SÖYLEŞİYORUZ#III – Prof. Dr. FEYZAN HAYAL ŞEHİRALİ ÇELİK BİZLERLE!

IPR Gezgini “Söyleşiyoruz” Nisan ayı söyleşimizden herkese merhabalar. Bu ayki konuğumuz Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Feyzan Hayal ŞEHİRALİ ÇELİK!


Ankara Üniversitesi’nin özel hukuk alanında yetiştirdiği değerli akademisyenlerinden biri olan Sayın ŞEHİRALİ ÇELİK’in ticaret hukuku bilim dalında ve sınai mülkiyet hukuku alanındaki eserleri ve çalışmaları ile literatüre sağladığı katkı, kendisini IPR Gezgini “Söyleşiyoruz” Nisan ayı sohbetine davet etme isteğimizi ortaya çıkardı.

Feyzan Hocamıza bizimle söyleşmeyi kabul ettiği için teşekkür ediyor ve bir gün bu söyleşiyi yüz yüze yapabilmeyi umarak başlamak istiyoruz. Bugünkü sohbetimizde IPR Gezgini adına soruları site yazarı Elif AYKURT KARACA yöneltecek.



Başında EAK yazan kısımlar IPR Gezgini’nin soruları;  ile başlayan kısımlar ise Feyzan Hocamızın yanıtlarıdır. Şimdiden keyifli bir okuma diliyoruz.



EAK: Feyzan Hocam, öncelikle okurlarımız için kendinizden biraz bahsedebilir misiniz? Feyzan Hayal ŞEHİRALİ ÇELİK kimdir ve hangi tecrübeler veya deneyimler bugünkü sizi oluşturmuştur? Bu noktada varsa sizi etkileyen isimleri de öğrenmek isterim.

FÇ: Asıl ben size teşekkür ederim. İlgiyle takip ettiğim IPR Gezgini okuyucularıyla sizin aracılığınızla buluşabilmek beni çok mutlu etti.

Elif Hanım, ben bu sorunuzu hayatımın kısa özeti ve bu özette mutlaka anılması gereken olay ve kişiler olarak algılıyorum. Gerçekten, herkesin olduğu gibi benim de hayatımda önemli saydığım duraklar, iyi ki yolum kesişmiş dediğim insanlar ve tabii ki hiç yaşamamış olmayı istediğim olaylar oldu. Her bir yaşanmışlığın karakterimiz, kişisel ilişkilerimiz ve profesyonel tercihlerimiz üzerinde bir şekilde etkisi oluyor mutlaka, hatta deneyimlerimizle zaman içinde değişiyoruz. Benim yolculuğum 1973 yılında Samsun’da başladı. Babam Trabzonlu, annem Gümüşhaneli, yani tam bir Karadenizliyim. Doğup büyüdüğüm coğrafyanın mizacım üzerinde etkileri vardır herhalde. Biraz doğrucu davut, anında tepki veren, aklından geçeni açıkça söyleyen, duygularını gizleyemeyen bir yapım var. Bir de tezcanlıyımdır, belirsizlik ve sürüncemede kalan işler beni çok rahatsız eder. Bunun yanı sıra mücadeleci bir ruhum olduğunu belirtmem gerek. Kolay kolay pes etmem, zordan kaçıp kolaya sığınmam.

Çocukluğum Samsun’da geçti. 5 buçuk yaşımdayken ilkokula başladım. İlk kayda gittiğimizde, küçüğüm diye bir süre kayıtsız gelsin demişlerdi hatta. İlkokulun ardından Samsun Anadolu Lisesi’ne girdim. Okulumuz gerek fiziki şartları gerekse öğretmen kalitesiyle nitelikli bir okuldu. Benim de dâhil olduğum 1990 yılı mezunlarının neredeyse tamamının çok iyi üniversitelere yerleşmiş olmaları ve çok farklı alanlardaki meslek hayatlarında da aynı başarıyı sürdürmeleri benim için ayrı bir gurur kaynağıdır. Bu vesileyle, bizi yetiştiren bütün öğretmenlerimizi şükran ve saygıyla anmak isterim.

Üniversiteye hazırlık döneminde çok büyük bir kararsızlık yaşamadım. Fen bilimlerine hiç ilgim olmadı. Bir aralar yakın çevremden tıp okumam yönünde telkinler olsa da kan görmeye dayanamayan biri olarak bu olasılık benim için baştan elenmişti. Benim ilgim daha çok dil, sanat ve sosyal bilimlere yönelikti. Bir ara aklımdan konservatuar geçse de ilerisini tam göremediğim için buna cesaret edemedim. Sanırım haksızlığa tahammül edemeyen yapımın da etkisiyle hukuk okumaya karar verdim. 1990’da tek tercihim olan Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazandım ve Ankaralı yıllar başladı. Üniversite hayatım Cebeci’deki Fakülte ile Sıhhiye’deki Kızılay Yurdu arasında geçti. Yurt hayatının bende yeri ayrıdır. Güzelliklerinin yanı sıra zorlukları da olan bir dönemdi. Sıcak su biter, çalışma salonunda birileri sandalyeni alır gider, telefon kuyruğunda kavga çıkar, sabah erken çalışmaya kalkarsın soğuktan dişlerin takırdar, yorganın altında giyinirsin… Anlayacağınız mücadelenin tam göbeğindeyiz, başka türlüsü mümkün değil. Bu arada hâlâ sevmem kışın kaloriferin düzgün yanmamasını, kemiklerim şöyle ısınsın isterim hep. Bir de yurttaki telefon anonslarının hafızamdaki izleriyle birinden bahsederken hep ad ve soyad birlikte söylemişimdir uzun yıllar boyu. Yeni yeni kurtulabildim bu alışkanlıktan… Yurtta geçen yıllarım Ankara’daki öğrencilik dönemimim çok özel anlarıdır benim için. Belki de hayatı tanıma deneyimimin ilk ve gerçek adımı…

