Ay: Mayıs 2021

NFT VE TELİF HAKKI

Son zamanlarda adını iyice duymaya başladığımız Non-fungible token’lar (NFT), aslında bir süredir herkesin peşinde koştuğu kripto paralardan bir diğeri. 2009 yılında Satoshi Nakamoto’nun oluşturduğu Bitcoin ile yükselerek daha da ünlenen kripto paralar, aslında ilk olarak 1983 yılında Amerikalı kriptograf David Chaum’un ecash adını verdiği elektronik bir kripto-para birimi tasarlaması ile ortaya çıktı. Günümüzde popülaritesi giderek artan bu para biriminin hâlâ diğer ödeme biçimlerine göre nispeten yeni olması nedeniyle bu konuya ilişkin hukuki sorunlar da güncelliğini koruyor. Diğer kripto paralara göre farklı bir özelliği olan NFT’ler ise, bu farklılıkları nedeniyle diğer sanal para birimlerinin aksine telif hakkının sınırlarına girmiş durumdalar.

NFT, adından da çıkarılabileceği üzere eşi benzeri olmayan, değiştirilemez sanal bir jetondur. Diğer tokenlar bu jetonun yerine geçemez. Non-fungible tokens, esasında Ethereum blok zincirinin bir parçası olup, diğer blok zincirlerinin de NFT’lerin kendi versiyonlarını geliştirmesi mümkündür.[1]

NFT’nin telif hakkı ile bağlantısı ise bu token üzerine işlenen grafikler üzerindendir. NFT, yukarıdaki tanımda da belirtildiği üzere blok zinciri ile korunan dijital birimlerdir. NFT satın alan biri tamamen dijital bir şey elde eder, bu elde edilen veri birçok şey olabilir. Satın alan, atılan ilk tweet’in dijital parmak izi veya bir gif almış olabileceği gibi kaynağı doğrulanmış olan orijinal bir performans sanatının videosunu da almış olabilirler.[2] Görüldüğü üzere, NFT’lerin üzerine telif hakkına tabi bazı sanat eserleri de işlenebilmektedir. Bu bağlamda, NFT’nin telif hakkı ile ilişkisinde iki soru söz konusu olmaktadır: NFT’lerin içerdiği bu dijital veriler söz konusu eserin telif hakkını ihlal eder mi ve NFT’lerin kendisi telif hakkına tabi olabilir mi?

Bu soruların cevabını vermek için NFT’nin özüne dönmek gerekiyor, yukarıda bahsedildiği üzere tamamen dijital olan bu jetonların üzerine genelde söz konusu video, görüntü yahut bir başka verinin URL adresi işlenmektedir. Dolayısıyla telif hakkı ihlali ciddi bir şekilde gündeme gelmektedir. Bu konuda dikkat edilmesi gereken nokta, NFT’nin malikinin bu malikliğinin bazı sınırlamalarının olmasıdır. Üzerine işlenen veriyi herkes görebilse de, sahipliği size aittir, bu bağlamda söz konusu linkin erişimini kapatmanız mümkün olmayacaktır. Ayrıca söz konusu jetonu satın almanız, üzerine işlenen eserin telif hakkını size geçirmemektedir.[3] Üstelik yukarıda belirtildiği üzere isteyen herkes bir NFT yaratabileceği için, bir başkasına ait eserin bu şekilde satımı telif hakkı ihlali oluşmasına neden olmaktadır. NFT’lerin telif hakkı açısından oluşturduğu temel sorun da tamamen dijital sınırlar içerisinde gerçekleşen bu yaratım sürecinin denetlenmesinin zorluğu nedeniyle herhangi bir eserin telif hakkının kolayca ihlal edilebilmesi. Fakat henüz bu tür telif hakkı ihlalleri için engelleyici veya kısıtlayıcı bir hüküm veya içtihat bulunmadığından söz konusu problemlerin nasıl çözüleceğine dair kesin bir kanı olmadığı gibi, endişeler de büyümektedir. Bu endişelerle ilgili ilginç bir örnek ünlü film yapımcısı ve oyuncu William Shatner’dir. 2020 yılında kendi kariyerini ele alan bir NFT serisi çıkaran Shatner, bu NFT’lerin satımı sonucu ciddi miktarda para kazandı. Fakat içinde bulunduğumuz yılın Mart ayında attığı bir tweet ile NFT’ler hakkında endişeleri olduğunu dile getirerek, telif hakkı ile korunan, yüklediği resim ve tweetler gibi içeriklerin çalınarak token haline getirilip izin alınmaksızın satılmasından duyduğu rahatsızlığı belirtti.

Elbette sadece bu örneklerden yola çıkarak NFT kavramının tamamen telif hakkını ihlal eden bir oluşum olduğu söylenemez. Blockchain teknolojisinin beraberinde getirdiği avantajlardan biri telif hakkı sahibinin kim olduğunun belirlenebilmesi ve orijinal yaratıcıya ilişkin kayıtların korunmasıdır.[4] Üstelik NFT platformu sanatçılara eserlerini tanıtmak için yeni bir ortam yarattığı gibi telif hakkı sahipliği için kanıt da teşkil etmektedir. Bu tür orijinal eserlerin benzersiz dijital kopyaları gittikçe artmakta ve yeni bir sanat formunun oluşmasına neden olmaktadır. Pek çok farklı dalda görmeye başladığımız NFT’ler bu açıdan telif hakkının genişlemesi açısından da önemlidir. Örneğin yakın zamanda Gucci’nin oluşturduğu, fiziki olarak bulunmayan, NFT formundaki bir çanta açık arttırmaya çıkarılarak moda dünyasının da Blockchain sınırlarına girmesini sağlamıştır.

Söz konusu orijinal eserler de NFT’ler ile ilgili ikinci temel soruyu akla getirmektedir: Bir NFT telif hakkına tabi olabilir mi?

Bilindiği üzere bir eserin telif hakkına tabi olabilmesi için gerekli şartlardan biri orijinal ve özgün olması, bir başka eserden çalıntı olmamasıdır. NFT’lerde ise şimdiye kadar çoğunlukla başka kişilerin eserlerinin kayıtları işlenmiş veya sanatçılar kendi eserlerinin dijital kopyasını oluşturarak bunları NFT formatına sokmuştur. Dolayısıyla NFT’lerin telif hakkı ile bağlantısı şu ana kadar genellikle telif hakkının gerçek sahibinin belirlenmesi açısından ele alınmıştır. Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir konu bir NFT satın alan kişinin, satım sözleşmesinde ayrıca taraflarca kararlaştırılmamış ise bu satım sözleşmesi ile kendiliğinden NFT üzerine işlenen eserin telif hakkının sahibi olmayacağıdır. Genel olarak NFT sahipliği, sözleşme serbestliği ilkesi uyarınca söz konusu satım sözleşmesinde isteğe göre belirlenen hükümler çerçevesinde malike, eserin satın aldığı dijital kopyasının üzerinde haklar tanır. Bunun dışında genel olarak malik, satın aldığı jetonun üzerine işlenmiş olan eserin dijital kopyası üzerinde ticari amaçlı kullanmamak şartı ile münhasır olmayan bir kullanım hakkı elde etmektedir.[5] Söz konusu jetonu alan kişinin, NFT’nin üzerine işlenen verinin telif hakkını otomatik olarak alamaması dikkate alınacak olursa, her ne kadar eşi benzeri olmayan bu jetonların orijinal eser oldukları savunması yapılabilse de doğrudan bu dijital eşyanın kendisinin telif hakkının alınabileceği söylenemez. Telif hakkı, ancak bir NFT’nin üzerine telif hakkına tabi bir eserin işlenmesi ile konuya dâhil olmaktadır.

Sonuç olarak, NFT hâlen daha fikrî mülkiyet hukukunda yeri sağlam olmayan bir kavramdır. Bir yandan telif hakkının gerçek sahibinin izinin sürülerek bu hakkın korunabilmesi açısından oldukça yararlı olması, fakat diğer yandan isteyen herkesin bir NFT yapabilmesi, özellikle başka kişilerin eserlerinin veya sosyal medyada yayınladıkları çeşitli verilerin söz konusu kişilerden izin alınmaksızın bu yapım sürecinde kullanılabilmesi ve ciddi telif hakkı ihlallerine ön ayak olması sebebi ile NFT’nin telif hakkı konusunda nerede durduğu bir süre daha tartışılacak gibi görünüyor.

Deniz KARAGÖZ

Mayıs 2021

ddenizkaragoz5@gmail.com



DİPNOTLAR

[1] https://www.theverge.com/22310188/nft-explainer-what-is-blockchain-crypto-art-faq

[2] https://www.ipwatchdog.com/2021/04/22/non-fungible-tokens-force-a-copyright-reckoning/id=132435/

[3] https://www.plagiarismtoday.com/2021/03/16/nfts-and-copyright/

[4] https://www.plagiarismtoday.com/2021/03/16/nfts-and-copyright/

[5] https://www.bloombergquint.com/opinion/non-fungible-tokens-and-copyright-law-a-nifty-dilemma



KAYNAKÇA

(1) Mitchell Clark, “NFTs, explained”,

https://www.theverge.com/22310188/nft-explainer-what-is-blockchain-crypto-art-faq

(2) Ryan W.  McBride/Siles K. Alexander, “Non-Fungible Tokens Force a Copyright Reckoning”, https://www.ipwatchdog.com/2021/04/22/non-fungible-tokens-force-a-copyright-reckoning/id=132435/

(3)  Jonathan Bailey, “NFTs and Copyright”, 

https://www.plagiarismtoday.com/2021/03/16/nfts-and-copyright/

(4) Awani Kelkar, “Non-Fungible Tokens and Copyright Law: A ‘Nifty’ Dilemma”, https://www.bloombergquint.com/opinion/non-fungible-tokens-and-copyright-law-a-nifty-dilemma

SÖYLEŞİYORUZ #IV – MEHMET KAAN DERİCİOĞLU BİZLERLE!

Bu görsel boş bir alt niteliğe sahip; dosya adı soylesiyoruz.jpeg


“Söyleşiyoruz” serisinin Mayıs ayı söyleşisiyle tekrar karşınızdayız.

Konuğumuz Türk fikri haklar camiasının duayen isimlerinden MEHMET KAAN DERİCİOĞLU!


Kaan Bey fikri haklar alanında 1960’lı yıllardan başlayan büyük bir tecrübe ve bilgi birikimine sahip ve bu birikimi aktarma konusunda da büyük emek veriyor. Kendisiyle yüz yüze sohbet şansı elde etmiş herkes Kaan Bey’in fikri haklar alanında konuşmaktan ne derecede zevk aldığının farkındadır. Kaan Bey’in deneyimini ve alana olan tutkusunu IPR Gezgini okurlarına da yansıtmak istedik, kendisine söyleşi önerimizi götürdük ve kendisi bizi geri çevirmedi.

Kaan Bey’e kendisi ile söyleşi yapma teklifimizi ettiği için teşekkür ediyor ve bir gün bu söyleşiyi yüz yüze yapabilmeyi umarak başlıyoruz. Bugünkü söyleşide IPR Gezgini adına soruları Önder Erol ÜNSAL yöneltecek.



Kaan Bey, 1964 yılından beri, yani 2021 yılından geriye baktığımızda yaklaşık 60 yıldır fikri haklar camiasının içindesiniz. Bu neredeyse bir ömür demek ve bizlere inanılmaz geliyor. Fikri haklar alanına nasıl girdiniz, sektörden ayrılmayı, başka bir işle uğraşmayı hiç düşünmediniz mi, alana adanmışlığınız nereden kaynaklanıyor sorularının yanıtlarını da içerecek biçimde, bizlere biraz kendinizden, yaşam öykünüzden, zevklerinizden bahsedebilir misiniz?

Öncelikle belirteyim. Zaman o kadar dolu dolu ve hızlı geçti ki, bu kadar yılın nasıl geçtiği, bir film şeridi gibi hafızalarımızda yer alıyor.

1946 yılında İktisat ve Ticaret Vekaleti Sınai Mülkiyet Müdürlüğü’nde göreve başlayan ve emekli olana kadar Fikri Haklar konusunun içinde fiilen yer alan Rahmetli Babamız Hayri Dericioğlu’nun çırağı olarak işe başlamak büyük mutluluktu. Sınai Haklar konusunda öğrendiğimiz her şey, Hayri Dericioğlu’nun engin bilgisinden, sabırla çalışmasından ve ustalığından kaynaklanmış ve bizlere bu işi sevdirmiştir. Yazdığı kitapları ve yayınlanmış onlarca makalesi, günlük yazıları bizlere kılavuz olmuştur.

İlk yıllarda yapılacak iş sayısı çok az olmasına rağmen sektörden ayrılmayı düşünmediğimizi söyleyebilirim. O yıllarda bürokraside işler çok zordu. Ankara’da işleri olan bazı büyük şirketlerin temsilciliğini geçici bir süre için yaptığımızı bir istisna olarak belirtebiliriz.

İş sayısı çok az olmasına rağmen iş gelmesini beklemek yerine, İstanbul, Bursa, Balıkesir, Manisa, İzmir, Denizli, Afyon, Eskişehir, Antalya, Adana, Gaziantep illerindeki iş sahiplerini ziyaret ederek hizmetleri müşterilere götürerek uygulama yaptık. En yoğun iş ortamı İstanbul olduğu için, her hafta bir veya iki günü İstanbul’daki müşterilerimize ayırdık. Bu iş yapış yöntemi müşterilerde bilinçlenmeyi sağladı.

Alana adanmışlığın kaynağına ilişkin soruyu, yaşadığımız bazı sıkıntıları ve bunları çözmek için kişisel çabalarımızın bir kısmını anlatarak yanıtlamak istiyorum. 

1960 ve 1970’li yıllar, marka sayısının az olduğu fakat artmaya başladığı yıllardı. Bu artışın nedeni, 12.03.1965 tarihinde 551 sayılı Markalar Kanunu’nun yürürlüğe girmesi oldu. Aslında TBMM ne verilen tasarıda yer alan çağdaş hükümlerin birçoğunun Kanun metninden çıkarıldığı bu Kanun metni, eski Nizamnameden sonra marka konusuna gene de ivme kazandırdı.

Marka taleplerinin artması ve bazı kamu kurumlarının tescilli markayı zorunlu kılması, marka seçimini zorlaştırmıştı. Hangi markalar tescilli? Bu marka tescil edilebilir mi? gibi sorular nedeniyle, özel bir marka fihristi yapmaya karar verdik ve ilk aşamada, ilk harflerine göre her harf için ayrı defterler tutarak bütün markaları yazdık. 1995 ten önceki marka tescillerinde Nice sınıfları yer almadığı için, yaklaşık 60 binden çok önceki marka tescillerinin sınıflandırmasını yaptık. Bu defterler daha sonraki yıllarda Türkiye’nin ilk marka veri tabanını olan Maraş’ı oluşturmamızı ve uygulamamızı sağladı. 

Armut dibine düşermiş, sürekli okuyan ve yazan bir babanın çocuğu olarak, ben de sürekli okuyup yazmayı yaşam tarzı olarak seçtim. Kendi alanımda yazdığım kitaplar ve makaleler, verdiğim konferanslar, yönettiğim toplantılarda fikri haklar alanındaki bilgi açığını kapatmaya çalıştım. Birçok Holding, Şirket ve Üniversitelerde, fikri haklar ve özellikle patent konusunda alt yapı oluşturdum ve uygulamalı eğitim sundum. Üç patenti olan bir değerli şirketimizin 7000 patente ulaşımında katkım olduğunu sanıyorum. Üniversiteler ve kuruluşlarda verdiğim dersler ve eğitimler sırasında, konunun anlaşılması için bir BULUŞLAR ve PATENT SERGİSİ oluşturdum. “Siz De Buluş Yapabilirsiniz” başlığı ile sunduğum ve yüzlerce buluş ve patent örneğini içeren bu sergi bu günlerde bile ilgi çekebiliyor.

Yaşam öyküm için “her günümün fikri haklar ile dolu geçtiğini ve sürdüğünü” söyleyebilirim.


Yaklaşık 60 yıldır fikri haklar dünyasının içinde olmak Türkiye Cumhuriyeti tarihinde yürürlükte kalmış tüm fikri haklar mevzuatının canlı tanığı ve uygulayıcısı olmak anlamına geliyor. Sorunun yanıtının çok uzun olacağını tahmin etmekle birlikte, dilediğiniz şekilde özetleyerek, bizlere 1960’lardan bugüne mevzuat ve uygulamada gözlemlediğiniz ilerlemeyi ve/veya duraksamaları, eğer varsa, ilişkilendirdiğiniz temel kırılma noktaları çerçevesinde aktarabilir misiniz? 

Türkiye’de fikri haklar alanı her dönem zorluk yaşamıştır.  Bu zorluğun toplumun büyük kesiminin konunun önemini fark edememesinden kaynaklandığını sanıyorum. Türkiye’nin kalkınmasını istemeyen bazı kesimlerin lobi faaliyetlerinin de çok etkili olduğunu söylememiz yanlış olmaz.

1879 İhtira Beratı Kanunu’nun 116 yıl yaşaması ve kanunlaşamadığı için Kanun Hükmünde Kararname ile değişebilmesi; 1965 Markalar Kanunu Tasarısının TBMM de görüşülürken çağdaş denilebilecek hükümlerin tasarıdan çıkarılması; 1941 yılında Sayın Prof. Dr. Ernst Hirsch tarafından yazılan, o zamanın milletvekili Sayın Halide Edip Adıvar’ın özel çabaları ile 1952 yılında kanunlaşan Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu yerine, yeni çağdaş bir kanunun hazırlanamaması; Paris Sözleşmesi’nin temel hükümlerine ve kurucu üyesi olduğumuz Avrupa Patenti Sözleşmesi’ne çok geç katılmamız;  PLT gibi bazı önemli uluslararası andlaşmanın henüz onaylanmaması, vb. konular kırılma noktaları için örnekler olabilir.

Türkiye toplumunun fikri haklar alanındaki isteksizliği, mevzuatın yenilenememesine ve Türk Sanayisinin ve uluslararası ilişkilerin olumsuz etkilenmesine yol açmıştır. Özel sektörü harekete geçirmek için sivil toplum kuruluşlarında çeşitli toplantılar yapılması planlamış ve uygulanmıştır.  Devlet Planlama Teşkilatı bünyesinde düzenlenen Kalkınma Planı çalışmalarına katılım ve ayrıntılı raporlar hazırlanması, DPT Yönetimini de harekete geçirmiş, Türk Patent Enstitüsü Kuruluş Kanunu ile Patent Kanun Tasarılarının hazırlanması için Özel İhtisas Komisyonu kurulmasını sağlanmıştır.  İhtira Beratı Kanunu gibi çok eski bir Kanunun yeni metninin hazırlanmasını sağlayan Komisyonun Raportörü ve Başkan Vekili olmak benim için büyük mutluluk olmuştur. 

Altıncı Kalkınma Planı Bilim Araştırma ve Teknoloji Ana Planı Özel İhtisas Komisyonu’nda, Raportörlüğünü yaptığım, Sınai Mülkiyet Alt Komisyonu olarak başlayan çalışmalar, Yedinci ve Sekizinci Kalkınma Planlarında bağımsız Fikri Haklar Özel İhtisas Komisyonu’na dönüştü. Kanun Tasarısı Hazırlık Özel İhtisas Komisyonu çalışmaları tamamlanmasına ve taslaklar oluşmasına rağmen bu metinler TBMM ‘den geçemedi.  Avrupa Birliği ile ilişkiler nedeniyle Patent Kanunu Tasarısı ve diğer sınai hak konuları Kanun Hükmünde Kararnameler olarak 1995 yılında gerçekleşti.

1995 yılında Kanun Hükmünde Kararname ile değişiklik olduktan sonra, buluş faaliyetlerinde artış zayıf olmuş ve 2006 yılına kadar Türkiye’de verilen yerli patent sayısı 100’den az olarak gerçekleşmiştir. 2019 yılında verilen 2003 adet yerli patent sayısı, Fransa, İngiltere, Birleşik Devletler ve Almanya’nın 1800’lü yıllarında verilen patent sayıları kadardır. 

Türkiye’de patent başvurularının uzun yıllardır yeterli sayıya ulaşamaması, bu konudaki gelişmenin başlamadığının ve duraksamanın devam ettiğinin göstergesidir.  Üzülerek söyleyebilirim, buluşlar ve patent konusundaki, Türkiye’nin bu sayısal fakirliğini Türk insanı bilmiyor.

Mevzuattaki en büyük eksiklik, değerli milletvekillerimizin hiçbir dönemde fikri haklar alanı ile ilgili Kanun Tasarılarını desteklememeleridir. 1965 Markalar Kanunu bazı değerli milletvekillerimiz tarafından hazırlanmış bir istisnadır. 2016 yılında kabul edilen Sınai Mülkiyet Kanunu bir başka istisnadır, ancak kabul edildiği günden beri ne zaman yenileneceği konuşulmaktadır.   


Sizin mesleğe ilk başladığınız yıllarda sınai mülkiyet haklarının tescil otoritesi Bakanlık bünyesinde bir Daire idi sanırım. O daire zaman içerisinde evrilerek Türk Patent ve Marka Kurumu adlı büyük bir kurum haline geldi. O dönemdeki yapı ile Kurum’un şu andaki halini kıyaslamanızı ve bizlere o dönemde devletteki fikri haklar yapısından bahsetmenizi rica edeceğiz.

1957 yılında Sanayi Vekâletinin kuruluşu ile bağımsız bir müdürlük haline gelen Sınai Mülkiyet Müdürlüğü, kadrosu 10 kişiden az, küçük bir müdürlüktü. Bu durum 1964 yılında da aynı idi.  Daha sonraki yıllarda idari yapı Sınai Mülkiyet Dairesi Başkanlığı olarak değişti.  Daire Başkanlığı döneminde yaklaşık 50 personeli olan, son yıllarına kadar hukukçusu ve mühendisi olmayan, bir yapı söz konusu idi.

