarında yer alan ve halkın davacı ve ürünleriyle doğrudan bağlantı kurabileceği içeriklere de yansıtılabilir. Bu noktada mahkeme önceki içtihatlardan örnekler de vermiştir: Superman çizgiromanında yer alan Kryptonite (Superman’i güçsüz kılan tek maddenin ismi) ve Daily Planet (Clark Kent’in çalıştığı gazetenin ismi) ibareleri içtihat hukuku kapsamında korunmuştur, çünkü bu isimler Superman karakterinin ve hikayesinin bileşenleridir ve düzenli biçimde lisanslı Superman ürünlerinin üzerinde kullanılmaktadır. (bkz. DC Comics v. Kryptonite Corp., 336 F. Supp. 2d 324 (S.D.N.Y. 2004); DC Comics v. Powers, 465 F. Supp. 843 (S.D.N.Y. 1978))

Mahkeme karıştırılma olasılığını incelerken, Viacom’un markasının ayırt edici gücü, markaların her ikisinin de aynı yanlış yazımı biçimini (Krusty Crab) içermeleri ve restoran hizmetleriyle ilgili olmaları hususlarına da vurgu yapmıştır. Buna ilaveten, mahkemeye sunulan ve tüketicilerin %30’nun bu isimdeki bir restoranın, Viacom’un olduğuna veya onun tarafından veya izniyle işletildiğine inanacaklarını gösteren bir tüketici anketi de mahkeme kararına davacı lehine etkide bulunmuştur. Tüm bu hususlara ilaveten, dava dosyasında IJR Capital Investments’in marka başvurusunu yapmadan önce Viacom’un işaretinden haberdar olduğunu gösteren yeterli derecede kanıt da bulunmaktadır.

Mahkeme tüm bu kanıtlara ve davacı argümanlarına dayanarak, davayı kısmen kabul etmiş ve IJR Capital Investments firmasının Viacom’un marka hakkına tecavüz ettiği sonucuna ulaşmıştır.

IJR Capital Investments firması yetkilileri kararı temyiz edeceklerini açıklamıştır, dolayısıyla temyiz sonunda kararın ne yönde olacağı tarafımızca da merak edilmektedir.

USPTO’daki marka başvurusu inceleme sonucunun henüz sonuçlanmadığı ve dava sonucunun beklenilmekte olduğu bilgisinin USPTO kayıtlarında bulunduğu da bu noktada belirtilmelidir:

krab5

Ünlü TV dizilerinin, sinema filmlerinin, çizgidizilerin ve çizgiromanların kahramanlarının kurgu niteliğindeki isimlerinden veya bu eserlerde geçen kurgusal mekan, coğrafi yer adlarından oluşan markalar günlük yaşamda sıklıkla karşımıza çıkmaktadır. Özellikle yeme-içme mekanlarında karşılaşılan bu tip isimlerin, mekan sahiplerinin ilgili eserlere hayranlığı veya en azından bu eserleri seven tüketicileri mekana çekme gayreti ile açıklanması mümkün olsa da, eserlerindeki kurgusal isimlerden de lisans yoluyla ticari gelir elde etme niyetinde olan hak sahiplerinin, bu tip isimlendirmelerden pek de memnun olmadıklarını söylemek yerinde olacaktır. Bu noktada, ilgili eserlerin ve hatta bu eserlerdeki kurgusal isimlerin tecavüz iddiasının ortaya atıldığı coğrafyadaki bilinirliğinin ispatlanması önemli bir dayanak noktası olarak ortaya çıkmaktadır. “The Krusty Krab” davasında mahkemeye sunulan tüketici anketi, davacı argümanını şiddetli biçimde desteklemiştir, ancak benzer iddialar tüm kurgusal isimler için desteklenebilir mi sorusu ayrı bir problem olarak karşımızda durmaktadır.

Oldukça ilginç bulduğum “The Krusty Krab” davasının okuyucularımızın da ilgisini çektiğini umuyorum. Yazıyı da “Krusty Krab” remixiyle bitirmek haftasonu öncesi yerinde olacak sanırım.

Önder Erol Ünsal

Ocak 2017

 unsalonderol@gmail.com

 

CAKEGATE: Trump Döneminin İlk Skandalı Fikri Mülkiyete mi İlişkin?

barackpasta5

Donald Trump’ın A.B.D. Başkanı seçilmesi, dünya genelinde sürpriz ve şok etkisi yaratmış ve yeni başkanın iç ve dış politikada izleyeceği yolların neler olacağı merakla beklenmeye başlamıştır. Beklentilerin çoğunun demokrasi ve barış perspektiflerinden olumsuz yönde olduğu ortadadır, buna karşın içinde yaşadığımız ortadoğu siyasi ikliminin daha kötüsü nasıl olur pek kestiremediğimiz için Türkiye bakımından beklentiler, kanaatimizce “Bir de bunu görelim.” şeklinde özetlenebilir.

Trump’ın ilk hamlelerinin etkisinin politik veya ekonomik yönlerden olacağı beklenirken, Başkanlık kutlaması sırasında kesilen pastanın şeklinden kaynaklı bir fikri mülkiyet meselesi, yeni dönemin ilk –Amerikanvari dille- “Gate”i olarak ortaya çıktı.

A.B.D. basınında esprili bir dille “Cakegate” olarak adlandırılan, dilimize “Pasta Skandalı” olarak aktarabileceğimiz mesele, aslında oldukça komik, Twitter üzerinden yürüyen ve tarafların pek de uzatmaya niyetli olmadıkları bir magazin haberi niteliğindedir. Uzun süredir, yeni kanun bağlamında, biraz da monoton konulardan bahsettiğimiz için kısa bir magazin haberini yazmak doğrusu bana daha kolay ve eğlenceli geldi. Yazıya dayanak içeriği https://qz.com/892775/do-cake-designs-count-as-intellectual-property/ bağlantısından elde ettiğimi de bu noktada belirteyim.

Barack Obama 2013 yılında A.B.D. Başkanı seçildiğinde, kutlama için Duff Goldman tarafından aşağıda gördüğünüz kutlama pastası hazırlanmıştı:

barackpasta1

Donald Trump’ın 20 Ocak 2017 tarihindeki başkanlık kutlaması için Terry MacIsaac’in pastanesi tarafından hazırlanan kutlama pastası ise aşağıdaki şekildedir:

barackpasta2

Her iki pasta arasındaki benzerliği anında fark eden Duff Goldman 21 Ocak 2017 günü aşağıdaki tweeti göndermiş ve şaşkınlığını ortaya koymuştur:

barackpasta3

Terry MacIsaac ertesi gün Washington Post gazetesine açıklama yapmış (bkz. https://www.washingtonpost.com/news/food/wp/2017/01/21/trump-had-a-huge-luxurious-inauguration-cake-was-it-plagiarized/?utm_term=.402cbb0d2bac) ve ismini vermeyecekleri bir müşterilerinin törenden birkaç hafta önce kendilerine geldiğini, yanında Obama kutlamasında kesilen pastanın bir fotoğrafını getirdiğini ve aynı pastanın hazırlanmasını kendilerinden talep ettiğini ifade etmiştir. MacIsaac’e göre, müşterilerini fotoğraftan esinlenerek başka bir pasta tasarlamaya ikna etmeye çalışmışlar, ancak müşterileri pastanın aynısının hazırlanmasında ısrarcı olmuştur. Bunun sonucunda ise farklı pasta ustalarının ellerinden çıkan Obama ve Trump pastalarının birbirlerinin neredeyse aynısı olmasından kaynaklanan “Cakegate” ortaya çıkmıştır.

Terry MacIsaac’in yetkilisi olduğu firma 22 Ocak 2017’de Twitter’da aşağıdaki paylaşımı yapmış ve pasta tasarımının aslında Duff Goldman’a ait olduğunu belirtmiştir. Buna ilaveten pastadan elde edilen tüm karın insan hakları kampanyasına bağışlandığını da ifade etmiştir. Bu noktada, bağış yapılan insan hakları kampanyasının LGBT bireylere eşit muamele için faaliyet gösteren bir hayır kuruluşu olduğu da belirtilmelidir (Trump acaba bundan mutlu olmuş mudur?).

barackpasta4

Cakegate tarafları birbirleriyle hukuki ihtilaf içine girmeden meseleyi ortadan kaldırmayı başarmış gibi görünmekle birlikte, eğer çatışmayı seçselerdi ne olurdu sizce?

Pasta tasarımları telif hakkıyla korunabilir mi, yoksa tasarım hakkının varlığından bahsedilebilir mi acaba? Son yıllarda ülkemizde butik pastacılığın, özel pasta, kurabiye, kek tasarımlarının oldukça yaygınlaştığı da bilinirken, son derece sıradışı pastasının görünümünü korumak isteyen şefler sizce hangi yolu seçmeli?

Önder Erol Ünsal

Ocak 2017

unsalonderol@gmail.com

 

6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanununun 6(5) maddesi anlamında markaların benzerliği konusunun mehaz AB Tüzüğü’nün ilgili maddesine dair AB Adalet Divanı içtihatları ve EUIPO uygulaması kapsamında değerlendirilmesi: “markalar arasındaki bağlantı”

10.01.2017 tarihinde yürürlüğe girmiş bulunan 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanununun “Marka tescilinde nispi ret nedenleri” başlıklı 6’ncı maddesinin 5’inci fıkrası, tanınmış markaların farklı mal/hizmetler için yapılmış sonraki tarihli benzer marka başvurularına karşı korunmasına imkân tanıyan bir düzenleme olup, bu düzenleme esas itibariyle 556 s. KHK’nın 8(4) maddesinin yeni kanuna aktarılmış halidir.

Mülga 556 s. KHK’nın 8(4) bendi ile 6769 sayılı Kanunun 6(5) bendi arasındaki belirgin tek farklılığı, sonraki tarihli başvurunun haklı bir sebebe dayanması istinası oluşturmaktadır. Haklı sebebe dayanma hususunun yeni Kanunun ilgili maddesi hükmüne eklenmesiyle, söz konusu hüküm mehaz EUTMR 8(5) maddesiyle tam uyumlu hale getirilmiştir. Ancak, yeni Kanun ile birlikte gelen “haklı sebebe dayanma” kavramı farklı bir yazıda ele alınacak olup, bu yazıda ilgili madde hükmü bağlamında markaların benzerliği hususu, mehaz AB Tüzüğü’nün (EUTMR) ilgili maddesi hakkındaki AB Adalet Divanı içtihatları ve EUIPO uygulamaları çerçevesinde ele alınacaktır.

IPR Gezgininde daha önce, “556 s. KHK m. 8/1-(b)’ye göre benzerlik kavramı ile m. 8/4’e göre benzerlik kavramının mukayesesi” konusunu ele almıştık. Bu yazıyı okumamış olanlar veya hatırlamak isteyenler https://iprgezgini.org/2016/07/27/556-sayili-khk-m-81-bye-gore-benzerlik-kavrami-ile-m-84e-gore-benzerlik-kavraminin-mukayesesi/ bağlantısından yazıya erişebilirler.

Söz konusu yazıda da ifade edildiği üzere, markaların benzerliği hem karıştırılma ihtimali [mülga 556 s. KHK m. 8/1-(b), EUTMR m. 8(1)(b)], hem de tanınmışlık [mülga 556 s. KHK m. 8/4, EUTMR m. 8(5)] gerekçeli itirazların kabulü için varlığı zorunlu bir ön koşuldur.

AB Adalet Divanı içtihatlarına göre, markaların benzerliği değerlendirmesi, her iki madde açısından da görsel, işitsel ve kavramsal benzerlik unsurlarını ve tüketicilerin işaretleri bir bütün olarak algılaması, nadiren farklı markalar arasında direkt bir karşılaştırma yapma şansı olması, çoğunlukla markalar hakkında zihninde kalan net olmayan resme itimat etmek zorunda olması  gibi genel ilkeler göz önüne alarak yapılmaktadır. Ancak, EUTMR 8(1)(b) ve 8(5) maddesi hükümleri, aranan benzerliğin düzeyi bakımından farklılaşmaktadır. Şöyle ki, çekişme konusu markalar arasında benzerlik bulunması durumunda, EUTMR 8(1)(b) maddesi kapsamındaki koruma, halkın ilgili kesimi açısından bu markalar arasında bir karıştırılma ihtimali bulunması koşuluna bağlı iken; EUTMR 8(5) maddesi kapsamında sağlanacak koruma için böyle bir ihtimalin varlığı gerekli değildir. Dolayısıyla, EUTMR 8(5) maddesinde sayılan zarar çeşitleri, halkın ilgili kesiminin söz konusu markalar arasında bir bağlantı kurmasının (to establish a link between them) yeterli olması koşuluyla, çekişme konusu markalar arasında daha düşük düzeydeki bir benzerlikten kaynaklanabilmektedir. (AB Adalet Divanı, 23.10.2003, C-408/01, ‘Adidas-Salomon and Adidas Benelux’, para 27, 29, 31; 27.11.2008, C-252/07, ‘Intel Corporation’, para. 57, 58, 66).

Adalet Divanı, itiraz konusu markanın, önceki markadan haksız yarar sağlama, ayırt edici karakterine veya ününe zarar verme ihtimali bulunup bulunmadığını değerlendirirken, -şayet markalar benzer bulunmuşsa-, ilgili tüketicilerin zihninde, markalar arasında bir bağlantı (link) kurulup kurulmayacağı hususunun incelenmesi gerektiğini açıklığa kavuşturmuştur. Adalet Divanı içtihadına göre, bu analiz, tanınmış markaya zarar verilmesi riskinin varlığına dair nihai değerlendirmeden önce yapılmalıdır.

Markalar arasındaki bağlantı kavramına ilk olarak, Adalet Divanı’nın 27/11/2008 tarih ve C-252/07 sayılı ‘Intel’ kararında (para. 30) aşağıdaki şekilde değinilmiştir:

Direktifin ilgili maddesinde sayılan zarar türleri, eğer mevcutsa, halkın ilgili kesiminin iki marka arasında bağlantı kurması, bir başka deyişle, markaları karıştırmamasına rağmen onlar arasında bir bağlantı kurması vasıtasıyla, çekişme konusu markalar arasında belli düzeyde benzerliğin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.