Fakülte yıllarımı normal bir öğrenci olarak geçirdiğimi söyleyebilirim. Belirtmem lazım, hiçbir zaman en önde oturup hocanın ağzından çıkan her kelimeyi not alan öğrencilerden olmadım. Hatta o koskocaman amfide insan kendini biraz küçük bile hissediyordu. Derste hocaya soru sormak zaten çok yüksek bir özgüven gerektirirdi ki o da pek çoğumuzda yoktu o zamanlar. Bu durum benim açımdan 1994 yılında fakülteyi bitirip yüksek lisans yapmaya başlamamla değişti. Artık zaten toplam dört kişi olarak kazandığımız ticaret hukuku yüksek lisans derslerinde hocalarla birebir iletişim halinde olmak zorundaydık. Hocalarla yakın temas kurma fırsatını yakaladığım bu dönem, benim de kendimi tanımama, akademik merak ve araştırma yönümü keşfetmeme vesile oldu. Aslında ticaret hukukunu sevmeye başlamam da ilk bu döneme rastlar diyebilirim. Belki şaşıracaksınız ama ben fakültedeki öğrencilik yıllarımda ceza hukukunu çok severdim. Hatta bir ara ceza hakimliğine bile özenmiştim. Ama gerçek doğruyu bulamama, birilerine haksızlık yapma ihtimali beni o kadar ürkütmüştü ki bırakın ceza hakimliğini, herhangi bir hakimliğin bana uygun olamayacağını taa en başta anlamıştım. Hâkim olmasam da ceza hukukunda yüksek lisans yapabilirim diye düşünürken, Cebeci Köylüler Sokak’ta bir teras katında fakülteden arkadaşlarım Özden ve Hacer’in teşvikiyle ticaret hukukuna yönelmeye karar verdim. Bu karar da, hayat çizgimin yönünü belirleyen bir duraktır benim için. Ticaret hukuku yüksek lisansıyla birlikte Ankara Barosu’nda avukatlık stajına da başladım. Şimdi olduğu gibi, o zaman da staj grupları vardı. Benim dâhil olduğum staj grubunun başkanının yüksek lisans derslerine gitmeme izin vermemesi üzerine bir çözüm bulmaya çalışırken Av. Semih Güner’le tanıştım. Semih Bey staja onun grubunda ve bürosunda devam edebileceğimi, derslere gitmemin sorun olmayacağını söyledi. Böylelikle Semih Bey’in bürosunda yüksek lisans derslerime giderek stajıma devam ettim. Semih Bey’in bürosunda geçirdiğim dönemde, sonraki meslek hayatımın temelinin atıldığını söylesem abartmış olmam. Çünkü yüksek lisans tezimi o büroda, onun bilgisayarında yazdım. Semih Bey akademik çalışmalara çok meraklıydı ve tezimi yakından takip ediyordu. En baştan beri tezin kitap olacağına inanmıştı. Dediği gibi de oldu gerçekten. Bu açıdan Semih Bey, benim akademik yönümü fark eden ilk kişilerdendir. Bir de yüksek lisans aşamasında ders aldığım Prof. Dr. Hikmet Sami Türk’ten söz etmem gerek. Hoca’nın dersinde ödev sunumumu yaparken, sınıftaki diğer arkadaşlara sorular yönelterek onları da derse dâhil etmeye çalıştığımı görünce bana “Sende bir hocalık ruhu var, asistan olmayı düşünüyor musun?” diye sormuştu. Gerçekten de araştırmayı çok seviyordum. Avukatlık stajım boyunca yapmaktan en çok keyif aldığım çalışmalar araştırma odaklı olanlardı. Semih Bey’in ve Hikmet Sami Hoca’nın öngörüleri doğru çıktı. 1997 yılının Mart ayında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne araştırma görevlisi olarak akademik hayata adım attım. Asistanlığımın ilk aylarında “Patent Hakkının Korunması” adlı yüksek lisans tezim yayımlandı. O zamanlar yüksek lisans tezlerinin yayımlanması çok yaygın değildi. Belki o yüzden, belki konunun yeni olması nedeniyle hocaların da ilgisini çekti ve takdirini kazandı. Prof. Dr. Turgut Kalpsüz’ün benim için o kendine özgü üslubu ve nezaketiyle “Âti vadeden bir hanımefendi” diye bahsettiğini duyduğumda nasıl mutlu olduğumu anlatamam. Bir de Prof. Dr. Sabih Arkan’ın tez savunmamdan hemen sonra “Teziniz ne zaman yayımlanacak? Size atıf yapacağım.” dediği anı hiç unutamam. Tevazunun, karşındakini önemsemenin aslında ne büyük bir erdem ve bir o kadar da özgüven olduğunu belki de ilk o zaman fark ettim bilemiyorum. Bir de yolun başındakilere verilen elin bir ömür boyu unutulmadığını… Bu sözlerin söylendiği o gün, bugün gibi aklımdadır.

Yüksek lisansımı bitirdikten sonra yine Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde ticaret hukuku doktorasına başladım. Doktora ders aşamasını bitirip yeterlik sınavını geçtiğim dönemde fakülte koridorlarında bir burs ilanı gördüm. Konrad Adenauer Vakfı’nın Almanya’ya doktora bursu ilanı… Ve başvurusu süresinin dolmasına birkaç gün kalmış. Kürsümüzün hocalarına konuyu açtığımda olumlu baktılar ve hızlıca başvuru belgelerini tamamlayıp başvurumu yaptım. Dosya üzerinde inceleme yapıldıktan sonra mülâkata çağrıldım. Hâlâ aklım almaz burs komisyonu üyeleriyle nasıl Almanca konuşabildim diye. Ama yapmıştım işte. Bursu kazandım. Bu arada ilk kez ortaokulda ikinci dil olarak öğrendiğim Almancamı fakülte ve yüksek lisans dönemimde Alman Kültür Merkezi kurslarıyla ilerletmeye çalışmam sanırım yaptığım en akıllıca işlerden biri olmuştu. Münih Ludwig Maximilians Üniversitesi’nde doktora bursunu kazanmam hayatımdaki bir diğer önemli duraktır. O zamanlar şimdiki kadar kolay ve yaygın değildi yurt dışına gitmek. 26 yaşında tek başıma ve bilmediğim bir ülkedeydim. Almanca gramer bilgim çok iyiydi ama konuşma pratiği çok sınırlıydı. Biriyle telefonda konuşmam gerekecek diye aklım çıkıyordu, çünkü anlayamıyordum söylenenleri, yüz yüze olunca ağız hareketlerinin avantajını kullanmaya çalışıyordum. Almanca dinlediğim derslerden çıktığımda kafam çatlayacak gibi ağrıyordu. Münih’te geçirdiğim yaklaşık beş yıllık dönem hayatımın en zor ve bir o kadar da güzel zamanları oldu benim için. Doktoraya kabul edilmeme rağmen danışmanım Prof. Dr. Lehmann’ın isteği üzerine önce yüksek lisans, ardından doktora yaptım. Münih’te bulunduğum süre boyunca akademik çalışmalarımı fikri mülkiyet alanında faaliyet gösteren Max Planck Enstitüsü’nde yürüttüm. Bu Enstitüdeki yıllarım benim için çok değerlidir. Burada bütün dünyadan fikri mülkiyet alanının önemli isimleriyle bir arada bulunma ve insana “Aslında hiç birşey bilmiyorum” hissini veren devasa kütüphanede çalışma olanağına sahip oldum. O kütüphanede çalışırken aldığım haz inanın hiç eksilmedi, hâlâ gittiğimde aynı heyecanı ve sükûneti hissediyorum. Ama bence en büyük şansım, yolumun Dr. Eva Marina Bastian’la kesişmiş olmasıydı. Max Planck’ta akademik uzman olarak çalışan Eva, Münih’li yıllarımda benim en büyük destekçim, yardımcım ve yol göstericim oldu. Üzerimde emeği büyüktür, hakkını ödeyemem. Anmadan geçemeyeceğim bir diğer isim, dünyaca ünlü akademisyen Prof. Dr. Joseph Straus’tur. Prof. Straus, geceleri üç saat kadar uyuyan çok önemli bir patent hukukçusudur. Onunla birlikte bir seminer ödevi hazırlama şansını yakalamıştım. Amerikan patent hukukuna ilişkin olarak hazırladığım çalışmadan çok etkilenen hoca, “Bir Türk olarak bunu nasıl yazdınız?” diye sormuştu ve bana her türlü desteği vermeye hazır olduğunu söylemişti. Sonradan Almanca olarak yayımlanan bu çalışma, Prof. Straus ile yolumun kesişmesine ve beni sonraki yıllarda da hep desteklemesine vesile olmuştur. Max Planck’taki özgür ve cömert akademik ortam, hocalar ile diğer araştırmacıların her zaman iletişime açık ve erişilebilir olmaları, ben de dâhil bütün yabancı öğrenciler açısından bulunmaz fırsattı. Enstitü’deki günlerimde yaşadığım bir diğer güzel olay, Avrupa Patent Ofisi’nden Christoph Bruhn’un talebi üzerine Türkiye’nin ilk fikri mülkiyet hukuku ihtisas mahkemesi hâkimlerine Milano’da ders vermeye gitmem olmuştu. Münih Max Planck’tan gelen uzmanın bir Türk olduğunu öğrenen hâkimler ufak bir şaşkınlık yaşamışlardı tabi. Hâlâ tebessümle anarız Türkleri İtalya’da bir araya getiren bu olayı. İyi ki de gelmişiz… 2003 yılında başlayan ilişkimiz hep devam etti, aralarına çok değerli yeni isimler de katıldı. Fikri mülkiyet hukukunun teorisini uygulamasıyla onlar sayesinde buluşturabildim, ete kemiğe büründürebildim. Sanırım bu hep böyle devam edecek.