1994 yılında Türk Patent Enstitüsü kuruldu ve 2017 yılında Türk Patent ve Marka Kurumu olarak adı değiştirildi.   Bugünkü durum ile önceki yapı arasında gerek idari ve gerekse yasal yapı bakımından çok fazla fark bulunmaktadır. Daire Başkanlığı döneminde yaklaşık 50 personeli olan bir yapı bugün çok değişti ve gelişti.  Ulusal yasal düzenlemeler ile, PLT hariç, uluslararası andlaşmalar onaylandı. WIPO tarafından açıklanan son göstergelere göre Türk Patent bünyesinde, patent incelemeci olarak, 118 mühendis görev yapıyor.  


Patent ve marka vekilleri dünyasında zamanda yolculuk yaparsak, 1960’lardan günümüze kısa analiziniz nasıl olur? Mevcut sınav sistemini, disiplin yönetmeliğini, mesleki kuralları nasıl değerlendiriyorsunuz? Her şey yolunda mı ve iyi yolda mı gidiyoruz yahut eğer varsa, sorunlu alanlar nelerdir sizce? Mesleğin duayenlerinden birisi olarak tabloyu patent ve marka vekilliği mesleği bağlamında nasıl görüyorsunuz?

1871 Alameti Farika Nizamnamesinin Yedinci Maddesi’nde, 1879 İhtira Beratı Kanunu’nun Altıncı Maddesi’nde ve 1965 Markalar Kanunu’nun 25. ve 29. maddelerinde “vekil” ve “vekâletname” den söz edilmektedir. 1965 Markalar Kanunu’nun 42. maddesinde Türkiye’de ikametgâhı olmayanlar için vekil tayini zorunluluk olarak belirtilmiştir.

1994 yılı öncesinde Patent ve Marka Vekilliği Mesleği ile ilgili özel bir yasal düzenleme olmadığı için, vekillerle ilgili hükümlerin Borçlar Kanunu’nun vekâlet akdi ile ilgili olduğu düşünülmüştür.  

544 sayılı KHK ile Türk Patent Enstitüsü kurulduğu zaman ilk yasal hükümler, 30. madde ile oluşmuştur. 2015 ve 2017 yıllarında yayınlanan iki Yönetmelik vekillik yapacakların niteliklerini belirlemiş ve yeterlilik sınavını düzenlemiştir.  6/11/2003 tarihli ve 5000 sayılı Patent ve Marka Vekilliği ile Bazı Düzenlemeler Hakkında Kanunu’nun 30 ve 30A maddeleri ile Patent ve Marka Vekilleri yasal düzenlemeye kavuşmuştur. Önceki yıllarda yayınlanan iki Yönetmelik 7.4.2021 tarihinde yeniden düzenlenmiştir. Gerek 5000 sayılı Kanun ve gerekse 7.4.2021 tarihli Yönetmelik, sınav, sicil ve disiplin konularında düzenleyici hükümler içermektedir. 

Ancak vekillerin talebi, birçok ülkede olduğu gibi, Patent ve Marka Vekillerinin bir Birlik olarak kendi mesleklerini kendilerinin yönetmesidir. Patent ve Marka Vekillerinin gelecek planlarının bu yönde olacağı açıktır.

Patent ve Marka Vekilliği Mesleğinde günümüzün en büyük sorunu, yeterlilik almamış vekil olmayanların bu meslekteki yasa dışı faaliyetleridir.  Yasa dışı faaliyetlerden her kesim zarar gördüğü için işbirliği yapılmasının zorunlu olduğunu düşünüyorum. Uzun yıllardır bu meslekte olan biri olarak işbirliği ile bu sorunun çözüleceğini düşünüyorum.

“Nasıl yapıyorlar” için birçok örnek var. Bunlardan biri: Ticaret unvanında patent bürosu veya benzeri bir ifade yazan bir limited şirket kuruluyor. Vekil olmayan bir ortak bu şirketin müdürü oluyor. Daha sonra “……. Patent Bürosu … Şirketi Müdürü” gibi unvan kullanılarak iş yapılıyor. İş yapılırken mutlaka bir vekil ile de işbirliği yapılıp vekilin adı kullanılıyor.


Fikri haklar ve koruması sizce günümüzde Türkiye’de hak ettiği değeri görüyor mu, yoksa sadece kağıt üzerinde veya söylem düzeyinde mi önemseniyor? Sizce bu alandaki önemli eksiklikler nelerdir ve halk veya ticaret dünyası bu hakların önemini içselleştirmiş durumda mı? Meslek hayatınızın başlangıcında müvekkillerinizden aldığınız reaksiyonlarla, şu an aldığınız reaksiyonlar arasında bir fark var mı?

Bu sorunun yanıtını verebilmek için bazı somut örnekleri dile getirmek gerektiğini düşünüyorum. Örneğin şu sorular önemli; Türkiye İnovasyon Endeksi’nde, Rekabet Gücü Endeksi’nde, patent başvuru sıralamasında kaçıncı sırada? Yabancılar Türkiye’den patent alıyorlar mı? Türkiye’nin ihracat birim fiyatı (Kg/$) ne kadardır? Vb.

Türkiye’nin sıralamaları: inovasyon endeksi 51., rekabet gücü 52., patent başvurusu (yerli + yurt dışına yapılan) 22., ilk sekiz ülkenin diğer ülkelere yaptığı 724784 patent başvurusundan alınan pay 11155 (%0.01), İhracat birim fiyatı 1.4 (Kg/$).

Yukarıdaki değerler, nüfusu 83,43 milyon olan Türkiye’nin fikri haklar alanında ve özellikle patent sisteminde hak ettiği değeri görüp görmediği hakkında fikir vermektedir.   Örneğin, Türkiye’den ihracat yapılırken patentli ürünleri ihraç edenlerin birim fiyatı 3 kat, özgün endüstriyel tasarımlı ürünlerin 2,6 kat, yüksek teknolojili ürünlerde 11 kat artacağı konusunda somut veriler vardır. (Bakınız: TTGV Yayınları)

Bazı bilgilerin kâğıt üzerinde ve söylem düzeyinde kalmaması için anlamlarının açıklanması gerekiyor. Örneğin, Türkiye’de 2019 yılında 118 patent incelemecinin incelediği bir yıllık patent başvuru sayısı 4508. Bu durumda her incelemeci tarafından incelenen yıllık başvuru sayısı 38 ve aylık başvuru sayısı sadece 3 adet oluyor. WIPO göstergelerinde Türkiye’de bekleyen başvurusu sayısı 21750 (Tablo A44) olarak açıklanmıştır. 

(İlk dört ülkenin incelenen ve bekleyen başvuru sayıları, bilgi için burada sunulmaktadır: Çin 1056375/992,227, ABD 895388/1059541, Japonya 226441/904,906, Kore 170160/354,302)   

Türkiye’deki en önemli eksikliğin fikri haklar konusuna ve özellikle Ar-Ge’ye, yatırım yapılmamasıdır. Türkiye 83,43 milyon nüfusu ve üretim potansiyeli ile büyük bir ülkedir. Bazı Avrupa ülkelerinin nüfusları (milyon): İsveç 10, Norveç 5,35, Hollanda 17,32, İsviçre 8,57, İspanya 47,68, Avusturya 8,8 ile, karşılaştırıldığında Türkiye’nin büyüklüğü ortaya çıkmaktadır.  Buluş yapılması ve yapılan buluşlara patent alınması Türkiye’de bir kültür olarak maalesef oluşmamıştır.  

Fikri haklar alanında dile getirilmesi en büyük eksiklik, doğru kavramlardır. Doğru bilinen yanlışlar, fikri haklar alanında çok yaygın ve uygulamada kişilere zarar da verebiliyor. Kişilere bu kavram yanlış dediğiniz zaman gereksiz eleştiri olarak algılanabiliyor.

Birçok ülkedeki uygulamaların aksine “Türkiye’de neden patent numarası verilmiyor” dediğiniz zaman, “başvuru numarasındaki yıl ile numara arasındaki (/) ‘ı kaldırmak yetmiyor mu” yanıtını alabiliyorsunuz. ABD, Kanada, Birleşik Krallık ve daha birçok ülkede niçin patent numarası veriliyor? Bu soruyu yanıtlamak gerekiyor. Patent sisteminde iki önemli numara vardır. Yıl ile başvuru sayısını arada (/) ile gösteren başvuru numarası ve kaçıncı patentin verildiğini gösteren patent numarası.  Örneğin 2020/01990 başvuru numarası ve                    TR 2020/01990 rüçhan numarasıdır. Başvuru numarası her yıl kaç başvuru yapıldığını ve patent numarası ilgili ülkede, ilk patent verilmeye başlanılan tarihten itibaren kaçıncı patentin verildiğini gösterir. Her başvuruya patent verilmediği için (/) kaldırılarak yapılan (202001990) numaralamada araştırma yapmak zordur.  ABD den alınan aşağıdaki örnekte başvuru ve patent numarası görülmektedir.

Günümüzde en çok konuşulan konulardan biri, bir Türk şirketinin 1,8 milyar dolara bir Amerikan şirketi tarafından satın alınmasıdır. Söz konusu Amerikan şirketinin 662 patentine karşılık Türk şirketinin patenti yoktur.  Çok başarılı satış işlemini, know-how olarak açıklamak mümkün olabilir. Eğer patentleri de olsa idi, belki de daha fazla değere satışı mümkün olabilecekti. 

Geçmiş yıllarda müşterilerimizden en çok şikâyet aldığımız konu işlemlerin çok gecikmesi idi.  Bazı konularda zaman sınırını ortadan kaldıran çevrimiçi uygulamalar iyice yerleşti ve benimsendi. Bu olay, gecikme nedeniyle olan şikayetlerin azalmasına yol açtı.  Örneğin; patent, marka, endüstriyel tasarım başvurularının bütün aşamalarını internet ortamında görmeniz ve incelemeniz mümkün. Müşteriler de bizler gibi internet ortamına girerek bilgilere ulaşabiliyor ve yorum talep ediyor.  Bazı ülkelerde uygulanan, ek bir ücret yatırılarak daha hızlı işlem yapılmasını talep edenler oluyor.  TÜRKPATENT’in çevrimiçi ortamı ile EPO, WIPO, EUIPO, USPTO çevrimiçi ortamları karşılaştırıldığında, söz konusu ofislerin ortamlarının Türkiye’ye göre daha müşteri odaklı olduğu görülüyor. A.B.D.’nde patent vekilliği yapan bir arkadaşımızın sözü bu konuyu doğruluyor: Göreve yeni başlayan Birleşik Devletler Patent ve Marka Ofisi Başkanı, “müşteri veli nimetimizdir” ifadesini kullanmış. Bunu gerçekleştirmek için, yaklaşık 8000 patent incelemeci çalıştırılıyor.


Birikimlerinizi aktarmayı, ders vermeyi, kitaplar yazmayı ve gençleri fikri haklar alanında bilinçlendirmeyi önemli bir uğraş olarak benimsediğinizi biliyoruz. Fikri haklar eğitimi ve yazınının önemi hakkında neler söylemek istersiniz.

Fikri haklar eğitimi herkes için önemli ve gerekli. İster öğrenci, ister iş insanı, ister emekli olsun herkes eser oluşturabilir, küçük de olsa bir işletme kurabilir, bir işletmeye ortak olabilir. Bu yapılarda eser, ticaret unvanı, alan adı, marka, tasarım, buluş konuları gündeme geldiğinde, bazı ön bilgilere mutlaka ihtiyaç olacaktır. Bu konudaki ön bilgiler herkese kendi mesleki eğitimleri sırasında verilebilirse, kişilerin davranışları değişecek ve hangi kaynağa bakacaklarını hatırlayabileceklerdir.  

Üniversitelerimizde her ders dönemi başında yapmaya çalıştığım bir anket olan “buluş, tasarım, eser, vb. fikir ürünleri konusunda üç soru sorunuz” konusu, üniversite 3. veya 4. sınıf öğrencilerinin konuya ilişkin bilgi düzeylerini açıklamaktadır. Sorularda genellikle eser, patent, endüstriyel tasarım ve markanın birbirleriyle karıştırıldıkları gözleniyor.  Öğrencilerin büyük çoğunluğu, Türkiye’den patent alınınca bütün ülkelerde korunuyor, sanıyor. Uzun yıllardır süren üniversite deneyimim, kavramları mutlaka örnekler vererek anlatmak gerektiğini bana öğretmiştir.

Türk toplumu az okuyan bir toplum. Yazın konusunda, okuduklarımızın kısa haber özetleri halinde haber yapılmasını tercih ediyorum. Zaman buldukça sosyal medyada bu tür haberler yapmaya çalışıyorum. Bir buluş öyküsü yerine, bir buluştan nasıl para kazanmış, daha çok ilgi çekiyor.


Türk ticari hayatının merkezi tartışmasız biçimde İstanbul; ancak siz meslek hayatınız boyunca Ankara’da kaldınız ve çalıştığınız şirketin merkezi de hep Ankara’daydı. Neden Ankara? İşleri İstanbul’a taşımayı hiç düşünmediniz mi?

Ailem Üsküdarlı. Ankara’ya yerleştikleri için, Ankara’nın tercih edilmesini doğal karşılıyorum.  Ankara’nın başkent oluşu, ilgili Bakanlığın Ankara’da oluşu kararı etkilemiş olabilir. Ticaret yaşamının merkezi İstanbul olduğu için müşteri ziyaretleri için uzun yıllar her hafta bir veya iki gün İstanbul’a gidiş söz konusu olmuştur. Mimar Sinan, Bilgi ve İstanbul Teknik Üniversiteleri’nde ders verirken bir süre İstanbul’da yaşadım. Ankara’da yaşamın daha kolay olduğu kesin.  Bugün, İstanbul’da evden çalışan ekibimiz var.   


Hoş sohbetinizi ve eğlenceli anılarınızı ben çok iyi biliyorum. Meslek hayatınızdan gülerek hatırladığınız anıların sayısının çok olduğunu tahmin etmekle birlikte, sizde en çok iz bırakan bir veya birkaç mesleki anınızı bizimle paylaşabilir misiniz?

Anımsadığım bazı olayları sunmaya çalışacağım.

Diyarbakır’dan gelen bir müşterimiz kolonya üretimi için çok renkli kutular yaptırmış. Çok masraf yaptığı kesin. Ancak kutudaki marka bir başkası adına tescilli. İki seçeneği var. Ya önceki markayı satın alacak ya da kutuları iptal ederek yeni markalı kutular ürettirecek.  Kişiye bunu söylemek çok zor. “Ankara’da bir başka işiniz varsa onu halledin, siz dönünceye kadar biz gerekli hazırlıkları yapalım” dedim. Diyarbakır’daki baskıyı yapan matbaacıyı aradım. Mevcut baskıları bozmadan üzerinde değişiklik yapılabileceğini öğrendikten sonra, markanın başına G ve sonuna Ü harfi ekleyip ekleyemeyeceğini sordum. Mümkün olduğu anlaşılınca, değerli müşterimizin markası ÖZGÜL iken GÖZGÜLÜ oldu.

Kişisel girişim olarak çamaşır suyu üretmek isteyen değerli müşterimizin tescil ettirmek istediği markadan daha çok ambalaj şekli önemli idi. Getirdiği örneği gördükten sonra, en yakın marketten X markalı bir çamaşır suyu alınmasını istedim. Sanırım pazarda en çok satan çamaşır suyu ambalajı ile değerli müşterimizin tescil istediği markadaki ambalaj aynı idi. Bunun mümkün olmadığını anlatmak biraz değil epey zor oldu.

Soyadları aynı olan iki ayrı kişi, çok farklı konularda aynı markanın tescil sahipleri. 1986 yılında tescil alan marka sahibinin yetkilisi ihtarname göndererek, müvekkilinin soyadı olan markanın tescilli olduğu 1986 yılından beri kullanıldığını belirterek kullanıma son verilmesini talep etmiş. Kullanıma son verilmesi için ileri sürülen bütün somut kanıtları da belirtmiş. Konuyu inceledikten sonra, somut kanıtların tümü için aynı düşüncelerde olunduğu, 1976 yılından beri tescilli olan söz konusu markada öncelik hakları bulunduğu, 1986 yılından beri tescilli olan sonraki markanın kullanımına son verilmesi gerektiği … ihtarnameye yanıt olarak iletilmiştir.

Yazılacak çok fazla anı var. Çok ilginç olan bir markayı da anlatarak bu konuyu kapatmak istiyorum. İstanbul Eminönü semtinde bir üretici toz deterjan için marka tescili talep etmişti. Marka OWO idi ve dikdörtgen kutu üzerinde sunulmuştu. Kutuyu ters çevirince OMO olduğu ve bu markanın tescil edilemeyeceğini söylediğim zaman, “lütfen ters çevirmeyin” ifadesini kutu üzerine yazacaklarını söylemişlerdi.   


IPR Gezgini’ni takip ediyor musunuz? Sitenin Türkiye’de fikri haklar alanına katkısını olumlu veya olumsuz yönleriyle değerlendirebilir misiniz? Bizlere kendimizi geliştirmemiz için önerileriniz olur mu?

IPR Gezgini’nin her sayısı yayınlanınca öncelikle baktığım bir yayın oldu. Sitenin fikri haklar konusuna olumlu katkıları olduğu kesin. Kişisel görüşümün kanıtı olarak, önerilerime göre verilen Sertaç Köksaldı Başarı Ödülü gösterilebilir. IPR Gezgini’nin en önemli katkısı, bazı yeni konuların veya yargı kararlarının ayrıntılı olarak işlenmesidir. Bazı fikri hak konularında yalnız IPR Gezgini’nde doyurucu bilgi var.  Genç yazarlara yazı yazmak fırsatı vermeniz çok olumlu. Yayınlarımdaki kaynaklar arasında mutlaka IPR Gezgini’ni belirtiyorum.

Genelde merak edilen ve az işlenen konulara yer vermeniz çok olumlu ve öğretici. Özellikle bilgisayar yazılımları, bilgisayar programları, ara yüzler, yapay zekâ, makine öğrenimi, internet alan adı anlaşmazlıkları, ticaret sırları, haksız rekabet, patent sisteminde teknoloji transferi ve ticarileştirme, lisans sistemi, vb. konular ilgi çekecektir.   


Kaan Bey, son olarak geçen ay öğrendiğimde beni gülümseten bir konuyu paylaşarak, sizden görüşünüzü öğrenmek istiyorum. 2014 yılında sizden tamamen habersiz biçimde bir konuşmanızın kaydı kullanılarak bir rap albümünün introsu hazırlanıyor, YouTube linkini aşağıda paylaşıyorum. Bunu seneler sonra tesadüfen fark edenler oluyor ve konu size ulaşıyor. Bunu dinleyince fikri haklar alanında çalışan bir kişi olarak neler hissettiniz, kariyerimin ilerleyen yıllarında Rap yıldızı da oldum dediniz mi?

Bir rap şarkısını dilemem için kayıt bana sunulduğu zaman kimin söylediğini ve neden bana dinletmek istediklerini anlamamıştım. Bir konferanstan alınmış kendi sesimi duyunca çok şaşırdım ve ilk tepkim “Böyle bir şey olamaz neden yapmışlar!” oldu. Tekrar dinledikten sonra, konferansta söylediklerimi karıştırmış olduklarını anladım. Bern Sözleşmesinde Victor Hugo ve Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nda Halide Edip Adıvar’ın katkılarını anlatmıştım. Aslında bu konuda deneyimim vardı. Canlı yayın yapılan bir televizyon programında sanatçıdan bir şarkı istemiştim. Saz ekibi şarkının notalarını bulup çalmışlar ve sanatçı yerine bana söyletmişlerdi.  Haber verselerdi daha düzgün bir kayıt olabilirdi. Sonuçta bir rap şarkısında da yer almış oldum.  



Kaan Bey’e bize ayırdığı zaman ve verdiği samimi yanıtlar için çok teşekkür ediyoruz. Fikri haklar dünyamızda geçmişten günümüze doğru yaptığımız yolculuk hepimiz için bilgilendirici ve bir o kadar da keyifli oldu umuyoruz ki.

Söyleşiyoruz’un sonraki konuğuyla yapılan şöyleşi de çok ilginizi çekecek. Görüşmek üzere!

IPR Gezgini

Mayıs 2021

iprgezgini@gmail.com

KİTAP TANITIMI: “DOLAYLI PATENT İHLALİ”

Dr. Öğretim Üyesi Pelin Karaaslan tarafından kaleme alınan “Dolaylı Patent İhlali” adlı kitap, Seçkin Yayıncılık tarafından Mayıs 2021 tarihinde yayımlanmıştır.

Kitap hakkındaki yayın bilgilerinin https://www.seckin.com.tr/kitap/176966391# bağlantısından görülmesi mümkündür.


Patent, yalnızca hak sahibine değil, aynı zamanda toplumun bütününe yarar sağlayan bir sistem üzerine kurulu olduğundan, etkin bir şekilde korunmayı hak etmektedir. Patentli buluşun üçüncü kişilerce dolaylı olarak kullanılmasının yasaklanması da bu hakedişi karşılamak üzere kanun koyucu tarafından öngörülmüş bir tedbirdir. Ancak bu tedbirin düzenlendiği Sınai Mülkiyet Kanunu’nun 86. maddesi gerek koşulları gerekse de kanun sistematiği içerisindeki yeri ve öngördüğü hukuki sonuçlar bakımından tartışılması gereken pek çok soru barındırmaktadır. “Dolaylı Patent İhlali” adlı bu kitapta, söz konusu sorulara cevap aranmaktadır.

İfade edilen amaç doğrultusunda, patentli buluşun üçüncü kişilerce dolaylı kullanımı ve bu kullanım nedeniyle ortaya çıkan “dolaylı patent ihlali” konusu kitapta üç ana başlık altında ele alınmaktadır:

Çalışmanın birinci bölümünde, “patentli buluş” kavramı ve patentli buluş üzerinde patent sahibine tanınan inhisari kullanım yetkilerinin kapsam ve sınırları açıklanmaktadır. Bu konuda yapılan tespitler önemlidir; zira Sınai Mülkiyet Kanunu m. 86 hükmünde düzenlenen önleme hakkının uygulama koşullarına ve önleme hakkına riayet edilmemesi neticesinde ortaya çıkan dolaylı patent ihlaline ilişkin pek çok mesele, birinci bölümde ortaya konulacak olan kullanım yetkileri ve sınırları ile ilintilidir.

