Ay: Eylül 2020

İkinci Anketimizin Sonucu ve Yeni Anketimiz

“FSEK, 33. maddesine göre ‘Yayımlanmış bir eserin; tüm eğitim ve öğretim kurumlarında, yüz yüze eğitim ve öğretim maksadıyla … temsili … serbesttir.’ hükmü uzaktan eğitimi de kapsar mı?” sorusunu okuyucularımıza yönelttiğimiz anketimize toplam 45 yanıt geldi.

Fark oldukça açıktı ve katılanlardan 37 kişi soruya doğrudan “Evet” veya “Evet” anlamına gelen Madde metninde yer alan “yüz yüze” ibaresinin lafzi olarak “fiziksel” anlamda yüz yüze eğitim olarak anlaşılmaması gerektiği kanaatindeyim. Özellikle günümüzde çevrim-içi eğitimlere katılımın yalnızca eğitimin gerçekleştiği sınıf ile sınırlı olarak gerçekleşebildiği düşünüldüğünde burada da yüz yüze eğitimin varlığı kabul edilebilir. Kanaatimce madde metninde yer alan “yüz yüze” ifadesi, eğitimin örneğin televizyon gibi mecralarda umuma iletim hakkı kapsamında değerlendirilebilecek şekilde gerçekleştirildiği durumları dışlamak üzere kullanılmıştır.” yanıtını verdi.

Sadece 8 kişi ise “Hayır” veya “Hayır” anlamına gelen anlamına gelen Kural olarak kapsamaz kanaatindeyim. çünkü istisnalar muhakkak dar yorumlanmalıdır. ancak salgın hastalık vb. mücbir sebeplerden dolayı eğitim öğretim mecburen online yapılacak olduğundan haksız fiilin mücbir sebep dolayısıyla hukuka uygun hale geldiğini söyleyebiliriz. ama her şeye rağmen online eğitim sırasında eğitime katılacak kişiler eğitim kurumu tarafından tespit edilebilmeli ve fiziki ortamda olduğu gibi sınırlı sayıda tutulmalı online eğitim adı altında umuma açık yerlerde bir işlem yapılmamalı.” yanıtını tercih etti.

Pandemi günlerinde okulların uzaktan online eğitimi sürdürdüğü günlerde önem kazanan bu sorunun yanıtını aradığımız anketimizin okuyucularımızın da ilgisini çektiğini umuyoruz.


Takipçilerimize “Ayırt edici şekil ve ayırt edici olmayan kelime unsurlarının kombinasyonundan oluşan bir markanın ilan edilmesi halinde; markanın ayırt edici şekil unsurunun varlığı nedeniyle ilan edildiği, sizce Bülten’de ve başvurunun tescili halinde tescil belgesinde belirtilmeli midir?” sorusunu yönelttiğimiz yeni anketimiz yayında, ona da katılırsanız çok memnun oluruz.

Bu soruyu sormamızın nedeni; ayırt edici şekil ve ayırt edici olmayan kelime unsurlarının kombinasyonundan oluşan marka başvurularının ilan edilmesi halinde, ilanın muhatabı üçüncü kişilerin başvuruların hangi nedenle ilan edildiğini anlayamaması, Kurum aslında ayırt edici olmayan kelime unsurunu ayırt edici olarak mı değerlendirdi gibi soruların oluşması, ayırt edici olmayan kelime unsurlarına dayalı çok sayıda yayıma itiraz yapılması, hatta sonraki aşamalarda tescil belgesinde de bu hususun belirtilmemesi nedeniyle Yargının değerlendirmelerinde farklı yaklaşımların ortaya çıkmasıdır. Anket sonucunun bu konu hakkında takipçilerimizin nabzını ölçeceğini düşünüyor, yanıtlarınızı ve yorumlarınızı bekliyoruz.

IPR Gezgini

Eylül 2020

iprgezgini@gmail.com

Anket Sonucu: “Tanınmış Marka Sicili Sizce Gerekli midir?”

“Tanınmış Marka Sicili sizce gerekli midir?” başlıklı anketimize toplam 71 yanıt geldi.

Katılanlardan sadece 22 kişi soruya “Hayır” yanıtını verdi.

30 adet “Evet” yanıtı aldık.

19 kişi de “Tanınmış marka sicilinin sürekli güncellenmesi şartıyla Evet” yanıtını verdi. Bu yanıt da esasen tanınmış marka sicilinin varlığını sürdürmesi gerektiğini işaret eden “koşullu Evet” yanıtı olarak kabul edilmeli.

Bu durumda, Tanınmış Marka Sicili için koşulsuz veya koşullu Evet’ler toplam 49 oy ediyor ve bu sayı toplam 22 Hayır oyunun iki katından bile fazla.

Anket sorusunu seçen kişi (Önder E. Ünsal) bakımından bu sonuç büyük bir sürpriz oldu; çünkü kendisi Hayır yanıtlarının fazla çıkacağından oldukça emindi. Kendisi daha büyük sürprizi ise sonraki aşamada yaşadı!


Sen de mi Brütüs!

Aynı anketi, IPR Gezgini yazarları arasında da yaptık:

5 adet Tanınmış Marka Sicili gerekli değildir, yani Hayır oyuna karşı; 7 adet sürekli güncellenen Tanınmış Marka Sicili’ne Evet oyu çıktı, IPR Gezgini yazarları arasında.

Görünen o ki, Tanınmış Marka Sicili IPR Gezgini okurlarından ankete katılanların çoğu tarafından olduğu kadar, IPR Gezgini yazarlarının çoğunluğu tarafından da yararlı ve gerekli görülüyor.


Bu sonuçları görünce, aklımıza her nedense, Tanınmış Marka uygulamalarına ilişkin sorunları dünya genelinde çözmek için WIPO’nun uluslararası düzeyde bir tanınmış marka sicili tutması gerektiği önerisini getiren ve bu görüşünü 10 yıl kadar önce bir makalede dile getiren bir hukuk profesörümüz geldi,

Bu aşamada Yargıtay’ın Şubat 2020’de verdiği ve bizleri Türk Patent ve Marka Kurumu’nun Tanınmış Marka Sicili tutamayacağı sonucuna götüren kararı anımsıyor ve bu karar hakkında IPR Gezgini’nde yazılan makaleyi sizlere bir kez daha hatırlatıyoruz: https://iprgezgini.org/2020/04/21/turkpatent-taninmis-marka-sicili-tutamaz-mi/


Yeni anketimiz yayında, ona da katılırsanız çok memnun oluruz!

IPR Gezgini

Eylül 2020

iprgezgini@gmail.com

BİR İNSAN ÖMRÜNÜ NEYE VERMELİ?

RUTH BADER GINSBURG ANISINA

Amerika Birleşik Devletleri yargı sisteminin tepe noktası Supreme Court’un hakimlerinden Ruth Bader Ginsburg (RBG) 87 yaşında Washington D.C’de vefat etti. Ölümü Amerika’da ve dünyanın pek çok başka ülkesinde derin bir üzüntü  yaratırken, Kasım ayında ABD’de yapılacak seçimler düşünüldüğünde bu ölüm Amerika’da liberaller başta olmak üzere toplumun ciddi bir kesiminde hem kaygı yarattı hem de insanları seçimde oy vermeye teşvik eden kampanyaların yeni bir ivme kazanmasına sebep oldu. Ginsburg, Supreme Court tarihi boyunca bu Mahkemeye atanmış ikinci kadın hakim idi, bu pozisyona Bill Clinton tarafından atanmıştı, Mahkeme’ye 27 yıl boyunca hizmet verdi ve vefat ettiğinde Mahkeme’nin en yaşlı üyesiydi.

Bir hakimin ölümünün nasıl böyle yaygın ve derin bir etkisi olabildiğini anlamak için Supreme Court’a, hakimlerin buraya ne şekilde atandığına ve  tabii ki Ginsburg’un kim olduğuna bakmak lazım.

Supreme Court Amerika’yı şekillendiren bir  Mahkemedir ve verdiği kararlar ülkenin gideceği yöne etki eder. Atanan hakimler ölene kadar yada kendi istekleriyle  emekliye ayrılana kadar görevde kalırlar. Supreme Court hakimlerini ABD Başkanı seçer  ve göreve kabullerini Senato onaylar. Dolayısıyla, Başkan bir hakim seçerken kendi politik doğrularına daha yakın dünya görüşüne sahip adaylara öncelik tanıyabilir; işte bu durumdan dolayı boşalan her koltuğun kiminle doldurulacağı hemen her zaman ciddi toplumsal tartışmalara sebep olur. Mahkemeye atama yapıldıktan sonra Supreme Court Hakimlerinin sağlık durumları dahi bir kamusal konudur artık Amerika’da. Hemen söyleyelim, Ginsburg çok uzun yıllardır  kanser ile mücadele ediyordu ancak buna rağmen bütün bu süreç boyunca sadece iki oturuma katılmamış, hatta tedavi aldığı günlerin ertesinde bile dosyaları üzerinde çalışmaya devam etmiş ve işe gitmişti.  

Ginsburg tüm yaşamı ve hukuk kariyeri boyunca toplumsal cinsiyet eşitliğini savunmuş, ülkesinin bu konuda önünü açmış ve devrim niteliğinde kararlara imza atmış  biriydi.

1933 doğumlu RBG sanat alanındaki bakalorya eğitimini Cornell Üniversitesi’nde sınıf birincisi olarak tamamladı, Cornell’de Martin Ginsburg ile tanışarak evlendi ve hemen ilk çocukları Jane dünyaya geldi; evlilikleri Martin ölünceye kadar  tam 56 yıl sürdü.

Cornell’den mezun olduktan sonra 1956 yılında karı-koca Harvard Hukuk Fakültesine gittiler. Harvard’da ki sınıf 500 erkek ve sadece 9 kız öğrenciden oluşuyordu. O dönemde kadınlara dair toplumsal algıyı en iyi özetleyen şey belki de Harvard Hukuk Fakültesi Dekanının bu 9 kız öğrenciyi kendi evine akşam yemeğine çağırdıktan sonra onlara “Neden bir erkek öğrencinin yerine geçerek (onların hakkını yiyerek) Harvard Hukuk Fakültesine girdiniz?” diye sorduğu andır. RBG kendisiyle yapılan bir röportajda “hukuk eğitimim boyunca bize ders veren bir tane bile kadın hocamız olmadı” demişti. Harvard’da okurken Martin kansere yakalanınca Ruth aynı anda hem kocasının hem kendisinin derslerine girdi, hem de kocası ile kızları Jane’e tek başına baktı.  

Kocasının New York’dan gelen bir iş teklifini kabul etmesi üzerine Ginsburg Columbia Hukuk Fakültesine transfer oldu. Hukuk eğitimi boyunca hem Harvard’dayken  hem de Columbia’dayken fakülte dergilerinde editörlük  yapan ilk kadındı.

Mezuniyetinin ardından genç ve hevesli bir avukat olan Ruth, pırıltılı ve sağlam okul geçmişine rağmen,  maalesef sırf kadın olduğu için hiçbir hukuk bürosunda iş bulamadı. Fakültedeki hocalarından çok güçlü referanslarla başvuru yaptığı halde bir Supreme Court Hakimi asla kadınlarla çalışmadığını belirterek Ruth’u katip olarak işe almayı reddetti mesela, akabinde Ruth Columbia’daki hocalarının ısrarlı referanslarıyla bir Bölge Mahkemesi hakiminin katibi olarak çalışmaya başladı.  

1961’de Columbia Üniversitesine araştırma görevlisi olarak döndü, daha sonra okulda Uluslararası Usul Hukuku projesi programının  direktörü oldu. Bu süreçte İsveçli bir akademisyen ile yazacağı ortak kitap için  İsveç dilini öğrendi ve Lund Üniversitesine giderek araştırmalar yaptı. İsveç’te geçirdiği zamanlar Ginsburg’un cinsiyet eşitliği konusundaki algısını ciddi biçimde etkileyip geliştirdi.    

İsveç dönüşü bir başka hukuk fakültesinde profesör olarak çalışmaya başladı, ancak burada zaten iyi kazanan bir kocası olduğu gerekçesiyle erkek hocalarla aynı maaşı alamadı. 1970 yılında Amerika’nın kadın haklarına yönelik ilk hukuk dergisinin çıkarılmasına dahil oldu. 

 1972 yılında American Civil Liberties Union (Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği) bünyesinde Kadın Hakları Projesi’nin  kurucularından biri olan Ginsburg, aynı zamanda Birliğin vekilliğini de üstlendi ve toplumsal cinsiyet ayrımcılığına ilişkin 300’den fazla  davada yer aldı. Bu davalardan altı tanesi Supreme Court’a kadar gitti ve RBG bunların beşini kazandı. Toplumsal cinsiyet eşitliği derken burada kastedilenin sadece kadınlar lehine eşitlik sağlanması olmadığının altını çizmek isteriz; Ginsburg’un savunduğu ilk dava bir erkek aleyhine verilmiş yerel Mahkeme kararının temyize götürülmesiydi örneğin. Dahil olduğu ikinci dava olan Reed v Reed ihtilafında  cinsiyete dayalı bir yasanın Anayasadaki eşitlik ilkesine aykırılık teşkil ettiği gerekçesiyle  iptal edildiği ilk dava olarak tarihe geçti. 70’ler Ginsburg’un toplumsal cinsiyet ayrımcılığına dair davalarda yıldızlaştığı bir dönem oldu.

1972 yılında Ginsburg  Columbia Üniversitesi Hukuk Fakültesinde kadrolu çalışan ilk kadın profesör oldu ve  cinsiyet ayrımcılığına dair kararları  içeren ilk kitabı kaleme aldı.

1980 senesinde Columbia Bölge Temyiz Mahkemesi hakimliğine aday gösterildi, bu adaylığın arkasında  dönemin Başkanı Jimmy Carter’ın Federal Mahkemelerde kadın hakim sayısının arttırılarak cinsiyet eşitliğinin sağlanmasına önem verilmesine dair politikası da yatmaktadır. Normalde ateşli liberal görüşleri karakterinin en öne çıkan unsuru olan Ginsburg’un Temyiz Mahkemesi yıllarında biraz daha ılımlı bir çizgiye kaydığı söylenebilir. O dönem kendisiyle çalışanlar Ginsburg’u detaylara azami derecede dikkat eden, pragmatik bir liberal olarak hatırlıyorlar. Temyiz Mahkemesi’nde görev yaparken kürsüyü iki muhafazakar görüşlü  Hakimle paylaştı (bunlardan A. Scalia daha sonra Supreme Court’a atandı). 

