SÖYLEŞİYORUZ #VI – Avukat MEHMET GÜN BİZLERLE!


“Söyleşiyoruz” serisinin Temmuz ayı söyleşisiyle tekrar karşınızdayız.

Konuğumuz Türk fikri mülkiyet hakları camiasının duayen isimlerinden Avukat MEHMET GÜN!


Mehmet Bey ülkemizde fikri mülkiyet hakları alanında hizmet veren en büyük hukuk firmalarından birisinin kurucusu, alanda büyük tecrübe ve bilgi birikimine sahip ve bu birikimi aktarma konusunda da büyük emek veriyor. Mehmet Bey’in deneyimini ve alana olan tutkusunu IPR Gezgini okurlarına da yansıtmak istedik, kendisine söyleşi önerimizi götürdük ve kendisi bizi geri çevirmedi.

Mehmet Bey’e kendisi ile söyleşi yapma teklifimizi ettiği için teşekkür ediyor ve bir gün bu söyleşiyi yüz yüze yapabilmeyi umarak başlıyoruz. Söyleşide IPR Gezgini adına soruları Önder Erol ÜNSAL yöneltecek.


Mehmet Bey, Söyleşiyoruz serimize katıldığınız için IPR Gezgini adına teşekkür ederek başlamak istiyorum. Türkiye’nin fikri haklar sektöründe önde gelen firmalarından birisinin kurucusu olarak sizden hem alanımıza, camiamıza ilişkin görüşlerinizi duymak, hem de kişisel olarak sizi daha yakından tanımak, bizlerin olduğu kadar okurlarımızın da ilgisini çekecek. 

Serinin başlangıcından bu yana söyleşilerimizi pandemi nedeniyle yüz yüze yapamıyoruz ve aynı durum sizinle yaptığımız söyleşide de geçerli, umuyoruz ki yakın zamanda Söyleşiyoruz’u konuklarımızla karşılıklı yapma fırsatını elde edeceğiz.


Mehmet Gün ismini fikri mülkiyet hakları alanında çalışanlar yakından tanıyorlar, ama isminizi bilmek, elbette ki sizi ve yaşam öykünüzü de bilmek anlamına gelmiyor. https://www.mehmetgun.com/ adresinden erişilebilecek kişisel internet sitenizde size ilişkin –gerçekten etkileyici- bilgilere erişmek mümkün, ama gene de sizden de duyabilir miyiz: Mehmet Gün kimdir, kendini nasıl geliştirdi ve bugünlere geldi; kişisel zevkleriniz, uğraşlarınız, sizi hayata daha sıkı bağlayan özellikleriniz nelerdir?

Cumhuriyetin yetiştirdiği, yüzünü uygarlığa dönmüş binlerce Anadolu Çocuğundan biri olarak tanımlamak isterim kendimi. Güney Toroslar’da ücra bir Anadolu köyünün Dikilitaş yaylasında toprak bir damın altında başlayan yaşamımda köyden çıkıp gurbete herkes için kaçınılmaz kaderdi.

Çocukluk arkadaşlarımın pek çoğu gömlekçi, çantacı gibi küçük atölyelerde zor şartlarda çalışmak veya seyyar satıcılık yapmak için gurbete gittiler. Köyden okuyarak çıkmak ise çok zordu ve herkese nasip olmazdı. İlkokuldan mezun olduğum yıl evimizin 20 metre önüne bir ortaokul yapılmış olması, uzak bir akrabamızın “Memet kaybolmasın, benim Fatma’nın kitaplarını okusun” diye haber göndermesi üzerine elleri öpülesi anamın kayıt harçlarını ödeyebilmek için danamızı satmasıyla ortaokula kayıt olabildim. Ortaokulun son sınıfında Kuşadası’ndaki rahmetli Faik dayımın elimden tutması ile köyden okumak ve çalışmak için çıkabildim.

Yazları bir çay bahçesinde garsonluk yaptığım Kuşadası’na, Kaya Aldoğan Ortaokuluna nakletti beni dayım. Öğretmenlerim bilgi açığımı hızla kapattılar. Köydeki ortaokulda olsaydım asla kazanamayacağım parasız yatılı öğretmen okulu sınavını kazandım. Sadece kendimi götürmem yetiyordu Çanakkale Öğretmen Okuluna. Giyeceğimi, yiyeceğimi, yatacağım yeri, çok daha önemlisi o zamanlar mümkün olan en iyi eğitimi verdi devletimiz. Türkiye’nin değişik yerlerinden gelen benim gibi gariban yüzlerce Anadolu çocuğu ülkenin en iyi eğitimini aldı; sabah 6:30’dan geceleri 22:00’ye kadar durmadan çalıştık, öğrendik.

O zamanlar öğretmen yetiştiren öğretmen okullarının statüsünün düz liseye çevrilmesi sonucunda öğretmen olma hayallerim yıkıldı; hayalini bile kuramadığım üniversiteye gitmem öğretmen olabilmek için bile zorunlu oldu. Son gününde yüzüm kızara kızara borç istediğim bir öğretmenimin 100 TL borç vermesi ile sınava kayıt yaptırabildim. Kader beni İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine getirdi. İstanbul’da üniversite öğrenciliğim ile avukatlıkta ilk yıllarım hayatımın en zor yıllarıdır diyebilirim. Enflasyonun %100’den fazla olduğu, fiyatların bazen her gün ikiye katlandığı o yıllarda yarım asgari ücretle dayımın da çalıştığı avukatlık bürosunda bütün gün çalışmak, geçinmek ve okumak o kadar zordu ki… Köyümden gelmiş, atölyelerde sigortasız çalışmakta olan çocukların kaldığı bekar evinde bana da bir somyalık yer açtılar. Ancak öyle geçinebiliyordum. Yok denecek kadar kira, ortak mutfak – aşçısı bendim – giderleri en aza indiriyordu ama yine de zordu. Zaman zaman rüyalarım beni o günlere götürüyor ve uyandığımda kendimi çaresizlik içinde kıvranır buluyorum.

