Etiket: gonca ılıcalı

FİKRİ MÜLKİYETTE CİNSİYET DENGESİ VAR MI? (BÖLÜM II)

Yazımızın dün yayımlanan ilk bölümü, fikri mülkiyetteki kadın temsiliyetinin yetersizliğini ortaya koyuyor olsa da; aşağıda sadece bazılarına yer verdiğimiz kadınların, üstelik de ayrımcı tutumlarla mücadele ederken kazandıkları başarılar ilham kaynağı, daha nicelerinin tarihe not düşülmesi de ağaca astığımız dileğimiz olsun!

June Almeida[1]: Glasgow İskoçya’da yaşayan June Hart, maddi imkansızlıklar nedeniyle 16 yaşında okulunu bırakıp laboratuvar teknisyeni olarak çalışmaya başlar. Evlenip Almeida soyadını alır, Kanada’ya göç eder ve 1963 yılında Toronto’daki Ontario Kanser Enstitüsünde elektron mikroskoplarıyla çalışılan bir iş bulur. Yeni teknikler geliştirir, virüslerin daha önce görülmemiş yapılarını açıklayan makaleler yayımlar ve 1 yıl sonra yeni bir virüs keşfeder. Almeida’nın bu virüs hakkındaki çalışmaları, ilerleyen yıllarda farklı ortamlarda başka bilim insanlarıyla da devam eder. Virüsün etrafında haleler vardır. Bu sebeple ona, Latince taç anlamına gelen “Corona” adını verirler ve böylelikle, koronavirüsü keşfeden ilk kişi Almeida olur. Almeida’nın 34 yaşında elde ettiği bu başarı dikkat çekicidir, çünkü örgün eğitimini tamamlamamıştır.

Katherine Johnson[2]: NASA’da çalışan ilk Afrika kökenli Amerikalı bilim kadınlarından olup uzay araçlarının uçuş yollarını hesaplayıp analizini yapan matematikçidir. Amerikalıların ilk kez Dünya’nın yörüngesine girmesine ve aya ayak basmasına izin veren hesaplamaları yapmasıyla tanınır.

Marie Curie: Varşova’da doğan Manya Skłodowska, Pierre Curie ile evlendikten sonra Marie Skłodowska-Curie adını alır. Radyum ve polonyum elementlerinin kâşifi olması ve radyoaktivite alanındaki sıra dışı çalışmaları nedeniyle 1903 yılında fizik, 1911 yılında da kimya olmak üzere iki Nobel Ödülüne layık görülür. Böylelikle Marie Curie ismi, Nobel Ödülünü kazanan ilk kadın olmasının yanı sıra iki bilim dalında Nobel Ödülü kazanmış tek kişi olarak tarihe geçer.

“Kanser ve benzeri hastalıklardan muzdarip kadınların radyolojik tedavisi” için tıp alanında çalışan kadınlar tarafından kurulan bir hastane, 1929 yılında Londra’da açılır. Marie Curie projeyle yakından ilgilenir ve hastaneye adının verilmesine izin verir. The Marie Curie Hospital[3], daha modern ekipmanlarla donatılacak yeni bir binaya taşınmak üzere 1967’de kapatılır ve süreç içinde birçok değişime uğrar.   

Valentina Tereşkova: Mühendis olan Tereşkova, uzaya giden ilk kadın kozmonottur. Uzay görevine tek başına çıkıp sadece üç günde Dünya’nın yörüngesinde 48 kez döner.

Elizabeth Garrett Anderson: Kadınların doktorluk yapmasına izin verilmeyen bir dönemde, İngiltere’deki ilk kadın doktor olur. Kadınlar için bir tıp okulu açar, liderlik pozisyonlarına öncelikle kadınları atar ve böylelikle Büyük Britanya’da tıpta kadınların öncüsü olur. Tıp fakültesindeki ilk kadın dekanlık görevinden sonra da İngiltere’deki ilk kadın belediye başkanı olur.

Chien-Shiung Wu: Amerika Birleşik Devletleri Princeton Üniversitesi fizik bölümünde işe alınan ilk kadın öğretim üyesidir. Columbia Üniversitesinde nükleer silahların yaratılmasıyla sonuçlanan Matthan Projesine katılır ve özdeş parçacıkların her zaman aynı şekilde davranmadığını kanıtlayan Wu deneyini yürütmesiyle tanınır. 1978’de ilk Wolf Fizik Ödülünü alınca “Fiziğin First Lady’si” lakabı takılır.

Ada Lovelace: 1880’lerde, bir bilgi işlem makinesi fikrinin geliştirilmesine yardımcı olarak bilgisayarın icadından çok önce bilgisayar için bir algoritma icat eder. Bu icat onun, dünyanın ilk bilgisayar programcısı olarak kabul edilmesini sağlar. Katkılarını onurlandırmak isteyen ABD Savunma Bakanlığı, 1990’larda yeni bir bilgisayar diline “Ada” adını verir.

Sally Ride: 1983’te uzaya çıkan ilk Amerikalı kadın astronottur. NASA’nın ikinci ve üçüncü Uzay Mekiği görevlerinde, uyduları uzaya yerleştirmek için robotik kolu çalıştırır. NASA’dan ayrıldıktan sonra, Dünya’nın fotoğraflarını çekme ve onları inceleme fırsatı veren NASA’nın EarthKam Projesini kurar. 2003 yılında Astronot Onur Listesine adı yazılır. Bilim ve matematikte kadınlar ve kız çocukları için kariyer ve eğitim fırsatları yaratmada etkili olur.

Mae Jemison: 1992’de uzaya giden Afrika kökenli ilk kadın NASA astronotudur. Aynı zamanda doktor ve mühendistir. “Star Trek: The Next Generation”nın bir bölümünde yer alır. Ulusal Kadın Onur Listesine ve Uluslararası Uzay Onur Listesine alınır. ABD Savunma İleri Araştırma Projeleri Ajansı aracılığıyla, gelecek 100 yıl içinde başka bir yıldıza insan yolculuğunu konu alan 100 Yıllık Yıldız Gemisi Projesini yönetir.

Ruth Rogan Benerito[4]: Biyoürünlerde öncü olan Amerikalı kimyager; kırışmayan, leke tutmayan ve ateşe dayanıklı pamuklu kumaş üretmeyi keşfederek İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerika’da pamuk endüstrisini kurtarmasıyla tanınır. Ayrıca, hastaların intravenöz beslenmesinde kullanılmak üzere tohumlardan yağ çıkarmak için geliştirdiği yöntem, günümüzde kullanılan yöntemin temeli olur.

Ellen Ochoa[5]: Optik sistemler hakkında üç patente sahip olan araştırmacı bir mühendistir. Daha sonra Discovery uzay mekiğindeki göreviyle uzaya giden ilk Hispanik kadın olur. Uzaya 4 kez giderek yörüngede yaklaşık 1.000 saat kayıt yapar. NASA’nın Johnson Uzay Merkezi müdürlüğüne seçilen ikinci kadındır.

Barbara McClintock[6]: Amerikalı genetikçi, 1983’te zıplayan geni, yani genlerin kromozom üzerindeki pozisyonunu değiştirme yeteneğini keşfederek Nobel Fizyoloji Ödülünü kazanır.

Dorothy Hodgkin[7]: İngiltere’nin Suffolk bölgesinde sadece erkeklerin kimya çalışmasına izin verilen bir devlet ortaokuluna, sistemle mücadele ederek kayıt yaptırır. 1932’de kimya alanında onur derecesi aldığı Oxford’a kabul edilir. 1950’lerden itibaren, insülin molekülünün ilk modelini inşa ederek insülinin yapısına odaklanır. 1964 yılında, “önemli biyokimyasal maddelerin yapılarının, X-ışını teknikleriyle belirlenmesi” konulu çalışmasıyla Nobel Kimya Ödülünü kazanır. Marie Curie ve kızı Irène Joliot-Curie’den sonra Nobel Kimya Ödülü kazanan üçüncü, bilim Nobel Ödülü kazanan beşinci kadın olur. 1965 yılında, Florence Nightingale’den sonra, devlet üstün hizmet madalyasıyla onurlandırılan ikinci kadın olarak tarihin sayfalarına yazılır. Hodgkin aynı zamanda, siyasi yaşamında “Demir Lady” olarak anılan Margaret Thatcher’ın, kimya öğrenimi gördüğü yıllardaki hocasıdır[8].

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli IPCC (Intergovernmental Panel on Climate Change)[9] nezdinde yürütülen çalışmalarda hatrı sayılı katkılar sunan bilim kadınlarından bazılarını ve çalışma alanlarını aşağıda sıralıyoruz.

Kathryn Bowen: Sera gazı emisyonları

Aditi Mukherji: Su güvenliği

Rawshan Ara Begum: İklim finansmanı

Sherilee Harper: Yerel bilgi

Yukiko Hirabayashi: Su tehlikeleri

Rita Adrian: Biyoçeşitlilik

Gretta Pecl: Mercan ağartma

Marie-Fanny Racault: Okyanuslar

Michelle Mycoo: Küçük adalar

Shobha Maharaj: İklim verileri

Elham Ali: İklimsel riskler

Rupa Mukerji: İklim ve yoksulluk

Hedy Lamarr[10]: Viyana’da Hedwig Eva Maria Kiesler olarak doğar, 17 yaşında sinema hayatı başlar ve Hollywood’a adım attıktan sonra adını Hedy Lamarr olarak değiştirir. Birçok ünlü isimle birlikte çok sayıda filmde başrol oynar. Beyaz perdede sıklıkla “filmdeki en güzel kadın” olarak anılır. Ancak Lamarr’ın bu yazımıza konu olmasının asıl nedeni başarılı bir aktris olması değil, aynı zamanda yetenekli bir matematikçi, bilim kadını ve yenilikçi olması. II. Dünya Savaşı sırasında Lamarr, komşusu olan Amerikalı avangart besteci George Antheil[11] ile birlikte “gizli iletişim sistemi” icat eder ve bu patent, 1942 yılında Amerika Patent Ofisinde koruma elde eder. Kısaca frekans atlama olarak bilinen buluş, savaş sırasında düşmanın gizli askeri stratejileri, sinyalleri ve mesajları engellemesini engellemeyi amaçlar. Buluş aynı zamanda, günümüzün WiFi, GPS ve Bluetooth teknolojilerinin de temeli olarak kabul edilir. Yazımızın konusu bilim kadınları olmasına rağmen, Lamarr’ın bu önemli buluştaki ortağının da hakkını teslim etmeden geçmek olmaz. George Antheil 6 yaşında piyano çalmaya başlar, lise mezuniyeti yoktur ancak ünlü bestecilerle çalışır ve bu yüzden bolca seyahat eder. Antheil’in 300’den fazla eseri bulunuyor ve en meşhurunun Ballet mécanique olduğunu yazıyor kaynaklar. Lamarr ile geliştirdiği buluştaki katkısı ise, yenilikçi tarzda müzik üretmek için sahip olduğu müzik teknolojisi.   

Amelia Mary Earhart[12]: Sayısız uçuş başarıları olsa da, 1928 yılında gerçekleştirdiği solo uçuşla, Atlas Okyanusunu geçen ilk kadın pilot olarak şöhret kazanır. 1937 yılında meslektaşlarıyla başladığı dünya turunda, uçağı Pasifik Okyanusu ortalarında kaybolur ve kendisinden bir daha haber alınamaz. Bir sene sonra da öldüğü ilan edilen Amerikalı kadın pilot, 1968’de Ulusal Havacılık Onur Listesine ve 1973’te Ulusal Kadınlar Onur Listesine alınır. Earhart, aynı zamanda başarılı bir yazardır. 1928’den 1930’a kadar Cosmopolitan dergisinde havacılık editörü olarak görev yapar.  Çok sayıda dergi makaleleri, gazete köşe yazıları, denemeleri ve yayımlanmış iki tane de kitabı bulunur. 

Frida Kahlo[13]: Yakalandığı çocuk felcinin izlerini taşıyan Kahlo, 18 yaşında geçirdiği elim bir trafik kazası nedeniyle hayali olan tıp eğitimini alamaz. Bu kaza onu bilim dünyasından uzak tutar ama tuvalinde yeşerttiği acı ve tutku, zamanın ötesinde bir sanatçı olarak anılmasını sağlar. Cesur ve canlı renkler kullanır, yansımalarında Meksika’nın yerli kültürünü ihmal etmez. Hastalık, kaza ve aşk acıları en çok otoportrelerinde okunur. 200 kadar eserin yanı sıra, özlü sözleriyle de tarihe iz bırakır.

Gonca ILICALI

27 Nisan 2023


[1]https://www.buckinstitute.org/lab/women-in-science/?gclid=CjwKCAiA3KefBhByEiwAi2LDHH44TZS-TSuz3yMoyn2NhTCkZPTp1uKIvla4h6tXWqjJzxLplNK-rxoC1QIQAvD_BwE

[2] https://www.bestcolleges.com/blog/10-women-who-made-scientific-history/

[3] http://ezitis.myzen.co.uk/mariecurie.html

[4] https://obamawhitehouse.archives.gov/women-in-stem

[5] https://obamawhitehouse.archives.gov/women-in-stem

[6] https://obamawhitehouse.archives.gov/women-in-stem

[7]https://www.sciencefocus.com/science/10-amazing-women-in-science-history-you-really-should-know-about/

[8] https://iprgezgini.org/2020/03/08/bilim-dunyasinin-dunu-bugunu-ve-yarininda-da-biz-variz/

[9] https://www.un.org/en/climatechange/women-scientists-forefront-climate-action

[10] https://hedylamarr.com/

[11] https://www.antheil.org/george.html

[12] https://en.wikipedia.org/wiki/Amelia_Earhart

[13] https://www.fridakahlo.org/

FİKRİ MÜLKİYETTE CİNSİYET DENGESİ VAR MI? (BÖLÜM I)

Fikri mülkiyet dünyasında 26 Nisan günleri, doğum günü edasında yaşanır…

26 Nisan 1970 tarihinde yürürlüğe giren Sözleşme ile doğan Dünya Fikri Mülkiyet Teşkilatı WIPO tarafından yıllık olarak belirlenen temalarda etkinlikler yapmak üzere dünyanın fikri mülkiyet ofisleri, uluslararası kuruluşlar, ulusal kuruluşlar ve sivil toplum kuruluşları bir yıl boyunca çalışırlar ve perdeler, 2000 yılından itibaren her 26 Nisan’da coşkuyla açılır. 

Bu yılın Dünya Fikri Mülkiyet Günü teması “Kadın ve İnovasyon: İnovasyonu ve Yaratıcılığı Hızlandırma” (Women and IP: Accelerating innovation and creativity). Fikri mülkiyetteki kadın etkisi söz konusu olunca, IPR Gezgini’nin erkek yazarları kalemlerini, kadın yazarlara bıraktı. Kalem arkadaşlarımıza bu centilmenliklerinden dolayı teşekkür ediyor ve fikri mülkiyet camiamızın doğum gününü kutluyorum!  

İki bölümden oluşan yazımızın ilk bölümünü, kadınların fikri mülkiyet alanındaki temsilini gösteren sayısal verilere ve kadınlarla ilgili bazı çalışmalara ayırdık.  

***

Yüksek kaliteli Avrupa Birliği (AB) istatistikleri sağlamakla görevli EUROSTAT[1] verilerine göre; 2021 yılında AB’deki bilim kadını sayısı, 2020’ye göre 369.800 artarak 6,9 ​​milyona ulaştı. Bu sayı, toplam istihdamın %41’i.

Bilim kadınlarının erkeklere en yakın olduğu sektör, %46’lık temsille hizmet sektörü. Diğer sektörlerdeki temsili ise yetersiz olarak değerlendiriliyor.  

Bilim kadını temsiliyetinde en düşük pay; %8 su yolu taşımacılığı, %12 ulaşım ekipmanları imalatı ve %13 motorlu taşıtlar imalatı sektörlerinde kaydedildi.

Bilgi yoğun hizmetlerde %46, yüksek teknoloji üretiminde ise %22.

AB üyesi ülkelerde bilim kadını sayısı en fazla olan ülke, %52 ile Litvanya. Takip eden sıralarda Bulgaristan, Letonya ve Portekiz’in her biri %51, Lüksemburg %35, Almanya ve İtalya’nın her biri %34, Macaristan %33 ve Finlandiya %31 ile yer alıyor.

***

Avrupa Patent Ofisi EPO’nun 2010-2019 yılları arasını baz alarak yürüttüğü “Kadınların Yaratıcı Faaliyetlere Katılımı” (Women’s participation in inventive activity: Evidence from EPO data)[2] isimli çalışması, Kasım 2022’de yayımlandı. Çalışmaya göre 2019’da EPO ülkelerinden Letonya, %30,6 ile en fazla kadın buluşçuya sahip ülke. Türkiye ise %17,7 ile 10. sırada. Kadın buluşçular en fazla kimya alanında çalışıyor, payı %22. Kimya alanı içinde biyoteknoloji ve farmasötiklerdeki toplam payı %30. Kadın buluşçu oranı bakımından 1990’lı yıllarda 16. sırada bulunan Türkiye’nin 2010’lu yıllarda 6. sıraya sıçramasının, EPO ülkeleri içinde dikkat çeken bir durum olduğu ifade ediliyor. 

AB Komisyonu, tarihin sayfalarına adını yazdıran Marie Curie’nin anısına Marie Skłodowska-Curie Eylemleri[1] projesi yürütüyor. Başarılı genç araştırmacılar finanse edilerek, ilgi duydukları bir konuyu derinlemesine incelemelerine destek sağlanıyor. 2015 yılında başlayan “Science is Wonderful!” (Bilim Harikadır!) isimli araştırma projelerini, AB’deki okullarla birleştiriyor. Bu kapsamda en son, 13 Eylül 2023 tarihine kadar başvuru imkânı bulunan çağrı açıldı ve 260 milyon Euro’luk bütçe, doktora sonrası burslar için ayrıldı.

***

Toplumsal cinsiyet eşitsizliği, Ar-Ge alanında araştırma ve eğitim kurumlarının yetenek ve kapasitelerini sınırlayan önemli bir engel. Dünyanın birçok yerinde büyük çabalar gösterilmesine rağmen, araştırma ve eğitim kurumlarının özellikle fen, teknoloji, mühendislik ve matematik (science, technology, engineering and mathematics – STEM) alanlarında belirgin cinsiyet eşitsizliği var. AB’nin, diğer birçok alanın yanı sıra tarım alanında başladığı AGRIGEP[2] (Agricultural Gender Equality Project – Tarımsal Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Planları) projesinin bütçesi 998.237,5 Euro. 1 Ocak 2023 – 31 Aralık 2025 arasında yürütülecek olan AGRIGEP, Macaristan Tarım ve Yaşam Bilimleri Üniversitesi (Magyar Agrar- Es Elettudomanyi Egyetem) tarafından koordine ediyor.

***

Kadınlar, küresel tarımsal iş gücünün %43’ünü oluşturuyor ve sürdürülebilir gıda güvenliğinde (food security[3]) kritik noktada yer alıyor. Örneğin yabani otları ayıklama, ağaç dikme, hasat, tohum ekimi, sığ sularda balıkçılık, hayvan yetiştirme ve özellikle süt ürünlerinin üretimi ile pazarlamasında kilit rol oynuyor.

Gelişmekte olan ülkelerin çoğunda gıdanın %60-80’ini kadınlar üretiyor ve dünyadaki gıda üretiminin yarısını da kadınlar üstlenmiş durumda.

Ancak tüm bunlara rağmen arazi ve hayvan sahipliği, eşit ücret alma, karar alma organlarına katılım, finansal hizmetlere erişim vb hususlarda önemli ayrımcılığa maruz kalıyorlar. Bu zorluklar, ne yazık ki kadınları toplumun gelişimine zarar verecek şekilde ikincil bir role zorlayan bir dizi sosyal, ekonomik ve kültürel faktörün ürünü.

Özellikle Meksika’daki 1975 Dünya Kadın Konferansından itibaren geliştirilen uluslararası çabalar, kadınların kırsal ve diğer kalkınma alanlarına kilit katılımına katkıda bulunmuştur.

FAO, 1990 tarihli Tarımsal Kalkınmada Kadınlar, Gelişmekte Olan Ülkelerde Kırsal Gıda Güvenliğinde Toplumsal Cinsiyet Sorunları (FAO Women in Agricultural Development, Gender Issues in Rural Food Security in Developing Countries, Rome. 1990) isimli çalışmasında; çoğu kırsal alanda, kadınların en çok zaman alan iki faaliyetinin su ve yakacak odun taşımak olduğunu ve bazı durumlarda kadınların, bu faaliyetlerin yükünün bir kısmını genellikle kız çocuklarına devrettiği belirtiyor. Bu işlere ayrılan zaman, kadınları daha çok gelir getiren ve katma değer yaratan işlerden, çocukları ise okula gitmekten alıkoyuyor.  

Bu sebeplerle FAO[4], politikaların toplumsal cinsiyet eşitliğini teşvik etmesini sağlaması amacıyla hükümetler düzeyinde; kadınları daha bağımsız olmaları ve yerel ekonomiye katılabilmeleri için girişimcilik ve iş planlama becerilerini güçlendirmek amacıyla da bireysel düzeyde çalışıyor.

FAO[5], toplumsal cinsiyet eşitliği sağlamak amacıyla yürüttüğü çalışmalarda kadınlara ve kız çocuklarına odaklanmanın, erkekleri ve erkek çocuklarını geride bırakmak anlamına gelmediğini de önemle vurguluyor.

Kırsal kesimde toprak, genellikle tarımsal üretimi desteklemek ve gıda güvenliği ile beslenmeyi sağlamak için en önemli hane halkı varlığı. Tarım arazileri üzerinde mülkiyet, yönetim, devir ve çeşitli ekonomik haklar mevcut. Tarımda güvenli arazi kullanım hakkı, daha fazla yatırım ve üretkenlik gerektiriyor, üstelik getirisi de yüksek. Ancak dünyanın birçok yerinde, kadınların bu haklara erişimi de oldukça yetersiz.

Bazı ülkelerde resmî belgeler, bazı ülkelerde ise beyana dayalı olarak elde edilen verilerin[6] gösterdiği eşitsizlikleri aşağıda sıralıyoruz. 

– Kadınların arazi sahipliğini gösteren yasal belgeler erkeklere göre daha az.

– Küresel olarak, tüm arazi sahiplerinin %15’inden azı kadınlar.

– Kadın arazi sahiplerinin dağılımı Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da %5, Latin Amerika ve Karayipler’de %18, Honduras, Nijerya, Tacikistan ve Peru’da %20’den az, Ekvador ve Malavi’de de %50’nin biraz üzerinde.

FAO, kadınların toprak haklarını elde etmelerini etkileyen başlıca siyasi, yasal ve kültürel faktörleri belirlemek ve konu hakkındaki çalışmalara ışık tutmak için Cinsiyet ve Toprak Hakları Veri Tabanı (Gender and Land Rights Database[7]) GLRD’yi 2010 yılında kullanıma açtı. GLRD’de, düzenli olarak güncellenen ve aralarında Brezilya, Çin, Fransa, İtalya, Japonya, İspanya ve Birleşik Krallık bulunan toplam 84 ülkeye ait bilgiler yer alıyor.

***

Alman Patent ve Marka Ofisi Başkan Yardımcısı Christine Moosbauer, 2019 yılı Kadınlar Günü konuşmasında[8]; “19. yüzyıla kadar kadına ait olan her şeyin erkeğin malı olmasının, buluşlar için de geçerli olduğunu; bu yüzden geçmişte birçok kadının buluşlarını ve deneylerini gizlice gerçekleştirmeye zorlandığını; kadınların buluşlarının erkek takma adlarıyla ya da kocalarının adlarıyla yayımlanıp patent başvurusunda bulunduklarının bilindiğini” ifade eder. Ayrıca kısaca, “kütle numarası çok büyük olan bir atom çekirdeğinin parçalanarak kütle numarası küçük iki çekirdeğe dönüşmesi” olarak açıklanan “füzyon” olayını Lise Meitner ve Otto Hahn birlikte keşfetmesine rağmen Nobel Kimya Ödülünün sadece Otto Hahn’a verilmesi ve Hahn’ın da bu yanlışı düzeltmek için çaba sarfetmemesi, bilim kadınlarına karşı yapılan haksızlıklara somut bir örnek olarak verilir. Moosbauer’in konuşmasında; Josephine Cochrane’in bulaşık makinesinin, Marion Donovan’ın tek kullanımlık çocuk bezinin, Bette Graham’ın düzeltme sıvısının, Mary Anderson’un otomobil ön cam sileceğinin ve paraşüt paketinin, Katharina (“Käthe”) Paulus’un ilk katlanabilir paraşütün ve Marga Faulstich’in 300’den fazla optik cam türünün mucidi oldukları bilgisi de yer alır.      

***

Women in IP[9] (Fikri Mülkiyet Alanında Çalışan Kadınlar) Derneği, 2011 yılında platform olarak kurulur ve 2014 yılında da kâr amacı gütmeyen bir dernek haline gelir. Derneğin çatısı altında patent vekilleri ve avukatları, hakimler, patent denetçileri, profesörler, patent mühendisleri, stajyerler ve Avrupa Patent Ofisinin itiraz ve temyiz kurullarının üyeleri gibi alan uzmanları var. Mesleki ve sosyal paylaşımlar için düzenli olarak Almanca ve İngilizce etkinlikler düzenliyor.

***

Mayıs 2018’de Amerika Birleşik Devletleri, Kanada ve Meksika tarafından WIPO Geliştirme ve Fikri Mülkiyet Komitesine (CDIP) yapılan teklif kabul edilerek Ocak 2019 – Aralık 2022 tarihleri arasında “Kadınların İnovasyon ve Girişimcilikteki Rolünün Artırılması, Gelişmekte Olan Ülkelerde Kadınların Fikri Mülkiyet Sistemini Kullanmasının Teşvik Edilmesi[10]” konulu proje yürütülür. 415 bin CHF bütçeli Projeden Meksika, Uganda, Umman ve Pakistan faydalanır. 

Proje çalışmalarında bilimde cinsiyet eşitliğini sağlamaya yönelik çabalara rağmen, Afrika’da fen, teknoloji, mühendislik ve matematik (STEM) alanlarındaki araştırmacıların üçte birinden azının kadın olduğu ve cinsiyet ayrımcılığı bulunduğu; bilim kadınlarının önündeki engellerden birinin de “güvenilirlik eksikliği algısı” olduğu ve ayrıca siyah ırktan olan bilim kadını ve girişimcilerin, kendilerini kanıtlamak için  her zaman erkeklerin en az iki katı çalışmak zorunda kaldıklarına dair satırlar dikkatleri çekiyor.

***

L’Oréal ve UNESCO İş Birliği[11] kapsamında bilim kadınlarının desteklenmesi 1998’de başlar ve 2023 yılına kadar 122 destek verilir. Destekler fizik, matematik ve bilgisayar alanında olup her bir alan için 100 bin Euro bütçe ayrılır. 2023 yılı burs başvurularında son tarih, 30 Mayıs.

Bu iş birliği için yapılan açıklamalarda yine çarpıcı veriler mevcut. Bilim kadınları dünya çapında çığır açan araştırmalara öncülük etmesine rağmen dünya çapındaki araştırmacıların yalnızca %33,3’ünü temsil ediyor ve çalışmaları nadiren hak ettiği takdiri kazanıyor. Nobel Bilim Ödüllerinin şimdiye kadar %4’ten azı kadınlara verildi ve Avrupa’da üst düzey araştırma rollerinin yalnızca %11’i kadınlar tarafından yürütülüyor.

***

1971’de kurulan Bilim Kadınları Derneği AWIS[12] (Association for Women in Science), ticari büyüme, sosyal değişim ve yenilik elde etmek için fen, teknoloji, mühendislik ve matematik alanlarındaki kadınlara rehberlik yapıyor.

Gonca ILICALI

26 Nisan 2023


[1] https://ec.europa.eu/eurostat/en/web/products-eurostat-news/w/ddn-20230210-1

[2] https://www.epo.org/service-support/publications.html?pubid=244#tab3

[3] https://marie-sklodowska-curie-actions.ec.europa.eu/; https://www.scienceiswonderful.eu/

[4] https://cordis.europa.eu/project/id/101094158

[5] https://www.fao.org/3/x0171e/x0171e02.htm#P83_10385

[6] https://www.fao.org/reduce-rural-poverty/our-work/women-in-agriculture/en/

[7] https://www.fao.org/gender/background/en/

[8] https://www.fao.org/3/I8796EN/i8796en.pdf

[9] https://www.fao.org/gender-landrights-database/en/

[10]https://www.dpma.de/dpma/veroeffentlichungen/aktuelles/patentefrauen/innovation_made_by_women/index.html

[11] https://www.women-in-ip.com/en/

[12] https://www.wipo.int/women-inventors/en/

[13] https://www.forwomeninscience.com

[14] https://awis.org/


THEODORE’UN ÇİKOLATA FABRİKASI

-Bölüm II-

TOBLERONE “SWISSNESS” KİMLİĞİNİ Mİ KAYBEDİYOR?

Bir ülkenin sembolü haline gelen nadir “marka – ürün” ikililerinden olan Toblerone çikolatasının kısmen Slovakya’da üretileceğine ilişkin haberler, “Toblerone’nun Swissness, yani İsviçrelilik kimliğini kaybetmekte olduğu” tartışmalarını gündeme getirmişti. Konuyu ele almaya; IPR Gezgini’nde 3 ve 4 Haziran 2020 tarihlerinde iki bölüm halinde yayımlanan Mistik Çikolata Dünyası isimli yazımızdan da alıntı yapıp Toblerone markasının hikâyesini anlatarak, dün yayımlanan Bölüm I ile başlamış olduk.

Matterhorn’un Toblerone paketlerinden çıkarılarak onun yerine sıradan bir zirve görselinin kullanılmasının neden bu kadar önemli olduğunu ve Mondelēz’in bunu yapmaya neden mecbur kaldığını anlamak için Matterhorn’a biraz daha yakından bakmak iyi olabilir.

İsviçre – İtalya sınırında yer alan Matterhorn, İsviçre’nin en ikonik dağı. İtalyan kimliğinde Monte Cervino, Fransız kimliğinde ise Mont Cervin yazıyor.

İsviçre Alplerinin mücevheri” olarak bilinen bu dağ dünyaya 4.478 metre yüksekten bakıyor ve eşsiz konumuyla çok sayıda cazibe merkezine kucak açıyor.

Rothorn, Matterhorn manzalarını seyretmek için en elverişli yerlerden biri. Matterhorn Glacier Paradise, 3.883 metre yüksekliği ile Avrupa’nın en yüksek kayak bölgesi ve yılın her günü açık.

Müzeseverler Zermatt’ın, bir dağ köyünden Alp tatil beldesine dönüşüm yolculuğunu ve büyük zorluklarla 1865’te gerçekleştirilen Matterhorn’a ilk tırmanışın tarihini Matterhorn Müzesinde soluyor. Müzede ayrıca, üç kuşaktan uzun bir süredir sipariş üzerine dağ botu üreten Burgener Ailesinin üretimde kullandığı bazı el aletleri ile eski üretim dağ botları da küçük bir kunduracı kulübesinde sergileniyor. El yapımı botların tabanlarında, tırmanılacak dağın yüzey özelliklerine göre seçilen kramponlar kullanılıyor.

Matterhorn’da 25’in üzerinde tırmanış rotası ve varyasyonları var. En popüler rotasının eteğinde, 3.260 metrede Hörnlihütte (Hörnli Kulubesi) yer alıyor. 1880 yılında inşa edilen bu kulübeden, hava koşulları uygun olduğu takdirde, günde yaklaşık 300 dağcı tırmanışa başlıyor. 3.100 metre rakımlı Gornergrat ise en iyi gezi rotalarından biri olarak kabul ediliyor.

Zermatt’ta, 3.820 metre ile Alpler’in en yüksek teleferik istasyonu var ve 150’den fazla göl bulunuyor. Bu göllerden Riffelsee, hava koşullarının uygun olduğu zamanlarda Matterhorn’u bir ayna gibi yansıtıyor ve sırf bu sebeple ziyaretçisi çok fazla. Hatta birçok akıllı telefonda duvar kâğıdı olarak da kullanılıyor. Minnacık bir yer olan Zermatt’a giderken tavanı camdan bir trende yolculuk yapıyorsunuz ve varış noktasına ulaştığınızda Matterhorn’un görünümünden büyüleniyorsunuz gerçekten.

Matterhorn, Covid 19 pandemisinin ilk zamanlarında ikonik bir projede de rol aldı. Pandemiyle mücadelede insanlara umut işareti göndermek için “Light is hope![1]” (Işık umuttur!) temasıyla, Zermatt’tan Matterhorn aydınlatıldı. 24 Mart – 26 Nisan 2020 tarihleri arasında yürütülen projede, 24 Nisan günü saat 23:40’ta Matterhorn üzerinde Türk Bayrağı dalgalandı. 

© Light Art by Gerry Hofstetter / Foto Michael Portmann

İsviçre, gezginleri çağırmak için poster kullanmaya başlayan ilk ülkelerden. Seyahat posterlerinin en ünlülerinden biri, sanatçı Emil Cardinaux’nun fırçasından 1908 yılında çıkan ünlü Matterhorn zirvesinin posteri olup, bir müzayedede yaklaşık 10.000 Dolara satıldığı rivayet ediliyor.

Şöyle söyleyelim; Matterhorn İsviçre için bir ulusal miras ve korunması gereken bir ulusal emanet gibi, ülke ile bütünleşmiş simgelerden biri. Dolayısıyla Toblerone paketlerinde yer almasının ciddi bir anlamı var. Matterhorn’un paketlerde yer alması kendi başına Toblerone’un İsviçreli kimliğini anlatmaya yetiyor ve çikolatayı İsviçre ile bütünleştiriyor.  

Yapılan araştırmalar, üzerinde “Swiss made”, “Swiss quality”, “Swiss”, “Made in Switzerland” gibi ibarelerin veya İsviçre bayrağının kullanıldığı ya da bir biçimde ürünün kaynağının İsviçre olduğunu işaret eden / öyle olduğunu düşündürten  ürünlerin satışının, piyasadaki muadillerine göre %20 daha fazla olduğunu gösteriyor. Yani İsviçre kelimesi tüketiciye güven telkin ediyor ve satışların artmasında ciddi bir fonksiyonu var. Bu durum, yaratılan ekonomik ve kültürel katma değerden haksız fayda sağlamak isteyenlerin iştahını kabartırken, suiistimalleri de yaygınlaştırıyor.   

Günden güne artan istismarların önüne geçmek, mevcut piyasa avantajını ve tüketicileri korumak, hukuki durumu netleştirebilmek gibi amaçlarla İsviçre, 01 Ocak 2017’de yürürlüğe giren ve kısaca “Swissness” (İsviçrelilik) diye anılan bir Kanun çıkardı.[2]  

Uzun ve çetrefilli tartışmalar neticesinde hazırlanan Kanun, “Swiss”, “Swiss made” gibi kaynak olarak İsviçre’yi işaret eden ibarelerin, İsviçre’ye özgü şekillerin/sembollerin vs hangi hallerde kullanılabileceğine dair kriterler getirdi; bir yandan da bu tip işaretlerin yapılan ikili veya çoklu anlaşmalarla yabancı ülkelerde korunmasını hedefliyordu.  

Kanun, her ne kadar “İsviçrelilik” biçiminde Türkçe’ye tercüme edebileceğimiz “Swissness” diye anılsa da, kaynağını İsviçre’den almayan (yabancı) coğrafi işaretler / kaynak işaretleri hakkında da düzenlemeler getiriyor ve İsviçre marketinde tanınan kaynak gösterir yabancı işaretlerin korunmasını ve düzenlenmesini de amaçlıyor.

Kanunun ana mantığı şöyle özetlenebilir belki; coğrafi işaret / coğrafi kaynak belirten işaret ancak yanıltıcı olmamak ve doğru olmak kaydıyla kullanılabilir.  

Kanun ile getirilen ana standart; coğrafi orijinin, esaslı üretimin gerçekleştiği lokasyona göre belirlenmesi.  Buna ek olarak, örneğin gıda ürünlerinde ürünün hammaddesinin en az %80’inin orijin olarak gösterilen coğrafi yerden kaynaklanması gerekiyor ve ancak bu kritere uyuyorsa bir ürün üzerinde “Swiss” ibaresi kullanılabiliyor. %80 oranının hangi kriterlere göre hesaplanacağına dair ise bir kurallar bütünü yaratılmış durumda. Örneğin kakao, kahve gibi İsviçre’de üretilmeyen maddeler hesaplamada göz önüne alınmıyor.

Endüstriyel ürünlerde ana üretim aşamalarının önemli bölümünün İsviçre’de gerçekleşmiş olmasının yanında, ürünle ilgili üretim masraflarının (Ar-ge masrafları dahil) en az %60’ının İsviçre’de yapılmış / harcanmış olması şartı aranıyor. Ancak paketleme ve dağıtım masrafları bu hesaplamada göz önüne alınmıyor. Aynı %60 koşulu saatler için de geçerli (akıllı saatler dahil) ve saatin teknik geliştirmesinin de İsviçre’de yapılmış olması gerekiyor.

Doğal ürünlerde ürünün nerede yetiştiğine ve hasat edildiğine göre belirleme yapılırken etler için hayvanın yaşam sürecinin ne kadarlık bölümünü İsviçre’de geçirdiği bakılan kıstaslar arasında.

Swissness’in getirdiği önemli bir yenilik ise hizmetlerin de bu kanun kapsamında değerlendirilmesi. İsviçre’yi kaynak gösteren ibare / sembollerin hizmetlerde kullanılabilmesi için hizmeti verenin İsviçre’de yerleşik ve yönetiminin İsviçre’de olması şartı aranıyor.  

Swissness ile kanun koyucu, her tür ürünü kapsar biçimde coğrafi işaretler / kaynak gösteren işaretler için yeni bir ulusal tescil sistemi getirdi. İsviçre’de tarım ürünleri için mevcut tescil sistemi yanında Swissness ile ayrı ve yeni bir tescil sicili yaratıldı.

Swissness Kanunu ile İsviçre, bizi yeni türde bir marka tescili ile de tanıştırdı; “coğrafi marka” (geographical mark).

Swissness Kanunu uyarınca aşağıdaki işaretlerin İsviçre’de coğrafi marka olarak tescili mümkün[3].

  1. İsviçre’de veya İsviçre dışında halihazırda coğrafi işaret olarak tescil edilmiş işaretler.
  2. İsviçre’nin şarap konusundaki mevzuatına uygun olmak şartıyla, şaraba ilişkin coğrafi işaret olarak tescil edilmiş işaretler.
  3. Bir resmi düzenlemenin konusu olmuş kaynak belirten işaretler. Örneğin saatler için “Swiss made” kullanımı gibi veya İsviçre’dekinin muadili bir düzenlemeye dayanan kaynak belirten yabancı işaretler.

Coğrafi markayı adına tescil ettiren, markanın ticarette aynı / benzer ürünler üzerinde yasaya aykırı kullanımını engelleme hakkına sahip. Bu markanın devri veya lisanslanması ise mümkün değil.

Swissness’e göre coğrafi markanın kendinden sonraki başvurulara karşı bir itiraz gerekçesi olması mümkün değil; ancak diğer taraftan daha evvel tescil edilmiş markaların coğrafi marka başvurusuna itiraz hakkı da mevcut değil.

Kanuna göre klasik anlamdaki markalara uygulanan kullanma zorunluluğu ve bu zorunluluğa uyulmaması halinde doğacak neticeler, coğrafi marka için geçerli değil.

Başvuru sahibinin başvuruyla birlikte markanın kullanım koşullarını düzenleyen teknik bir yönetmelik sunması gerekiyor. Teknik yönetmeliğin coğrafi işaretin şartnamesine veya önceki mevcut uygulama kurallarına uygun olması şartı aranıyor. Teknik yönetmelikte coğrafi markanın kullanımı için bir ücret belirtilmesi gerekmiyor. 

Kanun koyucunun nihai amacının (coğrafi) adlandırmaları markaya dönüştürerek bunlarında diğer markalar gibi uygulanabilirliğini sağlayacak bir yol açmak olduğu görülüyor.

İşte bu Swissness Kanunundan dolayıdır ki üretimi Slovakya’ya taşıyan Mondelēz, bundan sonra artık Toblerone çikolatalarının üstüne “Swiss chocolate” (İsviçre çikolatası) yaz(a)mayacak, onun yerine “Established in Switzerland in 1908” (1908 yılında isviçre’de kuruldu) yazacak. Diğer yandan paketlerden Matterhorn’un çıkarılması da Mondelēz’in kararı değildir aslında; çünkü üretimi artık İsviçre’de yapmayacaklarına göre, Swissness Kanunu uyarınca İsviçre’nin bu ikonik dağının görselini kullanmaları mümkün değil.

“Çikolata çikolatadır, tadı aynı sonuçta!” diyenler olabilir elbet, ama bazıları için 2023’ten sonra Toblerone aynı Toblerone olmayacak artık. Markalar geçmişi ve hikayeleriyle var olur ve yaşar çünkü.   

28.03.2023

Gonca Ilıcalı gilicali12@gmail.com

Özlem Fütman ofutman@gmail.com


[1] https://www.zermatt.ch/en/hope

[2] https://www.ige.ch/en/law-and-policy/national-ip-law/indications-of-source/swiss-indications-of-source

[3] http://www.marques.org/Newsletters/Newsletter/Default.asp?NewsletterID=59&art=5#5

THEODORE’UN ÇİKOLATA FABRİKASI

-Bölüm I-

Bir varmııış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde… Pireler berber iken, develer tellal iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, Dünya diye bir gezegende İsviçre adıyla anılan bir ülke varmış. İsviçre ülkesi, halkı tarafından kalpten sevilen ve adeta anıt gibi mütalaa edilen göllerle ve dağlarla doluymuş, bir de çikolatasıyla pek meşhurmuş bu küçük ülke.

İşte bu İsviçre ülkesinde Toblerone diye bir çikolata markası varmış. Toblerone çikolatası Bern şehrinde Theodore Tobler ve fabrikanın üretim müdürü Emil Baumann tarafından geliştirilmiş. Hayır yanıldınız, fabrika müdürünün adı Charlie değilmiş! Toblerone ismi de zaten Theodore’un soyadı olan “Tobler” ile İtalyanca “ballı bademli nugat” anlamına gelen “torrone” kelimelerinin birleştirilmesiyle yaratılmış.   