Patentli buluşun üçüncü kişilerce dolaylı olarak kullanılmasının önlenebilmesinin objektif ve sübjektif koşullarının ele alındığı kısım, çalışmanın ikinci bölümüdür. Söz konusu koşullar, teori ve uygulamaya dair pek çok soru barındırmaktadır. Tüm bu sorular yanıtlanırken, önleme hakkına ilişkin hükmün yasada düzenleniş şeklinin, amacının ve hukuki mahiyetinin gözetilmesi önem arz etmektedir. Bu nedenle ikinci bölüme başlarken bu hususlara da yer verilmiştir.

Çalışmanın ikinci bölümü esas olarak yalnızca Sınai Mülkiyet Kanunu m. 86 hükmünün uygulama koşulları üzerine yoğunlaşırken, üçüncü yani son bölüm, bu hüküm kapsamında düzenlenen önleme hakkına riayet edilmemesi ve dolaylı kullanım fiilinin gerçekleşmesi halinde izlenecek yolu ve bu bağlamda karşılaşılan sorunları ele almaktadır. Dolaylı kullanım fiilinin gerçekleşmesi bu çalışma kapsamında “dolaylı patent ihlali” şeklinde ifade edilmektedir. Dolaylı patent ihlalinden bahsedilebilmesi için dolaylı kullanım fiili sonrasında patent hakkının doğrudan ihlalinin gerekip gerekmediği (doğrudan patent ihlali ile dolayı patent ihlali arasındaki bağlılık ilişkisi) üçüncü bölümde ele alınması gereken meselelerin başında gelmektedir. Zira bu sorunun cevabı, dolaylı patent ihlalinin hukuki niteliğini ve buna bağlanan sonuçları da etkilemektedir. Buluşun dolaylı olarak kullanımı, Sınai Mülkiyet Kanunu’nda patent hakkına tecavüz teşkil ettiği belirtilen fiiller arasında açıkça yer almadığından, dolaylı patent ihlalinin hüküm ve sonuçları bakımından nasıl bir yol izlenmesi gerektiği, bu bölümde ele alınması öngörülen meselelerden bir diğeridir. Bu kapsamda ele alınacak tartışmalar ve yapılacak tespitler ışığında dolaylı patent ihlali halinde ileri sürülebilecek talepler incelenerek çalışma tamamlanmaktadır.


Kitaptaki ana konu başlıkları şu şekildedir:


Teori ve uygulamadaki büyük bir boşluğun doldurulmasına katkı sunmak amacıyla kaleme alınan kitabın, konu ile ilgilenen herkese faydalı olmasını temenni ediyoruz.

IPR Gezgini

Şubat 2021

iprgezgini@gmail.com

SÖYLEŞİYORUZ #IV – 21 Mayıs’ta Sizlerle – Konuğumuz MEHMET KAAN DERİCİOĞLU

IPR Gezgini’nin Türkiye’de fikri haklar alanına katkı vermiş önemli isimlerle söyleşileri devam ediyor.

SÖYLEŞİYORUZ’un Mayıs ayı konuğu fikri haklar dünyamızın duayen isimlerinden MEHMET KAAN DERİCİOĞLU olacak. Mehmet Kaan DERİCİOĞLU’nun, IPR Gezgini adına Önder Erol ÜNSAL’ın yönelttiği soruları yanıtladığı söyleşi 21 Mayıs Cuma günü yayında olacak!

Kaan Bey’e sorularımıza verdiği içten yanıtlar için teşekkür ediyor ve tüm okurlarımızı bu keyifli söyleşiyi okumak için 21 Mayıs Cuma günü IPR Gezgini’ne davet ediyoruz.

IPR Gezgini

Mayıs 2021

iprgezgini@gmail.com

COVİD-19 İNSANLIK DRAMININ ORTASINDA PATENT HAKLARI


Sitenin Notu: IPR Gezgini, fikri mülkiyet hakları konusunda yazı ilkelerine uygun olmak kaydıyla her görüşten yazılara açıktır ve fikir ve ifade özgürlüğünü temel politika olarak benimsemiştir. Bu yazı IPR Gezgini veya Editörler Kurulu’nun konu hakkındaki görüşlerini temsil etmemektedir ve yazarının bakış açısını yansıtmaktadır.



“İnsanı yaşat ki devlet yaşasın”

Şeyh EDEBALİ

“Güneşin patentini alabilir misiniz?”

Dr. Jonas SALK

Bu yazı aşağıda üç ana başlık altında belirtilen konuları inceleyecektir.

1. GİRİŞ

İnsanlık tarihi içindeki savaşlar ve salgınlardan COVİD-19 sürecine gelinen aşamada aşı, aşılanma dağılımlarını da ortaya koyarak salgın  sürecinin nasıl başladığı ve sonrasında dünyada yarattığı genel durum

2. GELİŞME

İnsanın hukuk metinleri karşısında en temel hakkı olan yaşam hakkı, sağlık hakkı ve bu konuda devletlere düşen yükümlülükler

3. SONUÇ

Devletlerin, kurumların yapabileceklerini yapmadıkları görüşü çerçevesinde  gelinen noktada alınabilecek acil önlemler ve çözümler konusunda kişisel görüşler ve öneriler.



Yaşamını sürdürebilmek için doğanın varlığına muhtaç olan insan, tarih boyunca bu varlığı acımasızca ve bencilce tüketerek, gücü daima elinde tutmaya uğraşmış ve paylaşımdan uzaklaşarak yeryüzündeki tüm kaynaklara sahip olma egosuyla ve büyük bir savurganlıkla bunları hızla tüketmiştir. Güç savaşları içinde savrulan insanlık kendi doğallığını kaybetmiş ve varlığını korumak gerekçesiyle kendi yarattığı savaşların neden olduğu dayanılmaz acı ve yıkımlar ile karşı karşıya kalmıştır.  Savaşlarda kaybedilen milyonlarca insanın yanı sıra, savaşın yarattığı açlık, hastalıklar ve savaşlar sebebiyle yayılan salgınlar yok oluşlara neden olmuştur. Tarih sahnesinde savaştan dönen askerler yanlarında sadece savaş alanlarında elde ettikleri acımasız zaferler, ganimetleri değil hastalıkları da ülkelerine taşımışlardır. Roma ordusu, milattan sonra 165 yılında Doğudan dönerken, 5 milyon insanın ölümüne neden olan bir salgın hastalığını da yanında getirmiştir. Bugünkü bilimin bilgisiyle bu hastalığın kızamık ya da çiçek olduğu öne sürülmektedir. Tarihteki ilk büyük pandemi “kara ölüm” adıyla bilinen 1346-1353 yılları arasında  Asya’ dan Avrupa’ ya yayılarak Avrupa nüfusunun yarısını yok eden vebadır. Moğol ordusu 1347’de Kırım’da bir Ceneviz ticaret merkezini kuşatmış ve vebalı cesetleri mancınıkla kentin içine atarak vebanın Çin’den tüm Avrupa’ya yayılmasına neden olmuştur 1.  Veba sadece 14. yüzyılda yaklaşık 200 milyon insanı yok etmiştir.  Bu büyük salgın Avrupa’nın sosyal temellerini de değiştirerek, Roma Katolik Kilisesinin büyük darbe almasına neden olmuştur. Kilisenin dini gücünü kullanarak başlattığı Haçlı Seferleri sırasında Orta Asya’dan gelen Moğolların, vebalı cesetleri bir savaş tekniği olarak kullanmaları nedeniyle Avrupa adeta Kara Ölüm’ e teslim olmuştur. Ne acıdır ki, bu dönemde Avrupa kendisi ile yüzleşememiş, bilakis ortaçağ karanlığı içinde Museviler, Müslümanlar, yabancılar, azınlıklar, yoksullar ve dilenciler büyük zulümlere uğramıştır. Yaşamın belirsizliği, insanın acıdan ve yokluktan düştüğü durum bir o kadar da kötülüklerin ve  zulümlerin tarihiyle yaşanmıştır. Veba dönemini en güzel anlatan eser Giovanni Boccaccio’ nun 1353 yılında yazdığı “Decameron” isimli başyapıtıdır 2.

14. yüzyılda, veba felaketine  tanıklık eden Avrupa, Rönesans döneminde yeni göç ve deniz ticareti yollarının bulunmasıyla Amerika kıtasına adımını attığı andan itibaren bu kıtanın kaynaklarını yağmalamak için harekete geçmiştir. Avrupalı askerlerin getirdiği çiçek mikrobu yüzünden Yeni Kıta’da yaşayan yerli İnka ve Aztek halkları, büyük bir kırıma uğrayarak adeta yok olmuştur. Sömürgeciliğin ilk örneğini sergileyen Hernan Cortes 3 yönetimindeki İspanyollar Amerika kıtasında 7 ila 18 milyon arasında olduğu tahmin edilen insanın hastalanıp ölmesine neden olmuştur 4.

28 Temmuz 1914 tarihinde başlayıp 11 Kasım 1918’de sona eren Avrupa merkezli Büyük Savaş’a (Harb-i Umumi, 2. Dünya Savaşı’na değin bu şekilde anılmıştır) doğu ve batı cephelerinde Birleşik Krallık orduları içinde savaşan Avustralya, Yeni Zelanda, Hindistan ve Afrika ülkelerinden gelenlerle birlikte 65 milyondan fazla asker katılmıştır. Bu savaş arkasında, resmî rakamlara göre, toplam 8.556.315 ölü, 21.219.452 yaralı ve 7.750.945 kayıp veya esir bırakmıştır 5.  A.B.D.’nin de 6 Nisan 1917 yılında Almanya’ya savaş ilan etmesinin sonuçları tüm dünyayı etkisi altına almıştır. Sanayi devrimi ve sömürgecilik sonrasında Avrupa merkezli güç mücadelesi Eski Kıta’nın çökmesine, imparatorlukların dağılmasına, savaşın yarattığı yıkım sonucunda açlık, salgın ve hastalıklar nedeniyle tüm cephelerde milyonlarca insanın ölümüne neden olmuştur.

Savaşın yarattığı acımasız tabloya “İspanyol gribi” adıyla bilinen tarihteki en büyük pandemi de eklenmiştir.  İnfluenza virüsünden kaynaklanan bu salgın Şubat 1918 – Nisan 1920 tarihleri arasında dünya nüfusunun yaklaşık üçte birini etkilemiştir. Üç dalga yapan pandemi iki yıl sürmüş ve virüsün ilk dalga sırasında geçirdiği bir mutasyonla başlayan ikinci dalga savaş nedeniyle yiyecek ve diğer kaynaklar konusunda zaten zorluk çeken Avrupa’da muazzam kayıplara neden olmuştur. İspanyol Gribi, o tarihte dünya nüfusunun üçte birini oluşturan 500 milyondan fazla kişiye bulaşırken 18 ay içinde 50 milyona yakın insanın yaşamına mal olmuştur 6. Bütün dünyayı kasıp kavuran İspanyol Gribi, o dönem düşünsel, edebiyat, resim alanında önemli birçok eserde de yer almıştır 7. 2. Dünya Savaşı sonrasında,  ikinci büyük grip dalgası Asya gribi olarak Çin’den başlamış ve 1957 – 1958 yılları arasında 1 milyondan fazla insanın ölümüne neden olmuştur.

Savaşların yarattığı yıkımlar, açlık, yokluk ve beraberinde ortaya çıkan kırımlardan, salgınlardan acı tecrübeler edinen insanlık, ancak bilimin ve uygar insan olabilme çabasının getirdiği katkılar sonucunda bu hastalıklarla baş edebilmeyi öğrenmiştir. Bilimin ışığında çalışan, mücadele eden insanların buluşlarıyla ortaya çıkan aşılar salgınlarla mücadele edebilmenin en önemli silahı olmuştur. İnsanoğlu bir yandan kendi yarattığı savaşlarla soyunu tüketirken, diğer yandan yine kendi bulduğu aşılarla varlığını devam ettirmenin yollarını inşa etmiştir.

Çin’in Hubei eyaleti Wuhan şehrinde 2019 yılı sonunda ortaya çıkan COVİD-19 hastalığı tüm dünyaya hızla yayılarak şu ana kadar 160 milyona yakın insanı etkilemiştir (tespit edilebilen resmi rakamlar bu satırların yazıldığı 07.05.2021 tarihinde 156 milyondur) . Maalesef üç milyon 272 bine yakın kişi bu hastalıktan kaybedilmiştir. Ülkemizde ise, devletin verdiği resmi rakamlara göre, vaka sayısı 5 milyona yaklaşmıştır (tespit edilebilen resmi rakamlar bu satırların yazıldığı 07.05.2021’ de 4.977.982 olarak ilan edilmiştir). Salgın, ülkemizde Sağlık Bakanlığı’nın ilan ettiği resmi rakamlara göre 42.197 insanımızın ölümüne neden olmuştur 8. Tüm dünya, COVİD-19 salgınıyla mücadele içindedir. Bu mücadeleye en büyük katkıyı cephenin en önünde yer alan doktorlar, sağlık çalışanları, laboratuvarlarda zamanla yarışan bilim insanları vermektedir. Gelişmiş ülkelerin laboratuvarlarında bilim insanları aşılar geliştirerek salgına çözüm aramaktadır.

Bilim ve tıp, savaşlarla yazılan insanlık tarihinin acı tablosunu insanların yaşam/a hakkı lehine değiştirmeye çalışmaktadır. İngiliz Doktor Edward JENNER’ in 1796 yılında 8 yaşındaki bir çocuğa deri altına enjekte ettiği materyal ile ilk aşılamayı yaptığı andan beri salgınlarla mücadelede aşıların rolü çok önemli olmuştur 9.  Çiçek hastalığından sadece 20. yüzyılda 300 milyon kişi ölmüş, hastalığa yakalananların önemli bir kısmında ciltte kalıcı izler oluşmuştur. Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ – İngilizce kısaltması WHO) 1966 yılında başlattığı aşı kampanyası sonucunda 1977 yılında dünyadan çiçek hastalığı silinmiştir. DSÖ’nün bir diğer hedefi olan çocuk felci aşısının en ücra köylerde bile uygulanmasıyla dünyada Afganistan ve Pakistan haricindeki tüm ülkelerden bu hastalık büyük bir başarı ile silinmiş durumdadır. DSÖ verilerine göre 1963’te kızamık her yıl 2 milyon 600 bin ölüme yol açarken, aşılama sayesinde 2000 – 2017 yılları arasında kızamıktan ölüm % 80 azalmıştır. Dünya genelinde 1980’de her 10 çocuktan sadece 3’ü aşılanırken bugün % 85’i aşı ile korunabilmektedir ve her yıl ortalama 3 milyon çocuğun hayatı kurtulmaktadır. Küresel boyutta ilk büyük salgın olarak addedilen  İspanyol Gribi salgınında 50 milyon insan yaşamını yitirmişken, 1957 yılındaki ikinci salgında ölüm oranının çok daha düşük olması geliştirilen aşılar, ilaçlar ve özellikle ikincil enfeksiyona (iltihap) karşı antibiyotikler ile mümkün olabilmiştir.

Aralık 2019’da ilan edilen ilk vakadan sonra tüm dünyaya hızla yayılan COVİD-19 pandemisini yenebilmek için çağımızın tüm teknolojik olanakları seferber edilmiş ve tarihte görülmemiş bir hızla geliştirilen aşılar birçok ülkede uygulanmaya başlanmıştır. COVİD-19 aşı uygulamalarıyla ilgili verilerin derlendiği ourworldindata internet sitesine göre, dünya genelinde 1,13 milyar dozdan fazla aşı yapılmış bulunmaktadır. Bu satırlar yazılırken, insanlık adeta yaşama tutunmak için aşı kuyruklarında beklemektedir. Ülkelerin nüfuslarına göre en az bir doz aşı alan kişi oranlarına bakıldığında İsrail aşılamada en başarılı ülke olarak görünmektedir, çünkü nüfusunun % 62,59’unu en az bir doz aşılamayı başarmıştır. İsrail’in ardından nüfus oranlarına göre en az bir doz aşılama yapabilmiş ülkeler sırasıyla İngiltere (% 51,46), Bahreyn (% 45,38), A.B.D. ( % 44,69), Şili, (% 43,44), Macaristan (% 43), Uruguay (% 34,95), Almanya (% 31. 3), Sırbistan (% 30,7), Fransa (% 24,64), Türkiye (% 17, 06), Hindistan (% 9,5) olarak verilebilir 10.  Ülkemizde 10.05.2021 tarihi itibarıyla 10.372.812 kişiye iki doz aşı uygulanabilmiş ve ancak nüfusumuzun % 12’sinin biraz üzerinde insan aşıya kavuşabilmiştir11. Bilim insanları, sürü bağışıklığının olabilmesi için ülke nüfusunun en azından % 60 – % 70 oranında iki doz aşılanması gerektiğini söylemektedir. Türkiye’de gelinen aşamada aşının herkese ne zaman ulaşacağı konusundaki belirsizlik sürmektedir. Aşıya ulaşamayan yoksul ülkelerin durumu ise bir felaket tablosu ortaya koymaktadır. Yoksullar ve yoksul ülkeler aşıya ulaşamamaktadır. Üretilen aşıların % 80’inden fazlasına gelişmiş ülkeler sahip olurken, yoksul ülkelerin aşıların  % 1’inin de altında (% 0,03) aşıya ulaşabilmesi eşitsizliktir. Aradaki bu inanılmaz büyük uçurum insanlık tarihi için kara ve acı bir tablodur. Dünya genelinde tüm ülkelerde, pandemiden en çok etkilenenler azınlıklar, göçmenler, yoksullar olup; sağlık sistemine ulaşmadaki eşitsizlikler, maalesef kaybedilen hasta sayısında belirgin olarak ortaya çıkmaktadır. Aşılara erişimde yaşanan küresel adaletsizlik, dünyayı bir “bağışıklık uçurumuyla” karşı karşıya bırakmaya aday görünmektedir. DSÖ Başkanı Dr. Tedros Adhanom Ghebreyesus, 18 Ocak’ta yaptığı açıklamada, dünyada aşılara erişimdeki eşitsizliği vurgulayarak bir Afrika ülkesine yalnızca 25 doz aşı gönderildiğine dikkat çekmiş ve “açık konuşmam gerekiyor, dünya feci bir ahlaki başarısızlığın eşiğinde. Bu başarısızlığın bedeli de dünyanın en yoksul ülkelerinde insanların hayatıyla ödenecek ” demiştir. Aşılara ulaşmada,  ülkeler arasındaki gelir seviyelerine bağlı oluşan bu korkunç dengesizlik, insanların en temel hakkı olan “yaşam/a hakkı”nın karşısında aşıların fikri mülkiyet hakları kapsamında patentlerinin sorgulanmasına neden olmuştur. Aşıya ulaşamayan yoksul ülkeler lehine olmak üzere salgın süresince aşı patentleri konusunda DTÖ nezdinde, Ticaretle İlgili Fikri Mülkiyet Hakları Anlaşması (TRIPS) korumasının askıya alınması tartışmaya açılmıştır. Aslında insanlık “İnsanlar için yaşam/a hakkı mı üstün görülecektir yoksa mülkiyet hakları içerisinde kabul edilen patent hakları mı?” sorusuyla karşı karşıyadır denebilir.

Tarihte milyonlarca insanı etkileyen, bazılarını ömür boyu sakat bırakan çocuk felci hastalığının da etkeni bir virüstür ve bu hastalıkla bahşedebilmek ancak 1952 yılında Jonas Salk’ın bulduğu aşıyla mümkün olabilmiştir. 1957 yılına gelindiğinde, Salk’ın aşısı sayesinde, ABD’de görülen çocuk felci vakaları % 80-90 oranında azalmıştır Salk, bulduğu çocuk felci aşısı için patent almamıştır. Bir röportajında aşının patentinin kime ait olduğunu soran gazeteciye Salk  “İnsanlara derim. Bu aşının patenti yok. Güneşe patent çıkarabilir misiniz?” diye cevap vermiştir 12.

En Temel Hak Olan Yaşam/a Hakkı ve Bunun Uzantısı Olan Sağlık Hakkının Temel Hukuk Metinleri Bağlamında Değerlendirilmesi

İnsan varlığının somut tezahürü yaşamıdır. İnsan biyolojik ve toplumsal bir varlık olsa da, birey olarak kendine özgü kişiliği bulunmaktadır. Bu kişilik hem insani olarak (diğer bir deyişle madden varlığıyla) hem de hukuki (diğer bir deyişle diğer insanlar ve kurumlar karşısında varlığından meydana gelmiş haklarıyla) bir değer taşır. Bunun sonucudur ki yaşam/a hakkı (right to live) en temel insani haktır. Diğer tüm hakların, ortaya çıkabilmesinin, eskinin deyişiyle tecessüm etmesinin ve kullanılabilmesinin yegâne şartı öncelikle yaşam/a hakkının varlığıdır. Bu mutlak hak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde (AİHS) dokunulmaz bir hak olarak korunmakta diğer bir deyişle hakların özü, sert çekirdeği olarak tanımlanmaktadır.

İnsanların, toplum içinde birlikte yaşamaları ve birbirlerine karşı davranışlarının oluşturduğu güç dengeleri eşitsizlikler yaratmış ve ayrımcılık karşısında direnen insanların özgürlük mücadeleleri acı tecrübeler sonucunda tarihsel gelişimini sağlayabilmiştir. Bu süreçte tüm insanların özgür ve haklar bakımından ayırım yapılmaksızın eşit olduğunun kabul edilmesi; dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez, hak ve özgürlüklerinin olduğu düşüncesi sanayi döneminin başlangıcı ile birlikte insan ilişkilerinin etkin güç karşısında aydınlanma dönemi filozofların çabalarıyla 17. yüzyıl başlarında ortaya çıkarak anayasalarda yer almıştır 13.    