Kuşadası’ndaki çay bahçesinde çay, kahve, bira servis ettiğim, çata pata iletişim kurduğum turistler, resmimi çekiyor, adresimi alıyor, memleketlerinden kartlar gönderiyorlardı. Hiç anlamadığım dillerdeki kartları tercüme ettirerek anlıyor, hiç bilmediğim ülkelerde bir kere olsa tanıştığım dostlarım olması hoşuma gidiyordu. Bu bende yabancı dil öğrenme isteğini ve köyümdeki ortaokulun kömürlüğünde bulduğum kitaplarda okuduğum yabancı, uzak ülkeleri ve insanlarını tanıma isteğini ateşledi diyebilirim. 1980’de üniversiteden mezun oldum. Anarşi yıllarını postu deldirmeden, orta derece notla mezun olarak büyük başarı ile bitirmiştim. Avukatlığa başladığım yıllarda İstanbul’un en meşhur avukatlarının yabancı dil bilenler olduğunu gördüm. Yabancı dilin ne büyük fark yarattığını gözlerimle gördüm diyebilirim. O zamana kadar epey yatırım yaptığım ama bir türlü ilerletemediğim Fransızcamı geliştirmek için tekrar üniversite sınavına girip Fransız Filolojisini kazandım, fakat kayıt yaptırmadım. Çünkü o yaz sohbet ettiğim bir kısım büyüklerim dünyanın İngilizce etrafında döndüğünü, Fransızca’nın öneminin kaybetmekte olduğunu söyleyip İngilizce öğrenmemi tavsiye ettiler. Ben de part-time çalışmakta olduğum bir denizcilik şirketinin yakınındaki İngilizce kursuna kayıt oldum. O zaman internet yok, yabancı televizyon yok. Fakat Sultanahmet’te turistler, kısa dalgadan yayın yapan BBC World Service ve bir de bir gazetenin kupon karşılığı verdiği İngilizce öğrenim ekleri ve kasetler var. Deliler gibi çalışarak İngilizce öğrendim; 21 ayda Cambridge First Certificate belgesi aldım. 

Eskiden yurtdışına seyahat etmek neredeyse yasaktı denilebilir. İstisnai olarak, izinle veya öğrenim için yurtdışına çıkılabilir, çıkarken döviz bulabilmek için Merkez Bankasından zorluklarla döviz alınırdı. Özal’ın Türkiye’yi dışarıya açması sonucunda hayatımız hızla değişti. Tam o zamanlarda İngiltere’de batan Polly Peck’e İngiliz mahkemesinin atadığı kayyımların avukatı oldum. Avukatlıklarını aldım diyemem, onlar gelip beni avukatlığa aldılar desem daha doğru olur.  Çünkü o tarihlerde sayısı bir elin parmakları kadar olan yabancı dil bilen avukatların tamamı menfaat çelişkisi ve belki de biraz korku nedeniyle kayyumların avukatlığını almamışlar. Benim gibi o zaman esamesi bile okunmayan çömez bir avukata elleri mahkum olmuş. O zamana kadar telif hakları ve marka konularında yaptığım çalışmalarla edindiğim tecrübelerimin üzerine Polly Peck davalarını almam, 10 yıldan uzun süre İngiliz avukatlarla çalışmam beni hızla geliştirdi; mesleğimde daha ileri seviyelere taşıdı ve sonuçta bu günlere geldim. 

Bu kısa hikayemden göreceğiniz gibi çalışmak, çalışmak, çalışmak; başarıncaya kadar hiçbir şeyden yılmamak benim genlerime kazınmış gibidir. Çalışmazsam sıkıntıdan patlarım. Kendi kendimi meşgul etmekte oldukça ustayımdır. Küçük bir çocukken yaylada da öyle idim. Yapacak hiçbir şey bulamasam hayvanların su içtiği çeşme hatıllarındaki yosunları temizler, kuruyan çimlerin yerine yenilerini ekerdim. Şimdi de öyleyim; hiç boş duramıyorum. Ancak bu yaşlarda bana daha manalı gelen şeylerle uğraşıyorum, strateji oluşturuyorum, çalışma arkadaşlarıma, meslektaşlara rehberlik etmeye ve mesleğimin Türkiye’nin tamamında ilerlemesine katkıda bulunmaya çalışıyorum. 

Sanılmasın ki bir insan kendisini sadece çalışmaya adarsa çok mutlu ve tatmin olur. Tam tersine hep çalışan, kendine ve sevdiklerine zaman ayırmayan insanlar hem mutsuz olurlar hem de çekilmez hale gelirler. Üstelik avukatların yaptığı işlere odaklanıp kalanlar zaman içinde enerjilerini de kaybederler, yeni ve daha güzel şeyler üretemez, eskiden yaptıklarını durmadan tekrar ederler ve kendi yarattıkları sorunların içinde debelenip dururlar. 