Nihayetinde 1993’de Supreme Court’a atandı ve 18 Eylül 2020 tarihindeki ölümüne kadar bu görevi başarıyla sürdürdü. Bu görevi sırasında da kadın hakları ve toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanmasına yönelik sayısız kararda imzası bulunan Ruth Ginsburg’un en hatırlanan kararlarından biri Virginia Askeri Enstitüsü’nün okula sadece erkeklerin kabul edilebileceğine dair kuralının Anayasa’ya aykırı olduğuna dair verdiği karardır. Elbette ki  Fikri Mülkiyet Hakları ile ilgili sayısız karara da imza attı Ruth Ginsburg, örneğin verdiği son kararlardan biri Sitemiz yazarlarından Tolga Karadenizli’nin kaleme aldığı Booking.Com ihtilafı idi. https://iprgezgini.org/2020/07/17/jenerik-isim-ve-internet-ust-seviye-alan-adini-birlikte-iceren-bileske-isaretler-jenerik-com-butun-halde-jenerik-midir-abd-yuksek-mahkemesinden-booking-com-karari/

Yaşadığı süre boyunca, fikirlerinden hoşlanmasalar bile , muhafazakarlarında saygısını kazanan Ginsburg bu noktaya tutarlı ve güçlü fikirleri, zekası,  sağlam hukuk eğitiminin hakkını vermesi ve aşırı çalışkanlığı ile gelmiş biriydi.

Ginsburg’un kızı da anne-babasının yolundan giderek Harvard Hukuk Fakültesini bitirdi ve bugün  Fikri Mülkiyet alanında uluslararası arenada bilinen biri, özellikle telif hakları alanında uzmanlaşan Jane Ginsburg halen Columbia üniversitesinde akademisyen olarak çalışıyor.

Ginsburg’un hayatının Harvard yıllarından kazandığı ilk davaya kadarki dönemine odaklanan On the Basis of Sex  isimli film 2018 yılında vizyona girdi, izlemenizi  tavsiye ederim.

ABD’de toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadın haklarının gelişmesinde son derece önemli ve etkili bir isim olan  Ruth Bader Ginsburg sanırım hep hatırlanacak. Bence o  “bir insan ömrünü neye vermeli?” sorusuna iyi bir cevap alternatifidir. 

Özlem FÜTMAN

Eylül 2020

ofutman@gmail.com    

Üç Boyutlu Şekil Markalarının Ciddi Kullanımının Kanıtlanmasındaki Zorluklar

Ferrari Örneği C 30 743 sayılı EUIPO İptal Birimi Kararı

“Arkanda neyin kaldığının bir önemi yoktur.”

(What’s behind you doesn’t matter.)

Enzo FERRARI

Bu yazının konusu olan uyuşmazlık için belki de en uygun söz manidar şekilde Enzo Ferrari tarafından söylenmiştir. Dünya tarihine soyadı ile damga vuran nadir insanlardan biri olan Enzo Ferrari, Nicolaus August Otto’nun 1867 tarihinde dört zamanlı çalışan motoru icat etmesinden bu yana gelmiş geçmiş en pahalı araç olan 250 GTO’nun üreticisidir. Bahsettiğim 1963 model 250 GTO Ferrari, bir klasik otomobil için ödenen en yüksek bedel olan 70 milyon dolarlık fiyatla kendine alıcı bulmuştur. Bunun yanı sıra, bir açık arttırmada satılan en pahalı araba unvanı ise 48 milyon dolarla 1962 tarihinde üretilen 250 GTO Ferrari’ye aittir. Fiyatlardan da anlaşılacağı üzere, 250 GTO model Ferrariler zamanımızın en değerli ve sembolik arabalarındandır.

Ferrari firmasının 1962-1964 yılları arasında ürettiği bu model arabalardan sadece 39 adet bulunmaktadır. Öte yandan bu arabalar ilk defa piyasaya sürüldüğünde sadece 18 bin dolara alıcı bulurken, yaşadığım şehir olan Ankara’da o zamanlar denemesi yapılan ve Devrim adı verilen Türkiye’nin ilk yerli otomobilinden söz ediliyordu.

Enzo Ferrari’nin “Tüm Zamanların En Büyük Ferrarileri” listesinde ilk sırada yer alan 250 GTO modeli ile ilgili kötü bir talihinin olduğunu söylemek gerekir. Bunun sebeplerinden birincisi; arabalar üretildikten hemen sonra İtalya’da işçi ayaklanmalarının başlamasıdır. Bu ayaklanma, bir krizin başlamasına ve Ferrari firmasının neredeyse batmasına yol açmıştır. İşçilerin fabrikalarda çalışmayı reddetmesi sonucu Ferrari ekonomik açıdan büyük bir sıkıntıya girmiş ve 1969 yılında %90 hissesini bir başka İtalyan otomobil firması olan Fiat’a satmak zorunda kalmıştır. O tarihten sonra Enzo kendi kurduğu şirkette bir çalışan olarak hayatına devam etmek zorunda kalmış ve hatta arabaların laneti o kadar büyük olmuş ki Enzo Ferrari’nin ölümünden neredeyse 30 yıl sonra bile şirketinin peşini bırakmamıştır.

250 GTO model arabaların görünümü Ferrari şirketi adına 29/09/2008 yılında Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi’nde tescil ettirilmiştir. Üç boyutlu şekil markası olarak tescil edilen bu marka 12., 25. ve 28. sınıflarda yer alan malları kapsamaktadır.

Ares Performance AG isimli bir İsviçre şirketi, bu markanın ciddi bir biçimde kullanılmadığını öne sürerek 12/12/2018 tarihinde EUIPO’ya markanın iptali için başvuruda bulunmuştur.

İddialardan birincisi 12. sınıfta yer alan otomobil ve yedek parçaları açısından bu markanın gerçek bir kullanımının bulunmadığı yönündedir. İsviçreli şirket söz konusu araçların 1964’den bu yana üretilmediğini, buna bağlı olarak yedek ve ilgili parçaların da üretiminin yapılmadığını iddia ederek, 2007 tarihinde yapılan marka başvurusunun kullanma amacı olmadan ve kötü niyetle yapıldığını ileri sürmüştür.

İkinci olarak 25. ve 28. sınıflar açısından, markanın çocuk tişörtleri, oyuncak ve model arabalar dışında herhangi bir kullanımının bulunmadığı, dolayısıyla markanın tescilli bulunduğu neredeyse tüm mallar bakımından iptali istenmiştir.

Buna karşılık Ferrari şirketi, arabaların fiyatları göz önüne alındığında alım-satımının yalnızca çok zengin ve kısıtlı bir kesime hitap etmesinden dolayı çok nadir yapılabildiğini, bununla orantılı olarak araçların otomobilden çok bir koleksiyon parçası olarak sergilenmesi sebebiyle yedek ve benzeri parçaların da satışının normale oranla daha az gerçekleştiğini, ancak buna rağmen boya ve benzeri bakım servislerinin de Ferrari tarafından halen yapıldığını ifade ederek kendini savunmuştur.

Buna ek olarak, arabaların satışının iptal talebi yapılmadan önce yakın tarihlerde gerçekleştiği ve bu tarz ikinci el alım-satımların da Direktifin 7(1) maddesi uyarınca markanın kullanımına girdiği belirtilerek, bu tarz klasiklerin otomobil marketinde niş bir alan kaplamasına rağmen hala önemli bir yere sahip olduklarına da dikkat çekilmiştir.

Yine şirket 25., 28. sınıf malları açısından kullanımı kanıtlamak üzere belirli delil ve belgeler sunmuştur. İşin trajik olan kısmı ise Ferrari şirketinin 25. sınıf malları bakımından delil olarak yalnızca bir adet çocuk tişörtü sunabilmesidir.

Tüm açıklamalar nezdinde EUIPO İptal Birimine sunulan deliller şu şekildedir:

  1. 1962-1964 yılları arasında üretilen 250 GTO Ferrari arabaların alım satımlarının sadece Amerika Birleşik Devletleri ve bazı Avrupa ülkelerinde yapıldığını gösteren evraklar,
  2. Araçlara yapılan servis hizmetlerinin ve ilgili yedek parçaların   ve  ibareli markalar üzerinden yapıldığını kanıtlar belgeler,
  3. 25. sınıf emtiaları açısından sunulan deliller olan bir t-shirt  , 25. sınıfta yer alan mallar olmasalar da bir kravat iğnesi  ve bir kol düğmesi
  4. 16/06/2015 ve 22/12/2015 tarihleri arasında Ferrari’nin internet sitesinde yer alan 250 GTO modelinin 6 tane küçük araba minyatürlerinin tanıtıldığı katalog,
  5. Keith Bluemel isimli ünlü otomotiv uzmanının görüşü,
  6. 18/10/2018 ve 20/12/2018 tarihleri arasında Bburago oyuncak şirketi tarafından üretilen toplam 128 adet 250 GTO model ve oyuncaklardır.  

Bu delil ve savunmaların ardından İptal Birimi, kararında kullanım kanıtlarını ayrı ayrı incelemiş ve bir değerlendirmede bulunmuştur. İptal Birimi incelemesini yaparken markanın hangi yer ve zaman aralığında kullanıldığına, markanın kullanım amacına ve tescilli bulunduğu sınıftaki mallar ile bağlantısına bakmıştır.

Buna göre, İptal Birimi, 28. sınıfta yer alan mallar bakımından İtalya, Hollanda, İspanya ve Polonya yani Avrupa bölgesinde 2017 ve 2018 tarihleri arasında oyuncak araba ve model araba satışlarının yapıldığını kabul etmiştir.

25. sınıf açısından delillerin incelenmesi sonucunda çocuk tişörtünün ciddi kullanımı kanıtlamadığına kanaat getirmiştir.

Son olarak uyuşmazlık içinde Ferrari adına en önemli noktada olan 12. sınıf mallar (otomobil ve ilgili parçaları) bakımından ilgili uyuşmazlık zaman aralığı olan 2008-2018 tarihleri arasında iptali talep edilen markanın gerçekçi biçimde ciddi kullanım kanıtları sunulmadığı, sunulan yedek parça ve boyama hizmetlerinin ise  ve  markaları adı altında tüketici ile buluştuğuna kanaat getirmiştir.

Sonuç olarak, EUIPO İptal Birimi 250 GTO model aracın görünümünden oluşan 3 boyutlu şekil markasının sadece oyuncak araba ve araba modelleri üzerinde ciddi kullanımının bulunduğuna karar vererek, diğer bütün mallar açısından söz konusu markayı iptal etmiştir. Fakat bu karar nihai olmayıp, Ferrari tarafından itiraz yolu açıktır ve de karara karşı itiraz edilmiştir. Bu bağlamda itiraz gelecek günlerde EUIPO Temyiz Birimi tarafından incelenecektir.

İptal Biriminin verdiği karardan kanaatimizce çıkan sonuç şudur:

Dünyanın en meşhur ve tanınmış araba marka ve modellerinden biri bile olsa, markanın korunması aşamasında, ciddi kullanımın gerçekçi bir şekilde kanıtlanamadığı durumlarda marka iptal edilecektir. Bu kararda üç boyutlu bir şekil markasının kullanımının kanıtlanmasının da ne kadar zor olduğu da görülmektedir; özellikle dünyaya damga vurmuş nitelikte bir açık arttırma satışının bile markanın ciddi kullanımını ispatlama bakımından yeterli bulunmaması, bu konudaki ispat külfetinin ne denli ağır olduğunu açıkça göstermektedir.

Onurcan TUTAR

Eylül 2020

tutaronurcan@gmail.com

ALMANYA FEDERAL ADALET MAHKEMESİ “RITTER SPORT v MILKA” KARARI

Almanya Federal Adalet Mahkemesi (BGH) Temmuz 2020’de kare şeklindeki çikolata ambalajı şekli tescilinin hükümsüzlüğü kararını yerinde bulmadı ve dolayısıyla şeklin “Ritter Schönbuch Vermögensverwaltungs GmbH & Co. KG” (Ritter) firması adına tescilli bir marka olarak kalmasına karar verdi. Yayımlanan gerekçeli karar, bu kararın Almanya bakımından önemli bir öncül karar olduğunu gösteriyor. [1]

OLAYLAR:

Ritter’in ünlü “Ritter Sport” çikolatasının tescili; “arkadan yapıştırılarak kare şeklinde ambalajlanmış ve üzerinde marka yazmaksızın, ön yüzeyinde kare çıkıntıları bulunan kare form” olarak tanımlanmıştır.[2] Ritter, ilk olarak 1995 yılında Alman Patent ve Marka Kurumunda (bundan sonra DPMA olarak anılacaktır) kare şeklinde ambalajlama biçimini tescil ettirdi.[3]

DPMA kayıtlarından tescilin kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik istisnası kapsamında gerçekleştiği anlaşılmaktadır.

Milka’nın 2010 yılında kare şekilli çikolatalarını piyasaya sürmesiyle iki çikolata devi arasındaki uzun yargı süreci de başlamış oldu. Milka, DPMA’dan tescilli markanın hükümsüzlüğünü talep etse de, bu talep reddedildi. Daha sonra, yerel mahkemede, 2016 yılında Milka tarafından açılan dava, Milka’nın lehine sonuçlandı ve DPMA’nın kararı iptal edildi.[4] Davanın sonuçlanmasının ardından yerel mahkemenin kararı Alman Federal Mahkemesinde temyiz edildi.

Ritter’in markası kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik kapsamında tescil edildiğinden, hükümsüzlük davasında kullanılan ana gerekçe 6769 sayılı SMK kapsamındaki karşılığı 5/1-(e) bendi olan “Malın doğası gereği ortaya çıkan şeklini ya da başka bir özelliğini veya teknik bir sonucu elde etmek için zorunlu olan veya mala asli değerini veren şeklî ya da başka bir özelliğini münhasıran içeren işaretler.”in tescil edilemeyeceği yönündeki hükümdür. Anılan hüküm Türkiye’de olduğu gibi Almanya’da da kullanım sonucu kazanılmış istisnası kapsamında değerlendirilen ret hallerinden birisi değildir.

SÜREÇ:

Milka, DPMA’dan tescilin hükümsüzlüğünü talep etti; ancak bu talebi reddedildi. Ardından, Federal Patent Mahkemesi’nde yapılan talep doğrultusunda, tescilin iptaline karar verildi. Ritter tarafından gelen itiraz üzerine, Federal Adalet Mahkemesi, Patent Mahkemesinin kararını iptal etti ve bir ürünün işaretlerinin ve şekillerinin, söz konusu ürünün yapısı gereği belirlendiğini göz önünde bulundurarak, Marka Kanunu’nun 3. kısmının (2)(1) numaralı maddesi uyarınca tescilin hükümsüzlüğü için gerekçenin mevcut olmadığına karar vererek davayı Federal Patent Mahkemesine  geri gönderdi.