Yaşam/a hakkının açık biçimde tanındığı hukuk metinlerine baktığımızda karşımıza aşağıdaki metinler çıkar:

  • 1948 tarihli Birleşmiş Milletler (BM) Evrensel İnsan Hakları Bildirisi
  • 1966 tarihli BM Milletlerarası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi (m.6)
  • 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (m.2)
  • 1969 tarihli Amerikalılararası İnsan Hakları Sözleşmesi (m.4)
  • 1981 tarihli Afrika İnsan ve Halkların Hakları Şartı (m.4)
  • 2000 tarihli Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı (m.2) 14

Ülkemizin en temel hukuk metni olan 1982 Anayasası’nda yaşama hakkı m. 17/1’de “Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.” şeklinde tüm bireylere eşit ve birincil bir hak olarak devlete, kurumlara karşı en başta korunması gereken hak olarak yerini almıştır.

Yaşam/a hakkının konusunu esasen, en başta devlet olmak üzere kamusal makamlar tarafından öldürülmeme ve yaşama yönelik her türlü tehlike ve risklere karşı yine devlet olmak üzere kamusal makamlar tarafından korunma, yani insanın varlığını sürdürebilmesinin fiziksel ve ruhsal olarak tümden güvence altına alınabilmesini kapsar. Yaşam/a hakkına sahip olan birey, yaşamsal varlığını devam ettirebilmesinin birincil temeli olan bu hakkı ile en başta kendisine karşı, sonra üçüncü kişilere karşı, tek başına ve diğer insanlarla birlikte bir bütün olarak da topluma ve devlete karşı korunmak hakkına sahiptir.  Yaşam/a hakkının korunmasında en büyük sorumluluk kamu otoritelerindedir. Kamu otoritelerinin başında da devletler gelir. Ülkelerde egemenlik otoritesinin güç temsili olan devletlerin esas varlık sebebi o ülke vatandaşlarının kişilik haklarının dokunulmaz, vazgeçilmez, devredilmez olması ve eşit, özgür olarak yaşayabilmeleri için yaşam/a hakkının varlığının ortaya konulmasıdır. Devletin varlığı ancak insanların varlığına bağlıdır. Osmanlı Devleti’nin kuruluş ruhuna önemli fikirsel güç vermiş olan Şeyh EDEBALİ’nin “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” sözü bu durumu çok güzel ortaya koymaktadır. İnsanı yaşatabilmek, devletin asıl, birincil vazifesidir. Devlet, esasen bunun için vardır. İnsanları yaşatamayan, insanların varlığını dikkate almayan bir devletin kendi kuruluş özüne aykırı hareket ettiği için gittikçe varlık sebebini kaybederek tarih sahnesinden kaybolup gideceği aşikârdır. Tarih, bunun sayısız örnekleri ile bize ışık tutmaktadır. İnsan hakları açısından, devletin yaşam/a hakkını korumak üzere negatif, pozitif ve usuli yükümlülükleri ayrı bir yazının konusu olabilecek kadar geniştir. Bu yazının konusuyla sınırlı kalarak kamu otoritesi olarak devletin tüm dünyanın COVİD–19 pandemisi sürecinde geçtiği bu çok sıkıntılı dönemde, insan – devlet ilişkileri açısından pozitif anlamda yapabileceklerini sorgulamak uygundur diye düşünmekteyiz.

Yaşam/a hakkının, kamu otoritesi devlet karşısındaki klasik öldürülmeme güvencesinin dışında, içinden  geçtiğimiz süreçte yaşama yönelik her türlü tehlike ve risklere karşı yine en başta devlet olmak üzere kamusal makamlar tarafından korunmanın somut uzantısı “sağlık hakkı” dır. Sağlık hakkı, diğer haklarda olduğu gibi, kamu otoritelerine saygı duyma, koruma ve yerine getirme sorumluluğunu yüklemektedir. Sağlık hakkı, ilk defa 2. Dünya Savaşı sonrasında 1946 yılında yayınlanan DSÖ Anayasası’nda yer almıştır. DSÖ15 BM’in toplum sağlığıyla ilgili uluslararası çalışmalar yapan ve küresel sağlık politikalarının belirlenmesinde rol oynayan kuruluşudur. Temel amacı, olanaklar ölçüsünde, mümkün olan en fazla sayıda insanı fiziksel, ruhsal ve sosyal anlamda sağlıklı kılmaktır.

Temmuz 1946’da New York’ta düzenlenen Uluslararası Sağlık Konferansı’nda, BM’ye üye 51 ülkenin temsilcisi ile FAO, ILO, UNESCO, OIHP (Merkezi Paris’te bulunan Uluslararası Halk Sağlığı Bürosu), Kızılhaç, Dünya İşçi Sendikaları Federasyonu ve Rockefeller Vakfı Temsilcileri DSÖ Anayasası’nı hazırlamışlardır. Aynı tarihte Türkiye dâhil 62 ülke bu Anayasa’yı imzalamıştır. Anayasa’nın yürürlüğe girme koşulu olan 26 üye ülkenin onayı 7 Nisan 1948’de gerçekleşmiş ve DSÖ bu tarihte resmen BM ihtisas kuruluşu haline gelmiştir. Halen 195’i asil, ikisi ortak [Porto Riko ve Tokelau (Yeni Zelanda’ya bağlı özerk bir ada ülkesi)] üyesi bulunmaktadır. Örgüt’ün kuruluş yıldönümü olan 7 Nisan, her yıl “Dünya Sağlık Günü” olarak kutlanmaktadır. 2 Ocak 1948 günü DSÖ kurucu anlaşmasını imzalayan Türkiye, 9 Haziran 1949 tarih ve 5062 sayılı Kanun ile Anayasası’nı onaylayarak DSÖ’ye resmen üye olmuştur.

1946 tarihli, DSÖ Anayasası başlangıç bölümünün ilk iki paragrafına göre sağlık hakkı;

“Sağlık bir bütün olarak fiziksel, ruhsal ve sosyal esenlik durumudur ve yalnızca hastalık ya da maluliyet yokluğu değildir.

Ulaşılabilir en yüksek sağlık standartlarından yararlanma, ırk, din, siyasi görüş, ekonomik ya da sosyal durum farkı gözetilmeksizin her insanın temel haklarından biridir.”

hükmü ile açıklanmıştır. Buradan anlaşılmaktadır ki, BM Şartı’nın kabulünden hemen sonra, Evrensel İnsan Hakları Bildirisi’nden önceki bir dönemde, sağlık hakkı bir “temel hak” olarak tanımlanmıştır 16. Bu belgenin en önemli özelliği uluslararası bir hukuk metninde sağlık hakkının ilk defa yer almasıdır.  

Sağlık hakkı, DSÖ Anayasası’nın ardından, 6-12 Eylül 1978 tarihlerinde düzenlenen Uluslararası Temel Sağlık Hizmetleri Konferansı’nın sonuç bildirgesi olan Alma Ata Bildirgesi’nde yer almıştır 17. Sağlık hakkının normatif olarak kapsamını belirleyen uluslararası hukuk metinleri Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi ile Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’dir. 10 Aralık 1948 tarihinde kabul edilmiş olan “Evrensel İnsan Hakları Bildirisi”nin (EİHB) Md. 25 şöyledir 18:

Madde 25

  1. Herkesin, yiyecek/(beslenme), giyim, konut, tıbbi bakım ve gerekli sosyal hizmetler dâhil olmak üzere, kendisinin ve ailesinin sağlık ve refahını/(esenliğini)temin için, yeterli bir yaşama standardına (sahip olma) hakkı ve işsizlik, hastalık, maluliyet/(sakatlık), dulluk, yaşlılık hallerinde ya da geçim olanaklarından kendi kontrolü dışındaki koşullardan doğan diğer yoksunluk durumlarında, (sosyal) güvenceye (sahip olma) hakkı vardır.
  2. Analık ve çocukluk (durumları), (ana ve çocuğu) özel bakım ve yardım görmeye hak sahibi kılar. Tüm çocuklar, ister evlilik içinde isterse evlilik dışında doğmuş olsun, aynı sosyal korumadan yararlanacaklardır.

EİHB’ de, sağlık hakkının başlı başına bir insan hakkı olarak değil de yaşama standardı hakkının bir öznesi olarak değerlendirildiği anlaşılmaktadır. Burada, dikkat edilmesi gereken önemli bir ayrıntı da sağlık hakkının günümüzde yorumlanırken beslenme, giyim, konut ve tıbbi bakım ile birlikte olan bağlantılarıyla birlikte yorumlanmasıdır. Diğer bir deyişle, sağlık hakkının diğer haklarla olan bütünsel bağı açık biçimde ortaya konulmuştur.

Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nin 12. maddesi temel insan hakları sözleşmeleri çerçevesinde  sağlık hakkının kapsamı hakkında en geniş bilgiyi içermektedir. Yukarıda belirtilen EİHB madde 25’deki “yaşama standardının” bir öznesi olarak görülen sağlık hakkı sözleşmenin 12. maddesi ile başlı başına bir temel hak olarak düzenlenmiştir. Sözleşme madde 12 aşağıdaki biçimdedir 19:

Madde 12

1. Bu Sözleşmeye Taraf Devletler, herkesin ulaşılabilir en yüksek düzeyde fiziksel/(bedensel) ve ruhsal sağlık standartlarından yararlanması hakkını tanır.

2. Bu Sözleşmeye Taraf Devletlerce bu hakkın tam olarak gerçekleştirilmesini sağlamak için alınacak önlemler:

(a) Ölü doğum oranının ve çocuk ölümlerinin düşürülmesi ve çocuğun sağlıklı gelişmesinin sağlanması;

(b) Çevresel ve sınai sağlık şartlarının bütün yönleriyle iyileştirilmesi;

(c) Salgın, yöresel, mesleki ve diğer hastalıkların önlenmesi, tedavisi ve denetim altında tutulması;

(d) Hastalık durumunda bütün sağlık hizmetlerini ve tıbbi bakımı temin edecek koşulların yaratılması,

için gerekli bulunan önlemleri de kapsayacaktır.

Madde 12’de yer alan vurgulamalar tarafımca yapılmış olup; sağlık hakkının normatif kapsamı belirlenirken yaşadığımız pandemi sürecinde sözleşmeye imza atan devletlerin yükümlülüklerini de açık bir biçimde ortaya koymaktadır.  Türkiye, “Birleşmiş Milletler Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi” ni 15 Ağustos 2000 tarihinde imzalamıştır. Bugüne kadar BM üyesi 193 ülkeden 137’sinin imzaladığı sözleşme, 4 Haziran 2003 tarihinde TBMM’de onaylandıktan sonra, 17 Haziran 2003 tarihinde Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından onandıktan sonra Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir 20.  

Diğer BM insan hakları belgelerinde ve bölgesel düzlemde imzalanan belgelerde de “sağlık hakkı” konusunda imzalanmış hukuk metinleri var olmasına karşın, bunlara bu yazı içerisinde değinilmeyecektir. Sağlık hakkının öznesi, hakkı kullanan ve haktan yararlanandır. Günümüz dünyasında özellikle yaşadığımız COVİD-19 sürecinde bu haktan herkes, bütün insanlar tartışmasız olarak yararlanabilmelidir zira birey olan her insan bu hakkın bizatihi öznesidir. Sağlık hakkının öznesinin birey olmasından dolayı genel özneli hukuk belgelerinin varlığı yanında ayrıca spesifik öznelerinin de normatif olarak tanındığı hukuk metinleri de mevcuttur. Bu hukuk metinlerinde başta kadınlar, çocuklar, göçmenler, engelliler, yerli halklar ve gençlere sağlık hakkının öznesi olarak öncelik verilmektedir 21.       

Sağlık hakkı, ülkemizde ilk defa 1961 Anayasası’nda “Sağlık Hakkı” başlığı altında 49. maddede yer almıştır. 1982 Anayasası’nda ise VII. bent  “Sağlık, çevre, konut” başlığı altında “Sağlık hizmetleri ve çevrenin korunması” A bendi altında 56. maddede düzenlenmiştir. 1961 Anayasası’nda düzenleniş biçimin madde başlığının doğrudan “Sağlık Hakkı” olarak belirlenmiş olmasının, 1961 Anayasası’nın insanların temel haklarına özen gösteren bir anlayışa önem verdiğinin bir kanıtı olduğunu söylemek isterim 22.

Ulusal ve uluslararası hukuk metinlerinde özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında yer almaya başlayan 23 sağlık hakkı, başta DSÖ olmak üzere tüm devletlerin sorumluluğu altındadır. DSÖ’nün BM çatısı altında yer alan bir uluslararası kamu otoritesi olarak, kendi kuruluş sözleşmesi 19. maddeye göre sözleşme ya da anlaşma yapma yetkisi bulunmaktadır. Üstelik DSÖ’nün normatif yetkisi sadece bununla sınırlı olmayıp, hukuki bağlayıcılığı olan düzenleyici işlemler  (regulations) yapma yetkisi de 21. maddede belirtilmiştir. DSÖ’nün bu hakkını kullanması tüm dünyanın ve insanlığın yoğun biçimde etkilendiği COVİD-19 sürecinde değerlendirilmesi gereken bir avantajdır. DSÖ, kuruluş sözleşmesinden gelen bu önemli yetkileri, kendisinden çok daha sonra 1995 yılında İsviçre, Cenevre’de kurulan, 164 ülkenin üye olduğu Dünya Ticaret Örgütü’nü ( DTÖ) (World Trade Organization WTO) de harekete geçirerek tüm dünyada “sağlık hakkı” açısından ivedi etkin ve çözüm getiren kararlara imza atacak bir dönemin içindedir. İnsanlığın, tarih sahnesinde geldiği aşama kanaatimizce bunu zaten  zorunlu kılan bir  süreci dayatmaktadır. DSÖ, Çin’de ortaya çıkan COVİD-19 salgınını 30.01.2020 tarihinde “Uluslararası Halk Sağlığı Acil Durumu” ilan etmiş ve 11 Ocak 2020 tarihinde “küresel pandemi” olarak tanımlamıştır. Sağlık hakkı, insanların yaşam/a hakkı ve diğer temel hakları ile birlikte ele alındığında; COVİD-19 pandemisi kamu otoritelerinin, kurumların, devletlerin yükümlülüklerinin somutlaşması açısından etkin biçimde anlam kazanmak zorunluluğu ile karşı karşıyadır.

Yaşam/a hakkı kapsamında bir temel hak olarak tüm bireylere tanınan “sağlık hakkı” nın COVİD-19 döneminde etkinleştirilmesi somut bir acil durumdur. Küreselleşmenin kendini  hissettirdiği iki büyük alan karşı karşıyadır: Sağlık ve Ticaret. Sağlık haklarının etkinleştirilmesinde kanaatimizce en büyük engel olan küreselleşme ve özellikle küresel ilaç endüstrisinin TRIPS kapsamındaki patent hakları ve sağlık hakkının olmazsa olmazı olan ilaçlara erişim hakkıyla ilgili hukuki sorunlar konumuz açısından özellikle önem arz etmektedir. Sağlık hakkının, etkin biçimde uygulanmasının önündeki diğer bir engel olan, ve yine küreselleşme olgusunun dayattığı, özelleştirmenin bu hak ve buna dayalı hizmetler üzerindeki etkisine bu yazının konusu olmadığı için değinilmeyecektir. Bu konu esasen muhatapları tarafından ülkemizde de son 15 yıldır yoğun biçimde tartışılmaktadır.     

Sağlık hakkı ile fikri mülkiyet haklarının (FMH) karşı karşıya geldiği ve tartışmalara neden olan konu, hepimizin bildiği üzere, ilaç patentleridir. DSÖ tarafından her yıl yayınlanan listede yer alan temel ilaçlar (essential medicines) insanların yaşam/a hakkı açısından adeta bir eşik oluşturmaktadır. Bu temel ilaçlara ulaşabilme hakkı, kamu otoritesi olan devletlerin yükümlülüğü altına alınmış olmasına rağmen ilaç patentleri bu hak karşısında bir engelleyici olarak durmaktadır. COVİD-19 pandemisi sürecinde DSÖ’nün küresel pandemi ilanı sonrasında aşıların henüz “faz 3” aşaması tamamlanmadan acil kullanım onayı almasıyla gündemde bir tartışma başlamıştır. Bu tartışmanın kaynağını, Hindistan ve Güney Afrika’nın, 2 Ekim 2020 tarihinde DTÖ, TRIPS Konseyi’ ne sundukları bir bildirim kapsamında COVİD-19 pandemisinin önlenmesi, sınırlandırılması ve tedavi edilmesi için TRIPS Sözleşmesi’nin belli hükümlerinin askıya alınarak, geçici muafiyet tanınması için görüşme açılarak karar alınmasını talep etmeleri oluşturmuştur. Bu talebi daha sonra Bolivya, Estvatini, Kenya, Moğolistan, Mozambik, Mısır, Pakistan, Venezuela, Zimbabve desteklemiştir. Bildirim metni, DTÖ’yü doğrudan ilgilendirmektedir 24. DTÖ’nün gündeminde olan bildirim, bugün itibarıyla 100’den fazla ülkenin içinde yer aldığı yoksul ülkeler başta olmak üzere, az gelişmiş ülkeler ve hatta gelişmiş ülkeler tarafından da desteklenmektedir. TRIPS’ın oluşmasında en büyük güç olan Amerika’nın konuya ilişkin görüşlerini açıklaması da gündemi daha ilgi çekici bir hale dönüştürmüştür 25.     

DTÖ kurucu anlaşmasına ek olarak kabul edilen TRIPS Konseyi’nin 10-11 Mayıs olağan toplantısının gündemine konu olacak bu mesele konunun tarafları açısından ilk defa tartışılacaktır. İlgili talep bildirgesinde özetle salgına yönelik olmak üzere aşı ve ilaçların üretimine, dağıtımına, uygulanmasına yönelik bileşenlerinin araştırılması, geliştirilmesi, uygulanmasına yönelik her türlü ürün açısından TRIPS uygulamalarının geçici olarak askıya alınması talep edilmektedir. Bildirinin içinde yer alan talepler sadece patent hakları için değil aynı zamanda belirtilen bileşen, ekipman, ürün ve mallara yönelik tasarım, telif hakkı ve kamuya sunulmamış bilgiler açısından da korumanın askıya alınması talebini içermektedir 26. TRIPS Komisyonu gündemine alınan talep bildirgesinde özetle; FMH koruması ile insan ölümleri arasında bir tercih durumunun ortaya çıktığı, bu tercihin insan ölümlerinin önlenmesi lehine kullanılması gerektiği savunulmaktadır. Bahsi geçen önerinin kabulü halinde ülkeler arasındaki gelir dağılımı uçurumundan kaynaklanan aşıya ulaşımın önündeki engellerin kalkması ve herkesin aşıya ulaşımının sağlanmasıyla ölümlerin azaltılmasının mümkün olabileceği belirtilmektedir. Bildirgeye karşı çıkarak TRIPS korumasının askıya alınmaması gerektiği görüşünü savunan grupların itirazları ise aşağıdaki şekilde özetlenebilir:

  1. TRIPS korumasının kaldırılması durumunda, ileride benzer sınırlamalar ve muafiyetlerin önü açılarak fikri mülkiyet haklarına sağlanan koruma zayıflayacaktır.
  2. İlaç ve aşı patentlerinin geliştirilmesi yüksek AR-GE maliyetleri ile mümkün olabildiğinden ileride yapılacak yatırımlara olan güvenin kırılmaması, yatırımların azalmaması için koruma kaldırılmamalıdır.
  3. Aşı üretimi için oldukça kapsamlı alt yapı ve teknik donanım gerekmektedir. Özellikle yeni teknolojilerle geliştirilen (mRNA tabanlı aşılar gibi) aşılar başta olmak üzere, aşı üretilmesi konusunda teknik bilgi, donanım, yetişmiş insan gücüne sahip olmayan ülkelerde kısa ve orta vadede aşı üretiminin artırılması mümkün olamayacaktır 27.
  4. COVİD-19 ile mücadele için gerekli bileşen, aşı, ilaç, cihaz ve ekipmanlara sağlanan TRIPS korumasının kaldırılması yerine TRIPS’in 31. maddesinde yer alan zorunlu lisans hükümlerine başvurularak çözüm bulunması önerilebilir.

Gelinen Noktada Alınabilecek Acil Önlemlere Dair Kişisel Öneriler

FMH içerisinde yer alan “patent hakkı” esasen mülkiyet hakkının bir unsuru olarak insan hakkıdır. AİHS denetim organları, vermiş oldukları yargı içtihatlarında fikri ve sınai hakları mülkiyet hakkı içinde değerlendirmiştir. AİHS’nin 1 nolu Protokolü madde 1’de düzenlenen mülkiyet hakkı, fikri mülkiyet haklarını da kapsamaktadır 28.

Patent hakkı, FMH içinde teknik özelliklerinden dolayı, diğer haklardan ayrılmaktadır. Patent hakkı, koruma kapsamındaki buluşun içerdiği teknik özelliklerden dolayı alt yapıda AR-GE çalışmaları sonucunda ortaya çıkan bir yenilik olduğu için başlı başına ekonomik bir değer  oluşturmaktadır. Ortaya çıkan somut ürünün değeri, esasen buluş olarak da tescile bağlanması sürecinde artan bir maliyetle buluşu yapana maddi olarak da getirdiği yük nedeniyle artmaktadır. Bunun içindir ki, teknolojinin ön plana çıktığı bir durumda ancak gelişmiş ülkelerde ve ekonomik bir güce sahip kişilerin patente yatırımlarının artması ile patent başvuruları çoğalmaktadır. Bunun en somut örneği ilaç şirketleridir. İlaç şirketleri, gelişmiş laboratuvar ortamlarında AR-GE çalışmalarıyla ortaya çıkardıkları patentli ürünleri ilaç mevzuatının kendi özelliklerinden dolayı (insan sağlığının ön planda olması) zorunlu olarak alınması gereken izinlerden sonra piyasaya sunmaktadırlar. Patentli ilaçların, insanlara ulaşması sırasında, ruhsat izinlerinin oluşturduğu süre kayıplarını aşmak ve bir an önce patentli ürünlerden kazanç elde ederek AR-GE’ye yatırım isteği patentli ilaçların önemini daha da artırmaktadır. Esasında, patent korumasının uluslararası boyut kazanmasının altında da A.B.D. kökenli ilaç şirketlerinin 1970’li yıllardan itibaren A.B.D.’nin yabancı ülkelerle olan ticari ilişkilerinde fikri mülkiyet haklarının da gündeme alınmasına yönelik yoğun çalışmaları yatmaktadır. 80’li yıllardan itibaren serbest piyasa ekonomisinin, 90’lı yıllarla birlikte de küreselleşme olgusunun tüm dünyada yaygınlaşmasıyla A.B.D. yönetimlerinin, başta ilaç şirketleri olmak üzere kendi şirketlerine ait FMH’nın ticaret yapılan ülkelerde korumasının artırılmasını istemesiyle FMH başka bir boyut kazanmıştır denebilir. Süreç, 1994 yılında TRIPS’in kabulüyle bir başka aşamaya geçmiştir. TRIPS Anlaşmasının 5. Bölümü 27-34 maddeleri patentleri kapsamaktadır.  Bu süreçle birlikte aynı dönemlerde DTÖ’nün kurulması ve bu örgüte üyelik şartı olarak TRIPS’e taraf olma zorunluluğu getirilmesi FMH ve dolayısıyla ilaç patentlerinin önemli bir güce dönüşmesinin başlangıcı olmuştur. A.B.D., bu konuda Avrupa Birliği ve Japonya’dan gelen eleştirilere karşı uzlaşma adına belli istisnalar tanıyarak (geçiş/uyum dönemleri, zorunlu lisanslama) ve iki taraflı ya da bölgesel anlaşmalar ile süreci yürütmüştür. TRIPS Anlaşması imzalanırken hiçbir zaman FMH üreticisi olmayan ancak bilakis bunların tüketicisi olan yoksul ve az gelişmiş ülkelerin görüşleri ve onlar için ortaya çıkabilecek sonuçlar dikkate alınmamıştır.  