Bu duruma düşmemek için öncelikle iş yaşamı ile özel yaşam arasında bir denge kurmak zorunlu. Her zaman çalışmak olmayacağı gibi her zaman eğlenmek olmaz. Gerektiği kadar çalışmak, gerektiği kadar eğlenmek ve dinlenmek gerekir. Kendini iyi hisseden insan iyi sonuçlar üretebilir. Kötü hisseden insan da kötü sonuçlar üretir. Kendini iyi hissetmek için iş ve özel hayat dengesini kurmak şart.

Boyun fıtığımı tedavi eden fizik tedavi doktorum öğretti: bir avukatın iyi bir tenisçi kadar güçlü kaslarının olması gerekirmiş. Çünkü insanlar stresi kasları ile kaldırırlarmış. Ben 40 yaşımdan beri tenis oynarım, kuzey ülkelerinden bir arkadaş grubumla salon hokeyi oynarım. Hem nefesim açılır hem kaslarım güçlenir hem de adil bir oyun (fair play) ruhunu yaşarım.  Bünyesi zayıflayan avukat işinin stresini kaldıramaz.

Hukukçu olmak, dünyanın en ciddi işini yapmak insanların robot haline gelmesini gerektirmez. İnsanın içinde iyilik ve güzellikler dolu olmalıdır. Bunları ortaya çıkartmanın yolu ise güzel sanatlar ve benzerleridir. Pandemiden önce her hafta bir konsere gider, müzeler ve sergileri ziyaret ederdim. Ama daha da önemlisi 15 seneden beri çok sevdiğim Mustafa Arabacı’dan şan dersleri alıyorum. Anadolu’dan yanık türküler ve uzun havalar da söylerim, Türk sanat müziğinin eski ve çok kaliteli eserlerinden de söylerim. Repertuarımda 50’den fazla eser vardır. “Sesimde şarkısı aşkın figan olup gidiyor” diye başlayan bir şarkı var, sanki milli marşım gibi oldu son zamanlarda.

Ben insanın varlık sebebinin de onu hayata bağlayanın da sevgi olduğuna, her şeyin başının sevgi olduğuna inanırım. Kalbini açan insan beynini de açar, kısmetini de. Yaptıklarında gerçek manayı bulur. Başkaları için manalı şeyler yapan insan gerçekten büyük şeyler başarabilir. Sevgi ile ve sevginin gereklerini yapan insan huzura erer.


2020 ve 2021 yıllarında hepimizin hayatını üstten belirleyen faktör COVID-19 salgını, salgın kaynaklı kısıtlamalar ve hayatta kalma telaşı oldu. Siz bu süreci nasıl geçirdiniz, kişisel ve mesleki bağlamda dönemi kolay atlatabildiniz mi? Yaşadıklarımızın geleceğe etkileri, özellikle fikri mülkiyet hakları sektörüne etkileri sizce ne yönde olacak? 

Öncelikle bu zor dönemde herkese sağlık diliyorum. Daha önce de benzer salgınlar yaşanmıştı ama sanırım dünyayı küresel olarak en çok etkileyen bu salgın oldu. Çünkü dünya eskisi gibi küçük küçük ülkelerden oluşmuyor; tam tersine küçük bir köy gibi. Herkes her an dünyanın öbür ucunda birisinde çıkan bir hastalığı kolayca kapabilir. 

Ben şahsen kendimi evime kapadım, hayatımda fiziken kontak kurduğum insan sayısını 5-6 kişiye indirdim. Kendimi hijyen bir ortamda korumaya aldım. Sıkıcı bir hayat haline gelmemesi için de kendime yeni hedefler belirledim, spor yapmayı ihmal etmedim. Düzenli olarak yürüyüşler yaptım, arkadaşlarımla daha sıkı görüntülü görüştüm. Uzun soluklu projeler geliştirdim ve kendimi boş bırakmadım. Evimde özel hayatımı ayırdığım yer ile iş yaptığım yeri tamamen ayrıştırdım. İşime gider gibi iş yaptığım yere gidip, işimdeki gibi çalıştım. İşim bitince de oradan çıkıp normal özel hayatımı yaşadığım yere döndüm.

İşyerimdeki çalışma arkadaşlarımın sağlığını en öncelikle hedef olarak belirledik. Pandeminin hemen başlarında evden çalışmayı ilke haline getirdik. Ofise ve adliyeye sadece zorunlu hallerde ve tüm tedbirler almak kaydı ile gidilebilir. Toplu taşıma kullanılmasını yasakladık, araç kapasitemizi artırıp zorunlu olarak adliyeye ve ofise giden arkadaşları kendi araçlarımız ile taşıdık. Şoförlerimiz en kritik işi yaptılar diyebilirim. 

Pandeminin başlarında işlerin olumsuz etkileneceği çok belli idi; birçok işten çıkarmalar oldu. Ben tersini yaptım. Tüm çalışma arkadaşlarıma işlerini garanti ettiğimi, gerekirse zarar etmeyi göze aldığımı söyledim. Öyle değil mi; iyi zamanlarda birlikte çalışırken biriktirilenleri kötü zamanlarda paylaşmak gerekmez mi? Uzaktan çalışmak için sistemlerimiz zaten vardı. Kurumsal düzenimiz uzaktan çalışmamızı kolaylaştırdı. Zoom, diğer iletişim araçları ile büromuzda geliştirmiş olduğumuz Günce yazılımı sayesinde uzaktan da çalışabileceğimizi gördük. Tasarruf ettiğimiz seyahat zamanları ile verimliliği artırmaya ve özel hayat dengesini güçlendirmeye çalıştık. Bunda epey başarılı olduğumuzu düşünüyorum. Fakat evlere kapanmamız hepimizi biraz daha işkolik yaptı sanırım.  Sosyal ilişkilerimiz biraz zayıflamakla birlikte ekip çalışmamız biraz daha gelişti diyebilirim. 