Elif Hanım, belki çok uzun anlattım Almanya yıllarımı ama inanın hâlâ heyecanlanıyorum hatırladığımda. İyi ki gitmişim, iyi ki o insanları tanımışım. Orada geçirdiğim yılların bana gerçekten çok şey kattığına, tanıdığım insanlardan ve bulunduğum çevreden çok şey öğrendiğime inanıyorum. Bir kere insanın uyum gücü yükseliyor. Farklılıkların zaten başlıbaşına bir kazanç ve öğrenilecek bir şey olduğunu düşünürüm hep. Bir de insanın dışarıdan kendisine bakabilmesini çok önemsiyorum. Ancak o zaman kendimizi tam anlamıyla görebiliyor ve objektif olarak değerlendirebiliyoruz. Alman disiplinini söylemeye gerek yok, gerçekten var böyle bir şey. Ama kendimde de bu özellik epey güçlü olduğundan ayak uydurmakta hiç güçlük çekmedim. Almanya yıllarımda beni çok etkileyen bir diğer gözlemim de, insanların yaptıkları işe önem vermeleri ve saygı duymalarıydı. Önemsiz iş yoktu, her iş yapılmak için vardı ve iyi yapılması gerekiyordu. Bu motivasyonla olsa gerek, insanların işlerini yaparken mutlu olduklarına tanıklık ettim, en çok da günde belki binlerce defa “merhaba” ve “güle güle” demelerine rağmen bir an bile suratını asmayan kasiyerlere hayret etmişimdir. Münih Ludwig Maximilians Üniversitesi’nde doktoramı tamamladıktan sonra 2003 yılının ikinci yarısında Ankara’ya döndüm ve Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde bıraktığım yerden devam etmeye başladım. Daha önce de söylediğim gibi değişimleri kolay uyum sağlayabilen biriyim. Sonuçta burası kendi ülkem, burada doğdum, büyüdüm. Ama tabi ki zaman zaman olmadık sorunlarla karşılaştığımda, bazen gereksiz ya da uzmanlık alanımla ilgisiz bazı işlerle zamanım heba olup gittiğinde gerçekten üzülüyorum. Akademik hayat sabır ve emek isteyen bir meslek. Ama belki bunlardan daha çok sevgi vermek gerekiyor. Bu işi gerçekten severek yapan insanlar, herhangi bir dışsal motivasyon olmaksızın araştırmaya, öğrenmeye, anlatmaya ve yazmaya devam ediyorlar, hem de hayatlarının sonuna kadar. Benim bu meslekte en çok hayranlık duyduğum kişiler işte bu öğrenme isteğini kaybetmeyen ve düşünüp sorgulamaya devam edenler. Bu kişiler, olaylara çok yönlü bakabiliyor ve bütünün tamamını görebiliyorlar. Bana ilham kaynağı olmuş kişiler arasında mutlaka anmak istediğim bir isim Prof. Dr. Yaşar Karayalçın’dır. Belki garip gelebilir size ama ben hâlâ Yaşar Hoca’nın 1960’lı yıllarda yazdıklarını okuduğumda bir şeyler öğrenebiliyorum. Bazen kafama çok basit gibi görünen ama güncel kitaplarda hiç yer verilmemiş bir şeyler takılır. Böyle anlarda onun yazdıklarıyla toparlandığım çok olmuştur. Düşünün, bir şey yazmışsınız, üzerinden yarım asrı aşkın süre geçmiş, yine de değerli, hâlâ size söylediği bir şey var. Herhalde bu mesleğin insana yaşatabileceği en büyük hazlardan biridir. Yaşar Hoca’yı en son İsmail Hoca ve Çağlar Hoca ile birlikte ona 90. Yaş armağanı olarak yazdığımız Anonim Şirketler Hukuku kitabını sunmaya gittiğimizde gördüm. Masasının üzerinde bir kavanoz Sarelle, yanında pötibör bisküvi paketi. Kendi eliyle yaptığı sandviçleri ikram etmişti bütün samimiyetiyle. Ondan geriye kalan unutulmaz bir andır benim için.



EAK: Bildiğim kadarıyla akademisyenlik kariyerinizden önce iki yıl süreyle avukat olarak çalıştınız. Ancak sonrasında, 1997’de, akademisyen olarak Ankara Üniversitesi bünyesine katıldınız. Avukatlık tecrübesinden sonra akademisyen olmaya nasıl karar verdiniz ve bizlere akademideki ilk günlerinizden bahsedebilir misiniz?

FÇ: Daha önce de söylediğim gibi 1994 yılında fakülteyi bitirir bitirmez yüksek lisansa ve aynı anda avukatlık stajına başladım. Esasen araştırma görevlisi olmadan önce Semih Bey’in bürosunda geçen zamanda oldu bu avukatlık deneyimi. Aslında tam bir deneyim olup olmadığına da emin değilim. Semih Bey’in bürosunda ağırlıklı olarak tezimi yazdım ve kısmen avukatlığın dilekçe yazma kısmıyla ve kooperatif genel kurullarıyla ilgili uyuşmazlıklara ilişkin bilirkişi raporlarıyla uğraştım. Aslında avukatlık stajını yaparken akademisyen olmak istiyordum ama sınav açılana kadar büroda zaman geçirmiş oldum. Zaten Semih Bey sürekli sen avukatlık yapmamalısın, asistan olmalısın diyordu. Az sayıdaki hacze gitme tecrübemin de hüsranla sonlandığını hatırlıyorum. Hiç unutmam bir seferinde bürodaki diğer avukat arkadaşla birlikte hacze gitmiştik. Dönüşte icra memurunun yolu uzatması üzerine adamla hafif çaplı bir gerginlik yaşanmıştı. Büroya geri geldiğimizde ikimiz iki yandan sinirle anlatıyoruz olanları. Semih Bey gülmeye başladı halimize. Bir şey yok bunda, adam yemek yedirmenizi beklemiş sadece demişti.