Bu noktada bir müzik eseri ya da ünlü bir moda markasının bir tasarımına ilişkin FMH ile milyonlarca insanın yaşamasını sağlayacak aşıların ve ilaçların üzerindeki patent hakkının koruduğu değerin aynı olduğunu savunmak insanlık açısından mümkün görünmemektedir. 

DSÖ’nün COVİD-19 hastalığını küresel pandemi olarak ilan ettiği günden bu yana dünya neredeyse 500 gündür büyük bir felaketin içindedir. Yeryüzünde virüsün ulaşmadığı hiçbir ülke kalmamıştır. Aşıya ulaşımda büyük sorunların yaşanmasının yanı sıra, virüsün mutasyona uğraması aşılanan kişilerin dahi bu hastalıktan korunabilmesinin önünde engel oluşturmaktadır 30. Maddi gücü ve teknolojik imkânları olan büyük devletler dahi pandemiye bağlı ölümleri önleyememektedir. Dünyada gelir dağılımına bağlı büyük adaletsizlik sonucu yoksul ülkelerdeki insanların aşıya ulaşmasında yaşanan sıkıntılar büyük bir insanlık dramına neden olmaktadır.  Milyarlarca insan aşı olup bu virüsten korunmayı umut ederken,  aşı kuyruklarında yerini dahi alamayan, aşıya hiçbir zaman ulaşamayacak insanların varlığı bir gerçektir. Bunu önlemek adına DSÖ’nün içinde bulunduğu COVİD-19 Vaccines Global Access (COVAX) projesi 31 dışında somut bir çalışma bulunmamaktadır.

COVAX aşıların geliştirilmesini ve üretimini hızlandırmak ve dünyadaki her ülke için adil ve eşit erişimi garanti etmek için Nisan 2020’de başlatılmış çok uluslu bir işbirliği sistemidir. COVAX’ı DSÖ, Küresel Aşı İttifakı (GAVI) ve Epidemi Hazırlık İnovasyonları Koalisyonu (CEPI), BM Çocuklara Yardım Fonu’nun (UNICEF) partnerliğiyle yönetmektedir. Aşı uygulaması ile trajik can kayıplarının önüne geçmek yanında  her ay küresel boyutta 375 milyar doların kaybedilmesine engel olunması hedeflenmektedir.  COVAX’a üye olan 190 ülkenin 98’i yüksek gelirli ülkelerdir ve her ülkede nüfusun en azından %20’sinin aşılanabilmesi için gerekli olan aşıların temin edilmesi, pandeminin sonlandırılması ve sonrasında ekonomilerin yeniden inşa edilmesi amaçlanmaktadır. Türkiye henüz COVAX’ın yükümlülüklerini sağlayacak şekilde teminat vermediğinden üye ülkeler arasında yer almamaktadır. COVAX düşük ve orta gelirli ülkelerin aşıya ulaşabilmesini hedeflemektedir zira küresel bir pandemiyi ulusal çözümlerle yenmek mümkün değildir. Bugüne kadar dünya genelinde, DSÖ tarafından verilen bilgiler ışığında, 1 milyar 160 milyon doz aşı yapılırken, COVAX aracılığıyla dağıtılan aşı miktarı ancak 49 milyonda kalmıştır.

DTÖ’nün TRIPS Komisyonu gündeminde bulunan Hindistan ve Güney Afrika’nın sunduğu somut öneri (bkz. Dipnot 24)  dışında, kamu otoritelerinin, kanaatimizce, COVİD- 19 salgınını en azından yavaşlatmak ve aşının önündeki engelleri kaldırmak için ivedi bir çalışmasının görülmemesi düşündürücüdür. Bu noktada, salgının tüm insanlığın sorunu olduğunu dikkate alarak,  somut önerilerimizi aşağıdaki şekilde sunmak isteriz.

  • DTÖ TRIPS Komisyonu gündeminde bulunan, TRIPS hükümlerinin belli bir süre askıya alınması talebi ivedi olarak dikkate alınmalı ve aşının herkese ulaşabilmesinin önündeki engeller kaldırılarak salgının yavaşlatılabilmesi için en az 2 yıl süre ile muafiyet tanınarak ilgili TRIPS hükümlerinin uygulanmaması sağlanmalıdır,
  • DSÖ, Kuruluş Sözleşmesinin kendisine tanıdığı 19. ve 21. maddeleri işleterek gerektiğinde bu konuda devletleri ortak bir anlaşmaya dâhil etmelidir. DSÖ, aynı bağlamda DTÖ ile de bu konuyu çözmek üzere ortak bir anlaşma ortaya koyabilmelidir.
  • Aşılamanın en hızlı biçimde yapılabilmesi için yeterli aşı üretimi elzemdir. Bunun içindir ki aşı patentlerinin belli bir süre, aşıyı üretecek ülkeler tarafından kullanılmasına izin verilmesi gerekmektedir. DSÖ ve DTÖ bir aday ülke listesi ilan ederek aşı üreten tüm ülkelerin aşılarının ve aşıyla birlikte diğer bileşenlerin, ilaçlar, ekipmanlar vs. hangilerinin ülkelerin gelişmişlik düzeyine bağlı olarak hangisine dağıtılabileceğini belirlemelidir. Bu aday ülke listesi belirlendiğinde adayların, patentli aşıları nerede, nasıl ve hangi süre içinde kaç adet üreteceği şeffaf biçimde denetlenebilir olmalı ve üretimin koşullarını belirleyen herkesçe takip edilebilir bir sistem kurulmalıdır.
  • Gelişmiş ülkelerden başlamak üzere, her ülke nüfus ve yapısına uygun biçimde yoksul başka bir ülke ile eşleştirilerek “aşı kardeş ülkesi” listesi oluşturulabilir. Eşleşen ülkelerin en büyük sağlık meslek topluluklarının yer aldığı bir yapı ve o ülkenin sağlık bakanlığının halk sağlığı biriminden uzman doktorun ve DSÖ’nün belirlediği üçüncü bir ülkenin uzmanın yer aldığı beş kişilik kurullar oluşturularak ilgili yoksul ülkede öncelikli olarak aşılanması gereken kişi ve grupları belirlenerek, denetlenebilir bir yapıda aşılama takvimi ve aşı sayısı saptanabilir ve tüm verilerin DSÖ’yle paylaşıldığı ortak bir eşgüdüm çalışma mekanizması kurulabilir.
  • “Aşı Kardeş Ülkesi” listesindeki gelişmiş ülkeler, eşleştiği ve aşıya muhtaç olan ülkedeki her aşılamaya karşılık gelmek üzere kendi nüfusuna oranlı biçimde ayrıca aşı bağışı yapabilir ve aşı patentlerinin askıya alındığı süre içinde bağış yapılan aşı miktarı (dozu) kayıt altına alınabilir.
  • TRIPS hükümlerinin uygulanmadığı muafiyet süresi (kanaatimizce en az 2 yıl olmalıdır) ilgili ürünlerin, aşıların patent koruma sürelerine daha sonra + 2 yıl olarak eklenmesinin yasal koşulları DTÖ TRIPS Anlaşmasına ek madde ile ne şekilde ve hangi bölgeler için eklenebileceği (yoksul bölgelerde, ülkelerde uygulanmamak koşuluyla) hukukçulardan oluşmuş bir komisyon tarafından hazırlanabilir. Bu sayede aşı üreticileri ek süre ile patentlerini korumaya devam edebilir.
  • DSÖ, aşının yoksul ülkelere ve yoksullara ulaşımı konusunda eylem planı hazırlarken şeffaf, denetlenebilir bir yapı içinde her aşının hangi bölgeye, kaç doz gittiğinin tüm dünya kamu otoriteleri ve insanların görebileceği şekilde bir sanal aşılama izleme portalı oluşturabilir. Her ülke, eşleştiği “Aşı Kardeş Ülkesi” dışında kendi ülkesinin zenginlerini, sivil toplum örgütlerini harekete geçirerek ayrıca ek “Askıda Aşı” kampanyası başlatarak 32 bu süreç içinde aşılamanın hızlanarak ölümlerin önüne geçmek için eylem birliği içinde olmalıdır. “Askıda Aşı” kampanyasına katılan her kişiye DSÖ tarafından “Aşı İyilik Elçisi” unvanı verilerek yaşam/a hakkına sahip çıktıkları için teşekkür belgesi ile bu açık sanal portalda ortak bir bildirgeyle tüm dünyaya sürenin sonunda ilan edilebilir.    
  • “Aşı Kardeş Listesi” ve yine “Askıda Aşı” kapsamında muafiyet süresi içinde yoksullara ulaştırılan aşı miktarı (dozunun) toplam bedeli belirlenen sürenin sonunda DSÖ tarafından tüm dünyaya açıklanmalıdır. Patent sahiplerinin, aşıyı üreten şirketlerin kaybı olarak görülen bu paranın karşılığında kaç insan hayatının kurtarıldığı ve bunun ekonomiye ne kattığı da uzman ekonomist, sosyolog, psikolog, istatistik vd. bilim insanlarının hazırladığı bir rapor ile tüm dünya ile paylaşılmalıdır. Bu muafiyetten dolayı ilaç şirketlerinin AR-GE maliyetlerini azaltacağı iddiasının doğruluk payı bu rapor ışığında DSÖ ve DTÖ kurullarında gerektiğinde tartışıldıktan sonra tüm dünyaya ilan edilmelidir. Yüksek AR-GE maliyetleri sebebiyle zor durumda kalıp bu maliyetleri bir daha yüklenemeyecek şirketler varsa bunlar belirlenerek sadece bu şirketlere bilim alanındaki çalışmalarına devam edebilmesi için yine DSÖ ve DTÖ’ nün birlikte oluşturacağı bir fon yaratılarak belli oranda, vermiş oldukları katkı dikkate alınarak bir destek programı sağlanabilir.     

Aşı patenti sahiplerinin, TRIPS uygulamalarının geçici olarak askıya alınması durumunda bunun ileride de örnek teşkil edeceği yönündeki iddiası kanaatimizce insanlık tarihi açısından çok anlaşılabilir değildir.  Bu düşünce içinde olanlara söyleyebileceğimiz tek şey; içinde yaşanılan bu acı süreçte, esasen insanların yaşam/a hakkının tüm hakların üstünde olduğunun tam da şimdi herkes tarafından hatırlanması gerektiğidir. Dünya ve insanlık ancak bu kabulle iyileşmeye başlayacaktır.  

İbrahim EKDİAL (Avukat – İstanbul Barosu (1878))

Mayıs 2021

ibrahim.ekdial@gmail.com


DİPNOTLAR

1 http://news.bbc.co.uk/2/hi/health/1576875.stm

2 Decameron’u, Türkçe’ ye eksiksiz olarak tercüme eden Rekin TEKSOY’ un, Oğlak yayınlarından çıkan kitabı ilk defa 1996 yılında basılmıştır. Bu kitabın önsözü aslında edebiyatın, sanatın insanlığı nasıl etkilediğinin de güzel bir müjdesi gibidir. İtalyan yönetmen Pier Paola Pasolini, Boccaccio’nun Decameron’ unu 1971 yılında “İl Decameron” (Dekameron’un Aşk Öyküleri) adıyla sinemaya uyarlamıştır.

3 https://arkeofili.com/silahlar-virusler-ve-atlar-azteklere-karsi-cortese-zafer-getirdi/

4 https://kurious.ku.edu.tr/haberler/beyaz-adamin-hastaligi-azteklerin-sonunu-getirmis/

5 NTV Tarih Dergisi – Şubat 2009, Sayı 1, s. 21

6 M. Kemal Temel. Gelmiş Geçmiş En Büyük Katil: 1918 “İspanyol” Gribi. İstanbul, BETİM Kitaplığı, 2015.

7 Nazım Hikmet, 1965, Kuvayı Milliye Destanı. Nazım Hikmet dizelerinde İspanyol Gribine şöyle yer verir:

Biz ki İstanbul şehriyiz,

Seferberliği görmüşüz:

Kafkas, Galiçya, Çanakkale, Filistin,

Vagon ticareti, tifüs ve İspanyol nezlesi

bir de İttihatçılar, bir de uzun konçlu Alman çizmesi 1914’ten 1918’e kadar yedi bitirdi bizi.

8 https://covid19.saglik.gov.tr/

9 İngiltere’nin Osmanlı büyükelçisinin eşi Lady Mary Wortley Montagu 1717 yılında Osmanlı topraklarındayken buradaki halkın çiçek hastalığından ölen kişilerin vücudundan alınan sıvıları sağlıklı kişilerin deri altına enjekte ettiğini görmüş ve ülkesine döndüğünde bu bilgiyi doktorlarla paylaşmıştır.(https://tr.wikipedia.org/wiki/Mary_Wortley_Montagu) / Şark Mektupları, Mary Wortley Montagu, tercümesi Ahmet Refik, Timaş Yayınları, İstanbul, 1998

10 https://ourworldindata.org/covid-vaccinations  

11 https://covid19asi.saglik.gov.tr/

12 Patenting the Sun: Polio and the Salk Vaccine, 1990, IPEG

13 Cengiz Topel ÇİFTÇİOĞLU. TBB Dergisi, 2012 (103), s. 139

14 Mehmet Semih GEMALMAZ. Devlet ve Birey Özgürlük, İstanbul 2010, s.  497 – 498

15 www.who.int

16 İzzet Mert ERTAN.  Ulusal üstü İnsan Hakları Hukukunda Sağlık Hakkı ve Etkinleştirilmesi. İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kamu Hukuku Ana Bilim Dalı, Doktora Tezi, İstanbul 2012, s.11

17 https://www.ttb.org.tr/mevzuat/index.php?option=com_content&task=view&id=521&Itemid=36

18 Mehmet Semih GEMALMAZ, Ulusalüstü İnsan Hakları Hukuku Belgeleri – II. Cilt/Uluslararası Sistemler, İstanbul, Legal, 2010, s. 3-19.

 19 Mehmet Semih GEMALMAZ, Uluslarüstü İnsan Hakları Hukuku Belgeleri/II. Cilt, s. 21-50.

20 https://tihv.org.tr/iskenceye-karsi-uluslararasi-belgeler/bm-ekonomik-sosyal-ve-kulturel-haklar-uluslararasi-sozlesmesi/

21 Bu konuda kapsamlı bir değerlendirme için bkz. İzzet Mert ERTAN. Ulusal üstü İnsan Hakları Hukukunda Sağlık Hakkı ve Etkinleştirilmesi. İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kamu Hukuku Ana Bilim Dalı, Doktora Tezi, İstanbul 2012, sayfa (19-44)

22 Anayasa metinleri için bkz. Suna KİLİ, Şeref GÖZÜBÜYÜK, Sened-i İttfaktan Günümüze Türk Anayasa Metinleri, İstanbul, Türkiye İş Bankası Yayınları, 2000.

23 Bunun tek istisnası 1925 tarihli Şili Anayasası’dır. Şili, sağlık hakkını Anayasa’sında belirten ilk ülkedir. Madde 10’ da, devletin halk sağlığını ve ülkenin sağlığa uygun esenliğini gözetim” ödevi yer almaktadır. (Aktarım, ERTAN,  Ulusalüstü İnsan Hakları Hukukunda Sağlık Hakkı ve Etkinleştirilmesi başlıklı doktora tezi, s.10)

24 İlgili metne WTÖ web sitesinden ulaşabilirsiniz.

https://docs.wto.org/dol2fe/Pages/SS/directdoc.aspx?filename=q:/IP/C/W669.pdf&Open=True

25 https://www.who.int/news/item/05-05-2021-who-director-general-commends-united-states-decision-to-support-temporary-waiver-on-intellectual-property-rights-for-covid-19-vaccines

26 Belirtilen bildiri hakkında yapılan bir çeviri ve çalışma için bkz. Gonca Adalı BASMAKÇI / Önder Erol ÜNSAL. Dünya Ticaret Örgütü’nde Covid19 Gündemi – Salgınla Mücadelede Trips Muafiyetler Sistemi https://iprgezgini.org/son-yazilar/   

27 Belirtilen bildiri hakkında yapılan bir çeviri ve çalışma için Abdürrahim AYAZ. Covid19 Gerekçesi İle TRIPS’ in Askıya Alınması Talebi Hakkında Son Gelişmeler https://iprgezgini.org/son-yazilar/

28 AİHS kapsamında FMH ilişkin ayrıntılı bilgi için bkz. H. Burak GEMALMAZ. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde Mülkiyet Hakkı, İstanbul, Beta Kitapevi, 2009

29 Anlaşmanın İngilizce metnine ulaşmak için;  https://www.wto.org/english/tratop_e/trips_e/trips_e.htm

30 Hindistan’ın içinde bulunduğu acı durumu gösteren, insanın büyük bir üzüntüyle izlemekten hicap duyduğu bir video için bkz. https://www.youtube.com/watch?v=ZhjL17Y5RIA  

31  https://www.who.int/initiatives/act-accelerator/covax

32 Kampanyanın marka hakkının herhangi bir sorun olmayacağını düşünüyorum. Türkiye’de bunun en başarılı örnekleri İstanbul, Ankara BB tarafından somut olarak verilmiştir. Dünya genelinde buna bu ad ve/veya başka bir ad altında çok daha üretken ve hızlı bir model elbette bulunabilir. Bizim, burada önerimiz sadece bu tür bir kampanyanın sonucunda bile birçok insanın aşılanarak ölümden kurtulabileceğinin ironik anlamda bir tespitinin yapılmasıdır.  

IPR GEZGİNİ CLUBHOUSE’TA #V- “COVİD-19 AŞILARI AÇISINDAN PATENT TARTIŞMALARI”

Covid-19 pandemisi yaklaşık bir buçuk yıldır çeşitli şekillerde gündemi meşgul ederken, son bir aydır bu tartışmaların odağı, aşı patentlerine kaymıştır. IPR Gezgini tarafından düzenlenecek Clubhouse etkinliğinde; tartışmalar, konunun uzmanları tarafından ulusal ve uluslararası mevzuat bakımından incelenecek, gerçekleşebilecek senaryolar değerlendirilecek ve Covid-19 özelinde ilerleyen tartışmaların, fikrî mülkiyet hukukuna olası etkileri ele alınacaktır.

Belirtilen hususları uzmanlarından dinlemek üzere konuyla ilgilenen herkesi, Clubhouse uygulaması IPR Gezgini kulübünde 14 Mayıs Cuma gecesi saat 21.00’de gerçekleştireceğimiz “COVİD-19 AŞILARI AÇISINDAN PATENT TARTIŞMALARI” etkinliğimize bekliyoruz.

Toplantının Clubhouse bağlantısını sizlerle ayrıca paylaşacağız; bu veya gelecek etkinliklerimizi atlamamak için Clubhouse’da IPR Gezgini hesabını takibe almayı unutmayın.

Katılımınız ve katkılarınız bizim için değerlidir. Etkinliğin ilgililere faydalı olmasını dileriz.

IPR Gezgini

Mayıs 2021

iprgezgini@gmail.com

SAATLER İÇİN ŞEKİL MARKALARININ BENZERLİĞİ ABAD GENEL MAHKEMESİ’NİN ÖNÜNDE: LONGINES v POINT TEC (T‑615/19)

Belki biraz iddialı olacak, ama kanaatimce, akıllı telefonların hayatımızın vazgeçilmezleri arasına girmesi, kol saatlerini işlevsel cihazlar olmaktan çok günlük aksesuarlar konumuna indirgemiştir. Geçmişte neredeyse herkesin çekmecesinde birkaç tane kol saati bulunsa da, artık kol saatlerini kullananların sayısı azımsanamayacak derecede azalmıştır ve kullananların çoğunluğu da ihtiyaçtan ziyade alışkanlık veya aksesuar olarak kullanımını sürdürmektedir. Kendi adıma da uzun yıllardır kol saati kullanmadığımı ve kolumun hafiflemesinden hiç şikayetçi olmadığımı belirtmeden geçemeyeceğim.

Kol saatlerinin çoğunluğu, özellikle de tanınmış markaları taşıyanları, kadranları üzerindeki şekil markaları veya stilize yazım tarzlı kelime markalarıyla, diğer saatlerden kolaylıkla ayırt edilmektedir.

Saat kadranları üzerinde nispeten küçük halleriyle yer alan bu yazım biçimlerinin veya şekil markalarının benzerleriyle karıştırılması olasılığı kanaatimizce daha yüksek olacaktır. Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD) Genel Mahkemesi’nin 28 Nisan 2021 tarihli T‑615/19 sayılı kararı da saatler ve zaman ölçme cihazları bakımından şekil markalarının benzerliği meselesini incelemiş ve yukarıda bahsettiğimiz konuya bir ölçüde ışık tutmuştur.