Müvekkillerimizle uluslararası etkinliklerde yaptığımız etkileşimi, yeni ve potansiyel müvekkillerle tanışma imkanlarımızı kaybettik. Ancak kaybettiklerimizi telafi etmek için yenilikçi yöntemler geliştirdik, uyguladık ve daha etkili sonuçlar alabileceğimizi gördük. 

Bu tecrübelerimiz bize pandemi öncesine kadar yapmakta olduklarımızı sorgulamak, geliştirmek ve değiştirmek gerektiğini gösteriyor.  Pandemi bittiğinde hayat eskisi gibi olmayacak. Uluslararası ilişkiler ve etkinlikler daha çok çevrimiçi platformlarda olacak. Etkinliklere daha az insan gidecek, fakat daha dolu dolu olacak. İş yapış yöntemleri de değişecek. Raporlamalara yeni bir işlev gelecek. Fikri mülkiyet haklarının önemi daha da artacak, patent gibi kritik fikri mülkiyet hakları daha çok sorgulanır olacak, daha çok ARGE, daha çok basit buluşlar olacak. İletişim teknolojileri, biyoteknoloji alanında önemli ilerlemeler göreceğiz. Yeni bir tür fikri mülkiyet konsepti oluşacak ve yeni bir tür telif hakkı modeli ortaya çıkacak. Nelerin ortaya çıkacağını teknik gelişmeler ve onların ışığında yenilikçi düşünceler belirleyecek. Sadece bir bilim dalında değil birbirini tamamlayan 3-4 bilim dalında uzman olanlar bundan sonra göreceğimiz yenilikleri ortaya çıkaracaklar.  


Avukatlık mesleğine başlamanızdan ve sonrasında fikri mülkiyet alanı yönelmenizden bu yana sanırım 30 yıldan fazla süre geçmiş durumda. Bizlere neden avukatlık mesleğini seçtiğinizi ve özellikle de hangi gerekçeyle fikri mülkiyet hukuku alanına yöneldiğinizi aktarabilir misiniz? Hayatınızın devamında avukatlık mesleğinin dışına taşacak başka faaliyetleriniz olacak mı? Yazmayı ve üretmeyi sevdiğinizi de biliyoruz, gelecek yıllar daha fazla eser getirecek mi?

Ben kısa yoldan saygın bir meslek ve düzenli bir gelir elde etmek istiyordum. Öğretmenlik bunları karşılayan güzel ve rahat bir meslekti. Üniversiteye gitmeyi ve üniversite mezunlarının yapabileceği doktorluk, mühendislik ve avukatlık gibi meslekleri duyardım ama bu mesleklere erişebileceğimi hiç sanmazdım, hayalini bile kurmazdım. Öğretmen okulunun hukuki statüsünün değiştirilmesi üzerine öğretmen olabilmek için eğitim enstitüsüne gitmem, onun için de üniversite sınavına girmek zorundaydım. Madem bu sınava giriyorum başka alanlar da seçeyim diyerek hukuk fakültesini seçtim. Yani biraz tesadüf eseri avukat oldum. Ancak avukat olduktan sonra avukatlığın benim yetkinliklerime, emellerime çok daha uygun bir meslek olduğunu anladım. Çocukken okul törenlerinde çok konuşma yapardım, köylülerim ben çocukken bile akıl danışırlardı. Köy yerlerinde çokça görülen, nispeten anlamsız ve küçük olan ama bir köylü için hayati olan haksızlıklar yaşandığında çok içerlerdim. Kendi ailemde buna çok maruz kalmıştık. Avukat olunca içimde ben fark etmeden büyümüş olduğunu şimdilerde anladığım “adaletsizliği giderme, hakkı yerine getirme” duygusu parlayıverdi.

Henüz stajyer iken oldukça basit olan bir marka tescil işi yapmıştım, daha sonra kütüphanedeki tek marka kitabını okuyup yuttum. Küçük küçük marka işleri derken o zamanlar için çok ileri derecede bir hukuki mesele olan tanınmış marka, meşhur marka, tanınmışlığın sulandırılması konulu bir davanın içinde buldum kendimi. O dava hukukun ne kadar derin olduğunu ve yeteneklerimi ne kadar iyi değerlendirebileceğimi gösterdi, heyecan verdi. Böylece fikri mülkiyet hukuku alanında hızla gelişmeye başladım. Bir de fikri mülkiyet hukukunun toplumda yenilik ve buluşları, özgünlüğü destekliyor olmasına vurgun olduğumu söylemeliyim. Hayatta hep yenilik, özgünlük ve buluşlar peşinde oldum. Fakat benim esas değerli yönümün uyuşmazlıkların yönetilmesi, uzlaşma ile çözülmesi ve farklılıklardan zenginlikler çıkarılmasını arzu eden barışçıl, uzlaştırıcı yönüm olduğunu düşünüyorum. Aldığım davaları çözülmesi gereken sorunlar olarak görür, hızlıca uzlaştırmaya çalışırım. Haksızlık ve adaletsizlik son derece saçma ve mantıksız davranışlardır bana göre. Ülkemizdeki ve dünyadaki sorunların pek çoğunun saçma ve mantıksız davranışlar sebebiyle olduğunu düşünüyorum.  