1997’nin başında Siyasal Bilgiler Fakültesi Ticaret Hukuku Anabilim Dalı araştırma görevlisi ilanı verdi. Buraya başvurdum. Aynı zamanda Hukuk Fakültesi’nin de ilanı oldu ama sınav tarihi henüz belli değildi. Daha sonra Hukuk Fakültesi’nin sınav tarihi de belli oldu, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin sınavı ile aynı gün ve aynı saat ilan edildi. Yani birinden birini tercih etmem gerekiyordu. Siyasal’ın kürsü hocalarından aynı zamanda Fakültenin Dekanı olan Prof. Dr. Celal Göle’yi hiç görmemiştim. Prof. Dr. Zühtü Aytaç’ı ise yüksek lisans dersleri sırasında tanımıştım. SBF bende farklı bölümleriyle biraz daha renkli ve iletişim açısından biraz daha rahat bir ortam hissini yaratmıştı. Kararımı verdim. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin sınavına girdim ve kazandım. 1997 yılı 12 Mart tarihi itibariyle Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Ticaret Hukuku Anabilim Dalı araştırma görevlisi ve Mülkiye ailesinin bir ferdiydim. Kürsüde Prof. Dr. Sait Kemal Mimaroğlu’nun asistanlığını yapmış Celal Hoca ve Zühtü Hoca’nın dışında hâlen Anabilim Dalı Başkanımız olan Korkut Hoca vardı. Benim gelmemden kısa bir süre sonra Korkut Hoca bir yıllığına yurt dışına gitti. Bu arada doktoraya da başlamıştım. Oldukça yoğun bir dönemdi benim için. Doktora dersleri için hazırlanan ödevler, sınavlar, kürsünün işleri derken zaman nasıl geçiyor anlamıyordum hiç. Hatta az işim varmış gibi doktorada iki ayrı seminer yazmıştım. Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü araştırma ve ödev hazırlama faaliyetlerimin ana merkeziydi. Cebeci Kampüsü’nde geçirdiğim süre daha da uzamıştı, yoğun ve yorucu bir dönemdi. Ama yaptığım her işi severek yaptım. Her zaman çok sıkışıktım ama çok şükür her işi süresinde halledebildim. O zamanlar asistan maaşları şimdikinden çok daha düşüktü. Maddi açıdan çok rahat bir dönem değildi ama hep ihtiyaç olunca bir yerlerden ufak tefek de olsa ekstra bir gelir olurdu. O nedenle maddi boyutunu hiç sorun etmedim kendime. Kürsü içinde uyumlu, güzel bir ortam vardı ve kendimi şanslı görüyordum. İki yıl kadar süren bu ilk asistanlık döneminden sonra Almanya’ya gittim.



EAK: Hali hazırda ticaret hukuku bilim dalında görev yapıyorsunuz. Fikri mülkiyet ile ticaret hukukunun kesişim noktasını biliyoruz ancak sizin bu alana nasıl ilgi duyduğunuzu merak ediyorum. Alana ilgi duymanızı sağlayan olay veya kişi neydi? Bu alanda eser üretmeye başlamanızdaki süreçten bahsedebilir misiniz? Ayrıca alana verdiğiniz ve vermeyi planladığınız katkılar nelerdir?

FÇ: Açıkçası benim fikri mülkiyet hukuku alanına ilgi duymam tam bir tesadüf. Yüksek lisans ders aşamasını tamamladıktan sonra tez aşamasına geçtim. Kendime bir tez konusu ve tez danışmanı bulmam gerekiyordu. 551 sayılı Patent Haklarının Korunması Hakkında KHK yeni yürürlüğe girmişti. Duymuşum bir yerlerden demek ki. Patent konusu ilginç geldi bana. Aslında konuyu bildiğimden değil, tam tersine öğrenmek istediğimden. Şimdi düşünüyorum da bu benim hep yaptığım bir şey. Öğrenmek istediğim, merak ettiğim konuları çalışmak istiyorum. O zaman da tabiri caizse cahil cesareti diyebileceğim bir atılımla bu konuya ilgi duydum. Prof. Dr. Fırat Öztan tez danışmanım olmayı kabul etti ve hangi konuda yazmak istediğimi sordu. Patent konusuna alternatif olarak bir de kıymetli evrakta defiler konusunu söylemiştim. O da “Defiler yazıldı zaten, patent ilginç konu. Yaz da biz de öğrenelim” dedi. Böylece patent hukukunda tez yazmaya başladım. Hemen aklımdayken söyleyeyim; Fırat Hoca’nın tezimin yayımlanması için Turhan Kitabevi’nin sahibiyle konuştuğu sırada “Ufak tefek olduğuna bakma, Karamürsel sepeti değil bu kız” demesi de hiç unutmadığım güzel bir anıdır.

Tezimi yazdığım dönemde İnternet yeni yeni kullanılmaya başlanmıştı ve öyle İnternetten makale bulma, veritabanı vb. yoktu. WIPO’ya mektup yazıp farklı ülkelerin patent kanunlarını istemiştim ve göndermişlerdi. Ankara’daki bütün kütüphaneleri gezip kaynak topladıktan sonra konulara göre zarflar hazırlayıp kaynaklarımı sınıflandırmıştım. Hatta bu konuda hoş bir anım var. O zamanlar Fakülteden Özden adlı bir arkadaşımla aynı evi paylaşıyorduk. Ben akşamları tez zarflarımla uğraşıyordum. Bir akşam apartmanda bir bağırış çağırış başladı, doğalgaz kaçağı varmış meğerse. Herkes ayaklandı, evler boşaltılmaya başlandı. Gelin görün ki bende tık yok. İstifimi bozmadan tezimle uğraşıyorum. Arkadaşımın beni kendime getirmesiyle toparlanmıştım, biz de inmiştik aşağıya. Hâlâ anlatır bu olayı, bu kız çalışmaya başlayınca gözü dönüyor, ben canlı tanığıyım diye.

Yüksek lisans tezimle patent hukukuyla tanışmış oldum. 551 sayılı KHK’nın yürürlüğe girmesinden sonra ilk çalışmaydı bu. Bir konuda ilk kez yazmak zor tabi ki. Acemilik de var doğal olarak. Hâlâ üzülürüm bazı dipnotların sonuna nokta koymamışım diye. Şu da bir gerçek, insan ilk çalışmalarında biraz daha rahat yazıyor. Bilgi ve kaynak arttıkça yazmakta daha temkinli olmaya başlıyoruz bir şey kaçırmamak için. Tamamen amatör bir ruhla ve zor şartlarda yazdığım bu tezden daha sonra pek çok çalışmada yararlanıldı, farklı görüşler için çıkış noktası oldu. Bu açıdan alana ilk katkımı bu tezle verdiğimi söyleyebilirim. O tarihten itibaren bu alandaki çalışmalarım devam etti. Yayın, eğitim, toplantı, tez danışmanlığı, kamu görevleri vb. farklı alanlarda katkı vermeye çalışıyorum. Ama bence bu alana yaptığım en büyük katkıyı öğrenmeye devam etmekle sağlıyorum. Çünkü öğrenmeden diğerlerinin hiçbiri olmuyor. İleride sağlığım ve gücüm elverdiği sürece, bu alana elimden gelen katkıyı sağlamaya devam etmek isterim. Özellikle de yazmaya… Yazmak benim için ayrı bir tutku. Aklım başımda olsun, ömrümün sonuna kadar yazabileyim gerçekten çok isterim. İleriye yönelik katkı planlarıma ilişkin olarak kafamda ufak bir endişe var sadece. Acaba yaş ilerledikçe şimdikinden daha da çok konuşma eğilimi olur mu diye düşünüyorum bazen. Ama bu konuyu da asistanım Gökhan’la hallettik çok şükür. Bana söz verdi. İleride biraz fazla konuşmaya başlarsam beni “Hocam isterseniz siz biraz dinlenin” şeklinde kibarca uyaracak. Umarım ihtiyaç kalmaz…



