Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi (EUIPO) İkinci Temyiz Kurulu, 12 Kasım 2025 tarih ve R 908/2025-2 sayılı kararında, LIVE YOUR DREAMS, CLOUDPILLO marka başvurusunun DREAM BIGGER, DREAM COACH, DREAMS, DREAM BIGGER DREAMS markaları ile karıştırılma ihtimali yaratıp yaratmayacağını incelemiştir. Sonuç olarak, marka başvurusu kapsamında DREAMS ibaresinin ortak olması karıştırılma ihtimali için yeterli görülmediğinden itiraz reddedilmiştir.
Uyuşmazlığı özetlersek, itiraz sahibi Dreams Limited, 11 Aralık 2023 tarihinde “LIVE YOUR DREAMS, CLOUDPILLO” marka başvurusunun tescili talebinin, 20 ve 24. sınıflardaki tüm mallar ile 35. sınıftaki birtakım hizmetler yönünden karıştırılma ihtimali nedeniyle reddedilmesi istemli kısmi itirazını EUIPO’ya sunmuştur. İtiraz sahibinin kısmi itirazına dayanak olarak gösterdiği markaları ise “DREAM BIGGER”, “DREAM COACH”, “DREAMS” ve markaları olup bunlar diğerlerinin yanı sıra 20., 24. ve 35. sınıflardaki mal ve hizmetleri içermektedir.
Öncelikle İtiraz Birimi, itirazı tamamen reddetmiştir. İtiraz Biriminin kararındaki gerekçeler ve önemli noktalar aşağıdaki gibi özetlenebilir:
İtiraz Birimi, usul ekonomisi ilkesini gerekçe göstererek, markalar kapsamındaki tüm mal ve hizmetlerin aynı olduğu varsayımıyla hareket ettiğini belirtmiş, bunlara dair tüketicilerin dikkat seviyesinin ortalamadan yükseğe olduğunu belirlemiştir.
İskandinav ülkeleri, Hollanda ve Finlandiya’da genel halkın temel düzeyde İngilizce bilgisine sahip olduğunun bilinen bir gerçek olduğunun ABAD tarafından teyit edilmiş olduğu not edilmiştir. Karşılaştırılan tüm işaretler İngilizce kelimeler içermektedir. ABAD, önceki kararlarından birinde, “dream/s” kelimesinin çok sayıda İngilizce şarkıda, reklam kampanyasında ve hatta İngilizce konuşmalarda kullanılmasının, ilgili İngilizce konuşmayan tüketicilerin bu kelimenin anlamını bildiği anlamına gelmediğine kanaat getirmiştir. Bu terimin Oxford Sözlüğü’nde İngilizce’de en sık kullanılan üç bin kelimenin listesinde yer alması da bu bakımdan belirleyici bulunmamıştır, zira söz konusu listede yer alan kelimeler, sırf bu sebeple, İngilizce konuşmayan bir kitle tarafından da bilinen kelimeler olarak kabul edilemez. Buna göre, daha önce Temyiz Kurulu’nun da belirttiği gibi, AB’deki İngilizce konuşmayan ilgili tüketicilerin önemli bir kısmının “dreams” kelimesinin anlamını bilmediği varsayılmalıdır ve bu nedenle, anlamsız olduğu kabul edilecek olan bu kelime söz konusu mal ve hizmetler için normal derecede ayırt edici nitelikte görülmüştür. Bu hususun BIGGER, COACH, CLOUDPILLO, LIVE YOUR gibi diğer kelime unsurları için de geçerli olduğu tespit edilmiştir.
DREAM BIGGER yönünden bu ifadenin slogan olduğu ve ayırt ediciliğinin bu sebeple daha sınırlı olduğu not edilmiştir.
ABAD’ın ortalama tüketicilerin normalde bir markayı bir bütün olarak algılamalarına ve çeşitli ayrıntılarını analiz etmemelerine rağmen, bir kelime markasını algılarken, kendileri için belirli bir anlam ifade eden veya bildikleri kelimelere benzeyen unsurlara ayırdıkları yönünde karar vermiş olduğu belirtilmiştir. Yazımının çok benzer olması nedeniyle, “CLOUDPILLO” unsuru İngilizce konuşmayan ilgili tüketici tarafından “CLOUD” ve “PILLO” olmak üzere iki kelimeden oluştuğu şeklinde algılanabilir; burada ikinci kelime İngilizce “PILLOW” kelimesinin yanlış yazılmış hali olarak görülebilecektir. Bu nedenle, bu tanımı göz önünde bulundurarak, “PILLO” unsuru, söz konusu ilgili tüketici tarafından en azından ihtilaflı malların bir kısmıyla doğrudan ilişkilendirilecektir. Spesifik olarak, 24. sınıftaki yastık kılıfları için zayıf olduğu gibi, 20. sınıftaki yastıklar için ayırt edici olmadığı, ancak geri kalan ihtilaflı mal ve hizmetler için normal ayırt ediciliğe sahip olduğu tespit edilmiştir.