Fikri mülkiyet hukuku alanının dışında çalışmalar yapıyorum ama yaptığım çalışmaların özü hukukun üstünlüğünü sağlamak hedefine yöneliktir.

Bunun için ise yargı teşkilatını, organlarını, hakim, savcı ve hakim gibi unsurlarını geliştirmeye, toplumu kaliteli yargı hizmetleri ile buluşturmaya, refahımızı hukukun üstünlüğü yoluyla artırmaya yönelik çalışmalar yapıyorum. Bu çalışmalar sırasında hukukun üstünlüğü ile yargı bağımsızlığının demokrasi ile ve refah seviyesi ile yakından bağını tespit ettim. Bu sorunların çözümü için yaptığım çalışmalara zamanımın çoğunu ayırıyorum. Artarak sürdüreceğim. Çok yakında “A’dan Z’ye Türk Yargı Reformu” adı altında kitaplaştırdığımız yenilikçi çözümlerimizi yayınladık.

Bu yöndeki çalışmalara devam edeceğim. Ortaya yeni kitap çıkarmak gerekiyorsa yazacağım.


Uzun süredir sınai mülkiyet hukukunun içerisindesiniz ve KHK’lar dönemi öncesini, KHK’lar dönemini ve 2017 yılından başlayarak Sınai Mülkiyet Kanunu (SMK) dönemini tecrübe ettiniz. Bizlere geçmişten bugüne sınai mülkiyet mevzuatı ve uygulamasında gözlemlediğiniz ilerlemeyi ve/veya duraksamaları, eğer varsa, ilişkilendirdiğiniz temel kırılma noktaları çerçevesinde aktarabilir misiniz? Buna ilaveten SMK çağın gereklerine uygun hükümler içermekte mi sizce, mevzuatın gözlemlediğiniz eksiklikleri nelerdir?  

Türkiye fikri mülkiyet hakları hukukunu ülkenin dış ülkelerle ilişkilerindeki dinamiklere ve menfaatlere endeksli olarak geliştirdi. Ülkemiz kendi içinde toplum ve ticaret hayatının ihtiyaçlarına söz hakkı tanımadı. Koruma duvarları arkasında iç üretimi ve ticareti cüce bıraktık. Siyasete ve hükümetlere sırtını dayayan sanayi ve ticaret tembelleşip parazitleşti. Sonuçta fikri mülkiyet hakları konusunda da kendi iç hukukumuzu yaratıp geliştiremedik. Yabancı eserleri telif ücret ödemeden tercüme ettiğimiz için bir süre Bern sözleşmesine kabul edilmediğimizi okumak benim için üzüntü vericiydi. 1980’de 24 Ocak kararları alınarak devlet bütçesi iflas ettiği için ülkeyi dış dünyaya açmak, o zamanların gözde siyasetçisi Turgut Özal’ın liberal ekonomi kurallarını bir bir uygulamaya koyması içerideki ekonomiyi – dışa bağımlı hale gelse de – büyüttü ve fikri mülkiyet hakları için seslerin yükselmesini sağladı. 1994’te iş dünyasının “AB ile Gümrük Birliği Anlaşması yapılmazsa mal satamaz hale geliriz” endişesini dillendirmesi üzerine bir gecede KHK’ler çıkarılarak fikri mülkiyet hakları düzenlendi. Kendi istikballerini ülkenin menfaatinden önce gören siyasilerin bu konuda anlaşamamış olması, ekonominin en hayati konusunun hukuken çok zayıf bir şekilde düzenlenmesine neden oldu. Neticede KHK hükümleri Anayasa Mahkemesi tarafından birer birer iptal edildi. O düzenlemelere göre gerçekleştirilen kazanımlardan en önemlisi insan kaynakları ve kurumsal yapı oldu. Türk Patent ve Marka Kurumu’nun (TÜRKPATENT) kurulması, fikri ve sınai haklar için uzmanlık mahkemeleri kurulması, vekillik müessesesinin oturmuş olması o zamandan bu yana ciddi kazanımlarımızdır. Ancak hukukun oturması bağlamında yaklaşık 20 yıllık bir tecrübe birikimi zayi olmuş bulunmakta.

SMK’nın TBMM’de kanunlaşması görüşmelerine katıldım. Birçok yönden başarılı bir kanundur. Benzer fikri mülkiyet haklarını tek kanunla düzenlemesi de isabetlidir. Hakların tüketilmesi bakımından uluslararası tükenme ilkesini benimsemesi bence çok hatalıdır. Ülkesel tükenme ilkesi benimsenmesi iç ekonomi için de uluslararası ilişkiler açısından da daha doğru olurdu. Çünkü Türkiye ekonomisi free shop gibi olan bir ülke değildir. Uluslararası tükenme ilkesi o ülkeler için iyidir. Kendi içinde üretim tesisleri bulunan ihracat yapan ülkeler için uluslararası tükenme ilkesi ekonomide katma değerli üretim yapılmasını, yenilik ve buluş yapılmasını baskılayan bir tercihtir. Türkiye’nin bu hatadan yakın zamanda dönmesini diliyorum.


Sınai mülkiyet haklarının tescil otoritesi geçmişte Bakanlık bünyesinde bir Daire iken, 1994 yılında Türk Patent Enstitüsü kuruldu ve sonrasında bu kurum geçmişle kıyaslanamayacak derecede büyüyerek Türk Patent ve Marka Kurumu adını aldı. Yargı tarafında ise yirmi yıldan uzun süredir Fikri ve Sınai Haklar İhtisas Mahkemeleri mevcut. Buna ilaveten istatistikler de hak sahiplerinin geçmişe kıyasla yoğun biçimde haklarını tescil ettirmeyi ve yargı yoluyla korumayı tercih ettiğini gösteriyor. Sizden artıları veya eksileriyle fikri mülkiyet hakları idari ve yargısal yapılanması hakkındaki görüşlerinizi rica edeceğiz. 