Federal Patent Mahkemesi, Marka Kanununun 3. kısmının (2)(3) numaralı maddesinde yer alan tanımın kapsamında tescilin hükümsüzlüğü için gerekçenin bulunup bulunmadığını incelemeliydi. Bu maddeye göre; ürüne karakteristik değerini veren şekiller ve işaretler marka olarak tescil edilmeye uygun değildir. Ancak, incelemede kare ambalajlamanın, çikolatanın karakteristik niteliklerini (tadı, kokusu, yapımında yer alan malzemeleri) etkilemediğine karar verildi. Buna göre, Federal Patent Mahkemesi, tescilin hükümsüzlüğü için gerekçe bulunmadığını varsayarak Milka’nın talebini reddetti. Bunun üzerine Milka, Federal Adalet Mahkemesine temyiz başvurusunda bulundu.

FEDERAL ADALET MAHKEMESİ İNCELEMESİ:

  • Tescilin hükümsüzlüğüne ilişkin talep, Federal Adalet Mahkemesi tarafından reddedildi. Tescili mümkün markalar tanımında, ürüne karakteristik değerini veren şekiller ve işaretler yer almamaktadır. Marka olarak tescil edilmesi mümkün görülen ürün ambalajlamasının temel özelliği, çikolatanın kare fiziksel biçimidir. Bu biçim, satışa sunulan çikolataların tadında bir değişikliğe sebep olarak ürüne önemli bir karakteristik değer vermemektedir. Bir şeklin marka olarak tescil edilebilmesi için aranan nitelikler; söz konusu şeklin; ticari özelliği, sanatsal değeri ve bu şeklin piyasadaki diğer benzer ürünlerin ambalajlanma şekillerine göre farkı ve ayırt ediciliğidir. Üstelik, söz konusu şeklin, esas olarak estetik, sanatsal ve görsel niteliklerinin vurgulandığı bir pazarlama yönteminin geliştirilmesi de Federal Yüksek Mahkemenin göz önünde bulundurduğu kriterler arasında yer almaktaydı.
  • Daha önceden Federal Patent Mahkemesi tarafından ortaya konulan bulgulara göre, tüketicilerin büyük ölçüde, kare şeklinde ambalajlanmış çikolataları, bu şeklin ürüne “karakteristik” bir önem katması sebebiyle satın almaya karar vermediği ortaya konmuştu. Üstelik, ambalajın kare şeklinin sanatsal değeri bulunmamakla birlikte, bu şekil benzer ürünlere kıyasla önemli bir fiyat farklılığına sebep olmamaktadır.
  • Son olarak Mahkeme, Almanya’da “ürüne karakteristik önemini” veren şeklin ve formun tescil edilemeyeceğini belirterek Ritter Sport markasının uzun bir süreden beri, ürünün kare şeklini kullanarak bir pazarlama stratejisi izlediğini hatırlattı. Yargıçlar, markanın sloganında da belirtildiği üzere; (“Quadratisch. Praktisch. Gut.” = “Kare. Pratik. Lezzetli.”) Almanya’da kare şeklinde ambalajlanmış çikolatanın, tüketiciler tarafından Ritter Sport markası ile ilişkilendirildiğini ve çikolata satın alırken bu şeklin belirli bir kalite beklentisi getirdiğini belirtti.[5] Bu, her ne kadar tüketicinin kararını etkileyecek bir nitelik olarak kabul edilse de, ambalajlanma şeklinin; ürünün tadı, kıvamı, kokusu ve niteliği açısından ürüne karakteristik bir değer vermediği göz önünde bulundurularak, kare şeklinde ambalajlamanın marka olarak tescilinin hükümsüz kılınmaması gerektiğine karar verildi.

ÇIKARIMLAR:

Alman Marka Kanuna göre ambalajlama biçiminin marka olarak tescil edilebilmesinin açıkça engellenmemektedir. Ritter Sport kararının önemli bir noktası; kare şeklinde ambalajlamanın tüketici nezdindeki ayırt ediciliği, marka ile ürünü özdeşleştirmesi ve bu şeklin getirdiği muhtemel kalite beklentisidir. Federal Adalet Mahkemesinde alınan kararın aksine, geometrik bir şekil olan kare ambalajlamanın estetik açıdan değer taşımadığı ve bu yönüyle korumaya da konu olamayacağı düşünülebilir; ancak Almanya’da çikolataların kare şeklinde ambalajlanması aktardığımız karar ile birlikte  Ritter Sport markasında kalmıştır.

Alman Marka Kanununda, marka olarak tescilin mümkün olduğu nitelikler, ürünün ayırt ediciliğini ortaya çıkaran her türlü isim, görsel, şekil, üç boyutlu ambalajlama ve renk olarak belirtilmiştir. Marka tescili açısından Ritter Sport markalı çikolataların kare formu marka olarak tescil edilebilen işaretler kapsamındadır. Ayırt edici ve karakteristik bir unsur olarak kabul edilen bu şekil, tüketicilerin aklına gelen ilk ürün ya da hizmetin çağrıştırdığı marka açısından önem teşkil etmektedir. Kanun lafzından bağımsız olarak, tüketici algısının önemli olmadığına hükmün gerekçesinde yer verilmiştir. BGH kararında, tüketici algısı belirleyici bir unsur değilken, dikkate alınan unsurlar şu şekilde belirtilmiştir:

  • Söz konusu ürünün cinsi.
  • Söz konusu şeklin sanatsal değeri.
  • İlgili pazarda yaygın olarak kullanılan diğer şekillere kıyasla göre ayırt ediciliği.
  • Benzer ürünlere kıyasla önemli ölçüdeki fiyat farkı.
  • Ve söz konusu ürünün sanatsal niteliklerinin vurgulandığı bir pazarlama stratejisinin geliştirilmesi.

Alman Marka Kanunu 3. maddesi marka olarak tescil edilebilecek işaretleri ve şekilleri düzenlemiştir. İlgili hükme göre; ayırt ediciliği bulunan her türlü işaret, isim, renk, şekil, ambalajlama, üç boyutlu formlar marka olarak tescil edilebilmektedir.Gıda sektöründe, özele indirgeyecek olursak, çikolata sektöründe kullanılabilecek yaygın kalıp ve şekiller bellidir. Sektörü genel olarak ele aldığımızda ise lokal, ülkesel veya dünya çapındaki çikolata üreticilerinin genel olarak kullandığı format kare veya dikdörtgen şeklindedir. Ritter’in öne sürdüğü şirket tarihçesine göre 1932 yılında Clara Ritter, diğer çikolatalar ile aynı gramajda, ancak herkesin cebine rahatlıkla sığabilecek bir çikolata fikri öne sürer ve böylece kare çikolatanın temelleri atılır. Şirket her ne kadar böyle bir iddiada bulunsa da, kare şeklin yalnızca Ritter Sport markası için kullanılmadığı, hatta marka sahibi şirketin kuruluşundan önce de bu formu birçok çikolata üreticisinin kullanıldığı yadsınamaz. Ancak mahkemenin burada yalnızca kare şekli değerlendirmeyip pazarlama stratejisi ve ürün tanıtımına ilişkin sloganı da değerlendirdiğinde verildiği görülmektedir. Kararda, ayrıca Alman Marka Kanununun, 3. kısmının 2 numaralı maddesine göre, korumanın önündeki engelin yalnızca bütünüyle sanatsal veya dekoratif değeri olan malların şekli için değil, aynı zamanda işlevsel özelliklere sahip ürünlerin şekli için de geçerli olduğu belirtildi. BGH’nin ana kararının bir parçası olarak aynı hususun, önemli bir estetik unsurun yanı sıra temel işlevsel özelliklere sahip olan bir ürün şekli için de geçerli olduğuna karar verildi.

BGH tarafından verilen karara göre, ürünün fiziksel formunu ve dış görünüşünü, estetik ve işlevsellik açısından ayırmakta fayda var. Estetik kaygı devreye girdiğinde burada telif hukukunun alanına girilmektedir. Alman Telif Kanununun korumanın konusuna ilişkin hükmü; edebi, bilimsel ve estetik içeren her türlü çalışmanın, telif hakkının konusu olacağına yer vermiştir. (URGH P.1 SEC.2 D.1 )

Yine Alman Telif Kanunun p1. Sec2. D.2 kısmında korunabilen eserler; edebi çalışmalar, müzikal çalışmalar, koreografik çalışmalar, uygulamalı sanat ve mimari çalışmalar olarak tanımlanmış; bu eserlerin estetik kaygı bulunması şartıyla korumaya tabi olabildiği belirtilmiş, yine aynı maddenin devamında ve yedinci fıkrada teknik ve bilimsel doğasından kaynaklı illüstrasyonların, maketlerin, planlamaların ve üç boyutlu görsellerin de koruma kapsamına gireceği hüküm altına alınmıştır.

BGH’nin sanatsal ve estetik kaygıya yönelik değerlendirmesine dönecek olursak Alman Telif Kanununun 2. kısım 2. maddesi hükmü altında düzenlenen korunabilecek eserler kapsamında tasarımı, mimari çalışma, illüstrasyon ve üç boyutlu görsel kapsamına alabilmek mümkündür. Ancak kare formatının eser korumasına yönelik özgün nitelik taşımadığı aşikardır. Dolayısıyla federal mahkemenin şeklin estetik değer taşımadığına yönelik hükmü Telif Kanunu kapsamında yerindedir. Bu durumda Ritter Sport markasına ait ambalaj formunun telif hakkı kapsamında korunamayacağı anlaşılmaktadır.

Ürünün üç boyutlu kare ambalajlanması marka olarak tescil edilebildiğine göre ürünün tasarımını ve dış görünüşünü de ayrıca ele almak gerekmektedir.

Federal Adalet Mahkemesi, inceleme konusu kararda, hem estetik, hem ekonomik hem de hukuki açıdan kapsamlı bir değerlendirme yapmıştır. Ancak, alınan kararın muhtemel ekonomik sonuçları düşünüldüğünde, kare ambalajlamanın Ritter’de kalması nedeniyle, marka sahibinin, kare ambalaj kullanan diğer üreticilere karşı münhasıran her türlü talepte bulunma hakkının da bulunduğu göz ardı edilemez. Sonuç itibariyle, çikolatanın şekli belirli bir formun dışına çıkamayacağı da aşikardır. Bu karar ile birlikte Ritter’in geometrik bir form üzerinde tescil hakkını elde etmesi (tersi yöndeki iddiaların reddedilmesi), diğer çikolata üreticilerinin yaratıcılığını mümkün olduğunca ortaya koymasını gerektirecektir.

Bengisu DÜZGÜNER

bengisu.duzguner@outlook.com

Hüseyin YAŞA

huseyinys@hotmail.com

Eylül 2020


[1] https://juris.bundesgerichtshof.de/cgi-bin/rechtsprechung/document.py?Gericht=bgh&Art=en&az=I%20ZB%2042/19&nr=109107

[2] Presse : Pressemitteilungen aus dem Jahr 2020 – Quadratische Verpackung Ritter-Sport-Schokolade bleibt als Marke geschützt. (2020, July 23).

[3] BGH and Ritter Sport: Product shape with functional features. (2020, August 25). Retrieved September 08, 2020, from https://legal-patent.com/trademark-law/bgh-and-ritter-sport-product-shape-with-functional-features/

[4] Germany’s Ritter Sport wins square chocolate battle against Milka. (2020, July 23). BBC News. https://www.bbc.com/news/world-europe-53510219

[5] Presse : Pressemitteilungen aus dem Jahr 2020 – Quadratische Verpackung Ritter-Sport-Schokolade bleibt als Marke geschützt. (2020, July 23).

“BIO” Kelimesi Böcek Öldürücüleri Yanıltıcı Hale Getirebilir mi? Adalet Divanı Genel Mahkemesi “BIO-INSECT SHOCKER Kararı (T-86/19)

Entomofobi, yani isimlerini duyduğunuzda dahi endişe duymanıza sebep olan bir böcek korkunuz söz konusuysa, sizleri bu yazıdan şimdiden uzaklaştırıp, daha sonra çiçeklerle ilgili (karşılaşırsak) bir yazıyı okumaya davet edelim.

Öncelikle davanın arka planını özetleyelim:

BIO-INSECT SHOCKER kelime markasının Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi (EUIPO)’nde tescil edilmesi için 26 Kasım 2015 tarihinde bir başvuru gerçekleştiriliyor.

Başvuru kapsamında aşağıdaki mallar yer alıyor:

Sınıf 1: “Üretime yönelik biyosidal ürünler; biyosit üretiminde kullanılacak kimyasal müstahzarlar; böcek öldürücüler için kimyasal katkı maddeleri”;

Sınıf 5: “Dezenfektanlar; zararlı hayvanları yok etmek için hazırlık ürünleri; parazit öldürücüler; tıbbi veya veterinerlikte kullanım için bakteriyolojik müstahzarlar; besin takviyeleri; ilaçlı spreyler; antibakteriyel spreyler; anti-enflamatuar spreyler; böcek öldürücüler; böcek cezbediciler; böcek kovucu spreyler; böcek kovucular; böcek öldürücü müstahzarlar; böcek büyüme düzenleyicileri; böcek kovucularla emprenye edilmiş mendiller; pire tozları; pire spreyleri; pire tasmaları; pire önleyici preparatlar; hayvanlar için pire tasmaları; hayvanlar için pire tozları; biyositler; hayvanları uzak tutmak için kovucu müstahzarlar; veterinerlik ürünleri; veteriner teşhis reaktifleri; veterinerlik aşıları; veterinerlik amaçlı gıda takviyeleri; veteriner kullanımı için hijyenik müstahzarlar”;

Sınıf 31: “Canlı hayvanlar; taze meyve ve sebzeler; Malt; Hayvan içecekleri; Yemler.”

Altta ana marka olan PETVITAL ile birlikte ilgili ibarenin fiili kullanım biçimini de görebilirsiniz:

EUIPO nezdinde yapılan bu başvuru 10 Mart 2016 tarihinde ilgili ürünler için tescil ediliyor.

Sonrasında ise söz konusu markanın, tescilli olduğu ürünler için ayırt edici nitelikten yoksun, tanımlayıcı, kamu düzenine aykırı ve yanıltıcı olduğu gerekçeleriyle hükümsüzlüğü talep ediliyor ve ihtilaf nihayetinde Avrupa Birliği Adalet Divanı Genel Mahkemesi’nin 13 Mayıs 2020 tarihli T‑86/19 sayılı kararı ile sonuçlandırılıyor.

http://curia.europa.eu/juris/document/document.jsf;jsessionid=69062DB51AD8CD1D7D724348EE1E7BFD?text=&docid=226461&pageIndex=0&doclang=FR&mode=lst&dir=&occ=first&part=1&cid=10750508 bağlantısından Fransızca olarak görülebilecek kararın ana hatları ve gerekçelerini bu yazının kalan kısmında aktarmaya çalışacağım.