EAK: Üniversitelerdeki fikri mülkiyet hukuku eğitimlerini veya derslerini yeterli buluyor musunuz? Diğer bir ifadeyle lisans eğitiminde öğrencilerde bu alana yönelik yeteri kadar farkındalık oluşturulabiliyor mu? Ayrıca, son dönemlerde akademide Fikri Mülkiyet Hukukunun ayrı bir doçentlik alanı ve müstakil bir anabilim dalı olarak kabul edildiğini görüyoruz. Akademide bu gelişmeyi destekleyen olduğu kadar desteklemeyenlerin de varlığını görmekteyim. Sizin bu konu hakkındaki düşünceniz nedir?

FÇ: Son yıllarda üniversitelerde fikri mülkiyet hukuku derslerinde bir artış olduğunu görüyoruz. Ama hangi üniversitede, hangi dersler, hangi kapsamda veriliyor tam olarak bilemiyorum. Ankara Üniversitesi Ticaret Hukuku Anabilim Dalı hocalarının yaklaşık 20 yıldır Özel Hukuk Yüksek lisans/Doktora programında fikri mülkiyet alanında dersler verdiğini bizzat kendim de bu programda yer aldığım için biliyorum. Tabi her zaman yeni dersler, programlar açılabilir. Ama bundan daha önemlisi, dersin içeriği ve dersi veren kişilerin uzmanlığı. Yani biz istersek Türkiye’deki bütün üniversitelerde de fikri mülkiyet hukuku dersi açabiliriz. Ama bu dersleri verebilecek hocalarımız yoksa bu sadece kâğıt üzerinde istatiksel bir veri olarak kalır. Dolayısıyla nicelikten çok niteliğin önemli olduğunu düşünüyorum. Tıpkı son yıllarda sayıları artan hukuk fakültelerinde olduğu gibi. Anabilim dalı konusunda da benzer şeyler söyleyebilirim. Öncelikle fikri mülkiyet hukuku anabilim dalı açılmasından ne tür bir yarar beklediğimizi belirlememiz lazım. Sanırım amaç, bu alanda ders verilmesi değildir. Çünkü zaten bu dersler halihazırda veriliyor. Ülkemizde şimdiye kadar bu alanda verilen eserler de farklı anabilim dallarında çalışan akademisyenlerce yazıldı. Bunların sırf bu nedenle değersiz sayılamayacağı açık. Aksini düşünmek Ernst Hirsch, Halil Arslanlı, Nuşin Ayiter başta olmak üzere pek çok kıymetli hocamıza haksızlık olur. Unutmayalım ki bu insanlar hâlâ eserleriyle anılıyorlar, anabilim dallarıyla değil. Ve bu kişiler ticaret hukuku veya medeni hukuk alanında verdikleri çok kıymetleri eserlerin yanı sıra, fikri mülkiyet hukuku alanında da aynı derecede nitelikli eserler verebilmişlerse buna ancak saygı duymak gerekir. Öğrenci yetiştirilmesi, tez yönetilmesi konusunda da benzer bir durum var aslında. Farklı anabilim dallarında çalışmakla birlikte fikri mülkiyet alanında tez yöneten, danışmanlık yapan hocalarımız bu alanda yazmaya, ders vermeye ve öğrenci yetiştirmeye devam edeceklerdir. Bu açıdan bir değişiklik olmasını beklemiyorum. Ama bağımsız bir anabilim dalı kurulması, fikri mülkiyet hukukunun kapsamındaki genişlemeye de paralel olarak, sadece bu alanda çalışmak isteyen kişiler açısından, özellikle doçentlik başvurularında sağlanması istenen kriterlerin yerine getirilmesini kolaylaştırabilir. Tek bir alanda çalışmak isteyenlerin bütün enerjilerini bu alana aktarmaları mümkün olabilir. Şüphesiz hepimizin dileği, bu yeni açılımın ülkemize fayda sağlayacak şekilde, özellikle de nitelikli eserler verilmesine ve alanında bilgili ve yetkin kişilerin yetiştirilmesine hizmet edecek şekilde yapılandırılmasıdır. Bu şüphesiz haklı da bir beklentidir. Ama bu beklenti, ülkemizin hâlihazırda yetişmiş insan gücünden de etkin şekilde yararlandığımız varsayımına dayanmakta. Bundan da emin olmamız gerekir bana kalırsa.



EAK: Türkiye’de fikri mülkiyet hakları alanındaki gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? 2017 yılında 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu’nun (SMK) yürürlüğe girmesinden iki ay sonra Üniversiteniz bünyesinde 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu Sempozyumu yapılmıştı, sizin de tebliğ sunduğunuzu ve bu sempozyumdaki tebliğlerin yayınlandığı kitabın da editörlüğünü yaptığınızı biliyorum. O nedenle özellikle SMK hakkında görüşleriniz nelerdir? Sınai Mülkiyet Hukuku alanında önemli sayılabilecek katkılar getirildi mi sizce? Yahut kanunda olmayan ama keşke düzenlenseydi dediğiniz bir husus mevcut mudur?

FÇ: 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu’nun kabulü önemli bir adım. En azından bu sayede bu alan nihayet bir “Kanun” ile düzenlenebilmiş oldu. Tabi bir kanunun gerçek anlamda değerlendirilmesi zaman içinde olabiliyor. Çünkü en çok belli bir düzenlemeye odaklandığımızda ya da spesifik bir sorunun cevabını aradığımızda ayrıntıları fark edebiliyoruz. Bu kanunu da zaman içinde çok daha iyi tanıyabileceğimize inanıyoruz. Ama tabi bazı temel değişiklikler var. Tescilin savunma aracı olmamasını düzenleyen SMK m. 155 bunlardan biri. Yine üç yıllık tescilsiz tasarım hakkına ilişkin düzenleme yeni. Esasen bu hükmün kendisinden ziyade haksız rekabet hükümlerinin uygulanabilirliğine ilişkin tartışmalar açısından yeni bir dönemi açması daha önemli bence. Bir diğer husus, patent hukuku alanında Avrupa Patent Sözleşmesi’nden farklılaşan hükümler. Örneğin yenilik kapsamında tıbbi kullanımlara ilişkin düzenlemenin öngörülmemiş olması ve buluşa patent verilmesini engellemeyen açıklamalara ilişkin hükmün Avrupa Patent Sözleşmesi ve pek çok diğer ülkeden farklılaşması. Yanlış anlaşılmasın, söylemek istediğim Türk hukukunda hiçbir şekilde farklı düzenlemeler olamayacağı değil. Ancak bu konuda anlamakta güçlük çektiğim bir şey var. Avrupa Patent Sözleşmesi’ne Türkiye zaten üye ve bu patentler ülkemizin sınırları içinde geçerli. Dolayısıyla Sözleşme’ye göre patent verilebilen bir buluşa Türkiye içinde “izin vermeme” gibi bir olanağımız hukuken yok. Ulusal mevzuatımızı bu Sözleşme’den farklılaştırdığımızda sadece ulusal patent başvuruları açısından bir engel oluşturmuş oluyoruz. Bunun mantığını anlamakta güçlük çekiyorum. Bana biraz aldatıcı geliyor açıkçası. Yine grace period düzenlemesi pek çok riski barındırıyor. Bu hükme güvenerek patent başvurusunun ertelenmesi ya da yurt dışında zamanında başvuru yapılmaması farklı içerikli düzenlemeler nedeniyle hak kaybına neden olabilir. Burada da aslında avantajlı gibi görünen bir hüküm son günlerin popüler ifadesiyle “yalancı güven hissi” oluşturuyor.