Bağlantı (link) tabiri EUIPO uygulamasında ve dava hukukunda sıklıkla “ilişki” (association) olarak da anılmakta olup bu iki terim zaman zaman birbirinin yerine geçecek şekilde kullanılmaktadır.

Adalet Divanı, sadece çekişme konusu markaların benzer olması hususunun, onlar arasında bağlantı bulunduğu sonucuna ulaşmak için yeterli olmadığını belirtmektedir. Bilakis, markalar arasında bağlantı bulunup bulunmadığı, somut olaya özgü tüm ilgili faktörlerin dikkate alınması suretiyle genel olarak değerlendirilmelidir.

Intel kararı uyarınca (para. 42), böyle bir bağlantının bulunup bulunmadığının değerlendirilmesinde, aşağıdakiler ilgili faktörler olabilir:

  • Markalar arasındaki benzerliğin düzeyi. Markalar ne kadar benzerse, sonraki markanın, tüketicilerin zihnine önceki tarihli tanınmış markayı getirmesi o kadar olasıdır. (AB Adalet Divanı Genel Mahkemesi, 06/07/2012, T-60/10, ‘Royal Shakespeare’, para. 26 ve kıyas yoluyla AB Adalet Divanı, 27/11/2008, C-252/07, ‘Intel’ ön yorum kararı, para. 44)
  • Önceki markanın bilinir olduğu mal veya hizmetler ile sonraki tarihli markanın başvuru kapsamındaki mal veya hizmetlerin niteliği ve halkın ilgili kesimi. Mal veya hizmetler o kadar farklı olabilir ki, sonraki markanın halkın zihnine önceki markayı getirmesi o kadar olasılık dışı olur. (Intel, para. 49)
  • Önceki markanın tanınmışlığının gücü
  • Önceki markanın, kendiliğinden veya kullanım yoluyla elde edilmiş ayırt edici niteliğinin düzeyi. Önceki marka kendiliğinden ne kadar ayırt edici nitelikteyse, tüketicilerin sonraki tarihli aynı veya benzer bir markaya rastlamaları halinde, önceki markayı akıllarına getirmesi o kadar olası olacaktır.
  • Halkın ilgili kesiminde karıştırılma ihtimalinin varlığı

Bu liste sınırlayıcı değildir. Çekişme konusu markalar arasında bağlantı, bu kriterlerin sadece bazılarına bağlı olarak kurulabilir veya kurulmayabilir.

Halkın ilgili kesiminin, markalar arasında bağlantı kurup kurmayacağı konusu bir maddi mesele (question of fact) olup, bu soru her bir olayın kendi vakıa ve koşulları bağlamında yanıtlanmalıdır.

Bağlantı bulunup bulunmadığı, daha sonra dengelenmesi gereken tüm ilgili faktörleri göz önüne alarak değerlendirilmelidir. Dolayısıyla, (belki de markalar arasında EUTMR m. 8(1)(b)’ye göre karıştırılma ihtimali bulunduğu sonucuna ulaşabilmek için yeterli olmayacak ölçüde) zayıf veya uzak bir benzerlik düzeyi dahi, tüm ilgili faktörleri değerlendirmek suretiyle, halkın ilgili kesiminin markalar arasında bağlantı kurma ihtimali bulunduğu sonucunu haklı çıkarabilir. Bu bağlamda, Adalet Divanı, 24/03/2011 tarih, C-552/09 P sayılı ‘Timi Kinderjoghurt’ kararının 65 ve 66. Paragraflarında aşağıdaki hususları ifade etmiştir:

Genel değerlendirme, ilgili faktörlerin karşılıklı bağımlılığına ve markalar arasındaki düşük düzeydeki benzerliğin, önceki markanın güçlü ayırt edici niteliğiyle telafi edilebileceğine işaret etmesine rağmen… şayet çekişme konusu markalar arasında hiç benzerlik yoksa, önceki markanın ünü veya tanınırlığı ve çekişme konusu mal / hizmetlerin aynı veya benzer olması, halkın markalar arasında bağlantı kurması bakımından yeterli değildir…

… Ancak ve ancak çekişme konusu markalar arasında, zayıf da olsa bir benzerlik mevcutsa,  Genel Mahkeme, düşük düzeyde benzerliğe karşın önceki markanın tanınmışlığı gibi diğer ilgili faktörleri dikkate almak suretiyle, halkın ilgili kesimi açısından markalar arasında karıştırılma ihtimali veya markalar arasında bağlantı bulunup bulunmadığı hususunda bir genel değerlendirme yapmak zorundadır.

Mahkeme içtihatları, markalar arasındaki bağlantının, tek başına, EUTMR m. 8(5)’de sayılan zarar çeşitlerinden (mülga 556 s. KHK m. 8/4 ve 6769 sayılı Kanun m. 6(5)’de sayılan koşullar) birinin bulunduğu sonucuna ulaşmak açısından yeterli olmadığına da açıklık getirmiştir. (26/09/2012, T-301/09, ‘Citigate’, para. 96) Ancak, önceki markaya zarar verilmesi veya haksız yarar sağlanmasının olası olup olmadığını belirlemeden önce, markalar arasında bağlantının (veya ilişkinin) varlığı zorunludur.

Markalar arasında bağlantı bulunduğu yönünde karar verilen örnekler:

Aşağıdaki örneklerde, markalar arasındaki benzerlik düzeyi (diğer ilave faktörlerle beraber), tüketicilerin markalar arasında bağlantı kuracağı sonucuna ulaşmak için yeterli bulunmuştur.

Önceki tarihli tanınmış marka Sonraki tarihli başvuru Vaka/dava numarası

BOTOX

BOTOLYST / BOTOCYL

T-345/08 ve T-357/08 (birleşmiş davalar) (C-100/11P sayılı kararla onanmıştır)

BOTOX markası, kırışıklık tedavisi için farmasötik preparatlar açısından, 3. sınıfa dahil çeşitli malları kapsayan sonraki tarihli markanın başvuru tarihi itibariyle Birleşik Krallık’ta tanınmışlığa sahiptir. Önceki markanın kapsamındaki kırışıklık tedavisi için farmasötik preparatlar ile sonraki tarihli markanın kapsamındaki kozmetik kremler arasında düşük düzeyde benzerlik bulunmuştur. Ancak, parfümler, güneşlenme sütleri, şampuanlar, banyo tuzları, vb. mallar ile önceki markanın kapsamındaki malların benzer olmadığı kanaatine varılmıştır. Buna rağmen, çekişme konusu mallar bağlantılı sektörlere ilişkindir. İlgili tüketiciler (hem uzmanlaşmış tüketiciler hem de halkın geneli) sonraki tarihli markaların, BOTO- ibaresi ile başladığını farkedecektir ki, bu ibare halk nezdinde tanınmışlığa sahip BOTOX markasının neredeyse bütününü teşkil etmektedir. Ayrıca, BOTO- hem eczacılık hem de kozmetik alanında tanımlayıcı bir anlamı bulunmayan ve yaygın olmayan bir ön ektir. BOTOX ibaresi, “botulinum” için “bo” ve “toxin” için “tox” şeklinde bölünebilse dahi, bu ibarenin en azından Birleşik Krallık’ta, kendiliğinden veya kullanıma bağlı arttırılmış ayırt edici niteliği bulunmaktadır. Tüm ilgili faktörlerin ışığında, tüketiciler BOTOLYST ve BOTOCYL markaları ile tanınmış BOTOX markası arasında bağlantı kuracaklardır. (para. 65-79)

 

 

Önceki tarihli tanınmış marka Sonraki tarihli başvuru Vaka/dava numarası
 

RED BULL

 red-dog

R 70/2009-1

 

Temyiz Kurulu; (i) markaların bazı ortak unsurları içermesi, (ii) çekişme konusu malların (32-33. sınıflara dahil) aynı olması, (iii) RED BULL markasının tanınmış olması, (iv) RED BULL markasının kullanım sonucu güçlü bir ayırt edici nitelik kazanmış olması, (v) karıştırılma ihtimali bulunması nedenleriyle markalar arasında bağlantı bulunduğu kanaatine ulaşmıştır. (para. 19) Tanınmış RED BULL markasını bilen ortalama içecek tüketicisinin, aynı tür içecekler üzerinde RED DOG markasını görmesi halinde derhal önceki markayı anımsayacağını varsaymak makul olacaktır. Intel kararına göre, bu markalar arasında bağlantı bulunduğu anlamına gelmektedir. (para. 24)

 

 

Önceki tarihli tanınmış marka Sonraki tarihli başvuru Vaka/dava numarası

VIAGRA

VIAGUARA

T-332/10

 

Markalar bir bütün olarak yüksek düzeyde benzerdir. Görsel olarak, önceki markada bulunan tüm harfler, sonraki tarihli markada mevcut olup, ilk 4 harf ve son 2 harf aynı dizilimdedir. Halkın, kelimelerin başlangıç kısmına daha çok dikkat etmesi nedeniyle markalar arasında görsel benzerlik bulunmaktadır. İlk ve son hecelerin aynılığı, orta hecelerde ortak ses bulunmasıyla birlikte, yüksek düzeyde işitsel benzerlik bulunduğu sonucunu doğurmaktadır. Her iki ibarenin de bir anlamı yoktur, bu nedenle halk kavramsal olarak iki markayı birbirinden ayıramayacaktır.

 

Önceki marka, 5. sınıfta yer alan, ereksiyon bozukluğu tedavisi için ilaçları; sonraki marka ise 32 ve 33. sınıflarda yer alan, alkolsüz ve alkollü içecekleri kapsamaktadır. Önceki tarihli markanın belirtilen mallar için tanınmışlığı konusunda ihtilaf bulunmamaktadır. Genel Mahkeme, çekişme konusu markaların kapsamındaki malların farklı olması nedeniyle bu mallar arasında doğrudan bir bağlantı bulunmamasına rağmen, markalar arasındaki yüksek benzerlik düzeyini ve önceki markanın güçlü tanınmışlık düzeyini dikkate alarak önceki markalarla ilişki / bağlantı kurulabileceği sonucuna ulaşmıştır. (para. 52)

 

 

Markalar arasında bağlantı bulunmadığı yönünde karar verilen örnekler:

Aşağıdaki örneklerde, tüm ilgili faktörlerin değerlendirilmesi neticesinde, markalar arasında bağlantı kurulması ihtimali bulunmadığı sonucuna ulaşılmıştır.

Önceki tarihli tanınmış marka Sonraki tarihli başvuru Vaka/dava numarası

repsol

resol R 724/2009-4
 

Markalar arasında sadece belli düzeyde görsel ve işitsel benzerlik bulunmaktadır. Temyiz Kurulu, önceki markanın sadece enerji dağıtımı hizmetleri bakımından tanınmışlığının kanıtlandığı sonucuna ulaşmıştır. Bu hizmetler, başvuru konusu markanın kapsamındaki 18, 20, 24 ve 27. sınıflardaki mallardan tamamen farklıdır. Gerek önceki markanın tanınmışlığın kanıtlandığı enerji dağıtımı hizmetleri, gerekse başvuru kapsamındaki mallar, makul düzeyde gözlemci ve dikkatli olduğu kabul edilen ortalama tüketicilere hitap etmektedir. Çekişme konusu markaların kapsamındaki mal ve hizmetlerin hitap ettiği halkın ilgili kesimi ortak olsa dahi, bu mal ve hizmetler o kadar farklıdır ki, sonraki markanın, halkın zihnine önceki markayı getirmesi olası gözükmemektedir. Söz konusu mal ve hizmetlerin kullanımındaki büyük farklılıklar, EUTMR 8(5) hükmünün uygulanabilmesi ve önceki markanın ününden veya ayırt edici karakterinden haksız yarar sağlanabilmesi için gerekli olan, halkın çekişme konusu markalar arasında bağlantı kurması koşulunu oldukça olasılık dışı hale getirmektedir.

Bir çanta veya mobilya ürünü satın alma niyetindeyken, tüketicilerin, bu malları, enerji sektöründeki hizmetler bakımından çok tanınmış bir markayla ilişkilendirmesi de olası gözükmemektedir. (para. 69-79)

 

Önceki tarihli tanınmış marka Sonraki tarihli başvuru Vaka/dava numarası

ONLY

only-givenchy

R 1556/2009-2

(T-586/10 sayılı kararla           onanmıştır)

3. sınıftaki mallar aynıdır ve aynı tüketiciye hitap etmektedir. Çekişme konusu markalar arasında hafif düzeyde görsel ve kavramsal benzerlik ile orta düzeyde işitsel benzerlik bulunmaktadır. Önceki marka tanınmışlığa sahip olmasına rağmen, markalar arasında, özellikle “only” ve ayırt edici baskın unsur olan “givenchy” ibarelerinin birleşimiyle oluşan kavramsal bütün nedeniyle oluşan farklılıklar halkın markalar arasında bağlantı kurmaması için yeterli olacaktır. Dolayısıyla Temyiz Kurulu’nun, EUTMR 8(5) hükmünün uygulanması için gerekli koşullardan birisi olan, markaların halkın aralarında bağlantı kurmasına yetecek düzeyde benzer olması koşulunun sağlanmadığı yönündeki tespiti yerindedir. (para. 65, 66)

 

Özetle, somut bir olayda markalar arasındaki benzerlik düzeyi, diğer ilgili faktörlerle birlikte değerlendirildiğinde, markalar arasında karıştırılma ihtimali bulunduğu sonucuna ulaşmak için yeterli olmayabilecek iken aynı benzerlik düzeyi, yine olaya özgü tüm faktörlerle birlikte, 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanununun 6(5) maddesi (mülga 556 s. KHK m. 8/4) bakımından, halkın markalar arasında bağlantı kurmasına yeterli olabilir. Ancak, markalar arasındaki bağlantının varlığı, ilgili maddede sayılan diğer koşulların da varlığı açısından bir karine teşkil etmemektedir. Dolayısıyla, tüketicilerin, markalar arasında bağlantı kuracağı tespit edilmişse, ilgili maddede sayılan koşullardan herhangi birisinin (tanınmış markanın ününden haksız yarar sağlanması, markanın itibarının zarar görmesi, ayırt edici karakterin zedelenmesi) somut olayda gerçekleşme ihtimali bulunup bulunmadığı hususu da ayrıca değerlendirmelidir.