26 Kasım 2015 tarihinde başvurusu yapılan ve 10 Mart 2016 tarihinde tescil edilen marka için, SolNova AG 12 Mayıs 2016 tarihinde 207/2009 sayılı Tüzüğün 7 (1) (b), (c), (f) ve (g) maddelerini öne sürerek tescile karşı görüş bildirir. Ancak bu görüşler, tescilden sonra sunulduğundan dolayı EUIPO tarafından dikkate alınmaz.

Bunun üzerine SolNova AG, 25 Temmuz 2016 tarihinde, yine aynı gerekçelerle markanın hükümsüzlüğü için talepte bulunur. Hükümsüzlük talebi markanın kapsadığı tüm mallara ilişkindir.

EUIPO İptal Birimi Karar Süreci:

20 Aralık 2017 tarihinde, EUIPO İptal Birimi hükümsüzlük talebini reddeder. Ret gerekçesi olarak da hükümsüzlüğü talep edilen markanın kapsadığı mallar bakımından yeterli derecede ayırt edici olduğu ve tanımlayıcı olmadığı tespitinde bulunur. Zira EUIPO’ya göre “shocker” (şok edici) ibaresi, ilgili ürünleri doğrudan niteleyecek bir ibare değildir ve ayırt edici niteliğe sahiptir.  Ek olarak, markanın Tüzüğün 7 (1) (f) ve 7 (1) (g) maddeleri uyarınca kamu düzenine aykırı ve yanıltıcı olmadığına karar verir.

Temyiz Kurulu Karar Süreci:

SolNova, EUIPO İptal Birimi’nin bu kararına karşı itiraz eder ve itiraz EUIPO Temyiz Kurulu tarafından incelenir.

i)   Temyiz Kurulu ilgili hükümsüzlük talebini “tanımlayıcılık” iddiaları açısından reddeder:

– Temyiz Kurulu ilk olarak, malların çeşidi dikkate alındığında ilgili tüketici düzeyinin orta ila yüksek düzeyde olduğunu, kısmen halk ve uzmanlardan kısmen de yalnızca uzmanlardan oluştuğunu değerlendirmiştir. Aynı zamanda, markanın İngilizce kelimelerden oluşması nedeniyle ilgili tüketici kitlesinin İngilizce konuşanlardan oluşması gerektiğini vurgular.

– İkinci olarak, markanın kapsadığı bazı malların böcek öldürücüler veya böcek ilacı ürünleriyle ilgili olduğunu, diğerlerinin ise olmadığını belirtir. Zira SolNova AG de bu ürünler için markanın tanımlayıcı olduğu noktasında savunma ve iddiada bulunamamıştır.

– Üçüncü olarak, İngilizce “bio insect shocker” (biyo böcek şok edici) ibaresinin doğrudan “böcek öldürücülerin” ya da bununla ilişkili ürünlerin özelliklerini tanımlamadığını belirtir. Ancak, ilgili ibarenin bu tür ürün/ürün özelliklerini çağrıştırabilecek, imalı bir ibare olduğunu da kabul eder.  Yine de nihayetinde, anlamının daha çok yalnızca “böcekleri şoka sokarak mücadele sağlayacak ekolojik bir ürünü” tanımlayacağını ve tüketicinin de bunu anlamlandırmak için ekstra efor sarf etmesi gerekeceğini ekler. Bu bağlamda, İngilizce “shocker” ifadesinin yalnızca “şok edici bir şey” anlamına geldiğini ve “öldürmek” ya da “kovmak”tan farklı olduğunu vurgular.

– Dördüncü olarak, “bio insect shocker” ibaresinin ilgili mallar için yaygın kullanımına dair iddiaları da kabul etmez. Bu sonuçta özellikle, SolNova AG’nin sunduğu delillerin çoğu kısmının, marka başvurusunun yapıldığı tarihten sonraya ait olması etkili olur.

ii) Temyiz Kurulu hükümsüzlük talebini markanın “ayırt edici karakterden yoksun olduğu” iddiaları açısından da yukarıdaki gerekçelere dayandırarak reddeder.

iii) Temyiz Kurulu hükümsüzlük talebini “markanın kamu düzenine aykırı olduğu” iddiaları açısından da reddeder:

Çünkü SolNova AG, markanın başvuru tarihinde Avrupa Parlamentosu ve Konseyinin biyosidal ürünlerin pazarı ve kullanımı ile ilgili 22 Mayıs 2012 tarihli 528/2012 sayılı Tüzüğü’nü ihlal edecek şekilde kullanımını kanıtlayamamıştır.

iv) Temyiz Kurulu hükümsüzlük talebini “yanıltıcılık” iddiaları açısından reddeder:

Solnova AG, markanın yukarıda bahsedilen Tüzüğü ihlal ettiğini kanıtlayamaması üzerine, markanın 7 (1) (g) maddesi kapsamında yanıltıcı olarak nitelendirilemeyeceği ve yanıltıcı olmayan kullanımının da mümkün olduğuna kanaat getirir.

Solnova AG, EUIPO Temyiz Kurulu’nun hükümsüzlük talebini reddetmesi kararına karşı dava açar ve dava Adalet Divanı Genel Mahkemesi’nce 13 Mayıs 2020 tarihli T‑86/19 sayılı kararla sonuçlandırılır.

Genel Mahkeme, EUIPO Temyiz Kurulu kararını aşağıdaki gerekçeler bakımından yerinde bulur:  

Hükümsüzlüğü talep edilen markanın:

  1. Ayırt edici karakterden yoksun olmadığı,
  2. Tanımlayıcı olmadığı,
  3. Kamu düzenine aykırı olmadığı.

Bu bağlamda Genel Mahkeme yukarıda yer verilen hususlarda Temyiz Kurulu ile aynı yönde karar bildirir ve Kurulun bu kapsamda herhangi bir değerlendirme hatası yapmadığına kanaat getirir.

Mahkeme de “SHOCKER” (şok edici) teriminin anlamının ‘şok edici’ bir şeye atıfta bulunduğunu ve öldürme veya itmeye yönelik bir atıfta bulunmadığını tespit etmiştir. Bu nedenle, “SHOCKER” kelimesi ile böcek kovucu ürünler doğrudan ilişkilendirilemez ve aynı zamanda hükümsüzlük talebine konu malları veya bunların özelliklerini tüketiciye doğrudan çağrıştıracak nitelikte değildir.

Bu değerlendirme, aynı zamanda, bir hükümsüzlük davasında bir markanın ayırt edici karakterine ilişkin delillerin, talebe konu markanın başvurusunun yapıldığı tarih itibarıyla değerlendirilmesi gerektiğini hatırlatıyor. Çünkü inceleme konusu davada, hükümsüzlük talebinde bulunan tarafından sunulan deliller, davaya konu markanın başvurusunun yapıldığı tarihte “şok edici” kelimesinin böcek kovucu ürünler için genel bir kullanım olduğunu kanıtlamak için yetersiz bulunmuştur.

Bununla birlikte Genel Mahkeme, hükümsüzlük talebinin konusu markanın yanıltıcı olduğu gerekçesiyle Temyiz Kurulu kararını kısmen iptal eder.

Genel Mahkeme, Temyiz Kurulu’ndan farklı olarak hükümsüzlüğü talep edilen markanın; yanıltıcılık açısından, yanıltıcı olmadan da kullanılmasının mümkün olacağı düşünülse dahi, konu zararlı organizmaları yok etme, uzaklaştırma veya zararsız hale getirme, eylemlerini engelleme veya başka bir şekilde onlarla mücadele etmeye yönelik üretilen ve bu amaçla bir veya daha fazla aktif madde içeren biyosidal ürünler özelinde değerlendirildiğinde, yanıltma riskinin mevcut olduğu yönünde karar verir.

Böylelikle biyosidal ürün üzerinde “bio” gibi bir ifadenin varlığı, içtihat kapsamında tüketiciyi ciddi derecede yanıltma riski oluşturmaya yeterli olarak görülmüştür.

Mahkeme, “bio” kelimesinin günümüzde olumlu çağrışımlar yaratabilecek derecede bir anlam kazandığına kanaat getirmiştir. Sunulan ürüne bağlı olarak farklı bir şekilde algılanabilmesi mümkün olsa da, “bio” kelimesinin genel olarak çevreye saygı, doğal malzemelerin kullanımı ve hatta ekolojik üretim süreçlerine atıfta bulunduğu dikkate alınmıştır. Zira, markanın temel işlevinin, tüketiciye veya son kullanıcıya ilgili mal veya hizmetin asıl kimliğini garanti etmek olduğu unutulmamalıdır.

Netice olarak; Genel Mahkeme’ye göre incelenen vakada, markanın yanıltıcı olmayan bir şekilde kullanım olasılığı bulunsa dahi, bu durum yine de markanın yanıltıcı niteliğinin olmadığına kanaat getirmeye yetmeyecektir. Bu nedenle tüm mallar için hükümsüzlüğü talep edilen marka, Sınıf 1 ve Sınıf 5’te yer alan biyosidal ürünler olarak tanımlanan aşağıdaki mallar için yanıltıcı bulunur ve markanın belirtilen mallar bakımından kısmen hükümsüzlüğüne karar verilir:

Sınıf 1: “Üretime yönelik biyosidal ürünler; biyosit üretiminde kullanılacak kimyasal müstahzarlar; böcek öldürücüler için kimyasal katkı maddeleri”;

Sınıf 5: “Dezenfektanlar; zararlı hayvanları yok etmek için hazırlık ürünleri; parazit öldürücüler; tıbbi veya veterinerlikte kullanım için bakteriyolojik müstahzarlar; ilaçlı spreyler; antibakteriyel spreyler; böcek öldürücüler; böcek cezbediciler; böcek kovucu spreyler; böcek kovucular; böcek öldürücü müstahzarlar; böcek büyüme düzenleyicileri; böcek kovucularla emprenye edilmiş mendiller; pire tozları; pire spreyleri; pire tasmaları; pire önleyici preparatlar; hayvanlar için pire tasmaları; hayvanlar için pire tozları; biyositler; hayvanları uzak tutmak için kovucu müstahzarlar; veterinerlik aşıları; veteriner kullanımı için hijyenik müstahzarlar”;

Mahkemece hükümsüzlük kararı kapsamı dışında bırakılan mallar ise şu şekildedir:

Sınıf 5: “Tıbbi kullanım için gıda takviyeleri; anti-enflamatuar spreyler; veterinerlik ürünleri; veteriner teşhis reaktifleri; veterinerlik amaçlı gıda takviyeleri”

Sınıf 31: “Canlı hayvanlar; taze meyve ve sebzeler; Malt; Hayvan içecekleri; Yemler.”

Sonuç yerine:

Bundan birkaç ay önce, pandemi nedeniyle İstanbul sokakları için ilaçlama hizmetlerinin aksaması ve kanalizasyon bakımlarının düzenli yapılmaması nedeniyle, tertemiz evimize balkon giderinden tırmanan ve 1 saat içerisinde 50’den fazla kişilik ekibiyle –şaka değil– evde dans etmeye başlayan devcileyin Gregor Samsa’larla karşılaşmıştık. Can havliyle hemen bir ilaçlama ekibi çağırmıştık ve yine çok uzun da araştıramadan acilen kendimizin de uygulayabileceği ve etkili olduğuna dair kullanıcı yorumlarının olduğu bir böcek kovucu siparişi vermiştik. Açıkçası o gün ben de üstünde “BIO” yazan bir böcek kovucuya rastlasaydım, kendilerinden radyasyon zırhı bile üretilmiş olan bu arkadaşların gücünü bile bile yine de ilk seçeneğim o olabilirdi.  Sizlere aktardığım Genel Mahkeme kararı da bu anlamda beni destekler nitelikte olmuş ya da ben onu.

Aslı BAŞPINAR

Eylül 2020

asli.baspinar86@gmail.com

IPR Gezgini’nde Haftalık Anketlerimiz Başladı!

IPR Gezgini anasayfasında bundan sonra haftada bir kez anketlerimizi göreceksiniz.

Anketler yoluyla; fikri mülkiyetin farklı alanlarındaki tartışmalı / güncel ulusal veya uluslararası meseleler hakkında okuyucularımıza çok kısa sorular yönelterek, “Evet” veya “Hayır” (bazen de “Katılıyorum” veya “Katılmıyorum”) şeklindeki yanıtlarını alacağız. Elbette, yorum yapmak isteyen okuyucularımız için de bir alan bulunacak ve dileyenler de bu alana “Evet” veya “Hayır” dışındaki kısa değerlendirmelerini yazabilecek. Anketlere katılım için herhangi bir bilgi paylaşmanıza gerek bulunmamaktadır.

İlk anketimizin sorusu çok kısa: “Tanınmış Marka Sicili sizce gerekli midir?”. Bu soruya ilişkin olarak IPR Gezgini okuyucularının yanıtını arıyoruz ve dün başlayan anket 20 Eylül Pazar günü gece yarısına dek yanıtlanabilecek.

Geçen yıllar süresince kazandığı takipçi ve okuyucularıyla IPR Gezgini ülkemizin (muhtemelen) en büyük ve heterojen fikri mülkiyet platformu haline geldi. Bu bağlamda okuyucularımızın görüşlerinin önemli ve yol gösterici olduğunu düşünüyoruz.

Anket sonuçlarını, anketin kapandığı günün ertesi haftası okuyucularımızla da paylaşacağız.

Sizlerin, bizim aracılığımızla Türk fikri mülkiyet camiasına yöneltmek istediğiniz sorular olursa, onlara yer vermekten de zevk duyacağız. Önerilerinizi iprgezgini@gmail.com adresine e-postayla iletebilirsiniz.

İlk anketimiz ana sayfamızda yayında, yanıtlarınızı bekliyoruz.

Katılanlara da şimdiden teşekkür ederiz!

IPR Gezgini

Eylül 2020

iprgezgini@gmail.com

ABAD İkinci Tıbbi Kullanım Ürünlerine İlişkin Ek Koruma Sertifikası Hakkında Son Sözünü Söyledi: Santen Yorum Kararı (C‑673/18)

Bilindiği üzere, patent koruması mevzuat gereğince buluş sahibine 20 yıl süreyle pazarda tekel olma hakkı tanımaktadır. Yeni keşfedilen bir etken maddenin patentinin alınması ile söz konusu etken maddeden üretilen bir ilacın piyasaya çıkması uzun yıllar aldığından koruma süresi ilaç firmalarına yetmemektedir. İlaç firmalarını bu olumsuz etkiden korumak amacıyla, Avrupa Birliği ülkelerinde Ek Koruma Sertifikası gündeme gelmiş, düzenleme 2 Ocak 1993 tarihinde yürürlüğe girmiş ve Avrupa Parlamentosu’nun 6 Mayıs 2009 tarihli ve 469/2009 sayılı Tüzüğü ile günümüzdeki şeklini almıştır. Türkiye, henüz bir Avrupa Birliği üyesi olmadığından ek koruma konusundaki AB mevzuatı ile bağlı değildir.