Toblerone çikolatası biçim olarak diğer çikolatalara benzemiyormuş, üçgenler halindeymiş. Bu üçgenleri koparıp koparıp yermiş Dünya’nın insanları. Çikolata, İsviçre’nin en ünlü dağı olan Matterhorn’dan esinlenilerek “üçgen zirveler” halinde tasarlanmış. Bir de bir rivayete[1] göre, Bay Tobler’in Paris’te Folies Bergères’te izlediği gösterinin son sahnesinde dansçıların bir insan piramidi oluşturmasından gelmişmiş çikolatanın şekli. Biz söyleyenin yalancısıyız, ama bu yazının yazarları olarak ilk teoriye daha bir inanıyoruz sanki.

© Photo / Morgan Thompson, Unsplash

Neyse efendim, Bay Tobler bu sıra dışı tasarıma sahip çikolatasının üretim prosesi için insan zamanıyla 1906 senesinde Bern’de patent başvurusunda bulunmuş ve kaynaklara göre dünyanın ilk patentli çikolatasının sahibi olmuş. Yapılan başvuruyu İsviçre Patent Ofisi’nde inceleyen patent uzmanı ise insanlık camiasında herkesin adını bildiği bir bilim insanıymış; Albert Einstein!    

Takvimler 1909 yılını gösterdiğinde Bay Tobler, Toblerone kelimesine, İsviçre’nin ünlü dağı Matterhorn ile Bern şehrinin simgesi olan ayı figüründen oluşan müthiş bir kombinasyonu da ekleyerek markasını tescil ettirmiş.

Yıllar su gibi akarken Toblerone çikolatasının üretim prosesine ilişkin birçok başka patent başvurusu da yapılmış. “Prizma şekilli çikolata parçalarını ayırma pensleri” için yapılan 2013 tarihli ve DE202013104051U1[2] sayılı patent başvurusunun dokümanında; Toblerone’nun İsviçre çikolatası olduğu ve özel şeklinin, üç boyutlu Topluluk Markası olarak Avrupa Birliği nezdinde tescilli olduğu da belirtilmiş.

Tabii Toblerone çikolatasının şekliyle ilgili birçok tescilli marka da varmış. Bunlardan bir tanesi, aşağıda örneğine yer verilen ve Birleşik Krallık Sınai Mülkiyet Ofisi nezdinde WO0000000727788[3] sayıyla tescilli olan üç boyutlu marka imiş.

    

Çocuklar büyükler herkes bu çikolatayı pek çok sevip yerken, şimdi masalda biraz ileri sarıp 2015 senesine gelelim. 2015 yılında Toblerone’nun sosyal medyasında yer alan bir haber, Toblerone severlerin tepkilerine neden olmuş; çünkü firma, “Bu değerli İsviçre çikolatasını daha fazla kişiye ulaştırmak için; Birleşik Krallık’taki çikolata barlarının üçgen piramitleri arasındaki mesafeyi biraz daha açıp ağırlıklarını 400’den 360 ve 170’ten 150 grama düşüreceğim” diyormuş[4]. “Aaaa!” demiş tüketiciler, “neden gramajı düşürüyorsunuz çok ayıp ama”, sonra da başlamışlar aralarında müstehzi müstehzi fısıldaşmaya: “Yeni tasarımıyla çikolata, daha küçük zirveleri ve daha fazla vadileriyle İsviçre Alpler’inden ziyade Hollanda ülkesine benzedi!”. İsviçre ülkesi küçük, sakin ve çok sessiz bir yermiş; öyle ki bir yerinde biri bir şey fısıldayınca memleketin diğer tarafından duyuluyormuş. Nitekim bu fısıltılar Toblerone fabrikasından duyuluvermiş bir gün ve üretici firma, müşterilerine teşekkür ederek değişiklikten vazgeçmiş. Öyleymiş orda usul, teşekkür edilirmiş.

Toblerone’un şekli ve ağırlığı hakkındaki değişiklik girişimi sırasında başka bir tartışma daha gündeme gelmiş; “Toblerone orijinal şeklini Birleşik Krallık ülkesinde kullanmaktan vazgeçerse, Birleşik Krallık’ta üç boyutlu olarak tescil edilmiş marka, 5 yılın sonunda geçerliliğini yitirir ve üçüncü kişilerce tehdide maruz kalır mı?”. Ancak hukuki süreçten çok daha hızlı işleyen “sosyal tepki” mekanizması sayesinde sorun daha doğmadan ortadan kalkmış zaten.

Toblerone güzel çikolataymış ama dünya çapındaki başarısında şüphesiz ki “İsviçreli” olmasının payı büyükmüş; dedik ya, İsviçre ülkesi çikolatasıyla meşhurmuş diye! Gerçi gezegenin Avrupa Kıtasına çikolata, ilk kez İtalya ülkesinin Torino şehrine gelmiş ve ilk çikolatacı burada açılmış ama olsun, İsviçreliler İtalyanları adeta sollayıp geçmiş bu konuda. “Swiss Chocolate / Schweizer Schokolade” İsviçre’de, “tescilsiz” olarak sui generis[5] bir sistemle korunuyormuş. Ayrıca imzalanan uluslararası anlaşmalar[6] kapsamında da Rusya’da 1995, Jamaika’da ise 2014 yılından itibaren koruma altındaymış.

“Swiss Chocolate / Schweizer Schokolade” hakkındaki teknik ürün düzenlemeleri, 1901 yılında kurulan ve “İsviçre çikolata endüstrisi”ni temsil eden Chocosuisse[7] derneği tarafından hazırlanıyormuş. Anlayın işte, çikolata ne kadar önemliymiş İsviçre ülkesinde.  

Avrupa Birliği, Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada’da “Switzerland”, “Suisse”, ve “Swiss” ibarelerinin sertifika ve kolektif marka sahibi[8] olan Chocosuisse, Nis Sınıflandırmasının 30 uncu sınıfında gerçekleşen marka tescillerini dünya genelinde sistematik olarak kontrol ederek, gerekirse ilgili sınai mülkiyet ofisi nezdinde itirazda bulunuyormuş. Ayrıca rekabetçi ve yeniliği teşvik eden çerçeve koşulları destekliyor, ihtiyaç odaklı eğitimde ve sürdürülebilirlikte bütüncül bir yaklaşım sergiliyormuş.

Toblerone’un sahibi, uzun yıllar boyunca sadece Tobler firması olarak kalmış.  Ancak firma, 1970 yılında Milka’nın üreticisi Suchard ile birleşince Interfood kurulmuş ve ortaklar, dünya çapında üretim yaptıkları ürünler için Multifood adıyla yola devam etmeye karar vermişler. 1982’de Jacobs adlı bir kahve firmasıyla birleşince Jacobs Tobler & Suchard oluşmuş.  Toblerone da dâhil olmak üzere bu birliktelik hisselerinin çoğu, 1990 yılında Kraft Foods Inc. tarafından alınmış ve 2012 yılından itibaren de Mondelēz International’ın çatısı altında konumlanmış.[9] 

Amerika merkezli olan Mondelēz International[10], 80’den fazla ülkede faaliyet gösteriyormuş ve 150’den fazla ülkede tüketicisi varmış. Toblerone’nun haricinde bünyesinde bir yığın başka küresel ve yerel ikonik marka varmış.   

Sonra birden ortada bazı haberler dolaşmaya başlamış; neymiş efendim Toblerone kısmen Slovakya’da üretilecekmiş de, buna ilişkin çalışmalar 2023 yılı sonlarında tamamlanacakmış da, hatta bu üretimler aynı zamanda Milka ile Suchard çikolatalarının da üretildiği Bratislava’da yapılacakmış da filan[11]. Ne olsa beğenirsiniz, tevatürler doğru çıkmış!  Mondelēz International yetkilisi[12] açıklama yapıp demiş ki; “En çok satan 100 gramlık çikolata barlarının üretimi, Toblerone’nun hikayesinin merkezi olan Bern’de devam edecek ama marka örneğindeki Matterhorn yerine jenerik bir zirve görseli kullanacağız, ambalajda “of Switzerland” (İsviçre’nin)” yerine “established in Switzerland” (İsviçre’de kuruldu) yazacağız, ambalajda Theodor Tobler’in imzasına yer verip ürünün kökenine saygı duruşunda bulunacağız, ileri bir tarihte açıklanacak yeni ambalajın tasarımında birçok kayıp olacak elbette ama üretim maliyeti düşeceği için daha çok miktarda Toblerone sunacağız siz tüketicilere ve dolayısıyla “sayısal” olarak kazançlı çıkacak (herkes)”!     

Kelime – şekil kombinasyonunda ve ayırt edicilik gücü yüksek bir marka olması; yaratılan marka ile özdeşleşen özel bir şeklinin bulunması; çikolataya dair dünyanın ilk patenti de dahil olmak üzere üretim prosesi için birçok patente sahip olması; sui generis bir sistemle coğrafi işaret korumasında bulunan bir ürün olması gibi nedenlerle “Swissness” (İsviçrelilik) imajı yerleşik olan Toblerone’nun, “en çok satan 100 gramlık barlarının orijinal üretim yerinde yoluna devam edeceği”nin ifade edilmesi, bir nebze de olsa yüreklere su serpmiş ama 100 gramlık barların dışındaki ürünlerin ambalajından Swissness izlerinin silinmesinden üzüntü duyan birçok insan oğlu olmuş…  

Noktamızı bugünlük buraya koyuyor ve arkası yarın diyoruz.

27.03.2023

Özlem Fütman ofutman@gmail.com

Gonca Ilıcalı gilicali12@gmail.com


 


[1] https://design-technology.org/toblerone.htm

[2] https://patents.google.com/patent/DE202013104051U1/en

[3] https://trademarks.ipo.gov.uk/ipo-tmcase/page/Results/2/WO0000000727788?legacySearch=False

[4] https://www.worldipreview.com/news/toblerone-may-need-new-ip-strategy-after-weight-loss-12532

[5] https://www.admin.ch/opc/fr/classified-compilation/19920213/201904010000/232.11.pdf

[6] https://www.origin-gi.com/i-gi-origin-worldwide-gi-compilation-uk.html?filter_17=CH&cc=p&start=160

[7] https://www.chocosuisse.ch/en/

[8] https://www.chocosuisse.ch/en/swiss-chocolate/switzerland-as-an-indication-of-origin

[9]https://en.wikipedia.org/wiki/Toblerone#:~:text=Tobler%20%26%20Suchard%20companies%20merged%20with,several%20other%20brands)%20to%20Mondel%C4%93z.

[10] https://www.mondelezinternational.com/About-Us

[11] https://kafkadesk.org/2022/06/27/iconic-swiss-chocolate-maker-toblerone-moves-to-slovakia/

[12] https://www.euronews.com/culture/2023/03/06/toblerone-to-lose-the-matterhorn-logo-as-the-chocolate-can-no-longer-be-considered-swiss#Echobox=1678100470


AVRUPA BİRLİĞİ’NİN 2023 YILI TANITIM BÜTÇESİNDE COĞRAFİ İŞARETLERİN YERİ

Avrupa Birliği (AB) Komisyonu 16 Aralık 2022 tarihli basın açıklamasında; sürdürülebilir ve yüksek kaliteli tarım ve gıda ürünlerinin tanıtımını gerek iç pazarında gerekse dünya çapında finanse etmek için 2023 yılında 185,9 milyon Euro tahsis edeceğini beyan etti. 2023 yılı tanıtım politikası çalışma programı, özellikle Tarladan Çatala (Farm to Fork) stratejisi olmak üzere, 2019-2024 dönemi için AB’nin siyasi önceliklerine katkıda bulunacak.

Tanıtım projeleriyle; AB tarımının sürdürülebilirliği, hayvan refahını artırma, taze meyve ve sebze tüketiminin artırılması ile sağlıklı ve sürdürülebilir beslenmenin teşvik edilmesi hedefleniyor. Projeler; AB tarım ürünlerine yeni pazar imkanlarının bulunması, mevcut işlerin güçlendirilmesi, sürdürülebilir üretim ve tüketimin artırılması ile AB tarım-gıda sektörünün, ekonomik açıdan sürdürülebilir şekilde toparlanmasını da destekleme amacını güdüyor.

Tanıtım bütçe kalemleri iç ve dış pazarlarda “basit programlar” ve “çoklu programlar” olarak iki temel gruba ayrılıyor ve alt gruplar da söz konusu. Fazla detaya girmeden, dikkati çeken hususları aşağıda özetliyoruz.

  • Coğrafi işaretler, kalite göstergesi programlarının içinde yer alıyor. Bu programlar için iç pazarda basit programlara 7 milyon Euro, çoklu programlara ise 4,2 milyon Euro ayrılmış durumda. Ayrıca özellikle üçüncü ülkeler için öngörülen programlar gibi diğer bazı alt başlıklardaki programlara, coğrafi işaretlerin de dahil edilebileceğini düşünüyoruz.    
  • AB iç pazarındaki tanıtım 83,3 milyon Euro, üçüncü ülkelerdeki tanıtım ise 83,1 milyon Euro bütçeye sahip. AB dışı tanıtımda ana tanıtım hedefi “büyüme potansiyeli”. Çin, Japonya, Güney Kore, Singapur ve Kuzey Amerika bu kategoriye dahil. AB’nin, bu kategorideki ülkelerden Çin dışındakiler ile coğrafi işaretleri de konu alan serbest ticaret anlaşmaları var. Çin ile yaptığı ve sadece coğrafi işaret korumasına yönelik olan anlaşma ise; ilk etapta taraflara ait 100’er coğrafi işareti korumayı öngörmüş, süreç içinde toplam sayının 350’ye kadar artması hedeflemiş durumda. Anlaşmanın resmi olarak yürürlüğe girdiği 1 Mart 2021 tarihinde yapılan basın açıklaması, AB’nin 2023 yılı tanıtım bütçesinde Çin (Hong Kong ve Makao dahil), Güney Kore, Tayvan, Güneydoğu Asya ve Güney Asya için toplam 16,3 milyon Euro’luk büyük bir bütçe ayırmasının nedenine de işaret ediyor. Çünkü Çin pazarı, 2020 yılı Ocak-Kasım ayları arasında 16,3 milyar Euro ile AB gıda ve tarım ürünlerinin 3. varış noktası. Ayrıca bu değerlendirme içindeki şarap, distile alkollü içkiler ile gıda ve tarım ürünlerini kapsayan coğrafi işaretli ürünler, toplam değerin %9’unu oluşturarak 2. sırada yer alıyor. Çinli tüketiciler güvenlik, kalite ve otantiklik bakımından AB’nin tarım ve gıda ürünlerini takdir ediyorlar. AB’li tüketiciler ise Çin’e ait özel ürünlerin orijinallerini deneyimlemek istiyorlar.   
  • Yeni Zelanda ve Avustralya, AB’nin ihracatçıları için yeni pazar fırsatı olarak görülüyor.  Brexit’ten sonra Birleşik Krallık, gıda ve tarım ürünleri için %25’lik payla AB’nin ana ihracat pazarlarından biri. 
  • Tanıtım kampanyaları hem AB’li hem de küresel tüketicileri coğrafi işaret ve organik ürünler gibi AB’nin kalite programları hakkında bilgilendirecek. Organik ürünlere ayrılan bütçe 28 milyon Euro.
  • İklim, çevre ve hayvan refahı için faydalı sürdürülebilir tarım uygulamalarının teşvik edilmesini ve sürdürülebilir şekilde üretilmiş tarımsal gıda ürünlerinin tüketimini desteklemek için ayrılan bütçe 36 milyon Euro.
  • Daha sağlıklı ve dengeli beslenmeyi teşvik etmek için taze meyve ve sebzelerin tanıtım bütçesi 19 milyon Euro’dan fazla.

2023 kampanyaları için teklif çağrıları, Avrupa Araştırma Yürütme Ajansı (European Research Executive Agency) tarafından Ocak 2023’te yayımlanacak.

AB Komisyonu, AB tarım ürünlerini dünya çapında tanıtmaya yönelik kampanya ve çeşitli etkinliklerinde, “Enjoy, it’s from Europe” (Keyfini çıkarın, Avrupa Birliği’nden)” sloganını kullanıyor. Ayrıntılara önem veren okurlarımız için bu sloganın kullanılmasını da ilgilendiren kuralların, AB’nin iç pazarında ve üçüncü ülkelerde yürüteceği tanıtım çalışmaları hakkındaki 3/2008 sayılı Konsey Tüzüğü ve 501/2008 sayılı Komisyon Tüzüğü ile düzenlendiği bilgisini verelim.   

Gonca Ilıcalı

27 Aralık 2022

Kaynaklar:

https://ec.europa.eu/commission/presscorner/detail/en/ip_22_7769

https://trade.ec.europa.eu/access-to-markets/en/content/free-trade-agreements

https://agriculture.ec.europa.eu/news/eu-china-agreement-protecting-geographical-indications-enters-force-2021-03-01_en

https://ec.europa.eu/chafea/agri/en/funding-opportunities/instructions-on-the-use-of-the-signature-enjoy-it-s-from-europe

AVRUPA BİRLİĞİ’NİN “FİKRİ MÜLKİYET HAKLARI YOĞUN ENDÜSTRİLER VE EKONOMİK PERFORMANSLARI” HAKKINDAKİ RAPORU

Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi EUIPO; Avrupa Fikri Mülkiyet Hakları İhlalleri Gözlemevi (European Observatory on Infringements of Intellectual Property Rights) aracılığıyla ve Avrupa Patent Ofisi EPO iş birliğinde hazırladığı “AB’de Fikri Mülkiyet Hakları Yoğun Endüstriler ve Ekonomik Performansları” hakkındaki 2022 yılı analiz raporunu, 11 Ekim 2022 tarihinde yayımladı. Rapor, iklim değişikliğini azaltma teknolojilerini (climate change mitigation technologies -CCMT) konu alan patent ile yeşil marka başvuruları hakkında ilk kez yapılan analizleri de içermesi nedeniyle bir hayli önemli. EUIPO’ya yapılan ve “yeşil markalar” olarak adlandırılan markalara; 1996-2020 yılları arasındaki marka başvurularının mal ve hizmetlerine yönelik analiz içeren çalışmaya da atıfta bulunduğumuz ve 21 Temmuz 2022 tarihinde IPR Gezgini’nde yayımladığımız “Avrupa Birliği’nin Sürdürülebilir ve Döngüsel Tekstil Ürünleri Stratejisi” başlıklı yazımızda kısaca değinmiştik.  

2017-2019 dönemini kapsayan 2022 yılı raporu; 2013 (2008-2010 arası), 2016 (2011-2013 arası) ve 2019 (2014-2016 arası) yılı raporlarıyla benzer bir metodoloji içinde hazırlanmış olup marka, tasarım, patent, telif, coğrafi işaret ve bitki çeşitlerine ilişkin haklara ait çeşitli ekonomik göstergeleri içeriyor.

Raporun metodolojisi, her bir fikri mülkiyet hakkı için ayrıntılı biçimde açıklanıyor. Hepsine yazımızda yer vermek mümkün değil ancak, gerek kapsamının diğer fikri mülkiyet haklarına nazaran biraz farklı olması gerekse alanında veri toplamanın ve işlemenin çok kolay olmaması nedenleriyle, sadece coğrafi işaretlere ilişkin metodolojiyi aşağıda özetliyoruz.

Coğrafi işaret yoğun endüstrilerin tanımlanması metodolojisi, önceki üç çalışma ile benzer olup 2017 yılı için güncellenmiş ürün satış bilgileri kullanılmıştır. Metodoloji tasarlanırken temel olarak iki karakteristik özellik dikkate alınmıştır.

  • Doğası gereği coğrafi işaretlerin tek sahibi yoktur ve tescil başvurusu genellikle ilgili üretici birliği tarafından yapılır. Bu durum, ekonomik verilerle ilişkilendirilebilecek hak sahipliği bakımından mukayese edilebilirliği güçleştirir. Bu açıdan telif haklarına benzediğinden, Dünya Fikri Mülkiyet Teşkilatı WIPO’nun, telif hakları için kullandığı yöntemler uygulanabilir niteliktedir.
  • Bu çalışmada kullanılan NACE (AB’nin, ekonomik faaliyetleri istatistiki sınıflandırma sistemi) sınıflandırmasının oranı, coğrafi işaretli ürünler bakımından AB üyesi ülkelerde birbirinden önemli ölçüde farklılaşmakta. Bu durum, aynı endüstrinin bir ülkede coğrafi işaret yoğun olmasına rağmen diğer bir ülkede yoğun olmadığı anlamına geldiğinden ve neticede, 2022 raporundaki diğer fikri mülkiyet haklarına ilişkin yaklaşımlarla tezat oluşturduğundan, coğrafi işaretlerle ilgili yaklaşım ülke bazında yapılmıştır.      

Ayrıca, coğrafi işaret endüstrileri genellikle dikey olarak entegredir. Örneğin AB için en önemli coğrafi işaret sektörü olan şarapların üretimi; belirli bir alanda yetiştirilen ve işlenen üzümlere dayanıyor, yani üzüm yetiştiriciliği ve şarap üreticiliği olmak üzere iki alana yayılan bir istihdam şekli mevcut. Bu durum, girdi-çıktı tablolarının dolaylı istihdamı hesaplamak için uygun olmadığı anlamına geliyor. Dolayısıyla tarımsal istihdam istatistiklerinde boşlukların bulunması nedeniyle, coğrafi işaret yoğun endüstrilerin istihdama katkısının hesaplanamadığı ifade edilmekte.

AB’nin coğrafi işaretli ürünlerine ilişkin verileri esasen, AB Komisyonunun Tarım Genel Müdürlüğü DG Agri tarafından sağlanmış ve EUROSTAT’ın malların uluslararası ticareti ile ilgili COMEXT veri tabanından elde edilen verilerle birleştirilmiş.

Rapordaki ilgi çekici bilgilerin bazıları, özetle aşağıdaki gibidir.

  • Raporun önsözü; inovasyonun, AB ve AB üyesi ülkelerce benimsenen büyüme stratejisinin temel bileşeni olduğunu; daha fazla istihdam ile daha rekabetçi bir ekonomi yaratma amacına hizmet eden birçok faktörün bulunduğunu ancak etkin bir fikri mülkiyet sisteminin, amacı gerçekleştirmede ilk sırada yer aldığını vurguluyor. Raporda ayrıca, Brexit sonrası artık AB üyesi olmayan Birleşik Krallık ile Avrupa Serbest Ticaret Birliği olan EFTA ülkelerinden İzlanda, Norveç ve İsviçre’ye ait bazı veriler de mevcut.
  • 2019 yılı raporunda 353 olarak belirtilen fikri mülkiyet hakları yoğun olan sektör sayısı, 357’ye yükselmiş. Bu endüstrilerden 229’u (%64’ü) birden fazla fikri mülkiyet hakkı açısından yoğun.
  • 2022 yılı raporuna göre, fikri mülkiyet yoğun sektörlerin AB ekonomisine katkısı her açıdan 2008-2010 döneminden bu yana en yüksek seviyede. 81 milyondan fazla iş imkânı yarattığı; yüksek sayıda fikri mülkiyet hakkına sahip şirketlerin, neredeyse her 10 işten 4’ünü oluşturduğu ve diğer sektörlere göre %41 daha yüksek maaşlar ödediği; bu endüstrilerin, AB’nin gayri safi yurtiçi hasılasının (GSYİH) %47,1’lik dilimine sahip olarak 6,4 trilyon Euro değerinde olduğu ifade ediliyor.
  • AB’nin GSYİH’sının %14’ünden fazlasına sahip olan fikri mülkiyet hakları yoğun endüstriler, küresel ekonomide AB için bir rekabet avantajı oluşturuyor.
  • AB iç ticaretinin %75’inden fazlasını oluşturan fikri mülkiyet yoğun endüstriler, AB tek pazarının belkemiği olarak kabul ediliyor. AB ülkelerinde yaklaşık 7 milyon iş, diğer AB üyesi ülkelerdeki şirketler tarafından yaratıldığından ve bazı ülkelerde, fikri mülkiyet hakları yoğun sektörlerde bu tür işlerin payı %30’u aştığından, sınır ötesi iş yaratmada da önemli bir itici güç.
  • Almanya, Fransa, İtalya ve Hollanda, yeni fikri mülkiyet haklarının oluşturulmasında lider konumda.
  • Sürdürülebilir inovasyonda aktif olan fikri mülkiyet hakları yoğun endüstriler arasında, iklim değişikliğini azaltma teknolojileri içeren patentler ile yeşil markaların geliştirilmesiyle uğraşan sektörler de büyüyerek istihdamın %9,3’ünü ve GSYİH’nın %14’ünü oluşturmuş durumda. Avrupa patent başvurularının yaklaşık %10’u, sera gazı emisyonunu azaltmayı ya da önlemeyi amaçlıyor.
  • Fikri mülkiyet hakları yoğun endüstrilerin istihdam seviyesine olan katkısı İzlanda’da AB ile aynı iken Norveç, İsviçre ve Birleşik Krallık’ta AB’nin altında. GSYİH seviyesine olan katkı ise Norveç’te AB’nin üzerinde ancak diğer üç ülkede AB’nin altında kalıyor. 
  • AB’nin coğrafi işaretli ürünlerinin yaklaşık %90’ı Fransa, Almanya, İtalya, Portekiz ve İspanya tarafından üretiliyor ve AB’nin yiyecek içecek sektörü satışlarının %7,1’ini oluşturuyor. 
  • AB’nin coğrafi işaretli ürünlerinin 2017 yılı satış verilerine göre, 26.819 milyon Euro’luk üretim değeri ile Fransa ilk sırada. Fransa’nın tarımsal gıda ürünleri %15’lik, şarapları %72’lik, distile alkollü içecekleri %13’lük, gıda ve içecek sektöründeki coğrafi işaretleri %14,9’luk ve AB içi ve dışı toplam ticaretindeki coğrafi işaretleri ise %43’lük değere sahip. AB iç ve dış ticaretindeki coğrafi işaretli ürünler, AB düzeyinde toplam %39’luk paya sahip. Verilerin yer aldığı tabloda, bazı ülkelere ait bazı verilerin, gizlilik nedeniyle yayımlanmadığı belirtiliyor.
  • NACE tanımlamasına göre; “telif hakkıyla korunan eserler hariç fikri mülkiyet ve benzeri ürünlerin kiralanması”, her 1000 çalışan bakımında yapılan istihdam açısından patent, marka, tasarım ve bitki çeşitlerine ilişkin haklar yoğun sektörlerin her dördünde de ilk sırada. Telif hakları yoğun endüstrilerin ilk sırası gazete basımına ait. Coğrafi işaret yoğun endüstriler ise mandıraların işletilmesi ve peynir üretimi; alkollerin damıtılması ve harmanlanması; üzüm yetiştiriciliğinin bir kısmı da dahil olmak üzere şarap üretimi ile bira üretimi şeklinde sıralanıyor.

EUIPO ve EPO iş birliğinde hazırlanmış olan raporun, politika önerisinde bulunmak amacıyla tasarlanmadığı ancak politika yapıcılara yol gösterici niteliği bulunduğu belirtiliyor. Konuya ilgi duyan IPR Gezgini okurlarına faydalı olması dileğiyle.

Gonca Ilıcalı

Ekim 2022

Kaynaklar:

AVRUPA BİRLİĞİ FİKRİ MÜLKİYET OFİSİ EUIPO’NUN “OTANTİKLİK” PROJESİ

Avrupa Birliği (AB) nezdinde yapılan araştırmalara göre sahte ve korsan mallar; AB ekonomisinin kilit sektörlerinde yılda 83 milyar Euro’dan fazla gelir kaybına ve 670.000 iş kaybına neden olurken, AB genelinde hükümetlere 15 milyar Euro’ya kadar kamu gelirine de mal olmakta.

Bu mallar aynı zamanda, bir taraftan çevreye zarar veriyor diğer taraftan tüketicilerin sağlığını ve güvenliğini tehlikeye atabiliyor. Ayrıca kara para aklama, dolandırıcılık, siber suçlar, uyuşturucu ve insan kaçakçılığı gibi diğer suç faaliyetlerini desteklediği için kurbansız suç olarak da sayılmıyor.

Bedeli bu denli ağır olan taklit ile mücadeleye yardımcı olmak için AB’nin ulusal ve bölgesel fikri mülkiyet ofislerini, belediyeleri ve yerel kuruluşları bir araya getirip güçlendirmeyi amaçlayan bir proje, Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi (European Union Intellectual Property Office) EUIPO tarafından AB İş Birliği Faaliyetleri ve 2025 yılı Stratejik Planı çerçevesinde başlatılmıştı.

Proje; en etkin mücadelenin ilgili kurum, kuruluş ve tüketicilerle birlikte ve yerel düzeyde verilmesi gerektiği temeline dayanıyor. Bu kapsamda EUIPO; her biri ulusal marka birliği olan İspanya’dan ANDEMA, Fransa’dan UNIFAB ve İtalya’dan INDICAM ile birlikte hareket ederek Sertifikalı Otantik Şehirler AB Ağını (European Network of Certified Authenticities) kurdu.

Pilot aşamada Fransa’dan Paris, İtalya’dan Roma, Ravenna ve Cervia, İspanya’dan Alicante ve Malaga şehirlerine “otantiklik (authenticity)” unvanı verildi. Peki “otantiklik” ne anlama geliyor ve bu unvan nasıl kazanılıyor?

Taklitle mücadelede kararlı olan AB içindeki herhangi bir fikri mülkiyet ofisi, ilgisini EUIPO’ya bildiriyor. Söz konusu fikri mülkiyet ofisi ve konuyla ilgilenen belediye arasındaki taahhüt, bir mutabakat zaptı ile resmileştiriliyor. Daha sonra yerel makamlar ve paydaş kuruluşlar güçlerini birleştirerek Proje amacına uygun olarak başarılı uygulamaların da paylaşıldığı bir dizi medya etkinlikleri, bilinçlendirme kampanyaları ve farklı hedef kitlelere göre özel tasarlanmış eğitim faaliyetleri yürütüyor. Bu faaliyetlerin yürütüldüğü şehirler de “otantiklik” sertifikasını elde ediyor.

Mevcut durumda, fikri mülkiyet sistemini güçlendirme çabası göstererek otantiklik sisteminin bir parçası haline gelen 6 tane AB şehri var: Yunanistan’da Selanik ve Mikanos, Bulgaristan’da Filibe ve Sofya, Slovakya’da Banska Bystrica ve İspanya’da Madrid.

Sisteme dahil olan belediyelere ve diğer paydaşlara, Proje kapsamında yürütülecek etkinlikleri tasarlamak ve uygulamada kullanmak üzere birçok kaynak sunulmuş durumda. Bu kaynaklar, esasen EUIPO’nun internet sitesinde yer alan kapsamlı çalışmalara dayanmakta olup aşağıda özetliyoruz.

  • Fikri mülkiyet ile ilgili araştırma ve veriler: Bu kısımdaki çalışmalar; fikri mülkiyetin ekonomiye ve istihdam yaratmaya katkısı, özellikle gençler ve işletmeler olmak üzere toplum tarafından nasıl algılandığı ve ihlalinin yol açtığı zarar üçlemesine odaklanıyor.
  • AB Gözlemevi (Observatory) yayınları: AB Gözlemevi ve ortakları tarafından yürütülen tüm çalışmalar; ekonomik çalışmaları, pazar araştırması analizlerini ve ihlale ilişkin çok yönlü değerlendirmeleri içeriyor.
  • Diğer yayınlar: AB Gözlemevinin kamu ve özel sektör ortaklarından fikri mülkiyetle ilgili çok çeşitli konulardaki yayınlar da dahil olmak üzere araştırma ve yayın kataloğu bulunuyor.
  • AB’de fikri mülkiyet: Bu kısımda yer alan AB haritasının üzerinde AB üyesi ülkelere tıklandığında, ilgili ülkeye ait ilgi çekici fikri mülkiyet verilerine ulaşılıyor.
  • AB Fikri Mülkiyet Ağı (European Union Intellectual Property Network) EUIPN: Marka ve tasarımlarla ilgili sınıflandırma, arama motorları vb birçok alana ilişkin uygulamaları içeren araçtır.     
  • Güçlendirilmiş Fikirler (Ideas Powered) Girişimi: Bu girişimin esas hedef kitlesi, AB’li gençlerdir. Doğrudan gençlik etkinliklerinde veya sosyal medya üzerinden fikri mülkiyetin hayatlarını nasıl etkilediği, yaratıcılıklarını, yenilikleri ve girişimciliklerini artırmak için nasıl kullanılabilecekleri konularında bilgi veriliyor.
  • Güçlendirilmiş Fikirler Okulda (Ideas Powered@School) Girişimi: 2018 yılında AB Eğitim Konseyi, fikri mülkiyet konularının, AB’nin tüm eğitim sistemi içinde yer almasına ilişkin tavsiyelerde bulunarak EUIPO’nun bu alandaki çalışmalarını uygun bulmuştur.  EUIPO, Konseyin tavsiyelerinin ulusal düzeyde eyleme dönüştürülmesine yardımcı olmak amacıyla ulusal fikri mülkiyet ofisleri ve milli eğitim bakanlıklarıyla yakın iş birliği içinde olup Eğitim Ağında Fikri Mülkiyet (IP in Education Network) Portalını oluşturmuştur. Tüm AB’yi kapsayan Eğitim Ağı, düzenli toplantılar yaparak fikri mülkiyet bilincini okul sınıflarına taşımakta ve hazırlanan eğitim materyallerine Portalda yer vermektedir.
  • İş İçin Güçlendirilmiş Fikirler (Ideas Powered for Business) Girişimi: EUIPO, AB’deki küçük ve orta ölçekli işletmelere (KOBİ’lere) marka ve tasarım tescillerini yaptırmaları ile genel fikri mülkiyet konularında bilgi verme desteği sağlıyor. Bu girişimin bir parçası olarak ayrıca; marka ve tasarım başvuru ücretlerinin geri ödemesi ile araştırma hizmetlerinin desteklenmesi için AB Komisyonu ve üye ülkelerin fikri mülkiyet ofislerinin iş birliğinde 20 milyon Euro’luk bir KOBİ Fonu oluşturulmuş. Fon, işletme başına en fazla 1500 Euro’ya kadar destek sağlıyor.
  • Fikri Mülkiyet Uygulama Portalı IPEP (IP Enforcement Portal): Kullanıcı dostu, etkileşimli ve güvenilir olma prensipleri göz önünde bulundurularak hazırlanan Portal; hak sahipleri ve yasal temsilcileri, AB icra makamları (gümrük ve polis), AB Komisyonu ve dünya çapındaki AB delegasyonları arasında güvenli bir iletişim aracı. Çok dilli ve ücretsiz olan IPEP, AB Fikri Mülkiyet Hakları İhlallerine İlişkin Gözlemevi tarafından ve 386/2012 sayılı AB Tüzüğü kapsamındaki yetkinin bir parçası olarak oluşturulmuş. AB’li hak sahipleri; ürünlerine ve fikri mülkiyet haklarına ilişkin verileri paylaşarak; üçüncü ülkelerdeki haklarının ihlal edildiğini AB Komisyonunun Ticaret Genel Müdürlüğüne raporlayarak ve gümrüklerde Eylem Başvurularını (Application for Action – AFA) elektronik olarak yaparak IPEP vasıtasıyla ürünlerini ve haklarını korumak için girişimde bulunabiliyor.

Gonca ILICALI

Ekim 2022


Kaynaklar:

YENİLEBİLİR BÖCEKLER: YENİ Mİ GELENEKSEL Mİ?

Dünyanın, 2050 yılına kadar 9 milyar insana ev sahipliği yapacağı tahmin ediliyorken; tükenmekte olan ve kirlenen doğal kaynaklar ve artan maliyetler nedeniyle gıda üretimi konusunda yaşanan endişeler, alternatif besin kaynaklarına duyulan ihtiyacı artırıyor.  

Entomofaji, yani böceklerin besin kaynağı olarak tüketilmesi, çok eski zamanlara dayanıyor. Bu konudaki geleneksel bilgilerin, beslenmede yeni alternatiflere zemin oluşturması da gittikçe yaygınlaşıyor.

Birleşmiş Milletler’in Gıda ve Tarım Örgütü FAO (Food and Agriculture Organization of the United Nations) tarafından hazırlanan 2013 tarihli “Yenilebilir Böcekler: Gıda ve Yem Güvenliği İçin Gelecek Beklentileri” (Edible Insects: Future Prospects for Food and Feed Security) ve 2021 tarihli “Yenilebilir Böceklere Gıda Güvenliği Perspektifinden Bakış. Sektör için Sorunlar ve Fırsatlar” (Looking at edible insects from a food safety perspective. Challenges and opportunities for the sector) isimli yayımlar, konu hakkında kapsamlı çalışmalar ve ilginç veriler içeriyor.

MÖ 8. yüzyıl ile Orta Doğu, entomofaji için kaydedilen en eski tarih ve yer. Bu gelenek batılı ülkelerde pek yaygın olmasa da, özellikle Asya, Avustralya ve Afrika olmak üzere yaklaşık 140 ülkede mevcut ve tüketilen böcek türü sayısı yaklaşık 2111. Bunların %92’si yaban hayattan hasat edilirken, %6’sı yarı evcil ve %2’si ise çiftlikte yetiştiriliyor. Yaban hayattan hasat edilenlerin %88’i karasal kökenli, geri kalanı su ekosistemi içinde. İpek ve bal gibi ticari değeri yüksek ürünlerin üretimi için yetiştirilen böcekler de var, esas olarak evcil hayvan ve balık yemi olarak kullanılmak üzere yetiştirilenler de. Son zamanlarda Amerika Birleşik Devletleri’nde endüstriyel üretimi gerçekleşen cırcır böceği (Acheta domesticus), hayvan yemi olarak yetiştirilenlere örnek.

Böcek türüne göre değişmekle birlikte, yenilebilir böcekler iyi bir protein, yağ asidi, demir, çinko, magnezyum, manganez, fosfor, selenyum, çinko, vitamin ve mineral kaynağı. Hayvan yemi olarak böcek unu, balık unu ve soya ununun aminoasit profilleri oldukça benzer.

Böcekler; hızlı büyüme ve çoğalma ile düşük karbon, su ve ekolojik ayak izleri özellikleri nedeniyle çevresel sürdürülebilirlik açısından da oldukça cazip. Üstelik tüm yıl boyunca yetiştirilebiliyor ve vücutlarının büyük kısmı tüketilebiliyor.

Yaban hayatından toplanan böcekler için, diğer doğal kaynaklarda olduğu gibi, kontrolsüz ve plansız hareket edilmesi, biyoçeşitliliği ve ekosistemi zamanla tehdit eder hale getirecek ve dolayısıyla sürdürülebilirlik problemine de yol açacak. Bazı topluluklarda bu tür sorunların çözümü; geleneksel liderlerin böcek hasat döneminde kısıtlayıcı tedbirler getirmesiyle sağlanmakta, Namibya’nın Uukwaluudhi Koruma Bölgesindeki mopan solucanlarında olduğu gibi.

Tayland’ın kırsal bölgelerinde kurulu 20 binden fazla cırcır böceği çiftliğinden, yılda 3 milyon USD kazanç elde ediliyor. 2018’de 688 milyon USD olan yem amaçlı küresel böcek pazarının, 2024 yılına kadar 1,4 milyar USD’ye, yenilebilir böcek küresel pazarının ise 2030 yılına kadar 8 milyar USD’ye ulaşacağı tahmin ediliyor.  

Tropikal ve subtropikal bölgelerde yaşayan insanlar, sadece beslenmek için değil, sosyo-kültürel uygulamalar ve dini inançları bakımından da böcek tüketiyor.

Böceklerin atıkları, toprak verimliliğinin artırılmasında da kullanılabiliyor.

Böcek yetiştiriciliği uygulamaları arasında; gıda, kozmetik, tekstil ve farmasötik alanlarında kullanılan kitin ve lipidler ile biyoyakıt üretimi de yer alıyor. Böceklerin, topraktaki bulaşan maddeleri taşıma özelliğinin ilham kaynağı olarak kullanıldığı bazı uygulamalardan da bahsediliyor ancak bu şekilde kullanılan böceklerin, daha sonra insan ve hayvanlar tarafından tüketilemeyeceğine dikkat çekiliyor. Çünkü böcekler; bakteri ve virüs gibi biyolojik ajanlar, pestisit ve toksik maddeler gibi kimyasal kirleticiler ile alerjenler dahil olmak üzere insanlar için sağlık tehditleri oluşturabilirler.

Diğer çiftlik hayvanlarının aksine, böcekler genellikle kendi bütünlükleri içinde tüketiliyor. Bu sebeple Avrupa Gıda Güvenliği Otoritesi olan EFSA (European Food Safety Authority), insan ve hayvan için besin maddesi olarak kullanılacak böceklerin türleri ve substratlarının, yetiştirilme-hasat-işleme şekillerinin önemli olduğunu ve ancak kontrollü bir süreci geçirmeleri halinde sağlık riskleri bakımından kabul edilebilir olacaklarını belirtiyor. Ayrıca özellikle kabuklulara ve ev tozu akarlarına karşı alerjisi olan tüketiciler için, bazı böcek türleri potansiyel alerjik risk olabilir.

Böcek yetiştiriciliği, AB için henüz oldukça küçük bir niş pazar. Sektörün, 2025 yılına kadar birkaç bine ulaşacak sayısıyla, ekonomiye anlamlı bir katkıda bulunması bekleniyor. Ancak özellikle böceklerin, sosyo-ekonomik olarak hassas gruplar tarafından gıda kıtlığı zamanında tüketildiği kanısının yol açtığı neofobinin üstesinden gelinmesi gerektiği ifade ediliyor.

AB’de, yeni gıdalara ilişkin ilk Yönetmeliğin yürürlüğe girdiği 15 Mayıs 1997 tarihinden önce AB’li tüketiciler tarafından önemli ölçüde tüketilmeyen gıdalar, “yeni gıda” (novel food) olarak adlandırılıyor.

Yeni geliştirilmiş, inovatif, yeni teknolojiler kullanılarak üretilmiş ya da işlenmiş yahut AB’de olmasa bile diğer ülkelerde geleneksel olarak tüketilmekte olan gıdalar “yeni gıda” olup böcekler de bu kapsamda değerlendiriliyor.

1 Ocak 2018’den beri geçerli olan yeni Yeni Gıda Yönetmeliği ise, eski yönetmelikten farklı olarak, bütün haldeki böcekleri yeni gıda olarak kabul ediyor.

Yeni gıdalara örnek olarak; yeni K vitamini (menakinon) kaynakları, mevcut gıdalardan elde edilen özütler (Euphausia superba’dan elde edilen fosfolipit açısından zengin Antarktika Krill yağı), üçüncü ülkelerden gelen tarım ürünleri (chia tohumları, noni meyve suyu) ve yeni metotlarla üretilen gıdalar (UV ile işlenmiş gıdalar: süt, ekmek, mantar ve maya) verilebilir.

AB’de yeni gıdaların piyasaya çıkmaları ön izne tabi olup aşağıda belirtilen “olmazsa olmaz” koşulları sağlamaları gerekli.