Türkiye, fikri mülkiyet haklarını önceleri hem hukuk ve hem de cezai koruma tedbirleri ile ölçüsüz denilebilecek yaptırımlarla koruyordu. Bu konuda, suç sayılan ihlallerin kapsamı daraltılarak ilerleme oldu. Bir hakkın varlığının açıklayan tescil belgelerine hakkın kurucusu imiş gibi bir etki bağlanması diğer önemli bir sorundur. Bu konuda da içtihatlarla gelişme sağlandı. Örneğin, birisi bir marka tasarlasa, tasarımcısına görsel tasarım için gönderse, tasarımcı bunu kendi adına marka olarak tescil ettirse markanın ilk yaratıcısı haklarını tescil ettirene karşı haklarını hala zorluklarla kullanabilir. Tabiri caizse deveye hendek atlatması gerekir. Önce tescili terkin ettirecek, sonra hakkını koruyacak. Bunu yapmak Türkiye’nin hukuk sistemi içinde yıllar alır. Bu durumda biraz yumuşama olmakla birlikte yeterli görmüyorum. Bununla birlikte hukuki belirlilik ilkesi idari tesciller ve tescil sürecine itirazlar yapılabilmesi ile çok güçlendirildi. TÜRKPATENT’tekine benzer bir ilan, itiraz ve yargısal denetim mekanizması olmadığı için telif hakları alanında daha derin ve karmaşık sorunlar ortaya çıkabiliyor. Türk Kültür Şurasında böyle bir sistem getirilmesinin yararlı olacağını söylediğimde bakanlık görevlisi bir hanımefendi önerimi beğenmedi. Hali hazırda kullandıkları sorunlu tescil sisteminin yeterli olduğunu iddia ederek tavsiyemi engellemek istedi, engel olamayınca da sinirlenerek salonu terk etti. Bürokratların düzenlemeleri kendi işlerini kolaylaştıracak tarzda yapması, zorluklarla bir hak konusu ortaya çıkaran vatandaşın hakkını korumak için “taklalar attığı” gerçeğini arka plana alması hakların yeterince gelişmemesinin bir başka nedeni. 

Bu konularda temel bir yapısal sorun ve çarpık yapılaşma var; ona dikkati çekmek isterim. Kültür Bakanlığı ve TÜRKPATENT idari kurumlar. Yaptıkları işlemler yargısal denetime açık. İdarenin yargısal denetiminde normalde idari yargı ve Danıştay görevli. Fakat TÜRKPATENT’in kararlarına karşı açılan davalara adli mahkemeler ve Yargıtay bakıyor; Danıştay bakmıyor. Çünkü marka ve haksız rekabet davalarına öncesinde de Yargıtay bakıyordu, “Yargıtay devam etsin” denildi. Ayrıca TÜRKPATENT’in işlerini özel hukuk işleri gibi görmek istediler, özellikle yabancılar. Bu hakların ticarette kilit rol oynaması davaların adli mahkemelerde görülmesini haklı kılıyor. Ancak idari bir kurumun davasının adli mahkemede görülmesi, mevcut adli ve idari yargıyı ayıran sistemimize göre hatalı. Fakat temeldeki bu yapısal sorun Türkiye’de yargı makamlarının ve hukukun ikiye ayrılmış olmasının yanında devleti idare edenlerin özel hukuk ilişkilerine çeşitli bahanelerle – en geçerlisi düzenleme bahanesidir – müdahale ediyor olmasıdır. Marka başvurusu reddedilenler ne yapıyor biliyor musunuz? Hemen bir siyasiye gidiyor, siyasiler devreye giriyor. Bildiğim kadarı ile TÜRKPATENT bu tür siyasi etki isteklerine başarı ile direniyor olsa da siyasiler sürece etki etmeye çalışıyorlar. Günün birinde siyasilerin etki etmekte başarılı olması kaçınılmaz. Beni şahsen ilgilendiren bir konuda siyasetin etkili olduğunu düşünüyorum. TÜRKPATENT’te vekiller için disiplin kurulu oluşturulacağında bu görevi hak ettiğimi fazlasıyla kanıtlayan bir özgeçmiş ile başvurmuştum. Kabul edilmedim; kabul edilenlerin benden daha çok hak ettiklerini ise asla kabul etmem. Kabul edilenlerin ise siyasi etki ve devlet yöneticilerinin tercihi nedeni ile atanmış olduklarına inanıyorum. İşte bu sebeple vatandaşın hakkını koruyacak olan kurumların siyasilerin asla etki edemeyeceği yargısal kurumlar olması gerektiğini savunuyorum.   

Ticaret sicili, tapu müdürlüğü ve TÜRKPATENT gibi kurumların tamamen yargısal kurumlar olması, tüm faaliyetlerinin yargısal denetime tabi olmasını ve tam bağımsız olan bir yargı organizasyonu içine yerleştirilmesini daha uygun olacağını düşünüyorum.  