 

H. Tolga Karadenizli

Ocak 2017, Ankara

karadenizlit@gmail.com

Kaynak: EUIPO, Current Trademark Practice, Part C: Opposition, Section 5: Trade marks with reputation, (Article 8(5) EUTMR, p. 37-42, Version 1.0, 01/08/2016)

Yeni Sınai Mülkiyet Kanununda Tescile Dayalı Kullanım Savunması ve İhlal Davaları

poyraz-law

 

6769 s. Sınai Mülkiyet Kanunu’nun 10.01.2017 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girmesinin ardından sınai mülkiyet haklarına ilişkin mevzuat nihayet bir çatı altına toplanmış oldu.

Kanunun, “Ortak ve Diğer Hükümler” başlıklı 5. Kitap,  Birinci Kısım’da sınai mülkiyet haklarına ilişkin “Ortak Hükümler” düzenlenmiş olup yeni düzenleme ile birlikte yürürlüğe giren maddelerden birisi de “önceki tarihli hakların etkisi” başlığı altında düzenlenmiş olan 155. Maddedir.

“MADDE 155- (1) Marka, patent veya tasarım hakkı sahibi, kendi hakkından daha önceki rüçhan veya başvuru tarihine sahip hak sahiplerinin açmış olduğu tecavüz davasında, sahip olduğu sınai mülkiyet hakkını savunma gerekçesi olarak ileri süremez.”

Madde gerekçesine bakıldığında, maddeyle “başkasının sınai mülkiyet hakkına tecavüz ettikleri tespit edilen kişilerin, o sınai mülkiyet hakkından daha sonraki bir tarihte kendi adlarına yapılan tescile dayanmalarının önü kapatılmıştır. Sonraki tarihli tescil, bir hukuka uygunluk nedeni olarak kabul edilmemiştir.  Böylece aradaki kullanımların şartları gerçekleşmişse hakka tecavüz oluşturacağı ve her ne kadar davalı taraf adına tescil mevcut olsa da bu dönemdeki kullanım için de şartları varsa tazminat sorumluluğunun doğacağı kabul edilmiştir.” şeklindeki gerekçelere dayanıldığı görülmektedir.

Söz konusu madde metni incelendiğinde, önceki hak sahibinin tescilli bir hakka dayalı olarak açtığı ihlal davalarında, ihlal suçunu işleyen ve fakat marka, patent veya tasarım başvurusu/tesciline sahip sonraki hak sahibinin, salt söz konusu başvuruya/tescile dayalı olarak kullanımını gerçekleştirdiği ve bu kullanımlarının hukuka uygun olduğu şeklindeki savunmanın bir defi olarak ileri sürülemeyeceği düzenlemiştir. İşbu düzenleme kanunda yeni bir madde olarak yer almakla birlikte aslında uzunca bir süredir doktrin ve yargı makamları nezdinde de tartışma konusu olan ve nihayetinde bu tartışmalar neticesinde şekillenmiş bir düzenlemedir.

Hızlıca geçmiş uygulamaya bir göz atarsak yukarıda bahsi geçen madde aslında 551 s. KHK’da zaten var olan bir düzenlemeydi. Zira 551 Sayılı KHK’nın 78. Maddesinde düzenlenen “önceki tarihli patentlerin etkisi” başlıklı maddede “Patent sahibi patentini kendi patentinden daha önceki rüçhan tarihine sahip olan patent sahiplerinin açmış olduğu patente tecavüz davasında bir savunma gerekçesi olarak ileri süremez.” Hükmünü amirken aynı KHK’nın 79. maddesi “Patent konusu buluşun kullanılması, önceki tarihli bir patentle korunan buluşun kullanılması ile mümkün olması halinde bu husus patentin geçerliğine hiç bir engel teşkil etmez. Böyle bir durumda, ne önceki tarihli patent sahibi, sonraki tarihli patenti onun geçerli olduğu süre içinde sahibinin izni olmaksızın kullanabilir, ne de sonraki tarihli patent sahibi önceki tarihli patentin geçerliliği süresince, sahibinin izni olmaksızın patent konusunu kullanabilir. Ancak, sonraki tarihli patent sahibi, önceki tarihli patent sahibinin iznini almış veya o patent üzerinde zorunlu lisans elde etmişse, önceki tarihli patenti de kullanabilir” hükmünü amirdi. Dolayısıyla 551 sayılı KHK açıkça tescilli bir patent/faydalı model hakkının kendinden önce tescil edilmiş bir patent/faydalı modelden doğan hakka tecavüz edebileceğini ifade etmektedir.

Bununla birlikte 551 sayılı KHK’nın 78. Maddesinde yer alanla benzer bir düzenlemeye ne 556 s. KHK’da ne de 554 s. KHK’da yer verilmemişti. Hatta öyle ki Yüksek Mahkeme uygulamalarına bakıldığında, Yargıtay, tescilli bir hakkın kullanımının hukuka uygun bir kullanım olduğu ilkesini uzunca bir süre herhangi bir istisna dahi tanımaksızın mutlak bir şekilde uygulamış ve tescile dayalı hak hukuken ortadan kalkmadığı sürece, bu süreçteki kullanım nedeniyle tecavüzün varlığını asla kabul etmemiştir. (HGK, 16,7,2008 tarih, E. 2008/11-501, K. 2008/507, Yargıtay 11 HD 09.06.2008 T. 2007/5812E, 2008/7630 K sayılı kararları)

Bununla birlikte öncelikle endüstriyel tasarımlar yönünden daha sonralar ise markalar yönünden de önceki KHK’lar döneminde, yargı makamları önünde sonraki tescilli hakka rağmen, önceki tescilli bir hakkın ihlali halinde somut uyuşmazlığın koşulları çerçevesinde ihlal ve tazminat yükümlülüğünü doğabileceği tartışmalara neden olmuştur.

Örneğin 554 sayılı KHK’nın 17. Maddesinde açıkça belirtildiği üzere, “Tescil edilmiş bir tasarımın kullanılması hak ve yetkileri münhasıran tasarım hakkı sahibinindir.” Bu itibarla “Üçüncü kişiler, tasarım hakkı sahibinin izni olmadan koruma kapsamındaki tasarlanan veya tasarımın uygulandığı bir ürünü üretemez, piyasaya sunamaz, satamaz, sözleşme yapmak için icapta bulunamaz.” hükmü yer almakta idi.

Buradaki üçüncü kişiler kavramının içerisine, önceki tasarıma tecavüz teşkil eder nitelikteki sonraki tescilli tasarım sahiplerinin de girip girmeyeceği mahkemeler nezdinde de tartışılmıştır. Nitekim Ankara 3. Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesi’nce verilen 2012/42E ve 2012/120 K sayılı ilamında, 554 s. KHK’nın mehazını oluşturan AB Topluluk Tasarım Tüzüğüne ve Adalet Divanı’nın benzer bir uyuşmazlık ile ilgili verdiği 16.06.2012 tarih, C-488/10 sayılı bir kararına da atıfta bulunarak;

…bunun aksinin açıkça yasal düzenlemede yer almadığı, esasen bu sonucun incelemesiz ve hızlı tescil sisteminin geçerli olduğu Topluluk Tasarımları bakımından hukuki bir gereklilik olduğu, hatta ilk tescil sahibinin ikinci tasarımın hükümsüzlüğünü istemeden tecavüz davası açabileceği, bunun sisteme aykırı düşmediği gibi sonraki tasarım sahibinin tescil sırasında kötüniyetli olup olmamasının dahi bu sonucu değiştirmeyeceğini karar altına aldığı”

gerekçesiyle 554 s. KHK’nın mehazını oluşturan AB Tasarım Tüzüğü’nün yorumuna dair verilen bu kararın aynı sistemi benimseyen 554 s. KHK’nın yorumu için de geçerli olacağından bahisle sonraki tarihte tescil edilmiş olan bir tasarımın, tescilin varlığına rağmen önceki tarihli tescilli tasarımdan doğan hakları ihlal etmesi halinde tecavüz edebileceğini hüküm altına almıştır.

554 s. KHK’da bu düzenlemeye paralel olarak ise 556 s. KHK’da “Marka tescilinden doğan hakların kapsamı” kenar başlığını taşıyan Madde 9 hükmünün 1.fıkrası ise aynen şöyleydi: “Marka tescilinden doğan haklar münhasıran marka sahibine aittir. Marka sahibi aşağıda belirtilen fiillerin önlenmesini talep edebilir.” düzenlemesi yer almaktaydı.

Bu hususta da yine Ankara 2. FSHHM’nin 29.09.2011 gün ve E.2010/218, K.2011/183 sayılı hükmünde yine önceki sınai hakka dayalı olarak açılan bir ihlal davasında, ihlal eylemi gerçekleştiren tarafın tescil başvurusu bulunduğuna ilişkin savunması ile ilgili olarak aynen aşağıdaki gibi hüküm kurulmuş idi;

“Davalı vekili müvekkilinin yargılama konusu kullanımı içeren iki adet marka tescil başvurusu bulunduğunu bildirmiştir. Bir marka tescil başvurusunda bulunmak, başvuru sahibine markasal anlamda işareti kullanma ve koruma hakkı sağlamaz. Şayet, bu süre içerisinde işaret kullanılır ve bu da bir başkasının tescilli markası ile iltibasa sebebiyet verirse hak sahibinin talebi üzerine ihlâlin önlenmesi kararı verilebilir. Bu sebeple eylem, başvuruların varlığına rağmen hukuka aykırı kabul edilmiştir. Kaldı ki hâlen bir tescil yoktur. Bir an için tescilin gerçekleştiği kabul edilse de sonuç değişmeyecektir. Çünkü davalının kullandığı işaretin davacının tescilli sınai haklarına tecavüz ettiği bir mahkeme kararı ile tespit edilmiştir. Yargısal yetkisi bulunmayan TPE’deki marka uzmanı ve benzeri sıfatlı görevlilerin -tescile yönelik- tasarrufu mahkeme kararının hukuka uygunluğunu ortadan kaldıramayacak ve yargılamanın uyuşmazlığı sona erdiren kararının akıbetini değiştiremeyecektir. Aksi hâlde yargılama makamlarının kararlarının mukadderatı, idarî kurumların şu veya bu saikle verdiği kararların sonucuna bağlanmış olur ki bu kabul edilemez. Bu nedenle, davalının başvurularının, kendi eylemlerine bir hukuka uygunluk kazandırması olanaksızdır.”

Ve fakat söz konusu hüküm Yüksek Mahkeme incelemesi neticesinde bozulmuş, bu defa yerel mahkemece önceki kararda aşağıdaki gerekçeler ile 2013/106 E, 2013/164K sayılı dosya kapsamında direnilmiş idi;

“Gerçek hak sahibinin önceki tarihli tescili ile sonraki tescilin birlikte mevcut olduğu ve önceki hak sahibinin sonraki tescil sahibinin kullanımının durdurulmasını istediği hallerde, hangi tescile öncelik verileceği; bu durumda marka hakkına tecavüzün önlenmesine karar verilip verilemeyeceği konusu, 556 sayılı KHK’nın mehazı olan düzenlemelere sahip Avrupa Birliği ülkelerinde de tartışılmıştır.

Orijinal metni ve Türkçe tercümesi dosyaya eklenen Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD) 21.02.2013 gün ve C-561-11 sayılı kararıyla böyle bir durumda, önceki tescil sahibinin marka tescilinden doğan haklarını, sonraki marka sahibine karşı ileri sürebileceğini, bunun için sonraki markanın tescilinin hükümsüz kılınmasının gerekmediğini ve hatta sonraki tescil sahibinin kötüniyetli olmasının da icap etmediğini içtihat etmiştir. ABAD aynı ilkeye ilk olarak, tasarımlarla ilgili olarak tesis ettiği kararında işaret etmiştir. (ABAD’ın 16.02.2012 gün ve C-488-10 sayılı kararı). Zaten ABAD son kararında ilk kararına referans vermiştir.” (C-561/11 sayılı ABAD kararı hakkında IPR Gezgini’nde -Avrupa Birliği Adalet Divanı “FCI” Ön Yorum Kararı- başlıklı yazı Şubat 2013 yayımlanmıştır. bkz. http://wp.me/p43tJx-7D)

Görüleceği üzere Ankara 2 FSHHM’nin Adalet Divanı kararına da atıfta bulunmak suretiyle önceki tescil sahibinin, sonraki markayı hükümsüz dahi kıldırmadan, ihlal talebinde bulunmasının mümkün olduğu yönünde direnme kararında bulunduğu görülmüştür.

Yüksek Mahkemenin 2013/17104 E.  ve 2014/14018 K. sayılı başka bir içtihadında ise sonraki markanın kötü niyetli tescil nedeniyle hükümsüzlüğü halinde, tescilinin mevcut olduğu süre boyunca ki kullanımlarının dahi hukuka uygun bir kullanım olarak kabul edilmemesi gerektiği kabul edilmiş idi;

“Somut uyuşmazlıkta da taraflar arasında uzun yıllardır devam eden ticari ilişkinin bozulması sonrasında davalının davacının ticari faaliyetlerinde kullandığı ve ticaret unvanının da esaslı unsurunu oluşturan ANTEO ibaresini adına marka olarak tescil ettirdiği, bu tescilin davacının açtığı dava sonucu mahkeme kararıyla markanın hükümsüz kılındığı ve söz konusu hükümsüzlük kararında davalının tescilde kötü niyetli olduğunun da tespit edilmiştir. Bu durumda, davalının kötü niyetli marka tescili nedeniyle davacının uğradığı maddi zararın tazmine ilişkin olarak açılan işbu davada davacı isteminin, gerek hükümsüzlük kararında dayanılan gerekçeler ve gerekse yukarıda anılan Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kararında belirtilen ve bu davaya konu uyuşmazlık için de geçerli bulunan esaslar ile taraflar arasındaki hukuki ilişkininde de göz önüne alınarak değerlendirilmesi gerekirken, yazılı gerekçeyle davanın reddine karar verilmesi doğru olmamış, kararın bu nedenle davacı yararına bozulması gerekmiştir.”