  • Tüketiciler için güvenli olmalı.
  • Tüketicileri yanıltmamak için uygun şekilde etiketlenmeli.
  • Yeni gıdanın başka bir gıdanın yerini alması amaçlanıyorsa, yeni gıdanın tüketimi, tüketici için besinsel açıdan dezavantajlı olacak şekilde farklılık göstermemeli.

AB’nin yeni ürün kataloğuna, https://webgate.ec.europa.eu/fip/novel_food_catalogue/  bağlantısından erişim sağlanıyor.

2015/2283 sayılı AB Tüzüğü kapsamında; kurutulmuş Tenebrio molitor larvası (Haziran 2021), Locusta migratoria’nın dondurulmuş, kurutulmuş ve toz formları (Kasım 2021) ve sarı un kurdunun (yellow mealworm- Tenebrio molitor larva) dondurulmuş, kurutulmuş ve toz formları (Şubat 2022), yeni gıda olarak AB pazarına çıkma izni almış durumda. EFSA’dan izin almayı bekleyen başvuru sayısı ise 9. 

Gıda, tekstil ve farmasötik alanlarında kullanılan ve kırmızı renk veren karmin boyasının üretiminde, Hemiptera (yarım kanatlılar) takımında olan koşnil (cochineal) böceği kullanılıyor.

FAO’nun her iki yayımında da, özellikle Batılı ülkelerde besin kaynağı olarak böcek kullanımı konusunda bir direnç olduğu ifade ediliyor. Starbucks’ın deneyimini, bu konu için örnek olarak verebiliriz.

2012 yılı başlarında Starbucks firması; çilekli Frappuccino ürününü renklendirmek için daha önce kullandığı yapay katkı maddeleri yerine, daha doğal olan koşnil böceği kullanmaya başladığını açıklayınca bir tartışma başlar. Böcekler de dahil olmak üzere hayvansal kaynaklı hiçbir ürünü beslenmelerinde kullanmayan bir grup Amerikalı vegan tüketicinin, sosyal medyada viral olan tepkileri üzerine firma, koşnil kullanmayı bırakır ve domates bazlı renklendirici kullanmaya başlar. Burada belirtmekte fayda var; Amerika ve Kanada’da koşnil özütü kullanmak, ilgili otoriteler tarafından izne tabi.  

Tarım ve gıda ürünleri için esas olarak coğrafi işaret ve geleneksel ürün adı korumasını konu alan 1151/2012 sayılı AB Tüzüğünde, “hayvansal kaynaklı hammadde” olarak koşnil ürünü için bir kategori mevcut. AB’nin, coğrafi işaret ve geleneksel ürün adlarına ilişkin Eambrosia veri tabanında yaptığımıza araştırmada, bu kategoride korunan tek bir coğrafi işarete rastladık. Coğrafi sınırı Kanarya Adaları olan “Cochinilla de Canarias”, menşe adı olarak 2016 yılında tescil edilmiş durumda. 

Bir tür tırtıl (gusano) olan kırmızı maguey solucanları, Meksika’nın Oaxaca bölgesinden kaynaklanan bir distile alkollü içki olan Mezcal’in şişelerinde bulunuyor. Mezcal üreticileri, üretim için önemli olan bu solucanların kaçak olarak avlanmalarını engellemek amacıyla, yağmurlu dönemlerde agav tarlalarına güvenlik gönderiyorlar. Mezcal, AB-Meksika arasında imzalanan bazı coğrafi işaretlerin karşılıklı korunması hakkındaki anlaşma kapsamında, 31 Ocak 2020 tarihinden itibaren AB’de de korunuyor. 

Sardinya Adasından kaynaklanan ve Casu marzu, Casu martzu, Casu modde, Casu cundídu ve Casu fràzigu adlarıyla bilinen koyun peyniri, peynir sineği larvaları tarafından çürüme aşamasına kadar mayalandırılıyor. Bu aşamada larvalar da kurtçuk haline geliyor ve peynir, genellikle kurtçuklarla birlikte yeniyor. Kurtçukları temizleyip yiyenler de oluyormuş ancak kurtçuklar öldükten sonra tüketilmesinin tehlikeli sayıldığı ifade ediliyor. İnternet üzerinde yapılan araştırmada Casu marzunun, insan sağlığı için risk oluşturması nedeniyle bazı ülkelerde yasaklanmış olduğuna dair birçok habere rastladığımız gibi, yenilebilir böceklerle ilgili AB’de yaşanan gelişmelerden dolayı yeşil ışık yanma olasılığının bulunduğundan bahsedenler de var. eAmbrosia veri tabanında Casu marzu, Casu martzu, Casu modde, Casu cundídu ve Casu fràzigu adları için yaptığımız araştırmada, ne coğrafi işaret ne de geleneksel ürün adına rastlamadık. Yaşanacak gelişmeleri merakla beklediğimizi belirterek yazımıza noktayı koyuyoruz.

Gonca ILICALI

Ağustos 2022


Kaynaklar

AVRUPA BİRLİĞİ’NİN SÜRDÜRÜLEBİLİR VE DÖNGÜSEL TEKSTİL ÜRÜNLERİ STRATEJİSİ

Avrupa Birliği (AB); tekstil ürünlerinin daha dayanıklı, yeniden kullanılabilir, onarılabilir, geri dönüştürülebilir ve enerji açısından verimli olacak şekilde tasarlanarak iklim açısından nötr bir döngüsel ekonomiye geçişine yardımcı olmak ve tekstil endüstrisini COVID-19 pandemisinin yarattığı krizden sürdürülebilir biçimde kurtarabilmek amacıyla, 30 Mart 2022 tarihinde COM (2022) 141 final referansıyla “Sürdürülebilir ve Döngüsel Tekstil Ürünleri Stratejisi”ni yayımladı. Stratejinin tam anlamıyla hayata geçmesi halinde; AB tekstil sektörünün daha rekabetçi hale gelmesi; döngüsel ekonomi ilkelerinin üretim, ürünler, tüketim, atık yönetimi ve ikincil hammaddelere uygulanarak yatırım, araştırma ve inovasyonun yönlendirilmesi amaçlanıyor. Bu kapsamda, 2030 yılına kadar AB pazarına sunulan tekstil ürünlerinin:

  • uzun ömürlü ve geri dönüştürülebilir olması,
  • geri dönüştürülmüş liflerden yapılmış, tehlikeli maddelerden arındırılmış ve sosyal haklar ile çevreye saygılı biçimde üretilmiş olması,
  • tüketicilerin, yüksek kaliteli ve uygun fiyatlı tekstil ürünlerinden daha uzun süre yararlanması, hızlı moda akımının geride bırakılarak ekonomik açıdan kârlı olan yeniden kullanım ve onarım hizmetlerinin yaygınlaştırılması,
  • rekabetçi, dirençli ve yenilikçi hale dönüşen tekstil sektöründe üreticilerin, tüm değer zinciri boyunca kendi ürünlerinin sorumluluğunu üstlenmesi,
  • döngüsel tekstil ekosisteminin, tekstil ürünlerinin yakılmasını ve çöpe atılmasını asgari düzeye indirmesini sağlayarak, elyaftan elyafa geri dönüşümü sağlayan yenilikçi kapasitelerle büyümesi

hedefleniyor.

Strateji; AB Yeşil Anlaşması (European Green Deal), Döngüsel Ekonomi Eylem Planı (The Circular Economy Action Plan), Sanayi Stratejisi (The Industrial Strategy) ve Sürdürülebilirlik için Kimyasal Maddeler Stratejisi (The Chemicals Strategy for Sustainability) kapsamındaki girişimlerle de tamamlayıcı nitelikte.

Stratejiden sorumlu AB birimleri; Sürdürülebilir Üretim, Ürünler ve Tüketim Genel Müdürlüğü (DG ENV B1 Sustainable Production, Products and Consumption) ile Turizm, Tekstil ve Yaratıcı Endüstriler Genel Müdürlüğü (DG GROW F4 Tourism, Textiles and Creative Industries).

Stratejinin hazırlık aşamasında görüşülen paydaşlar arasında özellikle; elyaf / iplik / kumaş / giysi üreticileri, KOBİ’ler ve küresel şirketler, tedarikçiler, perakendeciler, hizmet sağlayıcılar, toplayıcılar, ayrıştırıcılar, geri dönüşüm yapanlar, araştırma ve inovasyon merkezleri, kamu kurumları, tüketiciler ve sivil toplum kuruluşları var. İstişare faaliyetlerinden elde edilen veriler, “Sözünü Söyle (Have Your Say)” portalında yayımlanarak 12 haftalık halk istişaresine de açılmıştı.

Strateji belgesi ve bu belgeye ait yol haritası, önemli kaynaklara referansla AB’nin tekstil sektörü hakkında birçok bilgi içeriyor. Burada hepsinden bahsetmek mümkün değil ancak en çok dikkati çeken bilgileri, aşağıda özetle sıralıyoruz.

Tekstil ve giyim, farklı değer zincirlerini ve ürün türlerini içeren endüstriyel bir ekosisteme sahip. Sektör, çoğu KOBİ olan ve AB geneline yayılmış 160.000’den fazla şirkette 1,5 milyon kişiyi istihdam ediyor. Sektörün 2019’daki yıllık cirosu 162 milyar Euro.  

Giyim ürünleri, AB’nin tekstil ürünleri tüketiminin %81’lik dilimini oluşturuyor. AB’li tüketiciler kişi başına yıllık ortalama 26 kg tekstil ürünü tüketiyor ve bunların önemli bir kısmı üçüncü ülkelerden geliyor. AB tekstil ve moda endüstrisinde sürdürülebilirlik için artan sosyal eğilimler olmasına rağmen, “hızlı moda (fast fashion)” akımı içinde olan bu ürünlerin, sadece kısa bir süre için kullanılıyor olması, kişi başına yılda 11 kg tekstilin atıldığı anlamında.

Özellikle hızlı moda nedeniyle tekstil talebindeki artış, fosil yakıtlardan elde edilen sentetik elyaf gibi yenilenemeyen kaynakların verimsiz kullanımına da neden oluyor. Yaşam döngülerinin her aşamasında sentetik tekstil ve ayakkabılardan mikroplastiklerin dökülmesi ise, sektörün çevreye olumsuz bir etkisi.

Karmaşık olan küresel tekstil değer zinciri, bazı sosyal zorluklarla da karşı karşıya. Farklı gelir düzeyindeki tüketicilerin satın alma gücüne uygun ürünleri piyasaya sunabilmek için üretim maliyetinin azaltılması çabaları; hazır giyim sektöründe çocuk işçi çalıştırılması ve kadın işçilerin düşük ücretle çalıştırılarak cinsiyet eşitsizliğine yol açması gibi ciddi sorunlara yol açmakta.

AB, sosyal ve çevresel sürdürülebilirliğe dikkat ederek ve küresel değer zincirini güçlendirerek, dünya çapında Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerine (Sustainable Development Goals) katkıda bulunmayı hedefliyor.

Özellikle teknik tekstiller ve son moda giyim alanlarında küresel ölçekte rekabetçi olan AB tekstil endüstrisi, COVID-19 pandemisindeki arz kesintisi ve tüketici talebindeki düşüş nedeniyle önemli ölçüde zarar gördü. 2019 yılına kıyasla 2020 yılında, tekstil sektörü cirosunda %9,2, giyim sektöründe ise %18,1 oranında düşme meydana geldi. Pandemi krizi ayrıca, ikinci el tekstil ürünlerindeki uluslararası ticareti de etkiledi ve atık akışlarını kesintiye uğrattı. Tahminlere göre dünyadaki tüm tekstil ürünlerinin %1’inden daha azı, yeni tekstil ürünlerine dönüştürülebiliyor.

Tekstil sektörü, önemli iklim ve çevresel etkileri olan “kaynak yoğun” bir sektör. Birincil hammadde ve su kullanımı bakımından tekstil tüketimi; AB için gıda, konut ve ulaşımdan sonra dördüncü en yüksek basınç kategorisinde olup sera gazı emisyonu bakımından da beşinci sırada. AB’de giyim, ayakkabı ve ev tekstili ile bağlantılı baskı ve etkinin çoğu, dünyanın diğer bölgelerinde üretilen ürünlerden kaynaklanıyor.

AB tekstil ve giyim endüstrisi, üçüncü ülkelerde uygulanan düşük üretim maliyetleri ile çevresel ve sosyal standartlar nedeniyle eşit olmayan bir oyun alanında bulunuyor. Öte yandan, sürekli adaptasyon gerektiren uluslararası teknolojik gelişimleri karşılamada işgücü yetersizlikleri de yaşanmakta. 

AB üyesi ülkelerde tekstil atıklarının toplanması, ayrıştırılması ve geri dönüştürülmesi, kamu-sektör eşgüdümü gerektiriyor. Ayrıca küreselleşmiş tekstil sektörünün, sadece ulusal ve yerel düzeydeki parçalı eylemler ile bu ihtiyacı karşılayamayacağı da açık. Bu sebeplerle AB genelinde etkili çevre koruması, AB içindeki ve dışındaki tekstil işletmeleri için eşit oyun kuralları sağlayan bir AB eylem planının hazırlanmasını elzem kılmış ve söz konusu eylem planı, Stratejinin eki olarak yayımlanmıştır.   

AB için sürdürülebilir ve döngüsel tekstil ürünleri, aşağıdaki temel eylemleri içeren yeni bir model olacak.

  • Zorunlu “Ecodesign” şartlarının getirilmesi: Tekstil ürünlerinin renklerinin solması, yırtılması, fermuarlarının bozulması, dikişlerinin sökülmesi vb nedenler, tüketicilerin bu ürünleri atmasının başlıca nedenleri arasında. Ancak tüketicilere daha dayanıklı ve yeniden kullanılabilir ürünleri sunmanın yanı sıra kiralama, onarım, geri alma, ikinci el gibi hizmetlerin de tasarlanması, maliyet tasarrufu sağlar. Ayrıca üretimde kullanılan malzemelerin tasarımı da çevresel performansı etkiler.    
  • Satılmayan veya iade edilen malları imha etmek, değer ve kaynak israfı olduğundan sonlandırılması
  • Mikroplastik kirliliği ile mücadele edilmesi: Mikroplastiklerin salınımı en çok, ilk 5-10 yıkamada gerçekleşiyor. Sadece çamaşır makinelerinden, yılda yaklaşık 40.000 ton sentetik lif salınıyor.
  • Döngüsel ve çevresel hususlar hakkında zorunlu bilgileri içeren “dijital ürün pasaportu” oluşturulması ve ayrıca Tekstil Etiketleme Yönetmeliğinin gözden geçirilmesi 
  • “Green (yeşil)”, “eco-friendly (çevre dostu)”, “good for the environment (çevre için iyi)” vb açıklamaların kullanılmasına, ancak söz konusu iddiaların AB Ecolabel ve diğer yasal düzenlemeler kapsamında doğrulanmış olması halinde izin verilmesi: Bu konudaki gelişmeler, marka başvuruları hakkındaki kararları da etkiler niteliktedir.
  • Tekstil atıklarının geri dönüşümü, yeniden kullanımın artırılması ve genişletilmiş üretici sorumluluğu: AB’de her yıl, yaklaşık 2,1 milyon ton tüketim sonrası giysi ve ev tekstil ürünü, ayrı ayrı toplanarak geri dönüşüme gönderiliyor veya küresel yeniden kullanım pazarına sunuluyor. Bu miktar, AB pazarına çıkan tekstillerin yaklaşık %38’i ve kalan %62’lik kısmın, ayrıştırılmamış atık akışlarında boşa gittiği düşünülüyor. Bu sebeple üreticilerin, kendi ürünlerinin atıklardan sorumlu tutulduğu, ekonomiye kazandırılabilir halde atık ayrıştırması düzenlemeleri getirilmesi öngörülüyor. Aslında halihazırda birçok firma, “tüketim sonrası tekstil ürünleri”nin toplanması için mağazalarında geri dönüşüm kutuları bulundurmaya çoktan başladı bile.

Bu yılki teması “Fikri Mülkiyet ve Gençlik” olan 26 Nisan Dünya Fikri Mülkiyet Gününde, AB’nin tekstil sektörüyle ilgili olacak şekilde EUIPO (AB Fikri Mülkiyet Ofisi) tarafından, “Fikri Mülkiyet ve Sürdürülebilir Ekonomi – Gençlik ve Sürdürülebilirlik” konulu bir seminer düzenlendi. “Moda ve Sürdürülebilirlik” ekseninde işlenen konu hakkında EUIPO ve EPO (Avrupa Patent Ofisi) tarafından sunumlar yapıldı.

EUIPO temsilcisi “marka-sürdürülebilirlik” ilişkisini, aşağıda özetlenen iki husus çerçevesinde açıkladı.  

  • 1996-2020 yılları arasında EUIPO’ya yapılan 2 milyon marka başvurusunun mal ve hizmet listesinin, çevre koruması ve sürdürülebilirlik konuları bakımından analiz edilmesi sonucunda, “Yeşil AB Markaları” (Green EU trade marks) isimli çalışma hazırlanarak Eylül 2021’de yayımlandı. EUIPO’nun Uyumlaştırılmış Veri Tabanında bulunan ve mal/hizmet tanımlamasında kullanılan “fotovoltaik, güneş enerjisi, rüzgâr enerjisi ve geri dönüşüm” gibi yaklaşık 900 terim; kapsamlı bir metodoloji kullanılarak “yeşil” olarak tanımlanmış ve standardize edilerek “yeşil terimler envanteri” oluşturulmuştur. Yeşil terimler, daha sonra 9 gruba ayrılan 35 kategoride sınıflandırılarak çeşitli değerlendirmelerde bulunulmuştur. Fazla detaya girmeden, 2015-2020 yılları arasında yapılan marka başvurularının %42,9’unun enerji tasarrufu, %17,7’sinin kirlilik kontrolü, %9,7’sinin enerji üretimi, %9,7’sinin taşımacılık, %6’sının iklim değişikliği, %5,9’unun geri dönüşüm ve geri kalanının ise çevre bilinci, atık yönetimi ve tarım üzerine olduğunu söyleyebiliriz.  
  • EUIPO sunumunun ikinci kısmında ise “marka-sürdürülebilir moda” ilişkisi; marka örneğinde “green, eco, bio” vb yeşil terim içeren marka başvurularından örnekler verilerek bireysel marka, sertifika markası, ortak marka, kelime içeren figüratif markalar, ayırt edici ve tanımlayıcı karakter başlıkları altında irdelenmiştir. Ancak yazımızın kapsamı dışında kalması nedeniyle, konunun ayrıntılarına yer vermeyeceğiz.

EUIPO’nun sunumundan da anlaşılacağı üzere, AB’nin Sürdürülebilir ve Döngüsel Tekstil Ürünleri Stratejisi uyarınca yürürlüğe giren ve girecek olan yasal düzenlemeler, marka başvurularını ve kararlarını da etkilemekte.

26 Nisan Seminerinde EPO temsilcisi, tekstil ürünleri ve moda sektöründe yapılan buluşların; zararlı kimyasalların kullanımının azaltılması, enerji tüketiminin azaltılması, çevre dostu malzemeler, geri dönüşüm için yeni çözümler ve yeni fonksiyonlara sahip malzemeler alanlarında olduğunu ifade etmiştir.

Verilen örnekler arasında, patent başvurusu 2008 yılında yapılan “kahve artıklarından elde edilen iplikler” dikkat çekiciydi. Sunum sırasında gösterilen ürün etiketindeki “Drink it, wear it!” (Onu iç, onu giy!) sloganıyla yapılan arama, bu teknolojiyi geliştiren “S.Café® Fabrics” firmasının internet sitesine ulaştırdı. Firmanın ve teknolojinin doğuş hikayesi, bir şaka ile başlamış.

Tayvan menşeli firmanın kurucusu Bay Chen, bir gün eşi Bayan Chen ile kahve içmeye gider. Kahve dükkanına gelen bir kişinin, evine götürmek için kahve atığı istediğine şahit olurlar. Bayan Chen, Bay Chen’e dönerek “Spordan sonra ter kokularını önlemek için sen de kullanabilirsin!” diye şaka yapar. Ancak Bay Chen konuyu ciddiye alır ve kısa süre içinde araştırmacı ve çevresel ortaklardan oluşan bir ekip kurar. 4 yıllık araştırma ve geliştirme çalışmaları sonunda; kahvenin, kokuları engelleme özelliğinin ilham kaynağı olduğu ve hammadde olarak kahve dükkanlarından toplanan kahve atıklarının kullanıldığı bir teknoloji geliştirilerek iplik üretimine başlanır. Bu iplikler ayrıca; pamuk ipliğinden iki kat daha hızlı kuruma ve UV ışınlarına karşı koruma özelliklerine de sahiptir. S.Café® Fabrics firmasının, sürdürülebilir ürünlerin üretilmesi için Asics, Helly Hansen, Inter Sport, Mc Kinley, New Balance, Oakley, Starbucks ve Timberland gibi birçok marka ile işbirliği yaptığını söyleyerek yazımızı sonlandırıyoruz.    

Gonca ILICALI

Temmuz 2022


Kaynaklar

AVRUPA BİRLİĞİ, CENEVRE METNİ SAYFASINI FİİLEN AÇIYOR!

25.09.1966 tarihinde yürürlüğe Lizbon Anlaşması, coğrafi işaretlerin uluslararası tescilini konu alan en eski uluslararası anlaşma. Lizbon Anlaşmasını revize eden Cenevre Metni ise, uzun bir hararetli sürecin ardından 2015 yılı Mayıs ayında Cenevre’de gerçekleşen diplomatik konferansla kabul edilmişti.

Cenevre Metni, 5 inci akit taraf olarak Avrupa Birliği (AB)’nin katılım belgesini sunmasından 3 ay sonra, yani 26.02.2020 tarihinde yürürlüğe girdi. Cenevre Metninin hâlihazırdaki akit tarafları Arnavutluk, Kamboçya, Kuzey Kore, AB, Fransa, Gana, Macaristan, Laos, Umman, Samoa ve İsviçre. Katılım belgesini 06.04.2022 tarihinde WIPO’ya sunan Kabo Verde’de ise 06.06.2022 tarihinde yürürlüğe girecek.

Lizbon Anlaşması için kullanılan Lisbon Express veri tabanı, Cenevre Metni ile getirilen yenilikleri de içerek şekilde güncellendi.  

Cenevre Metni kapsamındaki işlem ücretleri, Lizbon Anlaşmasında geçerli ücretlerle aynı olup başvuru ücreti 1.000 CHF. Kamboçya ve Samoa, her bir başvuru için ayrı ayrı olmak üzere bireysel ücret talep ediyor. Ulusal / bölgesel yasal düzenlemelerinde, coğrafi işareti kullanım hakkına sahip kişilerin idari bir sistemde kaydedilmesi zorunluluğu bulunan akit tarafların, bu hizmet karşılığında idari ücret talep etme hakkı mevcut. Samoa, bu kapsamda idari ücret talep ediyor.

Cenevre Metni uyarınca akit tarafların, kendilerine iletilen uluslararası tescilleri inceleyerek karar vermeleri için 1 yıl süreleri var. Ancak katılım sürecinde akit taraflar, katılımlarından önce Cenevre Metni kapsamında korunmaya başlamış uluslararası tesciller için, Madde 29 (4) hükmü uyarınca inceleme süresini 1 yıl daha uzatabilme imkânına sahip. AB, 1 yıllık ek süre avantajını kullanmak istediğini katılım sürecinde beyan etmiş durumda.

Cenevre Metninin Madde 9 hükmü uyarınca akit taraflar; kendilerine iletilen uluslararası tescilleri kendi yasal düzenlemeleri çerçevesinde inceler ancak bu inceleme, Cenevre Metninin temel prensiplerine uygun olmalı. Cenevre Metni hakkında daha detaylı bilgi edinmek isteyen okurlarımız, IPR Gezgini’nde 04.03.2018 tarihinde yayımlanan “Cenevre Metni Tahta Çıkacak Mı? Coğrafi İşaretlerin Uluslararası Tescilinde Yeni Dönem” başlıklı yazımıza bakabilirler.     

AB, 23.10.2019 tarihli ve 2019/1753 sayılı AB Parlamento ve Konsey Tüzüğü ile, Lizbon Anlaşmasının Cenevre Metnine katılım ve uygulama prosedürünü kapsamlı biçimde belirledi. Detaylarına girmeden, bu Tüzüğün bazı önemli düzenlemelerinin aşağıdaki hususları içerdiğini belirtelim.

  • Cenevre Metni kapsamında yürütülen işlemlerde yetkili merci AB Komisyonu.
  • WIPO’ya yapılacak başvuruları, AB üyesi ülkelerin AB Komisyonuna yapacakları talepler belirliyor. Bu taleplerin oluşturulmasında ve değerlendirilmesinde; uluslararası başvurusu yapılacak coğrafi işaretlerin ekonomik açıdan önemi; üretim ve ihracat değerleri; diğer uluslararası anlaşmalar kapsamındaki korunmaları; üçüncü ülkelerdeki mevcut ve potansiyel haksız kullanımlara maruz kalma durumları başta olmak üzere birçok unsurun dikkate alınması gerektiğinin belirtilmesi dikkat çekici.
  • Lizbon Anlaşmasına hâlihazırda taraf olan AB üyesi ülkeler, AB’nin menfaatlerine ve münhasır yetkilerine sadık kalmak şartıyla Anlaşma kapsamındaki yükümlülüklerini devam ettirebilir. Ancak sırasıyla tarım ve gıda ürünlerinin, aromatize şarap ürünlerinin ve distile alkollü içeceklerin coğrafi işaret olarak korunmasını konu alan 1151/2012, 251/2014 ve 2019/787 sayılı Tüzükler ile tarım ürünleri için ortak pazar düzenlemelerini içeren 1308/2013 sayılı Tüzük kapsamında bulunan ürünler için Lizbon Anlaşması uyarınca yeni “menşe adı (appellation of origin)” başvurusu yapamazlar. Burada sadece “menşe adı”ndan bahsedilmesi, Lizbon Anlaşmasının sadece menşe adlarına koruma sağlamasından ileri gelir.   
  • Uluslararası başvuru için ödenecek tüm ücretler, söz konusu başvurunun menşe ülkesinin yetkili makamları, coğrafi işaretten faydalananlar ve kullanım hakkına sahip olanlar tarafından karşılanacak. Üye ülkeler, bu ücretlerin tamamını veya bir kısmını coğrafi işaretten faydalananlar ve kullanım hakkına sahip olanlardan tahsil edebilir.
  • AB Komisyonu; WIPO tarafından kendisine iletilen ve AB üyesi olmayan bir akit tarafın menşe ülke olduğu başvuruları, AB Resmî Gazetesinin C serisinde ilan edecek. Başvuruların, AB nezdinde korumaya konu olabilecek ürünlerle ilgili olması gerektiği de ayrıca ifade edilmekte.
  • Yayımlanan başvurulara karşı itiraz süresi 4 ay.

2019/1753 sayılı Tüzükte atfı bulunan 2019/1754 sayılı Tüzükte yer verilen bazı önemli hususlar aşağıdaki gibi.

  • Bulgaristan 1975, Çek Cumhuriyeti 1993, Fransa 1966, İtalya 1968, Macaristan 1967, Portekiz 1966 ve Slovakya 1993 yıllarından itibaren Lizbon Anlaşmasına üye. AB üye değil çünkü Lizbon Anlaşması, sadece ülkelere katılım imkânı veriyor.  
  • Cenevre Metni, sınai mülkiyet haklarının ticari yönlerine temas ettiğinden AB’nin ortak ticaret politikaları kapsamında ve bu sebeple AB’nin İşleyişi Hakkındaki Anlaşma – TFEU (Treaty on the Functioning of the European Union) uyarınca ele alınıyor. Belirli tarım ürünlerine yönelik adların coğrafi işaret olarak tescili konusunda AB’nin tek tip (uniform) yasal düzenlemeleri olması nedeniyle, TFEU’nun Madde 3 hükmü uyarınca AB üyesi ülkeler, kendilerine ve üçüncü ülkelere ait coğrafi işaretlerin korunması konusunda ulusal koruma sistemleri oluşturamazlar. Ayrıca TFEU’nun Madde 3 (1) ve 207 (1) hükümleri uyarınca da, AB’nin münhasır yetki alanına giren Cenevre Metni gibi uluslararası anlaşmaları tek başlarına müzakere edemezler. Bu konudaki hükümlerin, 25.10.2017 tarihli ve C-389/15 sayılı Adalet Divanı kararı ile teyit edildiği ifade ediliyor.
  • Tüzüğün Madde 3 hükmü ile AB üyesi ülkelere; AB’nin katılımını takiben ve istedikleri takdirde, AB’nin çıkarlarına ve münhasır yetkisine bağlı kalacak şekilde Cenevre Metnine katılma yetkisi verilmiş durumda.

2021 yılı Kasım-Aralık aylarında AB üyesi ülkelerden AB Komisyonuna yapılan talepler ile belirlenen 18 adet coğrafi işaretin WIPO’ya iletileceği, 04.04.2022 tarihli AB Resmi Gazetesinde yayımlanan 2022/532 sayılı Komisyon Uygulama Kararıyla açıklandı. AB nezdinde hâlihazırda korunmakta olan menşe adı (protected designation of origin – PDO) ve mahreç işareti (protected geographical indication – PGI) şeklindeki coğrafi işaretlere ilişkin listeye aşağıda yer verilmekte olup başvurularının, Cenevre Metni ile öngörülen içerikte hazırlanarak önümüzdeki günlerde WIPO’ya bildirilmesi bekleniyor.

  • Almanya:
  • Kölsch (PGI)
  • Yunanistan:
  • Ελιά Καλαμάτας/Elia Kalamatas (PDO)
  • Γραβιέρα Νάξου/Graviera Naxou (PDO)
  • Κονσερβολιά Ροβίων/Konservolia Rovion (PDO)
  • Μαστίχα Χίου/Masticha Chiou (PDO)
  • Fransa:
  • Huile d’olive de Haute-Provence (PDO)
  • Morbier (PDO)
  • Piment d’Espelette/Piment d’Espelette – Ezpeletako Biperra (PDO)
  • Canard à foie gras du Sud-Ouest (Chalosse, Gascogne, Gers, Landes, Périgord, Quercy) (PGI)
  • Emmental français est-central (PGI)
  • Emmental de Savoie (PGI)
  • Huîtres Marennes Oléron (PGI)
  • Jambon de Bayonne (PGI)
  • Pruneaux d’Agen (PGI)
  • Tomme de Savoie (PGI)
  • İtalya:
  • Finocchiona (PGI)
  • Romanya:
  • Telemea de Ibăneşti (PDO)
  • Magiun de prune Topoloveni (PGI)

Gonca ILICALI

Nisan 2022


Kaynaklar

https://eur-lex.europa.eu/legal-content/EN/TXT/PDF/?uri=CELEX:32019R1753&from=EN

https://eur-lex.europa.eu/legal-content/EN/TXT/PDF/?uri=CELEX:32022D0532&from=EN

https://www.wipo.int/lisbon/en/news/2022/news_0001.html

https://eur-lex.europa.eu/legal-content/EN/TXT/PDF/?uri=CELEX:32019D1754&from=EN

https://eur-lex.europa.eu/legal-content/EN/TXT/PDF/?uri=CELEX:62015CJ0389&from=EN

SÜRDÜRÜLEBİLİR GELENEKSELLİK İÇİN İNOVASYON ŞART!

Coğrafi işaretlerden bahsederken “geleneksel” atfını kullanmak, hem ulusal hem de uluslararası alanda sıkça karşılaşılan bir durum olmasına rağmen, menşe adı ve mahreç işareti de dâhil olmak üzere, coğrafi işaret tanımlarında geleneksel kelimesi yer almaz.

Öte yandan Avrupa Birliği (AB) ve Türkiye’nin dışında sınırlı sayıda ülkede “geleneksel ürün adı” (AB’deki “traditional speciality guaranteed – TSG” kavramı) koruması bulunur ve ilgili mevzuattaki gelenekselliğe yönelik tanımlarda, ürün ile köken bağı kurulmaz. Diğer bir deyişle ürünün, üretim zorunluluğu bakımından “coğrafi bir yer ile ilişkisi bulunmaz”. Dolayısıyla özellikle geleneksel ürün adına koruma sağlayan ülkelerde, coğrafi işaret ile geleneksel kavramlarının birlikte kullanılması; geleneksel ürün adının da tıpkı menşe adı ve mahreç işareti gibi, coğrafi işaret çatısı altında yer alan bir coğrafi işaret çeşidiymiş gibi yanlış algı yaratmasına neden olabilir. Bu sebeple coğrafi işaretle birlikte kullanılan “geleneksel” kelimesinin aslında, “yerelliğe dayalı kökleşmiş uygulamalarla şekillenen ürün”e işaret ettiğinin varsayılması, uygun bir yaklaşım olacaktır.

Coğrafi işaretler ve geleneksel ürünler söz konusu olduğu zaman inovasyondan bahsedildiğinde, birçok kişi “Olur mu hiç!” tepkisini verebilir. Gıda ürünlerinde margarin kullanılmasının, el işçiliği yerine sanayi tipi üretim yapılmasının ve benzer şekilde çoğaltabileceğimiz örneklerin yadırganması, bu tepkinin doğal bir uzantısı olarak karşımıza çıkar.

İnovasyon ile gelenekselliğin karşıt mefhumlar olmadıklarını, aksine sürdürülebilirliğin sağlanması için bir arada bulunmalarının son derece önemli olduğunu gösteren bir örnek, AB nezdinde yürütülen LIFE TTGG (Life The Tough Get Going) Projesidir.

Sera gazının salınımını azaltmak, küresel ısınmayla mücadelede en önemli araç. Tarımsal üretim, tüm dünyadaki sera gazı salınımının %10-12’lik dilimine sahip. İthalat ve ihracat değerleri dikkate alındığında AB’nin süt ürünleri sektörü, küresel pazarın en önemli aktörlerinden. Sektörün, toplam salınımın yaklaşık %40’ına sahip enterik fermantasyon kaynaklı olması, bu mücadelede göz ardı edilemez.   

LIFE TTGG Projesi üniversiteler, genç yenilikçi şirketler (startups), üreticiler, AB’nin iki büyük peynir üreticisi olan İtalya ve Fransa’daki kurumlar ile araştırma kuruluşları arasında sinerji oluşturmakta. Coğrafi işaret olarak korunan Grana Padano ve Comté peynirlerinin üretim süreçlerinin iyileştirilmesi, verimliliğin artırılması ve çevresel etkilerinin azaltılması suretiyle daha sürdürülebilir üretim ve tüketim hedeflenmekte. Elde edilecek bulgular, tüm AB ülkeleri için örnek teşkil edecek.

Projenin amaçları aşağıdaki şekilde özetlenmekte.

  • Üretim miktarı çok fazla olan bu iki peynirin çevreye etkilerinin iyileştirilmesi için, ilgili AB yasal düzenlemeleri kapsamında tavsiye talep edilmesi. (Recommendation 2013/179/EU and its Product Environmental Footprint Category Rules – PEFCR for Dairy products)
  • Süt ürünlerinin, Ürün Çevresel Kategori Kuralları çerçevesinde Ürün Çevresel Ayak İzi değerlendirmesinde hesaplamayı kolaylaştıran bir veri tabanı, yani yaşam döngüsü envanteri geliştirilmesi.
  • AB’nin, çevresel ayak izi hesaplamayı ve azaltmayı amaçlayan menşe adı korumasına sahip tüm peynirleri (inek sütünden yapılan sert ve yarı sert peynirler) için, çevresel karar destek sistemi geliştirilmesi.
  • Yazılım sayesinde, tedarik zincirinin tüm aşamalarında Mevcut En İyi Teknikler uygulanarak kaynak verimliliği ve çevresel etkilerin azaltılmasındaki teknik çözümlerin değerlendirilmesi. Bu yazılım, kılavuzlarıyla birlikte İtalyanca, Fransızca, İngilizce ve İspanyolca dillerine çevrilecek.

Temmuz 2017 – Haziran 2022 tarihleri arasında yürütülecek LIFE TTGG Projesinin bütçesi 2.148. 987 € ve bunun %59’luk kısmı AB katkısı. Proje ekibi, AB gıda sektörünün tüm tedarik zincirinde 10 yıldan fazla deneyime sahip multidisipliner uzmanlardan oluşuyor.

Grana Padano peynirinin korunması, tanıtılması ve üretiminin güçlendirilmesi için 1954 yılında Tutela Grana Padano Konsorsiyumu kurulmuştur. Konsorsiyumdan alınan verilere göre 2020 yılında 5.255.451 teker Grana Padano üretilmiştir. 128 üretim tesisi, 149 olgunlaştırıcı (affineur), 196 paketleyici ve 4.000 süt üretim çiftliği var. Üretim zincirinde çalışan işçi sayısı 40.000. Üretimde kullanılan süt miktarı 2.785.524,378 ton olup bu miktar, İtalyan süt üretiminin yaklaşık %22’si. Peynir üretiminin %62,6’sı kooperatif, %37,4’ü ise endüstri tarafından yapılıyor. Süt sağlayan hayvanların refahına önem veriliyor ve 2019 yılından itibaren denetim sistemi içinde hayvan refahı da değerlendiriliyor. Konsorsiyum, Grana Padano üretiminin çevresel sürdürülebilirliği için 2007 yılından itibaren önemli taahhütlerde bulunmuş ve bu durum, WIPO’nun 2020 yılındaki Dünya Fikri Mülkiyet Günü etkinliğinde de yer almıştı.

2020 yılındaki üretimi 64.500 ton olan Comté peynirinin korunması ve diğer sorumluluklar, Comité Interprofessionnel de Gestion du Comté – CIGC Komitesi tarafından üstlenilmiş durumda. 2.500 süt çiftliği ve peynir üretilen 150 tane küçük köy var. Bu yerlere “fruitières” adı veriliyor. Comté için de bu Projeden önce birçok sürdürülebilir biyoçeşitlilik, düşük karbon çiftlikleri vb inisiyatifler mevcut. Proje için ham veri; yıllık süt üretimi 400 – 800 bin litre olan 29 çiftlik; yıllık üretimi 400 – 800 ton olan 19 işleme tesisi ve yıllık işlem hacmi 5 bin tonun altında 3, üstünde 2 olan toplam 5 olgunlaştırıcıdan anket yapılarak sağlanmıştır. Elde edilen veriler aynı zamanda, üretim sürecindeki enerji denetimi için de kullanılacak.

Grana Padano’nun tedarik zincirindeki 65 çiftlikten, 20 mandıra / olgunlaştırıcı ve 18 paketleyiciden; Comté’nin tedarik zincirindeki 35 çiftlikten, 15 mandıra / olgunlaştırıcıdan veri toplanmıştır. Hazırlanacak veri tabanı ile hesaplanacak çevresel ayak izi, her bir konsorsiyum düzeyinde karşılaştırma yapılabilecek ve tüketim verilerini yönetebilecek.

Grana Padano’nun süt çiftliklerinin çevresel etkisindeki en büyük paya sahip olan faktörler; %34 satın alınan yemler, %25 çiftlik içi yemler, %16 gübre ve %12 enterik fermantasyon.   

Mandıralardaki enerji etkinliğinin artırılması için; Konsorsiyumun diğer mandıralarındaki enerji ve su tüketimi mukayesesi yapılarak en çok enerji tüketen alanlar ve enerji tüketimini azaltma potansiyeli tespit edilecek.

Ambalajlamanın gıda israfını önlemedeki rolü ise sanılandan çok daha önemli ve dikkat çekici veriler içeriyor.

Gıda kayıpları toprakta-çiftlikte, üretimde ve dağıtımda, israf ise kullanımda ve tüketim tarihi bakımından yaşanmakta.

Gelişmiş ülkelerde market alışverişinin plansız yapılması, uygun olmayan saklama koşulları, yetersiz ambalajlama ve ürünlerin kullanımı sırasındaki tüketici alışkanlıkları, gıdaların yaklaşık %30’luk miktarının kaybına yol açmakta. 2013 yılı FAO verilerine göre, gelişmiş ülkelerdeki 222 milyon tonluk gıda israfı, neredeyse Sahra Altı Afrika ülkelerinin 223 milyon tonluk gıda üretimi toplamına eşit.

Grana Padano’nun tedarik zincirinde; 2016-2017 yıllarında 18 tesisten alınan verilere göre paketleme tesislerinde %1,4, süt ürünleri için AB Komisyonunun Ürün Çevresel Ayak İzi Kategori Kurallarına göre nakliye ve market toplamında %0,5, evde ise %7 oranında kayıp meydana geliyor.

1 kg Grana Padano; gerçekte 15,1 litre çiğ süt ile üretiliyorken, çiğ sütten eve kadar olan zincirde hiçbir kayıp olmadığı varsayıldığında 13,75 litre çiğ süt gerektiriyor.

1 kg’lık rendelenmiş Grana Padano paketindeki kayıp, vakumla paketlenen dilimlenmiş peynire kıyasla 25 g daha fazla.

Uygun ambalaj raf ömrünü uzatıyor; gıdayı koruyor; satın alınan ve tüketilen gıda miktarını eşitliyor; aç-kapa ambalajlar gibi, tüketicinin gıda israfını önlemeye yönelik eylemleri gerçekleştirmesine yardımcı oluyor; son kullanma tarihinin doğru yorumlanmasını sağlıyor; uygun muhafaza koşulları hakkında bilgi veriyor ve tüketicileri gıda atıklarının çevresel etkileri konusunda bilgilendiriyor.

Ambalaj yüzeyinin %85’i, tüketiciyi cezbetme gibi ikincil işlevlere ayrılırken, son kullanma tarihi gibi tüketiciyi bilgilendirme amaçlı birincil unsurlar ise sadece %15’lik paya sahip.

Life TTG Projesinin bu konuda çalışan uzmanları, ambalajın taşıması gerektiği özellikleri, “ambalaj etik kartı” adı altında aşağıdaki gibi sıralıyor.

  1. Sorumluluk: Ambalaj; tasarımından, malzemesinden, bilgilendirici olmasından, çevreye etkisinden vb her açıdan herkese karşı birçok sorumluluğun bileşkesidir. 
  2. Denge: Taşıdığı sorumluluklar bakımından dengeli bir şekilde tasarlanmalı.
  3. Güvenli: Tüm yaşam döngüsü boyunca güvenli olmalı.
  4. Ulaşılabilirlik: Kullanıcı dostu olmalı ve kendini ifade edebilmeli.
  5. Şeffaflık: Tüm yasal düzenlemelere uygun olduğu ve doğruyu söylediği sürece şeffaftır ve ancak şeffaf olabildiği sürece tüketiciyle güven bağı kurar.
  6. Bilgilendirici: Yasal açıdan zorunlu ve faydalı diğer bilgileri sunmalı.
  7. Güncel: İçinde bulunduğu toplumun kültürüyle uyumlu ve karşılıklı etkileşimli olmalı.
  8. İleri görüşlü: Yeni tüketim ve davranış modellerine uyum sağlayarak gelişebilir olmalı.
  9. Eğitici: Tüketici ile sürekli diyalog halinde olduğundan, eğitici işlevinin bilincinde olmalı.
  10. Sürdürülebilirlik: Ambalaj çevreye saygılıdır. Ürün ve kullanımı ile tamamıyla dengeli biçimde tasarlanırsa sürdürülebilirdir.           