Patent ve marka vekilliği mesleklerine ilişkin mevcut sınav sistemini, disiplin yönetmeliğini, mesleki kuralları nasıl değerlendiriyorsunuz? Eğer varsa, sorunlu alanlar sizce nelerdir? Mesleğin duayenlerinden birisi olarak tabloyu patent ve marka vekilliği mesleği bağlamında nasıl görüyorsunuz? 

Patent ve marka vekilliğini bu alanlardaki hukukun geliştirilmesi için oldukça yararlı ve vazgeçilmez olarak görüyorum. Bu hizmetlerin seviyesini ve kaliteli olacağını sınavla belirlemenin yeteri kadar sağlıklı olduğunu düşünmüyorum ama bundan emin olmamızı sağlayan bir eğitim sistemi ve kurumu olmadığı için sınav yapılmasını zaruri buluyorum. Sınavların, sınava girenlerin ayrıcalıklı bir meslek grubu oluşturmasını önleyecek şekilde ve sıklıkta yapılması gerekir. Sayı fazlalığının işlerin azalmasına yol açacağı, ekonomik olarak vekilleri zorlayacağı gibi gerekçelerin sınavların sayısına, sıklığına ve mesleğe kabul edilen vekil sayısına etkili olmamasını diliyorum.

Disiplin yönetmeliği oldukça kapsayıcı çalışmalar sonucunda oluşturuldu. Ancak bunun uygulamasının TÜRKPATENT’ten tam anlamıyla bağımsız olması gerekir. TÜRKPATENT’teki uzmanlar da aynı disiplin kurallarına ve uygulamasına tabi olmalılar. Vekilleri disiplin yönetmeliğine tabi tutarken TÜRKPATENT’teki uzmanları tabi tutmamayı, onların başka bir disiplin sistemine tabi olmasını, verilen hizmetin vekillerle uzmanların ortak çabası sonucu olması ile bağdaştıramıyorum. Mevcut durumda bir bakıma TÜRKPATENT kendisi ile iş yapanları disiplin bakımından denetler gibi oluyor. Bu durum ABD’de bazı eyaletlerde avukatların ruhsatlarını aldığı mahkemeler tarafından denetlenmesine benziyor. Vekiller TÜRKPATENT’ten tam bağımsız olmalılar, disiplinlerini de mesleki kuruluşları vasıtasıyla kendileri halletmeliler.  


Türkiye’de ve yurtdışında fikri mülkiyet hakları alanında faaliyet gösteren çeşitli sivil toplum örgütlerinin üyesi olduğunuzu biliyoruz. Alanda faaliyet gösteren sivil toplum örgütlerinin temsil güçleri ve etkileri sizce olması gereken düzeyde mi? Batı demokrasilerinde sivil toplumun görüşleri en az kamununki kadar değer görüyor mevzuat oluşturulurken; Türkiye’de özellikle de fikri mülkiyet alanında tablo böyle mi sizce?

Türkiye şartlarına göre bu alanda yeterli sayıda sivil toplum kuruluşu olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de sivil toplum kuruluşlarının gelişmeye ihtiyacı olduğu da bir gerçek. Örneğin marka ve patent vekillerinin, tamamını kapsayan ve ileride kamu kurumu niteliğinde bir meslek kuruluşuna dönüşecek bir birlikteliğe ihtiyacı var.

Türkiye’de mevzuat oluşturma çalışmalarına sivil toplum formalite icabı dahil ediliyor kanaatindeyim. Genel olarak bürokratlar ve onların yöneticileri sürece hakim oluyorlar ve karar verici oluyorlar. Sivil toplum kuruluşlarının zorlukla ortaya çıkardığı değerli görüşler ne yapılıyor bilmiyoruz. Sivil topluma önerilerinin alındığına dair bir mektup bile gönderilmiyor, okunup okunmadığı bile şüpheli kalıyor. Sunulan önerilerin ne olduğu, kabul edilip edilmediği, kabul edilmiyor ise gerekçeleri asla bildirilmiyor. Kapalı kapılar ardında ve siyasi türlü manevralar oluyor. Bu da sivil toplumun mevzuat yapımına katılım arzu ve isteğini köreltiyor.


Fikri haklar ve koruması sizce günümüzde Türkiye’de hak ettiği değeri görüyor mu, yoksa sadece kağıt üzerinde veya söylem düzeyinde mi önemseniyor? Bu alandaki önemli eksiklikler nelerdir ve halk veya ticaret dünyası bu hakların önemini içselleştirmiş durumda mı? 

Fikri hakların diğer haklara göre daha iyi korunduğunu düşünüyorum. Örneğin uzmanlaşmış mahkemeler kuruldu ve görece olarak iş yükleri daha hafif. Verdikleri kararlar daha gerekçeli oluyor. Ancak korsanlık ve taklitle mücadele konusunda sıkıntılar yüksek. Savcılıklar ve mahkemeler çıtayı çok yükselttiler. Arama ve toplatma kararları çok daha zor şartlarda veriliyor. Gümrüklerde farkındalığın çok yüksek olduğunu ve etkili sonuçlar alınabildiğini gözlemliyorum.


Birikimlerinizi aktarmayı, birey veya sivil toplumun bir parçası olarak çalışmalarınızı ve yazıp üretmeyi önemli bir uğraş olarak benimsediğinizi biliyoruz. Üretmenin ve fikri mülkiyet eğitiminin/yazınının önemi hakkında neler söylemek istersiniz. 

Fikri mülkiyet hakları ulusların ilerlemelerinin ve uygarlığın temelini koruyor.  Sanayi devrimi, bilgi çağı ve bundan sonra hızlanan ilerlemeler hep fikri mülkiyet haklarının konusu. Bu konuda konulan her taşın altın değerinde faydası var. Doğru yanlış demeden düşünmeye, yazmaya ve üretmeye devam etmeliyiz.