İlaç şirketleri, ek korumadan yalnızca Ek Koruma Sertifikası Tüzüğü (SPC) kapsamındaki koruma kriterlerini karşıladıkları takdirde yararlanabilirler. ABAD’ın önündeki bu dava, kriterlerin nasıl uygulanması gerektiği ile ilgilidir.

İlk olarak, Japon ilaç şirketi Santen, bir göz damlası emülsiyonu için bir SPC başvurusunda bulundu ve Ikervis için bir pazarlama izni verdi.  Fransız Patent Ofisi (INPI), 1983’te Sandimnun ürünü için daha önce verilen bir pazarlama izninin varlığına dayanarak SPC başvurusunu reddetti.

INPI, Santen’in AB’nin SPC tüzüğünün 3(d) maddesine uymadığını savundu. SPC tüzüğünün 3(d) maddesi, SPC başvurusuna temel teşkil eden pazarlama izninin ‘ürünü tıbbi ürün olarak piyasaya sürmek için ilk izin’ olması gerektiğini belirtir. Neurim davası olarak bilinen 2012 tarihli kararda; ABAD, bu maddenin ilaç şirketlerinin aynı ürünün farklı bir uygulaması için bir SPC elde etmesine engel olmadığına karar vermiştir. Ancak bu karar nelerin ‘ürün’ olduğu konusunda pek çok tartışma konusuna neden olmuştur.

ABAD; 9 Temmuz 2020 tarihli C‑673/18 sayılı Santen kararında[1] Tüzüğün 1 (b) maddesinin bir SPC’nin “ürününü” kullanımından veya onaylanmış terapi amaçlı uygulamasından bağımsız olarak tanımladığını gerekçelendirmiştir. Bu nedenle, yeni bir terapi amaçlı uygulama için bir aktif bileşen kullanılıyorsa, bu, aynı aktif bileşenin daha önce farklı bir terapi amaçlı uygulama için zaten kullanılmış olduğu durumlarda onu farklı bir “ürün” yapmayacağını belirtmiştir. Bu çerçevede, Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın “ürün” kavramını yukarıda belirtilen katı yorumundan, Madde 3 (d)’nin, aktif bileşeni (veya aktif bileşenlerin kombinasyonunu içeren herhangi bir tıbbi ürün için ilk pazarlama ruhsatı ile ilgili olarak anlaşılması gerektiği) onaylandığı terapi amaçlı uygulamaya bakılmaksızın değerlendirdiği anlaşılmaktadır.  Sonuç olarak, yeni bir tedavi amaçlı kullanım için bir aktif bileşenin veya aktif bileşenlerin bir kombinasyonunun kullanılabileceği gerçeği, bu yeni tedavi amaçlı kullanım nedeniyle onu ayrı bir “ürün” haline getirmez. Yani ikinci tıbbi kullanımlar ‘ürün’ olarak kabul edilmemektedir.

SPC tüzüğü; herhangi bir veya tüm araştırmayı ödüllendirmeyi amaçlamamakta, daha ziyade yalnızca bir aktif bileşenin veya bir ilaç olarak aktif bileşenlerin kombinasyonunun ilk kez piyasaya sürülmesini sağlayan araştırmayı ödüllendirmeyi amaçlamaktadır. Mahkeme bu amaç çerçevesinde bir yoruma giderek, ikinci tıbbi kullanımlar için Ek Koruma Sertifikasının mümkün olamayacağını belirterek uzun süredir devam eden tartışmaları nihayet sona erdirmiştir.

Ülkemizde ilaçla ilgili temel hukuksal sorunları özel olarak düzenleyen bir “ilaç yasası” bulunmamaktadır. Buna karşılık çeşitli yasalarda ve yönetmeliklerde ilaçla ilgili genel düzenlemelere yer verildiğinden söz edilebilir. Bunlardan Beşeri ve Tıbbi Ürünler Ruhsatlandırma Yönetmeliği’ne göre ilaç, “etkin madde/ maddeler açısından bilimsel olarak kabul edilebilir etkinlik, kalite ve güvenliğe sahip olduğu kanıtlanarak, dünyada pazara ilk defa sunulmak üzere ruhsatlandırılmış/ izin verilmiş ürün”dür.[2] Tıbbi bir ürün olan ilaç, patentin konusunu oluşturan diğer buluşlar gibi patent koruması altındadır. Ülkemizde, ikinci tıbbi kullanımlar tartışma konusu olmakla birlikte ek koruma sertifikası koruması bulunmamaktadır. Bahsi geçen Ek Koruma Sertifikasının uygulanmaya başlamasının Türkiye bakımından maliyetleri azaltma konusunda olmasa da patent süresinin uzamasına bağlı olarak kârlılığı artırma konusunda sağlayacağı faydanın, yerli ilaç firmalarını orijinal ilaç geliştirmeye yöneltebileceği düşünülebilir.[3] Ancak, Rekabet Kurulu’nun raporlarına göre; patent sahibi ilaç firmalarının idari izinler nedeniyle yaşadıkları olası kayıp sürelerin pek önemli olmadığı tespit edilmiştir.[4] Bu bakımdan, ilaçların ek koruma süresine ihtiyaç olup olmadığı ülkemizde halen bir tartışma konusudur.

Aysu TAŞ

Eylül 2020

aaaysutas@gmail.com


[1] http://curia.europa.eu/juris/document/document.jsf;jsessionid=B757697B9B84F487781FFEA60EC8DD30?text=&docid=228371&pageIndex=0&doclang=en&mode=lst&dir=&occ=first&part=1&cid=1760612

[2] ÖZCAN BÜYÜKTANIR Dr. Burcu G., İlaç Patenti Sahibinin İlaç Kullanımına Bağlı Zararları Tazmin Yükümlülüğü, Ankara Barosu Dergisi, 2012/2 , s.125,126

[3] KONCA Murat, ÖZER Özlem, UĞURLUOĞLU Özgür , ‘İlaç Sektöründe Ürün Geliştirme, Ek Koruma Sertifikasının Önemi ve Türkiye’deki Durum’ , Balıkesir Sağlık Bilimleri Dergisi, Cilt:4 Sayı:3 Aralık 2015, s.195

[4] GÜLERGÜN C. Emin/KARAKOÇ H. Deniz/ HATİPOĞLU C. Atalay; 27.03.2013 Tarihli Rekabet Kurumu Sektör Araştırma Raporu, s. 223. www. rekabet.gov.tr (erişim: 12.06.2014)

COĞRAFİ İŞARETLER, COĞRAFİ YER ADI İÇERİR MARKALAR VE “BOLU ÇİKOLATASI” KARARI

6769 s. Sınai Mülkiyet Kanunu (SMK) m. 33 kapsamında yer alan düzenleme uyarınca  “doğal ve beşerî unsurların bir araya gelmesi sonucu gıda, tarım, maden, el sanatları ürünleri ve sanayi ürünlerinden bu kitapta yer alan şartlara uygun olanlar, tescil edilmesi şartıyla, coğrafi işaret veya geleneksel ürün adı korumasından” yararlanabilir.

Coğrafi işaretler, Türk Patent ve Marka Kurumu’nun yayınlamış olduğu başvuru kılavuzunda[1] da ifade edildiği üzere temel olarak benzerlerinden farklılaşmış ve bu farkı kaynaklandığı yöreye borçlu olan yöresel ürün adlarını ifade eder. Bu anlamda coğrafi işaret, belirgin bir niteliği, ünü veya diğer özellikleri bakımından kökenin bulunduğu yöre, alan, bölge veya ülke ile özdeşleşmiş bir ürünü gösteren işarettir.

Coğrafi işaret tescili ile amaçlanan, tek bir üreticiyi değil, belirli şartlar altında üretim yapan kişi ya da firmaların tümünü korumak ve özünde de coğrafi işarete konu ürünün niteliğinin bozulmayarak tüketiciye ulaştırılmasıdır. Bu anlamda tescil ile işaret üzerinde tekel yaratılma amacı güdülmemekte olup tam tersi ürünün özüne uygun olmadığı halde coğrafi işaretin ünü ve değerinden yarar sağlamak isteyenlerin önüne geçilmek istenilmektedir. Bu sayede ürüne niteliğini veren unsurların değiştirilmesinin, denetim mekanizmaları aracılığıyla engellenmesi sağlanmakta ve tek bir kimsenin değil, belli bir grubun, bölgenin, ülkenin ve genel tanımıyla kamunun kolektif menfaati korunmaktadır.

Bu nedenledir ki coğrafi işaretli ürünlerin üreticileri, ürünlerin üretimi sırasında, ürünün karakteristik özelliklerinin korunması amacıyla çoğu zaman üretim miktarını sınırlı tutarak faaliyetlerini yürütmektedirler. Bunun karşılığı olarak ise coğrafi işaretli ürünler, alternatiflerine göre genel olarak daha yüksek fiyata alıcı bulabilmektedirler. Örneğin bu konuda yazılmış bir makalede[2] sadece coğrafi işarete konu ürünlerde 2012 yılı verilerine göre, Fransa’nın 19 milyar avro gelir elde ettiği, coğrafi işaretli ürünlerin ihracatından 6 milyar avro gelir sağladığı ve bu rakamın gıda endüstrisinin yıllık toplam ihracatının %30’unu oluşturduğu belirtilmiş ve devamında coğrafi işaretli Fransız peynirlerinin, diğer peynirlere göre %30 oranında, şaraplar ise %230 oranında daha yüksek fiyata alıcı bulduklarına değinilmiştir.

Nitekim ülkemizdeki durum da farklı olmayıp yapılan araştırmalarda coğrafi işaretli bir ürün olan “Ayvalık Zeytinyağı” na olan tüketici talebinin,  coğrafi işaret niteliği göstermeyen rakiplerine kıyasla  %58  daha  fazla olduğu,  yine  aynı  ürün için tüketicilerin  %82’sinin daha  fazla ücret ödemeyi  kabul  ettikleri tespit edilmiştir. [3] 

Dolayısıyla coğrafi işaretler tüketicinin satın alım tercihlerini doğrudan etkileyen, tüketicinin piyasa koşullarına nazaran daha yüksek fiyatlar ödemeye isteyerek razı olduğu ürünlerdir. Bu ürünlerin üretimleri, karakteristik özelliklerinin hiçbir surette bozulmaması suretiyle gerçekleştirilmesi gerektiğinden, üretim maliyetlerinin artması ve bunun ürün fiyatına yansıması toplum nezdinde kabul görmüş bir durum olup bu ürünlerin herkes tarafından üretilmesi mümkün ise de üretimin belli kriterlerin korunarak yapılması da bir zorunluluktur.

Bu açıklamaların temelinde coğrafi işaret koruması ile hedeflenenin tek başına bir sınai hak tescili elde etmek olmadığı, coğrafi işaretlerin arkasında kültürel, sosyolojik, ekonomik daha birçok sebebin gözlendiği ve var olduğunun gösterilmesi yatmaktadır. Coğrafi işaretlerin SMK m. 148 uyarınca lisans, devir, intikal, haciz ve benzeri hukuki işlemlere konu olamaması ve teminat olarak gösterilememesinin nedenlerinden biri de yine bu niteliğidir.

Coğrafi işaretler ile ilgili süregelen en temel tartışma konusu da bu işaretlerin çoğu zaman coğrafi kaynak gösteren ibareler içerir markalar ile karıştırılmasıdır. Terminolojik olarak coğrafî marka kavramı kapsamına temel olarak bir coğrafî yerin adını içeren kelime markaları girmektedir.[4] Örneğin yazının da temel örneklemi olan “Bolu Çikolatası” markası, coğrafi bir yer adı olan “bolu” ve “çikolata” ürün adının kullanılması ile oluşturulmuş bir markadır. Bolu ili, çikolata ürünleri ile meşhur veya yaygın bilinirliği olan bir yer değildir. Çikolata ürünü bölgeyle özdeş hale gelmiş bir ürün çeşidi ise hiç değildir. Bu ibarenin coğrafi işaret tescili amacıyla gerçekleştirilmiş olunan C2010/047 sayılı coğrafi işaret başvurusu Türk Patent ve Marka Kurumu nezdinde reddedilmişken[5], aynı ibarenin tüzel bir kişi adına 2012/24176 sayısı ile marka tescil korumasına layık görüldüğü anlaşılmaktadır.

Markalar ve coğrafi işaretlerin her ikisi de, belli mal ve hizmetler için talep edilirler. Yukarıda da belirtildiği üzere aralarındaki temel farklardan biri, markaların üzerinde kullanılacağı mal ve hizmetlerin, sahibinin inisiyatifine bağlı olarak seçilmesine karşın coğrafi işaretlerde korumanın talep edildiği malların keyfi olarak seçilememesidir.[6] Bununla birlikte markaların, esas unsurlarını korumak suretiyle tescil kapsamına uygun şekilde kullanılmaları gerekirken, coğrafi işaretlerde, işarete konu ürünün coğrafi işaret kriterlerine uygun üretilmesi/kullanılması gerekmektedir.

Bu anlamda coğrafi işaretlerin, marka olarak tescilin önüne geçilmesinde toplum menfaati yer almakta olup ulusal marka mevzuatlarının çoğunda, coğrafi işaret içerir marka başvuruları mutlak ret nedenleri gözetilerek reddedilmektedir.[7] Nitekim SMK m. 5/1-i hükmünde tescilli coğrafi işaretten oluşan ya da tescilli coğrafi işaret içeren işaretlerin marka olarak tescil edilemeyeceği bir mutlak ret nedeni olarak düzenlenmiştir. Madde gerekçesine göre, söz konusu düzenleme ile müstakil bir sınai mülkiyet hakkı olan coğrafi işaretlerin hususiyetle korunması amaçlanmıştır. Hatta bu korumada tescilli coğrafi işaretin marka örneğinde yalnızca esas unsur olarak değil, tali unsur olarak kullanımı halinde dahi marka başvurusu reddedilecektir. Söz gelimi, Çorum Leblebisi veya Antep Fıstığı gibi ibareleri esas unsur veya tali unsur olarak içeren işaretlerin bu düzenleme ile tescili yasaklanmıştır.[8] Her ne kadar tüketici algı ve tercihlerinde, markanın esas unsuru önem taşımakta ise de markada coğrafi işaret korumasına alınmış bir ibareye yer verilmiş olunması da yine tüketici açısından bir tercih nedeni olacağından, kanun koyucu işaretin esas veya tali unsur olarak kullanımı arasında bir ayrıma gitmemiştir.