İtiraz edilen işaretin “LIVE YOUR DREAMS” ifadesi, onu anlayacak olan ilgili tüketici tarafından kavramsal bir birim olarak algılanacaktır, yani insanları hayattaki tutkularını ve hedeflerini takip etmeye teşvik etmek için kullanıldığı şeklinde bir ifade olarak görülecektir. Bu nedenle, bu ifade, tüketiciyi itiraz edilen mal ve hizmetleri satın almaya teşvik etmek ve ilham vermek amacıyla kullanılan övgü dolu bir mesaj olarak görülmüş ve ayırt edici niteliği oldukça sınırlı bulunmuştur.
Ayırt edici niteliklerinin düzeyi ile ortak ve farklı unsurları ve işaretlerin yapılarındaki güçlü farklılıklar göz önünde bulundurulduğunda işaretlerin görsel ve işitsel olarak sadece düşük derecede benzerlik gösterdiği kanaatine varılmıştır. Kavramsal olarak, İtiraz Birimine göre, özellikle de “DREAM/S” teriminin işaretler içinde nasıl algılanabileceği göz önünde bulundurulduğunda, tüm unsurlarını anlayacak olan kamuoyunun bir kısmı için, bunlar sadece düşük derecede benzerlik göstermektedir. Hatta, önceki markalardan birinin münhasıran “DREAMS” unsurundan oluşması gerçeği ile de bu husus değişmemektedir. Nitekim, itiraz edilen işarette bu unsurun çok zayıf bir anlam taşıyan bir tanıtım sloganı olan kavramsal bir birimin parçası olduğu değerlendirilmiştir. İşaretlerde herhangi bir anlam algılamayacak olan ilgili tüketicilerin geri kalan kısmı için kavramsal bir karşılaştırma mümkün olmadığı gibi bu hususun işaretlerin benzerliğinin değerlendirilmesini etkilemediği belirtilmiştir.
Analiz edilen işaretlerin çok farklı yapı, uzunluk ve bileşimlere sahip olduğu, bir işaretin yapısının, aralarındaki farklılıkların etkisini etkileyebileceği, itiraz edilen işaretin çok unsurlu yapısında, ortak terim/unsur olan “DREAMS” ibaresinin itiraz edilen işaretin üçüncü unsurunu oluşturduğu ve bu nedenle ne öne çıkan bir konumda yer aldığı ne de anlamını kavrayacak olan kamuoyu tarafından bağımsız bir unsur olarak görüleceği, daha çok “LIVE YOUR DREAMS” ifadesinin bir parçası olarak algılanacağı değerlendirilmiştir. İşaretlerin başlangıcı genellikle tüketicilerin dikkatini odakladıkları yer olup itiraz edilen işaretin başlangıcı çok farklıdır ve işaretler geri kalan tüm sözel unsurlarında farklılık göstermektedir. Bu nedenle, “DREAM/S” unsuru işaretlerde mevcut olsa bile veya önceki markalardan birinde olduğu gibi tek unsur olsa bile, ilgili tüketicinin, anlamsal farklılıkları ve farklı bileşimleri ve yapıları nedeniyle önceki markaları itiraz edilen işaretten ayırt edebileceği kanaatine varılmıştır. Hatta, somut olayda, karşılıklı bağımlılık ilkesi çerçevesinde mal ve hizmetler birebir aynı olsa/kabul edilse bile bunun işaretlerin daha az benzerliğini dengelemeye yetmeyeceği sonucuna varılmıştır. İlgili tüketicilerden ortalama dikkat seviyesine sahip olanların bile son derece rahat bir şekilde markaları ayırt edebileceği değerlendirilmiştir.
İtiraz Birimi kararında, her uyuşmazlığın kendi koşulları çerçevesinde değerlendirileceğini ve her ne kadar ofisin önceki kararları belli açılardan dikkate alınabilecek olsa da bunların bağlayıcı olmadığı vurgulanmıştır. Ofis nezdindeki uyuşmazlıkta bir tarafın, aynı kararı elde etmek için üçüncü bir tarafın yararına işlenmiş olası bir hukuka aykırı eylemi kendi lehine kullanamayacağı ifade edilmiştir.
İtiraz sahibi kararı temyiz etmiştir. Temyiz Kurulu kararı ve gerekçesi de kısaca aşağıdaki gibi özetlenebilir:
Temyiz Kurulu, İtiraz Birimi gibi mal ve hizmetlerin aynı olduğu varsayımıyla hareket etmiştir. Zira bu durumun itirazın incelenebileceği en iyi ihtimal olduğu not edilmiştir.