EAK: Sınai mülkiyet haklarının idari ayağında yer alan bir kişi olarak TÜRKPATENT hakkındaki düşüncelerinizi merak ediyorum. Önceki adıyla Türk Patent Enstitüsü’nün kuruluş yılı olan 1994’ten bugüne kadar kat edilen yol hakkında ne düşünüyorsunuz? Ayrıca Kurul çalışanı olarak, Yeniden İnceleme ve Değerlendirme Kurulu (YİDK) kararları hakkındaki düşüncelerinizi öğrenmek istiyorum. Dinamik ve devamlı gelişen bir alanda çalışmak bizlerin de kendimizi geliştirmek için aksiyon almamıza sebep oluyor. Ancak, mevcut iş yükü altında zaman baskısı ve diğer bürokratik işler nedeniyle zorlandığımızı itiraf etmeliyim. Bu nedenle akademi gözünden bir idari kurum olan TÜRKPATENT’in bulunduğu konumu da merak ediyorum.

FÇ: Bence TÜRKPATENT kurulduğu günden bu yana çok aşama kaydetti. İnceleme ve araştırmalarını kendi uzmanlarıyla yapabiliyor. Çeşitli vesilelerle tanışma fırsatı bulduğum pek çok bilgili, eğitimli ve yetenekli uzmanı var. Kurum personelinin bu alanda eğitilmesine özel önem verildiğini biliyorum. Yurt dışındaki kurumlarla yapılan ortak çalışmalar da çok önemli. Şüphesiz başvuru sayılarının çokluğu zaman zaman uzmanların çalışma kapasitesi açısından sorun yaratabilir. Gerçi şu an itibariyle kişi başına ne kadar dosya düştüğünü bilemiyorum ama her kurumda olduğu gibi burada da iş yükü arttıkça çalışmanın hızlanmasına bağlı bazı aksaklıkların olması muhtemeldir diye düşünüyorum. Aynı şekilde YİDK’nın da önemli aşama kaydettiği kanaatindeyim. Kurul üyelerinin alanı takip etme ve kendilerini geliştirme çabalarına tanık oluyorum. Şüphesiz burada da iş yükü kaynaklı kapasite sorunları yaşanıyordur. Yine pek tabi, katıldığımız kararlar olduğu gibi katılmadıklarımız da olabiliyor. Ama bu çok doğal zaten. Katılmadığımız mahkeme kararları da oluyor. Önemli olan, alınan mesafedir bana kalırsa. Daha da iyi olacağına şüphem yok.



EAK: Türkiye’de Fikri Mülkiyet Hukuku alanına baktığımızda eserlerin genelde marka hukuku alanı ile ilgili olduğunu görmekteyiz. Telif hakları ve tasarım hukuku bakımından ilginin yahut katkının daha az olduğunu görmekteyiz. Siz, tasarım hukuku ile de ilgileniyor ve bu alana eserlerinizle katkı sağlıyorsunuz. Marka hukukunun aksine özellikle tasarım hukuku alanındaki bu eksikliğin sebebi hakkında ne düşünüyorsunuz?

FÇ: Bence aynı eksiklik patent ve faydalı model hukuku alanında da var. Yani aslında burada mesele tasarım hukukunda az yazılmasından ziyade, diğer alanlara oranla marka hukukunda daha çok yazılmasıyla ilgili gibi. Bunun nedeni ne olabilir diye düşündüğümde aklıma gelen iki nokta var. Marka hukukunun uygulamasının çok olması nedeniyle biraz uygulama bilgisi olan kişiler bunu değerlendirmek isteyerek bu alanda yazmak istiyor olabilirler. Bir de belki marka hukuku diğer alanlara göre kişilerin daha aşina oldukları, dolayısıyla daha kolay kavranabilir gördükleri bir alan olabilir. Mesela fikri mülkiyet hukuku alanıyla ilk kez tanışan birine bu alandaki kavramları sorsanız herhalde en doğru ya da en az hata ile tanımlayacağı kavram marka olur.



EAK: Türkiye’de fikri mülkiyet hukuku alanında akademinin katkılarını yeterli görüyor musunuz? Naçizane düşüncem bu alanla ilgilenen insanlardan özellikle özel sektörde çalışanların gerek uluslararası yargı kararlarını gerekse uluslararası ofis uygulamalarını daha fazla takip ettiğini veya en azından bu hususta daha çok yazıp çizdikleri yönünde. Sizin bu konudaki düşünceleriniz nelerdir?

FÇ: Her alanda olduğu gibi fikri mülkiyet hukuku alanında da çok değerli çalışmalar olduğu gibi, alana herhangi bir katkı sağlamayan çalışmalar da var. Ancak dürüst olmak gerekirse, akademik çalışmaların pek çoğu oldukça sınırlı etki yaratıyor. Şunu söylemek lazım, ülkemizde akademik çalışmaların niteliğinde özellikle son yıllarda önemli bir zayıflama var. Bunun nedeni üzerinde düşünmek gerekir. Aslında günümüzde kaynağa ulaşmak eskiye göre çok daha kolay. İnternet kaynakları ve veri tabanları oldukça fazla. Bizlerin yurt dışına gidip fotokopi çekmek zorunda olduğumuz pek çok kaynak şu an veri tabanlarında elimizin altında. Peki neden bu gelişmeye paralel olarak eser niteliğinde iyileşme olmuyor? Kendimi yanlış ifade etmek ya da kimseye haksızlık etmek istemem ama benim yıllardır öğrencilerle olan deneyimim, özellikle son yıllarda yüksek lisans ve doktora yapılmasının CV’de yer alması gereken bir şart olarak algılandığı yönünde. Mutlaka çok istekli, yetenekli ve çalışkan öğrencilerimiz de var tabi ki. Ama pek çok kişinin biraz yapmış olmak için lisansüstü programlara yazıldığına, derslere devamsızlık yaptığına, yapılması gereken araştırmalara pek de fazla zaman ayırmadığına sıklıkla tanık oluyoruz. Ben, akademik araştırmaya ilgi duymayan, merak etmeyen, emek vermeyen ve zaten bunlara değer de atfetmeyen kişilerin bu alana girmemelerinin daha doğru olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu iş, daha önce de söylediğim gibi merak ve emek işi. Herkesin yüksek lisans yapması şart değil, herkesin yüksek lisans tezinin yayımlanması hiçbir şekilde şart değil. Hatırlıyorum, bizler araştırma yaparken kitaplarda ya da makalelerde yazılanları mutlak doğru olarak kabul ederdik. Kastettiğim görüş farklılıkları değil, ama bir şey yayımlanmışsa onun içinde maddi bir hata olamazdı bize göre. Maalesef yıllar içinde geldiğimiz noktada, pek çok hata içeren, daha önceden yazılanların tekrarı niteliğinde, alana herhangi bir katkı sağlamayan yayınları görüyoruz. Bu gerçekten üzücü. Bence akademik bir yayın yapmak isteyen herkes, hangi unvana sahip olursa olsun, önce yazdığı şeyi neden yazdığını sormalı kendine. Farklı bir bakış açısı getirmediğimiz sürece yazdıklarımız maalesef bir tekrardan ibaret kalıyor. Şu bir gerçek, bir şeyi ilk kez yazmak, ya da bir soruna ilk kez bir çözüm getirmeye çalışmak zor. Bir kere risk alıyorsunuz. Ama risk alınmadan ve cesaret etmeden gelişme olmaz. Bilimsel alandaki gelişme de böyledir. Biri bir şey söyleyecek ki tartışılsın, onun üzerine yeni bir bilgi konulsun. Bu noktada çok değer verdiğim Prof. Dr. İsmail Kırca hocamın bir sözünü hatırlatmak isterim. “Bütün sorunları çözmek gerekmez. Bazen sorunu ortaya koymak da bir katkıdır.” der İsmail Hoca. Gerçekten doğru. Bazen cevabını bulamadığımız soruları sadece sormak da önemli olabilir tartışma ortamı açısından. Yeter ki yazdıklarımızı özenli bir araştırmaya dayandıralım, tespitlerimizi ya da farklı görüşlerimizi düzeyli bir akademik üslupla dile getirelim. Bu hepimizin uyması gerekli bir özen yükümü.