Sonuç olarak özellikle ABAD’ın Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD) tarafından verilen 16.06.2012 gün ve C-488/10 sayılı karar sonrasında ülkemizde de gerek yerel mahkemelerce verilen kararlar ve gerekse de nihayetinde Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun tasarımlarla ilgili olarak 27.03.2013 gün ve E.2013/11-209, K.2013/399 sayılı kararları neticesinde kanaatimce 6769 sayılı kanunun 155. maddesinin de ortaya çıkışına yol açan içtihatlar oluşmuştur.

Her ne kadar kanun maddesinde “kötü niyet” kavramı ile ilgili hiçbir açıklama yer almamakta ise de uygulamada, özellikle markalar yönünden, yargı makamlarının 155. maddeyi nasıl yorumlayacağını ve içtihatların ne şekilde oluşacağını hep birlikte göreceğiz.

Av. Poyraz DENİZ

Ocak 2017

Üniversitelerin Sınai Mülkiyetten Doğrudan Gelir Elde Etmesi Sorunu ve Sınai Mülkiyet Kanunu 121. Maddesi 8. Fıkrası 2.Cümlesi ile Gelen Çözüm

Sınai Mülkiyet Kanunu’nun (“SMK”) yürürlüğe girmesi ile birlikte hâlihazırda uzun süredir gündemimizi meşgul eden “SMK ile gelen yenilikler” konusunun, olması gerektiği gibi tüm camia tarafından bir süre daha yazılacağı, çizileceği ve tartışılacağı açıktır. Birçok yeniliğin uygulanabilirliğini veya yeni uygulamaların yeni sorunları doğurup doğurmayacağını zamanla hep birlikte tecrübe edeceğiz.  Ancak herhâlükârda SMK’nın, eski KHK’lar ile artık yoluna devam etmesi çok zorlaşan sınai mülkiyet tescil ve koruma sistemine taze kan getireceği ve tıkanmış noktaların önünü açacağı ümidini taşımaktayım.

Bilindiği üzere, SMK’nın 121 madde numaralı ve “Yükseköğretim kurumlarında gerçekleşen buluşlar” başlıklı maddesi, özellikle devlet üniversitelerinde yapılan buluşlar üzerindeki hak sahipliği konusunu köklü olarak değiştirdi.  Bu değişiklik, SMK’ya ilişkin yapılan birçok bilgilendirme toplantılarında ve seminerlerde tartışıldı. Maddenin gerekçesinde de açıkça anlaşıldığı üzere,  son yıllarda üniversitelere teknoloji transferi ve sınai mülkiyetin ticarileştirilmesi suretiyle ekonomiye katma değer yaratma konusunda yüklenen rol dikkate alındığında, 121. madde ile getirilen bu değişiklikler global örnekler ile paralellik göstermektedir.

Bu yazıyı, 121. maddenin çokça konuşulan üniversitelerdeki buluşlar üzerindeki hak sahipliği konusunda yapılan bu önemli değişikliğine değil,  aynı maddenin 8. fıkrasının 2. cümlesine değinmek üzere kaleme almak istedim. Zira bu cümlenin, buluşların ticarileştirilmesi konusunda üniversiteleri ve özellikle üniversiteler bünyesinde görev yapan Teknoloji Transfer Ofislerini (“TTO”)[1] çok rahatlatacağını ve üniversitelerin buluşları ticarileştirmesi suretiyle gelir elde etmesi yönündeki engelleri ortadan kaldıracağını düşündüğüm için, bu yazı ile altını çizmek ve değerli IPR Gezgini okuyucularımızla paylaşmak istedim.

SMK’nın değinmek istediğim cümlesinin yer aldığı madde fıkrası metni şu şekildedir:

 Yükseköğretim kurumlarında gerçekleştirilen buluşlar

MADDE 121-

…………………………..

(8) Buluştan elde edilen gelirin yükseköğretim kurumu ve buluşu yapan arasındaki paylaşımı, buluşu yapana gelirin en az üçte biri verilecek şekilde belirlenir. Buluştan elde edilen gelirin yükseköğretim kurumu hissesi ilgili yükseköğretim kurumu bütçesine özgelir olarak kaydedilir ve başta bilimsel araştırmalar olmak üzere yükseköğretim kurumunun ihtiyaçlarının karşılanması için kullanılır.

………………………….”

TTO ekosistemi dışındaki okuyucularımız için bu cümlenin önemine daha iyi vurgulayabilmek adına, öncelikle kısaca SMK 121/8. maddesinden hareketle üniversitelerin, özellikle teknoloji geliştirme bölgesi olmayan veya bu bölgeler içinde faaliyet göstermeyen üniversitelerin “buluştan gelir elde etmesi” konusunda uygulamada yaşadığı sorunu özetlemek isterim.

Ülkemizdeki bir üniversitenin “buluştan gelir elde etmesi” süreci, yani üniversitede gerçekleşen bir buluşun üniversitenin TTO ofisine bildirilmesinden ticarileştirmesine kadar geçen süreç, uzun ve karmaşık bir süreç olmakla beraber, ülkemizdeki çoğu TTO tarafından aşağı yukarı benzer şekilde şu akışta gerçekleşmektedir:

ipr

Yukarıdaki özet akışın her aşaması; TTO’yu oluşturan modüllerin birbiri ile yakın etkileşim halinde çalışmasını gerektirmektedir. Her aşamada kullanılan formlar, raporlamalar, yöntemler ülkemizde halen deneme-yanılma yöntemi ile en iyi sonuca ulaşılmaya çalışılması aşamasındadır. Keza teknoloji transferi alanındaki aktörler arası işbirlikleri, üniversite birimleri arasındaki uyum, teknoloji transferi konusundaki mevzuat ile diğer mevzuatlar arası uyum/uyumsuzluklar, ülkemizin kendine has girişim kültürü, üniversiteler arası yarış ve endeks kaygıları gibi etkenlerin de, sınai mülkiyet haklarının ticarileştirilmesi faaliyetlerine olumlu olumsuz etkileri de olmaktadır. TTO’ların ülkemizdeki kısa tarihi göz önüne alındığında daha epeyce kat edilecek yol olduğu açıktır.  Yukarıdaki akışın uygulamadaki ayrıntıları, her aşamaya ilişkin en iyi uluslararası örnekler, uygulamada karşılaşılan sorunlar hakkında ilerleyen günlerde başka yazılar yazmayı ve okuyucularımız ile paylaşmayı umut ediyorum.

Üniversitelerin teknoloji transferi konusunda kat etmeye çalıştığı bu uzun yolun nihai amacı; bir buluşun ister devir, ister lisans, ister şirketleşme (spin-off veya start-up) suretiyle ticarileştirilmesini sağlamak, daha basit bir anlatımla buluştan katma değer yaratmak ve gelir elde etmektir. Bir buluşun ticarileşme aşamasına ulaşması, buluşun farklı aktörler tarafından kılı kırk yararak yapılan değerlendirme filtrelerinden başarı ile geçmesi anlamına geldiğinden, çok kıymetlidir. Bu uzun ve zorlu süreç sonunda, buluştan gelir elde etmekten daha çok bir “başarı hikâyesi” yaratmak, her TTO’nun hayalidir. Ülkemizde TTO’ların ilk kurulduğu tarihten bu yana, yani 4-5 yıllık süreçte başarı hikâyesi sayısı maalesef iki elin parmağını geçmeyecek sayıdadır. İşin doğasından kaynaklanan bu kıtlığın, sadece ülkemiz için değil dünyanın her ülkesi için geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Bu işte en iyi olan ülkelerin üniversitelerinin avantajının, sadece çok daha önce teknoloji transferi ve ticarileştirmesi işine girmeleri olduğunu düşünüyorum.

Üniversite kaynaklı buluşların ticarileştirme sürecinin her aşamasında yaşanan zorluklar dikkate alınarak, ilgili mevzuat değişikliklerinin de yasa koyucular tarafından zamanla gerçekleştiğini görmekteyiz. Bu iyileştirmelerden biri olan SMK 121/8. maddesinin, üniversitelerin son aşamada yaşadığı zorluğu gidermesi açısından önemlidir. Çünkü ticarileştirmenin son aşamasında, diğer bir deyişle ticarileştirilmiş sınai mülkiyet hakkından elde edilen gelirin üniversite bütçesine alınmasında, hem devlet üniversitelerinin hem de vakıf üniversitelerinin tabi olduğu mevzuat açısından yasal engeller mevcuttu(r). Zira sınai mülkiyet haklarının doğası itibariyle gayri maddi mülkiyet hakkı olması nedeniyle, devlet üniversiteleri bu hakların devredilmesi veya kiralanması noktasında Devlet İhale Kanununa tabi olmaları gerektiği gerçeği ile karşı karşıya kaldılar. Uzun bürokratik işlemlerden oluşan ve esasen devlet kurumlarının sahip olduğu maddi varlığa sahip mülkiyet hakları için öngörülen ihale sürecinin; gayri maddi mülkiyet hakkı olan sınai mülkiyet hakları için işletilmesindeki güçlüğe ek olarak, her bir buluşun kendine has ticarileştirme süreçlerinin ihale süreci ile uyumlulaştırılmasındaki güçlük göz önüne alındığında, gelir elde etmek noktasında devlet üniversitelerinin eli kolu bağlanmaktadır. Vakıf üniversiteleri açısından da durum farklı değildir. Vakıf Yüksek Öğretim Kurumları Yönetmeliği’nin 28. maddesinde vakıf üniversitelerinin öğretim faaliyeti dışında bir faaliyet ile gelir elde edemeyeceği açıkça düzenlenmiştir.  Kısacası Devlet İhale Kanunu ve YÖK mevzuatı, buluşların ticarileştirilmesi suretiyle üniversitelerin gelir elde etmesinin önünde hukuki ve mali açılardan engeller içermektedir.

Uygulamada bu sorunun aşılması için çoğu üniversitenin, 4691 sayılı Teknoloji Geliştirme Bölgeleri Kanunu 3.maddesi ve Teknoloji Geliştirme Bölgeleri Uygulama Yönetmeliğinin 14. maddesinden hareketle, “Yönetici Şirket” ortağı olduğu ve bu suretle gelir elde ettiği görülmüştür. Ancak teknoloji Geliştirme Bölgesi olmayan ve bürokratik işlemler nedeniyle Teknoloji Geliştirme Bölgesi kurmak istemeyen üniversiteler açısından gelir elde etme önündeki engeller halen geçerliliğini koruyor. Teknoloji Geliştirme Bölgesi olmamasına rağmen, üniversitenin doğrudan ortak olduğu bir şirket kurabilmesi ve bu şirket üzerinden buluşların ticarileştirme faaliyetlerini yapması diğer bir seçenek olabilmektedir. Ancak bu halde de hukuki riskler yine devam etmektedir çünkü özellikle vakıf üniversiteleri açısından “buluştan gelir elde etme amacıyla üniversitenin bir ticari şirket kurduğu” gerçeği YÖK mevzuatına ve/veya ilgili mali mevzuata aykırılığı tam olarak ortadan kaldırmamaktadır. Kaldı ki böylesi bir hukuki risk alınsa bile, üniversitenin ortağı olduğu şirket üzerinden yapılan ticarileştirme (devir veya lisans) faaliyetlerinin, TÜBİTAK’a sunulan yıllık raporlamalarda ticarileştirme faaliyeti olarak sayılmama riski olabileceğinden, bu riskli durum ilgili üniversitenin girişimcilik endeksi verileri açısından kaygı yaratmaktadır. Sonuç olarak, SMK’nın yürürlüğe girmesine değin, üniversitelerin buluşun ticarileştirilmesi suretiyle gelir elde etmesine ilişkin hukuken “sıfır risk” olan bir alternatif yaratmak güçlüğü yaşanıyordu.

Teknoloji Geliştirme Bölgesi olmayan ve/veya bu bölge içinde yer almayan devlet üniversitelerinin ve vakıf üniversitelerinin yaşadığı bu soruna 121/8 maddesinin 2. cümlesinin hukuki açıdan bir çözüm getireceği açıktır. Her ne kadar konuya ilişkin diğer kanunlarda çelişen maddeler halen geçerliliğini korusa da, yasaların çatışması denilen bu halde sonraki (özel) kanunla getirilen düzenleme öncekinin yerini alır ilkesi (“Lex Pasterior deraget priori”) gereğince, SMK 121/8. maddesinin, Teknoloji Geliştirme Bölgeleri dışındaki TTO’ları ve bağlı oldukları üniversiteleri buluştan doğrudan gelir elde etme konusunda hukuken rahatlatan bir düzenleme olduğu kanaatindeyim.

Av. Gülcan Tutkun Berk

Ocak 2017

gulcan@gulcantutkun.av.tr

 

 

[1] TTO’lar, “üniversitelerde üretilen bilgi ve teknolojinin, uygulamaya dönüştürülerek ticarileştirilmesine ve bu süreç sonucunda ekonomik/sosyal/kültürel değer kazanmasına, üniversite ve özel sektör kuruluşları arasında işbirliği oluşturulmasına, sanayinin ihtiyaç duyduğu bilgi ve teknolojinin üniversitede üretilmesine, bu işbirlikleri sonucunda üniversite ve sanayi arasında bilgi ve teknoloji aktarımına ve somut çıktıların geliştirilmesine katkı sağlamak amacıyla tasarlanmış” ve TÜBİTAK tarafından desteklenen birimlerdir. Ülkemizde desteklenen TTO ofisleri listesi ve destekleme programının ayrıntılarına https://www.tubitak.gov.tr/tr/destekler/sanayi/ulusal-destek-programlari/icerik-1513-teknoloji-transfer-ofisleri-destekleme-programi bağlantısından ulaşabilirsiniz.

 

6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu’nun 154. Maddesi Üzerine bir Değerlendirme

samiye 

Ülkemizde, 1995 yılında yürürlüğe giren Kanun Hükmünde Kararnameler, 21 yıl süre ile yürürlükte kalmış, sınai mülkiyet sistemi ve kültürü, bu KHK lerle oturtulmaya çalışılmıştır.