Alman menşeili “Point Tec Products Electronic GmbH(başvuru sahibi); “Sınıf 3: Parfümeri, vücut ve güzellik bakımı müstahzarları; sabunlar, saç losyonları. Sınıf 14: Saatler ve zaman ölçme cihazları. Sınıf 25: Giysiler, ayak giysileri, baş giysileri.” mallarını kapsayan aşağıdaki başvurunun tescili talebiyle Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi (EUIPO)’ne başvuruda bulunmuştur:

Image not found

Başvurunun ilanına karşı, muhtemelen çoğumuzun bildiği ünlü saat markası Longines’in sahibi, İsviçre menşeili “Compagnie des montres Longines, Francillon S.A.” (Longines) tarafından itiraz edilmiştir. İtiraz 14. sınıfa dahil “Saatler ve kronometrik cihazlar.” mallarını da kapsayan aşağıdaki Birlik markasına dayanmaktadır:

Image not found

Longines’in itirazı karıştırılma olasılığı ve tanınmışlık gerekçelerine dayanmaktadır.

EUIPO itiraz birimi, işaretlerin benzer olmaması ve tanınmışlık iddiasının ispatlanmamış olması gerekçeleriyle itirazı reddeder. Bunun üzerine Longines, bir kez daha itiraz ederek ihtilafı EUIPO Temyiz Kurulu önüne taşır.

EUIPO Temyiz Kurulu kararında; itiraz gerekçesi markanın ortalama düzeyde ayırt edici güce sahip olduğunu, sunulan kanıtların markanın üne veya güçlendirilmiş ayırt edici karaktere sahip olduğunu göstermediğini, 14. sınıfa dahil mallar bakımından kamunun ilgili kesiminin dikkat düzeyinin “ortalamadan yüksek düzeye” dek çeşitlilik gösterdiğini, bu malların ucuz veya pahalı ürünler olabileceğini, bu bağlamda tüketicilerin genel anlamda halk veya daha profesyonel kesim olabileceğini, inceleme konusu markaların kapsadığı malların 14. sınıf bakımından aynı olduğunu, işaretlerin benzerliği bakımından markaların figüratif markalar olarak değerlendirilmeleri gerektiğini, dolayısıyla işitsel benzerliğin söz konusu olmadığını, buna karşın işaretlerin görsel açıdan düşük düzeyde benzer olduklarını, kavramsal açıdan ise her iki işaretin de stilize kuş kanatları veya hava kuvveti armaları olarak algılanmaları bağlamında ortama düzeyde benzer olduklarını tespit etmiştir. Temyiz Kurul, bu tespitlerin neticesinde karıştırılma olasılığını incelemiş ve markalar arasında 14. sınıfa dahil mallar bakımından karıştırılma olasılığının bulunduğuna hükmetmiştir. Karıştırılma olasılığı gerekçeli itirazı kabul eden ve 14. sınıfa dahil mallar bakımından başvuruyu reddeden Temyiz Kurulu, tanınmışlık gerekçeli itirazı ayrıca değerlendirmeye gerek görmemiş, ancak bu iddiayı incelemiş olsaydı dahi, ilgili hükmün kabul edilmesi için gerekli koşulların oluşmadığını da kararına eklemiştir.

Başvuru sahibi Temyiz Kurulu’nun ret kararını ABAD Genel Mahkemesi’ne taşıyarak kısmi ret kararının iptal edilmesini talep etmiştir.

Başvuru sahibinin temel iddiaları; işaretlerin görsel ve kavramsal açılardan benzer olmadıkları, dolayısıyla markalar arasında karıştırılma ihtimalinin mümkün olmadığı, stilize kanat şeklinin saatler başta, çok sayıda mal veya hizmet için kullanılan yaygın bir şekil olması, aynı ihtilafın Alman Federal Patent Mahkemesi’nde markalar arasında karıştırılma ihtimalinin bulunmadığı kararıyla sonuçlanmış olması, dava konusu kararın EUIPO Temyiz Kurulu’nun önceki kararıyla uyumlu olmamasıdır.

Genel Mahkeme ilk olarak, malların aynı olduğu ve 14. sınıfa dahil mallar bakımından kamunun ilgili kesiminin dikkat düzeyinin ortalamadan yüksek düzeye dek değişebileceği yönündeki tespitleri onamıştır.

İşaretlerin görsel bakımdan karşılaştırılması sonucunda; ortalama düzeyde dikkat düzeyine sahip kamu bakımından işaretlerin bütüncül olarak algılanacağı, parçalara ayrıştırılmayacağı ve tüketicilerin kafasında kalacak genel izlenimin çizgilerle bölünmüş ve stilize açık kanatların ortasına yerleştirilmiş geometrik bir şekil olacağını belirtmiştir. Mahkeme, işaretlerin görsel olarak karşılaştırılması neticesinde, işaretlerin yüksek düzeyde olmasa da benzer işaretler olarak kabul edilmeleri gerektiği kanaatindedir ve aynı doğrultudaki Temyiz Kurulu değerlendirmesi onanmıştır.

Genel Mahkeme sonraki aşamada, işaretlerin kavramsal benzerliği hususunu irdelemiştir. Mahkeme; kuş kanadı veya hava kuvvetleri arması olarak adlandırılabilecek stilize açık kanat şekillerinin her iki markada da ortak olarak yer aldığını tespit etmiş ve bu şekillerin ağırlıklı olarak düz çizgilerden, benzer bağlantı elemanlarından oluşması da göz önüne alındığında işaretlerin kavramsal açıdan ortalama düzeyde benzer oldukları kanaatine ulaşmıştır. Dolayısıyla, Temyiz Kurulu’nun bu yöndeki tespiti de onanmıştır.

Belirtilen tüm hususları, karşılıklı etkileşim teorisi çerçevesinde birlikte değerlendiren Genel Mahkeme, Temyiz Kurulu’nun markalar arasında 14. sınıfa dahil mallar bakımından karıştırılma olasılığının ortaya çıkabileceği yönündeki kararını yerinde bularak onamış ve davayı reddetmiştir. Genel Mahkeme, bunu yaparken Alman Federal Patent Mahkemesi’nin aynı markalara dayalı ihtilafta vardığı, markalar arasında karıştırılma olasılığının ortaya çıkmayacağı yönündeki kararı kendisi açısından bağlayıcı bulmamış ve bunun nedenini; (i) Ulusal mahkemelerin kararlarının Birlik mahkemelerin kararları bakımından bağlayıcı olmaması, (ii) Alman Federal Patent Mahkemesi’nin kararının tüketicilerin profesyonel tüketiciler olduğu kabulüyle verildiği, oysa ki Temyiz Kurulu kararında tüketicilerin ortalama veya profesyonel düzeyde tüketiciler olduğu kabulüne dayandığı ve bu hususa başvuru sahibi tarafından itiraz edilmediği gerekçelerine dayandırmıştır. Genel Mahkeme, buna ilaveten EUIPO’nun ve kendisinin önceki kararlarının da incelene ihtilaf için emsal teşkil etmeyeceği görüşündedir.

Sonuç olarak; inceleme konusu şekil markaları arasında karıştırılma olasılığının bulunduğu yönündeki karar onanmıştır.

Fazla yorum yapmaksızın, EUIPO Temyiz Kurulu ve Genel Mahkeme’nin kararının bu satırların yazarınca da yerinde bulunduğu ifade edilmelidir. Kol saatleri için kullanılabilecek yüzlerce ve hatta binlerce şekil – stilize tasarım mevcutken, dünyaca ünlü Longines saatlerinde yer alan kanatların benzerinin veya en azından onu kuvvetlice anımsatan bir kanat şeklinin marka olarak seçilmesinin pek de savunulabilir bir yönü yok gibi gözüküyor. Siz de aynı fikirde misiniz?

Önder Erol ÜNSAL

Mayıs 2021

unsalonderol@gmail.com

IPR GEZGİNİ CLUBHOUSE’TA #V- “COVİD-19 AŞILARI AÇISINDAN PATENT TARTIŞMALARI”

Covid-19 pandemisi yaklaşık bir buçuk yıldır çeşitli şekillerde gündemi meşgul ederken, son bir aydır bu tartışmaların odağı, aşı patentlerine kaymıştır. IPR Gezgini tarafından düzenlenecek Clubhouse etkinliğinde; tartışmalar, konunun uzmanları tarafından ulusal ve uluslararası mevzuat bakımından incelenecek, gerçekleşebilecek senaryolar değerlendirilecek ve Covid-19 özelinde ilerleyen tartışmaların, fikrî mülkiyet hukukuna olası etkileri ele alınacaktır.

Belirtilen hususları uzmanlarından dinlemek üzere konuyla ilgilenen herkesi, Clubhouse uygulaması IPR Gezgini kulübünde 14 Mayıs Cuma gecesi saat 21.00’de gerçekleştireceğimiz “COVİD-19 AŞILARI AÇISINDAN PATENT TARTIŞMALARI” etkinliğimize bekliyoruz.

Toplantının Clubhouse bağlantısını sizlerle ayrıca paylaşacağız; bu veya gelecek etkinliklerimizi atlamamak için Clubhouse’da IPR Gezgini hesabını takibe almayı unutmayın.

Katılımınız ve katkılarınız bizim için değerlidir. Etkinliğin ilgililere faydalı olmasını dileriz.

IPR Gezgini

Mayıs 2021

iprgezgini@gmail.com

HUKUKTA YAPAY ZEKÂ UYGULAMALARI ÇERÇEVESİNDE GELECEKTE HUKUK ÖĞRETİMİ VE AVUKATLIK MESLEĞİ


Hukukun bilim olup olmadığı geçmişten bu yana hukuk felsefecileri tarafından tartışılmış, ancak hukukta tek bir doğru olmadığı göz önüne alındığında bu tartışmaların da tek bir sonuca odaklanmadığı görülmüştür. Günümüzde hukukun, hukuk teknolojileri ve algoritmalar ile doğal bilimlere daha önce hiç yaklaşmadığı kadar yaklaştığı düşünülürse, bu tartışmalara yeni bir boyut eklenebilecektir. Nitekim yazının genelinde açıklanmaya çalışılan hukuk öğretimi ve hukuk uygulaması açısından tasarlanan gelecek alternatifi, hukuk öğretiminde doğa bilimleri öğretimleri gibi deneysel temelli bir yönelim benimsenmesi, hukuk mesleklerinde ise özellikle avukatlık mesleğinde avukatın rolünün değişmesi olabilecektir. Bu bağlamda tartışılması gereken başka bir konu da hukuk dilinin algoritma ile ifade edilip edilemeyeceğidir. Bu yazıda öne sürülen görüşe göre hukuk dili bilgisayar dilinden farklı olarak bir ve sıfırlar, yani doğru ve yanlışlar olarak ifade edilmenin çok daha ötesinde olmakla birlikte, bu dile geleneksel kalıptan sıyrılarak farklı bir açıdan bakılması da önem arz etmektedir.


Hukuk fakülteleri, diğer fakültelerin yanında genellikle geleneksel ve değişime kapalı olarak görülür. Benzer şekilde avukatlık mesleği de kimileri tarafından diğer meslek gruplarına nazaran daha yavaş değişen, özellikle teknolojiye ayak uyduramayan bir meslek olarak nitelendirilebilir. Ancak uzun senelerdir değişmeyen müfredat ile ilerleyen ve temelde hukuk kuralının açıklanmasına dayanan hukuk öğretimini dahi değişime zorlayabilecek bir dönüm noktası bizi bekliyor olabilir.  Bu yazıda, teknolojinin vardığı son noktada algoritmaların avukatlık hizmetinin büyük sayılabilecek bir bölümünü yerine getireceği alternatif ancak beklenen bir gelecekte hukuk fakültelerindeki öğretimin ve avukatlık mesleğinin ne yönde ve nasıl değişebileceğine ilişkin bir düşünce açıklanmaya çalışılacaktır.

I. Günümüz Hukuk Öğretimine Bir Eleştiri ve Gelecekte Hukuk Öğretimine İlişkin Bir Tahmin

James Moliterno, The Future of Legal Education isimli makalesinde, Amerikan hukuk eğitiminin 19. yüzyılın sonlarına doğru Christopher Columbus Langdell’in öncülüğünü yaptığı reformdan beri özünde aynı kaldığından bahsedilerek, “statükodan menfaati olan öğretim üyeleri ve muhalefet uğruna değişime karşı çıkan gelenekçi avukatlar” açısından hukuk öğretiminin son derece yolunda olduğunu belirterek bu değişmeyen müfredat düzeni eleştirilmiştir.[1]  

Bu noktada, pozitivist hukuk yaklaşımına sahip olan Langdell’in hukuk eğitimine getirdiği yenilikten ve Amerikan hukuk eğitiminin gelişiminden bahsetmekte fayda olacaktır. Harvard Law School’un ilk dekanı olan Langdell, 1871’de yayınladığı A Selection of Cases on the Law of Contracts adlı kitabında, bilimsel metodoloji çerçevesinde case metodunu benimseyerek hukuk eğitimini sistematik biçimde müfredata yerleştirilmiş davaların bilimsel bir şekilde incelenmesi ve tümevarım yöntemi ile davalar üzerinden hukukun genel ilkelerine varılması üzerine kurmuş ve bu sistemin ilk uygulayıcısı olmuştur.[2] Landgell’in reformundan  önceki hukuk eğitiminin anlatıldığı kaynaklarda[3] artık tarih olduğundan bahsedilen bu sistemden “Profesörler sınıflarda ders anlatır ve öğrencilerden not almalarını isterlerdi.”,  “Ders kitabının ezberlenmek üzere ayrılmış belirli kısımları hakkında öğrenciler sınava tabi tutulurlardı.”, “Hukuk kuralları üzerine tartışma nadirdi, bu kuralların anlatıldığı ders kitaplarında hukukun kurallarının mutlak doğruluğu varsayılırdı.” şeklinde bahsedildiği görülecektir.

Oysa ki, ABD’de 1870’den öncesine karşılık gelen bu hukuk eğitim modeli bugün bize oldukça tanıdıktır. Nitekim bugün Türk hukuk öğretim sistemi büyük oranda, hatta tamamen demek de fazla cesurca bir söylem olmayacaktır, Profesörlerin derste anlattıkları gerçekliği çoğunlukla sorgulanmayan pozitif hukuk kurallarının ders kitaplarından takibi ve sonrasında sınavlarda test edilmesi şeklinde tek yönlü bir anlayışla devam etmektedir.  Görüldüğü üzere, temelde belli kesimlerin menfaatlerine hizmet eden hukuk öğretiminin değişiminin itici bir güç olmadan kendiliğinden gerçekleşmesini beklemek gerçekçi bir yaklaşım olmayacaktır.

Ancak, bütün bir sistemi değişime zorlayabilecek güçteki değişimin çok da uzak olmayan bir gelecekte bizi beklediğini ileri sürülebilecektir. Nitekim hukuk teknolojilerinin hukuk mesleklerine entegrasyonu sonucunda ortaya çıkan değişimin, hukuk öğretimi ve pratikteki hukuk meslekleri arasında bir uçurum yaratması, hukuk öğretiminde bir değişimi zorunlu kılabilir. Bu açıdan, azalan iş olanakları neticesinde çok daha az hukuk fakültesi mezununun hukuk mesleğini geleneksel olmayan şekilde yürütme imkanı bulabileceği alternatif gelecekte, hukuk fakültelerinin öğrencileri var olan kalıpların dışında düşünmeye iterek, tartışmacı bir yaklaşım ile çözüm üretmeye yönelik geliştirmesi gerekliliği ortaya çıkacaktır. Zira geleneksel hukuk fakültelerindeki kural merkezli eğitimin, mezun olan bir öğrenciye pratik anlamda bir fayda sağlamadığı senaryoda, hukuk fakültesi mezunlarının halihazırda algoritmalar tarafından gerçekleştirilen geleneksel avukatlık hizmetinin dışında yaratıcı düşünce ve algoritmalar tarafından değerlendirilemeyecek karmaşık hukuki bilgi gerektiren görevlerde yer almaları gerekecektir.

Bununla beraber, hukuk teknolojilerinin hukuk mesleklerine entegre olması ve hukuk uygulamasının farklı boyutlara taşınması, hukuk fakültelerinde bilgisayar bilimi temelli derslerin müfredata alınması ile sonuçlanabilir. Bu yönde bir müfredatın oluşturulmasının ise ancak hukukçular ile birlikte bilgisayar bilimi gibi diğer disiplinlerin yardımı ile olacağı açıktır. Konu ile ilgili Thomas Gordon, Artificial Intelligence and Legal Theory at Law Schools isimli makalesinde, günümüzde hukuk ve bilgisayar bilimi arasında disiplinlerarası bir konumda olan yapay zekanın, hukuk fakültelerinde hukuk teorisi (legal theory) nin bir parçası haline getirilerek hukukun bir alt dalı olması fikrini öne sürmüştür.[4] Böylece pozitivist bir bakış açısıyla legal theory’nin hukuk felsefesinden sıyrılıp daha bilimsel bir yapıya kavuşturulması önerilmiştir, ki bu da bizi Hans Kelsen’in hukuku gerçek bir bilim seviyesine yükselterek bütün bilimlerin ortak noktası olan objektifliğe ulaştırmayı hedefleyen görüşüne götürür.

Belli hukuk uygulamalarının bilgisayar diline dökülmesi ve hukuk fakültelerinde bu uygulamaların da öğretilmesi, hukuku geleneksel hukuk anlayışından uzaklaştırarak pozitif bilimlere daha çok yaklaştıracaktır. Öyle ki, hukuk fakültelerinin ikinci fakülte olduğu ABD modeli hukuk öğretiminde, gelecekte mühendislik, matematik, fizik veya bilgi teknolojileri gibi pozitif bilim öğretim geçmişi olan adayların hukuk fakültelerine girişte daha avantajlı olacağı tahmin edilmektedir.[5]

Görüldüğü üzere, gelecekte hukuk mesleklerini de yakından etkileyecek olan yapay zeka ve hukuk teknolojilerinin kötüye kullanılmaları veya kişisel verileri ihlali gibi risklerinin giderilmesi için ihtiyaç duyulan hukukçuların bu teknolojilere hakim olarak yetiştirilmeleri önem arz edecektir. Bu yönde bir gelişim için de diğer disiplinlerle işbirliği ve akademide pratikte yer alan hukuk uygulayıcılarının yer alması da hukuk öğretimi ve hukuk pratiğini birbirine yaklaştırmak için gerekli bir adım olacaktır.

II. Gelecekte Avukatlık Hizmetinin Yürütülmesi

Bu denemenin genelinde hukuk teknolojileri ve algoritmalar  açısından bahsedilen “gelecek” aslında tamamen hayal ürünü alternatif bir uzak zaman olmaktan çok şimdiyi yansıtmaktadır. Bugün söz konusu algoritmalar azımsanamayacak kadar fazla hukuk uygulayıcısı tarafından kullanılmakta olup bunların hukuk mesleklerinin geneline yayılması da teknolojinin gelişme ve ulaşılabilir olma hızı bakımından uzak görünmemektedir. Hukukçuların bu süreçteki etkisi ise, en azından şu aşamada, mesleklerinin yapay zeka tarafından ele geçirilmesi ihtimalini sorgulamaktansa, bu algoritmaların daha hızlı hizmet sunmaları karşılığında tehdit ettiği gizlilik ve kişisel özgürlükler alanlarının güvence altına alınması olmalıdır. Nitekim söz konusu uygulamaların yaygınlaşması, beraberinde getirecekleri risklerin kontrol altında tutulması için hukuk kurallarının getirilmesini de zorunlu kılacaktır.

Bununla birlikte, özellikle avukatlık mesleğinin karmaşık hukuk bilgisi gerektirmeyen ve niceliğe dayanan alanlarında algoritmalar ile otomatikleşeceği gerçeğinin de göz önüne alınması ve avukatlık hizmetinde avukatlara ihtiyaç duyulan kapsamın daralacağının kabulü gerekmektedir. Gerçekten de, yapılan araştırmalar yakın gelecekte sıradan avukatın günlük işlerinin %39’unun programlar tarafından yerine getirilebileceğini göstermektedir.[6] Bu açıdan hukuk mesleklerinin geleceğini irdelemeden önce günümüzde geliştirilen ve kullanılan algoritmaların bazılarını görmekte fayda olacaktır.[7]

Bu algoritmalardan en çok bilineni ROSS Intelligence[8] doğal dil işleme yazılımı ile kullanıcı tarafından sorulan sorulara ilişkin milyonlarca veriyi barındıran veri sisteminde yasal araştırma yapmakta ve avukatın yapacağı araştırmadan çok daha kısa sürede ve daha az maliyetle kullanıcıya sunmaktadır. Halihazırda icra-iflas, fikri mülkiyet, aile, vergi ve iş hukuku alanlarında pek çok kullanıcı tarafından kullanılmaktadır. Nitekim ABD merkezli en büyük hukuk firmalarından Baker Hostetler, ROSS Intelligence’yi icra iflas departmanına 50 avukatın hizmetinde yasal araştırmacı olarak katmıştır.[9] Medyada yer alan haberlerde  ROSS’un kariyerine yeni başlamış avukatların yerini doldurduğu vurgulanması[10] da gerekçelerimizi destekler niteliktedir.

LawGeex[11], doğal dil işleme yazılımı ile avukatlar tarafından okunması dahi günler alacak sözleşmeleri, bu sürenin yüzde seksenini tasarruf ederek incelemek, işlemek ve yorumlamak üzere geliştirilmiş iken; bir başka uygulama olan LegalZoom[12] avukat tutmak zorunda olmadan kullanıcılar için belirli yasal belgeleri oluşturabilen bir algoritmadır. Bu belgelerin arasında marka ve patent başvuru belgeleri, şirket sözleşmesi, kira sözleşmesi, hizmet sözleşmesi gibi belli başlı sözleşme tipleri bulunur. Lex Machina[13] ise sisteminde barındırdığı milyonlarca sayfalık emsal karar, hakimler, avukatlar, taraflar ve dava konuları ile geliştirdiği makine öğrenmesi ile önüne gelen olayın dava sürecini, süresini ve kazanma şansını ortaya koyar. Belirli hakimlerin daha önce benzer konularda verdiği kararları, belirli avukatların davalardaki başarı yüzdelerini saniyeler içinde kullanıcıya sunar.