EAK: Özellikle hukuk fakültesi lisans öğrencilerine ve sektöre yeni girenlere tavsiyeleriniz nelerdir?

FÇ: Her yıl dönemin ilk dersinde öğrencilere dersimiz hakkında bilgi verirken biraz da üniversite eğitiminden ne beklemeleri gerektiği hakkında konuşurum. Aslında fakülte hayatı öğrencilerimiz için çok büyük bir fırsat. Hocalara ulaşabilmeleri ve onlardan mümkün olabildiği kadar çok şey öğrenebilmeleri için en güzel ortam. Ama birçoğunun ilk andaki hevesi yerini zamanla derse girmemeye ve sınavdan kısa süre önce çalışmaya bırakıyor. Çoğunlukla geçebilecek kadar not alabilmeyi yeterli görüyorlar. Yani biraz çabuk ilerlemeye yönelik ve sonuç odaklı bir bakış açısı var. Bu nedenle, geçerli not alındığı sürece eksikleri tamamlama yönünde bir motivasyonları olmuyor ve mezun olana kadar biriken bütün bu eksiklikler birer “bilgi açığı” olarak geri dönüyor. Akademik bilgi açısından mevcut bu açığın yanı sıra çoğu kez sosyal ve kişisel gelişim alanında da zaman biraz hoyratça harcanıyor. Dolayısıyla asıl onlara kazanç getirecek süreci kaçırıyorlar. Çok sevdiğim bir söz vardır “Aslolan yolculuğun kendisidir” diye. Pek çok öğrencimizin bu yolculuğu ıskaladığını gözlemliyorum. Evet sadece ders notu okuyup sınıf geçenler de vardır mutlaka. Ama zaten amaç bu olmamalı. Fakülte hayatı sadece bilgi almak için yaşanan bir süreç değil. Aynı zamanda karakterimizin şekillendiği, özel zevklerimizin, ilgi alanlarımızın da oluştuğu bir dönem. Ben öğrencilerime her zaman bu süreçte yapabilecekleri herşeyi yapmalarını, farklı ilgi alanlarına odaklanmalarını, özellikle de dil öğrenmelerini öneriyorum. Hızla geçen bu yıllar sonradan çok aranıyor gerçekten. Bir diğer tavsiyem, konulara bütünsel yaklaşma, kurumlar arasında bağlantılar kurarak analiz etme yeteneklerini geliştirmeleri. Bu nedenle her alanda bence önce resmin tamamını görebilmek lazım. Ağacın önce bütününü görüp sonra dallarındaki meyvelere ya da çiçeklere odaklanmalıyız. Ağacın gövdesini ve dalların birbirileriyle ilişkisini görmeden tek bir dala bakarak onu analiz edemeyiz. Bu nedenle herhangi bir alanda uzmanlaşmak istesek de, temel hukuk nosyonunu çok iyi almamız lazım. Bu açıdan borçlar hukuku bilgisi her alan için hayati öneme sahip. Onun dışında mesela marka hukuku çalışmak isteyen birinin önce fikri mülkiyetin ve haksız rekabet hukukunun temel esaslarını anlaması gerekir. Yani herhangi bir alanda öncelikle temel ilkelerin öğrenilmesi, bundan sonra derinleşilmesi lazım. Bu da düzenlemelerin amacını ve niteliğini anlamakla, konuları özümsemekle mümkün olur. Temeli sağlam kuramazsak üstüne koymaya çalıştıklarımızdan da beklediğimiz faydayı sağlayamayız. Özümsemediğimiz, anlamadığımız bir konuyu anlatamayız, kafamızın karışıklığı satırlarımıza yansır mutlaka. O nedenle yazmaya başlamadan önce çok okuyup önce konuyu anlamamız lazım. Tam özümsemeden panik halinde hızla yazmaya başladığımız satırlar, konuyu tam olarak anladığımız andan itibaren değişmeye, hatta silinmeye mahkûmdur. Bunu unutmamak lazım. Belki de hatırlatılması gereken en önemli hususlardan bir diğeri de hukukçunun ezbere konuşmaması gerektiği. Önce araştırıp öğrenmeli, sonra konuşmalıyız. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmamalıyız. Şüphesiz bu hepimiz için geçerli.



EAK: Pandemi, son bir yıldır hayatımızın merkezinde ve günlük yaşantımızı oldukça etkilemekte o nedenle bu konuda soru sormasam olmaz 🙂 Bu süreçte birçok kurum ve kuruluş evden çalışma sistemine geçti. Üniversiteler de bir yıldan fazladır kapalı. Bu süreçte yüz yüze ders vermeyi ve öğrencilerinizi özlediniz mi? Ayrıca, pandemi sürecini kişisel olarak nasıl yönettiğinizi merak ediyorum. Pandemiyi özellikle yeni eser üretimi ve kişisel gelişim bakımından fırsata çevirdiğinizi söyleyebilir misiniz?