Aradan geçen bu 21 yıl içinde, Anayasa Mahkemesince verilen iptal kararları ile KHK lerde ciddi eksiklikler oluşmuş, 4128 ve 5194 sayılı Kanunlarla bu eksiklikler kısmen de olsa giderilmeye çalışılmıştır.

Bugün, gerçekten de özlemini çektiğimiz Sınai Mülkiyet Kanunu yürürlüğe girdi. Bu Kanunun, mevcut sistemde oldukça fazla yenilik ve değişiklik yaptığını söyleyebiliriz.

Bu yazımızda ise bu yenilik ve değişikliklerden sadece, 6769 sayılı Kanunun 154. Maddesinin, bildirimin dava şartı olup olmaması hususunda getirdiği düzenlemeye ilişkin açıklama yapacağız.

Yürürlükten kaldırılmış olan 551 sayılı Patentlerin Korunması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin 149. Maddesinde düzenlenmiş olan “Patente Tecavüzün Mevcut Olmadığı Hakkında Dava ve Şartları” başlıklı madde, 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanununun Ortak Hükümler bölümü altında 154. maddede ve “Tecavüzün mevcut olmadığına ilişkin dava ve şartları” başlığı ile düzenlenmiştir.

Madde, ortak hükümler bölümünde yer aldığından, sadece patentler açısından değil, tüm sınai haklar açısından da düzenlemenin paralel olduğu açıktır. Biz bu yazımızda konuyu sadece patentler yönünden değerlendireceğiz.

6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanununun 154. Maddesi ile gelen düzenleme, uygulamada tartışma konusu olan, patent sahibine yapılacak bildirimin dava şartı olup olmadığı hususuna net ve kesin bir düzenleme getirmiştir.

Aşağıda, önceki yasal düzenleme ile bu düzenlemenin gerekçesine ve ardından da yeni gelen düzenleme ve bu düzenlemenin gerekçesine yer verip, konu kısaca tartışılacaktır.

551 sayılı KHK

Patente Tecavüzün Mevcut Olmadığı Hakkında Dava Ve Şartları

Madde 149 – Menfaati olan herkes, patent sahibine karşı dava açarak, fiillerinin patentten doğan haklara tecavüz teşkil etmediğine karar verilmesini talep edebilir.

Bu maddenin birinci fıkrasında belirtilen davanın açılmasından önce, kendisinin Türkiye’ye giriştiği veya girişeceği sınai faaliyeti veya bu amaçla yapmış olduğu ciddi ve fiili girişimlerin patentten doğan haklara tecavüz teşkil edip etmediği hakkında, patent sahibinden görüşlerini bildirmesini noter aracılığı ile talep edebilir.

Bu talebin patent sahibine tebliğinden itibaren bir ay içinde patent sahibinin cevap vermemesi veya verilen cevabın menfaat sahibi kişi tarafından kabul edilmemesi halinde, menfaat sahibi bu maddenin birinci fıkrasına göre dava açabilir.

Bu maddenin birinci fıkrasında belirtilen dava, patentten doğan haklara tecavüzden dolayı kendisine karşı dava açılmış bir kişi tarafından açılamaz.

Dava, patent üzerinde hak sahibi bulunan ve Patent Sicili’ne kayıt edilmiş olan, bütün hak sahiplerine tebliğ edilir.

Bu maddede belirtilen dava, patentin hükümsüzlüğü davasıyla birlikte de açılabilir.

 551 sayılı KHK 149. Madde gerekçesi şu şekilde idi:

Bir patente tecavüz teşkil edici fiilde bulunmadığını tespit ettirmek isteyen her menfaat sahibi kişilerin talebi üzerine uygulanacak esaslar bu maddede düzenlenmiştir.

Görüldüğü üzere gerekçede, maddeyi yorumlamayı sağlayacak hiçbir detay bulunmamaktadır.

6769 sayılı Sınai Mülkiyet Yasası ile bu düzenleme 154. Maddeye geçmiş ve nihai olarak aşağıdaki şekilde kabul edilmiştir:

Tecavüzün mevcut olmadığına ilişkin dava ve şartları

Madde 154- (1) Menfaati olan herkes, Türkiye’de giriştiği veya girişeceği ticari veya sınai faaliyetin ya da bu amaçla yapmış olduğu ciddi ve fiili girişimlerin sınai mülkiyet hakkına tecavüz teşkil edip etmediği hususunda, hak sahibinden görüşlerini bildirmesini talep edebilir. Bu talebin tebliğinden itibaren bir ay içinde cevap verilmemesi veya verilen cevabın menfaat sahibi tarafından kabul edilmemesi halinde, menfaat sahibi, hak sahibine karşı fiillerinin tecavüz teşkil etmediğine karar verilmesi talebiyle dava açabilir. Bildirimin yapılmış olması, açılacak davada dava şartı olarak aranmaz. Bu dava, kendisine karşı tecavüz davası açılmış bir kişi tarafından açılamaz.

(2) Birinci fıkra uyarınca açılan dava, sicile kayıtlı tüm hak sahiplerine tebliğ edilir.

(3) Birinci fıkra uyarınca açılan dava, hükümsüzlük davasıyla birlikte de açılabilir.

Mahkeme, 99 uncu maddenin üçüncü veya yedinci fıkrası ile 143 üncü maddenin onuncu veya onikinci fıkrası uyarınca yapılan yayımdan önce, öne sürülen iddiaların geçerliliğine ilişkin olarak karar veremez.

(4) Mahkeme, 99 uncu maddenin üçüncü veya yedinci fıkrası ile 143 üncü maddenin onuncu veya on ikinci fıkrası uyarınca yapılan yayımdan önce, öne sürülen iddiaların geçerliliğine ilişkin olarak karar veremez.

Maddenin Adalet Komisyonunda kabul edilen hali ile, nihai olarak yasalaşan metin arasında önemli bir fark bulunmakta olup, işte o farklılık, bu yazımızın temelini oluşturmaktadır. Komisyonda kabul edilen hali şu şekilde idi:

Komisyon tarafından önerilen metin:

Tecavüzün mevcut olmadığına ilişkin dava ve şartları

Madde 154- (1) Menfaati olan herkes, Türkiye’de giriştiği veya girişeceği ticari veya sınai faaliyetin ya da bu amaçla yapmış olduğu ciddi ve fiili girişimlerin sınai mülkiyet hakkına tecavüz teşkil edip etmediği hususunda, hak sahibinden görüşlerini bildirmesini talep eder. Bu talebin tebliğinden itibaren bir ay içinde cevap verilmemesi veya verilen cevabın menfaat sahibi tarafından kabul edilmemesi halinde, menfaat sahibi, hak sahibine karşı fiillerinin tecavüz teşkil etmediğine karar verilmesi talebiyle dava açabilir. Bu dava, kendisine karşı tecavüz davası açılmış bir kişi tarafından açılamaz.

(2) Birinci fıkra uyarınca açılan dava, sicile kayıtlı tüm hak sahiplerine tebliğ edilir.

(3) Birinci fıkra uyarınca açılan dava, hükümsüzlük davasıyla birlikte de açılabilir.

(4) Mahkeme, 99 uncu maddenin üçüncü veya yedinci fıkrası ile 143 üncü maddenin onuncu veya onikinci fıkrası uyarınca yapılan yayımdan önce, öne sürülen iddiaların geçerliliğine ilişkin olarak karar veremez.

Görüldüğü üzere meclisten geçen ve kanunlaşan düzenlemeye bir cümle eklenmiş ve bu ekleme son derece isabetli olmuştur. Bu ekleme:

“Bildirimin yapılmış olması, açılacak davada dava şartı olarak aranmaz.”

cümlesidir.

Esasen 149. maddede yer alan “talep edebilir” ibaresindeki “edebilir” sözcüğünden, bir zorunluluğun olmadığı zaten anlaşılmalıydı. Nitekim, 149. Maddede yer alan bu ibare, uzun yıllar boyunca Mahkemelerce bu şekilde yorumlanmış ve noter aracılığı ile bildirim yapılması dava ön şartı olarak kabul edilmemiştir. Yargıtay 11. Hukuk Dairesi de maddeyi aynı şekilde yorumlamakta ve noter aracılığı ile bildirimi bir dava şartı olarak kabul etmemekte idi.

Sonra aynı Yargıtay Dairesi, önüne gelen bir davada Mahkemece verilmiş olan aksi yöndeki kararı, yani noter aracılığı ile bildirimi dava şartı kabul eden bir kararın da onanması yolunda karar vermiş, ancak bu görüş değişikliğinin gerekçesine anılan ilamda yer vermemiştir.

Anılan ilam, halen karar düzeltme yolu ile Dairenin önünde olup, nihai karar henüz oluşmamıştır. Belki getirilen bu yasal düzenleme ile, aslında olması gereken ilk düşünceye dönülerek, noter aracılığı ile gönderilecek ihtarın bir dava şartı olmadığı kabul edilir. Ancak, Yargıtay’ın aynı dairesinin incelediği karar düzeltme talebinin sonucunda, ilk karardan farklı bir yorum alabileceğimizi düşünmüyorum.

Ancak, burada sorun olarak kalan bir husus bulunmaktadır. 154. maddenin gerekçesi, Hükümetin önerdiği şekline uygun olarak yazılmıştır. Bu hali ile de yasalaşan düzenleme ile çelişkili görünmektedir.

Maddenin uygulanması sırasında, yargılama süreçlerinde taraf vekillerince dile getirilecek bu hususun bu aşamada açıklanmasına ihtiyaç olduğu düşünülmektedir.

154. madde gerekçesi:

Uygulamadaki ve doktrindeki tereddütleri gidermek amacıyla tecavüzün mevcut olmadığına ilişkin davanın açılmasından önce hak sahibine “girişimlerin” hakka tecavüz teşkil edip etmediğinin sorulması ve bildirim bir zorunlu başvuru yolu olarak öngörülmüştür. Bu yolla mahkemelerin iş yükünün azaltılması ve uyuşmazlıkların yargılama olmaksızın giderilmesi amaçlanmıştır. Öte yandan önceki düzenlemelerde yer alan “noter aracılığıyla” ibaresi metne alınmamıştır. Noter aracılığı ile ihtarın, yurt içinde yerleşim yeri bulunmayan kişiler bakımından uygulamada ciddi sorunlara yol açtığı tespit edildiğinden, önceki düzenlemelerde yer alan ve bildirimin şeklini belirten  “noter aracılığıyla” ibaresi yürürlükten kaldırılmıştır. Noter aracılığıyla ihtar, özellikle uluslararası tebliğlerde bürokrasiyi arttıran ve çoğu halde ihtarı imkansızlaştıran bir yöntemdir. Bu haliyle, ihtarın herhangi bir şekilde yapıldığının veya tüm çabalara ve farklı yolların denenmesine rağmen yapılamadığının ispatlanması halinde davanın açılabilmesine olanak tanınmıştır.

şeklindedir. Bu aşamada söz konusu gerekçenin, değişen metin nedeniyle “Uygulamadaki ve doktrindeki tereddütleri gidermek amacıyla tecavüzün mevcut olmadığına ilişkin davanın açılmasından önce hak sahibine “girişimlerin” hakka tecavüz teşkil edip etmediğinin sorulması ve bildirim bir zorunlu başvuru yolu olarak öngörülmüştür. Bu yolla mahkemelerin iş yükünün azaltılması ve uyuşmazlıkların yargılama olmaksızın giderilmesi amaçlanmıştır” kısmının geçerliliğinin bulunmadığının kabulü gerekecektir.

Sonuç olarak gelinen noktada, son derece isabetli ve fazlasıyla açık bir şekilde,

  • Patente tecavüzün olmadığı hakkında dava açılmasından önce bir bildirimde bulunmak isteyen taraf, bunu noter aracılığı ile olmaksızın gönderme imkanına sahip olmuş;
  • Öte yandan bildirim yapılmasının bir dava şartı olmadığı da ifade edilmiştir.

Esasen, yürürlükten kaldırılmış olan 149. Maddenin lafzından yorum yoluyla çıkartılmış ve Yargı kararları ile oturmuş olan bir husus, yıllar sonra yine yargı kararları ile ve gerekçesi açıklanmadan değiştirilmiş ise de, bu durumun bağlayıcı bir yasa metni haline gelmesi sonucunda, artık tartışma konusu olmaktan çıkmış olup, bildirim yapılmasının bir dava şartı olmadığı, açık ve anlaşılır bir şekilde maddede yer almıştır.

Samiye EYÜBOĞLU

Ocak 2017

 

Godot Geldi mi? Sınai Mülkiyet Kanunu Yürürlüğe Girdi – Peki Yeni Godot’yu Ne Zaman Beklemeye Başlayacağız?

godot2

 

ESTRAGON – Haydi, gidelim buradan.
VLADIMIR – Gidemeyiz.
ESTRAGON – Niye?
VLADIMIR – Godot’yu bekliyoruz.
ESTRAGON – Doğru.

Samuel Beckett’“in hayata dair çoğu beklentiye-belirsizliğe uyarlanabilen “Godot’yu Beklerken” oyununda “Godot“nun kim veya ne olduğu, eseri hangi dönemde okuduğumuza bağlı olarak değişebilir. Buna karşın, Türk sınai mülkiyet camiasının “Godot”su kanaatimizce açıkça yeni sınai mülkiyet mevzuatı(dır)(ydı).

Estragon ve Vladimir’in dramı sona ermese de, Türk sınai mülkiyet camiasının bekleyişi sonunda karşılık buldu. 6769 sayılı “Sınai Mülkiyet Kanunu“, bugün yani 10/01/2017 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi.

Kanun Hükmünde Kararnamelerle düzenlenmiş, birbirinden ayrı patent, marka, tasarım, coğrafi işaret mevzuatının yerini alan ve Türk Patent Enstitüsü (artık Türk Patent ve Marka Kurumu) yapısında ve işleyişinde önemli değişiklikler getiren, bununla da yetinmeyerek Patent ve Marka Vekilleri, Fikri Mülkiyet Akademisi gibi konularda da düzenlemeler getiren “Sınai Mülkiyet Kanunu”, hiç şüphesiz sınai mülkiyet dünyasının tüm bileşenleri için yeni bir dönemi başlatmaktadır.