Life TTG Projesi için 2021 yılı Aralık ayında çevrimiçi bir değerlendirme toplantısı gerçekleştirildi. Tedarik zincirinde yer alan üreticilerin, kendilerinin çevreye etkilerini merak ettikleri ancak veri toplamanın ve belgelemenin zor olduğu, tüm verilere sahip olunduğu takdirde sürecin başarılı yönetilip uygun politikaların benimsenebileceği ifade edildi. Veri elde etmek kolay olmadığı için, sektörü en iyi şekilde temsil edecek en az sayıda üretici seçmenin ve karşılaştırılabilir kriterler benimsemenin önemli olduğu vurgulandı. Ayrıca özellikle çabuk bozulabilen gıdalarda, son tüketim tarihi yaklaştıkça renk değiştiren ambalajların da tercih edilebileceği belirtildi.  

Gonca ILICALI

Mart 2022


KAYNAKLAR

Kitap Tanıtımı – “SINAİ MÜLKİYET HAKLARI UYGULAMALARI SERİSİ” (Mevzuat; Patent, Faydalı Model ve Entegre Devre Topoğrafyası; Marka; Tasarım; Coğrafi İşaret ve Geleneksel Ürün Adı)



Türk Patent ve Marka Kurumu Başkanı Prof. Dr. Habip ASAN, Kurum uzmanlarından Gülsevi Esra BAL, Gonca ILICALI, Dr. Ayben Işılay ÖZDOĞAN, Erman VATANSEVER ve uzun yıllar Kurum’da uzman olarak görev yapmasının ardından kariyerine özel sektörde devam etmekte olan Önder Erol ÜNSAL tarafından yazılan ve beş ayrı kitaptan oluşan “SINAİ MÜLKİYET HAKLARI UYGULAMALARI SERİSİ” başlıklı eser Eylül 2021’de Lykeion Yayıncılık tarafından yayımlanarak ön satışa sunuldu.

Eserin, beş kitabın tamamından oluşan komple bir set veya birbirlerinden ayrı bağımsız kitaplar olarak satın alımı mümkündür. Serinin indirimli ön satışının bir hafta süreceği notuyla birlikte, aşağıda seri ve kitaplar hakkında detaylı bilgi ve bağlantıları sunuyoruz.



SINAİ MÜLKİYET HAKLARI UYGULAMALARI SERİSİ (KOMPLE SET)

https://lykeion.com.tr/kitaplik/fikri-mulkiyet-hukuku/sinai-mulkiyet-haklari-uygulamalari-serisi-kitap/



MEVZUAT

Serinin “Mevzuat” başlıklı birinci kitabı tüm yazarlar tarafından derlenmiş ve kitapta sınai mülkiyet ile ilgili tüm ulusal ve uluslararası mevzuat bir araya getirilmiştir.

https://lykeion.com.tr/kitaplik/fikri-mulkiyet-hukuku/sinai-mulkiyet-hukuku-ile-ilgili-mevzuat-sinai-mulkiyet-haklari-uygulamalari-serisi-kitap-1/



PATENT, FAYDALI MODEL ve ENTEGRE DEVRE TOPOĞRAFYASI

İkinci kitap: “Patent, Faydalı Model ve Entegre Devre Topoğrafyası” – Prof. Dr. Habip ASAN, Dr. Ayben Işılay ÖZDOĞAN

https://lykeion.com.tr/kitaplik/fikri-mulkiyet-hukuku/patent-faydali-model-ve-entegre-devre-topografyasi-sinai-mulkiyet-haklari-uygulamalari-serisi-kitap-2/

Sınai Mülkiyet Hakları Uygulamaları Serisinin bu kitabı; ekonomik kalkınmanın en önemli göstergelerinden olan patent, faydalı model ve entegre devre topoğrafyası ile ilgilidir. Bu alanlarda yapılacak başvurularda, güçlü bir koruma elde edilebilmesi için iyi bir strateji oluşturulmalı ve başvuru öncesinde detaylı çalışmalar yapılmalıdır.

Kitapta, başvurular için gerekli ön bilgilerden ve başvuru süreçlerinden bahsedilmiştir. Aynı zamanda, salt patent hukukunu içeren kitaplardan farklı olarak pratikte yararlanılabilecek bilgiler de verilmiş ve hâlihazırda var olan başvurulardan örnekler sunulmuştur. Ayrıca kitapta, uluslararası ofis uygulamaları ve mahkeme kararlarını içeren bilimsel örneklere de yer verilmiştir. Bu alanda çalışan, kariyer hedefleyen veya konuya ilgi duyan herkesin yararlanabileceği bir kaynak oluşturulmuştur.



MARKA

Üçüncü kitap: “Marka” – Prof. Dr. Habip ASAN, Önder Erol ÜNSAL, Erman VATANSEVER

https://lykeion.com.tr/kitaplik/fikri-mulkiyet-hukuku/marka-sinai-mulkiyet-haklari-uygulamalari-serisi-kitap-3/

Sınai mülkiyet haklarından başvuru ve tescil sayısı en yüksek olan ve en fazla sayıda ihtilafa konu olan markaya ilişkindir. Marka hakkıyla ilgili gündemin Türkiye’deki yoğunluğu ve dinamizmi, konu hakkında canlı ve gelişen bir literatür oluşmasına sebep olmuştur. Marka alanında yapılan çalışmalar genel olarak incelendiğinde, alanın hukuki ve kavramsal boyutu yoğun olarak tartışılsa da literatürde Türk Patent ve Marka Kurumu ve uluslararası ofis uygulamaları ile ilgili önemli bir eksiklik olduğu düşünülmektedir. Bu kitap, anılan boşluğu doldurma amacıyla kaleme alınmış ve teori ile uygulamanın kesişim noktasında konumlandırılmıştır.

Marka kitabının, marka tescil sürecinin başarılı biçimde yürütülebilmesine katkı sağlamasının yanında, marka hukukuna ilişkin olarak teori kısmını bilip konunun ofis uygulamalarına yansımalarını öğrenmek isteyenler, marka alanındaki uluslararası antlaşmalar ve uygulamalar konusunda bilgilerini derinleştirmek arzusunda olanlar ve konuya ilgi duyan herkes bakımından faydalı olacağı düşünülmektedir.



TASARIM

Dördüncü kitap: “Tasarım” – Prof. Dr. Habip ASAN, Gülsevi Esra BAL

https://lykeion.com.tr/kitaplik/fikri-mulkiyet-hukuku/tasarim-sinai-mulkiyet-haklari-uygulamalari-serisi-kitap-4/

Tasarıma ilişkin kavramlar bile henüz tartışmalıyken, sınai mülkiyet hakkı olarak tasarımların kaynaklarda genellikle hukuki yönden ele alındığı ve farklı alanlardan uygulayıcılara hitap edemediği görülmektedir. Son yıllarda artan başvurular sebebiyle, sağlıklı ve yeterli bir biçimde inceleme yapılabilmesinin yanı sıra, başvuru sahiplerine de yol gösterici kılavuzlara ihtiyaç duyulduğu açıktır. Bu sayede başvuruların eksiksiz ilerlemesi sağlanabilecek ve tescil belgesi süreci de hızlandırılmış olacaktır.

Mevcut ihtiyaçlar ve eksiklikler gözetilerek, mevzuattan başlanarak oluşturulan bu serinin 4. Kitabı olan “Tasarım” cildinde yalnızca tasarım başvurusunda uyulması veya yapılması gerekenler değil, aynı zamanda oluşabilecek hatalara ilişkin olarak öngörüler de paylaşılarak, başvuru sahiplerine rehberlik etmek ve sürecin akıcı bir biçimde ilerlemesi amaçlanmıştır. İşbu çalışma çerçevesinde, mehaz düzenlemelerle ortaya çıkan farklılıklara da değinilmiş ve Kurum uygulamaları çerçevesinde okuyucuya katkı sağlayabilecek öneri ve değerlendirmelerde bulunulmuştur.



COĞRAFİ İŞARET ve GELENEKSEL ÜRÜN ADI

Beşinci kitap: “Coğrafi İşaret ve Geleneksel Ürün Adı” – Prof. Dr. Habip ASAN, Gonca ILICALI

https://lykeion.com.tr/kitaplik/fikri-mulkiyet-hukuku/cografi-isaret-ve-geleneksel-urun-adi-sinai-mulkiyet-haklari-uygulamalari-serisi-kitap-5/

Sınai Mülkiyet Hakları Uygulamaları Serisinin bu kitabı; sınai mülkiyet haklarından olan ve üretimi, belirli bir coğrafi alanla sınırlandırılan ürünleri gösteren coğrafi işaret ile, sınai mülkiyet haklarından olmayan ve üretimi bakımından belirli bir coğrafya ile sınırlandırılmayan ürünleri gösteren geleneksel ürün adı konularına yöneliktir.

Türk Patent ve Marka Kurumuna tescil ettirilmek suretiyle korunan coğrafi işaret ve geleneksel ürün adı; tescil kapsamlarındaki tüm hususlara uygun üretim yapmaları kaydıyla ilgili ürünün tüm üreticilerinin tescilli adı kullanım hakkının bulunması ve bu kapsamda da sadece tescil ettirene münhasır hak olmaması; ayrıca tescile konu ürünlerin üretimlerinin, tescilden sonra denetlenmesine ilişkin yasal zorunluluk bulunması nedenleriyle diğer sınai mülkiyet haklarından farklı yapıya sahiptirler. Dolayısıyla başvurunun hazırlık aşamasında başlayıp tescilden sonra da devam eden sürecin titizlikle takip edilmesi gerekmektedir.

Coğrafi işaret ve geleneksel ürün adı koruması sürecinin başarılı biçimde yürütülebilmesine katkı sağlamak amacıyla yazılan kitabın ana hedefleri; konu hakkında okuryazarlık kazandırılması ve farklı disiplinlerdeki bilgilerden faydalanılarak stratejik hedefler belirlenmesi için yol göstermektir.



Yazarları çalışmalarından dolayı tebrik ediyor, kitap yazarlarından Önder Erol ÜNSAL ve Gonca ILICALI’nın aynı zamanda IPR Gezgini yazarlarından olmalarından dolayı ayrıca memnuniyet duyduğumuzu belirtiyor ve çalışmanın konuyla ilgili tüm kesimlere faydalı olmasını diliyoruz.

IPR Gezgini

Eylül 2021

iprgezgini@gmail.com

SÜRDÜRÜLEBİLİR BİR GELECEK İÇİN DOĞA, GELENEK VE İNOVASYON EL ELE

Birleşmiş Milletler’in Gıda ve Tarım Örgütü FAO (Food and Agriculture Organization); 2002 yılında Güney Afrika’da gerçekleşen Sürdürülebilir Kalkınma Dünya Zirvesinde, aile tarımına ve geleneksel tarım sistemlerine zarar veren küresel eğilimlere karşı, “Küresel Ölçekte Önemli Tarımsal Miras Sistemleri” – GIAHS (Globally Important Agricultural Heritage Systems) olarak adlandırılan sistemlerin korunması hakkında bir küresel ortaklık inisiyatifi başlattı. Süreç içinde çeşitli bütçe dışı mali kaynaklar kullanılarak, GIAHS sitelerini belirleme ve koruma konusunda birçok proje ve çok yönlü etkinlikler gerçekleştirildi. 

Hükümetlerarası forumlarda takdirle karşılanan GIAHS; ulusal düzeylerdeki tarımsal kalkınma programlarına, tarımsal mirasın korunmasının entegre edilmesine ve ilgili politikaların benimsenmesine katkı sağladı. Ayrıca biyoçeşitliliğin, genetik kaynakların ve geleneksel bilgi sistemlerinin korunması suretiyle sürdürülebilir bir geleceğe köprü oluşturulmasında da başarılı sonuçlar elde edilmeye başladı. 

GIAHS kısaca; tarımsal biyoçeşitliliği, dirençli ekosistemleri ve değerli kültürel mirası birleştiren estetik güzellikteki doğal alanlar olarak açıklanıyor. Konvansiyonel (alışılagelmiş) miras alanı veya korunan doğal alandan daha karmaşık bir yapıda olup toprakları, kültürel veya tarımsal peyzajı ve sosyal çevresiyle etkileşimi bulunan yerel insan topluluklarını barındırıyor.

GIAHS; zengin biyoçeşitliliğe sahip tarım alanlarının, geleneksel ve uyarlanabilir bilgilerle şekillendirilerek sürdürülebilir uygulamalara dönüştürülmesiyle ilgili olduğundan; çiftçilerin, çobanların, balıkçıların ve ormanda yaşayan insanların, doğaya saygıyı ihmal etmeden gıda güvenliği sağlayan, dikkatli ve motodolojik uygulamalarının da canlı örnekleridir. Ata yadigârı tarım sistemleri; bugün dünyanın birçok yerinde tarımın temel sistemleri olarak uygulanmasının yanısıra, modern tarımsal inovasyonların da temelini oluşturuyor. Ancak bu tarım sistemleri, ne yazık ki birçok unsurun tehdidi altında.

Gıda sistemleri ile doğal kaynaklar arasındaki mesafenin artması, doğal kaynaklara erişim konusundaki rekabeti de kızıştırırken doğanın ritmini bozarak çevresel, ekonomik, sosyal ve sağlık krizlerine yol açıyor. Öte yandan iklim değişikliği de su, toprak ve biyolojik çeşitlilik kaybının en büyük nedenlerinden.  

Doğal alanlar ise; politikaların ve yasaların yeterli olmaması, hızlı şehirleşme nedeniyle doğal alan kaybı, küresel pazardaki fiyat ve üretim koşullarındaki rekabet güçlükleri, geleneksel bilgi çeşitliliğin dikkate alınmaması, karar verme aşamalarına ilgili kesimlerin katılımının yetersizliği, kırsal nüfusun göçü, çeşitli gerekçelerle geleneksel tarım uygulamalarının terk edilmesi vb faktörler tarafından tehdit ediliyor. GIAHS sadece doğal alanları değil, aynı zamanda biyolojik çeşitliliği, dirençli ekosistemleri, gelenekleri ve inovasyonu sentezleyerek kırsal alanlarda geçim kaynakları yaratan tarımsal uygulamaları da temsil ettiğinden; koruma ve adaptasyon süreçlerini destekleyen sosyo-örgütsel, ekonomik ve kültürel özellikler de dâhil olmak üzere insan yönetimi ve bilgi sistemleri odaklı bir yaklaşıma sahip.

Dünyanın çeşitli yerlerinde bulunan GIAHS alanları, milyonlarca küçük ölçekli çiftçi için sürdürülebilir nitelikte birçok mal ve hizmet, gıda ve geçim kaynağı sunarken yaklaşık iki milyar insana da gıda sağlıyor. Yerel, ulusal ve küresel olmak üzere üç farklı düzeydeki bu stratejik etki gücünü, GIAHS programının temel hedeflerinin aşağıdaki gibi belirlenmiş olmasına borçlu.

  • Tarımsal miras sistemlerinin küresel ve ulusal düzeyde tanınması ve korunması için;  hükümetler, FAO yönetim organları, UNESCO, Dünya Mirası Merkezi (World Heritage Centre) ve diğer ortaklar tarafından desteklenen tarımsal miras sistemleri kategorilerinin oluşturulması ile bu sistemlerin karşı karşıya olduğu tehditler ve sağladıkları faydaların tespit edilmesi.
  • Biyoçeşitliliğin ve geleneksel bilginin erozyonu, arazilerin bozulması ve küreselleşme süreçlerinin yol açtığı tehditler ile yanlış politikaların neden olduğu risklerin azaltılması; bu sistemlere ait mal ve hizmetlerden sürdürülebilir ekonomik fayda elde etmek için yerel çiftçi toplulukları ile yerel ve ulusal kurumların kapasitelerinin geliştirilmesi; çevre hizmetleri, eko-etiketleme, ekoturizm ve diğer teşvik mekanizmaları ile pazar fırsatları sunulması.

FAO, 2005 yılından itibaren 22 ülkede 62 sistemi tarımsal miras alanı olarak belirledi ve mevcut durumda 9 farklı ülkeden 15 yeni teklif var. 

FAO; sürdürülebilir tarım konusundaki modern teknolojik inovasyonları ve yerel topluluklar tarafından korunan asırlık tarımsal “doğaya dayalı çözümleri” (nature-based solutions) ilk kez bir araya getiren “Hand In Hand With Nature” (Doğayla El Ele) isimli çalışmasını bu yıl yayımladı.

http://www.fao.org/documents/card/en/c/cb4934en adresinden erişilebilen bu yayın; bilimin merceğinin yanısıra iklim değişikliği, toprak ve su kıtlığı, biyolojik çeşitlilik kaybı ve doğal alan bozulması konularını ele alan başarılı uygulamaları, gerçek hayattan kanıtlanmış örnekler vererek açıklıyor. Avrupa ile Orta Asya bölgelerine ait doğaya dayalı çözümlerin revizyonu olan örnekler, GIAHS kapsamında yer almakta.

Hand In Hand With Nature çalışmasında yer alan bazı örnekler, aşağıda özetlendiği gibidir. 

  • Japonya’nın Kunisaki Yarımadasında bulunan testere dişli meşe ağacı ormanında; ormancılık ve tarımsal üretimi bir araya getiren sürdürülebilir bir sulama sistemi kurularak şitaki (shiitake) mantarı yetiştiriliyor.
  • Çin’in Yunnan bölgesindeki Hani teraslarında çeşitli etnik gruplar, yetersiz yer altı suyu rezervuarlarına rağmen, yaklaşık 1.300 yıldır bölgenin ekosistemini ve orografik şartlarını başarıyla yöneterek çeltik yetiştiriyor.
  • İspanya’nın Taula del Sénia bölgesi; Romalılardan kalma yaklaşık 5.000 tür bin yıllık zeytin ağacına ev sahipliği yaparken karbon yutağı görevi yapan tarımsal sistemler barındırıyor.
  • Tunus’un Gahr El Melh lagünlerinde, ekilebilir alan ve tatlı su kıtlığı ile mücadelede,  Endülüs göçmenleri tarafından getirilen yaratıcı tarım sistemleri uygulanıyor.
  • Doğu Afrika’daki Maasai insanları, Kenya ve Tanzanya arasındaki sürdürülebilir pastoralizmi, geleneksel uygulamalarla sağlıyor. Su ve mera kıtlığı yaşanan bölgede toprak ve diğer doğal kaynaklar; köklü bir ekosistem bilgisi ile girift bir sosyal örgütlenmesinin entegrasyonuna dayanıyor. Sosyal örgütlenmedeki toprak sahiplenme sistemlerinin ana prensipleri; başkaları tarafından kullanılarak yakın zamanda terk edilmiş alanlardan kaçınma ve diğer gruplarla mesafeli yerleşim. Maasai’lerin tüm bireylerinin örgütlenmede görevleri var ve en stratejik görevler, “savaşçı” olarak tanımlanan yaşlı bireylerin.

FAO’nun çalışmasında; dünya nüfusunun sadece % 6’sını oluşturan yerli insanların, bir kısmı ekolojik ve biyoçeşitlilik açıdan önemli olan dünya kara alanının % 28’inde yaşamalarına rağmen dünyanın biyoçeşitliliğinin % 80’ine evsahipliği yaptığına; doğadan beslenirken doğayı koruyan ahenkli yaşam şekillerinin ise bizlere çok şey öğreteceğine dikkat çekiliyor. Aşağıdaki başlıklar, yerli insanların iklim değişikliğiyle mücadeleye olan katkılarının en önemlileri olarak ifade ediliyor.

  • Geleneksel tarım uygulamalarının iklim değişikliğine adapte olabilmesi.
  • Ormanları ve doğal kaynakları koruyup restore edebilmeleri.
  • Yemeklerinin ve geleneklerinin, beslenme şeklimizi çeşitlendirebileceği.
  • İklim değişikliğine daha dayanıklı olan yerli mahsuller yetiştiriyor olmaları.
  • Dünyanın biyolojik çeşitliliğinin büyük bir bölümünü yönetiyor olmaları.

GIAHS’ın esasını oluşturan unsurlardan olan geleneksel bilgi ve genetik kaynaklar hakkında; bilindiği üzere Fikri Mülkiyet ile Genetik Kaynaklar, Geleneksel Bilgi ve Folklor Hükümetlerarası Komitesi (Intergovernmental Committee on Intellectual Property and Genetic Resources, Traditional Knowledge and Folklore – IGC) tarafından WIPO nezdinde çok yönlü çalışmalar yürütülüyor. Özellikle geleneksel bilgiye dayalı tarımsal uygulamalar, coğrafi işaretli ürünlerin üretimlerinde de “yerel üretim metotları” olarak yer alabiliyor.

Geleneksel bilgi ve genetik kaynaklara ayrıca, patent başvurularında da rastlamak mümkün. Bu duruma ilişkin en bilindik ve en kapsamlı örnek; aslında coğrafi işaret olan Basmati Pirinci ile ilgili olarak bir Amerikan firması tarafından Amerikan Patent ve Marka Ofisinden 1997 yılında patent hakkı elde edilmesiyle başlayan süreçtir. Patent – geleneksel bilgi – genetik kaynak – coğrafi işaret sarmalında vücuda gelen bu örneği merak eden okurlarımıza, 21 Kasım 2018 tarihinde IPR Gezgini’nde yayımlanan “Sınai Mülkiyetten Coğrafi İşaretli Kesitler” başlıklı yazımıza bakmalarını tavsiye ediyoruz.  

Gonca ILICALI

Eylül 2021


Kaynaklar:

AVRUPA BİRLİĞİ’NİN “SANSASYONEL!” TANITIM ÇALIŞMASI

Coğrafi işaretleri sınır ötelerinde koruma çabaları, son yıllarda büyük bir hız kazandı. Avrupa Birliği (AB), bu konudaki en aktif coğrafyaların başında geliyor.

AB, 1.600’den fazla yabancı coğrafi işarete ev sahipliği yapıyor. eAmbrosia veri tabanında yaptığımız araştırmaya göre; bu coğrafi işaretlerden yaklaşık 100 tanesi, doğrudan AB’ye yapılan başvurulardan oluşuyor. Bu sayının içindeki en fazla tescile, Brexit sonrası artık AB üyesi olmayan Birleşik Krallık sahip. AB nezdinde koruma elde eden diğer ülkeler ise Türkiye, Çin, Kolombiya, Tayland, Andorra, Hindistan, Vietnam, Norveç, Guatemala, Meksika, Peru, İrlanda, Kamboçya, Guyana, Amerika Birleşik Devletleri, Brezilya, Dominik, Endonezya ve Güney Afrika.

Koruduğu yabancı coğrafi işaretlerin büyük bir kısmı ise AB’nin; Arnavutluk, Çin, Ermenistan, Avusturalya, Bosna Hersek, Kanada, Şili, Kolombiya, Kosta Rika, Ekvator, El Salvador, Gürcistan, Guatemala, Honduras, Japonya, Lihtenştayn, Moldova, Karadağ, Panama, Peru, Sırbistan, Güney Afrika, Güney Kore, İsviçre, Meksika, Ukrayna, Amerika Birleşik Devletleri ve Vietnam ile yaptığı ikili anlaşmalara dayanıyor. Tespit edebildiğimiz kadarıyla en eski tarihli koruma, Avusturalya’nın coğrafi işaretlerine sağlanmış ve 1994 yılında başlamış. İkili anlaşmalar kapsamında korunan coğrafi işaretlerin çok büyük bir kısmını şaraplar ve distile alkollü içecekler oluşturuyor. Eski tarihli anlaşmalar konusunda ayrıntılı bilgiye sahip olmamakla birlikte, AB’nin uzun süredir yaptığı ikili anlaşmalara konu olan coğrafi işaretlerin de inceleme ve ilan-itiraz aşamalarına tabi tutulduğunu söyleyebiliriz.

Kaynaklarımıza göre, AB menşeli coğrafi işaretler için ikili anlaşmalar kapsamında dünya çapında elde edilen koruma sayısı ise 40.000 civarında.

AB’nin, tescilli 3.300’den fazla coğrafi işaretinin değeri 75 milyar € civarında. Toplam yiyecek içecek ihracatının % 15’inden fazlası, 17 milyar €’luk bir miktar ile coğrafi işaretli yiyecek içeceklere ait.

AB’nin coğrafi işaretlere verdiği önem, gerek yaptığı anlaşmalardan gerekse ekonomik göstergelerden kolayca anlaşılıyor. AB; coğrafyasının, tarihinin, kültürünün ve insanının özelliklerini taşıyan bu özel ürünlerin tanıtımı için “sansasyonel” bir çalışmaya imza attı.  

Hatırlayacak olursak AB nezdinde coğrafi işaret tesciline konu olabilecek ürünler, mevcut durumda; gıda ve tarım ürünleri; distile alkollü içecekler; şaraplar ve aromatize şaraplar. Gıda ürünleri içinde yemekler yer almıyor; yani AB, yemeklere coğrafi işaret koruması sağlamıyor.

Yemekler, girdisi çok fazla olabilen ve girdilerin oranları da dâhil olmak üzere şefin yaratıcılığından çok fazla etkilenen ürünlerdir. Girdilerin niteliklerine ve miktarlarına göre anlık değişimlere ve gelişimlere açıktır. Ayrıca girdileri aynı olsa bile, sunum şekillerinde herhangi bir farklılık bulunması, nihai ürünlerin farklı olduğu yönünde algı yaratma ihtimalini de barındırır.    

Yemeklerin bu özelliği, AB’nin tanıtım çalışmasının ilham kaynağı olur. Her bir AB üyesi ülkenin en tanınmış şefinden, kendi ülkesine ait bir coğrafi işaretli ürünü kullanarak yaratıcı yemekler yapması istenir. Şeflerin hazırladıkları yemek tabakları, “Sensational!” isimli yemek kitabında toplanarak 2020 yılı Kasım ayında yayımlanır ve bu tarihten itibaren AB’nin birçok medya aracında duyurulmaya devam eder.

Avrupalı şeflerin hazırladıkları yemeklerin içeriklerinde coğrafi işaretli ürün bulunması nedeniyle; coğrafi işaret korumasına konu olup olamayacağı ve coğrafi işaretli yemeğe verilecek adın, ticari ürün adı olarak kullanılıp kullanılamayacağı konularında bazı soru işaretleri belirebilir.

Öncelikle tekrarlamakta fayda var; AB’de yemekler coğrafi işaret olarak korunmadığı için, üretiminde coğrafi işaretli ürün kullanılsa bile, bu yemeklerin coğrafi işaret olarak addedilmesi mümkün değil.

Coğrafi işaretli bir ürünün, başka bir ürünün üretiminde bileşen olarak kullanılmasıyla ilgili Avrupa Birliği Adalet Divanının (ABAD’ın) önemli bir kararı mevcut. Davanın konusu özetle; 2012 yılında Alman indirim marketi Aldi’nin “Champagner Sorbet”, yani “Champagne sorbesi” adında bir ürün satmasının, menşe adı olarak tescili bulunan Champagne’den doğan hakların ihlal edildiği iddiasına dayanıyor. ABAD, 20.12.2017 tarihli kararında; tescilli bir coğrafi işaretin, bir başka ürünün üretiminde “bileşen” olarak kullanılması halinde etiket üzerinde belirtilmesine ilişkin 2010/C 341/03 sayılı AB Komisyonu Kılavuzuna atıfla: sorbenin (nihai ürünün) esas karakteristik özelliğini, üretimde bileşen olarak kullanılan Champagne’den (coğrafi işaretli üründen) alıp almadığının teknik açıdan değerlendirilmesinin önemli olduğunu ve ancak sorbenin karakteristik özelliğinin kaynağının Champagne olması durumda, ürünün ticari adında Champagne’nin (coğrafi işaretin) kullanılabileceğini belirtilmiş ve coğrafi işaretin kullanılması halinde, bileşen yüzdesinin coğrafi işaretin hemen yanında veya bileşen listesinde muhakkak yer alması gerektiğini ifade etmişti. Ayrıca nihai ürünün karakteristik özelliğini etkileyeceğinden, coğrafi işaretli ürünle aynı türdeki başka bir ürünün nihai üründe kullanılmaması gerektiği de bu noktada önemle belirtilmeli; yani sorbenin üretiminde, başka bir “köpüklü şarap” kullanılmamış olmalı.

Sensational! yemek kitabıyla ilişkilendirilebilecek bir başka soru ise; “Madem bu yemekler şeflerin eserleri, o halde yemeklerin tatları telif hakkı ile korunabilir mi?” olabilir. Bu konuda da ABAD’ın 13.11.2018 tarihli kararı örnek teşkil ediyor. 

İçeriğinde çeşitli bitkiler bulunan ve sürülebilir bir krem peynir olan “Heksenkaas” veya “Heks’nkaas”(“Heksenkaas”) tescilli markadır ve peynirin üretimi konusunda patent hakkı mevcuttur. Rakip bir firmanın ürettiği “Witte Wievenkaas” markalı peynirin tadının, “Heksenkaas” peynirine benzemesinin, “peynirin tadının taklit edildiği ve bu durumun da telif hakkı ihlali” olduğu iddia edilir. ABAD’ın davaya ilişkin kararında özetle; telif hakkına konu olabilecek unsurun “eser” olarak kabul edilebilir nitelikte olması; eserin, “sahibinin hususiyetini taşıması”, yani “orijinal” olması ve yeterli derecede kesinlik taşıması gerektiği belirtilerek bir yiyeceğin tadının, onu tadan kişilerin hepsi tarafından aynı şekilde tanımlanmasının mümkün olmadığı; diğer bir deyişle tadın, kesin ve objektif temellere dayandırılmasının mümkün olmaması nedeniyle eser olarak da kabul edilemeyeceği ve dolayısıyla da üzerine telif hakkı tesis edilemeyeceği ifade edilmişti. Bu karar ışığında Sensational! kitabında yer alan yemeklerin durumunu değerlendirdiğimizde; yemeklerin esas olarak coğrafi işaretli ürünleri tanıtmak amacıyla yaratılmış ürünler olduğu, bu kapsamda tatlarını da esasen söz konusu coğrafi işaretli ürünlerin özelliklerinden aldıkları ve sahiplerinin hususiyetlerini taşıdıklarının iddia edilmesinin de pek mümkün olamayacağı kanaatinde olduğumuzu söyleyelim.   

Yeniliklerden ve farklı tatlardan keyif alan okurlarımıza, https://op.europa.eu/en/publication-detail/-/publication/ddd809ae-2d3d-11eb-b27b-01aa75ed71a1 adresini ziyaret ederek Sensational! yemek kitabına göz atmalarını tavsiye ediyoruz.

Gonca ILICALI

Ağustos 2021

gilicali12@gmail.com


Kaynaklar:

“ROOIBOS” İLE KISA BİR ÇAY MOLASI

Tarihi 5.000 yıldan daha eskiye dayanan çay, çok özel alanlarda ve agro-ekolojik koşullarda yetiştiriliyor. İklim değişikliklerinden çabuk etkileniyor.

Çay üreten ülke sayısı 35’ten fazla. Hane sayılarıyla birlikte 13 milyonu aşan sayıda insanın geçim kaynağı. Bu sayının 9 milyonu, dünyanın en çok çay üreten ülkeleri olan Çin, Hindistan, Kenya ve Sri Lanka’da yaşıyor. 

Dünyadaki çay üretiminin değeri, 17 milyar ABD Dolarının üzerinde.

En çok içilen içecek sıralamasında, sudan sonra ikinci sırada bulunan çay, son yıllarda, kişi başına % 2,8’lik oranda tüketimini artırmış durumda.

Küçük ölçekli çiftçiler, dünyadaki çayın yaklaşık % 60’ını üretiyor. Bu sebeple çay üretimi, sürdürülebilir kalkınma hedefleri için önemli bir konumda. Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda “Uluslararası Çay Günü” olarak ilan edilen 21 Mayıs, 2020 yılından itibaren kutlanıyor. Kutlamalar kapsamında, “çay törenleri” gibi ülkelerin kültürel mirasları da yer alıyor.       

Çay hakkındaki bu genel ve kısa bilgilerden sonra, yazımızın esas konusuna geçelim.

Türkiye’de “kırmızı çalı (red bush) çayı” ya da “kırmızı çay” olarak da satışı bulunan “Rooibos” çayı, Güney Afrika Cumhuriyeti’nden kaynaklanıyor.

Güney Afrika’da Rooibos sektörü, bağımsız bir sivil toplum kuruluşu olan ve SARC kısaltmasıyla bilinen Güney Afrika Rooibos Konseyi (South African Rooibos Council) tarafından temsil ediliyor. Yıllık üretimin ve satışın yaklaşık % 80’ini müştereken temsil etmek üzere, SARC’nin üyeleri arasında ürünü işleyen, ambalajlayan, ürüne markasını koyan ve ihraç eden firmalar mevcut.

SARC’nin; yerel ve küresel pazarda Rooibos’un tanıtımını yapma, koruma, geliştirme, araştırmaları destekleme, kriz ve tehdit durumlarında paydaşlarına yardım etme ve tüketici menfaatlerini gözetme, ürünle ilgili tam ve doğru bilgi sağlama gibi görevleri bulunuyor.

Avrupa Birliği’ne (AB’ye) başvurusu, menşe adı olarak Ağustos 2018’de yapılan “Rooibos / Red Bush”; Batı Cape ve Kuzey Cape Bölgelerinin belirli kısımlarında kültüre alınarak yetiştirilen veya yabani olarak yetişen Aspalathus linearis bitkisinin kurutulmuş yaprak ve köklerinden elde ediliyor. Piyasaya; yeşil (okside olmamış) halde ve okside edildikten sonra, yani iki şekilde sunuluyor.        

Yeşil (okside olmamış) “Rooibos / Red Bush”, baskın açık yeşil renktedir. Kırmızımsı kahverengi kökleri ve odunsu beyaz parçaları bulunur. Nem oranı %5’in altındadır.

Okside “Rooibos / Red Bush” ise açık kahverengi, sarı ve tuğla kırmızısı renk tonlarındadır. Kurumuş kökler nedeniyle açık renkli parçalar bulunur. Nem oranı %10’un altındadır.

“Rooibos / Red Bush”ın bazı temel duyusal özellikleri aşağıdaki gibidir.

  • Tat: bal-karamel
  • Meyvemsilik: turunçgil-dutsu-kayısı reçeli
  • Odunsuluk: çalı-sap; yanık
  • Baharat: tarçın
  • Ağızda: tatlı-acı-ekşi; yumuşak ve pürüzsüz; keskin     

“Rooibos / Red Bush”, kafeinsizdir ve düşük tanen miktarı ile Güney Afrika’nın kültürel sembollerinden biri olarak kabul edilir.

“Rooibos / Red Bush”ın elde edildiği Aspalathus linearis bitkisinin tohumları, geleneksel bir yöntemle toplanır. Karıncalar, buldukları yiyecekleri doğaları gereği yuvalarına taşırlar. Çevreye saçılmış bitki tohumlarını da bu içgüdüyle yuvalarına götürürler. Tohum toplayıcılar ise, bölgenin “geleneksel bilgi”si olarak kabul edilen bu yöntemle, karınca yuvalarında biriktirilmiş bitki tohumlarını toplayarak çiftçilere verirler. Ancak karıncaların hayatlarını sürdürebilmeleri ve döngünün tamamlanabilmesi için, tohumların hepsini almayıp bir miktar bırakırlar.    

Kültüre alınarak yetiştirilen Aspalathus linearis bitkisi, mekanik olarak ya da elle; yabani olarak yetişen ise, neslinin tükenmesi önlemek amacıyla ve bitkiye zarar vermeden sadece elle hasat edilir. Uygulanacak kurutma dâhil tüm işlemler, tarlada ya da tarla dışında bir yerde yapılabilir ancak her koşulda, coğrafi sınır içinde gerçekleştirilir.

Coğrafi sınır, yaklaşık 60.000 hektarlık bir alandır. Afrika’nın % 0,5’inden daha az bir alan olmasına rağmen, kıtanın yaklaşık % 20’lik florasına sahiptir. Güney Afrika’nın önemli bir biyoçeşitlilik merkezi olduğu ifade edilen coğrafi sınırdaki bazı bölgelerin, 2004 yılında UNESCO’nun Dünya Mirası Listesine giren “Cape Floral Region Protected Areas” içinde olduğu belirtilmektedir.  

Coğrafi sınırın toprak özellikleri ve sert iklim özellikleri; bitkinin polifenol miktarının fazla olmasına ve dolayısıyla ürünün coğrafi sınıra özgü ayırt edici özellikleri kazanmasına neden olur. “Ürün-coğrafi sınır” ilişkisi ile uygulanan işlemlerdeki ustalık becerisi, “neden-sonuç ilişkisi” içinde açıklanmaktadır. 

İnsan tüketimi amaçlı olsun ya da olmasın, “Rooibos / Red Bush” başka çaylarla,  infüzyonlarla ya da başka ürünlerle harmanlanırken, “ürünün piyasaya sunulacağı ülkedeki etiketleme kurallarına uyması” gerekir. 

“Rooibos / Red Bush” menşe adının Haziran 2020’de AB’nin Resmi Gazetesinde yayımlanması üzerine, iki ülkeden itiraz edilir.    

AB Komisyonu; İsviçre Çay, Baharat ve İlgili Ürünler Birliğinin (Swiss Association of Tea, Spices and related Products – IGTG) itirazını gerekçeli bulmadığı için başvuru yapana iletmeyeceğini bildirir. Bu bildirim üzerine itiraz sahibi, itirazını geri çeker.

Diğer itiraz ise, Birleşik Krallık tarafından yapılmış olup özellikle ürünün tanımı ve hammadde hakkındaki açıklamalar ile etiketlemeye ilişkin kurallar üzerinde odaklanmıştır. AB Komisyonu, bu itirazın gerekçelerini tatmin edici bularak tarafları anlaşmaya davet eder. Güney Afrika – Birleşik Krallık arasındaki görüşmeler uzlaşı ile sonuçlanır ve başvuru kapsamında bazı düzenlemeler yapılır. Bu düzenlemeler, AB Komisyonu tarafından da uygun bulunmasını takiben, 31 Mayıs 2021’de AB Resmi Gazetesinde yayımlanır. Yayımdan sonraki 20 nci günde yürürlüğe girer.  

SARC süreç hakkındaki açıklamalarında; “Rooibos / Red Bush” coğrafi işaretinin korunmasında sektörel işbirliğinin güçlü olmasının, kararlı biçimde hareket etmenin, destek alınabilecek kaynakların varlığının, AB ve diğer uluslararası meslektaşlar ile iyi ilişki kurulmasının, AB ile Ekonomik İşbirliği Anlaşması (Southern African Development Community Economic Partnership Agreement) yapılmasının, AB yasal düzenlemeleri ve kuralları hakkında bilgi sahibi olmanın ve iyi bir süreç yönetiminin başarılı bir sonuç elde etmek için son derece önemli olduğunu ifade eder.

Gonca ILICALI

Temmuz 2021

gilicali12@gmail.com

Kaynaklar:

İSVİÇRE SAATLERİ BAŞARISINI NEYE BORÇLU?

IPR Gezgini sitesinin kurucusu ve yazarı Önder Erol Ünsal’ın 11 Mayıs 2021 tarihli “Saatler İçin Şekil Markalarının Benzerliği ABAD Genel Mahkemesinin Önünde: Longines v. Point Tec (T-615/19)” başlıklı yazısı, bir süredir yazmayı planladığım bu yazıyı hızlandırmama vesile oldu.

Saat denilince hemen herkesin aklına ilk önce İsviçre gelir. Bu algının oluşumundaki en önemli pay, etkin biçimde işleyen yasal düzenlemelere ve üzerine düşen sorumluluğu dirayetle yerine getiren sektöre aittir.  

“İsviçre saati”ni, “Sadece İsviçre’de üretilen saattir.” şeklinde basit bir kalıba sığdırmak mümkün değil. İsviçre’de saatler üzerinde “Switzerland” (İsviçre) ve “Swiss” (İsviçreli) kelimelerinin kullanımlarına ilişkin şartlar, 28.08.1992 tarihli Marka Koruması Kanununun 50 (2) maddesi uyarınca hazırlanan 23.12.1971 tarihli “Switzerland veya Swiss Adlandırmalarının Saatler İçin Kullanımı Yönetmeliği” ile düzenlenmiş durumda.

Yönetmeliğin 01.01.2019 tarihli düzenlemesinin resmi olmayan İngilizce çevirisinden edinilen bilgiler, aşağıdaki gibidir.