Keza SMK m.48’de de coğrafi işaretler ve markalar arasındaki ilişki özel olarak düzenlenmiş olup maddenin birinci fıkrasında “coğrafi işaretin tescilinden sonra 44 üncü maddede belirtilen biçimlerde veya tescile konu coğrafi işaretle ilgili mal veya hizmetler için kullanılmak üzere yapılan marka başvurusu reddedilir, tescil edilmiş ise dava yoluyla hükümsüz kılınabilir” düzenlenmesine yer verildiği görülmektedir.

Madde metni ve gerekçesi son derece açık olup tescil edilmiş bir coğrafi işaretin, coğrafi işaret ile ilgili mal veya hizmetleri kapsayacak herhangi bir şekilde marka tescil başvurusuna konu edilmesi bir ret; tescil edilmiş ise hükümsüzlük gerekçesi olacaktır. Coğrafi işaret tescillerinin korunması hakkındaki uluslararası düzenlemelerden biri de Paris Sözleşmesi’nin 1. mükerrer 10. maddesi olup, üye devletlerin coğrafi işaretleri haksız rekabete karşı etkili biçimde korumaları yükümlülüğünü içermekte ve haksız rekabet koruması ülkeden ülkeye farklılık göstermekte ise de ürünlerin coğrafi kökenleri bakımından halkı yanıltıcı nitelikteki kullanımların haksız rekabet oluşturduğu genel kabul görmektedir.[9]

Dolayısıyla tescilli bir coğrafi işaretin, daha sonradan herhangi bir şekilde marka korumasına konu edilememesinin temelinde de coğrafi işarete, marka başvurularında yer veren hak sahipleri lehine, tüketici algısında haksız bir menfaat temin edilmesinin önüne geçilmek istenilmesi yer almaktadır. Nasıl ki coğrafi işaret tesciline sahip bir ürün, tüketici nezdinde doğrudan kalite algısı yaratmakta ve tüketici açısından öncelikli tercih sebebi olmakta ise bu ibareyi içerir bir markanın da rakiplerine göre tercih edilme önceliği bakımından haksız bir avantaj sağlaması bu sayede önlenmeye çalışılmaktadır.

Tescilli bir coğrafi işaretin, daha sonradan marka başvurusuna konu edilememesi durumu net ve herhangi bir tartışmaya tabi olmaksızın engellenmiştir. Ancak SMK m. 48/2’de “coğrafi işaretle aynı veya benzer bir marka, coğrafi işaretin korunmasından önce iyiniyetle tescil edilmiş veya bu markanın kullanım hakkı iyiniyetle kazanılmışsa, coğrafi işaretin hak sahibine verdiği yetkiler, marka başvurusunun tesciline ve iyiniyetli kullanımına zarar vermez” şeklinde farklı bir düzenleme daha yer almaktadır.

Bu düzenlemeye göre coğrafi işaret ile aynı veya benzer nitelikte olan bir markanın, coğrafi işaret tescilinden önce iyi niyetle tescil edilmiş veya fiili kullanıma dayalı olarak işaret üzerinde bir hak elde edilmiş olması halinde coğrafi işaretten doğan hakların, önceki tescile zarar veremeyeceği ifade olunmuştur. Kanun koyucu bu düzenleme ile henüz coğrafi işaret tesciline konu edilmemiş ve coğrafi kaynak gösterme (SMK m. 5/1-c) ve tüketiciyi yanıltma (SMK m. 5/1-f) mutlak ret nedenlerine de takılmamış coğrafi yer adı içerir bir işareti, önceden tescil ettirmiş veya önceden beri kullanan hak sahiplerini korumaktadır. Söz gelimi Yargıtay  11. Hukuk Dairesi 12.03.2018T., 2016/7743E., 2018/1879K. sayılı ilamında “bolu çikolatası” markası ile ilgili olarak; “Bolu Çikolatası’ ibareli markanın 30. sınıfta yer alan “Şekerlemeler, çikolatalar, bisküviler, krakerler, gofretler.“ yönünden tescil başvurusunda bulunulduğu, davacı başvurusunun KHK m. 7/1-a hükmüne göre marka olma niteliğine sahip olduğu, dava konusu  başvurunun “Bolu” sözcüğünün coğrafi yer adı olması ve “Çikolata” kelimesinin de tescil ettirilmek istenen ürünün adı olması sebebiyle 556 sayılı KHK m. 7/1-c hükmü anlamında “Çikolata” emtiasının tescilinin mümkün olmadığı, diğer emtialar açısından bir tescil engeli bulunmadığı, ancak davacının dava konusu markayı 2001 yılından itibaren çikolata emtiası için kullandığının 2 ayrı mahkeme kararı ile sabit olduğundan 7/1-c hükmündeki tescil engelinin 7/2 hükmü sebebiyle aşılabileceği, bu nedenle kesinleşmiş mahkeme kararlarına rağmen farklı bir değerlendirme yapılmayacağı…” şeklindeki gerekçelere haiz yerel mahkeme kararını onamış ve  “BOLU ÇİKOLATASI” ibaresinin tescili mümkün bir marka olduğuna ve yine bu işaret üzerinde 2001 yılından itibaren işareti kullanan marka sahibinin hak sahibi olduğuna dikkat çekmiştir. Bu bağlamda her ne kadar “BOLU ÇİKOLATASI” markası için gerçekleştirildiği belirtilen coğrafi işaret başvurusu reddedilmiş ise de bu başvuru kabul edilmiş olunsaydı dahi, mezkur düzenlemeler uyarınca, SMK m. 48/2 uyarınca coğrafi işaret tescilinden doğan hakların, evvelden beri marka hakkını elinde bulunduran hak sahibine karşı kullanılması zaten mümkün olamayacaktı. Bu düzenleme ile kanun koyucu, coğrafi işaret tescilinden önce markasına yatırım yapmış, markasını korumuş, markasına belli bir değer kazandırmayı başarmış hak sahibini korumayı amaçlamıştır.

SMK m. 48’in son fıkrasında ise tescilli bir markanın sahip olduğu itibar, ün ve kullanım süresi de göz önünde bulundurularak bu marka ile aynı veya benzer olması sebebiyle markanın varlığına zarar verici veya gerçek kaynağı konusunda yanıltıcı olacak nitelikteki adların coğrafi işaret tesciline, önceki tarihli hak sahibinin itirazı üzerine izin verilmeyeceği düzenlenmiştir. SMK m.48/2’deki düzenlemenin farklı bir yorumu olan bu düzenleme ile tescilli marka ile aynı veya benzer nitelikteki coğrafi işaret başvurusunun, önceki markanın uzunca süredir kullanımı neticesinde elde ettiği itibar ve ün gözetilerek, marka sahibi tarafından, bu durumu ispatlaması kaydıyla, engellenebileceği düzenlenmiştir. Yine “Bolu Çikolatası” örneği çerçevesinde düzenleme ele alındığında, yukarı yer verilen Yargıtay ilamında da belirtildiği üzere evvelden beri hak sahibi tarafından kullanımı bulunan ve tescil edilmiş bu işaretin, günümüz itibariyle coğrafi işaret korumasına haiz olup olamayacağının takdiri marka sahibine bırakılmıştır. Bu anlamda marka sahibinin, “Bolu Çikolatası” ibaresi ile gerçekleştirilecek olası bir coğrafi işaret başvurusuna itiraz etmesi halinde, sahip olduğu işbu kesinleşmiş mahkeme kararları ile coğrafi işaretin tescilini engelleme olasılığı bulunduğu değerlendirilebilir. Görüleceği üzere kanun koyucu burada, herhangi bir tescilli markadan bahsetmemiş ve “itibar, ün ve kullanım süresi” kavramları ile aslında kullanım sonucu ayırt edicilik kazanma kavramına atıfta bulunarak marka sahibi için önemli bir ticari değer ve gayri maddi bir mülkiyet hakkı olan marka hakkını korumadaki menfaati, coğrafi işaret koruması ile elde edilecek menfaatten daha yüksek görmüştür.

Sonuç olarak coğrafi işaret ve coğrafi yer adı içerir markalar kimi durumlarda birbiri ile iç içe geçebilir ise de kanun koyucu getirdiği yasal düzenlemeler ile hangi durumlarda hangi hak ve menfaatin ne şekilde korunacağını açıkça düzenlemiş olup bu düzenleme kapsamında kamu menfaatinin yanı sıra coğrafi yer adı içerir şekilde tescilli bireysel marka sahiplerinin de mülkiyet hakkının varlığı da korunarak toplum/birey menfaat dengesi çerçevesinde bir denge oluşturulmuştur.

Poyraz DENİZ

Eylül 2020

poyrazdeniz@hotmail.com


[1] https://www.turkpatent.gov.tr/TURKPATENT/resources/temp/6B3F914C-E72C-437C-8A30-F50C51DE0A23.pdf

[2] https://statik.tse.org.tr/upload/tr/dosya/icerikyonetimi/8920/16012018110046-2.pdf

[3] Zuluğ, A. 2010. Coğrafi İşaretli Gıdalara İlişkin Tüketici Tercihleri Üzerine Bir Araştırma: İstanbul Örneği, Doktora Tezi, Ege Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, İzmir. 186s

[4] Yıldız, B.  Yargıtay Kararları Işığında Coğrafi Markalar, İnönü Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt:9, Sayı: 2, 2018

[5] Türk Patent ve Marka Kurumu sicil kayıtları araştırılmıştır.

[6] Coşkun, A. Coğrafi Işaretler, s. 78, Ankara – Ocak 2001

[7] Coşkun, s. 85

[8] Abacıoğlu Viskuşenko, M.Markalar Ile Ilgili Sinai Mülkiyet Kanunu’nda Yer Alan Değişiklikler, FMR 2018/1, Ankara

[9] Güneş, İ. 2012. Marka Hukuku’nda Önceye Dayali Haklar.

MANNHEIM BÖLGE MAHKEMESİ ABAD YORUMUNA İHTİYAÇ DUYMADI – ARABA SAVAŞLARI VE STANDARDA ESAS PATENTLER II

Geçtiğimiz ay okuyucularımızla Mannheim Bölge Mahkemesi nezdinde Nokia ve Daimler arasında görülen patent tecavüzü davasının detaylarını paylaşmıştık (yazıya https://iprgezgini.org/2020/08/05/araba-savaslari-ve-standarda-esas-patentler-avrupa-birligi-adalet-divani-acaba-ne-diyecek/ linkinden ulaşabilirsiniz). Yazımızda, Bölge Mahkemesi’nin standarda esas patentlerle (“SEP”) ilgili olan bu uyuşmazlıkla ilgili Avrupa Birliği Adalet Divanı’ndan (“ABAD”) bir ön yorum kararı almasının talep edildiğini belirtmiştik. Mannheim Bölge Mahkemesi, araba ve telekomünikasyon sektörünce merakla beklenen kararını sonunda verdi, ancak karara geçmeden önce uyuşmazlığı bir kez daha özetlemek faydalı olacaktır.

Nokia ve Mercedez-Benz markalarının sahibi Daimler arasındaki uyuşmazlığın esasını Nokia’nın UMTS ve LTE cep telefonu standartları ile ilgili olan EP2981103 B1 numaralı patenti oluşturmaktadır. UMTS (Universal Mobile Technology System) 3G mobil telefon teknolojisinin bir çeşidi iken; LTE (Long-Term Evolution) ise 4G hızının bir diğer adı olarak kullanılan bir terimdir. Yani buluşun konusu e-bağlantı için araçlarda kullanılan telekomünikasyon teknolojisidir. Günümüzde arabalar tekerleri olan birer akıllı telefonlara dönüşüp neredeyse kendi kendini sürebilir duruma geldikleri için araba üreticilerinin 4G ve 5G gibi teknolojinin son standartlarına bağımlılığı her geçen gün artmaktadır. Tabii ki bu standart teknolojiler çoğunlukla patent korumasından yararlanmakta ve dolayısıyla da lisans işlemlerine tabi olmaktadır. Ne var ki bu standart teknolojileri kullanmak isteyen üreticilerle patent sahipleri FRAND (Fair, Reasonable, Non-Discriminatory) terimleri doğrultusunda bir lisans anlaşması üzerinde mutabık olamadığı zaman uyuşmazlıklar ortaya çıkmaktadır.

Mannheim Bölge Mahkemesi nezdinde görülen uyuşmazlıkta her iki taraf da birbirini FRAND terimlerine uygun bir lisans sözleşmesi teklifi yapmamakla suçlamaktadır. Gerçekten de taraflar lisans ücretinin nasıl hesaplanacağı konusunda anlaşamamıştır. Nokia, araba parçası üreticilerine ürettikleri tamamlayıcı parçalar için lisans vermek yerine Daimler’den sattığı her araç için lisans ücreti ödemesini istemiştir. Daimler ise bu lisans ücretinin çok yüksek olduğunu, bunun yerine patentle korunan teknolojinin, mobil cihazları arabalara entegre etmek için kullanılan ekipman tedarikçilerine lisanslanması gerektiğini bu tedarikçilerin de ücretlerini sonradan Daimler’den alması gerektiğini iddia etmiştir.

Sonuç olarak Bölge Mahkemesi, Daimler’in lisans almak için istekli davranmadığına ve SEPler için geçerli olan FRAND kurallarını takip etmeyi reddettiğine karar vermiştir. Bu nedenle de Mahkeme Nokia lehine Mercedes araçlarının Almanya’da satışını engelleyebilecek nitelikte bir ihtiyati tedbir kararı vermiştir. Bölge Mahkemesi’nin, ABAD’ın 2015 yılında verdiği Huawei v ZTE (C-170/13) kararından çok Alman Federal Mahkemesi’nin 2009 yılında verdiği Orange Book Standard (KZR39/06)kararından etkilendiği görülmektedir. Nitekim Huawei kararında, ABAD her SEP sahibinin FRAND şartlarına göre standart teknolojileri için patent lisansı alma hakkına sahip olduğuna ve bazı durumlarda ihtiyati tedbir kararlarının verilebileceğine ancak her iki tarafın da adil ve iyi niyetli şekilde lisans müzakerelerine katılması gerektiğine karar vermiştir. Bu karar aynı zamanda SEP sahibinin FRAND terimlerine uygun bir lisans anlaşması teklifinde bulunma yükümlülüğünü öngörmektedir. Federal Mahkeme tarafından verilen Orange Book Standard kararında ise odak, potansiyel lisansörün davranışlarından ziyade potansiyel lisans alanın davranışlarındadır.