Eski KHK’ların yetersizliği, ihtiyaçlara cevap veremeyişi, KHK’ların kanuna dönüşmesi gerekliliği, uluslararası mevzuata uyum, Anayasa Mahkemesi kararları, sistem bileşenlerinin beklentileri gibi birçok gerekçe, yeni mevzuatın hazırlanma çabalarına dayanak olmuştur. Neredeyse 15-16 yıl önce başlayan güncelleme çalışmaları, birbirlerinden farklı birçok gerekçeyle, birçok farklı aşamada tıkanmış, bazı tasarılar kadük olmuş, bazıları komisyonda takılmış, bazıları kurum içinde sonuçlanmadan kalmıştır. Bütün bu çalışmalardan beslenen, ancak diğerlerinden farklı olarak tüm mevzuatı tek bir metinde toplayarak tek bir kanun metni ortaya çıkarmayı hedefleyen “Sınai Mülkiyet Kanunu” ise ülke için oldukça sancılı bir dönem yaşanırken, TBMM Genel Kurulu’nda tüm partilerin oybirliği ile onaylanmış ve yürürlüğe girmiştir.

“Sınai Mülkiyet Kanunu”nun sınai mülkiyet camiasının tüm beklentilerini karşılamadığı söylenebilir, buna karşın KHK’ların nihayet kanunlaşmış olması mutluluk vericidir. Hele ki, Kanun yürürlüğe girmeden sadece 4 gün önce 6 Ocak 2017’de Anayasa Mahkemesi’nin 556 sayılı KHK’nın 14. maddesini iptal etmiş olması da dikkate alınırsa, KHK’larla gidilecek yolun bittiği artık iyice aşikardır.

Türk Sınai Mülkiyet Camiası sonunda Godot’suna kavuşmuş olsa da, yeni bir Godot beklentisinin ne zaman ortaya çıkacağı merak konusudur.

Godot buralara henüz gelmişken ürkütmemek gerekir sanırım. Geçen yıl yeni kanun çalışmalarından bahsedilirken hissettiklerimiz aşağıdaki gibi değil miydi?

ESTRAGON – Hiçbir şey olmuyor, hiç kimse gelmiyor, korkunç bir şey.

 

Önder Erol Ünsal

Ocak 2017

unsalonderol@gmail.com

Not: Sosyal medyada Facebook hesabımızda duyurduğumuz IPR Gezgini Ankara buluşması, 17 Ocak Salı günü saat 19.00 civarı yapılacak. Mekanı katılımcı sayısına göre belirleyeceğiz ancak Tunalı-Tunus-Bestekar bölgesinde olacağız. Sosyal medya aracılığıyla haberdar olamamış okuyucularımız katılmak isterlerse, 13 Ocak Cuma gününe kadar iprgezgini@gmail.com adresine katılımlarını bildirebilirler.

İdari İptal Müessesesi – Sınai Mülkiyet Kanunu ile Marka Alanında Getirilen Önemli Bir Değişiklik

Time for something new

 

Her an yürürlüğe girmesi beklenen 6769 sayılı “Sınai Mülkiyet Kanunu”nun (bundan sonra SMK olarak anılacaktır) marka alanında getirdiği en önemli yeniliklerden birisi Madde 26 kapsamında düzenlenen “İptal halleri ve iptal talebi” hükmüyle getirilmiştir.

Madde 26 birinci fıkra hükmüne göre aşağıdaki hallerde Kurum, yani Türk Patent ve Marka Kurumu tescilli bir markayı iptal edebilecektir:

(1) Aşağıdaki hâllerde talep üzerine Kurum tarafından markanın iptaline karar verilir:

  1. a) 9 uncu maddenin birinci fıkrasında belirtilen hâllerin mevcut olması.
  2. b) Marka sahibinin fiillerinin veya gerekli önlemleri almamasının sonucu olarak markanın, tescilli olduğu mal veya hizmetler için yaygın bir ad hâline gelmesi.
  3. c) Marka sahibi tarafından veya marka sahibinin izniyle gerçekleştirilen kullanım sonucunda markanın, tescilli olduğu mal veya hizmetlerin özellikle niteliği, kalitesi veya coğrafi kaynağı konusunda halkı yanıltması.

ç) 32 nci maddeye aykırı kullanımın olması.”

Tescilli markaların iptali yetkisi halihazırda 556 sayılı Markaların Korunması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname kapsamında yargıya ait olduğundan, SMK ile idari bir iptal müessesesinin düzenlenmiş olması hiç şüphesiz önemli bir yeniliktir.

Bununla birlikte, SMK madde 192 birinci fıkra (a) bendi; Bu Kanunun 26 ncı maddesi yayımı tarihinden itibaren yedi yıl sonra yürürlüğe girer.” hükmünü getirerek, idari iptal müessesesinin yürürlük tarihini çok yüksek olasılıkla Ocak 2024 olarak düzenlemektedir. Belirtilen düzenlemenin nedeni, idareye idari iptal müessesinin altyapısını düzenlemek için süre vermek olduğu kadar, az sonra yer verilecek paralel Avrupa Birliği düzenlemesi de bu hüküm hazırlanırken dikkate alınmıştır.

 

SMK’nın yürürlüğe giriş tarihinden başlayacak 7 yıllık süre içerisinde, marka iptal yetkisi “İptal yetkisinin mahkemeler tarafından kullanılması” başlıklı Geçici Madde 4 uyarınca mahkemeler tarafından kullanılmaya devam edecektir:

GEÇİCİ MADDE 4- (1) 26 ncı madde hükmü yürürlüğe girene kadar, iptal yetkisi, anılan maddedeki usul ve esaslara göre mahkemeler tarafından kullanılır.

(2) 26 ncı maddenin yürürlüğe girdiği tarihte mahkemeler tarafından görülmekte olan iptal davaları mahkemeler tarafından sonuçlandırılır.

(3) Mahkemelerin bu madde hükmüne göre vermiş olduğu kararlar kesinleşmesinden sonra mahkeme tarafından Kuruma resen gönderilir.”

 

İdari iptal yetkisinin düzenlenmesi ve bu yetkinin yeni adıyla Türk Patent ve Marka Kurumu’na verilmesinin nedeni, ne parlak fikirli bir bürokratın icadı olmasıdır ne de idarenin yetki açgözlülüğüdür. Bu hükmün getirilmesinin nedeni Avrupa Birliği’nin marka mevzuatına uyum amacıdır.

Maddenin gerekçesine bakıldığında da bu husus görülmektedir:

madde26

 

2015 yılında yürürlüğe giren 2015/2436 sayılı AB Marka Direktifi’nin “İptal ve Hükümsüzlük için Prosedür” başlıklı 45. maddesi, tüm AB üyesi ülkeler için idari iptal ve hükümsüzlük mekanizmalarının tescil ofisleri bünyesinde oluşturulmasını zorunlu hale getirmektedir.

“Article 45

Procedure for revocation or declaration of invalidity

  1. Without prejudice to the right of the parties to appeal to the courts, Member States shall provide for an efficient and expeditious administrative procedure before their offices for the revocation or declaration of invalidity of a trade mark.
  2. The administrative procedure for revocation shall provide that the trade mark is to be revoked on the grounds provided for in Articles 19 and 20.
  3. The administrative procedure for invalidity shall provide that the trade mark is to be declared invalid at least on the following grounds:

(a)  the trade mark should not have been registered because it does not comply with the requirements provided for in Article 4;

(b)  the trade mark should not have been registered because of the existence of an earlier right within the meaning of Article 5(1) to (3).”

Hükme bakıldığında Direktif madde 19 ve 20 kapsamında belirtilen hallerde (ciddi kullanımının olmaması, markanın jenerik veya yanıltıcı hale gelmesi halleri) idari iptal mekanizmasının oluşturulmasının zorunlu hale getirildiği görülmektedir.

Buna ilaveten, en azından mutlak ret nedenleri (madde 4) ve nispi ret nedenleri madde 5(1)-(3) (karıştırılma ihtimali, tanınmışlık, ticari vekilin yetkisiz tescili, korunan bir coğrafi işaretin başka birisi adına tescili talebi) uyarınca bir markanın tescil edilmemesi gerektiğinin tespit edilmesi hallerinde, ilgili markanın hükümsüzlüğü için tescil ofisleri bünyesinde idari mekanizmaların oluşturulması da AB Marka Direktifi uyarınca tüm üye ülkelere getirilen bir yükümlülüktür. Bir diğer deyişle, AB üyesi ülkeler, idari hükümsüzlük mekanizmasının kapsamını daha geniş tutma imkanına sahip olmakla birlikte, en azından tüm mutlak nedenleri ve nispi ret nedenleri madde 5(1) ila (3) uyarınca idari hükümsüzlük mekanizmalarını oluşturmakla yükümlüdür.

Tescil ofisleri bünyesinde idari iptal ve hükümsüzlük mekanizmalarının oluşturulması için Direktif madde 54 uyarınca üye ülkelere 14 Ocak 2023 tarihine dek geçiş süresi tanınmıştır. Yani, 14 Ocak 2023 tarihine dek AB üyesi ülkeler, marka iptali ve hükümsüzlüğü için tescil ofisleri bünyesinde idari yöntemleri oluşturmakla yükümlüdür.

SMK, madde 192’de yer alan 7 yıllık erteleme süresi de beklenmedik bir sürpriz olmadığı sürece Ocak 2023’te sona erecektir.

7 yıllık geçiş sürecini bu şekilde açıkladıktan sonra, belirtilen hükümler bağlamında AB mevzuatıyla SMK arasındaki farkı açıklamak yerinde olacaktır.

SMK’da idari iptal müessesesinin kapsamında sadece iptal halleri bulunmakla birlikte, 2015/2436 sayılı AB Marka Direktifi uyarınca marka iptal hallerine ilaveten, mutlak ret nedenlerine aykırılık ve nispi ret nedenleri madde 5(1) ila (3) hükümlerinin ortaya çıkması halindeki hükümsüzlük halleri de ilk aşamada idari mekanizmalara bırakılmıştır. Bir diğer deyişle, SMK bu konuda 2015/2436 sayılı AB Marka Direktifi’nden daha dar bir kapsamı tercih etmiş ve hükümsüzlük hallerinde idari yöntemlerin kullanılmasını tercih etmemiştir.

2015/2436 sayılı AB Marka Direktifi’yle getirilen düzenlemenin gerekçesi, ihtilaf içinde oldukları tescilli markaların hükümsüzlüğü için çoğu üye ülkede mahkemelere başvurmak zorunda olan kişilere ve aslında tescil edilmemesi gereken markaların varlığını tespit ederek, bu markaların hükümsüzlüğü için işlem yapmak isteyen kişilere, uzun ve pahalı mahkeme süreçleri dışında, tescil ofisleri önünde daha ucuz ve kısa idari prosedürleri kullanma imkanı sağlamaktır. 2015/2436 sayılı AB Marka Direktifi öncesinde kimi AB üyesi ülkeler ve EUIPO halihazırda idari iptal ve hükümsüzlük yöntemlerini tescil ofisleri bünyesinde uygulamaktadır. Dolayısıyla, tescil ofislerince uygulanan idari iptal ve hükümsüzlük müesseseleri dünyada görülmemiş veya idare tarafından yerine getirilebilmesi imkansız süreçler değildir.

SMK ile getirilen idari iptal müessesesi 2024 yılında uygulamaya girecek olsa da, tartışmaları kanunun yürürlüğe girişinden önce başlamıştır. Bir tarafta Türk Patent ve Marka Kurumu’nun bu işlem için yeterli altyapıya sahip olup olmadığı (veya olup olmayacağı) tartışılırken, diğer tarafta mahkemelerin genellikle bilirkişiler marifetiyle yaptığı marka kullanımı incelemesinin Kurum tarafından nasıl yapılacağı gündeme getirilmektedir.

Hiç şüphesiz 2024 yılına dek geçecek süreç Kuruma gerekli altyapıyı oluşturmak için yeterli zamanı sağlayacaktır. İyi organize edilecek ve doğru uygulanacak bir yapı, temyize götürülmüş en kısa davanın seneler sürdüğü bir ortamda, taraflara daha efektif bir iptal süreci sağlayabilecektir.

Önder Erol ÜNSAL

Ocak 2017

unsalonderol@gmail.com

556 Sayılı KHK’nın 14. Maddesi de Anayasa Mahkemesi Tarafından İptal Edildi – Karar ve Kısa Değerlendirme

smashing

Sınai Mülkiyet camiasının son günleri, TBBM tarafından kabul edilen 6769 sayılı “Sınai Mülkiyet Kanunu”nun Resmi Gazete’de yayımlanıp yürürlüğe girişini beklemek ve kanunun uygulama şeklini gösterir Yönetmelik için görüş hazırlamakla geçerken, bugün Resmi Gazete’de yayınlanan bir Anayasa Mahkemesi iptal kararı camianın gündemine bomba gibi düştü.

556 sayılı KHK’nın 14. maddesi “Markanın Kullanılması” başlığını taşımakta ve takip eden hükmü içermektedi(r)(ydi):

Madde 14 – Markanın, tescil tarihinden itibaren beş yıl içinde, haklı bir neden olmadan kullanılmaması veya bu kullanıma beş yıllık bir süre için kesintisiz ara verilmesi halinde, marka iptal edilir.
Aşağıda belirtilen durumlar markayı kullanma kabul edilir:
a) Tescilli markanın ayırt edici karakterini değiştirmeden markanın farklı unsurlarla kullanılması,
b) Markanın yalnız ihracat amacıyla mal ya da ambalajlarında kullanılması,
c) Markanın, marka sahibinin izni ile kullanılması,
d) Markayı taşıyan malın ithalatı.