  • Yönetmeliğe konu olan saat, bileğe takılan zaman ölçüm aletidir. Esas fonksiyonu zaman ölçme olan aletin hareketli mekanizmasının genişliği/uzunluğu/çapı 60 mm’yi veya eşik (bridge)-plaka (plate) arasında ölçülen kalınlık ise 14 mm’yi geçemez. Bu boyutlardan hangilerinin esas alınacağına, sadece teknik açıdan zorunluluk durumu göz önünde bulundurularak karar verilir.
  • Bir saatte “Swiss” adlandırmasının (designation) kullanılabilmesi için:
  • tamamıyla mekanik olan saatin mekanik yapısı ve prototipinin bütünüyle İsviçre’de yapılması gerekir.
  • tamamıyla mekanik olmayan saatin; mekanik yapısı ve prototipinin bütünüyle İsviçre’de yapılmasının yanı sıra basılı devrelerinin tasarımının, ekran (display) ve yazılımının, mekanizması (movement) ve mekanizmasının montajının İsviçre’de yapılması; nihai kontrollerin İsviçre’deki üreticiler tarafından yapılması ve üretim maliyetlerinin en az % 60’ına karşılık gelen aşamaların İsviçre’de gerçekleşmiş olması gerekir. 
  • Bir saat mekanizmasının “Swiss movement” olarak adlandırılabilmesi, aşağıdaki koşulların karşılanmasına bağlıdır.
  • Tamamıyla mekanik olan saat mekanizmasının mekanik yapısı ve prototipinin bütünüyle İsviçre’de yapılması.
  • Tamamıyla mekanik olmayan saat mekanizmasının: mekanik yapısı ve prototipinin bütünüyle İsviçre’de yapılmasının yanı sıra basılı devrelerinin tasarımının, ekran ve yazılımının, parçalarının montajının İsviçre’de yapılması; kontrollerin İsviçre’deki üreticiler tarafından yapılması; üretim maliyetlerinin en az % 60’ına karşılık gelen aşamanın İsviçre’de gerçekleşmiş olması; montaj ücreti hariç olmak üzere, bütün bileşen parçalarının değerlerinin en az % 50’sini temsil eden parçalarının İsviçre’de üretilmesi.
  • İsviçre’de üretilen bileşen parçalarının değerini hesaplamada uygulanan kurallar aşağıdaki gibidir.     
  • Kadranın (dial) maliyeti; kadran ancak saatin elektronik işlevini oluşturuyor ve saati, bir elektro-optik ekran veya bir güneş modülü ile donatmak için kullanılıyorsa bileşen maliyetine dâhil edilir.
  • Montaj maliyetinin dikkate alınması ancak; sınai işbirliği ile imzalanan uluslararası anlaşmalar kapsamında ve “yabancı ülkede üretilen ile İsviçre’de üretilen bileşen parçalarının kalitelerinin eşdeğer olduğu, sertifikasyon prosedürüyle belgelenirse” mümkündür.   
  • Dikkate alınabilecek montaj maliyetinin miktarı, İsviçre’de üretilen bileşen parça kalitesine eşdeğer olduğu kabul edilen bileşenin maliyetinden daha fazla olamaz.
  • Avrupa Ekonomik Topluluğu ve AB üyesi devletler ile İsviçre Konfederasyonu arasındaki, saat ve saat endüstrisi ürünlerine ilişkin Anlaşmanın, 20.07.1972 tarihli Ek Anlaşması hükümleri geçerlidir.
  • “Swiss constituent parts” (İsviçre bileşen parçaları) adlandırması ancak, bu parçaların kontrollerinin İsviçre’deki üreticiler tarafından yapılması ve üretim maliyetlerinin en az % 60’ına karşılık gelen aşamanın İsviçre’de gerçekleşmiş olması halinde kullanılabilir.
  • Yönetmelik uyarınca bir saatin mekanizmasının İsviçre’de monte edildiğinin kabul edilebilmesi için, bileşen parçalarının tamamının İsviçre’de birleştirilmesi gerekir. Ancak aşağıdaki bileşenlere ait alt montaj (subassembly) işlemleri İsviçre dışında yapılabilir.
  • Tamamıyla mekanik olan saat mekanizmasının dişli çarkları.
  • Tamamıyla mekanik olmayan saat mekanizmasının elektronik modülleri; elektro-optik ekran modülleri; enerji toplama modülü; düzenleyici organ; dişli çarklar; yapıldıkları rotor ve bobinler dâhil olmak üzere motorlar.
  • Doğal koşullar nedeniyle İsviçre’de üretilemeyen doğal ürünlerin maliyetleri; objektif gerekçelerle İsviçre’de yeterli miktarda bulunmayan malzemelerin maliyetleri; ambalajlama maliyetleri; ulaşım maliyetleri; ticarileşme, pazarlama ve müşteri hizmetleri maliyetleri ile batarya maliyeti, üretim maliyeti dışında bırakılır.
  • İsviçre’de yeterli miktarlarda bulunmayan malzemelerle ilgili bilgiler; 23.12.1992 tarihli Marka Koruma Yönetmeliğinin 52 (k) maddesi uyarınca ve objektifliği güvence altına alınarak İsviçre saat endüstrisi tarafından sağlanır. Sektör içinde anlaşmazlık olması durumunda bağımsız üçüncü taraflara danışılır.  
  • “Switzerland” ve “Swiss” ibareleri ile “Swiss cross (İsviçre haçı)” şeklinin kullanımına ilişkin koşullar, aşağıdaki şekilde belirlenmiştir.
  • Yukarıda belirtilen özellikleri taşıyan saatlerin ve saat mekanizmalarının üzerinde; “Switzerland”, “Swiss”, “Swiss products” (İsviçre ürünleri), “Made in Switzerland” (İsviçre’de üretilmiştir), “Swiss quality” (İsviçre kalitesi)” vb diğer adlandırmalar ile “Swiss cross (İsviçre haçı)” şekli ve bunlarla ilişkilendirilebilecek nitelikteki tanımlamalar ve şekiller kullanılabilir.
  • Marka Koruması Kanununun 47 (3ter) maddesine göre “kaynak gösteren işaretler (indications of source)”; “ilgili ürünün bir bütün olarak” belirli bir coğrafi kaynaktan geldiği konusunda yanıltıcı değilse kullanılabilir. Bu kapsamda bir saat, bir bütün olarak “Swiss” olarak adlandırılma koşullarını taşımıyorsa, bileşen parçalarının yukarıda belirtilen adlandırmaları taşımalarına ancak, bu adlandırmaların tüketicinin göremeyeceği şekilde kullanılması halinde izin verilir.
  • “Swiss movement” olarak nitelendirilebilecek mekanizma içeren saatin üzerinde, “Swiss movement” adlandırması kullanılabilir. Ancak “movement” ibaresi tam olarak yazılmalı ve “Swiss” ibaresiyle aynı yazı tipi, boyu ve renkte olmalıdır.
  • Yukarıda belirtilen kurallar; söz konusu adlandırmaların başka dildeki çevirisi kullanılsa veya saatin gerçek kaynağı belirtilse yahut “tipinde, tarzında, stilinde” vb kelimelerle birlikte kullanılsa bile geçerlidir.
  • Yukarıdaki adlandırmaların doğrudan saatin veya ambalajının üzerinde kullanılmasının yanı sıra; bu adlandırmalarla birlikte saatin satışı, satışının teklifi veya saatin piyasa sürülmesi; bu adlandırmaların mağaza tabelaları, reklamlar, prospektüsler, faturalar, iş mektupları veya iş kâğıtlarında yer alması da kullanım olarak kabul edilir. 
  • Bir saat kasasının “Swiss” olarak adlandırılabilmesine ilişkin kurallar, aşağıdaki gibidir.
  • Damgalama, işleme veya parlatma gibi temel işlemlerden en az bir tanesinin İsviçre’de gerçekleşmesi.
  • İsviçre’de monte edilmesi.
  • İsviçre’deki üreticiler tarafından kontrol edilmesi.
  • Üretim maliyetlerinin en az % 60’ına karşılık gelen aşamaların İsviçre’de gerçekleşmesi.
  • “Switzerland” ve “Swiss” ibareleri ile “Swiss cross (İsviçre haçı)” şeklinin kullanımına ilişkin koşullar, saat kasaları için de geçerlidir.
  • “Swiss case” (İsviçre kasası) adlandırmasının, “İsviçre saati dışındaki saatler”in dış kasalarında kullanılması mümkündür. Ancak bu durumlarda, saatin veya saat mekanizmasının gerçek kaynağının, “açıkça görülebilecek biçimde saat üzerinde” belirtilmesi şartı aranır. 
  • “Switzerland” ve “Swiss” ibareleri ile “Swiss cross (İsviçre haçı)” şeklinin ve benzeri adlandırmaların saat kadranları ve diğer bileşen parçalar üzerindeki kullanımları da, temel olarak yukarıda belirtilen koşullara tabidir.
  • Saat kasaları, kadranlar, saat mekanizmaları ve diğer parçalar üzerinde; koleksiyon amaçlı tek numune olarak ihraç edilmek, İsviçre’de üretilmek ve satış amacı taşımamak kaydıyla “Swiss” ibareli adlandırmalar kullanılabilir.
  • Yönetmeliğin ihlali, Marka Koruması Kanununun cezai hükümlerine tabidir.

Yukarıda ana hatlarıyla yer verilen Yönetmelik hükümlerinde; üretimde kullanılan malzemelerin ve bileşenlerin üretimi ile saatin montaj işlemlerinin “tamamıyla İsviçre’de gerçekleşmesini zorunlu kılan” düzenleme bulunmadığından, coğrafi işaret sistemine uygun olmadığını düşünen okurlarımız olabilir. Bu noktada Yönetmeliğin birçok hükmünde;

  • Nihai kontrollerin İsviçre’deki üreticilerce yapılması gerektiğine ilişkin “doğrudan” atıfların,
  • Her bir saat bileşeninin maliyeti ile üretim ve montaj maliyetlerinin hesabına dayalı şartlar hakkındaki ve İsviçre’den temin edilemeyen malzemeler hakkındaki bilgilerin, ilgili sektörden temin edilmesi gerektiğine ilişkin “dolaylı” atıfların bulunduğuna ve bu atıfların da “sektörün kapasitesi ile saat üreticilerinin mesleki bilgi ve becerileri”ne işaret ettiğine dikkatleri çekmek isteriz.

Yönetmeliğin etkin biçimde uygulanabilmesini sağlayan teknik temellerin bağlı olduğu İsviçre saat endüstrisinin yapısı hakkında kısa bir bilgi verelim.

İsviçre saat endüstrisi, yaklaşık 500 üyeye sahip olan “İsviçre Saat Endüstrisi FH Federasyonu (Federation of the Swiss Watch Industry FH)” çatısı altında örgütlenmiş durumda.

FH Federasyonu, İsviçre saat endüstrisinin gelişimi ve korunması amacıyla; dünya ölçeğinde önemli bir referans teşkil eden Switzerland veya Swiss Adlandırmalarının Saatler İçin Kullanımı Yönetmeliğinin revizyonu çalışmalarına katılım da dâhil olmak üzere, aktif olarak çok yönlü çalışmalar sürdürmekte.

FH Federasyonunun istatistiki verilerine göre Amerika Birleşik Devletleri ve Çin, İsviçre saat endüstrisi için en önemli iki pazar. Bu sebeple FH Federasyonu, bu iki ülkede saatler için Swiss adlandırmalarının sertifika markası olarak korunmasını sağlamış ve ihlaller konusunda da dünya genelinde yasal mücadele vermekte.

İsviçre saat endüstrisi, İsviçre saatlerinin sahip olduğu itibarı koruma amacıyla, saat ustalarının yetiştirilmesi için teknik eğitim verilmesini de destekliyor.        

İsviçre saati ustası yetiştirilmesine ilişkin eğitim hizmeti ile konu hakkında danışmanlık hizmeti veren kuruluşlardan biri; 1966 yılında kurulan, bağımsız olan ve İsviçre saat endüstrisi tarafından desteklenen WOSTEP Foundation’dır.

İsviçre saati ustalarının almaları gereken eğitimler hakkındaki merakımızı, WOSTEP Foundation tarafından Ağustos 2023 – Mayıs 2025 tarihleri arasında verilecek eğitim programı üzerinden karşılayabiliriz. Tam zamanlı olan eğitim, 22 ayda toplam 3000 saat. Saat üreticisi firmaların müsait olma durumlarına göre 2 haftalık iş deneyimini de içeriyor. Aralık, haziran-temmuz ayları ile İsviçre’nin resmi tatilleri dâhil olmak üzere yılda 8 haftalık tatil var.

Yoğun içerikli bu eğitime, 21 yaşından büyükler katılabiliyor. Adayın, saat üretimi sektöründe tecrübesi olması beklenmiyor ancak İngilizce dilbilgisinin, IELTS 5,0 – 6,0 veya CEFR B2 seviyesinde olması gerekiyor. Katılım sınırlı ve listeye giren adaylar, ön eleme niteliğindeki 2 günlük test sınavına tabi tutularak yetenekleri ölçülüyor.

Konaklama, sağlık sigortası, resmi ücretler vb ücretler hariç olmak üzere; genel olarak eğitim materyallerini, belirli ürünlere ilişkin özel eğitimleri, fabrika ziyaretlerini vb ücretleri kapsayan eğitim ücreti ise 34.600 CHF (İsviçre Frangı).

Mekanik ve elektronik İsviçre saatlerini konu alan yoğun eğitim programını ve sınavlarını başarıyla tamamlayan katılımcılara, İsviçre saat endüstrisi ve endüstrinin tüm dünyadaki temsilcileri tarafından tanınan bir sertifika veriliyor.

Örgütlü olarak ve bilinçle çalışan sektörün, sektör tarafından desteklenen nitelikli eğitimin ve zeminini, bu iki güce dayandıran yasal düzenlemelerin, İsviçre saatlerinin itibarını sağlayan en önemli unsurlar olduğu düşüncesiyle yazımızı sona erdiriyoruz.

Gonca ILICALI

Haziran 2021

gilicali12@gmail.com


Kaynaklar:

https://www.fedlex.admin.ch/eli/cc/1971/1908_1915_1915/en

https://www.fhs.swiss/eng/swissmade.html https://www.wostep.ch/en

https://www.wostep.ch/en

AVRUPA BİRLİĞİ’NİN COĞRAFİ İŞARET SİSTEMİNDE ÖNEMLİ GELİŞMELER

2020 yılını nihayet! geride bırakmaya kısa bir süre kala, AB’den coğrafi işaretlerle ilgili iki önemli haber geldi.

Haberlerden ilki; TMview ve DesignView gibi EUIPO tarafından geliştirilen ve AB Komisyonu işbirliğiyle oluşturulan GIview portalının kapısının, 25 Kasımda resmi olarak açıldığı. AB düzeyinde korunan tüm coğrafi işaretler, GIview aracıyla kolaylıkla görüntülenebiliyor.

https://www.tmdn.org/giview/  adresinden erişim sağlanan GIview portalında; AB nezdinde tescil edilerek korunan coğrafi işaretlerin yanı sıra, ikili veya çok taraflı uluslararası anlaşmalarla AB’de korunan yabancı coğrafi işaretler ile, yine bu anlaşmalar kapsamında diğer ülkelerde korunan AB coğrafi işaretleri hakkında bilgiler de yer alıyor.

GIview; AB’nin eAmbrosia veri tabanında bulunan coğrafi işaretlere ait olan bilgileri kullanıyor ancak daha fazlasına sahip. Coğrafi işaret üretici grubunun iletişim bilgisi, denetim mercii, haritalar, ürün fotoğrafları, ürünün tanımı, coğrafi sınır, sürdürülebilirlik beyanı vb bilgiler içeriyor. Portalda yer alması öngörülen bilgiler, orijinal ürünle orijinal olmayan ürünü ayırt etmeyi kolaylaştırmak amacıyla tasarlanmış.

EUIPO tarafından geliştirilen ve hak sahipleri ile uygulayıcı kurumlar arasında köprü kuran IP Enforcement Portalına (https://euipo.europa.eu/ohimportal/en/web/observatory/ip-enforcement-portal-home-page) da, GIview üzerinden geçiş sağlanabiliyor.

İkinci haber ise; tarım dışı ürünler için tüm AB’yi kapsar nitelikte bir coğrafi işaret sistemi oluşturulması konusunda gelinen nokta.

AB Komisyonunun resmi internet sitesinde yayımlanan bir duyuruda (https://ec.europa.eu/info/law/better-regulation/have-your-say/initiatives?page=1); tarım dışı ürünlere coğrafi işaret koruması sağlama amacıyla yürütülen çalışmalara, 30 Kasım – 28 Aralık tarihleri arasında, AB vatandaşlarının ve paydaşlarının görüş bildirebileceği belirtiliyor. Bu duyuru kapsamında verilen bilgileri, aşağıda özetliyoruz.

AB’nin şaraplar, distile alkollü içecekler, aromatize şaraplar ile diğer bazı tarım ve gıda ürünleri için tüm AB düzeyinde sağladığı sui generis coğrafi işaret koruması, mevcut durumda tarım dışı ürünler için söz konusu değil.

Murano cam ürünleri, Solingen çatal bıçak takımı, Donegal tüvidi, Halas danteli, Macael mermeri, Bolesławiec seramiği, Gablonz mücevheratı vb tarım dışı ürünler için coğrafi işaret koruması sağlanmakta ancak korumanın çeşidi, ülkeden ülkeye değişmekte. AB üyesi ülkelerin yarısından fazlası, diğer üye ülkelerden farklı özellikler taşıyan ulusal sui generis koruma sistemine sahipken, bir kısmı ise sadece marka veya haksız rekabete ilişkin kurallar çerçevesinde korumakta. AB nezdinde “ürünlerin kaynağı”, kolektif ya da bireysel marka vasıtasıyla sertifikalandırılabiliyor. Ancak “sanayi ve el sanatı ürünlerinin özelliklerinin, coğrafi sınır ile ilişkisi”nin sertifikalandırılması, mevcut AB düzeyi standartlar ile mümkün olamamakta.

AB içinde yeknesak yasal düzenlemelerin olmaması; tarım dışı ürünlerin üreticilerini reklam kampanyaları yürütürken, marka tescil ettirirken ya da haksız kullanımlara karşı mücadele ederken hukuki belirsizlik içine sürüklemekte. Üreticilerin bu ürünler için yatırım yapma, niş pazar oluşturmak için işbirliği yapma ve iş becerilerini koruyarak gelecek nesillere aktarma konusunda cesaretlendirilmeye ihtiyacı var. Aksi takdirde özellikle küçük üreticiler, potansiyel pazar fırsatlarını kaybetme tehdidiyle karşı karşıya kalacak.

Tarım dışı ürünlerin üretildiği yerler, genellikle az yatırım yapılan ve AB’nin çok fazla bilinmeyen bölgeleri olduğundan, kültürel mirasın korunması ve turizm potansiyelinin artırılmasına gereksinimleri bulunmakta.

Ayrıca satıcıların, genellikle üçüncü ülkelerde üretilmiş ürünleri orijinal ürün olarak satmaları, kolektif iyiniyeti zedelemekte. Orijinal ürünlerin üreticileri açısından bu durum, haksız rekabet anlamına gelmekte ve pazar kaybına yol açmakta. Diğer taraftan tüketicilerin orijinal ürün ile orijinal olmayan ürünü ayırt etmesini de zorlaştırmakta.

AB, tarım dışı ürünler için yeknesak nitelikte sui generis koruma sisteminin bulunmamasının, küresel düzeydeki itibarını zayıflattığı düşüncesinde. AB üyesi olmayan ülkelere ait tarım dışı ürünler AB nezdinde coğrafi işaret olarak korunamadığından, bu ülkeler, AB’nin tarım ürünlerini korumakta isteksiz davranmakta.

AB, 2019 yılı Kasım ayında Cenevre Metnine taraf oldu. Cenevre Metni vasıtasıyla tarım dışı ürünler için de diğer ülkelerde koruma elde edilmesi mümkün olabilecek. Bu sebeple AB, Cenevre Metninin sunacağı bu önemli  fırsatı da en iyi şekilde değerlendirmek niyetinde.

Buraya kadar anlatılanlar, AB’nin tarım dışı ürünler için coğrafi işaret korumasına olan ihtiyacını özetliyor. Ancak AB’nin yaptığı çalışmalar, bu hususta karşı argümanların da bulunduğunu gösteriyor.

Coğrafi işaretlerin yerel ve geleneksel üretim yöntemlerinin inovasyonu ve rekabeti azalttığı, bu nedenle her zaman tüketicinin lehine sonuç doğurmadığını savunanlar mevcut. Coğrafi işaretlerde “coğrafi sınırın ürün üzerindeki etkisi”nin aşırı derecede zorlanarak adeta dayatma haline getirildiği ve bu nedenle de üreticilerin, potansiyel küresel tedarik zincirlerinden yararlanma olasılıklarının sınırlandırılarak, üretim maliyetlerinin arttırıldığı iddia ediliyor. Ayrıca tarım dışı ürünlerin coğrafi sınırdan özellik kazanmış olduğunun ispatlanabilmesinin çok zor olduğu, bu ürünlerdeki asıl rolün, sadece ustalık becerisine atfedilebileceği vurgulanıyor.

AB’nin İşleyişi Hakkındaki Antlaşmanın 118 inci maddesine göre, AB’nin bir bütün olarak ticaretini etkileyen sınai mülkiyet hakları konusundaki yasal düzenlemelerin, yeknesak niteliğinin bulunması gerekmekte.

AB Komisyonu İç Pazar, Sanayi, Girişimcilik ve KOBİ Genel Müdürlüğü, coğrafi işaret korumasının tarım dışı ürünlere genişletilmesine yönelik çalışmalarda, esas olarak 2009 yılından itibaren yayımlanan çalışmaları dikkate almış. Ancak konunun mihenk taşını; 2014 yılında hazırlanan AB Komisyon Raporu (Commission green paper) ile 2015 yılında AB Parlamentosunca onaylanan rapor (initiative report) oluşturuyor.

AB Komisyonu, tarım dışı ürünler için AB düzeyinde sağlanacak coğrafi işaret korumasının olası etkilerinin, aşağıda belirtilen şekilde gerçekleşeceğini tahmin ediyor.

  • Ekonomik etki: Uzun vadede AB içi ticarette yaklaşık % 4,9-6,6’lık artış (37,6-50 milyar Euro) sağlayacağı, söz konusu bölgelerdeki istihdamı % 0,12-0,14 oranında artıracağı ve AB’nin genelinde 284.000-338.000 yeni iş yaratacağı. Ayrıca 2013 yılında yapılan bir çalışmada elde edilen veriler; tarım dışı coğrafi işaretli ürünlerin %16’sının sadece AB iç ticaretine, %86’sının ise AB içi ve/veya dışı ticarete konu olduğunu göstermiş. Özellikle bıçaklar, çatal bıçak takımları, değerli taşlar ve mücevher ve gibi lüks segmentlerdeki ürünlerin ihraç edilme potansiyeli daha yüksek olduğundan, tarım dışı ürünlere AB düzeyinde coğrafi işaret koruması sağlanmasının, AB’nin dış ticaretini de olumlu yönde etkileyeceği beklentisi var.
  • Sosyal etki: AB’nin kültürel mirasının gelecek nesillere aktarılmasını sağlamak üzere üreticileri, kalifiye işçi yetiştirmek için cesaretlendireceği.
  • Üreticileri haksız rekabetle mücadele etmek için cesaretlendirecek ve böylelikle mülkiyet hakkı gibi temel hakların etkinliğini artıracak.
  • Sınai mülkiyet haklarının tescili ve yaptırım konularında uygulama birliği ile uygulamada sadeleştirme sağlayarak, gerek üreticiler gerekse ilgili kurumlar üzerindeki yükü ve maliyeti azaltacak.

25.11.2020 tarihinde kabul edilen AB Sınai Mülkiyet Eylem Planında; tarım dışı ürünlere AB düzeyinde coğrafi işaret koruması sağlanmasının olası maliyet ve faydalarını ortaya koyacak etki analizi çalışmasını takiben, AB Komisyonu tarafından bu konuda karar verileceği belirtilmekte. Etki analizinin 2021 yılı üçüncü çeyreğinde hazırlanması öngörülmekte olup, muhtemel politika seçenekleri ise aşağıdaki gibi sıralanmakta.

  • Hiçbir şey yapmamak.
  • Ulusal düzeyde ihtiyari tedbirler uygulamak.
  • Uyumlaştırılmış ulusal koruma sistemleri oluşturmak.
  • AB düzeyinde geçerli, yeknesak nitelikte sui generis bir koruma sistemi oluşturmak.
  • Marka sisteminde güncelleme yaparak üreticilerin ihtiyaçlarına cevap veren bir sertifika markası veya kolektif marka temeli oluşturarak “ürünlerinin özelliklerinin coğrafi kaynak ile ilişkisi”nin garanti edilmesini sağlamak.

AB’nin sunmuş olduğu seçenekler, AB’deki farklı menfaat grupları arasında çetin bir mücadele bulunduğunu düşündürüyor bize.

Cenevre Metninin 10 uncu maddesiyle; Cenevre Metninin temel şartlarına bağlı kalmak kaydıyla, coğrafi işaretlere sağlayacakları koruma sisteminin türü konusunda akit taraflara özgürlük tanındığı için AB’nin, Cenevre Metninden faydalanma düzeyini artırmak için tarım dışı ürünlere “sui generis yeknesak bir koruma sistemi” oluşturması da zorunlu değil. Bu durum, konunun karşıtlarının eline önemli bir koz verir nitelikte.

AB nezdinde yürütülen çalışmalarda bahsi geçen coğrafi işaret korumalı tarım dışı ürünler arasında, ülkemizde çok sayıda tescil bulunan halı ve kilimlere rastlamadık. 1151/2012 sayılı AB Tüzüğü uyarınca tüm değil, sadece belirli bazı tarım ve gıda ürünlerinin coğrafi işaret koruması kapsamına alındığı göz önünde bulundurulduğunda, AB’nin “tarım dışı ürünler” başlığı altında tam olarak hangi tür ürünlere koruma sağlayabileceğini de merakla beklemekteyiz.

Gonca ILICALI

Aralık 2020

gilicali12@gmail.com

Kaynaklar:

MİSTİK ÇİKOLATA DÜNYASI

(BÖLÜM II)

(Kaynak: ©  https://www.chocosuisse.ch/en/chocolate/history/)

Çikolata hayatımızın o kadar önemli bir parçası ki; yerel, ulusal, uluslararası ve Dünya  “Çikolata Günü” olarak ilan edilen birçok tarih var. Bunlardan en çok kabul göreni ise 7 Temmuz.  

Statista[1]’ya göre 2019 yılında, çikolata sektörünün lider şirketleri sırasıyla Mars Inc., Ferrero Group ve Mondelēz International. Amerika merkezli çok uluslu Mondelēz International şirketi, herkesin çok iyi bildiği Toblerone markalı çikolatanın şimdiki sahibi.    

Toblerone markası, sınai mülkiyetin çok yönlü yapısının işlendiği güzel bir örnek. Özel şekliyle dikkat çeken Toblerone çikolatası, Theodore Tobler ve üretim müdürü Emil Baumann tarafından geliştirilir. Toblerone ismi; Theodore’un soyadı olan “Tobler” ile İtalyanca “ballı bademli nugat” anlamına gelen “torrone” kelimelerinin birleştirilmesiyle yaratılır.  

Toblerone çikolatasının sıradışı şekli ise, İsviçre’nin en ünlü dağı olan Matterhorn’dan esinlenilerek “üçgen zirveler” halinde tasarlanır. Aslında bu üçgen piramitlerin doğuş hikâyesine alternatif olarak gösterilen bir fısıltı[2] da var. Toblerone’un yaratıcısı Theodore Tobler, Paris’e düzenli olarak iş gezisine giderken Folies Bergères’teki gösteriyi izler. Sahnelerinin bir parçası olarak kırmızı ve bej renklerle kaplanmış dansçıların, gösteri bitiminde bir insan piramidi oluşturmasının Tobler’e ilham verdiği söylenir. 

İlham kaynağı her ne olursa olsun, yaratılmış bir isme de sahip olan bu ayırt edici şekilli çikolataların rakiplerince taklit edilmesinden kaygı duyan Tobler, 1906 yılında Bern’de, Toblerone çikolatasının üretim prosesi için patent başvurusunda bulunur. Böylelikle Toblerone, dünyanın ilk patentli çikolatası olur. Bu başarının adından Tobler, 1909 yılında Toblerone markasını İsviçre’de tescil ettirir.

Çikolatamız malum İsviçre vatandaşı ve Bern doğumlu. İsviçre’nin ünlü dağı Matterhorn’un, Bern şehrinin simgesi olan ayı figürü ile birlikte oluşturduğu müthiş kombinasyon ise, Toblerone kelimesinin sadık yoldaşı olur. Henüz göremeyen varsa, Matterhorn’a gizlenmiş Bern’in ayısı, dağın sol yarısında şaha kalkmış durumda.  

Toblerone çikolatasının ilk patent başvurusunu İsviçre Patent Ofisinde inceleyen patent uzmanı, bilim dünyasının çok önemli bir ismidir: Albert Einstein!   

https://pbs.twimg.com/media/BkH04paCIAA45_T.jpg

Aşağıda teknik çizimi yer alan 2013 tarihli ve DE202013104051U1[3] sayılı patent başvurusu ise; Toblerone’a münhasır şeklini vermek amacıyla “prizma şekilli çikolata parçalarını ayırma pensleri” hakkında.

DE202013104051U1 sayılı patent dokumanında; Toblerone çikolatasının özel şeklinin, üç boyutlu Topluluk Markası olarak AB nezdinde tescilli olduğu da belirtiliyor.    

Toblerone çikolatasının şekliyle ilgili, birçok tescilli marka var. Bunlardan bir tanesi, Birleşik Krallık Sınai Mülkiyet Ofisi nezdinde WO0000000727788[4] sayıyla tescilli. Üç boyutlu olarak korunan bu markanın örneği, hemen aşağıda.

Kaynaklarımızdan Business Insider[5]’daki bir habere göre, yıllık satılan Toblerone bar çikolatalarının uzunluğu yaklaşık 62 bin km ve bu uzunluk, Dünyamız’ın çevresinden çok daha fazla.

2015 yılı Ekim’inde Toblerone, Facebook sayfasında “Bu değerli ve en lezzetli İsviçre çikolatasının, daha fazla kişiye ulaşabilmesi için Birleşik Krallık’taki çikolata barlarının üçgen piramitleri arasındaki mesafenin biraz daha açılarak gramajlarının 400’den 360 ve 170’ten 150 grama düşürüleceği”ni açıklar[6].       

Bu değişiklikten sadık müşteriler hiç hoşlanmazlar ve Toblerone’un artık “daha küçük zirveleri ve daha fazla vadileriyle İsviçre Alpler’inden ziyade Hollanda’ya benzediği” yönündeki müstehzi eleştirilerini esirgemezler.

Tepkiler üzerine yetkililer, “tutkulu hayranları”na teşekkür ederek, değişiklikten vazgeçtiklerini açıklar.

Hayranların tepkilerinin sürdüğü sırada, bir diğer tartışma da marka koruması konusunda gündeme gelir. Sorun şudur: “Eğer Toblerone, orijinal şeklini Birleşik Krallık’ta kullanmaktan vazgeçerse, Birleşik Krallık’ta üç boyutlu olarak tescil edilmiş marka, 5 yılın sonunda geçerliliğini yitirecek ve üçüncü kişilerce tehdide maruz kalacaktır.” Ancak hukuki süreçten çok daha hızlı işleyen “sosyal tepki” mekanizması, çerçevedeki boşlukları doldurur ve bu sorun üzerinde fazla emek harcamaya mahal vermez.  

Toblerone’un dünya çapındaki başarısında, “İsviçre’nin çikolatası” olmasının payı da yadsınamaz elbette. “Swiss Chocolate / Schweizer Schokolade”nin İsviçre’de, “tescilsiz” olarak sui generis[7] bir sistemde korunduğunu, Dünya’daki coğrafi işaretleri barındırma amacıyla oriGIn (Organization for an International Geographical Indications Network)[8] tarafından hazırlanan “oriGIn Worldwide GIs Compilation” veritabanından öğreniyoruz. Bu veritabanına göre, İsviçre ile yaptıkları anlaşmalar uyarınca Rusya’da 1995, Jamaika’da ise 2014 yılından itibaren korunuyor “Swiss Chocolate / Schweizer Schokolade”.

Ülkesinde tescilsiz olarak korunan “Swiss Chocolate / Schweizer Schokolade” hakkındaki teknik ürün düzenlemeleri, 1901 yılında kurulan ve “İsviçre çikolata endüstrisi”ni temsil eden CHOCOSUISSE[9] derneği tarafından hazırlanıyor. CHOCOSUISSE, çikolata ve çikolata ürünlerinin üreticilerinin yanısıra, bu ürünlerin en önemli ithalatçılarıyla da irtibat halinde.

CHOCOSUISSE sadece, “Swiss Chocolate / Schweizer Schokolade”nin korunması için mücadele vermiyor. Aynı zamanda rekabetçi ve yeniliği teşvik eden çerçeve koşullarını desteklemede, ihtiyaç odaklı eğitimde ve sürdürülebilirlikte bütüncül bir yaklaşım sergileyerek faaliyetlerini yürütüyor.

CHOCOSUISSE’in üyelerinin listesi[10] aşağıdaki gibi.

İsviçre’nin çikolata tarihi; 1819 yılında François-Louis Cailler’in Vevey yakınlarındaki Corsier’de, varlığını günümüzde de devam ettiren çikolata fabrikasını açmasıyla başlar. 

Cailler’i; 1826’da Serrières’te Philippe Suchard ve Cenevre’de Jacques Foulquier (Jean-Samuel Favarger’in öncüsü); 1830’da Lozan’da Charles-Amédée Kohler; 1845’te Zürih’te Rudolf Sprüngli; 1852’de Luzern’de Aquilino Maestrani; 1874’te Flawil’de Johann Georg Munz ve 1899’da Bern’de Jean Tobler izler. Rodolphe Lindt ise 1879’da Bern’de açtığı çikolata fabrikasıyla eriyen çikolata prosesini ilk geliştiren olur.

Öncülüğü, yukarıda sayılan isimler tarafından yapılan İsviçre çikolatalarına olan güvene dayalı başarının temelinin; çikolata üretiminin, yüksek kalite standartlarına doğru yönlendirilmesi; hammaddelerin özenle seçimi ve işlenmesi; üretim sürecindeki sürekli iyileştirmeler; iyi eğitim görmüş çikolata uzmanlarının ödün vermeden tutku ile çalışmaları olduğu ifade edilir. 

CHOCOSUISSE’in üyelerine sağladığı hizmetler, genel başlıklar halinde aşağıdaki gibidir.

  • İsviçre çikolata endüstrisini; yetkili kurumlar, şemsiye organizasyonlar, sendikalar ve diğer paydaşlar karşısında yurtiçinde ve yurtdışında temsil etmek.
  • Sektördeki kurumsal çapta, halka ilişkiler çalışması yapmak.
  • İş hukuku, işyeri güvenliği, etiketleme ve diğer gıda mevzuatı, gıda güvenliği, mesleki eğitim, sürdürülebilirlik, beslenme vb konularda çalışmalar yapmak.
  • Teknik kılavuzları hazırlamak.
  • Sektördeki ve pazardaki gelişmeler hakkında istatistiksel verileri derlemek.
  • İsviçre çikolata endüstrisinin toplu iş sözleşmesinin uygulanmasını sağlamak.
  • Şirketlerarası deneyim alışverişi için ağ oluşturmak.
  • İsviçre çikolata endüstrisinin ihtiyaçlarını ve yüksek kalite standartlarını karşılayacak nitelikteki kakao üretiminin sağlanabilmesi için uluslararası kuruluşlarla işbirliği yapmak.

CHOCOSUISSE, 30 uncu sınıfta gerçekleşen marka tescillerini dünya genelinde sistematik olarak kontrol ederek, gerekirse ilgili sınai mülkiyet ofisi nezdinde itirazda bulunuyor.

Uluslararası basın, internet aramaları, üye şirketlerden gelen bildirimler, İsviçre Çikolatası Komisyonunun ulusal temsilcilerinden elde edilen bilgiler ile tüketici yorumları, İsviçre çikolatasının adının kötüye kullanımına karşı harekete geçmek için CHOCOSUISSE’e ışık tutuyor.

Yukarıda kısaca özetlediğimiz CHOCOSUISSE örneğinde olduğu gibi sektörel başarı; üreticilerin kendi kaderlerini tayin etmek üzere biraraya gelip sıkı bir bağ oluşturması ve köklü kalite kurallarından taviz vermeden mücadele etmesiyle elde edilebiliyor.

Güçlü ve pozitif bir itibar veya “ulus markası” (nation brand) sahibi olmaksızın bir ülkenin, diğer ülkelerin tüketicilerinin, turistlerinin ve yatırımcılarının ilgi odağında sürekli olarak bulunması pek olası değil[12].   

Bünyesinde, ürünlerin katma değerini artıran coğrafi işaret mefhumunu da barındıran “menşe ülke (country of origin)” etkisi; bir ülkenin ürün ihraç edebilirliğinin çok daha ötesine geçiyor ve o ülkenin insanları, spor ve kültürel girişimleri, diğer ülkelerle siyasi ve diplomatik ilişkileri, turizm ve tarihi miras cazibe merkezleri, yatırım teklifleri, medya ve diğer fikri ve yaratıcı ürünlerinin algılanabilirliğinde önemli fark yaratıyor. Bu noktada turizm, ülke imajının pazarlamaya etkisini en çok hissettiren güç olarak karşımıza çıkıyor. Ülkenin tarihi, kültürü ve coğrafyası da turizm ile birlikte anılması gereken değerlerden.

Bahsettiğimiz bu değerlerden bir kısmı, İsviçre’nin “çikolata treni” konseptinde buluşuyor. Montrö-Broc arasında tarihi iç dekorasyonuyla çıkılan keyifli yolculukta; önce bir ortaçağ kasabasında yer alan ve İsviçre’nin coğrafi işaretli peynirlerinden olan Gruyère’in üretiminin yapıldığı “La Maison du Gruyère” (Gruyère evi), sonra da İsviçre çikolatalarının en eski markalarından olan “Maison Cailler” (Cailler’in evi) ziyaret ediliyor. Özellikle yabancı turistler için avantajlı ücret seçenekleri sunan çikolata treni serüveninin, yoğun ilgi ve beğeni gördüğünü söylemeden geçmeyelim.

cid:6acc73a2-690d-4f17-b06b-295afa8b37b2@turkpatent.gov.tr

 İsviçre’nin Matterhorn Dağından da bahsedilen turizm sitesinde[13]; “dünyaca meşhur Toblerone” çikolatasının “İsviçre çikolatası” olduğu, markanın tasarımında Matterhorn Dağının kullanılmasının ve Bern şehrinin simgesi olan ayının da Matterhorn Dağıyla hoş bir kombinasyon oluşturmasının, “ürünün ve markanın İsviçre’ye aidiyetinin göstergesi” olduğu yönünde açıklamalar mevcut. Bu durum; bir yandan markanın kimlik kazanmasındaki menşe ülke etkisinin önemini gösterirken, diğer taraftan da marka tanınır hale geldikten sonra itibarının, menşe ülke tanıtımında kullanılabileceğinin bir kanıtı olsa gerek.    

İsviçre’de doğmuş ve sektöründe önemli başarılar kazanmış Toblerone markasının, uzun bir süredir Amerika merkezli çok uluslu Mondelēz International şirketine ait olduğuna değinmiştik. Marka sahibinin artık İsviçreli olmamasının, “markanın kaynak gösterme” fonksiyonu dikkate alındığında ve menşe ülke etkisi uyarınca, tüketicileri olumsuz yönde etkilemesi beklenebilir. Ancak kaynaklarımızdan Nation-Branding[14]’e göre menşe ülke etkisi, markanın doğumu ve gelişimi süresince önemli; yani markanın kimliği şekillenip tüketici algısı oluştuktan sonra çok fazla etkisi kalmıyor. En azından sahibi milliyet değiştiren markalardan edinilen göstergelerin bunu söylediği ifade ediliyor.


II. Bölümün sonu


Gonca ILICALI

Haziran 2020

gilicali12@gmail.com


[1] https://www.statista.com/statistics/252097/net-sales-of-the-leading-10-confectionery-companies-worldwide/

[2] https://design-technology.org/toblerone.htm

[3] https://patents.google.com/patent/DE202013104051U1/en

[4] https://trademarks.ipo.gov.uk/ipo-tmcase/page/Results/2/WO0000000727788?legacySearch=False

[5] https://www.businessinsider.com/9-things-you-never-knew-about-toblerone-2016-11

[6] https://www.worldipreview.com/news/toblerone-may-need-new-ip-strategy-after-weight-loss-12532

[7] https://www.admin.ch/opc/fr/classified-compilation/19920213/201904010000/232.11.pdf

[8] https://www.origin-gi.com/i-gi-origin-worldwide-gi-compilation-uk.html?filter_17=CH&cc=p&start=160

[9] https://www.chocosuisse.ch/en/

[10] https://www.chocosuisse.ch/en/about-us-2/member-list/

[11] https://twitter.com/wipo/status/486276504415121408

[12] https://www.wipo.int/wipo_magazine/en/2005/04/article_0001.html

[13] https://zermatterhorn.info/matterhorn-swiss-toblerone-chocolate-mountain/

[14] https://nation-branding.info/2008/12/06/country-of-origin-effect/

MİSTİK ÇİKOLATA DÜNYASI

BÖLÜM I

Binbir çeşidiyle yediden yetmişe hemen herkesin zevkine hitap eden mutluluk kaynağıdır çikolata. Bu yazımızda; tarihçesinden ticaretine ve sınai mülkiyet alanına temas noktalarıyla, çikolata dünyası seyir defterine düşülen notlar var. Kaptan not tutmayı seviyor, dolayısıyla yazımızı, iki bölüm halinde yayımlıyoruz.      

Çikolatanın tarihi, Orta-Güney Amerika’daki eski Maya ve Aztek medeniyetlerine kadar uzanıyor. MS 600’lü yıllarda tropik Yukatan Yarımadasında yaşayan Maya halkı, yağmur ormanlarında yetişen ve “Tanrıların yemeği”[1] anlamına gelen “Theobroma cacao” ağaçlarının çekirdeklerini toplayıp, kendi kakao ağaçlarını yetiştirmek üzere orman alanlarını temizleyerek bilinen ilk kakao tarlalarını oluşturur.

Kakao çekirdeği esasen, kavrulduktan sonra su ve biraz baharat karışımıyla yapılan “chocolatl” adı verilen içecek olarak kullanılır. Ancak para birimi olarak da değer bulur. Örneğin bir kâşif, dört kakao çekirdeği ile 1 balkabağı veya 10 tavşan alabilir.

Kakao çekirdeği değerli olduğu için, çocukların ilk doğum günlerinde ve dini törenlerde hediye olarak verilir. Tüccarlar genellikle kumaş, yeşim taşı, tören tüyleri vb malların ticaretini, kakao çekirdeği karşılığında yapar.

Ülkeler arası ticaret sırasında Aztekler, Maya halkında kakao çekirdeğini görürler. Chocolatl içeceğinin Aztek versiyonu; ince öğütülen kakao çekirdeğinin acı biber ve aromatik çiçekler-vanilya-yabani arı balı ile tatlandırılmasıyla hazırlanır, yumuşak içimli ve köpüklüdür.

Kakao çekirdeğini Avrupa’ya ilk getirenin, 1502 ile 1504 yılları arasında “Yeni Dünya”ya yaptığı dördüncü ziyaretinden dönen Christopher Columbus olduğu ancak ticari değerini ilk fark edenin, Colombus’un kâşif arkadaşı olan İspanyol Conquistador Don Hernán Cortés olduğu söylenir.

Don Cortés İspanyollar’a 1528 yılında kakao çekirdeğini tanıştırınca, farmasötik yetenekleri ile bilinen manastır keşişleri, İspanyol zevklerine uygun hale getirmek üzere kollarını sıvarlar. Tarçın, muskat ve şeker ilave edilir; acı biber çıkarılır ve farkına varılır ki, sıcak servis edildiğinde bu içeceğin tadı daha güzeldir. Zengin İspanyolar’ın gözdesi haline gelen çikolata içeceğinin reçetesi, kakao çekirdeğini tedarik etmede güçlük yaşanmaya başlayınca, iyi korunan bir sır haline gelir.