FÇ: Pandemi 2020 yılının en kötü sürprizi oldu bizler için. En başta geçici sandığımız bu süreci pek çoğumuz evimizde ailemize zaman ayırabildiğimiz, bol bol ekmek ve pizza pişirdiğimiz bir dönem olarak gördük herhalde. Tek bir kelimeyle özetlemem gerekirse benim için bir “yavaşlama” dönemi oldu. Zamanla bu durumun uzaması ev ve iş hayatımızı yeniden yapılandırmamızı gerektirdi. Bütün kadınların ev düzeni ve yönetimi konusunda çok daha zor bir görev üstlendikleri herkesin malumu zaten. Toprak adında 10 yaşında bir oğlum var. Onun da benim de aynı anda online ders yapmamız bazı karışıklıklara neden olmadı değil. Ama idare ettik bir şekilde, ediyoruz. Online dersler pek bana hitap etmiyor açıkçası. Fiziksel ortamda öğrenciyle sinerji yaratmak önemli. Online derslerde böyle bir imkan yok. Hatta derse katılım çok düşük oluyor ve katılanlar da kameralarını açmamakta ısrarlı çoğu kez. O nedenle boşlukla konuşur hissine kapılıyor insan. Yüksek lisans derslerinde biraz daha interaktif olabiliyoruz ama yine de yeterli değil bence. Evet fiziken ders yapmayı gerçekten özledim. Oğlum da ancak birkaç hafta gidebildi okula. Tabi çocuklar için bu süreç çok daha zor. Eşimin de idari görevi olduğu için benim işlerimi çok ağırlıklı olarak evden yürütmem gerekti. Elif Hanım, ben yoğun şekilde konsantre olup çalışabilen bir insanım. Gün içindeki bölünmeler, yapılacak diğer işler ya da belirsizlikler benim konsantre olmamı güçleştirir. O nedenle pandemi sürecini akademik çalışma açısından fırsata çevirdiğimi söyleyemem. Bu açıdan, içinde bulunduğum şartlar ve sorumluluklarım nedeniyle daha çok “günü kurtarmaya çalıştığım” bir süreç yaşadım. Ancak bu dönem ev ve aile hayatı ile kişisel gelişim açısından gayet verimli geçti. Oğlum bebekliğinden beri sabahları 5’te uyanır. Biz de erkenciyiz o yüzden. Ama normal zamanda erkenden işe gitme telaşıyla sabah saatlerinin tadını çıkaramıyorduk. Pandemi sürecinde aslında çok sevdiğim sabah saatlerini hak ettiği huzurla yaşamaya başladım. Sabah gün ağarmadan kahve kokusuyla uyanmanın keyfi başka hiçbir şeyde yok inanın. Sıkı durun ama daha güzel bir keyif geliyor… Oğlumla birlikte gitar çalmak… Evet pandemiden önceki yıl başladığım gitar dersleri benim pandemi dönemindeki en büyük avantajım oldu. Bu işe kalkışırken ne bekliyordum bilemiyorum ama gerçekten bambaşka bir dünyaymış. Sanki kendimden bir parçayı kaybetmişim de yeniden bulmuşum gibi geliyor bazen. Ömrüm boyunca tekrar kaybetmek istemediğim bir parça. İtiraf etmeliyim, eşim Çelik’in teşviki olmasaydı bu kadar hızlı bir kararı girişime dönüştürmem kolay olmazdı. Girişimci ruhuyla yolumu açtı çok şükür. Sabah güne gitarla başlayıp o gün yaşanabilecek her türlü belirsizlik, ani karar ya da değişikliğe karşı psikolojimi korumaya çalıştım, çalışıyorum. Bu vesileyle gitar hocam Fırat Özaydın’a içten teşekkür ediyorum. İyi ki yolum kesişti dediğim bir diğer insan. Ömür boyu ondan öğreneceğim bir şeyler olacağına eminim. Tabi gitarla tanışıp İspanyolca’ya kayıtsız kalmak olmazdı. Bu arada bir de İspanyolca öğrenmeye başladım. Kısacası, pandemi dönemi benim açımdan biraz farklı alanlara yönelip iç huzurumu ve ruhumu beslemeye çalıştığım bir zaman dilimi oldu. Pandemiden kısa süre önce sahiplendiğimiz kedimiz Aida ile birlikte geçirdiğimiz zamanın da buna katkısını inkâr edemem. Meğer her evde bir kedi olması gerekiyormuş. Keşke daha önce farkına varsaymışız.



EAK: Türkiye’nin en geniş kapsamlı fikri mülkiyet bloğu olarak yazarlarımız ve sitemize katkı sağlayanlarımız ile birlikte güncel konu ve kararları okurlarımızla paylaşmaya çalışıyoruz. Sizin de IPR Gezgini okurları içerisinde yer alıp almadığınızı merak ediyorum. Sitemizin içerikleri ve alana yapmaya çalıştığı katkı hakkında konusunda görüşleriniz nelerdir? Öğrencilerinizi sitemizi takip etmeleri konusunda teşvik ediyor musunuz?

FÇ: Evet ben de IPR Gezgini okurları arasındayım. Sitenizi zevkle takip ediyorum. Farklı ortamlarda çeşitli vesilelerle dile getiriyorum, şimdi de tekrar edeyim. Bence IPR Gezgini fikri mülkiyet hukukuna çok önemli katkı sağlamakta. Her şeyden önce fikir başlı başına güzel. Ama biliyorsunuz pek çok parlak fikir uygulama aşamasında heba olup gidiyor. IPR Gezgini’ni farklı ve önemli kılan en önemli özelliklerinden biri, kurulduğu günden bu yana varlığını kesintisiz devam ettirebilmiş olması. Belki ilk kurulduğunda tahmin edemezdik bunu. Ama bunu başardı. Sırf bu bile takdire şayan. Bunun yanı sıra, hem konunun uzmanları hem de konuyu öğrenmeye çalışan kişilerin yararlanabileceği bir site. Günceli takip edebiliyorsunuz. Üstelik hukukçu olmayan kişilerin de okuyup anlayabileceği bir kaynak. Bu nedenle etki alanının oldukça geniş olduğunu düşünüyorum. Şahsen ben hem hukukçulara hem de hukukçu olmayan öğrencilerime öneriyorum sitenizi. Hatta geçen gün gitar hocama da önerdim. Farklı kesimlerden kişilere hitap edebilmesi çok önemli. Zira biliyorsunuz ciddi bir bilgi kirliliği var bu alanda. Bir de zaman zaman içeriklerde kullanılan özel kurgular, edebiyat ve tarih anlatıları bana çok keyif veriyor. Bu vesileyle, sitenin kurucusu Önder Erol ÜNSAL’a bir Mülkiyeli olması nedeniyle ayrıca gönül bağı hissettiğimi de belirteyim. Bu işin sevgiyle yapıldığı çok açık Elif Hanım, hepinizin emeğine sağlık…

EAK: Sizin gibi alana yetkin bir hocamızdan bunları duyduğumuz için onore olduk. Hem takip edildiğimizi bilmek hem de bu sözleri duymak tüm yazarlarımız ve katkı sağlayanlarımız için gerçekten oldukça motive edici olmuştur- kendi adıma öyle oldu diyebilirim. Nezaketiniz ve hoş sohbetiniz için tekrar teşekkür ederim.



Hocamıza söyleşi önerimizi kabul ettiği, nezaketi ve daha da önemlisi verdiği içten ve detaylı yanıtlar için çok teşekkür ediyoruz.

SÖYLEŞİYORUZ ilerleyen günlerde fikri mülkiyet camiamıza katkı veren diğer isimlerle devam edecek. Bizi takipte kalın!

IPR GEZGİNİ

Nisan 2021

iprgezgini@gmail.com

Bir Cevap Yazın