Daha önceki yazımızdan hatırlanacağı üzere, Alman Rekabet Kurumu, davanın görüldüğü mahkemeye “amicus curiae” talebinde bulunup, Mannheim Bölge Mahkemesinin yargılamayı durdurarak standarda esas patentlerin lisanslanması hususundaki soruları ABAD’a iletmesini talep etmişti. Ne var ki Alman Rekabet Kurumu’nun bu talebi Bölge Mahkemesi tarafından reddedilmiştir.

Kararın temyiz edilmesi mümkün olduğundan uyuşmazlığın ileriki süreçlerinde ABAD’dan görüş alınması tekrar gündeme gelebilecektir. ABAD tarafından bu hususta verilecek olan bir ön yorum kararı hem Huawei kararının yorumlanmasına dair hem de yerel mahkemelerin ihtiyati tedbir kararı verirken hangi hususları göz önünde tutması gerektiğine dair bir açıklama niteliğinde olabilecektir. Ayrıca karar, birçok şirketin karmaşık bir ürün için tedarik zincirine dahil olduğu durumlarda SEP’lerin lisanslanması süreci ile ilgili olarak ortaya çıkan sorunlara da ışık tutabilecektir.

Gelinen bu aşamada Daimler’in kararı temyiz edip başarılı olma ihtimali göz önüne alındığında, Nokia’nın gerekli teminatı yatırarak ihtiyati tedbir kararını uygulatıp uygulatmayacağı merakla beklenmektedir.

B. Eylül YALÇIN

Eylül 2020

eylulyalcin96@gmail.com

Kullanılmama Nedeniyle İptal Edilen Markanın İptal Edilmesinden Önce Gerçekleşen İhlal Nedeniyle Tazminat Talep Edilebilir mi?

AB Adalet Divanı’nın C-622/18 Sayılı Yorum Kararı

İnceleme konusu Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD) kararında (26 Mart 2020, C-622/18); ihlale konu tescilli bir markanın ihlal tarihinden sonra kullanılmama nedeniyle iptal edilmesi halinde, ihlalden kaynaklı tazminatın hala mevcut olup olmadığı değerlendirilmiştir.

Temyiz eden AR, alkol ve alkollü içecekler pazarlamaktadır. AR, 5 Aralık 2005 tarihinde, “SAINT GERMAIN” markasının Fransız Ulusal Sınai Mülkiyet Enstitüsünde tescili için başvuruda bulunmuştur. Söz konusu marka, 12 Mayıs 2006 tarihinde “alkollü içecekler (biralar hariç), elma şarabı, sindirim maddeleri, şaraplar ve alkollü içeceklerin yanı sıra alkollü özler ve esanslar” bakımından tescil edilmiştir.

AR, 8 Haziran 2012 tarihinde, Cooper International Spirits, St Dalfour ve Établissements Gabriel Boudier tarafından üretilen bir likörün “St-Germain” markasıyla dağıtıldığını öğrenip, bu üç şirket aleyhinde tazminat talepli ihlal davası açmıştır.

Buna paralel olarak, 13 Mayıs 2011 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere AR’nin SAINT GERMAIN ibareli markası kullanılmama nedeniyle iptal edilmiş ve bu karar kesinleşmiştir.

AR, ihlal davası için Bölge Mahkemesi’ne başvurarak, iptalden önceki sürede, yani 8 Haziran 2009 – 13 Mayıs 2011 tarihleri arasında ihlalin gerçekleştiği iddiasını ileri sürmüştür. 

Bu iddia, söz konusu markanın başvurusunun yapıldığı tarihten bu yana kullanılmadığı gerekçesiyle 16 Ocak 2015 tarihli Bölge Mahkemesi kararıyla tamamen reddedilmiştir.

Paris Temyiz Mahkemesi, Bölge Mahkemesinin kararını 13 Eylül 2016 tarihinde onamıştır. AR, Paris Temyiz Mahkemesi kararının marka mevzuatını ihlal ettiği gerekçesiyle bu karara karşı temyiz başvurusunda bulunmuştur. Bu koşullarda, üst mahkeme yargılamayı durdurmaya ve aşağıdaki soruyu ABAD’a sormaya karar vermiştir:

“Bir markayı hiç kullanmayan ve kullanılmadığı andan itibaren iptal edilen bir markanın sahibi, markanın tescilli olduğu dönem boyunca meydana gelen tecavüz fiilleri için tazminat talep edebilir mi?”

(Not: Somut olaydaki markanın tescilli olduğu tarihler 12 Mayıs 2006 – 12 Mayıs 2011 arasıdır.)

ABAD’ın uyuşmazlık hakkındaki değerlendirmesi şu şekildedir:

2008/95 Direktifi uyarınca, AB üye ülkeleri bir markanın iptalinin yürürlüğe gireceği tarihi belirlemekte özgürdür. Buna ek olarak, üye devletler, markanın iptal edilebileceğini tespit ederlerse, markanın ihlal davasında kullanılamayacağını belirtmek isteyip istemediklerine karar verebilirler (Madde 11 (3) Direktif 2008/95).

Fransız yasalarına göre, bir markanın kullanılmaması nedeniyle iptali hali, markanın tescilini izleyen beş yıllık sürenin sona ermesiyle ortaya çıkabilir. ABAD’a göre, Fransız yasama meclisinin 2008/95 sayılı Direktifin 11 (3) maddesinde belirtilen seçeneği kullandığını gösteren hiçbir şey yoktur.  Yani başka bir deyişle, Fransız mevzuatı, markadaki haklar sonradan iptal edilmiş olsa bile, bu süre içinde meydana gelen ihlallerle ilgili olarak işlem yaparken, sürenin bitiminden sonra, bir ticari marka sahibinin tescile güvenmesi için kapıyı açık bırakmaktadır.

Buna ek olarak, ABAD bir ticari markanın kullanılmamış olmasının kendi başına ihlal edici fiillerle ilgili olarak tazminatı engellemediğine, ancak maruz kalınan zararın varlığı ve zararın miktarının belirlenmesinde dikkate alınması gereken önemli bir faktör olduğuna karar vermiştir.

Sonuç olarak, Mahkeme, 2008/95 sayılı Direktifin 10 (1) maddesinin ilk alt paragrafı olan 5 (1) (b) maddesinin ve 12 (1) maddesinin ilk alt paragrafının, Direktif başlangıç kısmının altıncı maddesi ile bağlantılı olarak okunduklarında; tescilli bir markanın tescil tarihini takip eden beş yıl içerisinde tescil kapsamındaki mal veya hizmetler bakımından ciddi kullanımının gerçekleşmemesi nedeniyle iptal edilmesi halinde, üye devletlere, tescilli markanın sahibinin iptal tarihinden önce kendi markasıyla karıştırılabilecek bir işaretin aynı veya benzer mal veya hizmetler için üçüncü kişilerce kullanımından kaynaklanacak zarar nedeniyle tazminat talep edebilme hakkına izin verme ya da vermeme imkanını sağladığı şeklinde yorumlanması gerektiğini belirtmiştir.  

Söz konusu karardan da anlaşılacağı üzere Fransa’da kullanılmayan bir markanın sahibi, markası kullanılmama nedeniyle iptal edilmiş olsa bile haklarına tecavüz eden kullanıma ilişkin dava açabilecektir.

ABAD’ın kararı ilk bakışta alışagelmişin dışında bir karar gibi gelse de Türk mevzuatında da 6769 sayılı kanunun 26 ncı maddesinde markanın iptaline karar verilmesi hâlinde; bu kararın, iptal talebinin Kuruma sunulduğu tarihten itibaren etkili olması ana kural olup, talep üzerine, iptal hâllerinin daha önceki bir tarihte doğmuş olması hâlinde iptal kararının bu tarihten itibaren etkili olacağına karar verileceği düzenlenmiştir. İptal kararının etkileri hukukumuzda markanın hükümsüzlüğü gibi başvuru tarihinden itibaren sonuç doğurmadığı düşünüldüğünde ABAD’ın kararının Türkiye bakımından yerinde olduğu düşünülmektedir.   

Aysu TAŞ

Eylül 2020

aaaysutas@gmail.com

Benzer Hayvan Figürü İçeren İşaretlerde Karıştırılma İhtimali Her Koşulda Mümkün mü?

Moda – tekstil sektöründe hayvan figürlerini taşıyan markalarla sık sık karşı karşıya kalmak mümkündür. Puma, kartal, timsah, kanguru, kırlangıç, köpekbalığı, penguen vb. hayvan figürleri ilk anda akla gelen dünyanın tanınmış markalarının logolarında yer alan figürlerdir.

Söz konusu hayvan figürlerini markasında ilk kez kullanan hak sahiplerinin, daha sonra yaratılan yeni markalarda aynı hayvanların farklı figüratif versiyonları kullanılsa da bu marka veya kullanımlara sıkça itiraz ettikleri bilinen bir durumdur. Örneğin dünyaca tanınmış Lacoste markasının, tekstil – moda sektöründe içerisinde timsah görseli geçmekte olan tüm kullanımlara sıkça itiraz ettiği bilinen bir gerçektir.

Genel Mahkemenin 15 Temmuz 2020 tarihli T-371/19 sayılı kararı da yine hayvan figürlerinin kullanımına yönelik benzer içerikli bir uyuşmazlığı ele almıştır. Söz konusu kararın kahramanı bu defa bir “ördek” (veya ördek yavrusu da olabilir) figürü olup Genel Mahkemeye göre, davacı “Save The Duck SpA” firmasına ait önceki tarihli  markası ile başvuru sahibi Itinerant Show Room Srl firmasının  şeklindeki başvurusu arasında iltibas yaratacak düzeyde bir benzerlik bulunmaktadır.

Öncelikle her iki marka da 18 ve 25. sınıftaki emtiaları kapsadıklarından emtialar arasında tartışmasız bir benzerlik bulunmaktadır.

Genel Mahkeme taraf markalarını karşılaştırdığında, işaretlerin görsel olarak ortalama düzeyde benzer olduklarını, zira her iki markanın da benzer şekilde çizilmiş bir ördek figürünü taşıdığı, bu ördek figürünün siyah renkli, benzer ölçeklerde olduğunu vurgulamıştır. Davacı markasındaki dairesel figür ile dava konusu markanın dikdörtgen şekildeki mizanpajının, markalara görsel etkisi son derece sınırlıdır.  Ayrıca her iki markada da “duck” ortak kelimesi yer almaktadır.

Genel Mahkemeye göre, ördeklerin yönlerindeki zıtlık, dava konusu ördeğin ayak/gövde renkleri arasındaki kontrast, sözcüklere göre konumları gibi unsurlar dikkate değer nitelikte farklılıklar meydana getirmemektedir. Her ne kadar başvuru sahibi markalardaki ortak şekil unsurunun “ayırt edici gücü zayıf bir işaret” olduğunu iddia etmiş ise de bu iddiasını destekler nitelikte argümanları dosyaya kazandırabilmiş değildir. Ayrıca yine başvuru sahibi, dava konusu markanın iki kelimeden, davacı markasının ise üç kelimeden oluşuyor olmasını, yine “fake” kelimesinin “k” sesi ile bitmesi nedeniyle güçlü, sert bir ton yarattığı halde davacı markasındaki “save the” şeklindeki başlangıç sesinin, ıslık sesi gibi telaffuz edileceği ve her şeyden öte markaların başlangıç seslerinin farklı olmaları nedeniyle işaretler arasında fonetik bir benzerlik bulunmadığını itiraz konusu etmiş ise de Genel Mahkeme bu itirazları dikkate alınabilir bulmamıştır.

Genel Mahkemeye göre, işaretlerin ortak olarak “duck” sesi taşımaları, her iki markada da son sesin bu kelime olması, ayrıca “save” ve “fake” sözcüklerinin de aynı sesli harfleri taşıyan, birbirine yüksek işitsel benzerlik gösteren kelimeler olmaları nedeniyle taraf markaları arasında fonetik benzerlik oldukça yüksektir. Mahkemeye göre, işaretlerin sahip oldukları ses ve hece sayılarındaki farklılığın, benzerlik değerlendirmesinde baskın bir rolü yoktur. Ayrıca her ne kadar tüketici işaretlerin başlangıç seslerine daha fazla önem vermekte ise de “duck” kelimesinin telaffuzdaki yüksek vurgusu işaretlerin fonetik olarak benzer algılanmalarına neden olmaktadır.

Ancak Genel Mahkeme, Temyiz Kurulunun, işaretlerin kavramsal olarak yüksek düzeyde benzerlik taşıdığı görüşünü ise benimsememiştir.

Temyiz Kuruluna göre her iki taraf markasının da aynı kelime ve şekil unsurunu taşıyor olmaları nedeniyle verdiği hissiyat benzerdir. Bununla beraber Temyiz Kuruluna göre markaları oluşturan “save” ve “fake” sözcükleri münferiden farklı anlamlara olsalar da işaretlerin bütünsel anlamlarında yine bir yakınlaşma söz konusudur. Kurula göre “save the duck” ifadesi, marka sahibinin, tüketiciyi kuş tüyü tercihlerini, sentetik tüyler ile değiştirmeye yönlendiren, başka bir ifadeyle ördekleri bu şekilde korumayı hedefleyen bir anlama sahipken, “fake duck” ibaresi yine tüketiciye “yalancı ördek tüyü” algısı yaratan bir ibare olup bu sayede amaçlanan yine ördeklerin korunması fikridir. Bu nedenle Temyiz kuruluna göre, işaretlerin kavramsal olarak benzerlik düzeyleri çok üst düzeydedir.

Ancak Genel Mahkeme, Temyiz Kurulunun bu aşırı uç yaklaşım içerir değerlendirmesini mantıklı bulmamış ve tüketicilerin bu kapsamda bir değerlendirme yoluna giderek kavramsal bir benzerlik kurma ihtimalini makul görmemiştir. Kaldı ki Genel Mahkemeye göre “save” ve “fake” kelimeleri, İngilizce bilen ortalama tüketiciler tarafından farklı anlamları bulunan kelimelerdir. Ancak Genel Mahkemeye göre de “duck” kelimesindeki ortaklık nedeniyle, işaretlerin bütün olarak ortalama bir kavramsal benzerlik düzeyine sahip olduklarını belirtmiştir.

Bu tespitler sonrasında Mahkeme, önceki markanın tanınmışlığının da iltibas ihtimalini arttıran bir sonuç meydana getirdiğini ayrıca vurgulamıştır.