İngiliz ve Hollandalı denizciler, Yeni Dünya’dan dönen İspanyollar’ın gemilerinde buldukları kakao çekirdeklerini tanımazlar ve koyun pisliği olduğunu zannedip denize dökerler.

Orta Amerika ziyareti sırasında kakao çekirdeklerinden hazırlanan bu içeceği öğrenen İtalyan gezgin Francesco Carletti’nin sayesinde,1606 yılında İtalya’da çikolata iyice tanınır.  

İspanyol 2. Phillip’in kızı Anne, Fransa Kralı XIII. Louis ile evlenince, çikolatanın sırrı da 1615’te Fransa’ya taşınmış olur. Fransız yetkili makamları, bu yeni egzotik içeceği büyük bir şevkle kabul eder; besleyici bir besin olmasının yanı sıra tıbbi faydaları olduğu da düşünürler.

Bundan sonra kakao içme geleneği, adım adım Avrupa’ya yayılır; Hollanda, Almanya ve derken 1650’lerde İngiltere’ye ulaşır.

Taa uzaklardan gelen ve pahalı olduğundan herkesin erişemediği bu yeni lüks içeceğin tadını çıkarmak isteyen Londralı seçkinlerin yeni uğrak yerleri “London Chocolate Houses”, yani “Londra Çikolata Evleri” olur. 1700’lü yılların başında İngilizler, çikolataya süt ekleyerek içeceği biraz daha geliştirirler.

Artan kakao talebi, Batı Hint Adaları, Asya ve Afrika’da kakao ağacı ekimi artırır; bu artış da kakao çekirdeği fiyatını tedrici olarak düşürür. Bu gelişmeye rağmen 1853 yılına kadar ithalat vergilerinde kayda değer bir azalmanın olmaması, çikolatanın düşük gelirli insanlarla tanışmasını, Sanayi Devrimi’nin nakliyeyi kolaylaştırarak fiyatların düşmesini sağlamasına değin öteler.

Çikolataya ilginin artması, üretimin de artmasını gerektirir. Bu ihtiyacı karşılamak üzere kollarını ilk sıvayanlar, kakaonun “sözde” tıbbi özelliğiyle ilgilenen eczacılar (kimyagerler) olur. Zira onların bileşenleri ısıtma, ölçme ve harmanlama ekipmanlarının yanısıra yetenekleri de vardır. İlerleyen zamanda iyi bilinen çikolata üreticilerine dönüşmek üzere Bristol’de FRY ve York’ta Terry’nin eczaneleri açılır. Yarışa daha sonra, Birmingham’daki dükkânında çay ve kahve ile uğraşan John Cadbury ile York’taki aile şirketinden ayrılan Rowntree de katılır. Burada ufak bir hatırlatma yapalım. Rowntree[2], farklı yıllarda tüketicileriyle tanışan Kit Kat, Smarties ve After Eight çikolatalarının yaratıcısıdır.  

Çikolatanın dünya üzerindeki hâkimiyeti hakkında genel bir fikir sahibi olmak üzere,  bazı sayısal verilere bakalım.

Avrupa Birliği (AB) 2017 yılında[3], 18,3 milyar Avro değerinde yaklaşık 4 milyon ton çikolata üretmiş. AB’nin toplam çikolata üretiminin % 32’lik payına denk gelen 1,3 milyon ton ile Almanya, AB’nin en çok çikolata üreten ülkesi. Almanya’yı 0,7 milyon ton (% 18) ile İtalya ve her ikisi de 0,4 milyon tonluk (% 9) üretimle Fransa ve Hollanda izlemiş.

AB’nin gıda, tarım, şarap ve distile alkollü içecekleri kapsayan coğrafi işaret ile geleneksel ürün adı veritabanı olan eAmbrosia üzerinden yaptığımız araştırmada, “çikolata ve türevi ürünler” kategorisinde sadece bir tane tescile/başvuruya rastladık; İtalya’dan “Cioccolato di Modica”[4]. Sicilya’da bulunan Modica’dan kaynaklanan bu coğrafi işaret, mahreç işareti olarak korunuyor ve ürünün Modica ile bağı kısaca; “yerel üretim teknikleri sayesinde kazanılan ayırt edici özelliklere ve bu özelliklerin, Modica ile ün kazanmış olmasına” dayanıyor.

Aslına bakarsanız AB’de çikolata için çok daha fazla coğrafi işaret ya da geleneksel ürün adı tescili olabileceğini düşünüyorduk. Ancak çikolata sektöründe artisanal üretimler çok fazla; üreticiler sürekli yeni konsept ve tasarımlarla “yeni içerikler” üretmeye meyilli, değişken tüketici talebi de buna zorluyor.  Hal böyle olunca, oldukça spesifik koruma koşulları, yani bir anlamda “sınırlamaları” bulunan coğrafi işaret ve geleneksel ürün adı için az sayıda tescilin bulunması da gayet makul görünüyor.     

Hollanda Dışişleri Bakanlığınca desteklenen CBI[5] (Centre for the Promotion of Imports) verilerine göre Avrupa, çikolata ürünlerinin satışındaki % 49’luk küresel pazar payının sahibi. 2017 verilerine göre bu pay, yaklaşık 44 milyar Avro değerinde. Avrupa’yı % 21 oranla Kuzey Amerika izliyor. Avrupa aynı zamanda küresel çikolata ihracatının % 70’inden fazlasını yapıyor, Almanya ise % 18’ini.

Çoğunluğu Batı Avrupa’ya ait olmak üzere, Avrupa çikolata pazarının 2018-2022 dönemindeki artışının yıllık ortalama % 3 olması bekleniyor. Dikkat çekici bir bilgi, “bitter çikolata” üzerine. Dünya genelinde artan bitter çikolata pazarının % 45’i Avrupa’nın. Bu veriler tüketicilerin, çikolatadan vazgeçemediklerini ancak daha sağlıklı çikolata alternatiflerine meylettiklerini gösteriyor olmalı. Malum, çikolatadaki şeker miktarı azaldıkça rengi koyulaşıyor ve tadı acılaşıyor. Tüketilen şeker miktarının azalması ise, daha sağlıklı beslenme modellerinin olmazsa olmazı.  

Çikolata tüketiminin küresel yüzdesi kişi başına[6] 0,9 kg ve Avrupa ülkeleri bu konuda hissedilir düzeyde üst sıralarda. Hiç düşündünüz mü, Dünya’nın en çok çikolata seven ülkesi hangisi? Kaynaklarımızdan Statista[7]’nın 2017 verilerine göre, kişi başına düşen 8,8 kg’lik tüketim miktarıyla lider İsviçre! Onu, 8,1 kg ile Avusturya ve 7,9 kg ile Almanya izliyor.

Avrupa, sertifikalı kakao ve çikolata pazarında da önde giden coğrafya. Dünya Kakao Vakfı (World Cocoa Foundation)[8], küresel olarak ticareti yapılan kakaonun yaklaşık %22’sinin sertifikalı olduğu ancak sertifikalı olan her kakaonun da sertifikalı olarak satılmadığı görüşünde. İhracatçılar için; piyasa talebine ve alıcı gereksinimlerine göre kakaoyu belgelendirmek, sertifikanın ekonomik olarak uygulanabilir olduğundan ve alıcılarla uzun vadeli ilişkiler sağladığından emin olmak önemli.

Ülkeden ülkeye değişse de, bilhassa Batı Avrupa’da rağbet gören sertifikalar[9], aşağıdaki gibi.

  • UTZ-Rainforest Alliance: Avrupa’da büyük bir pazarı kapsayan tek bir örgüt altında bulunan bu iki sertifika sistemi, lisanslı tedarik zinciri aktörlerinin yaklaşık % 82’sini içeriyor. UTZ sertifikalı operatörlerin çoğunluğu sırasıyla Hollanda, Almanya, Belçika, İtalya ve İsviçre’de yerleşik olup 2017 yılında nihai tüketiciye ulaşan bu tür ürünlerin sayısı 13 binden fazla. Rainforest Alliance sertifikası ise Birleşik Krallık, Belçika ve Fransa’da yoğunluğa sahip.
  • Fairtrade: Birleşik Krallık’taki en önemli kakao sertifikası olup Hollanda, İrlanda ve İsviçre’de de bulunuyor ve daha da büyümesi bekleniyor.
  • Organic: Küresel organik ürün tüketiminin % 36’sı Avrupa’ya ait. Organik sertifikasyonlu kakaonun popülerliği, belirli ülkelerde, Avrupa’daki genel organik ürünler pazarını izliyor. Organik gıdalar için en büyük ulusal pazarlar; Avrupa pazarının % 28’iyle Almanya, % 20’siyle Fransa ve % 8’iyle İtalya. Özellikle organik çikolatada, Fransa önemli bir rol oynuyor. Belçika, Fransa, Almanya, İtalya, İsviçre ve İngiltere gibi ülkelerde, “özel çikolatalar” için artan bir talep var ve bu talep, sadece yüksek gelir düzeyiyle değil, aynı zamanda tüketici bilinciyle de ilgili.  

I. Bölümün sonu


Gonca Ilıcalı

Haziran 2020

gilicali12@gmail.com


[1] https://www.cadbury.com.au/About-Chocolate/What-is-Chocolate.aspx

[2] https://en.wikipedia.org/wiki/Rowntree%27s

[3] https://ec.europa.eu/eurostat/web/products-eurostat-news/-/EDN-20190417-1?sfns=mo

[4] https://eur-lex.europa.eu/legal-content/EN/TXT/PDF/?uri=CELEX:52018XC0507(04)&from=EN

[5] https://www.cbi.eu/market-information/cocoa/trade-statistics/

[6] https://www.cbi.eu/market-information/cocoa/trade-statistics/

[7] https://www.statista.com/chart/3668/the-worlds-biggest-chocolate-consumers/

[8] https://www.cbi.eu/market-information/cocoa/trade-statistics/

[9] https://www.cbi.eu/market-information/cocoa/trade-statistics/

BUGÜN EKECEĞİMİZ TOHUMLAR, YARIN YEŞERECEK…

(Bali’de bir çeltik tarlası)

Dünya Fikri Mülkiyet Teşkilatı WIPO, “Dünya bizim evimiz, onu korumalıyız. Bugünkü seçimlerimiz, yarınımızı şekillendirecek.” diyerek, 2020 yılı Dünya Fikri Mülkiyet Günü için “Yeşil Bir Gelecek İçin İnovasyon” temasını geçen yıl belirlemiş ve yaratıcılığın gerçek anlamını, Einstein’ın “Aynı şeyleri defalarca yaparak, farklı sonuçlar vermesini bekleyemeyiz.” sözüyle vurgulamıştı.

Ve bugün 26 Nisan! Fikri mülkiyetin çekim alanında bulunan herkesin Dünya Fikri Mülkiyet Gününü canıgönülden kutluyorum.

Bu temanın, günümüz ile ilginç bir bağ kurduğu düşüncesinden kendimi alamıyorum. Birbiri ardına yaşanan birçok olumsuzluk, tarihin sayfalarında 2020 yılını ayrı bir yerde konumlandıracak. Hayatımızın, istisnasız her alanını yeniden düzenleyen Covid-19 Pandemisinin etkileri, sadece bu “süresi belirsiz” dönemle sınırlı kalmayacak. Bu zorlu süreçte gecesini gündüzüne katarak çalışan kahramanlar, inovasyon çarklarını bu sefer, pandeminin mevcut ve potansiyel etkileri üzerinden döndürmeye çoktan başladı ve bu devinim devam edecek.

Bu yazıyla, “Yeşil Bir Gelecek İçin İnovasyon” temasıyla özdeşleştiğini düşündüğüm birkaç örnek çalışmaya değinmek istiyorum.

Örneklerimizden ilkini; 2019 yılı sonlarında yayımlanan ve “Sürdürülebilir Sağlıklı Diyetler”in dayanması gereken temel prensipleri belirleyen, Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (Food and Agriculture Organization-FAO) ile Dünya Sağlık Örgütünün (World Health Organization-WHO) ortak çalışması oluşturuyor.

Bu önemli çalışmada, “Sürdürülebilir Sağlıklı Diyetler” kavramı; insan sağlığını ve refahını düşünen, çevreyi ve doğal kaynakları koruyan, cinsiyet ayrımı barındırmayan, yerelliğe önem veren, erişilebilir ve sürdürülebilir beslenme modellerini tanımlamak üzere kullanılmıştır.

Çalışmanın temeli; yetersiz beslenmenin ve çevre ile doğal kaynakların hızla bozulmasının, günümüzde verdiğimiz en büyük mücadelelerden iki tanesi olduğu gerçeğine dayanıyor.

Bir yandan düzensiz ve dengesiz beslenmenin sebep olduğu obezite, diğer yandan da besleyici ve yeterli miktarda gıdaya düzenli erişim imkânsızlığı, bireylerin sağlıklarını tehdit ediyor. Beslenmeye bağlı sağlık sorunları ise, bugün tüm dünya için yüksek maliyetli sosyoekonomik bir sorun.

Gıdaların üretim ve tüketim şekillerinin de, çevre ve doğal kaynakların üzerine etkisi var. Örneğin gıda üretimi, % 48-70 oranında toprak ve temiz su kullanımı anlamına geliyor.

Sosyal, demografik ve ekonomik faktörler, insanların yaşam tarzlarının ve beslenme şekillerinin değişimine neden oluyor. Dolayısıyla gıdaların üretiminde de, belirli baskıları beraberinde getiriyor.

FAO ve Dünya Sağlık Örgütü, yukarıda kısaca özetlenen tespitler hakkında kapsamlı çalışmalar yürüterek, “Sürdürülebilir Sağlıklı Diyetler” oluştururken dikkat edilmesi gereken temel prensipleri belirlemiş. Bu konunun aynı zamanda devletlerin, uluslararası kuruluşların, sivil toplum kuruluşlarının, özel sektörün ve akademinin öncelikli gündem maddelerinden olduğu da ifade edilmekte.

 Sürdürülebilir sağlıklı diyetler, mevcut ve gelecek nesillerin bireysel bazda fiziksel, ruhsal ve sosyal gelişimlerini sağlamak üzere: çevreye etkisi asgari düzeyde olan; erişilebilir, satın alınabilir, güvenli ve adil; kültürel olarak kabul edilebilir bir çerçeve çizmekte. Bu konudaki temel prensipler, 16 adımdan oluşuyor.

Sağlık açısından dikkat edilmesi gereken hususlar:

  • Sağlıklı beslenmenin ilk adımı, bebeklerin ilk 6 ay anne sütüyle beslenmesiyle başlıyor. 2 yaşına kadar devam edilmesi önerilen anne sütüne, uygun nitelikteki tamamlayıcı besinler eşlik ediyor.
  • Çok çeşitli ve besin grupları arasında dengelenmiş, işlenmemiş ya da çok az işlenmiş gıdaya dayanmalı; yüksek oranda işlenmiş yiyecek ve içeceklerden uzak durulmalı. Çalışma, burada önemli bir açıklama içeriyor. Gıdaların işlenmesi, bazı durumlarda gıdaları daha güvenli hale getirir; yüksek kaliteli diyetler için faydalı olabilir. Ancak bazı tür gıda işleme prosesleri, yüksek oranda tuz, şeker ve doymuş yağ ilavesi gerektirebilir. Bu tür ürünlerin fazla miktarda tüketimi ise, sağlık için olumsuz etkiler yaratabilir.
  • Tam tahıl, baklagiller, kabuklu yemiş, bol ve çeşitli meyve ve sebze içerikli olmalı. Burada önemli bir dipnot olarak; patates, tatlı patates, manyok (cassava) ve diğer nişastalı kök bitkilerin meyve veya sebze olarak sınıflandırılmadığı belirtilmekte.
  • Makul miktarda yumurta, mandıra ürünü, kümes hayvanlarının eti, balık ve az miktarda kırmızı et tüketilmeli.
  • Sıvı tüketiminde tercih, temiz ve güvenilir içme suyu olmalı.
  • Yaşam döngüsü içinde aktif ve sağlıklı olmak için gerekli olan enerjiyi sağlayacak miktarda besin tüketilmeli ancak ihtiyaçtan fazlasından kaçınılmalı. Dünya Sağlık Örgütünün diyete bağlı olan ancak bulaşıcı olmayan hastalıklara ilişkin riskleri azaltan rehberine uygun olmalı. Bu husustaki ayrıntılı bilgilere, https://www.who.int/nutrition/publications/nutrientrequirements/healthydiet_factsheet/en/ adresinden ulaşılabilir.
  • Mümkünse patojen, toksin ve gıda kaynaklı hastalıklara yol açan unsur içermemeli, mümkün değilse asgari düzeyde tutulmalı.

            Çevresel etki açısından dikkat edilmesi gereken hususlar:

  • Sera gazı emisyonları, su ve arazi kullanımı, azot ve fosfor uygulaması ile kimyasal kirlilik, bu konularda belirlenen hedefleri aşmamalı.        
  • Ekinleri, hayvanları, orman kaynaklı gıdaları ve suda yaşayan genetik kaynaklar da dâhil biyolojik çeşitliliği korumalı ve aşırı avlanmadan kaçınılmalı.
  • Antibiyotik ve hormon kullanımı asgari düzeyde tutulmalı.
  • Gıdaların ambalajlanmasında plastik ve türevlerinin kullanımı minimize edilmeli.
  • Gıda kayıpları ve gıda israfı azaltılmalı.

            Sosyokültürel açıdan dikkat edilmesi gereken hususlar:

  • Yerel kültür ve mutfak uygulamaları ile gıdanın kaynak, üretim ve tüketim değerlerine dayanmalı. 
  • Erişilebilir ve cazip olmalı.
  • Cinsiyete dayalı olumsuzluk barındırmamalı.

“Yeşil Bir Gelecek İçin İnovasyon” temasıyla ilişkilendirdiğim ikinci örnek, Avrupa Birliği’nden. Avrupa Kırsal Kalkınma Ağı (The European Network for Rural Development-ENRD); kırsal kalkınma politikasının, programlarının, projelerinin ve diğer girişimlerin uygulamada nasıl çalıştığı görmek ve daha fazlasını elde etmek için nasıl geliştirilebilecekleri hakkında bilgi alışverişi için kurulmuş bir merkez. Bu faaliyetler, ENRD Temas Noktası ve Kırsal Kalkınma İçin Avrupa Değerlendirme Yardım Masası olmak üzere iki destek ünite üzerinden yürütülmekte.

ENRD’nin “Akıllı ve Rekabetçi Kırsal Alanlar”a ilişkin çalışmasında, 2017-2020 yılları arasında görevlendirilmiş bir grup, “akıllı köyler (smart villages)” teması üzerinde çalışıyor.

      “Akıllı köyler” kavramı; kırsal alanlardaki ekonomik performansın ve yaşam kalitesinin, potansiyel olarak dijital ve diğer teknolojiler vasıtasıyla geliştirilmesiyle ilgili. Akıllı köy sakinlerine, genellikle sadece kent sakinleri tarafından erişilebilen bilgi, pazar, sosyal ve kültürel hizmetler, teknolojiler ve altyapıya erişim imkânı kazandırılıyor.

Kırsal bölgelerde yaşanan sorunlar birbirinden farklı, bu bölgelerin sahip oldukları imkânlar da öyle. Hal böyle olunca, herkese uyan tek bir çözümün önerilmesi mümkün değil. Bu sebeple akıllı köy modelleri, yeni ve/veya mevcut bölgesel stratejilerle desteklenen, ilgili bölgenin ve stratejinin liderlik ettiği bir dizi politikanın koordine edilmesiyle oluşuyor; AB fonlarıyla desteklenerek, binlerce yerel topluluğun refah seviyesini yükseltiyor.

Köylerde verilen mücadelelerin bir kısmı, “Birlikten kuvvet doğar.” atasözünü hatırlatıyor. Karşılaşılan sorunlar, sahip olunan tüm araçlar seferber edilip, komşu köylerdeki imkânlarla birleştirilerek kurulan ortaklıklarla çözüme kavuşuyor. Oluşan küçük köy grupları, mini bir kent kimliğine bürünebiliyor.

Kendi koşullarına uygun modeli bulabilmek için, mevcut durumun tam olarak ortaya konulabilmesi gerekli. İşte Finlandiya’dan güzel bir örnek.

Finlandiya hükümeti 2016 yılında, kırsal bölgelerde karşılaşılan sorunlar ile dijital innovasyonla sunulan fırsatlar konularını biraraya getiren “akıllı kırsal bölge (smart countryside)” çalışması yaptırır. Bu çalışmayla elde edilen veriler, Finlandiya’nın kırsal bölgeleriyle ilgili çarpıcı gerçekleri ortaya koyar.

Çalışmaya göre, Finlandiya nüfusunun üçte biri (1,6 milyon kişi), kırsal alanlarda yaşamakta. Ancak kırsal alanların nüfus yoğunluğu ve demografik dağılımı, bölgenin özelliğine göre değişiyor.

Kentlere yakın kırsal alanların nüfus yoğunluğu fazlayken, kentlerden ve merkezlerden uzak alanlarda nüfus seyrekleşiyor ve dahası gittikçe yaşlanıyor. Köylerdeki dükkânların sayısı 2012-2015 yılları arasında % 20’lik bir düşüş gösterirken, yıllık olarak kapanan köy okulu sayısı yaklaşık 60. Kırsal alanlardaki postanelerin sayısı ise, 1990 yılından itibaren mütemadiyen azalmakta.

Kırsal alanlarda nüfusun % 77’sinin evinde internet var. Bu oran, kent sakinlerinde %80, başkent civarlarında yaşayanlarda ise % 88. Kırsal alanların internet bağlantısı sıklıkla geniş bant (broadband) kapsamıyla kablosuz olarak sağlanıyor. Kırsal alan sakinlerinin % 81’i internet kullanırken, bunların üçte ikisi iletişim, alışveriş ve haber takibi amacıyla günde birçok kez internetten faydalanıyor. Çoğu internet kullanıcısı 55 yaşın altında ama 75 yaşın üzerinde az da olsa kullanım var.

Finlandiya hükümeti; kırsal alanda yaşayan nüfus için fırsat eşitliği yaratan, kamu sektöründe maliyeti düşüren, yeni iş olanakları sunan ve yerel mücadeleye inovatif çözümler sunan dijitalleşmiş hizmetlerin hayati önem taşıdığına inanıyor. Bu sebepledir ki 2013 yılında devlet destekli stratejik araştırma yatırımları, multidisipliner büyük toplumsal mücadeleler için adanmış. İlaveten, bilgiye dayalı politikaların promosyonu için, hükümet kararlarına yön veren araştırmalar, doğrudan başbakanlık çalışma ofisince merkezileştirilmiş.    

Bu çalışma, şöyle bir modele ışık tutmuş. İnsan sayısından daha fazla ren geyiği yaşayan kuzey Finlandiya’daki Lapland’den, başkent Helsinki’ye yolculuk 16 saat sürüyor. Bu zorluklarla mücadele için yöre halkı, yenilenebilir enerjiye dayalı birçok proje geliştirmiş. Bunlardan bazıları; uzaktan eğitim, sosyal hizmetler, kültürel aktiviteler ve geniş bant teknolojisi kullanan hizmetler. Geliştirilen mobil klinik ve yüksek hızlı internet bağlantıları, tıbbi hizmetlerin o zorlu bölgelere ulaştırılmasını sağlamış.

AB’nin, “Varlıklarınızdan en iyi şekilde yararlanmak için beklemeyin!” (Don’t wait for the best use of your assets!) mottosuyla insanları motive eden akıllı köy modelleri; ulaşım, eğitim, gıda, tarım, sosyal hizmetler, enerji ve dijitalleşme gibi alanlarda son derece yaygın. Bunlardan birkaç tanesine, hızlıca bir bakalım.

Güney Almanya’da bilimsel araştırmalar; kırsal alanda yaşayan insanlara dijital çözümler üretmeye odaklanarak, e-ticaret ve e-yönetim için yerel hizmetler üretmeye başlamış. Bu da akıllı köylerin, aynı zamanda yeni fırsatlar yarattığının bir göstergesi.  

Akıllı köyler çevre dostu, her zaman düşük karbon ekonomisine sahip. Örneğin kuzeydoğu İspanya’da Katalanya’daki 11 önder grup, enerji geçişinin maliyetini hesaplayarak, daha fazla yenilenebilir enerji kullanmayı ve enerji sarfiyatını azaltmayı hedefleyen yazılımlar geliştirmeye gönül vermiş.

(Kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=ckB71hb0kx0&feature=youtu.be)

Üçüncü örneğimiz, FAO’nun EAF (Ecosystem Approach to Fisheries-Balıkçılıkta Ekosistem Yaklaşımı)-Nansen Programı. Deniz canlılarının sürdürülebilir kullanımını ve deniz çevresinin daha iyi korunmasını teşvik eden program, Norveç’in Bergen Deniz Araştırmaları Enstitüsü (Institute of Marine Research-IMR) ile yakın işbirliği içinde yürütülüp Norveç Kalkınma İşbirliği Ajansı (Norad) tarafından finanse ediliyor.

EAF-Nansen Programında üç ana mücadele veriliyor.

  • İklim değişkenliği ve değişimi, kirlilik gibi stres faktörlerinin deniz ekosistemleri üzerindeki etkileri ve bunların sosyal ve ekonomik sonuçları hakkında bilgi yetersizliği.
  • Aynı zamanda iklim ve kirlilikten de etkilenen su ürünlerinin sürdürülebilirliği için yetersiz sistem ve uygulamalar.
  • Cinsiyet eşitliğinin geliştirilmesi ve kadınların etkin katılımı da dâhil olmak üzere, EAF’ı uygulama kapasitesinin yetersizliği.

Son örneğimiz ise; AB Komisyonunun Ocak 2018’de kabul ettiği “Plastik Stratejisi” ki bu stratejinin, bu konuda dünyanın ilk kapsamlı stratejisi olduğu belirtiliyor. 

AB denizlerinin kirliliğinin  % 43’ünü tek kullanımlık plastik ürünler (kulak çubuğu, çatal-kaşık, balon ve balon çubukları, gıda kapları, içecek kapları, izmarit, poşet, cips-şekerleme ambalajları, ıslak mendil vb temizlik ürünleri) ve % 27’sini ise balıkçılık malzemeleri oluşturuyor. Deniz kirliliğinin toplam % 70’lik dilimini oluşturan bu ürünlerle mücadele, AB Komisyonunun öncelikleri arasındaki yerini çoktan almış.

AB vatandaşlarının % 87’si plastiğin çevresel etkileri, % 74’ü ise sağlıkları üzerindeki etkisi konusunda endişeliler.

AB’nin % 94’ü geri dönüşümün kolaylaştırılması ve plastik ambalajın azaltılması; % 90’ı yerel yönetimlerin plastik atıkların toplanmasını kolaylaştırması; % 89’u plastik ürünlerin tüketiminin azaltılması için etkin eğitimin gerekliliği ve % 61’i ise bu tür ürünlerin kullanımlarının ücretlendirilmesi konularında hemfikir.

Özetle AB, denizlerinin kirliliğinin % 70’lik kısmından sorumlu olan tek kullanımlık plastik ürünlerin “sürdürülebilir alternatifleri”nin geliştirilmesi için çaba gösteriyor, diğer bir deyişle “Yeşil Bir Gelecek İçin İnovasyon”u teşvik ediyor.

Gonca ILICALI

Nisan 2020

gilicali12@gmail.com



Kaynaklar:

Bilim Dünyasının Dünü, Bugünü Ve Yarınında Da Biz Varız!

IPR Gezgini’nde bugün, bizim için çok özel. Çünkü bugünkü yazımızda, 11 Şubat Bilimdeki Kadınlar ve Kız Çocukları Uluslararası Günü ile 8 Mart Dünya Kadınlar Günü birleşiyor ve kadın emeğinin, bilim dünyasında da var olduğunu bir kez daha hatırlatıyor.

8 Mart Dünya Kadınlar Günü, Birleşmiş Milletler tarafından 1977 yılında tanınmıştır. Ancak bizim alanımızla ilgili olan 11 Şubat Bilimdeki Kadınlar ve Kız Çocukları Uluslararası Günü kutlamaları henüz çok yeni, 2015 yılına dayanıyor.

11 Şubat fikri, kadınların bilim alanında tam ve eşit şartlarda yer almasını destekleyen kurumlarla sivil toplum kuruluşlarının katkıları ve Birleşmiş Milletler ile cinsiyet eşitliğine küresel öncelik veren UNESCO’nun çabalarıyla ortaya çıkmıştır.

Bilim, teknoloji ve inovasyon alanında cinsiyet eşitliği, sürdürülebilir kalkınma için önemli ve acil olup, kaliteyi ve sosyal uygunluğu destekler.

UNESCO kayıtlarına göre, kadın araştırmacıların küresel yüzdesi yaklaşık %28,8. Son yıllarda artış göstermesine rağmen, kadınların üst düzey pozisyonlardaki temsil oranı az ve bilim alanında bugüne kadar sadece 22 kadına Nobel Ödülü verilmiş durumda.

Aslında işin özünde; dünya nüfusunun yarısının yeteneğini boşa harcamadan, toplumsal cinsiyet kalıplarını kırarak genç kuşaklara, kendilerine ilham verecek kadın bilim insanı modellerini tanıtmak yatıyor. 

İşte tam bu nokta için yerinde bir örnek olduğunu düşündüğüm bir program olan Birleşmiş Milletler’in Tarım ve Gıda Örgütü FAO’nun EAF (Ecosystem Approachto Fisheries – Balıkçılıkta Ekosistem Yaklaşımı)-Nansen Programı ile karşılaştım kısa süre önce. Deniz canlılarının sürdürülebilir kullanımını ve deniz çevresinin daha iyi korunmasını teşvik eden program, Norveç’in Bergen Deniz Araştırmaları Enstitüsü (Institute of Marine Research-IMR) ile yakın işbirliği içinde yürütülüp Norveç Kalkınma İşbirliği Ajansı (Norad) tarafından finanse ediliyor.

EAF-Nansen Programında üç ana mücadele veriliyor.

  • İklim değişkenliği ve değişimi, kirlilik gibi stres faktörlerinin deniz ekosistemleri üzerindeki etkileri ve bunların sosyal ve ekonomik sonuçları hakkında bilgi yetersizliği.
  • Aynı zamanda iklim ve kirlilikten de etkilenen su ürünlerinin sürdürülebilirliği için yetersiz sistem ve uygulamalar.
  • Cinsiyet eşitliğinin geliştirilmesi ve kadınların etkin katılımı da dâhil olmak üzere, EAF’ı uygulama kapasitesinin yetersizliği.

* EAF-Nansen Programına can vermiş kadın bilim insanlarından biri, Rabat’taki V. Muhammed Üniversitesinde doktorasının ikinci yılında olan 24 yaşındaki Faslı Mouna Elqendouci. Bilimsel araştırmalarını, Kazablanka Ulusal Deniz Araştırmaları Enstitüsünde biyoloji ve ekoloji laboratuvarında yürütüyor. Mouna, AB Projesi Veri Toplama Çerçevesine, bölgedeki endüstriyel ve artisanal İspanyol balıkçılığını ve ilgili deniz türlerini izleyerek katılıyor. Mouna, deniz kaynaklarının yönetimi ve geliştirilmesi üzerine yüksek lisans yaptıktan sonra bu çalışmalar sayesinde deplankton biyolojisi ve ekolojisi, deniz kirliliği ve ekotoksikoloji, su ürünleri yetiştiriciliği ve parazitoloji hakkında sağlam bir biyoloji bilgisi edinmekten memnuniyet duyuyor.

Mouna, her zaman deniz biyolojisi okumak istemiş. Bilimde kariyer yapma kararı, erken yaşlarda gelişen bir tutku ile başlamış. Doğa ve deniz yaşamını sevmesi, Atlantik ve Akdeniz gibi iki deniz boyunca balıkçılık yapma imkânları sunan Fas gibi bir ülkede büyümesi, ülkesinin sürdürülebilir kalkınmasına katkıda bulunması için Mouna’yı motive etmiş.

Deniz bilimiyle uğraşan kişiler, uyumaya çok az süre ayırabiliyor. Bu da beynin biyolojik ritm ayarlama yapmasını güçleştiriyor. Ancak Mouna, bir bilim insanı için keşif duygusunun verdiği hazzın, tüm güçlükleri perdelediği görüşünde. Dahası, küçük bir çocukken babasının ona verdiği “İster kadın isterse erkek olsun, hayatta ne elde edeceğini belirleyen yol, her zaman sıkı çalışma ve azimdir.” öğüdü, Mouna’ya güç vermiş.

EAF-Nansen Programındaki çalışmalar sırasında çekilmiş aşağıdaki fotoğraf, ne uykusuzluğunun, ne de belki de tek kadın olarak bulunduğu çalışma koşullarının zorluğunun izlerini taşıyor. Benim görebildiğim sadece, emeği ile ülkesine verdiği hizmetten gurur duyan, başarılı, gencecik bir “kadın” bilim insanı.

Hikâyelerinin ilgi çekici olduğunu düşündüğüm birkaç bilim kadınına daha değinmek istiyorum.

* Mary Somerville, 1780 – 1872 yılları arasında yaşayan İskoç bir astronom. Çocukluk zamanında çok zayıf bir eğitim alır. 10 yaşındayken bir yıllığına gittiği yatılı okul dönüşü, kendini eğitmeye başlar, amcasından da Latince öğrenir. Evlendikten sonra matematik ve daha sonra da botanik ve jeoloji çalışmalarını sürdürür. 1826’da “Daha Fazla Kırılabilir Güneş Işınlarının Mıknatıslanma Gücü” isimli ilk bilimsel çalışması yayımlanır. Gökbilimi üzerine muhtelif çalışmalar yapar.  1836’da yayımlanan bir çalışmasında; Uranüs’ün konumunu hesaplamadaki zorlukların, henüz keşfedilmemiş bir gezegenin varlığına işaret edebileceğini yazar. Bu ipucu İngiliz astronom John Couch Adams’a, Neptün’ün keşfine yol açan hesaplamalara başlaması için ilham verir. 1835 yılında Londra’daki Kraliyet Astronomi Derneğine “ilk kadın üye” olarak kabulü ise “tarih yazar”.

Somerville, ölümünden sonra 19. yüzyılın “bilim kraliçesi” seçilir. 2017’den beri de İskoçya Kraliyet Bankasının 10 Sterlinlik banknotunda yer alıyor.

Somerville has been on the Royal Bank of Scotland's £10 ile ilgili görsel sonucu

* 1943 doğumlu Dame Jocelyn Bell Burnell, Kuzey İrlandalı bir astrofizikçi. Profesör Burnell, geçen yüzyılın en önemli buluşlarından sayılan ilk radyo pulsarlarına imzasını atar. Ancak 1974 yılı fizik dalı Nobel Ödülü, onunla birlikte çalışan iki erkek akademisyene verilirken, ne yazık ki Profesör Burnell göz ardı edilir.

Jocelyn Bell Burnell

* 1910-1994 yılları arasında yaşayan İngiliz kimyacı Dorothy Crowfoot Hodgkin, X-ışını teknolojisini kullanarak penisilin, insülin ve B12 vitamini yapılarını keşfeder. 1964 yılında kimya dalında kazandığı Nobel Ödülü Hodgkin’e, aynı zamanda Nobel’i kazanan ilk “kadın” İngiliz bilim insanı olma unvanını da verir. 

Hodgkin, nükleer silahların tehlikelerini değerlendirmek için 1950’lerde kurulan uluslararası bir kuruluş olan Pugwash Konferansının, 1976’dan 1988’e kadar başkanlığını yürütür.

Hodgkin, 1940’lı yıllarda Oxford’taki Somerville Kolejinde kimya öğrenimi gören Birleşik Krallık eski Başbakanı Margaret Thatcher’ın da hocası olur.

Dorothy Hodgkin

* Dorothy Crowfoot Hodgkin’in Margaret Thatcher’ın hocası olduğunu ve dahası Thatcher’ın kimya öğrenimi gördüğünü öğrenmek beni şaşırttı. Çünkü çocukluk dönemimden hatırladığım ilk yabancı kadın siyasetçi olan “Demir Lady”nin, aslında bir bilim insanı olabileceğini hiç düşünmemiştim… O, sadece bir siyasetçiydi benim için.

BBC kaynağından okuduğum bir haberin detayları,özetle şöyle.Dorothy Crowfoot Hodgkin’in Nobel Ödülünü kazanmasının 50. yıldönümünü anmak için, Margaret Thatcher ile olan arkadaşlığı üzerine Adam Ganz tarafından, “Aralarındaki Kimya” isimli bir oyun yazılır.

Thatcher, BBC’nin “50 yıl sonra bile Hodgkin, Nobel Ödülüne layık görülmüş tek İngiliz bilim kadını” olduğu haberini okur. Her ikisi de 20. yüzyılda etkili olan iki kadındır.

Hodgkin’nin, insan sağlığı bakımından önemli olan B12 vitamini, penisilin ve insülin yapılarını haritalandırmasının, Thatcher’ın siyasi hayatında yaptığı işlerden daha önemli bir rolünün bulunduğu söylenir.

Thatcher’ın, yani o zamanki adıyla Margaret Roberts’ın kimya okumak üzere 1943’te Oxford’a geldiğinde Hodgkin, Bertrand Russel ve Isaiah Berlin gibi diğer bilim insanı ve düşünürler ile birlikte, uluslararası üne sahiptir. Kaynaklarımız, Hodgkin’in penisilin modelinin, Thatcher’ın üniversite yıllarında geliştirilmiş olduğunu belirtiyor.

Dorothy Hodgkin's model of the Penicillin molecule

Margaret dördüncü yılını Dorothy’nin laboratuarında, Sovyetler Birliği’nde geliştirilen ve analiz için Dorothy’ye gönderilen Gramicidin S molekülünün bir kristali üzerinde çalışarak geçirir.

Margaret Thatcher working as a chemist

Margaret, Dorothy’nin bilim konusunda sahip olduğu bu özel yeteneğe hayrandır. Hatta Sovyetler Birliği’ne gerçekleştirdiği ilk resmi ziyaretinde, gittiği Kristalografi Enstitüsünün fotoğraflarını Dorothy’ye gönderir.

Yaşam tarzları ve siyasi görüşleri arasında farklılıklar bulunsa da, Dorothy ve Margaret arkadaşlıklarını sürdürürler. İki kadın bilim insanının arasındaki bu güçlü bağ, Sommmerville Kolejinde, “iki insanın farklılıklarına rağmen, birbirlerini nasıl saygıyla dinleyip ne demek istediklerini duydukları”, kıssadan hisse olarak anlatılıyormuş.   

Son olarak, BBC’deki Dorothy-Margaret haberinde kısaca değinilen bir noktaya daha yer vermek istiyorum.

İngiliz Margaret Thatcher ve Alman Angela Merkel’in her ikisi de, üniversitede bilim eğitimi almış ünlü kadın siyasetçiler. Ancak her iki ülkenin hiçbir erkek liderinin –henüz- bilim derecesinin olmayışı, haber kaynağımızca ilginç olarak değerlendiriliyor. Thatcher ve Merkel’in bilim okumaktan elde ettikleri kazancın ne olduğu sorgulanıyor.

Bilim insanları da tıpkı politikacılar gibi, hedeflerine giderken uzun süren başarısızlıklarla mücadele etmeye hazır olmalı. Başarı, belirli bir dereceye kadar şans ile de ilgili. Ancak bilimdeki gerçeğin, “cinsiyet ayrımı yapmama” üzerine kurulu olması gerektiğinin altı çiziliyor.

Gonca ILICALI

gilicali@gmail.com

Mart 2020


Kaynaklar:

https://www.britannica.com/biography/Mary-Somerville

https://www.bbc.com/news/uk-politics-28801302

https://www.bbc.com/news/uk-51399835

https://womeninscienceday.org/dream2reality.html

https://en.unesco.org/commemorations/womenandgirlinscienceday

http://www.fao.org/in-action/eaf-nansen/background/objectives/en/

http://www.fao.org/in-action/eaf-nansen/en/

http://www.fao.org/in-action/eaf-nansen/blog/women-scientists-aboard-the-nansen-meet-mouna-elqendouci/en/

CENEVRE METNİ ARTIK YÜRÜRLÜKTE!

Hatırlayacağınız üzere Cenevre Metni, 25.09.1966 tarihinde yürürlüğe Lizbon Anlaşmasını revize etmek üzere 2009-2014 yılları arasında yürütülen hararetli çalışmaların, 2015 Mayısında yapılan diplomatik konferansla ortaya çıkan meyvesi.

Lizbon Anlaşmasının üye sayısı, 2019 yılı ekim ayındaki en sonki katılımla birlikte toplam 30. Bu ülkeler: Arnavutluk, Cezayir,  Bosna Hersek, Bulgaristan, Burkina Faso, Kongo, Kosta Rika, Küba, Çek Cumhuriyeti, Kuzey Kore, Dominik Cumhuriyeti, Fransa, Gabon, Gürcistan, Haiti, Macaristan, İran, İsrail, İtalya, Meksika, Karadağ, Nikaragua, Peru, Portekiz, Moldova, Sırbistan, Slovakya, Kuzey Makedonya, Togo ve Tunus. 

Anlaşmaya taraf olunabilmesi için ülkelerden veya hükümetlerarası organizasyonlardan Cenevre Metnini imzalamış olanların onay (ratification), imzalamamış olanların ise katılım (accession) belgelerini ibraz etmeleri gerekiyor. Mevcut durumda Kamboçya 9 Mart 2018, Fildişi Sahili 28 Eylül 2018, Arnavutluk 26 Haziran 2019, Samoa 2 Ekim 2019, Kuzey Kore 8 Ekim 2019 ve Avrupa Birliği (AB) 26 Kasım 2019 tarihlerinde katılım belgelerini WIPO’ya sundular.

Ve AB’nin katılım belgesinin sunumundan tam üç ay sonraya denk gelen bugün itibarıyla, Cenevre Metni artık yürürlükte! Ancak Fildişi Sahili’nin katılımı, Anlaşmanın 28(3)(b) hükmüne tabi olarak gerçekleşecek. 

AB’nin Cenevre Metnine resmi katılımının ardından, AB üyesi ülkelerden özellikle Lizbon Anlaşmasına üye olanların kısa sürede katılım belgelerini WIPO’ya sunmaları beklenmekte. Cenevre Metninin yürürlüğe girmesi, coğrafi işaretlere uluslararası arenada koruma sağlamayı kolaylaştırmakla sınırlı kalmayacak elbette. Anlaşmayı uygulamakla görevli olacak kurumlardaki hazırlıklar, marka-coğrafi işaret mücadelelerindeki gelişmeler, ticari uygulamalara etkileri, bu yeni tescil sisteminin maliyetinin bulunması nedeniyle yeterince ilgi çekip çekmeyeceği, son yıllarda serbest ticaret anlaşmalarında coğrafi işaretlerin karşılıklı korunması konusunda artmış ilginin azalıp azalmayacağı vb hususlar, kapısı bugün açılmış olan bu yeni dönemin merakla takip edilecek konularının başında geliyor.