Anayasa Mahkemesi, 6 Ocak 2017 tarihli 29940 sayılı Resmi Gazete‘de yayınlanan kararı ile yukarıda yer verilen hükmü, Anayasa’ya aykırılık gerekçesiyle iptal etmiştir. Anayasa Mahkemesi kararının http://www.resmigazete.gov.tr/main.aspx?home=http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2017/01/20170106.htm&main=http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2017/01/20170106.htm bağlantısından görülmesi mümkündür.

14-3

14-madde

Yukarıda yer verilen ekran görüntüleri; 14. maddenin marka hakkını düzenlediği, marka hakkının bir mülkiyet hakkı olduğu, mülkiyet hakkının Kanun Hükmünde Kararnameler ile düzenlenemeyeceği, bu bağlamda anılan hükmün Anayasa’ya aykırı olduğu gerekçeleriyle, 14. maddenin Anayasa’ya aykırılık nedeniyle iptal edildiğini göstermektedir.

Mevcut durumda, tescil tarihinden itibaren 5 yıl içinde kullanılmayan markaların iptali talebiyle açılan davalar, KHK’nın 14. maddesine dayandırılmakta ve bu madde kapsamında incelenmekteydi. Şöyle ki, 556 sayılı KHK’nın “Hükümsüzlük Halleri” başlığını taşıyan 42. maddesinin birinci fıkrası (c) bendi, Anayasa Mahkemesi’nin 9/4/2014 tarihli 2013/147 esas sayılı kararı ile iptal edilmiştir. 2014 yılında iptal edilmiş 42/1-(c) bendinin içeriği ve iptal gerekçesine aşağıda yer verilmektedir:

(Madde 42 – Aşağıdaki hallerde markanın hükümsüz sayılmasına yetkili mahkeme tarafından karar verilir:)

42c

42c1

Geçmişte 42/1-(c) maddesine dayanılarak 14. madde uyarınca kullanılmayan markaların hükümsüzlüğüne karar verilirken, Anayasa Mahkemesi’nin 2014 yılındaki iptal kararının ardından, kullanılmayan markalar için 14. madde uyarınca iptal kararları verilmeye başlanmış ve markanın kullanılmaması halindeki iptal/hükümsüzlük yaptırımı uygulamaya alanı bulmaya devam etmiştir. Bununla birlikte, bugün yayınlanan Anayasa Mahkemesi iptal kararı, 14. maddeyi de ortadan kaldırmıştır ve şu anda markanın kullanımı hali tanımlı olmadığı gibi, kullanılmayan markalara karşı uygulanabilecek herhangi bir yaptırım da kalmamıştır.

Sınai Mülkiyet Kanunu’nun çok kısa süre içinde yürürlüğe girmesi beklense de, halihazırda 556 sayılı KHK hükümleri çerçevesinde görülmekte olan veya karara bağlanmış olsa da hakkındaki karar henüz kesinleşmemiş olan kullanmama nedeniyle marka iptali davalarının, Anayasa Mahkemesi iptal kararı sonrası ne şekilde işlem göreceği tarafımızca olduğu kadar, dava tarafları, vekilleri ve sınai mülkiyet camiasınca da merak edilmektedir. Eğer bu tip davalar, ilgili hükmün iptal edilmiş olması nedeniyle reddedilirse oldukça yüksek sayıda mağduriyet oluşacağı şüphesizdir.

Bu konuda takdir yetkisi bize ait olmasa da, aklımıza ilk gelen soru Türkiye’nin de tarafı olduğu Ticaretle Bağlantılı Fikri Mülkiyet Hakları Anlaşması (TRIPs) madde 19’un görülmekte olan davalara ilişkin olarak doğrudan uygulama alanı bulup bulamayacağıdır:

Markayı Kullanma Koşulu

(1) Tescilin idame ettirilmesi için markanın kullanılması gerekli ise, tescil sahibi tarafından markanın kullanılmasını önleyen engellerin varlığına dayalı olarak geçerli nedenler ileri sürülmedikçe, tescil ancak markanın kullanılmadığı kesintisiz en az üç yıllık bir süre geçtikten sonra iptal edilebilir. Marka ile korunan mal veya hizmetlere uygulanan ithalat kısıtlamaları veya hükümetçe uygulanan başka koşullar gibi, markanın kullanılmasına engel oluşturan ve marka sahibinin iradesinden bağımsız olarak doğan koşullar, markanın kullanılmaması için geçerli nedenler olarak kabul edilecektir.

(2) Bir markanın, sahibinin kontroluna tabi olarak bir başka şahıs tarafından kullanılması, markanın tescili idame ettirmek amacıyla kullanımı olarak kabul edilecektir.

Bu soru sabah iptal kararını yorumlayan TPE avukatlarıyla yaptığımız sohbette ortaya çıktığından, kendilerine (O. Umut Karaca, Adem Sarıpınar, Gökhan Ergül) bu yazıya da yansıttığım bu beyin jimnastiği için teşekkür ediyorum.

TRIPs Anlaşması, taraf ülkelerin fikri mülkiyet hakları konusunda oluşturacakları mevzuatın asgari koşullarını düzenleyen bir çerçeve anlaşma olmakla birlikte oldukça zorlama bir yorum, TRIPS tarafı Türkiye’nin doğrudan bu anlaşmaya referansta bulunarak iptal kararı sonrası oluşan yasal boşluğu ortadan kaldırmasını belki sağlayabilir. Takdir yetkisi mahkemelerde olmakla birlikte, okuyucularımız bu konuda ne düşünüyor doğrusu merak ediyoruz?

Uzun hayatını her tür sevinç, üzüntü, macera ve sürprizle yaşayan, birçok uzvunu iptal davalarıyla kaybeden 556 sayılı KHK’nın sahnelere sessiz biçimde veda edeceğini düşünmüyorduk değil mi? Şöyle bitirelim, 556 sayılı KHK tam da kendisine yakışır bir vedayla bizleri yanaklarımızdan öperek (!) sahnelerden çekiliyor. Gittiğin yerde rahat uyu, biz kulaklarını çınlatmaya devam edeceğiz.

Önder Erol Ünsal

Ocak 2017

unsalonderol@gmail.com

 

 

Coğrafi Yer Adlarının Marka Olarak Kullanılabilirliği –AB Adalet Divanı Genel Mahkemesi’nin SUEDTIROL kararı (T-11/15 – 20 Temmuz 2016)

sudtirol

Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın T‑11/15 sayılı kararı coğrafi yer adlarının marka olarak tescil edilebilirliğinin hangi koşullar altında mümkün olduğuna ilişkindir.

INTERNET CONSULTING GmBH adlı  İtalya’da mukim bir şirketin EUIPO nezdinde yaptığı marka başvurusu üzerine, SUEDTIROL ibareli marka 35, 39 ve 42. sınıflarda 16 Aralık 2011 tarihinde tescil edilmiştir.

SUEDTIROL ibaresi (Almanca’da Südtirol, İtalyanca’da Südritolo, Türkçe’de Güney Tirol) Kuzey İtalya’daki özerk bir bölgenin adı olup, bölgede hem Almanca hem de İtalyanca konuşulmaktadır.  Oldukça zengin olan bu bölge aynı zamanda Alto Adige yani Yukarı Adige olarak da bilinmektedir.

Anılan tescili takiben, 3 Ocak 2012 tarihinde, LA PROVINCIAL AUTONOMA DI BOLZANO-ALTO ADIGE bölgesi, 207/2009 sayılı regülasyonun 52/1-a ve 7/1-c maddeleri içeriğindeki itiraza konu markanın kuzey İtalya’da bulunan, özerk Trentin-Haut-Adige/Tyrol du Sud (bundan sonra Güney Tirol bölgesi olarak anılacaktır.) bölgesine ait coğrafi isim belirttiği gerekçeleriyle marka başvurusunun tümden iptalini talep etmiştir.

15 Şubat 2013 tarihli kararla İtiraz Birimi, itiraz talebini reddetmiş; bunun üzerine 207/2009 sayılı regülasyonun 58 ve devamındaki maddeler uyarınca red kararı temyiz edilmiştir. 10 Ekim 2014 tarihli karar ile Daire, red kararının 207/2009 sayılı regülasyonun 52/1-a ve 7/1-c maddelerine aykırı olarak verildiği gerekçesi ile anılan markanın iptaline karar vermiştir. Bu karara karşı yapılan itiraz da reddedilerek markanın 207/2009 sayılı regülasyonun 7/1-c maddesine aykırı olduğu gerekçesiyle hükümsüz kılındığı kararı kesinleşmiştir.

Usuli incelemede konu LA PROVINCIAL AUTONOMA DI BOLZANO-ALTO ADIGE bölgesinin yani gerçek kişi olmayan bir “bölge”nin itiraz etme hakkına sahip olup olmadığıdır. İlgili madde (207/2009 sayılı regülasyonun 56/1-a maddesi) tüm gerçek ve tüzel kişilerin itiraz hakkına sahip olduğu şeklinde düzenlendiğinden, bu hususta Daire’nin aksi bir kararı bulunmamaktadır.

Esastan incelemeye bakıldığında ise, SUEDTİROL ibaresinin marka olarak red sebepleri aşağıdaki şekilde özetlenmiştir:

  • SÜDRİTOL ibaresinin Almanca bir kullanım olduğunu, İtalya’nın en kuzey ve en zengin vilayetlerinden olduğu, özerkliğinin de İtalyan Anayasası tarafından tanındığını,
  • İlgili halk tarafından bu bölgenin tanınır olduğu, Avrupa Birliği’nin İtalyan ve Alman tüketicileri tarafından Güney Tirol bölgesinin bilinir olduğu, dolayısı ile itiraza konu markanın bu halk açısından kapsadığı sınıflar üzerinde hizmetlerinin sunulduğu yeri belirttiği şeklinde algılanabileceği,
  • Bu sebeple SUEDTIROL ibaresinin kamu menfaati açısından korunması gerektiği,
  • Markanın kapsadığı hizmetlere bakıldığında, markanın bu hizmetlerin cinsine ve niteliğine yakın bir bağ oluşturmayacak şekilde bir özellik ihtiva etmediği,
  • Özellikle 35 ve 42. Sınıflarda yer alan hizmetlerin Güney Tirol’de sunulduğunun anlaşılacağı,
  • Güney Tirol’deki önemli sayıda şirketin ticaret unvanında SÜDRİTOL veya SUEDTIROL ibaresinin bulunması da bu ibarenin bir coğrafi yer adı olduğunu doğrulamaktadır.

Bunlara göre gerekçelere bakıldığında, ilk gerekçe 207/2009 sayılı regülasyonun 5 ve 56. Maddelerinin ihlali ve yanlış kullanımına ilişkindir.  Anılan maddelere göre ilk iddia LA PROVINCIAL AUTONOMA DI BOLZANO-ALTO ADIGE bölgesinin marka hükümsüzlüğü talebinde bulunma yetkisinin olmadığı yönündedir. Anılan maddelere göre iddia haklı bir sebep sunan “tüm gerçek ve tüzel kişiler” in itiraz hakkının olduğu, ancak “kamu tüzel kişileri”nin bunun dışında kaldığıdır. Kamu tüzel kişilerinin itiraz hakkı olanlar kapsamının dışında kaldığına ilişkin açık bir hüküm bulunmadığından, kamu tüzel kişilerini kapsam dışı bırakacak şekilde yorumlanamayacağı, aksine mutlak red sebeplerinin herkes tarafından ileri sürülebileceği gerekçeleriyle İtiraz  Birimi anılan ilk gerekçeyi reddetmiş ve LA PROVINCIAL AUTONOMA DI BOLZANO-ALTO ADIGE bölgesinin mutlak red talebinde bulunma yetkisi olduğuna kanaat getirmiştir.

İkinci gerekçe olan 207/2009 sayılı regülasyonun 7/1-c, 12 ve 52. maddelerinin ihlali ve yanlış kullanımına ilişkindir. 7. madde markanın şu anda veya gelecekte kapsadığı emtia ve hizmetlerle bağlantı yaratan, bunların cins ve niteliğine yakın olan bir coğrafi yer adının marka olarak tescilinin mümkün olmadığını içermektedir. Buna ek olarak, emtialardan farklı olarak hizmetler, şirketin faaliyet gösterdiği yerin özelliklerini taşımazlar. Hizmetler, bazı bölgelere has tipik hizmetler dışında, coğrafi kökenleri ile değil, hizmeti verme ve sunma şekilleriyle tanımlanırlar. Şirket merkezi veyahut hizmetin verildiği yerler değişkendir. Bu sebeple, yer ve hizmet arasındaki bağ kolayca ayrışır. Bu bağ ne denli zayıfsa, marka o denli güçlüdür. Önemli olan, bu olası bağlantının marka tescili sırasında var olmasıdır. Somut durumda buna ilişkin hiçbir delil sunulamamıştır.

Bir diğer gerekçe madde olan 12. maddeye bakıldığında, b bendinde üçüncü bir kişinin adında veya ticari adında, marka tescilinden bağımsız olarak “SUEDTİROL” ibaresini kullanabileceği belirtilmektedir. Yani bu kullanım sayesinde anılan ibare iş hayatında yeterli şekilde korunabilmektedir. Ancak somut durumda bu madde İtiraz Dairesi tarafından hiç gündeme alınmamıştır.

  1. maddeye yani mutlak red nedenine bakıldığında “ticaret alanında cins, çeşit, vasıf, kalite, miktar, amaç, değer, coğrafi kaynak belirten (…) işaret ve adlandırmaları münhasıran veya esas unsur olarak içeren markalar” tescil edilemez şeklindedir. Somut durumda da SUEDTİROL ibaresinin münhasıran marka olarak tescil talep edildiğinden, anılan mutlak red nedeninin var olduğu açıktır. Böyle bir red halinin varlığı karşısında Daire’nin diğer gerekçeleri detaylıca incelememesi de son derece olağandır.