Buna göre davacı markası İtalya ve AB ülkelerinde belli düzeyde bilinirlik elde etmeyi başarmış bir markadır. Davacı markasının yoğun kullanım sonucu elde ettiği yüksek tanınmışlığa karşı başvuru sahibince de itiraz edilmiş değildir. Bu anlamda taraf markalarının kapsamlarındaki emtiaların hemen hemen aynı olmaları, işaretler arasındaki ortalama – yüksek düzeyli benzerlik ve önceki markanın güçlü ayırt edici niteliği birlikte ele alındığında, tüketici, sonraki markayı, önceki markanın yeni bir varyasyonu veya önceki markanın yenilenmiş bir hali olarak algılayacaktır.

Her ne kadar başvuru sahibi bu hususta, taraf markalarının ortak emtia grubu olan tekstil – moda sektöründe tüketicinin dikkat düzeyinin daha yüksek olduğu, işaretleri grafik unsurlarını betimlemekle değil telaffuz ile ifade ettiği, bu nedenle bir yanılgıya düşmeyeceği çerçevesinde itirazlar ileri sürmüş ise de Genel Mahkemeye göre de emtialar ve işaretler arasında yukarı ifade edilen benzerlik düzeyi ve önceki markanın tanınmışlığı karşısında Temyiz Kurulunun verdiği kararı, sonuç olarak yerinde görmekte ve işaretler arasında iltibas ihtimalinin var olduğuna kanaat getirmektedir.

Genel Mahkemeye göre, satış mağazalarında, tüketiciler, kıyafetleri ya kendileri doğrudan seçerler ya da bir satış danışmanın aracılığıyla tercihlerini belirtirler. Buna göre her ne kadar gerek ürün gerekse marka seçiminde sözsel bir ilişki kurulsa da genel anlamda tercihler görsellik üzerinden yapılmaktadır. Bu anlamda işaretlerin görsel algıları, tüketicide, satın alım öncesindeki esas algıdır. Bu nedenle görsel algı, bu tür emtialarda (tekstil sektöründe) daha ön planda olmaktadır. Dolayısıyla  işaretler arasındaki görsel benzerlik, tüketicinin, ürünlerin ticari kaynakları noktasında bir yanılgı oluşturabilecektir. Ayrıca yine tüketici bu noktada, taraf markalarını telaffuz etse dahi, işaretlerin fonetik olarak da yüksek düzeyli benzerlik taşımaktadır. Bu durum da yine tüketiciyi, işaretler arasında yanılgıya düşürebilecektir.

Genel Mahkeme, bütüne ilişkin değerlendirmesinde, önceki markanın sahip olduğu yüksek ayırt edici karakterin, dava konusu markanın bu ayırt edicilikten yararlanma ve davacı markasının şöhretini kullanma amacıyla oluşturulmuş bir marka olduğuna kanaat getirerek işaretler arasında karıştırılma ihtimali bulunduğu yönündeki Temyiz Kurulu kararı ile benzer bir görüşü benimsemiştir. Genel Mahkemeye göre,  ayırt edici vasfı daha yüksek olan işaretlerin, daha yüksek bir korumadan yararlanmaları gerekmekte olup bu noktada ilgili tüketicinin önceki marka hakkında bilgi sahibi olup olmadığı da güçlü bir etkendir.

Nihai anlamda işaretler ortak olarak bilinen hayvan figürlerini taşıdıklarında,  genel ilke uyarınca, bu işaretlerin kavramsal olarak benzer oldukları ve hatta işaretlerin yalnızca hayvan figüründen oluşuyor ise de aynı oldukları tespitinde bulunulması mümkündür. Ancak bu durum her hal ve koşulda iltibas ihtimalini beraberinde getirmeyecektir. Özellikle önceki markayı oluşturan işaretteki figürün, toplum nezdinde bilinen ve yaratıcılığı düşük nitelikte bir görselle tasviri halinde, önceki markanın toplum nezdinde bir bilinilirliği de mevcut değil ise kavramsal benzerlik, karıştırılma ihtimaline sebebiyet vermeyecektir. Zira esas olan marka sahibinin jenerik nitelikteki bir hayvan görseli üzerinde münhasır hak elde etmesi değil kendi yarattığı özgün işaret ile sonraki markadaki figürün de önceki marka ile benzerlik taşıyor olmasıdır. Nitekim ülkemizdeki uygulamada benzer bir görüş benimsenmektedir.  Örneğin  markası ile  görselini ve ayrıca bazı ayırt edici ek sözcük unsurlarını içerir sonraki marka arasında  görülen bir uyuşmazlıkta, yerel mahkemece “orta düzey bir tüketicinin, davacının orijinal ve ayırt edici “uğur böceği” şeklini öğrenip belleğine kaydettikten sonra, “seçici tutma” yoluyla davalı markalarında bulunan sözcük unsurlarını görme algısı azalabilir ve önceden bildiği şeklin imajından hareketle markaları ilişkilendirebilir” gerekçeleri ile “n11” markasının tanınmışlığı da gözetilerek taraf markaları arasında iltibas ihtimali bulunduğu yönünde verilen karar, Yargıtay 11. HD’sinin 2018/2743E – 2019/4216 sayılı hükmü ile de onanmış ve kesinleşmiştir. Bu anlamda ülkemizdeki uygulamada da benzer kriterlerin arandığından bahsedilmesi mümkündür.

Poyraz DENİZ

Eylül 2020

poyrazdeniz@hotmail.com

MİLAS ZEYTİNYAĞI COĞRAFİ İŞARET BAŞVURUSU AVRUPA BİRLİĞİ RESMİ GAZETESİNDE YAYIMLANDI

Zeytin Yağı, Salata Sosu, Yemek Pişirme, Zeytin

Sınai mülkiyet hakları koruması ülkesel olduğundan coğrafi işaretler bakımından Türkiye’de tescilli bir coğrafi işaret yalnızca Türkiye sınırlarında koruma altındadır. Bu nedenle özellikle dünyaya açılmak isteyen üretici grupları ve birlikler, Türkiye ile yetinmeyip yurtdışında da ürünlerini koruma altına almak isterlerse faaliyet göstermek istedikleri ülkelerde koruma için başvuru yapmak durumundadır. Avrupa Birliği’nin de kendine özgü bir coğrafi işaret sicili bulunmaktadır ve bu sicile kayıt, 2012/1151 sayılı Tarım Ürünleri ve Gıda Maddeleri Hakkında Kalite Göstergesi adlı Avrupa Konseyi Tüzüğü (“AB Tüzüğü”) ve buna yönelik 668/2014 sayılı Uygulama Yönetmeliği çerçevesinde Avrupa Birliği ülkelerinin hepsinde coğrafi işaret koruması sağlamaktadır. Söz konusu koruma için başvuru, Avrupa Komisyonu’na yapılmaktadır ve sadece tarım ürünleri ile gıda maddeleri kapsamında yapılabilmektedir.

Avrupa Birliği’nde koruma sağlayan coğrafi işaret başvurusu Türkiye’den yapılacaksa TÜRKPATENT desteğini de alarak doğrudan yapılabilmektedir. Kısaca bahsetmek gerekirse, 1151/2012 sayılı AB Tüzüğü m. 8 uyarınca üye olmayan devletler tarafından yapılacak başvurularda şu 4 koşul söz konusudur:

  1. Başvuruda, başvuruyu yapan grubun adı ve adresi bulunmalıdır ve mümkünse ürün spesifikasyonu ile uyumlu olduğuna dair bir kurum onayı da bulunabilir.
  2. Bir ürün spesifikasyonu belgesi oluşturulmalıdır. (Tüzük m.7’ye göre içeriği: korunmak istenen coğrafi işaretin adı, kullanılan hammaddeleri de içerecek şekilde ürünün fiziksel, kimyasal, mikrobiyolojik ve duyusal özelliklerinin, coğrafi alanının tanımlanması, ürünün bu coğrafi alandan kaynaklandığına ilişkin deliller, yöreye özgü olanlar dahil olmak üzere ürünü elde etmede kullanılan yöntemler, paketleme yöntemi -paketlemenin de bölgede yapılması gerektiğine karar verildiyse ve başvuru sahibi buna yönelik yeterli gerekçelendirmeyi de yaptıysa, buna yönelik bilgiler-, ürünün tanınmışlığının, kalite veya özelliklerinin coğrafi alan ile olan bağının açıklanması, ürünün denetlenmesi konusunda sorumlu olacak kişi/kurum/kuruluşların isim ve adresleri ile bunların görevleri, tescili takiben etiketleme konusunda kurallar)  
  3. 668/2014 sayılı Uygulama Yönetmeliğinin ekinde yer alan “Tek Belge” (Single Document) başlıklı formun doldurulması gerekmektedir.
  4. Ürünün adının orijin ülkede korunduğunun (sicil sureti gibi) ve denetlendiğinin ispatının sunulması gerekmektedir.

2012/1151 sayılı AB Tüzüğünün 50. maddesine göre Avrupa Komisyonu başvuruları inceler ve başvuruların ilan edilmesine karar verirse Avrupa Birliği Resmi Gazetesinde yayımlar. Yayıma itiraz süresi, Resmi Gazetedeki ilan tarihinden itibaren 3 aydır ve Avrupa Birliği üyesi ülkeler ile 3. ülkelerin yetkili mercileri veya 3. Ülkelerde yerleşik olup meşru menfaati bulunan özel veya tüzel kişiler tarafından gerçekleştirilebilmektedir. Avrupa Komisyonu tarafından incelenmekte olan başvurular veya tescilli coğrafi işaretlere e-Ambrosia veri tabanından da erişilebilir. Eğer Avrupa Komisyonu başvurunun uygun olduğuna karar verirse, herhangi bir itiraz yapılmamışsa, yapılanlar reddedilmişse, kısacası tescile engel bir durum söz konusu değilse söz konusu coğrafi işaret tescil edilir. Tescil ve hatta tescilin reddi kararları da Avrupa Birliği Resmi Gazetesinde yayımlanır. Mevcut durumda Avrupa Birliği nezdinde Türkiye’den 3 coğrafi işaret (Antep Baklavası, Aydın İnciri, Malatya Kayısısı) tescilli olup 18 başvurunun (Milas Zeytinyağı, Afyon Sucuğu, Afyon Pastırması, İnegöl Köfte, Aydın Kestanesi, Edremit Yeşil Çizik Zeytini, Bayramiç Beyazı, Kayseri Pastırması, Kayseri Sucuğu, Kayseri Mantısı, Antep Fıstığı, Antep Lahmacunu, Taşköprü Sarımsağı, Giresun Tombul Fındığı, Antakya Künefesi, Maraş Tarhanası, Maraş Çöreği, Çağlayanceriit Cevizi) işlemleri devam etmektedir. (AB coğrafi işaret başvurusuyla ilgili detaylı bilgiye TÜRKPATENT’in kendi sitesinden ulaşılabilir.)

  

Türkiye, Muğla, Akbük, Doğa, Orman, Deniz, Koy

Buna ilişkin en yeni gelişme, Avrupa Komisyonuna Milas Ticaret ve Sanayi Odası (“MİTSO”) tarafından yapılan Milas Zeytinyağı coğrafi işaret (menşe adı) başvurusunun 17 Ağustos 2020 tarihli Avrupa Birliği Resmi Gazetesinde yayımlanmasıdır. Muğla ilinin Milas ilçesinde yetişen Memecik cinsi koyu yeşil/sarı zeytinlerden sadece mekanik işlem yoluyla üretilen saf sızma zeytinyağı başvurusuna yayım tarihinden itibaren 3 ay içerisinde bir itiraz gelmez veya gelse de bu itirazlar reddedilirse Milas Zeytinyağı da Avrupa Birliği’nde tescilli 4. Coğrafi işaretimiz olacaktır. Gelişmeleri takipte olarak Milas Zeytinyağının Avrupa Komisyonu nezdinde tescili halinde Avrupa Birliği sınırlarında da coğrafi işaret koruması edindiğini sizinle paylaşacağız. Temennimiz elbette ülkemizin değerlerinin daha çok yerde koruma altında olmasıdır.

Alara NAÇAR

Eylül 2020

nacar.alara@gmail.com

IPR Gezgini’nde Yeni Dönem – Yapısal Değişiklikler Zamanı

Okuyucularımız farkındadır; site bünyesinde yayına hız kesmeden devam etsek de, site içeriğinde, görsel düzeninde ve yapısında fazlasıyla değişiklik yapmıyoruz.

Bunun birden fazla nedeni var, kısaca özetlersek:

  • Hiçbirimizin sitenin yapısını, görsel düzenini ve içeriğini sürekli güncellemeye vakti yok.
  • Hepimiz internet ve bilgisayar alanında amatörüz ve bir değişiklik yapıp ortalığı birbirine katınca, düzeltmesi daha fazla zaman alıyor.
  • IPR Gezgini hiçbir kazanç amacı gütmeden 7 yıldır yayında, reklam almıyoruz, sponsor peşinde değiliz, masraflarımızı kendimiz karşılıyoruz ve dolayısıyla profesyonel hizmet satın almaya ayıracak bütçemiz de yok.

Tüm bu sayılanlara karşın bazen yapısal değişiklikler yapıyoruz ve bunları okuyucularımıza duyurmamız gerektiğinin farkındayız.



1 Eylül 2020 tarihi itibarıyla IPR Gezgini yazarlık sistemini değiştirdi, yayın ilkelerini ve yapısını güncelledi. Belirtilen değişiklikler yazılı hale getirildi ve sitenin ana sayfasından şeffaf biçimde okuyucularımızla paylaşılıyor.

Site ana sayfasında yer alan “YAYIN ALANLARI ve İÇERİK” sekmesi aracılığıyla, IPR Gezgini’nin yayın alanlarını, hedef kitlesini ve sitede yer vereceği içeriği görebilirsiniz. https://iprgezgini.org/yayin-alanlari-hedef-kitle-ve-icerik/

Site ana sayfasındaki “İLKELER ve YAZARLIK” sekmesini kullanarak, ilkelerimize ve yazarlık statüsünün elde edilmesi ve sürdürülmesi için gerekli şartlara erişebilirsiniz. https://iprgezgini.org/temel-ilkeler-yapi-ve-yazarlik/

Buna ilaveten “YAZARLAR VE KATKI SAĞLAYANLAR” sekmesi de, yeni yazarlar sayfamızı ve ayrı bir statü olarak tanımlanan katkı sağlayanları görmenizi sağlayacak. https://iprgezgini.org/yazarlar-hakkinda/

Olası sorularınızı iprgezgini@gmail.com adresine yazarak bizlere yöneltebilirsiniz.

Hepinize sağlıklı ve başarılı günler dileriz.

IPR GEZGİNİ

Eylül 2020

iprgezgini@gmail.com