Gonca ILICALI

Şubat 2020

gilicali12@gmail.com

YENİLENMEK GEREK, AMA DİKKATLE…

Biz insanların doğasında var! Her yeni dönemi fırsat bilip hayatımıza güzellikler getirmesini diler, yenilenmek isteriz. Bu dönemlerde kendimizi yeni şeylerle ödüllendirmek ruhumuzu okşar. Alışverişe çıkar, yeni ürünleri ya da yenilenmiş ürünleri ararız. Ve rafları, “diğerlerinden önce, farklı şeylerle” doldurmak isteyen üreticileri, tatlı bir yaratıcılık telaşı alır.

Yaratıcılıkların yarıştığı örneklerden birini, Noel dönemi için hazırlanan “çirkin Noel kazakları” ile ilgili olarak Bültenimizin Aralık sayısında, sevgili Özlem Fütman yazmıştı, “İyi Kötü Çirkin” başlığıyla. Benim örneğim ise, o çıtır çıtır lezzetiyle yediden yetmişe herkesi çekim alanında bırakan Pringles.  

Pringles’ın 2018 yılı Noel dönemi için müşterilerine sürprizi, “Prosecco ve pembe tane karabiber (pink peppercorn)” çeşnili sürümü olur. Henüz bir yıl bile geçmeden bu yeni lezzetin 250 kutusu, İtalya’nın Veneto bölgesinde bir süpermarket zincirinde İtalyan yetkililerince ele geçirilir.     

Menşe adı olarak tescilli Prosecco coğrafi işaretinin kullanımı, İtalyan yetkililere göre yasadışıdır; çünkü Pringles, Prosecco Konsorsiyumundan izin almamıştır. Bunun üzerine İtalya Tarım Bakanı, “kimlik hırsızlığı” olarak nitelediği bu durum ile mücadele sözü verirken, Veneto bölgesinin başkanı ise sosyal medyadan yaptığı “Mükemmel ürünlerimizi, sahtecilik ve istismara karşı korumak zorundayız. Çünkü bu haksız kullanımlar, kalite ve bölge için dürüstçe çalışan üreticilere zarar veriyor.” açıklamasıyla, bu konularda artık tolerans göstermeyeceklerini söyler.   

Prosecco ile Pringles arasındaki ihtilaf, 2012 yılında Alman indirim market zinciri Aldi ile Fransız Champagne coğrafi işareti arasında yaşanan ve son noktası Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD) tarafından konulan ihtilafa benziyor. Bu dava hakkındaki tüm detaylar, sevgili Özlem Fütman’ın 3 Ocak 2018 tarihli “Champagner Sorbet İhtilafında ABAD Görüşü!” başlıklı yazısında mevcut.

Champagne vakasını kısaca anımsayalım. Dava, Aldi süpermarketinin “Champagner Sorbet”, yani “Champagne sorbesi” adında bir ürün satmasının, menşe adı tescilli Champagne’den doğan hakların ihlal edildiği iddiasına dayanıyor. Burada önemli olan nokta; sorbe üreticilerinin, Champagne’nin ününden haksız fayda elde edip etmediği. Bu iddianın geçerliliği değerlendirilirken de; tescilli bir coğrafi işaretin, bir başka ürünün üretiminde “bileşen” olarak kullanılması halinde, etiket üzerinde belirtilmesine ilişkin Avrupa Birliği (AB) yasal düzenlemelerinin göz önünde bulundurulması gerekiyor. ABAD bu kararında; sorbenin (nihai ürünün) esas karakteristik özelliğinin, içeriğinde bileşen olarak kullanılan Champagne’den (coğrafi işaretli üründen) alıp almadığının önemli olduğunu ve ancak sorbenin karakteristik özelliğinin kaynağı olması durumda, ürünün ticari adında Champagne’nin (coğrafi işaretin) kullanılabileceğini; ayrıca, coğrafi işaretin kullanılması halinde ise, bileşen yüzdesinin coğrafi işaretin hemen yanında veya bileşen listesinde muhakkak yer verilmesi gerektiğini belirtir. Coğrafi işaretli ürünün yüzdesinin ambalajda belirtilmesi, nihai ürünün esas karakteristik özelliğinin söz konusu coğrafi işaretten kaynaklanıp kaynaklanmadığının “teknik” düzeyde tespiti bakımından son derece önemli. İşte tam bu noktada, nihai ürünün karakteristik özelliğini etkileyeceğinden, coğrafi işaretli ürünle aynı türdeki başka bir ürünün nihai üründe kullanılmaması gerektiği de unutulmamalı. Yani Champagne Sorbet ürününde, Champagne coğrafi işareti ile aynı türde olan başka bir “köpüklü şarap” kullanılıp kullanılmadığı da incelemeye tabi.                      

Champagne – Champagner Sorbet ihtilafında, ürün etiketinde Champagne’nin kullanım yüzdesinin “%12 Champagne” olarak belirtilmiş olması, diğer hususların yanısıra,  ABAD kararının, “coğrafi işaret ihlali bulunmadığı” yönünde olmasını sağlar.

ABAD kararının dayandığı temeller, Pringles – Prosecco ihtilafına uygulandığında; Noel dönemi için üretilen Pringles’ların, Prosecco’nun esaslı tat karakteristiğini yansıtma konusunda bir sorunun bulunmadığını yazıyor haberimizin kaynağı. Ancak ambalajda Prosecco’nun bileşen yüzdesinin bulunmaması, Champagne – Champagner Sorbet kararındaki gibi “ihlalin gerçekleşmediği” sonucuna ulaşılmasını güçleştirir nitelikte. Eğer Pringles bu ürünün devamını getirmek isterse, “bileşen olarak yüzde kullanımın belirtilmesi” şartını kolayca karşılayabileceği de aşikâr.

Haberin kaynağında Pringles’ın, 2018 yılı Noel dönemi için sınırlı üretim yaptığı  “Prosecco ve pembe tane karabiber” çeşnili bu ürünün “sadece stoklar tükeninceye kadar piyasada olacağı ve gelecekte üretme planının olmadığı” yönündeki bir açıklamasına binaen, bu spesifik ihtilafın AB mahkemelerine taşınmayacağının düşünüldüğü ifade ediliyor.

Yazımızda bahsi geçen Prosecco coğrafi işareti hakkında biraz bilgi verelim. AB nezdinde korunan coğrafi işaretlerden tarım ve gıda ürünlerine yönelik “DOOR”, şaraplara yönelik “e-bacchus” ve distile alkollü içeceklere yönelik “e-spirits” veritabanlarını birleştiren “eAmbrosia” veritabanına göre, Prosecco’nun AB nezdindeki menşe adı tescili, 1 Ağustos 2009 tarihine dayanıyor. 9 Aralık 2019 tarihli AB Resmi Gazetesinde yayımlanan “tescilde değişiklik” bilgilerine göre de Prosecco, saman sarısı (straw-yellow) renkte. Prosecco’nun elde edildiği başlıca üzüm çeşitleri Glera lunga W. – Serprino; Glera lunga W. – Glera ve Glera W. – Serprino olup bu çeşitler, Belluno, Gorizia, Padua, Pordenone, Treviso, Trieste, Udine, Venedik ve Vicenza bölgelerinde yetişiyor. Prosecco’nun şişelenmesi de yine bu bölgede gerçekleşiyor.  

Prosecco’nun kısa hikâyesini ise www.prosecco.wine adresinden öğreniyoruz.

13. yüzyılın ortalarından bu yana, “Prosech” veya “Prosecum” yer adı ve aynı zamanda daha modern “Proseco” adı, güneydoğuda Trieste Piskoposluğu ve kuzeyde Duino bölgesi ile sınırlanan küçük bir kasabaya atıfta bulunuyordu. Prosecco bugün hâlâ, İtalya’nın en kuzeydoğusundaki Trieste eyaletinde küçük bir kasaba. Bölgedeki şarap üretiminin geçmişi de, bu döneme kadar uzanmakta.

Şarap üretiminde kullanılan özel üzümler; eski zamanlarda denizle kaplı olan, Prosecco’dan denize doğru uzanan, bir marn-kumtaşı arazisi olan ve soğuk Bora rüzgârlarından korunan güneşli yamaçlardan ibaretti.

Francesco Maria Malvolti’nin 19. yüzyılın başında Prosecco’nun üzümünden bahsetmesiyle birlikte, hakkında daha çok yazılar yazılmaya başlar. Böylelikle, bu zorlu tepelerde üretilen Prosecco’nun tarihi de başlamış olur.

Son olarak İtalya’da; taklitle mücadeleyi de kapsayan ve yetkili resmi makamlarca icra edilen piyasa kontrollerinin bir parçası olarak, internet üzerinden satılan ürünlerin de mercek altına alındığının; bu kapsamda yürütülen faaliyetlerin etkinliğinin artırılması için de İtalyan resmi makamları ile Ebay, Alibaba gibi elektronik ticaret ortamı sağlayan firmalar arasında anlaşmalar yapıldığının, yazımızın hazırlık sürecinde edinilen bilgiler arasında olduğunu söyleyelim.   

Gonca ILICALI

Şubat 2020

gilicali12@gmail.com



Kaynaklar:

http://theconversation.com/prosecco-flavoured-pringles-did-festive-snack-break-eu-law-125858

https://www.prosecco.wine/en/territory

ANDERSEN’İN DEĞİL NIELSEN’İN MASALI… MÜSTESNA DANBO! – DANBO COĞRAFİ İŞARETİNİN HİKAYESİ

 

Bugünkü hikâyemiz, Hans Christian Andersen’in memleketinden. Andersen masallarıyla olduğu kadar peynirleriyle de meşhur Danimarka. İşte bu peynirlerden biri, günün birinde yola koyulur ve 2010 yılı sonlarında Brüksel’e varır. Ancak DOOR’dan içeri girmeyi başarabilmesi tam 7 yılını alır! Bize de Danbo’nun istisnalarla dolu serüvenini anlatmak düşer…

Malumunuz olduğu üzere AB’nin gıda ve tarım ürünlerinin coğrafi işaret koruması, 2012 tarihli 1151/2012 sayılı Tüzüğü ile sağlanıyor. Ancak Danbo Brüksel’e vardığında onu, bir önceki 510/2006 sayılı Tüzük karşılar.

 

 

AB Komisyonu 2012 Şubatında Danbo’yu diğer AB vatandaşlarıyla tanıştırmaya karar verir ve Resmi Gazetesinde yayımlar. İlana göre Danbo, özetle, büyükbaş hayvan sütünden elde edilen, sert ve olgun bir peynirdir. Dış yüzeyi sert kabuklu veya yağlımsı bir tabaka ile örtülüdür. Beyazımsı veya fildişi renginden açık sarıya çalan bir iç yüzeye sahiptir. Kolaylıkla kesilebilir. Yüzeyinin yağlımsı tabakayla kaplı olma durumuna göre de yumuşak, hafif asidik ve aromatik tad ve kokuya sahip olur. Olgunlaşma süresi arttıkça tadı ve kokusu da belirginleşir. Kesit yüzeyinde bezelye tanelerini andıran eşit dağılımlı gözenekler bulunur. Çeşni maddesi kullanıldığında genellikle gözeneklerin sayısı azalır ve şekilleri düzensizleşir.

Kare veya dikdörtgen şeklinde olan Danbo karakteristik şeklini ve dokusunu, 12-200C’de 3-4 hafta olgunlaşmasıyla kazanır. Danbo, olgunlaşma da dâhil olmak üzere daha ileri işlemlere tabi tutulmak üzere ikinci bir üreticiye de gönderilebilir. Ancak burada, peynirin minimum olgunluğu elde etmeden önce ikinci üreticiye gönderilmemesine özen gösterilir.

Peynirin karakteristiğinin içine konan çeşni maddesiyle tanımlanması ve bu çeşninin ismiyle birlikte kullanılması koşuluyla kimyon kullanılabilir.

Hikâyemizin ilk istisnası, çoğunlukla “nasıl oluyor da olabiliyor?” sorularıyla karşılanan bir duruma işaret ediyor: Danbo “mahreç işareti” olmasına rağmen peynirin “tüm” üretim ve olgunlaştırma aşamaları sadece belirlenen coğrafi sınırda gerçekleşmeli! Çünkü Danbo’nun üretim yöntemi, konvansiyonel peynir üretimlerinden çok farklı olup arkasında özel bir reçete ve maharetli eller barındırıyor.

İkinci istisna ise coğrafi sınır konusunda karşımıza çıkar, zira Danbo’nun coğrafi sınırı tüm ülke sathına yayılır ve Danimarka olarak belirtilir. Gerçi 1151/2012 sayılı AB Tüzüğünün 5 inci maddesiyle, menşe adlarında coğrafi sınırın ülke olması istisnaidir, mahreç işareti içinse istisnai bir durum değildir. Benim burada asıl vurgulamaya çalıştığım ise tüm ülkeyi coğrafi sınır olarak tanımlatabilecek güçteki “ürün-coğrafi sınır” bağının nasıl ispatlanmış olabileceğinde saklı…

İşte burada Danbo’nun varoluş hikâyesi başlar. Danbo’nun 100 yılı aşan mazisi, okullarda öğretilen özel know-how’ı sayesinde nesilden nesile aktarılmayı başarır.

Yıl 1889. Hikâyenin kahramanı Bay Rasmus Nielsen, Kirkeby mandırasının işletme müdürü olur. Kirkeby, Danimarka Hükümeti tarafından mandıracılar için eğitim merkezi olarak tayin edilir ve Bay Nielsen de diğer ülkelerdeki peynir üretimlerini araştırmak üzere 1896’da yurtdışına görevlendirilir. Önce Almanca dersleri, ardından doğu Prusya’da Rus sınırı dolaylarındaki uçsuz bucaksız çayırların etrafında konuşlanmış mandıralara ziyaretler başlar.

Danimarka Kraliyet Veterinerlik ve Tarım Üniversitesinden Profesör Bøggild’in referansıyla gittiği mandıralarda iyi karşılanan Bay Nielsen, en iyi peynir yapım tekniklerini öğrenir. Doğu Prusya’dan Hollanda’ya geçerek birçok mandırada peynir üretim sürecinde çalışır.

1897 sonbaharında Kirkeby’ye dönen Nielsen, muazzam bilgi ve deneyime sahiptir artık. Öğrendiklerini uygulamaya başlamadan önce hedefini koyar: gördüğü hiçbir peyniri taklit etmeksizin tüm bilgilerini sentezleyerek çok özel olan yeni bir peynir yapacaktır.

Rasmus Nielsen’in tecrübeleriyle yaptığı bu yeni peynir, yağlımsı bir tabakaya sahip kare şeklindeki “opstukken” peyniridir. Yenilik taşıyan kare şeklin yanısıra, bakteri ve maya içeren solüsyonla elde edilen yağlımsı tabaka da bu peynire özellik katmıştır.

Yeni peynirin satışları gittikçe artar. II. Dünya Savaşı öncesi esas olarak Danimarka iç pazarına hitap eden peynir, Savaşı sonrasında dış pazarlarda boy göstermeye başlar. Bu sıradışı Danimarkalı peynir, onursal olarak Danbo adıyla anılmaya başlar.

Peki Danbo’nun ne demek olduğunu merak eden oldu mu? Klasik usul coğrafi işaret adlarını düşünerek “tabi ki bir yerin, bir şehrin ya da Bay Nielsen’in eşinin köyünün adıdır” diyen de olmuştur belki.

Danbo kelimesi, İskandinav ülkelerinde  Danimarkalı anlamına gelen “Danerne” (The Danes) kelimesinden türeyen “Dan” ile, “mukim” (the resident) anlamına gelen “Bo” kelimelerinin birleştirilmesiyle oluşmuştur. Yani Danimarka’da yaşayan kişileri tanımlamak üzere yaratılmış tarihi bir terimdir. Danimarkalılar kendilerine atfedilen bu ismi, ülkelerinin en karakteristik peyniri olduğuna inandıkları bu peynire verirler.

İşte tam bu noktada üçüncü istisnamıza sıra gelir. Coğrafi yer adı olmayan adların da coğrafi işaret olarak korunabilmesi, 1151/2012 sayılı AB Tüzüğünün 7(1)(a) maddesiyle mümkündür ve Danbo da bu istisnadan faydalanır. Bu imkân, 6769 sayılı Kanunun 34 üncü maddesinin ikinci fıkrasıyla ülkemizde de mevcuttur.

Danbo’yu “mahreç işareti” olarak tüm ülkeye bağlayan unsurlar; karakteristik üretim metodu ve ünüdür. Ün bağı, genel olarak coğrafi işaret tanımında verilen “yöreyle özdeşleşme” kavramını aşar, daha güçlü bir nitelik gerektirir. Bu kapsamda Danbo’nun ünü de 1952 yılında Stresa Konvansiyonunda yer almasına ve Tarım Bakanlığının 1952 tarihli Talimatına dayandırılır.

Buraya kadar anlatılan, Danbo’nun AB Resmi Gazetesindeki ilanından. Ancak serüven burada bitmez, aksine aksiyonu artar. Zira bu ilana karşı yağmur gibi itiraz yağar. Avusturya, Arjantin, Arjantin Mandıracılar Federasyonu, Avusturalya, Avusturalyalı Mandıracılar, Yeni Zelanda, Yeni Zelanda Mandıracılar Birliği, Uruguay, Birleşik Devletler Ticari Temsilciler Ofisi ve Birleşik Devletler Ortak Gıda İsimleri Konsorsiyumunun yaptıkları itirazlar geçerli kabul edilir. Bunların haricinde yapılmış birkaç itiraz da, süresi geçtikten sonra yapıldıkları için AB Komisyonunca incelemeye alınmaz.

İtirazların dayandıkları temel gerekçeler, kim ne derse desin, bence coğrafi işaret sisteminin en kritik yapı taşlarına dokunur mahiyette. Bakalım ileri sürülen gerekçeler neler?

  • Danbo, mülga 510/2006 sayılı Tüzüğün 2 nci maddesinin yerine geçen 1151/2012 sayılı Tüzüğün 5 inci maddesine uygun değil. Çünkü belirlenmiş coğrafi sınıra atfedilebilir spesifik bir özellik, ün veya başka bir karakteristik özellik taşımıyor, reddedilmeli!
  • Coğrafi yer adı olmayan Danbo, geleneksel olarak belirli bir yerde üretilen ürünle özdeşleşmiş bir ad da değildir ki tescile hak kazansın! Ayrıca tüm Danimarka’yı coğrafi sınır olarak kabul etmeyi gerektiren istisnai durum da yok, reddedilmeli!
  • Danbo, mülga 510/2006 sayılı Tüzüğün 3(1) inci maddesinin yerine geçen 1151/2012 sayılı Tüzüğün 6(1) inci ve 41 inci maddeleriyle düzenlenen şekilde jenerik isim haline gelmiştir, reddedilmeli! Çünkü Danbo 1966’dan beri Codex Alimentarius Standardıdır ve 1951 tarihli Stresa Konvansiyonunun B ekinde yer almıştır. Danbo’nun kendi “gümrük tarifesi”nin olması da jenerikleşmenin göstergesidir.
  • Danbo için yasal standartları bulunan AB üyesi olan ve olmayan ülkelerdeki üretim ve tüketim miktarları dikkate alınarak ve Danbo reddedilmeli!

Yukarıda sayılanlar itiraz gerekçeleri. AB Komisyonunun bu itirazlar hakkında verdiği karara geçmeden önce birkaç küçük bilgi verelim.

  • Danbo’nun ilanında ve itirazlarda bahsi geçen Stresa Konvansiyonu hakkında ulaşılan sınırlı sayıdaki kaynaktan en kapsamlı olanı Dünya Ticaret Örgütünün 02.07.1999 tarihli ve IP/C/W/85/Add.1 referanslı dokumanı. Buna göre 01.06.1951’de imzalanan ve 12.07.1953’te yürürlüğe giren Stresa Konvansiyonu, genel kapsamı itibarıyla coğrafi işaretli peynirleri korumaya yönelik. Dokumanın hazırlandığı tarihte Avusturya, Danimarka, Fransa, İtalya, Hollanda, Norveç ve İsviçre’nin taraf olduğu Konvansiyon uyarınca akit taraflar, Konvansiyon ekinde yer verilen peynirlerin kaynağı, çeşidi, doğası veya karakteristik özelliklerinde yanıltıcılık içeren kullanımları kendi ülkelerinde engelleme sözü verirler. Bu söz aynı zamanda ambalajlarda, faturalarda, ticari dokümanlarda, irsaliyelerde, reklam faaliyetlerinde, markalarda vb kullanımları da kapsar.
  • İtirazlarda bahsi geçen ve Latince “gıda kodu” anlamına gelen Codex Alimentarius ise, uluslararası alanda benimsenmiş gıda standartlarının ve ilgili belgelerin biraraya gelmiş halidir diyebiliriz. Amacı tüketici sağlığını korumak ve adil gıda ticareti yapılmasını sağlamaktır.

AB Komisyonu tarafları uzlaşmaya davet etse de bir sonuç alamaz. Bunun üzerine kendisinin tesis ettiği kararda değinilen hususlar ise aşağıda sıralanmaktadır.

  • Jeneriklik iddiasının ispatı için birçok kanıt sunulmuştur. Ancak Danbo için özel bir Codex Alimentarius Standardı bulunması ve Stresa Konvansiyonunun B ekinde yer alması, Danbo’nun kendiliğinden jenerik hale dönüşmüş olduğunun kabulünü gerektirmez. Adalet Bakanlığının içtihatına göre, gümrük tarifeleri sadece gümrük mevzularıyla ilgilidir ve sınai mülkiyet konularıyla ilgisi bulunmaz. Dahası AB dışı ülkelerde Danbo üretildiğine dair sınırlı miktarda sunulan bilginin de konuyla ilgisi yoktur, zira 1151/2012 sayılı Tüzüğün jenerikliğe ilişkin düzenlemelerinde bahsedilen bölgesellik (territorrity) kavramı AB sınırlarının dışını değil içini ilgilendirmektedir. Dolayısıyla Danbo teriminin AB dışındaki algısı ve üçüncü ülkelerde düzenleyici üretim standartlarının bulunmasının bu kararla ilişkilendirilmesi söz konusu değildir.
  • İtirazlarda, üçüncü ülkelerden AB’ye Danbo adında peynir ithali olduğunu gösterir bir kanıt da sunulmamıştır ki üçüncü ülkelerdeki üreticilere, 1151/2012 sayılı Tüzüğün 15(1) maddesi uyarınca bir geçiş süresi tanınsın.
  • Danbo ile Danimarka arasındaki bağ “ün”e dayalıdır ve bunun ispatına yönelik çok miktarda nitelikli kanıt sunularak ispatlanmıştır. Dahası, ulusal ve uluslararası birçok sergi ve yarışmaya katılım ile bunlarda kazanılan ödüller ün bağını pekiştirmektedir.
  • AB bölgesi içinde Danbo, esas olarak Danimarka’da üretilmekte ve pazarlanmaktadır.
  • Danbo’nun Danimarka’da üretimi ve Danimarkalılarca bilinirliği konularında Danimarka tarafından ihtilafsız kanıtlar sunulmuştur. Danimarka dışında bu peynirin bilinirliğinin sınırlı ölçüde olması ise Danbo’nun jenerik hale dönüşmesine yol açmaz.

Görüşünü bu şekilde özetleyen AB Komisyonu, itirazları reddederek Danbo’nun mahreç işareti olarak tescilini 19.10.2017 tarihli Resmi Gazetesinde yayımlar.

Bu karardan memnun olmayan Birleşik Devletler Tarım Dairesi USDA, AB Komisyonunu ciddi biçimde eleştiren GAIN (Global Agricultural Information Network) Report Number: E17068 sayılı gayriresmi bildiriyi, tescilin ilan edildiği gün yayınlar. AB Komisyonuna çevrilen oklarda:

  • Danbo’nun Resmi Gazetedeki ilanını takiben “Danbo’nun jenerik hale dönüştüğünün açık olduğu iddiası”yla Birleşik Devletler, Avusturalya, Yeni Zelanda, Arjantin ve Uruguay’ın itiraz eden taraflar olarak Danimarka ile görüşme talebinde bulunduğu ancak AB Komisyonunca Birleşik Devletlere, görüşmeler sonrasında herhangi bir cevap verilmediği veya Danbo’yu tescil ederken herhangi bir zaman çizelgesi öngörülmediği belirtilir.
  • Birkaç yıllık sessizliğin ardından AB Komisyonunun Danimarka’nın başvurusunu 2017 Ekiminde tekrar gündemine aldığı; itiraz sahiplerine resmi bir bildirimde bulunmadığı ve Resmi Gazetede ilan edilen kararın esasını “terimin AB dışındaki algısının ve üçüncü ülkelerde düzenleyici üretim standartlarının bulunmasının bu kararla ilişkilendirilmesinin mümkün olmadığı” şeklinde açıkladığı dile getirilir.

USDA ayrıca Danbo’nun Codex standardının 50 yılı aşkın bir süredir varolduğu ve 2007 yılında sonuçlanan Danbo standardının revizyonu çalışmalarında, AB’nin yanısıra özellikle Danimarka’nın da son derece aktif olduğundan bahseder. Mevcut durumda mozzerella, cheddar, brie ve havarti gibi 16 peynir için özel Codex standardı bulunduğu, bunlardan bilhassa havartinin Birleşik Devletlerin paydaşları için ekonomik önemi bulunduğunun altı çizilir ve bir sonraki mahreç işareti tescilinin havarti olup olmayacağı konusunda Birleşik Devletler peynir endüstrisinin kaygılandığı ifade edilir.

En keskin eleştiri ise bildirinin sonunda gelir. AB Komisyonunca yürütülen “Danbo’nun tescil süreci”nin, AB’nin en üst düzeydeki ticaret ortağıyla “şeffaflık ve cevap verebilirlik” prensibinden yoksun olduğu iddia edilir! İlaveten, hakkında yeni revize edilmiş bir Codex standardı bulunan jenerik bir peynirin mahreç işareti olarak tesciliyle birlikte AB’nin yeni bir yol çizdiği vurgulanır.

USDA’nın bildirisi, yoğun tartışma ve eleştirilerin sadece başlagıcı olacak kuvvetle muhtemel. Bu arada itiraf edeyim, 5 Nisanda IPR Gezgini’nde yayınlanan yazımda da belirttiğim üzere mozzarellanın AB nezdinde geleneksel ürün adı tescili ve Mozzarella di Bufala Campana diye menşe adı tescili olduğunu biliyordum ama bir de Codex standardı olduğunu yeni öğrendim! Unutmadan, 29 Aralıkta da Mozzarella di Gioia del Colle için yeni bir menşe adı başvurusu yapılmış AB’ye.

Gelecek günler Danbo için ne getirecek bilinmez ama tam 7 yıllık mücadelenin sonunda Brüksel’in DOOR (Database Of Origin & Registration) kapısının Danbo’ya ardına kadar açılmasıyla birlikte Bay Nielsen’ın masalı da mutlu sonla biter. Yani Danimarkalılar erer muradına biz çıkalım kerevetine…

Gonca ILICALI

Mart 2018

gilicali12@gmail.com

“Fikri Mülkiyet Hukuku Blogları ve IPR Gezgini Macerası” Sunumu – İstanbul’a Davetliydik Keyifli Bir Gün ve Gecenin Hikayesi

 

IPR Gezgini ekibi olarak 16 Şubat 2018 günü International Trademark Association (INTA) ve Gün+Partners Avukatlık Bürosu’nun davetlisi olarak İstanbul’daydık.

INTA’nın her yıl dünyanın farklı bir ülkesinde gerçekleştirilen yıllık toplantısı (ki INTA yıllık toplantıları dünyanın en kalabalık ve önemli marka organizasyonudur) öncesi dünyanın farklı yerlerinde ön toplantılar yapılmaktadır. Gün+Partners Avukatlık Bürosu, INTA ön yıllık toplantılarının Türkiye ayağını 5 yıldır gerçekleştirmektedir ve bu toplantılara marka hukukuna ilişkin farklı konularda konuşmacılar davet etmektedir.

2018 yılı INTA Türkiye ön yıllık toplantısının davetlisi IPR Gezgini’ydi. Yıllardır internet üzerinden sürdürdüğümüz amatör ruhtaki yayının böylesine önemli bir toplantıya tek konuşmacı olarak davet suretiyle onore edilmesi bizi de çok gururlandırdı.

 

 

İstanbul’da katılacağımız toplantıyı fırsat ederek, aynı gece okurlarımızla bir buluşma düzenlemeyi de planladık ve her iki organizasyona da okuyucularımızı davet ettik. Bu yazıda her iki organizasyonu özetleyerek sizlerle bu güzel günü kısaca paylaşacağız.

INTA toplantısı, Gün+Partners Avukatlık Bürosu’nun İstanbul’daki merkezinde yapıldı. Oldukça konforlu ve rahat koşullarda düzenlenen toplantıyı bir resepsiyon takip etti. 70 civarı dinleyicinin katıldığı toplantının daha önce düzenlenen yıllık toplantıların en kalabalığı ve dolayısıyla ilgi çekeni olduğunu duymak bizi ayrıca sevindirdi.

Toplantıda IPR Gezgini ve kurucusu Önder Erol Ünsal, “Fikri Mülkiyet Hukuku Blogları ve IPR Gezgini Macerası” başlıklı yaklaşık 35 slayttan oluşan bir sunum yaptı. Sunumda, ilk olarak, IP Bloglarının dünyada ve Türkiye’de ortaya çıkmasını sağlayan objektif şartlar ortaya konuldu, devamında dünyadaki önemli IP Bloglardan örnekler verildi, Türkiye şartlarında bu tip bir bloğun neden yapıldığı, kuruluş ve gelişim hikayesi anlatıldı, IPR Gezgini bugünden çekilen fotoğrafla tanıtıldı, sitenin amacı, artıları ve eksiklikleri ortaya konuldu, hedeflerimiz tanımlandı ve son olarak toplantıya katılan diğer IPR Gezgini yazarları, Gülcan Tutkun Berk, Gonca Ilıcalı ve Özlem Fütman da kendi deneyimlerini aktardı (toplantıya katılamayan diğer yazarlarımıza da emekleri için buradan ayrıca teşekkür ediyoruz). Bunun ardından dinleyicilerin soruları yanıtlandı ve resepsiyon kısmına geçildi. Sunumu bu yazıda tamamıyla paylaşmayacak olsak da slaytlarımızdan birkaçına fikir edinmeniz için yer veriyoruz. Bunların altında da sunum sırasında çekilen birkaç fotoğrafı görebilirsiniz.

 

 

 

 

 

 

 

Soruların ve sohbetin keyifle devam ettiği uzunca bir resepsiyon devamında, IPR Gezgini gecesinin düzenleneceği mekana geçildi. Orada da muhtemelen 40 kişiden fazlaydık ve gece sona kadar kalanlar için bir hayli uzun sürdü. Sohbetin yoğunluğu içinde resepsiyon ve buluşmada fotoğraf çekmeyi fazlasıyla ihmal ettik sanırım, bu nedenle fotoğraf çeken katılımcılardan fotoğrafları mutlaka bizlerle de paylaşmalarını rica ediyoruz. Elimizde bulunan -şimdilik- iki fotoğrafı burada sizlerle de paylaşıyoruz.

 

 

Gecenin sonuna dek bizi yalnız bırakmayan evsahibimiz Gün+Partners ekibine, özellikle de son dakikaya dek birlikte olduğumuz Uğur Aktekin’e ve organizasyonu bizim açımızdan tamamen sorunsuz hale getiren Pınar Arıkan’a çok teşekkür ediyoruz. Teşekkürlerin en büyüğü ise gerek toplantıda gerekse de resepsiyon ve yemekte bizlerle birlikte olan okurlarımıza gidiyor. Bizler daha da motive olduk, daha çok yazacağız.

Son olarak, 17 Şubat Cumartesi sabahı gecenin yorgunluğunu atmaya çalışırken bir diğer sürprizle karşılaştık. Siteden aldığımız otomatik geri bildirim sayesinde öğrendik ki; site yazarımız Özlem Fütman’ın, dünya fikri mülkiyet camiasını sarsmakta olan “Michael Gleissner” hakkında yazdığı “YETENEKLİ BAY RIPLEY; CATCH ME IF YOU CAN! BU YAZIDA GEÇEN İSİMLERİ AKLINIZDA TUTUN, ÇÜNKÜ BİR GÜN SİZİN DE KARŞINIZA ÇIKABİLİR, SONRA “ÖZLEM SÖYLEMEMİŞTİ, BİLMİYORDUM” DEMEYİN!” başlıklı yazı (bkz. https://wp.me/p43tJx-LD)World Trademark Review’de haber olmuş.

 

 

Tahmin ediyoruz ki, Michael Gleissner hakkında medya takibi yapanlar, IPR Gezgini’ndeki yazıyı ve çok ilgi çekici (ve de haklı) benzetmeleri fark edip, yazı içeriğini İngilizce’ye çevirtip World Trademark Review’de haber haline getirmişler. Özlem Fütman’ı tebrik ediyoruz, çok sevindik. Bir de çevirenler IPR Gezgini’ni IP Navigator olarak anmasalar daha iyi olurmuş :))

Yeni buluşmalarda tekrar görüşmek üzere diyoruz.

IPR Gezgini

iprgezgini@gmail.com

Şubat 2018

 

 

 

 

 

 

 

HATIRLATMA: IPR GEZGİNİ 16 Şubat 2018’de İstanbul’da INTA Toplantısı’na Konuk Olacak – Sizleri de Bekleriz

 

Yıllardır verilen ticari kazanç amacı gütmeyen çabanın, bir noktadan sonra başarıya ulaştığını ve takdir edildiğini görebilmek, şüphesiz insanı en mutlu eden yaşam hallerinden birisi olmalı.

IPR Gezgini‘nde ben ve diğer yazar arkadaşlarım için bugünlerde bu hissiyatı yaşıyoruz.

1878 yılında kurulan International Trademark Association (INTA), marka alanında dünyada faaliyet gösteren en büyük sivil toplum örgütüdür ve dünyanın birçok ülkesinden binlerce üyeye sahip bir kuruluştur. INTA üyesi 7,100 kuruluş yaklaşık 31,000 marka profesyonelini temsil ediyor ve üyeler 187 farklı ülkeden geliyor. INTA’nın her yıl dünyanın farklı ülkelerinde düzenlediği yıllık toplantılarda binlerce marka profesyoneli bir araya geliyor ve birçok mesleki alan toplantısının yanında, çok sayıda iş bağlantısı da bu toplantılarda gerçekleştiriliyor.

Yıllık toplantılar öncesi, ülkelerde gerçekleştirilen ön toplantılar ise, üyelerin bir araya gelmesi ve önemli görüşmelerin gerçekleştirilmesi amacına hizmet ediyor. INTA’nın ülkemizde de çok sayıda üyesi mevcut ve dernek üyeleri çeşitli vesilelerle bir araya geliyor.

INTA’nın 16 Şubat 2018 tarihinde İstanbul’da gerçekleştirilecek ulusal toplantısının konuğu ise, -ne mutlu bize ki-: IPR GEZGİNİ!

Fikri Mülkiyet Blogları, ana başlığı ile gerçekleştirilecek toplantıya bizi davet ettikleri için INTA‘ya ve INTA adına organizasyonu gerçekleştiren Gün + Partners Avukatlık Bürosu‘na teşekkürlerimizi sunuyoruz. Doğrusunu söylemek gerekirse çok onurlandık ve mutlu olduk.

Aşağıda programına ve INTA kayıt sayfasına da yer verdiğimiz etkinlik kayıt yaptırmak koşuluyla herkesin katılımına açık olacak.

IPR Gezgini kurucusu ve yazarı Önder Erol ÜNSAL‘ın ana konuşmacı olacağı toplantıya, site yazarları Gülcan TUTKUN BERK, Gonca ILICALI ve Özlem FÜTMAN da katılacak ve sunuma ve toplantıya yapacakları katkılarla dinleyicilerle IPR GEZGİNİ deneyimlerini paylaşacaklar. Sitemizin diğer yazarları Selin KALEDELEN, H. Tolga KARADENİZLİ ve Poyraz DENİZ ise çok istemelerine rağmen, maalesef bu toplantıda aramızda olamayacaklar.

Daha bitmedi!

Geçtiğimiz yıl Ankara’da ilkini yaptığımız IPR Gezgini buluşmasını, 16 Şubat gecesi bu kez de İstanbul’da yapmayı planlıyoruz. Bizler toplantı sonrası gece birlikte zaman geçireceğiz ve eğer sizler de aramıza katılmak isterseniz çok seviniriz. Tanışmaya ilaveten, hep birlikte mesleki konularda ve IPR Gezgini’nden beklentiler konusunda sohbet ederiz. Bu buluşmaya katılmayı düşünenler okurlarımız iprgezgini@gmail.com adresinden bizimle temasa geçerlerse, yaklaşık sayıyı belirleyip buluşma mekanını onu göre seçeceğiz.

Toplantı programı ve diğer detaylar aşağıda:

https://members.inta.org/pre-am-receptions?reload=timezone

file:///C:/Users/pc/AppData/Local/Packages/Microsoft.MicrosoftEdge_8wekyb3d8bbwe/TempState/Downloads/inta-Pre-Annual-Meeting_V6.pdf

 

 

İstanbul’daki okuyucularımızla buluşmayı sabırsızlıkla bekliyoruz.

INTA ve Gün + Partners Avukatlık Bürosu’na da davetleri için tekrar çok teşekkür ediyoruz. Gerçekten çok onurlandık!

Önder Erol ÜNSAL

unsalonderol@gmail.com

Ocak 2018

 

IPR GEZGİNİ 16 Şubat 2018’de İstanbul’da INTA Toplantısı’na Konuk Olacak – Sizleri de Bekleriz

 

Yıllardır verilen ticari kazanç amacı gütmeyen çabanın, bir noktadan sonra başarıya ulaştığını ve takdir edildiğini görebilmek, şüphesiz insanı en mutlu eden yaşam hallerinden birisi olmalı.

IPR Gezgini‘nde ben ve diğer yazar arkadaşlarım için bugünlerde bu hissiyatı yaşıyoruz.

1878 yılında kurulan International Trademark Association (INTA), marka alanında dünyada faaliyet gösteren en büyük sivil toplum örgütüdür ve dünyanın birçok ülkesinden binlerce üyeye sahip bir kuruluştur. INTA üyesi 7,100 kuruluş yaklaşık 31,000 marka profesyonelini temsil ediyor ve üyeler 187 farklı ülkeden geliyor. INTA’nın her yıl dünyanın farklı ülkelerinde düzenlediği yıllık toplantılarda binlerce marka profesyoneli bir araya geliyor ve birçok mesleki alan toplantısının yanında, çok sayıda iş bağlantısı da bu toplantılarda gerçekleştiriliyor.

Yıllık toplantılar öncesi, ülkelerde gerçekleştirilen ön toplantılar ise, üyelerin bir araya gelmesi ve önemli görüşmelerin gerçekleştirilmesi amacına hizmet ediyor. INTA’nın ülkemizde de çok sayıda üyesi mevcut ve dernek üyeleri çeşitli vesilelerle bir araya geliyor.

INTA’nın 16 Şubat 2018 tarihinde İstanbul’da gerçekleştirilecek ulusal toplantısının konuğu ise, -ne mutlu bize ki-: IPR GEZGİNİ!

Fikri Mülkiyet Blogları, ana başlığı ile gerçekleştirilecek toplantıya bizi davet ettikleri için INTA‘ya ve INTA adına organizasyonu gerçekleştiren Gün + Partners Avukatlık Bürosu‘na teşekkürlerimizi sunuyoruz. Doğrusunu söylemek gerekirse çok onurlandık ve mutlu olduk.

Aşağıda programına ve INTA kayıt sayfasına da yer verdiğimiz etkinlik kayıt yaptırmak koşuluyla herkesin katılımına açık olacak.

IPR Gezgini kurucusu ve yazarı Önder Erol ÜNSAL‘ın ana konuşmacı olacağı toplantıya, site yazarları Gülcan TUTKUN BERK, Gonca ILICALI ve Özlem FÜTMAN da katılacak ve sunuma ve toplantıya yapacakları katkılarla dinleyicilerle IPR GEZGİNİ deneyimlerini paylaşacaklar. Sitemizin diğer yazarları Selin KALEDELEN, H. Tolga KARADENİZLİ ve Poyraz DENİZ ise çok istemelerine rağmen, maalesef bu toplantıda aramızda olamayacaklar.

Daha bitmedi!

Geçtiğimiz yıl Ankara’da ilkini yaptığımız IPR Gezgini buluşmasını, 16 Şubat gecesi bu kez de İstanbul’da yapmayı planlıyoruz. Bizler toplantı sonrası gece birlikte zaman geçireceğiz ve eğer sizler de aramıza katılmak isterseniz çok seviniriz. Tanışmaya ilaveten, hep birlikte mesleki konularda ve IPR Gezgini’nden beklentiler konusunda sohbet ederiz. Bu buluşmaya katılmayı düşünenler okurlarımız iprgezgini@gmail.com adresinden bizimle temasa geçerlerse, yaklaşık sayıyı belirleyip buluşma mekanını onu göre seçeceğiz.

Toplantı programı ve diğer detaylar aşağıda:

https://members.inta.org/pre-am-receptions?reload=timezone

file:///C:/Users/pc/AppData/Local/Packages/Microsoft.MicrosoftEdge_8wekyb3d8bbwe/TempState/Downloads/inta-Pre-Annual-Meeting_V6.pdf

 

 

İstanbul’daki okuyucularımızla buluşmayı sabırsızlıkla bekliyoruz.

INTA ve Gün + Partners Avukatlık Bürosu’na da davetleri için tekrar çok teşekkür ediyoruz. Gerçekten çok onurlandık!