Yukarıda örneklenmeye çalışılan, bugün halihazırda kullanılmakta olan ve yakın zamanda ulaşılabilirliği hızla artacak olan algoritmaların, en azından öngörülebilir süre içinde avukatlık mesleğini yok etmesi mümkün görünmese de avukatların rolünü değiştireceği yorumu gerçek dışı olmayacaktır. Ayrıca belirtmek gerekir ki, avukatlık hizmetinin, düşük karlı ve karmaşık bilgi ve yorum gerektirmeyen faaliyet alanlarında etkinliğinin söz konusu algoritmalar nedeniyle azalmasının yanında bu algoritmaların yeni faaliyet alanları ortaya çıkarması da bir ihtimal olabilir. Nitekim bu teknolojilerin kullanılması sürecinde algoritmaya yüklenen veri setlerinin kontrolü, kötüye kullanılmasının engellenmesi, kişisel verilerin korunması gibi alanlarda hukukçulara ihtiyaç artacaktır. Bu noktada yukarıda bahsedildiği gibi hukuk teknolojilerine hakim ve çözüm üretebilen hukuk fakültesi mezunları çok daha avantajlı olacaktır.

Bununla birlikte, değişimi ve teknolojik uygulamaları reddeden hukuk bürolarının hızla müvekkil kaybedeceği tahmin edilmekte olup, iddialı bir görüş de bu büroların sonunun, alanındaki yeni teknolojileri reddederek geleneksel üretim yöntemini takip eden Kodak firmasının piyasada  yok oluşuna benzetilmesi yönündedir.[14] Ancak bu senaryoyu, hukuki bir hizmeti tamamen mekanik olan bir hizmetle karşılaştırmak doğru olmayacağından eleştirmek mümkündür. Hukuk, içinde algoritmalar aracılığıyla otomatikleştirilmesi mümkün olmayan pek çok unsuru da barındırmaktadır. Bilgisayar dili, en temel anlamı ile 1 ve 0 rakamlarından oluşan kodlarla ifade edilmektedir. Bu durumda sadece iki seçenek, doğru ve yanlış bulunmaktadır. Hukuk dilini ise bu kadar rasyonel şekilde ifade etmek her zaman mümkün olmayabilir. Nitekim, hukuk kuralları içinde pek çok gri alan da barındırır.

Esasen doğal hukuk anlayışının bir yansıması olarak hukuk diline yerleşmiş ve doğal dilde dahi tanımlanması ve kapsamı belirlenemeyen bazı terimler bulunur. Bunlara örnek olarak hukuk kurallarında yer alan “hakkaniyet”, “iyiniyet”, “dürüstlük kuralı” gibi kavramlar gösterilebilir. Esasında, temelinde doğal hukuk yansıması çerçevesinde ahlak kurallarını içeren bu kavramların bilgisayar diliyle belli formüllere sığdırılması mümkün değildir. Halbuki, hukuki pozitivizmi kabul ettiğimizde ve hukuk kurallarına değer kavramı dışında biçimsel olarak yaklaştığımızda bunların bilgisayar dilinde ifadesi de mümkün olmalıdır. Zira modern hukukta “hakkaniyet”,  “iyiniyet” gibi  ilkelere yer  olmadığı dahi iddia edilebilir. Fikrimizce, hukuk ve bilimin özellikle yapay zeka uygulamaları aracılığı ile birbirine giderek yaklaştığı dönemde bu tartışmalar da geride kalacak ve hukuk kurallarının biçimsel yönü daha baskın hale gelecektir.

Özetle, avukatlık mesleği uygulaması gelecekte farklı boyutlara ulaşacak ve özellikle kariyerlerine yeni başlayan ve hukuk bürolarında junior pozisyonunda yer alan avukatların yaptıkları işlerin azımsanamayacak bir bölümü algoritmalarca büyük bir zaman tasarrufu ile yerine getirilebilecektir. Bu durum hukuk bürolarının istihdamını elbette ki etkileyecektir. Serbest avukatlıkta da benzer şekilde müvekkillerin algoritmalar sayesinde avukatla aynı bilgiye ulaşabileceği işlerin değeri kalmayacağından hukuk hizmetinin kapsamı daralacaktır. Bu kapsamda avukatlık mesleğinin daha ileri seviyeye taşınarak daha proje kapsamlı, yaratıcı çözümler ve karmaşık hukuki bilgi gerektiren bir hale gelmesi mümkün olacaktır. Ancak bu durum avukatlık mesleğinin yok olacağı şeklinde yorumlanmamalıdır, zira hukuk teknolojilerinin tüm sektörü domine ettiği uzak senaryoda dahi bu teknolojilerin kullanımına dair pek çok hukuki uyuşmazlıkta yine avukatlara ihtiyaç duyulacaktır. Her halde hukuk uygulamasında yer alan kişilerin yapay zeka ve bilgisayar teknolojilerine aşina ve bunlardan yararlanabilir hale gelmesi gelecekte hukuk mesleklerinin rolünü belirlemek adına önem arz etmektedir.

Betül ÖZBEK

Mayıs 2021

betulozbek9@gmail.com


[1] Moliterno, James E. “The Future of Legal Education Reform.” Pepperdine Law Review, vol. 40, no. 2, February 2013, p. 423-436. HeinOnline. Accessed 13.10.2020, http://heinonline.org/HOL/Page?handle=hein.journals/jled46&div=12 (Bilkent University Library ISSN:0022-2208), p.426.

[2] Speziale, Marcia. “Langdell’s Concept of Law as Science: The Beginning of Anti-Formalism in American Legal Theory.” Vermont Law Review, vol. 5, no. 1, Spring 1980, p. 1-38. HeinOnline, Accessed 13.10.2020, http://heinonline.org/HOL/Page?handle=hein.journals/vlr5&div=6 , (Bilkent University Library ISSN:0145-2908)

[3] Kimball, Bruce A. “The Langdell Problem: Historicizing the Century of Historiography, 1906-2000s.” Law and History Review, vol. 22, no. 2, Summer 2004, p. 277-338. HeinOnline, Accessed 13.10.2020,  https://heinonline.org/HOL/P?h=hein.journals/lawhst22&i=299 (Bilkent University Library ISSN: 1939-9022) ; Redlich, Josef. Common Law and the Case Method in American University Law Schools: A Report to the Carnegie Foundation for the Advancement of Teaching. New York, The Foundation, Accessed 13.10.2020,  HeinOnline, https://heinonline.org/HOL/P?h=hein.beal/colacsmth0001&i=1, (Bilkent University Library ISSN:0145-2908)

[4] Gordon, Thomas. “Artificial Intelligence and Legal Theory at Law Schools”, Accessed: 20.10.2020, https://citeseerx.ist.psu.edu/viewdoc/download?doi=10.1.1.88.6437&rep=rep1&type=pdf

[5] Reid, Melanie. “A Call to Arms: Why and How Lawyers and Law Schools Should Embrace Artificial Intelligence.” University of Toledo Law Review, vol. 50, no. 3, 2019, p. 477-490. HeinOnline, Accessed: 13.10.2020, p.483, (Bilkent University Library ISSN: 0042-0190)

[6] ibid, p.488.

[7] Semmler, Sean, and Zeeve Rose. “Artificial Intelligence: Application Today and Implications Tomorrow.” Duke Law & Technology Review, 16, 2017-2018, p. 85-99. HeinOnline, Accessed: 20.10.2020, https://heinonline.org/HOL/Page?handle=hein.journals/dltr16&div=4&g_sent=1&casa_token=&collection=journals , p.88 ; Reid, Melanie, p.480-48.

[8] ROSS, https://rossintelligence.com

[9] Law Firm BakerHostetler Hires A ‘Digital Attorney’ Named ROSS, https://www.forbes.com/sites/amitchowdhry/2016/05/17/law-firm-bakerhostetler-hires-a-digital-attorney-named-ross/?sh=6639388578c4

[10] Meet ‘ROSS,’ The Newly Hired Legal Robot, https://www.washingtonpost.com/news/innovations/wp/2016/05/16/meet-ross-the-newly-hired-legal-robot/

[11] LAWGEEX, https://www.lawgeex.com

[12] LEGALZOOM, https://www.legalzoom.com

[13] LEX MACHINA, https://lexmachina.com/legal-analytics

[14] Semmler, Sean, and Zeeve Rose, p.97.


KAYNAKÇA

Gordon, Thomas. “Artificial Intelligence and Legal Theory at Law Schools”, Accessed: 20.10.2020, https://citeseerx.ist.psu.edu/viewdoc/download?doi=10.1.1.88.6437&rep=rep1&type=pdf

Kimball, Bruce A. “The Langdell Problem: Historicizing the Century of Historiography, 1906-2000s.” Law and History Review, vol. 22, no. 2, Summer 2004, p. 277-338. HeinOnline, Accessed 13.10.2020,  https://heinonline.org/HOL/P?h=hein.journals/lawhst22&i=299 (Bilkent University Library ISSN: 1939-9022) ;

Moliterno, James E. “The Future of Legal Education Reform.” Pepperdine Law Review, vol. 40, no. 2, February 2013, p. 423-436. HeinOnline. Accessed 13.10.2020, http://heinonline.org/HOL/Page?handle=hein.journals/jled46&div=12 (Bilkent University Library ISSN:0022-2208), p.426.

Redlich, Josef. Common Law and the Case Method in American University Law Schools: A Report to the Carnegie Foundation for the Advancement of Teaching. New York, The Foundation, Accessed 13.10.2020,  HeinOnline, https://heinonline.org/HOL/P?h=hein.beal/colacsmth0001&i=1, (Bilkent University Library ISSN:0145-2908)

Reid, Melanie. “A Call to Arms: Why and How Lawyers and Law Schools Should Embrace Artificial Intelligence.” University of Toledo Law Review, vol. 50, no. 3, 2019, p. 477-490. HeinOnline, Accessed: 13.10.2020, p.483, (Bilkent University Library ISSN: 0042-0190)

Semmler, Sean, and Zeeve Rose. “Artificial Intelligence: Application Today and Implications Tomorrow.” Duke Law & Technology Review, 16, 2017-2018, p. 85-99. HeinOnline, Accessed: 20.10.2020, https://heinonline.org/HOL/Page?handle=hein.journals/dltr16&div=4&g_sent=1&casa_token=&collection=journals

Speziale, Marcia. “Langdell’s Concept of Law as Science: The Beginning of Anti-Formalism in American Legal Theory.” Vermont Law Review, vol. 5, no. 1, Spring 1980, p. 1-38. HeinOnline, Accessed 13.10.2020, http://heinonline.org/HOL/Page?handle=hein.journals/vlr5&div=6 , (Bilkent University Library ISSN:0145-2908)

Yararlanılan İnternet Siteleri:

ROSS, https://rossintelligence.com

LAWGEEX, https://www.lawgeex.com

LEGALZOOM, https://www.legalzoom.com

LEX MACHINA, https://lexmachina.com/legal-analytics

Law Firm BakerHostetler Hires A ‘Digital Attorney’ Named ROSS, https://www.forbes.com/sites/amitchowdhry/2016/05/17/law-firm-bakerhostetler-hires-a-digital-attorney-named-ross/?sh=6639388578c4 Meet ‘ROSS,’ The Newly Hired Legal Robot, https://www.washingtonpost.com/news/innovations/wp/2016/05/16/meet-ross-the-newly-hired-legal-robot/

AARHUS SÖZLEŞMESİ ÇERÇEVESİNDE TİCARİ SIR KAVRAMININ VE FİKRİ MÜLKİYET HAKKININ İNCELENMESİ

Çevrenin korunması konusunun son yıllarda daha da önem kazanması sonucunda ‘çevresel bilgiye erişim’ toplumun gündeminde daha fazla yer tutar hale gelmiştir. Günümüzde hemen hemen her çevre sorununda, sivil toplum örgütleri ve/veya konuya duyarlı bireyler tarafından ilgili kurum ve kuruluşlara çevresel bilgilerin verilmesi amacıyla başvurular yapılmaktadır. Büyük şirketler tarafından verilen çevresel zararlar nedeniyle ilgili sivil toplum kuruluşlarınca gerçekleştirilen bilgi edinme taleplerinin, kuruluşlar tarafından ticari sır veya fikri mülkiyet hakkı ile çatışması nedeniyle reddedildiği hallere de sıklıkla rastlanmaktadır. Ayrıca, ülkeler önemli bir hak olan çevresel bilgiye erişim hakkına ilişkin uluslararası düzenlemeleri, ticari sır ve fikri mülkiyet gibi hakların zarar görebileceği gibi gerekçelerle de imzalamaktan kaçınmaktadır. Bu yazının yazıldığı tarihten yaklaşık bir hafta önce, termik santrallerin saldığı zararlı gazlar için yapılması gereken sürekli emisyon ölçüm verilerinin ‘ticari sır’ olup olmadığı ülkemizde de tartışıldığından, meselenin bizler için de güncel bir konu olduğu söylenebilir.[1]

Bu yazıda fikri mülkiyetin doğrudan konusu olmamakla beraber, disiplinler arası etkileşimde olduğu çevre hakkı, Aarhus Sözleşmesi çerçevesinde incelenecektir.

Çevre hakkı ve halkın çevresel bilgiye erişimi konularında en temel uluslararası hukuk metinlerinden birisi olan kısaca Aarhus Sözleşmesi olarak adlandırılan 1998 tarihli “Çevre Konularında Bilgiye Erişim, Karar Vermeye Halkın Katılımı ve Yargıya Başvuru Sözleşmesi”[2] çoğu ülkenin ulusal mevzuatını etkilemiş, ancak Türkiye milli güvenlik de dahil çeşitli nedenlerle sözleşmeye taraf olmamıştır.

Sözleşmenin 4. maddesinin birinci fıkrasında, kurumların talep halinde çevresel bilgileri ve ilgili bilgileri içeren gerçek belgelerin kopyaları dâhil olmak üzere belgeleri, herhangi bir menfaat şartı aramadan halkın kullanımına sunmakla mükellef olduğu belirtilmiştir.[3] Dolayısıyla; Aarhus Sözleşmesi’nde herhangi bir koşul aranmadan halka, çevresel bilgilere erişim hakkını tanındığı görülmektedir.

Ancak, Sözleşmenin 4. maddesinin dördüncü fıkrasında bazı hallerin mevcut olması durumunda çevresel bilgi talebinin reddedilebileceği kabul edilmiştir. Bu düzenlenmenin (d) ve (e) bentleri şu şekildedir:

‘(d) Meşru ekonomik çıkarları korumak amacıyla hukuken korunan ticari ve işletme sırlarının olumsuz etkilenebileceği durumlar,

e) Fikri mülkiyet haklarının olumsuz etkilenebileceği haller’

Sözleşme ile paralel şekilde ulusal mevzuatımızda yer alan 4982 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kanunu’nun da 23. ve 24. maddelerinde ticari sır ve fikir ve sanat eserleri sınırlamaları mevcuttur.[4]

Ticari sır kavramını en basit şekilde, ticari sır sahibinin bu bilgileri paylaşması halinde zarar göreceği ya da bu sırların saklanmasında menfaati bulunduğu durumlarda sağlanan hukuki koruma şeklinde tanımlayabiliriz. Net bir tanımı olmayan bu kavramın çevresel bilgiye erişim hakkı karşısında ne kapsamda, ne şekilde yorumlanması gerekmektedir?

Aarhus Sözleşmesi’nin uygulama kılavuzunda özel kuruluşların meşru ekonomik çıkarının korunması kavramının nasıl yorumlanması gerektiğine yer verilmiştir. Bu belgede, meşru ekonomik çıkarın korunması için bilginin gizliliğin belirlenmesinin ve zararın tespit edilmesinin gerekliliği belirtilmiş ve Aarhus Sözleşmesi’nin 4. maddesi dördüncü fıkrasında bu sınırlandırmaların, söz konusu bilgilerin açıklanmasıyla elde edilecek kamu yararı ve çevreye salınan emisyonlarla ilgili olup olmadığının göz önünde bulundurularak dar bir biçimde yorumlanacağı düzenlenmiştir.[5]

Bilgiye erişimle ilgili çeşitli şikayetler, Aarhus Sözleşmesine Uyum Komitesi (bundan sonra “Komite” olarak anılacaktır) tarafından ele alınmış ve ticari şirketlerin meşru ekonomik çıkarına ilişkin ticari işletme sırları ile ilişkisi değerlendirilmiştir. 

Bu uyuşmazlıkların birine örnek vermek gerekirse; Romanya’da kurulan bir Nükleer Santral için bilgi talep edilmiş ve iki kez bilgi talebine yanıt verilmemiştir. Üçüncü kez talep edilmesine karşılık yetkililerin bilgileri vermeyi reddetmesi üzerine konu ACCC/C/2010/51 sayılı Greenpeace; Nükleer Enerji Santrali, Romanya şikayeti başlığı ile Komite tarafından değerlendirilmiştir. Değerlendirmede; Sözleşmenin 4. maddesinin 4(d) paragrafının, meşru ekonomik çıkarları korumak için bu tür bilgilerin kanunla korunduğu durumlarda yetkili makamların ticari ve endüstriyel bilgilere erişimi reddetmelerine izin verdiği, ancak sözleşmede hangi bilginin ticari ve endüstriyel bilgi olduğunun tanımlanmadığı ve bu istisnanın kullanımında yetkililerin bilgileri keyfi bir şekilde vermemesini önlemek amacıyla bilginin gizli olarak nitelendirilmesi için kriterlerin ve izlenecek yolun açıkça yasayla tanımlanması gerektiği belirtilmiştir.

Komite değerlendirmesi sonucunda; kuruluşun nükleer santral için talep edilen bilginin kamuya verilmesi talebini reddetme gerekçesini açıklaması gerektiğini ve Sözleşmenin 4. maddesi dördüncü fıkrasındaki kamu yararı dikkate alınmayarak sözleşmeye uyulmadığını belirtmiştir.

Ticari ve işletme sırlarının korunması çevresel bilgi taleplerinde daha çok karşımıza çıkmaktadır. Bununla birlikte; Sözleşmenin 4. maddesi dördüncü fıkrasındaki kısıtlamaların (e) bendindeki fikri mülkiyet hakkının olumsuz etkilenebileceği durumlarda özel kuruluşlarının bilgi edinme taleplerini reddedebileceği düzenlenmesine istinaden, fikri mülkiyet hakları ile özellikle telif hakkı ile çatıştığı örnekler az da olsa bulunmaktadır. Bunlardan biri; ACCC/C/2005/15 sayılı  Alburnus Maior, NGO, Romanya başlıklı şikayet sonucunda Komite’nin değerlendirmesidir.[6]

Bilgi vermeyi reddeden taraf; Komite’ye, Romanya Telif Hakkı Ofisinin, Ulusal Çevre Koruma Ajansını, çevresel etki çalışmalarının telif hakkı yasasıyla korunan bilimsel çalışmalar olduğu ve bu nedenle yalnızca eser sahibinin açık rızası ile kullanılabileceği ve kamuya açıklanabileceği konusunda bilgilendirdiğini bildirmiştir.

Telif Hakkına konu olduğu iddia edilen Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) raporları, bir projenin çevreye verebileceği olumlu ve olumsuz etkilerinin değerlendirip, olumsuz etkilerin en aza indirilmesi, bu projelerin uygulanmasının izlenmesi ve kontrolünün sağlanması için hazırlanan çalışmalardır.[7]

Bunun üzerine; telif hakkı ile korunan menfaatlerle ilgili makamların ve halkın belirli bir faaliyetin potansiyel çevresel etkilerine ilişkin bilgiye erişim hakkının değerlendirilmesi amacıyla Komite’ye başvurulmuştur.

Komite görüşünün 29. maddesinde; ÇED çalışmalarının, idari prosedürde kamuya açık dosyada kullanılmak üzere hazırlandığı ve bu nedenle yazarın veya geliştiricinin, fikri mülkiyet hukuku gerekçesiyle bilgileri kamuya açıklamaktan alıkoyma hakkına sahip olmaması gerektiği belirtilmiştir.

Devamla, telif hakkı yasalarının, Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) çalışmalarına uygulanmasının ve idari usulde kamuya açık niteliğe sahip ve karar verirken yetkililere sunulan -özellikle “karar verme ile ilgili bilgilerin” bir parçasını oluşturdukları durumlarda- bu tür çalışmaların, kamuyu aydınlatma dışında bırakılmasının hiçbir şekilde haklı gösterilemeyeceği ve bu tür çalışmaların halkın katılımını sağlayarak halkın kullanıma açık hale getirilmesi gerektiği belirtilmiştir.

Komite; Aarhus Sözleşmesi belirli durumlarda fikri mülkiyet hakları nedeniyle kamudan gelen bazı bilgilere yönelik taleplerin reddedilebilmesine izin verse de, sözleşmede yer alan istisna düzenlemelerinin, ilgili kurum/kuruluş tarafından bilgilerin verilmesinin sağladığı kamu yararı dikkate alınarak, kısıtlayıcı ve dar bir şekilde yorumlanması gerektiğini belirtmiştir.

Genel çerçevede, Komite’nin görüşleri incelendiğinde; ticari sır ve fikri mülkiyet sınırlamalarının ezbere kullanılmaması, hakların karşılaştırma yapılarak değerlendirilmesi gerektiği ve bu sınırlamaların mümkün olduğu kadar kamu yararı ilkesi de gözetilerek ve gerekçelendirilerek uygulanabileceği belirtilmiştir.

Ticari sır olduğu gerekçesiyle çevresel bilgi verilmemesinin etkilerini somutlaştırmak için verilebilecek en önemli örneklerden birisi, 3 Aralık 1984 tarihinde gerçekleşen ve 18.000 kişinin ölümüne, 150.000’den fazla insanın zehirlenmesine sebep olan Bhopal felaketidir. Felaket, A.B.D. menşeili Union Carbide firmasının Hindistan‘da Bhopal‘de kurduğu böcek ilacı üreten fabrikadan yanlışlıkla 40 ton metil isosiyanat gazının dışarı atılması sonucunda gerçekleşmiştir. Union Carbide firması bir “ticari sır” olduğu gerekçesiyle toksik maddenin adını bile açıklamaktan kaçınmıştır. Bu durumun, zehirlenenlere bir tanı konmasını imkânsız kılarken, hastanelerde ölümlerin artmasına yol açtığı söylenmektedir.[8] Hindistan’da yaşanan bu felaket bize çevresel bilgiye ulaşmanın ne kadar önemli olduğunu, ticari sır ve fikri mülkiyet gibi gerekçelerle bilgi talebinin ‘ezbere’ şekilde reddedilmesinin doğuracağı sonuçları göstermektedir.