Son gerekçeye bakıldığında da, 52/1-a maddesinde kamu menfaati kavramı[1] karşımıza çıkmaktadır. Markalardaki tanımlayıcı işaret veya betimlemelerin herkes tarafından özgürce kullanılabilmesi gerekmektedir. Marka tescili sahibine aynı işaretin başkaları tarafından kullanılmasını yasaklama hakkını verdiğine göre, bir işaretin marka olarak seçilmesi ve tescil edilmesinde, kamunun menfaatinin de gözetilmesi gerekmektedir. Somut durumdaki gibi bölge isimlerinin münhasır sözcük olarak sadece bir kişi/firma lehine tesciline olanak tanımak demek, birer coğrafi yer adı yani genel anlamda kamu işareti olan bu ibarelerin artık başkaları tarafından markaları içinde kullanılamaması sonucunu doğuracaktır. Yani bu madde ile coğrafi yer adlarının bir şirket tekelinde marka olarak kullanılması engellenmektedir.[2]

Kamu menfaatinin korunmasının önemi sadece markanın kapsadığı mal veya hizmetlerin kalitesini belli etmesi değil, markanın tüketicinin tercihlerini de etkilemesidir. Mesela, bir bölge adının olumlu bir düşünce yaratması tüketici üzerinde malı satın alırken de aynı olumlu hissi yaratacaktır.[3] Bu görüşler davacının belirttiğinin aksine sadece mallar üzerinde değil, hizmetler için de geçerlidir.

Buna ek olarak bir yandan, daha önceden bir marka olarak tescil edilmiş, kapsadığı mal veya hizmetler açısından bilinir hale gelen ve dolayısı ile bu mal ve hizmetler ile arasında bir bağ oluşan bölge adlarının marka olarak tescil edilemeyeceği, diğer bir yandan da coğrafi köken belirten ibareler, bu köken ile ilişkili hizmet sunan şirketlerin kullanımına bırakılmalıdır.

Birlik hukukçuları, 7. Madde ile ilişkili olarak coğrafi adların marka olarak tescilinin ancak 2081/92 sayılı Zirai Ve Gıda Ürünlerine İlişkin Coğrafi İşaretlerin Ve Menşe Belirten İbarelerin Korunmasına İlişkin regülasyonda belirlenen koşullar sağlandığında mümkün olduğunu belirmektedirler.

Yine de, 7. maddenin ilgili kesim tarafından coğrafi yer olarak tanınmayan veya ilgili kesimin coğrafi yerin nitelikleri ile tescilin talep edilediği mal ve hizmetlerin cinsi arasındaki bağı kuramayacağı hallerde coğrafi adların tescilinin engellediği söylenememektedir. Ancak bu hususların ispatı son derece zordur.

Coğrafi yer ve hizmet bağının yanı sıra, tescili talep edilen ibarenin tanımlayıcı olup olmadığı  incelemesi bir yandan ilgili mal ve hizmet ile, diğer bir yandan da ilgili halkın algısı ile ölçülmektedir.

İlk olarak “ilgili halk” kavramını somut olaya göre değerlendirdiğimizde, davaya konu SUEDTİROL ibaresinin, yukarıda açıkladığımız üzere Birliğe ait hem İtalyan hem de Alman halkı tarafından anlaşılır bir ibare olduğu görülmektedir. Almanca’da yazım farklılığından kaynaklı SÜDTİROL şeklinde kullanılmaktadır. Markanın kapsadığı sınıflara bakıldığında, özellikle 35 ve 42. sınıflarda yani ticari iş yönetimi, büro hizmetleri, bilimsel ve sınai inceleme, araştırma, bilgisayar hizmetlerinden faydalananların özel tüketici oluşturduğunu söylemek gerekir. Her ne kadar bu hizmetler serbest çalışanlara da hitap etmekteyse de, bu kişiler de profesyonel çalışan sayıldığında “özel/uzman halk” arasında görülmektedir. Somut durumda bu hizmetlerin dışında kalan ambalajlama, depolama ve hukuki hizmetler ise hem ilgili hem de ortalama tüketiciye hitap etmektedir. Dolayısı ile somut durumda hedef kitlenin çoğunluğu “özel/uzman halk” yani daha dikkatli tüketicilerden oluşmaktadır.

Bu anlamda Mahkeme daha önce aldığı bir kararda, marka başvurusu yapılan işaretin 7. Madde bakımından hedeflenen halk için bir red sebebi oluşturmasını markanın reddi için yeterli görmüş, ortalama tüketici açısından ayrı bir değerlendirme yapmamıştır.[4]

Aynı şekilde somut durumda da Mahkeme ilgili halkın İtalyan ve Almanlardan oluştuğu gerekçesi ile tüketicinin dikkat seviyesini “yüksek” görmüştür.

İkinci olarak, somut ibarenin 7. madde anlamında tanımlayıcı olması için hem markanın anılan halk tarafından bilinir olması, hem de kapsadığı hizmetler anlamında yine anılan halkın gözünde şu an veya gelecekte itiraza konu ibare ile bir bağlantı yaratması gerekmektedir.  Anılan bağlantı ne denli yüksek ise marka o denli tanımlayıcı yani zayıftır.

Somut durumda SUEDTİROL ibaresi ilgili halk tarafından Güney Tirol’u hatırlatan bir ibaredir. Bu ibare, tarihi, coğrafi konumu, özerkliği, özel dil rejimi ve ekonomisi sayesinde marka başvurusundan çok daha önce ilgili halk tarafından bilinmektedir. Dolayısı ile hiç bir ayırt ediciliği bulunmamaktadır.

Güney Tirol bölgesi refah oranı çok yüksek ve canlı ekonomisi olan bir bölge olarak bilinmektedir. Her ne kadar davacı tarafından sunulmamış olsa da, somut durumdaki hizmetler önemli bir ekonomiye sahip olan her bölgede bulunabilen hizmetlerdir.

İlgili halkın markayı belli ve özel bir kalitede düşünmesi olağandır. Dolayısı ile bölgenin yukarıda belirtilen özellikleri göz önüne alındığında, bu kalite olumlu yönde olacaktır. Yani ibare, kullanıcıları için pozitif bir imaj sergilemektedir. Bu durumda SUEDTİROL ibaresinin marka olarak tescili hem coğrafi yer adı olarak, hem de kapsadığı hizmetlerin bu yerden geldiği varsayımı yaratacaktır.

Yukarıda açıkladığımız üzere 7. madde bir coğrafi yer adının sadece bir şirket için tescil edilmesi, yani o şirket için tekelleştirilmesinin de engellenmesini amaçlamaktadır. Aksi halde aynı bölgede bulunan diğer şirketlerle rekabeti yaralar bir durum söz konusu olacaktır.  Somut bölge dahilinde değerlendirme yapıldığında, SUEDTİROL bölgesinin çok geniş bir ürün ve hizmet ağı olduğundan yola çıkarak 7. maddenin bu açıdan da uygulanabilir olduğu görülmektedir. Ancak zaten coğrafi ibarenin marka olarak münhasıran kullanıldığı bu halde, EUIPO’nın köken ve hizmetler arasındaki bağ üzerinde çok detaylı bir araştırma yapmasına gerek görülmemektedir. Mutlak red nedeni zaten oluşmuştur.

Yukarıda açıkladığımız üzere somut durumda, markanın kapsadığı sınıflar, SUEDTİROL ibaresi ile bu sınıflar arasında bir bağ kurulmamasını sağlayacak ölçüde özellikli değildir. Dolayısı ile anılan tüketici, coğrafi yer ve marka altında sunulacak hizmetler arasında direk bir bağlantı kurabileceğinden anılan markanın 7. madde açısından reddi gereklidir.

Yani somut durumdaki marka tescili 7. maddeye tümden aykırı olarak yapılmıştır.

Sonuncu gerekçe ise bu yer adlarının markasal anlamda bir ayırt ediciliğinin olmadığı ve bu sebeple herkes tarafından kullanılabilir olmaları gerektiğidir. Burada karşımıza çıkan kavram dürüstlük kavramıdır.  Eğer ki coğrafi yer ismi bir ibare olarak dürüst bir şekilde kullanılırsa, marka olarak tescili mümkündür. Bu kullanım kelime markalarındaki birleşik ve çoklu kelimelerle sağlanabilir bu şekilde coğrafi yer adı içeren tescilli bir marka sahibi hem başkalarının da aynı markayı benzer şekilde kullanımı engelleyememiş hem de ayırt edici bir marka yaratmış olmaktadır.

Bu sebeple ikinci gerekçe de reddedilerek, redde itiraz reddedilmiş ve markanın hükümsüzlüğüne karar verilmiştir.

Gizem KARPUZOĞLU

Avukat

gizem_erkarakas@hotmail.com

[2] Nordmilch/OHMI –OLDENBURGER- , T-295/01, EU:T:2003:26, 15 Ekim 2003

[3] Windsurfing Chiemsee, C-108-97 ve C-109/97, eu:c:1999:230, 4 Mayıs 1999

[4] BREYTOB-DESIGN/OHMI, T-520/14, EU:T:2015:884, 25 Kasım 2015

Kullanmama Savunması 2 – Kullanımı İspatlanmış Malları veya Hizmetleri Esas Alarak İnceleme İlkesi

fencing-at-the-london-2012-olympics_4_1

 

Çok yakında Resmi Gazete’de yayınlanması ve yürürlüğe girmesi beklenen 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu’nun, marka alanında getirdiği yeniliklerden belki de en önemlisi olan “Kullanmama Savunması” hakkında IPR Gezgini’nde 28 Aralık 2016 tarihinde yayımladığımız “Sınai Mülkiyet Kanunu ile Marka İtiraz Süreçlerinde Bir Yenilik: Kullanmama Savunması” başlıklı yazı büyük ilgi gördü. Belirtilen yazıya http://wp.me/p43tJx-BK bağlantısından erişilmesi mümkündür.

Yukarıda belirtilen yazı hakkında çok sayıda geri dönüş aldık ve yorumlardan bir kısmı yazıda yaptığımız bir yorumun yanlış anlaşılmalara yol açabileceğini gösterdi. Bu kısa yazı, önceki yazımızda yer verdiğimiz açıklamanın netleştirilmesi ve olası yanlış anlaşılmaların engellenmesi amacıyla yazılmıştır. Bu yazıda Sınai Mülkiyet Kanunu madde 19(2)  hükmüne ilişkin olarak önceki yazımızda yaptığımız zaman şartları, kullanımın niteliği, vb. tespitler tekrarlanmayacak, sadece kullanımın ispatlanması halinde incelemenin ne şekilde yapılması gerektiğine ilişkin görüşümüz, ilgili madde hükmü yorumlanarak gösterilmeye çalışılacaktır.

Sınai Mülkiyet Kanunu madde 19(2)’yi yeniden hatırlayacak olursak:

192-1

 

Fıkranın son cümlesi, “İtiraz gerekçesi markanın, tescil kapsamındaki mal veya hizmetlerin sadece bir kısmı için kullanıldığının ispatlanması halinde itiraz, sadece kullanımı ispatlanan mal veya hizmetler esas alınarak incelenir.” hükmünü içermektedir.

İlk olarak fıkranın bütün olarak neyi söylemediğini belirtmek gerekir. Bu hüküm, itirazın sadece kullanımı ispatlanan mal veya hizmetler bakımından kabul edileceğini söylememektedir. Hüküm, genel yapısı itibarıyla itirazın, sadece kullanımı ispatlanan mal veya hizmetler esas alınarak inceleneceğini söylemektedir.

Daha açıkça ifade etmek gerekirse, kullanmama savunmasıyla karşılan itiraz sahibi kullanımını markasının kapsamında bulunan bazı mallar ve hizmetler bakımından ispatlarsa, itiraz bu mallar veya hizmetler esas alınarak incelenmeye başlayacaktır. Sonraki aşamada, başvuru ile kullanımı ispatlanmış markanın benzer olduğu ve diğer faktörlerin de karıştırılma olasılığı tespitine imkan sağladığı kanaatine varılırsa, itiraz kullanımı ispatlanmış mallar veya hizmetler esas alınarak, ancak bu mallar veya hizmetlerle sınırlı kalma zorunluluğu olmaksızın kabul edilebilecektir. Bir diğer deyişle, kullanımı ispatlanmış mallar veya hizmetlerle aynı tür, benzer veya ilişkili bulunan mallar veya hizmetler bakımından da itiraz kabul edilebilecektir.

Sınai Mülkiyet Kanunu madde 19(2) kanaatimizce; kullanımı ispatlanan mal veya hizmetler esas alınarak inceleme yapılacağı yorumunu gerektirmektedir. Bunun anlamı da kanaatimizce, kullanımın ispatlanması halinde kullanıma konu mal veya hizmetleri esas alan inceleme ilkesidir. Hükmün, itirazın sadece kullanıma konu mallar veya hizmetler bakımından kabul edilebileceği şeklinde okunması kanaatimizce yerinde olmayacaktır.

Elbette, kullanımın ispatlanması hali itiraz sahibine, itirazının kabulü yönünde sınırsız bir alan tanımamaktadır. Kurum, kullanımı ispatlanmış malları ve hizmetleri esas alarak inceleme yapacak ve itirazı, itiraz edilen marka kapsamında bulunan ve kullanımı ispatlanmış mallar ve hizmetlerle aynı, aynı tür, benzer veya ilişkilendirilebilir nitelikteki mallar ve hizmetler bakımından kabul edebilecektir. Bu değerlendirme, hiç şüphesiz markaların benzerlik derecesi, malların ve/veya hizmetlerin benzerliğinin derecesi gibi bilindik karıştırılma olasılığı faktörleri esas alınarak yapılacaktır ve kesin bir şarta bağlanması mümkün olmayacaktır.

Olası yanlış anlaşılmaları ortadan kaldırmak ve kendi bakış açımı ortaya koymak amacıyla yazdığım bu yazının, okuyucuların konuya bakışlarını bir ölçüde netleştireceğini umuyorum.

Sınai Mülkiyet Kanunu’nun getirdiği bir diğer önemli yenilik olan Muvafakat İstisnası üzerine de geçtiğimiz hafta bir yazı hazırladım. Bununla birlikte yazıyı GOssIP dergisine verdiğim için IPR Gezgini’nde yayınlamak için derginin yeni sayısının çıkmasını bekleyeceğim. Arada geçecek sürede kanunun marka alanında getirdiği yenilikler hakkında yazmaya devam edeceğim.

Önder Erol Ünsal

Ocak 2017

unsalonderol@gmail.com