Önder Erol ÜNSAL

unsalonderol@gmail.com

Ocak 2018

 

Geleneksel Ürün Adını Tanımak

“Coğrafi İşaretler ve Geleneksel Ürün Adları” temalı yazı serimin üçüncü yazısının konusu, 2002 yılından itibaren büyük özverilerle yürütülmüş, hatta 2009 yılında TBMM’ye sevk edilip bazı alt komisyonlarda görüşülmeye başlamış olmasına rağmen kadük olmuş münhasır bir Tasarının ardından 10 Ocak 2017 tarihinde yürürlüğe giren 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanununun ikinci kitabında kendine yer edinmiş “geleneksel ürün adı” korumasına yönelik. Kanunumuzun adının “Sınai Mülkiyet” olmasının da neden olabileceğini düşündüğüm bir yanılgıyı yazımızın hemen başında düzeltmek isterim. “Geleneksel ürün adı” kavramının Türkiye’de “sınai mülkiyet hakları” içine dâhil edilmediği ve tescil edilen geleneksel ürün adının tescil ettirene inhisari hak sağlamadığı Kanunda açıkça hükmedilmiştir. Kanunla garantiye alınan bir diğer husus ise, coğrafi işaretler gibi geleneksel ürün adlarının da lisans, devir, intikal, haciz ve benzeri hukuki işlemlere konu olamayacağı ve teminat olarak gösterilemeyeceği.

“Geleneksel” kelimesi, özellikle en genel olarak “geçmişten günümüze gelen ve bu sebeple saygın tutulan”, “alışkanlık edinilen” v.b. anlamları nedeniyle günlük hayatımızda sıklıkla karşılaştığımız, hatta sıkça kullandığımız bir kelime.  Ancak Kanunun ikinci kitabıyla Türkiye’de ilk kez yasal bir koruma sistemine kavuşan bu mefhum, alıştığımız anlamlara nazaran daha kısıtlı bir çerçeve çizmekte.

Kanuna göre bir adın “geleneksel ürün adı” olarak tanımlanabilmesi için ilk şart, “coğrafi işaret kapsamına girmemesi ve ilgili piyasada bir ürünü tarif etmek için geleneksel olarak en az 30 yıl süreyle kullanıldığının kanıtlanması”dır. Ayrıca aşağıda belirtilen şartlardan en az birini de karşılaması gerekir:

  • Geleneksel üretim veya işleme yöntemi yahut geleneksel bileşimden kaynaklanması.
  • Geleneksel hammadde veya malzemeden üretilmiş olması.

Coğrafi işaretin tanımının “belirgin bir niteliği, ünü veya diğer özellikleri itibariyle kökenin bulunduğu bir yöre, alan, bölge veya ülke ile özdeşleşmiş bir ürünü gösteren işaret” olduğunu hatırlarsak, birbirine karıştırılma olasılığı yüksek olan bu iki kavram arasındaki farkı da kolaylıkla ortaya koyabiliriz. Kısaca belirtmek gerekirse “coğrafi işaretin belirli bir coğrafi alan ile bağı varken “geleneksel ürün adı” için böyle bir bağ söz konusu değil. Dolayısıyla 6769 sayılı Kanunla açılan bu yeni kapıdan içeri girme telaşıyla gittikçe artan  “Bizim orada üretilen bir geleneksel ürün var, başvurusunu hemen yapıp tescilletmek için ne yapmamız gerekir?” sorularına verilecek cevap, “geleneksel olduğunu söylediğiniz ürün, ‘sizin yöreye mahsus’ ise bu ürüne menşe adı ya da mahreç işareti, ama her hâlükârda coğrafi işaret koruması yakışır” olacaktır.

Geleneksel ürün adının “coğrafi bir yer ile ilişkili olmadığı”na yönelik bir desteği, Birleşik Krallık’ın bu konularda görevli bulunan DEFRA (Department for Environment Food And Rural Affairs) kısaltmasına sahip kurumunun web sitesinden alalım. https://www.gov.uk/guidance/eu-protected-food-names-how-to-register-food-or-drink-products linkinden erişilecek bilgide açıkça “Geleneksel özelliği garanti edilmiş ürün adı tescil edildiğinde tüm Avrupa Birliğinde ürün üretilebilir.” şeklinde bir cümle karşımıza çıkmakta. Cümle irdelendiğinde,  “tüm AB sınırları içinde koruma sağlayan tescil” işlemi gerçekleştiğinde, tescile konu ürünün üretiminin tek bir coğrafi alan ile sınırlı tutulamayacağı ve AB içinde her yerde üretilebileceği sonucuna ulaşılmakta. Söylemeye gerek yok ama, tescile bağlı kalmak kaydıyla tabi…

Hazır AB üyesi bir ülkeden bahsetmişken, Kanunda öngörülen koruma modelinin temelinin AB’nin ilgili yasal düzenlemelerine dayandığını ancak onların doğrudan tercüme edilmesi suretiyle oluşturulmadığını, ülke ihtiyaçları ve mevcut durumun göz önünde bulundurularak kapsamının belirlendiğini belirtelim. Kanun çalışmasına ilk başladığımız 2002 yılında yürürlükte olan AB Tüzüğü önce 2006 ve ardından 2012 yılında değişmişti. Yani hâlihazırda yürürlükte olan 1151/2012 sayılı Tüzük,  süreç içinde incelemek zorunda kaldığımız üçüncü AB mevzuatı.

Kanunda “geleneksel ürün adı” olarak kullanılan kavram, daha önceki AB tüzüklerinde olduğu gibi 1151/2012 sayılı Tüzükte de “geleneksel özelliği garanti edilmiş” ad olarak Türkçe’ye çevrilebilen “traditional specialities guaranteed (TSG)” şeklinde kullanılmakta. Bu kavram, önceki yıllardaki kanun çalışmalarımızda “geleneksel özellikli ürün adı” olarak kullanılmıştı.

AB sadece kısıtlı bir gıda ile tarım ürünü grubu için TSG koruması sağlamakta. Ancak ülkemizde gıda ve tarım ürünlerinin yanısıra maden ve el sanatları ürünleri ile sanayi ürünlerinden Kanunda belirtilen şartları taşıyan ürünler de tescilden faydalanabilir. Tıpkı coğrafi işaretler gibi geleneksel ürün adı koruması da “hizmetler”i kapsamaz.

Geleneksel ürün adlarının tescili için yapılacak başvurunun inceleme, itiraz, tescil ve diğer işlemleri, coğrafi işaretler için kurulan sistem ile benzer nitelikte olduğundan tekrar etmeyeceğim. Ancak “neden?” sorularına ta en başından beri ısrarla maruz kaldığımız, hatta kimilerince “eksik bıraktığımızın, hata yaptığımızın” iddia edildiği “amblem” uygulaması bakımından coğrafi işaretlerle yolları ayrılıyor.

6769 sayılı Kanunun ikinci kitabıyla öngörülen amblem, özü itibarıyla, tescil edilen coğrafi işaretlerin ve geleneksel ürün adlarının “tescilli” olduğunu kamuoyuna anlatma amacı taşıyan Türk Patent ve Marka Kurumuna ait resmi bir “garanti markası” fonksiyonunda olacak. “Olacak” dedim, zira görsel olarak tasarımı henüz yapılmamış amblem, bir yıl sonra yürürlüğe girecek uygulamanın kahramanı olarak sahnedeki yerini alacak.

Amblem kullanımı coğrafi işaretler bakımından zorunlu, kullanılmaması halinde bile Kanunla belirlenmiş şartlara uymak gerek. Ancak geleneksel ürün adları bu noktada rotasını, “amblemsiz kullanımların Kanuna tabi olmayacağı” özgürlüğü sunan farklı bir limana kırıyor.

Geleneksel ürün adlarına tanınan bu istisna, bu özgürlük de neden? Uygulamada kaosa yol açmayacak mı? Madem biz bu modeli AB’den aldık, orda da bu özgürlük var mı? ….

Eminim şimdi siz değerli IPR Gezgini okuyucuları da bu ve benzeri birçok soruyu aklından geçirmeye çoktan başladı. 2002 yılından beri mevzuat çalışmalarının içinde kesintisiz biçimde yer alan biri olarak dilim döndüğünce ve tabi kişisel görüşlerimi de katmak suretiyle soruları cevaplamaya çalışayım.

Aslında belki de geleneksel ürün adlarının özgürlüğündeki en büyük payı, “geleneksel” kelimesinin sahip olduğu anlam ya da bizlerin bu kelimeyle birlikte kullandığımız mefhumlara hep daha fazlasını yükleme çabası. Galiba biz bu kelimeyi çok seviyoruz…

Örneğin her yıl gitmeyi alışkanlık edindiğimiz tatil beldelerini “geleneksel tatil yerimiz”, lise sıralarını paylaştığımız arkadaşlarımızla yıllar sonra gerçekleştirdiğimiz toplanmaları “geleneksel buluşmalarımız” şeklinde tanımlıyor ve onların “köklü” alışkanlıklar ve davranışlar olduğunu vurgulamaya çalışıyoruz.

Bir alanda yeni oluşturulan kavramları tanımlamak için bile “geleneksel” kelimesinden faydalanarak, yani bir anlamda mefhum-u muhalif kavramına sırtımızı dayayarak “geleneksel olmayan” diye başlayan bir tamlama kullanıveriyoruz. Buna en güzel örnek, hepimizin ziyadesiyle aşina olduğu “geleneksel olmayan markalar” kavramıdır.

Bugün marka sicilinde araştırma yaptığımızda karşımıza yüzlerce marka çıkıyor, içinde “geleneksel” kelimesi geçen. Muhtemelen piyasada yüzlerce tescilsiz marka daha aynı şekilde kullanılmaya devam ediyor. Burada bir parantez açarak geleneksel ürün adı tescilinin başta markalar ve coğrafi işaretler olmak üzere tesis edilmiş sınai mülkiyet haklarına halel getirmeyeceğinin Kanunla garanti altına alındığını söyleyeyim.

Gelişen teknolojiye dayalı olarak özellikleri standartlaştırılmış ürünler karşısında, kendine özgü karakter taşıyan ürünleri yaşatma adına gösterilen sivil inisiyatif çabaları, medya haberlerine konu edilirken bu ürünler genellikle “geleneksel” başlığı altında sınıflandırılıyor.

Kimi üreticiler piyasanın genel alışkanlıklarından ve güncellemelerinden uzak durup dedelerinden miras kalan ailevi üretim yöntemlerine sadık kalarak “aile gelenekleri”ni devam ettiriyor ve böylelikle biz tüketicilere kendilerine özgü nitelik taşıyan farklı alternatifler sunuyorlar.

Reçel seven okurlarımıza bir soru: üzerinde “ekstra geleneksel reçel” yazan bir reçel aldınız mı hiç? Belki farkında bile değilsiniz böyle bir ifadenin varlığından. Reklamların ve diğer türlü türlü tanıtım vasıtalarının birçoğunda sıklıkla gördüğümüz “geleneksel” kelimesi belki de size hiç ayırt edici gelmedi. Bir olasılık bu kelimeyi görünce ürünün “atalardan kalma yöntemlerle üretildiği”ni, yahut “doğal” olduğunu düşündünüz… Reçel kavanozuna geri dönecek olursam, “ekstra geleneksel reçel” ifadesinin kullanımı için meşru bir gerekçe var. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığının görev alanında bulunan Reçel, Jöle, Marmelat ve Tatlandırılmış Kestane Püresi Tebliğinde bu tanım bulunuyor. Bu Tebliğde, belki de şaşıracaksınız ama “reçel”, “ekstra reçel”, “geleneksel reçel” ve “ekstra geleneksel reçel” tanımları var. Asıl konumuzdan fazlaca uzaklaşmamak adına “geleneksel reçel” ile “ekstra geleneksel reçel” arasındaki “yasal” farkın kısaca “içerdikleri meyvenin bütün/parçalı olmaları ile meyve oranlarındaki fark” olduğunu, geçmişe dair bir iz taşımadığını belirteyim.

Konu multidisipliner bir alan olan “sınai mülkiyet”in camiası için bile ziyadesiyle giriftse, henüz bu tür tartışmaların içine girmemiş, sadece günlük ihtiyacını karşılamak üzere pazarda dolaşan tüketici için kim bilir nasıldır?

Özetle tüketicide “Acaba burada kullanılan ‘geleneksel’ kelimesi neyi anlatıyor?”, üreticide ise “Bu kelimeyi kullanırsam karşıma hangi kanun çıkar, hangi yaptırımlarla karşı karşıya kalırım?” endişelerine gebe bir tablo çıkıyor karşımıza.

Temel olarak yukarıda kişisel yaklaşımlarımla açıklamaya çalıştığım argümanlar göz önünde bulundurularak tüketici, üretici, ilgili kamu kurumları ve hatta yargı nezdinde oluşabilecek karmaşanın asgari düzeyde tutulabilmesi amacıyla “geleneksel ürün adının amblemsiz kullanımının Kanuna tabi olmayacağı” yönünde bir düzenleme öngörüldü. Sanırım bu noktada, 6769 sayılı Kanunun diğer yasal düzenlemelerle piyasaya getirilen kuralları ortadan kaldırır mahiyette olmadığını, sadece ürün çeşitlendirme konusunda bir alternatif sunmakta olduğu yorumunu yapabilirim. Bazı yabancı kaynaklı yazılarda, TSG’nin bir nevi “pazarlama standardı” (marketing standard) olduğu ancak daha güçlü bir koruma sağladığı yorumları da bulunmakta.

Konunun AB ile ilgili kısmına gelecek olursak, 1151/2012 sayılı AB Tüzüğüne göre TSG koruması için de amblemin kullanılması gerekli. Ancak bir önceki 509/2006 sayılı Tüzükten miras bir hüküm var ki, bu hüküm kaynaklı istisnai bir uygulama 1151/2012’ye göre 04.01.2023 tarihine kadar geçerli.

Konunun gittikçe heyecanlı bir hal aldığını umarak 509/2006 sayılı Tüzüğün 13 üncü maddesine yöneliyorum. Bu madde ve maddede atıfta bulunulan diğer maddeler uyarınca TSG tescili için başvuru yapılırken “tescile konu isme rezervasyon koyma ve koymama” şeklinde iki seçenek vardı. Yani başvuru yapan eğer isme rezervasyon koymaz ise, bu ismi taşımasına rağmen tescilde belirtilen özelliklerden farklı özelliklere sahip başka/benzer ürünlerin de AB piyasasında bulunmasına engel yoktu. Bu durumda da, yani tescildeki özellikleri taşımayan üründe TSG kısaltması ve/veya buna ilişkin amblem kullanılmayabilirdi. Ayrıca böyle bir tasarruf hakkı sadece başvuru yapanda yoktu. Başvurunun yayınlanmasına karşı yapılacak itirazda eğer “başvuruda belirtilen özelliklerden farklı özelliklere sahip aynı isimli ürünlerin AB pazarında meşru, bilinen ve ekonomik değere sahip olduğu” iddiası ileri sürülür de kanıtlanırsa, tescil işlemi “rezervasyonsuz” olarak gerçekleşmekteydi.

1151/2012 sayılı Tüzüğün “geçiş dönemi” hükmü olan 25 inci maddesine göre, önceki Tüzük uyarınca rezervasyonlu olarak tescil edilmiş TSG’ler otomatik olarak korunmaya devam edecek. Ancak rezervasyonsuz TSG’lerin rezervasyonlu hale dönüştürülebilmesi için 26 ncı madde uyarınca basitleştirilmiş bir prosedüre tabi tutulmak kaydıyla 04.01.2016 tarihine kadar ulusal ofisi nezdinde talepte bulunulması gerekiyordu. Rezervasyonsuz olarak tescil edilmiş TSG’leri üzerinde taşıyan ürünler ise 04.01.2023 tarihine kadar AB piyasasında bulunabilecekler. AB Komisyonu, diğer birçok hükümde olduğu gibi geçiş dönemi hükmü için de ortaya çıkabilecek sorunların giderilmesi amacıyla yasal düzenleme yapma yetkisine sahip. Dolayısıyla muhtemel sorunlara karşı alınabilecek tedbirler de şu an için muamma.

Rezervasyonsuz TSG’ye örnek, AB nezdinde 1998 yılında tescil edilmiş olan ve sanırım hepimizin gayet iyi bildiği İtalyan “mozzarella” peyniridir.

Bazı yabancı kaynaklı yazılarda, “mozzarella”nın İtalya dışında birçok AB üyesi ülkede üretildiği ve bu sebeple 1151/2012 sayılı Tüzüğe uygun şartlara kavuşması amacıyla yapılabilecek bir başvuru hakkında yapılacak itiraz karşısında şansının fazla olmadığı, ayrıca TSG kurallarına uygunluk için harcanacak idari masrafların genellikle tescilin sağladığı ekonomik faydadan daha fazla olduğundan bahisle, İtalya’nın isme rezervasyon koyma konusunda istekli davranıp davranmayacağının da belirsiz olduğu ifade edilmekte.

Mozzarella farklı bir açıdan da bizim için örnek teşkil ediyor. Benim de zevkle tükettiğim, İtalya’nın esas olarak orta-güney kesiminde yer alan bir bölgede manda sütü ile yapılan “Mozzarella di Buffalo Campana”, menşe adı olarak 1996 yılında tescil edilmiş ve kanaatimce bilinirliği oldukça yüksek bir coğrafi işaret. TSG tescili bu tescilden iki yıl sonra yapıldığına göre, belki de bu güçlü coğrafi işarete zarar vermemek amacıyla isme rezervasyon konulmadı ya da başka ülkelerde de aynı isimde benzer nitelikli peynir üretimi yapıldığı düşünüldü, kim bilir?

Konuyu, bilhassa amblem uygulamasıyla birlikte pekiştirmek amacıyla görsel örnek vermek istiyorum. Aşağıdaki peynir ambalajlarından soldaki “Mozzarella di Buffalo Campana”nın “menşe adı koruması”nı gösterir amblemini, sağdaki ise “mozzarella” peynirinin “geleneksel özellik taşıdığını garanti etmek” üzere kullanılan TSG amblemini taşımakta.

Soldaki sarı kırmızı amblem, AB’nin “korunan menşe adı” (Protected Designation of Origin) amblemidir.

   

Sağda yer alan sarı lacivert amblem, AB’nin “korunan TSG” (Protected Traditional Specialities Guaranteed) amblemidir.

 

AB’nin TSG’lere verdiği önem, AB Sınai Mülkiyet Ofisi (EUIPO) tarafından uygulanmakta olan yeni marka tüzüğünde de yerini almış durumda. Mart 2016 tarihinde yürürlüğe giren yeni Tüzüğün 7(1)(l) hükmü uyarınca, tescilli TSG’ler de marka tescilinde mutlak red nedenleri arasında sayılıyor. 6769 sayılı Kanunda bu konuda açıkça bir hüküm yer almasa da, başvuruları inceleyen uzman arkadaşlarım özellikle 5(1)(c) hükmü uyarınca gereken kararı vereceklerdir, eminim.

Ayırdığınız zamana değmiş olması dileğiyle…

Gonca Ilıcalı

Sınai Mülkiyet Uzmanı

gilicali12@gmail.com

Nisan 2017

Coğrafi İşaretin Toprak, Tarih ve İnsanla İlişkisi

 

Bu yazıda tanımlardan hareket ederek coğrafi işaretin toprak, tarih ve insanla ilişkisini özellikle AB’den örnekler vererek irdelemeye çalışacağım.  

Coğrafi işaretin; “belirgin bir niteliği, ünü veya diğer özellikleri itibariyle kökenin bulunduğu bir yöre, alan, bölge veya ülke ile özdeşleşmiş bir ürünü gösteren işaret” olduğunu hatırlayalım ve hemen analize başlayalım. Bir coğrafi işaretin varlığı öncelikle, “idari sınır” kavramından bağımsız olarak sınırları çizilebilen/belirlenebilen bir “toprak” parçasına bağlı; ikinci olarak bu “toprak” ile özdeşleşmiş bir “ürün”e. Ürünün toprak ile özdeşleşebilmesi için aralarında bir bağ kurulmalı. Bu bağın kurulabilmesi için de bir “süreç” bulunmalı.

Kısa analizimizle elde ettiğimiz “toprak” faktörü içinde iklim, flora ve faunanın etkisi var elbette. Bir “toprak” ile bir “ürün”ün özdeşleşmesi zaman alır, bir “tarihsel geçmiş” gerektirir. “Beşeri” faktör de bu yapbozu tamamlayacak eksik parçamız. Coğrafi işarete ilişkin tanımlarda yer verilen ürünün “üretilmesi, işlenmesi veya diğer işlemler”, şüphesiz ki beşeri faaliyet olmaksızın gerçekleşemez.  

“Tescil edilebilirlik”te ispat vasıtası olarak vazife gören “yöreyle (toprakla) özdeşleşme”, “beşeri faktör” ve “tarihsel geçmiş” hususlarına örnek bir AB tescilini inceleyelim.

 “Cantuccini Toscani’’/“Cantucci Toscani” (http://eur-lex.europa.eu/legal-content/EN/TXT/PDF/?uri=CELEX:52015XC0811(01)&from=FR) İtalya kaynaklı bir mahreç işareti. Tescile konu ürün “bisküvi” (fırıncılık mamulü) olup, coğrafi sınır İtalya’daki Toskana (Tuscany) Bölgesi.

* Ürüne ayırt edici özellik veren malzemelerin Toskana geleneklerine uygun biçimde üretildiği; bisküvi yapım tekniğinin Toskana geleneğinin çok önemli bir parçası olduğu; özellikle geleneksel tatil/bayram ve festivaller için bu ürünün yoğun talep gördüğü başta olmak üzere birçok detay verilmiş.

* Bölgede birçok tarihi dönemlerden beri çok sayıda artisanal pasta üreticisinin bulunduğu; 19. yüzyılda tarihçi Ferri’nin ürün tarifnamesine dair yazısı, yazar Giuseppe Pitre’nin ünlü Toskana Hikâyelerinde bu ürünlere yer vermesi, 1907 yılında Hoepli tarafından yazılan yazı vb birçok yayın vesilesiyle bölge dışında tanınır hale gelmesi; başta 1962 tarihli olmak üzere birçok İtalyanca sözlükte yer alması; benzer şekilde “Larousse Online” gibi diğer çokdilli kaynaklarda “tipik Toskana bisküvisi” olarak geçmesi sayesinde ürünün Dünyaca bilinir olduğu; tüm bunların neticesinde ise internet bloglarında, yemek tariflerinde, turist rehberlerinde yer alması başta olmak üzere birçok detay verilmiş.

AB örneğinden anlaşılacağı üzere; Toskana Bölgesinde üretilen bisküvilerin “malzeme ve yapım tekniği” ürünün kaynaklandığı bölgeye bağlıdır, “o coğrafi bölgenin geleneği”ni taşımaktadır.

“Ürün ile tarihsel geçmiş” bağını ispatlar nitelikteki bilgiler; yaklaşık yüzyıl öncesine dayanan ve o dönemin tarihçilerinin kalemine konu olan, Toskana Bölgesine ait ünlü hikâyelerde geçen, “Toskana Bölgesine ait olduğu” belirtilerek Dünya çapında yaygın biçimde kullanılan çokdilli sözlüklerde yer bulan nitelikteki bilgilerdir.

Bir başka AB örneği ise Almanya kaynaklı bir mahreç işareti. Simit benzeri bir çeşit fırıncılık ürünü olan ve Türkçe “Bavyera Bretzeli” şeklinde adlandırabileceğim “Bayerische Breze / Bayerische Brezn / Bayerische Brez’n / Bayerische Brezel” (http://eur-lex.europa.eu/LexUriServ/LexUriServ.do?uri=OJ:C:2013:262:0013:0015:EN:PDF ) AB veritabanından edindiğim bilgilerin özeti, ürünün görsel örneğinin hemen altında yer almaktadır:

* Alkali çözeltiyle hazırlanan geleneksel bir hamurişi ürün (lye pastry) olup şekli, dua sırasında kenetlenmiş kolları simgeler. Üzerine genellikle kalın tuz ya da susam, kabak veya ayçiçeği çekirdeği yahut peynir serpilir.

* Doğrudan tüketime hazır halde pişmiş veya dondurulmuş hamur şeklinde satılır.

* Coğrafi sınırı Bavyera (Bavaria)’dır.

* Bretzel ürünü, köken olarak özellikle manastırlarda akşam yemeğiyle birlikte servis yapılan Roma halka ekmeğinden gelir. Ancak şekil olarak Bavyera’daki kendine özgü olduğu Suabiya (Swabian) bretzeli ile mukayese edilerek açıklanmış.  

* Mahreç işareti olması nedeniyle Bavyera’da gerçekleşmesi gereken üretim aşamaları: nihai ürün olarak doğrudan tüketime hazır olan ürünün “tüm üretim aşamaları”; dondurulmuş hamur olarak satılan ürünlerin ise “hamurun hazırlanması, şekil verilmesi, alkali çözeltiye tabi tutulması, üzerine kalın tuz ya da yukarıda belirtilen diğer malzemelerin serpildikten sonra dondurularak yarı mamul şekilde satışa hazırlanması”dır.

* Ürünün Bavyera’daki tarihsel geçmişinin 19. yüzyıla dayandığı; uluslararası üne sahip olduğu; bu ünü özellikle Münih Bira Festivali (Munich Octoberfest) sayesinde kazandığı; Bavyera Gıda, Tarım ve Ormancılık Bakanlığı kayıtlarında “geleneksel yerel” ürün olarak yer aldığı belirtilmekte.

Bu örneğimizde de yine ürünün coğrafi sınır ile uzun bir tarihsel geçmişe sahip olduğu; uluslararası alanda sahip olduğu ünü, sanırım bizlerin de bildiği Munich Octoberfest sayesinde kazandığı; Bavyera’nın resmi kurumları nezdindeki “geleneksel yerel” ürün olarak kaydının da ürünü bu bölgeye özgü kıldığı aşikar.

Bu arada dikkatinizi çekti mi? Seçmiş olduğum AB tescillerinin her ikisinde de “geleneksel” kelimesi kullanılmakta. AB’nin 1151/2012 sayılı Tüzüğündeki ne menşe adı ne de mahreç işareti tanımlarında “geleneksel” ifadesi yer almıyor, bizim 6769 sayılı Kanunumuzda da yer almadığı gibi. “Madem durum böyle, peki AB tescillerindeki anlatımlarda ‘geleneksel’ kelimesi neden kullanılmış?” diye merak eden okurumuz elbette olmuştur.

Türk Dil Kurumu kayıtlarında “gelenek; bir toplumda, bir toplulukta eskiden kalmış olmaları dolayısıyla saygın tutulup kuşaktan kuşağa iletilen, yaptırım gücü olan kültürel kalıntılar, alışkanlıklar, bilgi, töre ve davranışlar”; “toplum; aynı toprak parçası üzerinde bir arada yaşayan ve temel çıkarlarını sağlamak için iş birliği yapan insanların tümü” olarak tanımlanmakta. Bu durumda “gelenek”, “aynı toprak parçası” üzerinde yaşayan insanlar tarafından yaşatılıyor. Felsefi derinliğe girmeden geleneklerin toplumla birlikte yer değiştirebilme, dolayısıyla başka bir coğrafyaya göç edebilme özelliği olduğunu söyleyebilirim. Ancak incelediğimiz örneklerde tescile konu ürünlerde “geleneksellik” vurgusu yapılan hususların hep ürünün kaynaklandığı coğrafi sınıra atıfta bulunduğu, dolayısıyla “ürün ile coğrafi sınır” bağını kuvvetlendirir nitelikte olduğunu ifade edeyim.

Yazımı, Aşık Veysel’in, coğrafi işaretlere çok uygun olduğunu düşündüğüm “Kara Toprak” şiirinin bazı mısralarıyla sonlandırıyorum.

Koyun verdi kuzu verdi süt verdi

Yemek verdi ekmek verdi et verdi

Kazma ile döğmeyince kıt verdi

Benim sadık yârim kara topraktır

Karnın yardım kazmayınan belinen

Yüzün yırttım tırnağınan elinen

Yine beni karşıladı gülünen

Benim sadık yârim kara topraktır

Ayırdığınız zamana değmiş olması dileğiyle…

Gonca Ilıcalı

Sınai Mülkiyet Uzmanı

gilicali12@gmail.com

Nisan 2017

 

Coğrafi İşareti Daha İyi Anlamak

 

Ülkemizdeki temeli 1995 yılında 555 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameyle atılan,   2002 yılından itibaren büyük özverilerle yürütülen mevzuat çalışmaları neticesinde 10 Ocak 2017 tarihinde yürürlüğe giren 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanununun ikinci kitabıyla da daha güçlü bir zeminde yoluna devam edecek olan “coğrafi işaret” koruması bu yazının konusunu oluşturmaktadır.

Kanun ile revize edilen coğrafi işaret sistemi, temelini Avrupa Birliğinin ilgili yasal düzenlemelerinden alıyor. Kanun çalışmasına ilk başladığımız 2002 yılında yürürlükte olan AB Tüzüğü önce 2006 ve ardından 2012 yılında değişmişti. Yani hâlihazırda yürürlükte olan 1151/2012 sayılı Tüzük,  süreç içinde incelemek zorunda kaldığımız üçüncü AB mevzuatı.

Kanunumuzun temeli AB düzenlemelerine dayansa da, bu düzenlemelere AB açısından uyum zorunluluğu bulunmuyor. Ayrıca AB yasal düzenlemelerinin doğrudan tercüme edilmesi suretiyle de oluşturulmadı; ülke ihtiyaçları ve mevcut durum göz önünde bulundurularak revizyon yapıldı. Bu duruma en somut örnek tescil edilen coğrafi işaretin tescil ettirene inhisari hak sağlamadığı,  coğrafi işaretlerin lisans, devir, intikal, haciz ve benzeri hukuki işlemlere konu olamayacağı ve teminat olarak gösterilemeyeceği hususlarının açıkça Kanunla garantiye alınmasıdır.

Ülkemizdeki coğrafi işaret koruması AB’ninkinden daha geniş bir ürün yelpazesine hitap ediyor. Gıda, tarım, maden ve el sanatları ürünleri ile sanayi ürünlerinden Kanunda belirtilen şartları taşıyan ürünler için geçerli. Bazen sorularıyla karşılaşıyoruz, tescile konu edilen somut bir ürün olmalı. Bu kapsamda belirli yörelere mahsus halkoyunları, ninniler, türküler vb. unsurlar bu korumadan faydalanamıyor.

Üretici grupları; ürünün tek üreticisi varsa bu durumun ispatlanması halinde söz konusu üretici; ürünle ilgili kamu yararına çalışan veya üyelerinin ekonomik çıkarlarını koruyan dernekler, vakıflar, kooperatifler; konu ve coğrafi bölgeyle ilgili kamu kuruluşları ve kamu niteliğindeki meslek kuruluşları tescil amacıyla coğrafi işaret başvurusu yapabilir.

Coğrafi işaret tescili bize neyi anlatmalı?

Ürüne katma değer veren ve bölgesel kalkınma aracı olarak kabul edilen “coğrafi işaretler”in tescili; tescile konu olan bir “ürün çeşidi”nin nerede üretileceğine ilişkin sınırlayıcı bir kararın göstergesi olmadığı gibi bu ürünün “en çok nerede üretiği”nin ya da “en kaliteli olarak nerede üretildiği”nin tespiti de değildir.

Eğer “ürün çeşidi”nin nerede üretileceğine ilişkin sınırlayıcı bir kararı gösterseydi, Kayseri Pastırması ile Afyon Pastırmasından sadece biri tescil edilirdi ama her ikisi de tescilli.

Eğer ürünün “en çok nerede üretildiği”nin bir tespiti olsaydı, tescil işlemi adeta bir envanter çıkarma yarışına dönerdi.

Eğer ürünün “en kaliteli olarak nerede üretildiği”nin tespiti olsaydı; önce “kalite” ile neyin kastedildiği açıklanırdı, ardından sadece belirli bir zaman dilimi ile sınırlandırılarak herbir ürün çeşidi için yarışmalar düzenlenerek sadece galip gelenlere ödülü, yani tescil belgesi verilirdi. Bu arada coğrafi işaretlerin uluslararası alanda da “kalite göstergesi” olarak kabul edildiği gerçeğini inkâr etmiyorum. Niyetim sadece coğrafi işaretler için kullanılan “kalite” kavramının “ürünün kaynaklandığı coğrafi alandan almış olduğu özelliklere”, diğer bir deyişle “ayırt edici özelliklere” işaret ettiğini vurgulamaya çalışmak.

Kanuna göre belirgin bir niteliği, ünü veya diğer özellikleri itibariyle kökenin bulunduğu bir yöre, alan, bölge veya ülke ile özdeşleşmiş bir ürünü gösteren işarettir “coğrafi işaret”. Bu tanımdan hareketle, bir coğrafi işaretin varlığından söz edebilmek için öncelikle “coğrafi sınırları belirlenmiş bir alan”, yani “toprak” ve bu alana ait doğal ve beşeri unsurlardan kaynaklanan bir “ürün” olmalı. Eğer ürünün üretimi, işlenmesi ve diğer işlemleri “tamamen” söz konusu alanda gerçekleşiyorsa, bu durumda olan coğrafi işaretlere “menşe adı” denir. Menşe adı söz konusu olduğunda ürünler, “tüm veya esas nitelikleri”ni kaynaklandığı coğrafi alandan alır.

Ürünün üretimi, işlenmesi ve diğer işlemlerinden “en az bir tanesi” bu alanda gerçekleşiyorsa, bu durumda olan coğrafi işaretlere de “mahreç işareti” adı verilir. Mahreç işareti söz konusu olduğunda ürünler, “belirgin bir niteliği, ünü veya diğer özellikleri”ni kaynaklandığı coğrafi alandan alır.

Adı üstünde “coğrafi” işaretler, coğrafi bir yer adı ihtiva eder. Ancak mevzuatta belirtilen diğer koşulları sağlaması halinde geleneksel olarak kullanılan, günlük dilde yerleşmiş ve coğrafi bir yer adı içermeyen “adlar”ın da menşe adı veya mahreç işareti olması mümkün. Bu istisna, 555 sayılı KHK ile sadece menşe adlarına sağlanıyordu.

Bu tanımlar anlaşılmadan tescille sağlanan koruma sisteminin murat edilen düzeye çıkarılması mümkün olamayacağından, özellikle mahreç işareti kavramını kişisel görüşlerimle birlikte ve AB’den örnek vererek anlatmaya çalışacağım.

AB’nin gıda ve tarım ürünlerine yönelik coğrafi işaret korumasını sağlayan 1151/2012 sayılı Tüzüğünde mahreç işareti (geographical indication) tanımı yapılırken kullanılan ifade “üretim aşamalarından en az birinin belirlenen coğrafi alanda gerçekleşmesi”dir. Tüzüğe göre “üretim aşaması”; “üretim, işleme veya hazırlama” olmak üzere üç başlıkta toplanıyor ve bu başlıklar gıda ve tarım ürünleri açısından uygun görünüyor. Gerek 555 sayılı KHK gerekse 6769 sayılı Kanunda ise AB’ninkinden farklı olarak “üretim, işleme ve diğer işlemler” başlıkları mevcut. Ülkemizdeki tescil edilebilir ürün yelpazesinin genişliği dikkate alındığında, farklı ürün türlerinin ait oldukları sektörlerde kullanılan terimlerin farklılaşacağı da aşikârdır. Ancak mahreç işaretine konu bütün ürün çeşitleri için “belirtilen özelliklere bağlı kalmak kaydıyla her yerde üretilebilir” şeklinde bir “genelleme” yapmanın, Kanunda öngörülen “üretim, işleme ve diğer işlemler” aşamalarından sadece birine işaret etmesi nedeniyle eksik kaldığı, hatta insanları “mahreç işaretinin yeterli bir koruma sağlamadığı, bilakis ürünü her yerde üretilebilir kıldığı” yönünde yersiz bir endişeye sürüklediği kanısındayım. Kimi zaman bu endişe, “ülkesellik prensibi”nin kanatları altına sığınılarak giderilmeye çalışılabiliyor. Oysa hepimizin bildiği gibi “ülkesellik prensibi; bir ülkede tescil edilmiş sınai mülkiyet hakkına sadece bu ülke sınırları içinde koruma sağlanması”, yani bir ülkede gerçeklemiş tescilin başka bir ülkede hükmünün bulunmamasıdır ve ürünlerin üretim yerini belirlemesi gibi bir vazifesi yoktur.

Peki öyleyse mahreç işareti tanımındaki “ürünün üretimi, işlenmesi ve diğer işlemleri”nden kastın ne olduğu ve bu üç başlık altında sıralanan hususlardan “en az bir tanesinin belirlenen coğrafi alanda gerçekleşmesi” muamması nasıl çözülecek?

Hemen tatlı bir örnekle açıklamaya çalışayım.

Tadı damağımızda kalan “Antep Baklavası”, Türkiye’den AB’ye yapılan ilk coğrafi işaret başvurusu ve yoğun bir çabanın eseri olarak AB’de gerçekleşen ilk mahreç işareti tescilimiz. Tescile konu ürün “baklava” -izahtan vareste- şuruplu bir tatlı.

AB’nin gıda ve tarım ürünlerini kapsayan coğrafi işaretlerine ilişkin DOOR (http://ec.europa.eu/agriculture/quality/door/list.html?&recordStart=0&filter.dossierNumber=&filter.comboName=&filterMin.milestone__mask=&filterMin.milestone=&filterMax.milestone__mask=&filterMax.milestone=&filter.country=&filter.category=&filter.type=&filter.status=)  veritabanındaki “Antep Baklavası/Gaziantep Baklavası”nın tescil bilgilerinde özetle aşağıdaki bilgiler yer almakta.

* Yufkalarla yapılan, yufkalar arasına irmik kreması ve Antep Fıstığı sürülen ve şurupla tatlandırılan bir tatlı.

* “Belirlenmiş coğrafi alan”  Gaziantep ili.

* “Belirlenmiş coğrafi alan” ile ürün arasındaki bağ “Antep’in yoğun bir fıstık üretim merkezi olması; Antep Fıstığı kullanılarak yapılan ürünlerin üretimi ve tüketiminin yüzyıllardır Antep’te yapılması; baklava hamurunun yapımı, yufkaların açılması, tepsiye dizilmesi, yufkaların arasına Antep Fıstığı ile -kuru baklava değilse- irmik kremasının sürülmesi, sadeyağ ile yağlanması, özel baklava dilimi şeklinde kesilmesi, pişirilmesi ve şuruplanması aşamalarının hepsinin büyük ustalık yeteneği gerektirmesi nedeniyle Antep Baklavası/Gaziantep Baklavasının hazırlanması ve pişirilmesinin ‘bu coğrafi alanda’ yetişmiş ustalar tarafından yapılması”.

* Mahreç işareti olarak “belirlenmiş coğrafi alan”da gerçekleşmesi gereken “üretim aşaması” ise “hamurun hazırlanması, baklavanın yapılması ve pişirilmesi”.

* Dilimleme, ambalajlama vb hususlara ilişkin özel kuralların anlatıldığı kısımda Türkçe olarak “Isıtarak servis yapınız.” ifadesi ve hemen yanında bunun İngilizce karşılığı bulunmakta.

Tüm bunları birlikte değerlendirdiğimizde “Antep Baklavası/Gaziantep Baklavası”nın AB sicilinde belirtilen özellikleri taşıması için “üretimde kullanılan Antep Fıstığının o bölgeden elde edilmesi” ve “hamurunun hazırlanması, yufkalarının açılması, baklava yapılması ve pişirilmesi” Antep’te gerçekleşmelidir. Ancak buraya kadar gerçekleşen işlemler, nihai ürünümüz olan “şuruplu baklava”yı elde etmeyi sağlamamakta, dikkatinizi çekeyim. Zaten nihai hale gelmiş olsaydı AB Komisyonu bu başvuruyu “mahreç işareti” değil de “menşe adı” (designation of origin) olarak tescil ederdi değil mi?

Buraya kadar olan açıklamalarımız, ustasının elinden çıkarak ambalaja giren ürünün “nihai ürün olmadığı”nı açıkça ortaya koyuyor.

Evet büyük bir ustalık becerisi neticesinde “pişmiş baklavalar” bu aşamadan sonra Antep ilinden yola çıkabilir, hatta ülke sınırını aşıp tescilin gerçekleştiği AB’nin kapısından içeri girerek mesela Almanya’daki marketlerin raflarında yerini alabilir. Kendisine Türkiye’den sunulan bu yeni alternafi denemek isteyen bir AB vatandaşı da coğrafi işaretli ürünü satın alıp evine gider. Üzerindeki bilgileri okuyarak talimatları tek tek takip eder.  Ambalajından çıkardığı pişmiş baklavayı fırınında ısıtır, sıcakken üzerine şurup döker ve yemeğe hazır hale getirip  afiyetle yer. Bu durumda tescile konu ürünümüz olan baklavaya son işlem, Almanya’daki tüketicisi tarafından uygulanmakta.

Şimdi mahreç işareti tanımını ve Antep Baklavası/Gaziantep Baklavası gerçek örneğimizi birleştirerek özetleyeyim. Tanımda bulunan “ürünün üretimi, işlenmesi ve diğer işlemleri”nden hangisi belirlenen coğrafi alanda gerçekleşiyor? Doğru cevap tüm üretim, yani şuruplama aşaması dâhil tüm süreç değil. “Baklava ürünün hamurunun hazırlanması, yufkalarının açılarak tepsiye dizilmesi, yufkaların arasına Antep Fıstığı ile -kuru baklava değilse- irmik kremasının sürülmesi, sade yağ ile yağlanması, baklava dilimleri şeklinde kesilmesi ve pişirilmesi” şeklinde sıralanan işlemler Antep’te gerçekleşiyor. Nihai ürün haline gelmesi için gereken son dokunuş, yani son işlem olan “ısıtılarak şuruplandırılması” ise herhangi bir coğrafi alanda gerçekleşebiliyor.

Yukarıdaki tanımlara uyan menşe adı ve mahreç işaretinin tescil sisteminde “domino etkisi” var olduğunu söyleyebilirim.  Yine “Antep Baklavası” coğrafi işaret tescilini örnek olarak ele alırsak ve ilk domino taşına “Antep’te baklava üretiliyor mu?” sorusunu görev olarak yüklersek, cevabın olumlu olması halinde bu ilk taş devrilerek ikinci taşı harekete geçirir.

Antep’te üretilen baklava diğer yerlerde üretilenlerden ‘farklı’ mı?” sorusunu taşıyan ikinci taşın da olumlu cevap almasının ardından sırasıyla “Bu ‘farklılık’ Antep’in doğal ve beşeri unsurlarından mı kaynaklanıyor?”, “Bu, sürdürülebilir ve denetlenebilir bir ‘farklılık’ mı?” görevlerini taşıyan taşların vazifelerini başarıyla tamamlaması halinde “Antep Baklavası Coğrafi İşaret Tescili” gerçekleşir.

Ancak sadece “Antep’te baklava üretiliyor mu?” sorusunun cevabının olumlu olması, diğer taşlar yerine konulmaksızın coğrafi işaret tescilinin gerçekleşmesini sağlamayacaktır. Burada önemli olan, bu zincirdeki hiçbir halkanın eksik olmamasıdır.

Gonca Ilıcalı

Sınai Mülkiyet Uzmanı

gilicali12@gmail.com

Nisan 2017