Bknz. Bhopal: A Prayer for Rain (2014) film afişi

Çevre hakkı; fikri mülkiyet hakları ve ticari sır kavramları ile doğrudan kesişen bir konu olmasa da, çevre hakkıyla ilgili çoğu sözleşme ve kanunda istisna olarak bu iki kavram düzenlenmektedir. Çevrenin korunması konusu bu kadar gündemdeyken, söz konusu hak ve kavramların çatışması ileride ülkemizde de tartışmalara konu olabilecektir. Belirtilen hak ve kavramların çatışması sonucu ülkemizde ve dünyada doğacak uyuşmazlıklarda yargının bakış açısının ne şekilde gelişeceğini merakla beklemekteyiz.

Aysu TAŞ

Mayıs 2021

aaaysutas@gmail.com


[1] https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/bakanliktan-halk-sagligi-uyarisina-ticari-sir-yaniti-1829559

[2] https://treaties.un.org/Pages/ViewDetails.aspx?src=TREATY&mtdsg_no=XXVII-13&chapter=27

[3] A. Güneş , “Aarhus Sözleşmesi ve Çevresel Bilgiye Erişim Hakkı”, Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, c. 17-18, sayı. 26-27-28-29, Mar. 2015 , s. 29

[4] 4982 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kanunu:

Madde 23- Kanunlarda ticarî sır olarak nitelenen bilgi veya belgeler ile, kurum ve kuruluşlar tarafından gerçek veya tüzel kişilerden gizli kalması kaydıyla sağlanan ticarî ve malî bilgiler, bu Kanun kapsamı dışındadır.

Madde 24- Fikir ve sanat eserlerine ilişkin olarak yapılacak bilgi edinme başvuruları hakkında ilgili kanun hükümleri uygulanır.

[5] A. Güneş , a.g.e., s. 31

[6] https://unece.org/env/pp/cc/accc.c.2005.15_romania

[7] https://cevreselgostergeler.csb.gov.tr/cevresel-etki-degerlendirmesi-kararlari-i-85829

[8] “Alfred de Grazia, A Cloud over Bhopal – Causes, Consequences and Constructive Solutions, 1985; aktaran; Zehra ALTUN GENCER, BHOPAL FELAKETI, FarmaKolaj, 3 Aralık 2019 ss. 29

Covid-19 Gerekçesi ile TRIPS’in Askıya Alınması Talebi Hakkında Son Gelişmeler

Uzun süredir dünya gündeminde ilk sırayı Covid-19 Salgını (“Salgın”) işgal etmektedir. Salgının ilk günlerinde bulaşının nasıl gerçekleştiği, Salgından korunma ve tedavi yöntemleri gündemin ilk sırasında yer alırken, ilerleyen günlerde aşı çalışmalarındaki gelişmeler gündemin ilk sıralarını devralmıştır. Bugün itibarıyla sınırlı sayıda da olsa Salgını önlemeye yönelik aşılar mevcut olup aşıya erişim sorunu gündemi işgal etmektedir.

Bugün itibarıyla en az bir doz aşılanan insan sayısının nüfusa oranı İsrail’de %63, İngiltere’de %51, A.B.D.’nde %44, Şili’de %43, Kanada’da %34, Almanya’da %28, İsveç ve Norveç’te %25, Fransa’da %23, İran’da %1, Pakistan’da %0,9, Afganistan’da %0,6, Sudan’da %0,3 olup Afrika ülkelerinde ya %1’in altında ya da aşılanmaya hiç başlanılmamış durumdadır[1].

Halihazırda üretilen aşıların %80’i gelişmiş ülkeler tarafında alınmış olup, sadece %0,2’si yoksul ülkelere ulaşmıştır. Aşılara ulaşmada ülkeler arasındaki gelir seviyelerine bağlı bu muazzam dengesizlik, aşılara ilişkin patentler konusunda TRIPS korumasının askıya alınması talebi ve zorunlu lisans dahil birçok tartışmaya yol açmaktadır.

Özellikle TRIPS korumasının geçici olarak askıya alınması konusundaki gelişmeler oldukça yoğunlaşmış ve konuyla ilgili gelişmeler, IPR Gezgini’nde Önder Erol ÜNSAL ve Gonca ADALI BAŞMAKCI tarafından hazırlanan 12 Nisan 2021 tarihli makale[2] ile gündeme taşınmıştır.

Bu yazıda yine TRIPS korumasının askıya alınmasına ilişkin olup, konu hakkındaki yeni gelişmeleri ve tarafların gerekçelerini içerecektir.

Salgının durdurulması, önlenmesi ve tedavisine ilişkin ürünler için TRIPS korumasının askıya alınmasına yönelik Hindistan ve Güney Afrika Cumhuriyeti tarafından 2 Ekim 2020 tarihinde Dünya Ticaret Örgütü’ne (“WTO”) sunulan öneri[3] (“Öneri”) ilk olarak Kenya, Mozambik, Pakistan, Bolivya, Venezuela, Moğolistan, Zimbabve, Mısır, Afrika Grubu ve Az Gelişmiş Ülkeler Grubu tarafından desteklenmiş ve bugün itibarıyla 100 civarında ülke tarafından desteklenmektedir.

Bahse konu Öneri sadece Salgına yönelik ilaç ve aşıları kapsamamakta, bu aşı ve ilaçların üretimine, dağıtımına ve uygulanmasına yönelik bileşenler ve ekipmanlar, aşı ve ilaçların araştırılması, geliştirilmesi, üretilmesi, dağıtılması ve uygulanması için gerekli her tür ürün açısından da TRIPS korumasının askıya alınması istemini içermektedir. Yine öneri test kitleri, tıbbi maskeler, kişisel korunma ekipmanları (PPE) ve vantilatör gibi Salgına ilişkin olarak kullanılan birçok diğer malı da kapsamaktadır. Öneri, sadece patentlerle sınırlı olmayıp bahsedilen bileşen, ekipman ve mallara yönelik tasarım, telif hakkı ve kamuya sunulmamış bilgiler açısından da korumanın askıya alınması talebini içermektedir.

Öneriyi savunanların gerekçelerinden bazıları özet olarak şunlardır:

(1)   Fikri ve sınai hakların korunması ile insan ölümlerinin önlenmesi arasında bir tercih durumu bulunmaktadır ve bu tercih insan ölümlerinin önlenmesi yönünde kullanılmalıdır. Bu da önerinin kabul edilmesini gerektirmektedir.

(2)   Önerinin kabul edilmesi durumunda aşı üretimi artacak, aşıya ulaşım çok daha kolay ve çok daha kısa sürede olacaktır.

(3)   Aşı ve ilaca erişim konusunda ülkeler arası gelir dağılımına bağlı büyük dengesizlik azalacaktır.

(4)   Aşıya erişimin bazı ülke ve bölgelerde gecikmesi veya hiç mümkün olmaması, virüsün değişmesine ve dolayısı ile mevcut aşı ve ilaçlara karşı daha dirençli hale gelmesine imkan vermektedir.

Öneriye karşı olanların gerekçelerinden bazıları ise özet olarak şunlardır:

(1)   TRIPS korumasının kaldırılması, gelecekte de benzer sınırlamalar için emsal olarak kullanılacak ve netice olarak fikri ve sınai haklara sağlanan korumayı zayıflatacaktır.

(2)   Öneri kapsamında sadece COVID-19’la ilgili aşı ve ilaçlar bulunmamakta, bunun dışında salgınla mücadeleye ilişkin her tür bileşen, makine ve ekipman da bulunmaktadır. Aşıların üretiminde kullanılan yüzlerce bileşenden çoğu farklı birçok ilaç ve sektörde kullanılan bileşenlerdir. Öneri kapsamındaki diğer makine ve ekipmanlar için de durum farklı değildir.

(3)   COVID-19 ile mücadele için gerekli bileşen, aşı, ilaç, cihaz ve ekipmanlara sağlanan TRIPS korumasının aşıya ve tedaviye erişimi engellediğini savunan ülkeler, TRIPS korumasının kaldırılmasını talep etmek yerine, TRIPS’in 31 inci maddesi kapsamında zorunlu lisans yoluyla zaten çözüm bulabilirlerdi. Böyle bir imkan varken bunu kullanmak yerine çok geniş kapsamdaki bileşen, cihaz ve ekipman açısından patent, tasarım, telif hakkı koruması ile kamuya sunulmamış bilgilere sağlanan korumaların askıya alınmasını talep etmek anlamlı durmamaktadır.

(4)   COVID-19 ile mücadeleye yönelik bileşen, aşı, ilaç, cihaz ve ekipmanlar açısından TRIPS korumasının askıya alınması, gelecekte meydana gelebilecek muhtemel salgınlarla mücadele amacıyla yapılacak yatırımları azaltacak ve çözüme ulaşma sürelerini uzatacaktır. Çünkü büyük emek ve harcamalarla elde edilen yeniliklerin ellerinden alınacağı ihtimali altındaki sektör, bu emek ve harcamaları yapmaya isteksiz olacaktır.

(5)   Aşıya erişimde yaşanan sıkıntılar bahane edilerek diğer birçok ilaç ve sektöre de ilişkin olan birçok bileşen, aşı, ilaç, cihaz ve ekipmanlar açısından TRIPS koruması askıya alınmaya çalışılmaktadır.

(6)   Aşı üretiminin azlığının birçok sebebi bulunmaktadır. Bunların başında ara mal ve malzemelerin kıtlığı, üretim için gerekli altyapı ve yetişkin insan kıtlığı, dağıtım ve uygulama sorunları yer almaktadır. Aşı bileşenlerinin bazıları birçok değişik sektörde de kullanılan bileşenler olup muazzam sayıda aşı üretimi talebi ile bu bileşenler için oluşan talep, arz miktarının çok üzerindedir. Bunların hiçbiri, TRIPS ile sağlanan koruma ile alakalı değildir.

(7)   Aşı üretimi oldukça kapsamlı altyapı ve yetişmiş insan gerektirmektedir. Alışılmış ihtiyaçlara yönelik aşı üreten tesisler, standart işlerinin yanında COVID-19 aşısını üretmeye çalışmaktadır. Yeni bir teknoloji olan mRNA aşılarının üretimi oldukça farklı altyapı ve yetişmiş insan gerektirmektedir. Dolayısı ile Önerinin kabul edilmesi, klasik teknoloji ile üretilen aşı miktarı ile yeni bir teknoloji olan mRNA aşılarının üretim miktarını da kısa ve orta vadede artırmayacaktır.

Önerinin kabul edilip edilmeyeceği hususunda ABD yönetiminin tavrının oldukça önemli olacağı anlaşılmaktadır. Öneriye Trump yönetimi açıkça karşı idi. Biden yönetimi ise henüz bir pozisyon belirlemiş değildir. Hem öneriyi destekleyenler ve hem de öneriye karşı olanlar tarafından Biden yönetimi üzerinde büyük baskı kurulmaktadır. Nisan ayı içinde Fransa eski Cumhurbaşkanı François Hollande ve İngiltere eski başbakanı Gordon Brown dahil 170’ten fazla eski devlet yöneticisi Biden’e ortak bir mektup yazarak Öneriyi desteklemesini talep etmişlerdir. ABD’de Demokrat Partili 10 Senatör ile 100’den fazla Temsilciler Meclisi üyesi de Biden’e mektup yazarak Öneriyi desteklemesini talep etmişlerdir. Ticaret ve sanayi örgütleri ile ilaç sektörü de öneriye karşı çıkılması talebiyle Biden nezdinde girişimlerde bulunmaktadır. Bu girişimlerde Öneri karşıtlarının yukarıda sayılan gerekçeleri dışında ABD’ye özgü diğer bazı nedenler de gündeme getirilmektedir. ABD’ye özgü bu diğer nedenlerden bazıları şunlardır:

(1) ABD yönetimi aşı araştırma ve geliştirmesi için ilaç şirketlerine ABD halkının 12 milyar Dolar’ını vermiştir. Bu harcamanın karşılığının ülkede kalması için Öneriye karşı çıkılmalıdır.

(2) Önerinin kabul edilmesi durumda birçok diğer ilaç, hastalık ve sektörde de kullanılan bileşen, aşı, ilaç, cihaz ve malzemeler açısından TRIPS koruması kalkacağı için bu durum, ABD ilaç firmalarının birçok avantajını ortadan kaldıracak ve dolayısı ile gelecekte bu firmaların rekabet gücünü azaltacaktır[4].

Öneri, WTO TRIPS Konseyi’nin 10-11 Mayıs 2021 tarihlerindeki olağan toplantılarının ana gündemi olacaktır. Orada bir sonuca ulaşılmaması durumunda Konsey’in 8-9 Haziran 2021 tarihli toplantısında tekrar görüşülecektir.

Önerinin önümüzdeki hafta başında WTO TRIPS Konseyi’nde görüşülecek olması, tarafların ABD yönetimi nezdindeki faaliyetlerini artırmıştır. Biden yönetiminin önümüzdeki günlerde Öneri konusunda bir pozisyon belirleyip açıklaması beklenmektedir.

Abdurrahim AYAZ

Mayıs 2021

abdurrayaz@gmail.com


[1] İstatistikler, https://ourworldindata.org/covid-vaccinations  linki ile ulaşılabilecek internet sayfasından 4 Mayıs 2021  tarihinde alınmıştır.

[2] Belirtilen makaleye https://iprgezgini.org/2021/04/12/dunya-ticaret-orgutunde-covid-19-gundemi-salginla-mucadelede-trips-muafiyetleri-istemi/ linki ile ulaşılabilir.

[3] Öneri metnine WTO sitesinde https://docs.wto.org/dol2fe/Pages/SS/directdoc.aspx?filename=q:/IP/C/W669.pdf&Open=True linki ile ulaşılabilir.

[4] ABD’nin Öneriye karşı yaklaşımına ilişkin bilgilerin bazıları New York Times’ta yayımlanan ve https://www.nytimes.com/2021/05/03/us/politics/biden-coronavirus-vaccine-patents.html linkiyle ulaşılabilecek makaleden alınmıştır.

YÜKSEK İŞİTSEL BENZERLİK VE MALLAR ARASINDAKİ AYNİYET, MARKALAR ARASINDA KARIŞTIRILMA İHTİMALİ YARATMAZ MI?

Markalar arasındaki yüksek işitsel benzerlik ve markaların kapsadıkları mallar arasındaki ayniyet, karıştırılma ihtimali için yeterli değil midir? Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD) Genel Mahkemesi bu soruya, 10 Şubat 2021’de T-117/20 sayılı kararıyla[1] cevabını verdi.

MKR Design SRL, aşağıda görseline yer verilen işaretin AB markası olarak 25. sınıftaki “Giysiler; Baş giysileri” malları için tescili talebiyle EUIPO nezdinde başvuruda bulunmuştur.

Avrupa’nın en büyük mağaza zinciri olan El Corte Inglés, SA, aşağıdaki tescilli markalarını gerekçe göstererek, bu başvurunun ilanına 207/2009 sayılı Topluluk Marka Tüzüğü’nün[2] 8/1(b) maddesi uyarınca itiraz etmiştir:

  • 25. sınıfta tescilli, İspanyol markası “PANTHER”,
  • 25. sınıfta tescilli, İspanyol markası
  • 25. sınıfta tescilli, AB markası

EUIPO İtiraz Birimi, markalar arasında karıştırılma ihtimali olmadığı gerekçesiyle itirazı reddetmiştir. İtiraz sahibi, bu kararı EUIPO Temyiz Kurulu’na taşımıştır. Kurul, markalar arasındaki işitsel benzerliğin yüksek olduğuna, ancak işaretlerin görsel ve kavramsal olarak benzer olmadığına karar vererek İtiraz Biriminin kararını onaylamıştır. İtiraz sahibi şirket, Temyiz Kurulu’nun kararına karşı ABAD Genel Mahkeme nezdinde itirazda bulunmuştur. Şirket, karşılıklı bağımlılık (interdependence) ilkesi gereğince, markaların kapsadıkları malların aynı olmasının ve markalar arasında işitsel benzerlik bulunmasının karıştırılma ihtimali için yeterli olduğunu iddia etmiştir. Temyiz Kurulu’nun görsel benzerlik incelemesine atfettiği önemi eleştiren itiraz sahibi, çoğu tüketicilerin markaları telaffuz etme eğiliminde olduğunu ve markaları sadece okumadıklarını iddia etmiştir. Ayrıca, markaların kavramsal olarak benzer olduğunu, tüketiciler tarafından “PANTHÉ”  kelimesinin “PANTHER” kelimesinin yanlış yazılmış bir hali olarak algılayacaklarını savunmuştur.

Genel Mahkeme ise uyuşmazlık hakkında özetle şu şekilde karar vermiştir:

  • Önceki tarihli itiraz gerekçesi markalarda, görsel olarak çok önemli bir yere sahip olan kedi görseli, başvuru konusu işarette yer almamaktadır.  Başvuruda yer alan “PANTHÉ”  ibaresi ile önceki tarihli markalarda yer alan “PANTHER” ibaresinin yazı tipleri ve sonları farklılık göstermektedir. Tüm bu nedenlerle başvuru konusu işaretin yarattığı genel görsel izlenim önceki tarihli markalardan farklıdır.
  • Temyiz Kurulu’nun markalar arasındaki işitsel benzerliğin yüksek olduğu yönündeki kararı yerindedir.
  • İtiraz sahibinin iddia ettiği şekilde, malların aynı ve benzer olduğu durumlarda, işaretler arasındaki işitsel benzerliğin tek başına karıştırılma ihtimali yaratabileceği olgusu doğrudur. Ancak, bu tür bir karıştırılma ihtimalinin varlığı, bu işaretler arasındaki kavramsal, görsel ve işitsel benzerliklerin bütüncül değerlendirmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkmalıdır. Yani, karşılıklı bağımlılık ilkesi nedeniyle, iki işaret arasında işitsel benzerliğin olduğu her durumda mutlaka karıştırılma ihtimalinin doğacağı sonucuna varılamaz.
  • İşaretlerin görsel, işitsel veya kavramsal yönleri her zaman aynı öneme sahip değildir. İlgili tüketici kesimi, markanın kullanıldığı emtiaları görsel olarak algılıyorsa, iki marka arasındaki işitsel benzerliğin derecesi daha az önemlidir. Genellikle giyim mağazalarında, müşteriler satın almak istedikleri ürünleri kendileri seçerler ve bu seçim genelde görsel bir inceleme sonucunda yapılır. Bu nedenle somut olayda, karıştırılma ihtimalinin global incelemesinde görsel benzerlik daha büyük bir rol oynamaktadır.
  • Söz konusu işaretlerden birisinin ilgili kesimin hemen algılayabileceği net ve spesifik bir anlamı varsa kavramsal farklılıklar, görsel ve işitsel benzerlikleri ortadan kaldırabilir. Somut olayda, önceki şekil markaları açıkça siyah kedi kavramıyla ilişkilendirilirken, başvuru konusu işaretin belirli bir anlamı olduğu kanıtlanmamıştır. Sonuç olarak, söz konusu işaretler arasındaki kavramsal benzerlik eksikliğinin, işitsel benzerliği ortadan kaldırmaya yeterli olduğu kabul edilmelidir.

Genel Mahkeme markalar arasındaki yüksek işitsel benzerliğe ve malların aynı olmasına rağmen karıştırılma ihtimalinin olmadığına karar vererek davayı reddetmiştir. Karma nitelikteki, yani kelime ve şekil unsurundan oluşan markaların kıyaslanmasında, genel kabul,[3] kelime unsurunun genel izlenime etkisinin daha fazla olduğu iken Genel Mahkeme’nin bu kararı, itiraz sahibini şaşırtmış olabilir. Ancak EUIPO marka inceleme kılavuzunda, kelime unsurunun her koşulda markanın genel izleniminde daha güçlü bir etkiye sahip olduğunun söylenemeyeceği; bazı hallerde karma nitelikteki markalarda yer alan görsel unsurların da kelime unsurları kadar etkili olduğu ifade edilmiştir.

Somut olayda da, Genel Mahkeme’nin markalarda yer alan kelime unsurları arasındaki yüksek işitsel benzerliğe rağmen, önceki tarihli markalarda yer alan baskın görsel unsurların, markaların genel izlenimine olan katkısını dikkate alarak karar verdiğini söylemek mümkündür. Genel Mahkeme, tüketicinin uyuşmazlık konusu kıyafet ürünleri sözlü bir şekilde sipariş etmek yerine mağazada kendi seçtiği için markanın görsel unsurlarına daha çok dikkat edeceğini bu nedenle de işitsel benzerliğin önemini yitirdiğini belirtmiştir. Özellikle internet üzerinden alışverişlerin arttığı ve artık mağazalarda tüketicilerin ilgili ürünleri sözlü olarak sipariş etme durumunun git gide azaldığı bir dönemde, markalar arasındaki görsel benzerliğe daha çok önem verilen kararların artması muhtemel gözükmektedir.

Banu Eylül YALÇIN

Nisan 2021

eylulyalcin96@gmail.com


[1] ABAD Genel Mahkeme’nin, T-117/20, EU:T:2021:81 sayılı, 10 Şubat 2021 tarihli, El Corte Inglés, SA, v EUIPO, MKR Design Srl kararı, <https://curia.europa.eu/juris/document/document.jsf?text=&docid=237627&pageIndex=0&doclang=EN&mode=lst&dir=&occ=first&part=1&cid=4156260&gt;

[2] 26.02.2009 tarih ve 207/2009 sayılı Konsey Tüzüğü

[3] Bkz. EUIPO, Guidelines for Examination in the Office, Part C Opposition, Version 1.0, 01.03.2021, s. 983