Meslek hayatınızdan gülerek veya derin düşüncelere dalarak hatırladığınız anıların sayısının çok olduğunu tahmin etmekle birlikte, sizde en çok iz bırakan bir veya birkaç mesleki anınızı bizimle paylaşabilir misiniz?

Sağra şirketinin avukatıyken çikolata için oluşturdukları “Jumbo” markaları, Jumbo çatal kaşık firmasının davası sonucu iptal edildi. Mahkemenin verdiği ihtiyati tedbir kararına büyük bir stokla yakalanan şirket büyük zarar gördü. Bölgesinde 1.500 kişiye istihdam sağlayan şirket o zarardan sonra bir daha kendine gelemedi. Ordu’daki fabrika birkaç kere kapandı. Markalarını tescil de ettirmişlerdi. Fakat tanınmış marka nedeniyle markayı kullanamadılar, malları depolarda kaldı. O zamanlar tanınmış marka koruması ile tanınmışlığın sulandırmasına karşı koruma mefhumları şimdiki kadar ayrışmamıştı. Tescil sistemi şimdiki kadar açık değildi. Marka kanununu hazırlayanlar bilinçli olarak tanınmış markalara mehaz uluslararası sözleşmede öngörülenden çok daha fazla koruma vermişlerdi. Sağra şirketi bu fazla korumanın mağduru olmuştu. Fazla korumayı tespit edince kanunu değiştirmek gerektiği düşüncesi ile o zamanın ticaret bakanına gittik, durumu anlattık. Bakan, Müsteşar da ikna olursa değiştirelim dedi. Müsteşar da ikna oldu. Bizi o zamanki Sınai Mülkiyet Dairesi başkanına gönderdi. Başkanın odasında kanunda yapılması gereken değişiklik hakkında konuşurken görevlinin biri Sarelle markasına benzeyen bir marka başvurusu dosyası ile odaya girdi. Gaziantep’te bir vatandaş sakız ve balon ürünleri için Sarelle isimli bir marka başvurusu yapmıştı. Daire başkanı, müvekkile dönerek dedi ki “biz kanunun bu hükmü sayesinde sizin Sarelle markasını bu tür başvurulara karşı koruyoruz. Kanun hükmünü uluslararası sözleşmeye uygun olarak düzeltirsek koruyamayacağız. Hala devam etmek ister misiniz?” diye sordu. Müvekkil o anda “Sarelle markasını riske atamayız” diyerek kanun değiştirtme çabalarını o anda sonlandırdı.

Beni düşündüren bir durumdu. Eğer o zamanki marka hukukumuz şimdiki kadar gelişmiş olsaydı hem Sarelle markası korunurdu hem de Jumbo çikolata markası ve ürünleri zayi olmazdı…


IPR Gezgini’ni takip ediyor musunuz? Sitenin Türkiye’de fikri haklar alanına katkısını olumlu veya olumsuz yönleriyle değerlendirebilir misiniz? Bizlere kendimizi geliştirmemiz için önerileriniz olur mu?

İstediğim sıklıkla değil ama IPR Gezginini hayranlıkla takip ediyorum. Fikri mülkiyet hakları konusunda çok güzel bir damar yakalayarak geliştirdi. Türkiye’nin fikri haklar camiasına, hukukuna ve sektörüne çok değerli katkıları var. Uluslararası yayınlar gibi ürün gamını çeşitlendirmesini, Türkiye dışında da güçlenmesini ve bölgesel bir hale gelmesini dilerim. Bu yönde de gelişeceğini hissediyorum. Benimle bu röportajı yaparak düşüncelerimi duyurmama yardımcı olmasından dolayı ayrıca ve candan teşekkür ediyorum.


Mehmet Bey’e bize ayırdığı zaman ve verdiği samimi yanıtlar için çok teşekkür ediyoruz. Umuyoruz ki söyleşiyi okuyanlar da bizler kadar keyif almıştır.

Sonraki konuğumuzla yapılacak söyleşide görüşmek üzere!

IPR Gezgini

Temmuz 2021

iprgezgini@gmail.com

2 thoughts on “SÖYLEŞİYORUZ #VI – Avukat MEHMET GÜN BİZLERLE!”

  1. Mehmet bey Türkpatent’e siyasi etki olabileceğini iddia ediyor ama kendisi de en ufak bir uyuşmazlık durumunda önce bakana sonra müsteşara sonra da onların yönlendirmesiyle enstitüye giderek kanunu değiştirtmeye çalıştığını da anlatıyor. Bu ne menem çelişki böyle…

    1. Sn. Mehmet Gün’ün yoruma yanıtı aşağıdaki şekildedir:

      Söyleşide bahsettiğim, Bakana ve müsteşara intikal ettirdiğimiz olay 1984 yılında, Markalar Kanununun Paris Sözleşmesine aykırı olan hükmünün düzeltilmesi konusundadır.

      Kanundaki aksaklığın iletileceği makam o tarihte de bu yıllarda da ilgili bakanlıktır.

      1984’ten çok sonra 1994’te kurulan Türk Patent’e marka tescil işlemlerine siyasi etki çabası ile kanundaki hatanın giderilmesi için siyasilere başvurulması arasında dağlar kadar fark vardır.

      Arzuhan hanımın söyleşiyi dikkatli okumadığını sanıyorum.

Bir Cevap Yazın