İşaretlerin benzerliği incelemesinde bütünsel bir değerlendirme yapılması gerektiği vurgulanmış, bileşik bir markanın sadece bir bileşenini alıp başka bir markayla karşılaştırmaktan daha fazlasını ifade ettiği belirtilmiştir. Aksine, karşılaştırmanın, söz konusu markaların her birini bir bütün olarak inceleyerek yapılması gerektiği ifade edilmiştir.
İlgili kamuoyunun İngilizce konuşan kesimi için, “DREAMS” kelimesinin zayıf ayırt ediciliği bulunduğu, özellikle, önceki mallar arasında 20. sınıftaki mobilyalar, 24. sınıftaki tekstil ürünleri ve yastıklar ile 35.sınıftaki bunlarla ilgili perakende hizmetleri bulunduğu, “DREAMS” kelimesinin bu ilgili malların müşterilerin hayallerini gerçekleştireceğine dair ticari bir vaat olarak anlaşılacağı değerlendirmesinde bulunulmuştur. Ayrıca, yatakla ilgili mallar ve hizmetler ile ilgili olarak, bu kelimenin, müşterilerin daha iyi rüyalar görmelerine yardımcı olacağına dair bir gösterge olarak anlaşılacağı değerlendirilmiştir. İngilizce konuşmayan kısım için ise hem DREAMS hem de LIVE YOUR DREAMS ayırt edici bulunmuştur.
İşaretler, zayıf ayırt ediciliğe sahip DREAMS kelimesinde örtüştüğünden ve yerleşik içtihada göre, işaretlerin başlangıç kısımları tüketicilerin dikkatini geri kalan kısımlara oranla daha çok çekeceğinden ilgili İngilizce bilmeyen tüketicinin LIVE YOUR kısmını hatırlayacağı, ayrıca sonda yer alan en uzun element olan CLOUDPILLO unsurunu da açıkça fark edeceği tespit edilmiştir. Zaten işaretler son derece farklı uzunluğa ve yapıya sahiptir. Temyiz Kurulu da ek unsurların markaları ayırt etmeye yetecek derecede işaretleri farklılaştırdığı sonucuna varmış ve görsel ve işitsel benzerliği İngilizce konuşmayan tüketici yönünden de düşük bulmuştur. Kavramsal benzerlik yönünden de, İngilizce konuşan kısım için, yerleşik içtihada göre eğer işaretler zayıf ayırt ediciliğe sahip unsurda örtüşüyorsa benzerlik düşük olarak değerlendirilmektedir.
Genel Mahkeme kararlarında ayrıca, marka hukukunun ratio legis‘inin, bir yandan marka sahibinin markasının temel işlevini korumaya yönelik menfaati ile diğer yandan diğer işletmelerin ürün ve hizmetlerini tanımlayabilecek işaretlere sahip olma menfaatleri arasında bir denge kurmak olduğunu belirtmiştir. Mevcut uyuşmazlıkta olduğu gibi, söz konusu mal ve hizmetlerle ilgili olarak zayıf ayırt edici niteliğe sahip bir unsurdan oluşan bir markanın aşırı korunması, söz konusu markalarda bu tür bir unsurun varlığı diğer faktörler dikkate alınmaksızın karıştırılma ihtimali sonucuna yol açarsa, marka hukukunun amaçlarının gerçekleştirilmesini olumsuz etkileyebilir şeklinde değerlendirmede bulunulmuştur.
Son olarak, Temyiz Kurulu kararlarının yasallığının yalnızca ilgili hukuki düzenleme temelinde değerlendirilmesi gerektiğini ve Ofisin önceki kararları temelinde değerlendirilmemesi gerektiği belirtilmiştir. Buna göre, Kurul, Ofisin önceki kararlarına bağlı olmadığını ifade etmiştir.
Burada kanaatimizce en önemli husus, her ne kadar önceki tarihli marka bir bütün olarak marka başvurusu içerisinde yer alsa dahi bunun her zaman yeterli benzerliği sağlayacağı ve karıştırılma ihtimaline yol açacağı anlamına gelmemesidir. Önceki markanın ayırt ediciliği ve marka başvurusunda yer alan ek diğer unsurlar son derece belirleyicidir. Zira somut olayda olduğu gibi zayıf ayırt ediciliğe sahip olan bir markaya veya bir unsuruna başka unsurlar eklenmek suretiyle oluşturulan yeni marka başvurusu, aynı mal ve hizmetleri içerse dahi, tüketici nezdinde karıştırılma ihtimaline yol açmayabilecektir.
Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD) Genel Mahkemesi’nin 24 Eylül 2025 tarihli T-33/25 sayılı kararı, ticari slogan niteliği taşıyan işaretlerin Birlik markası olarak tescil edilebilirliği konusunda önemli bir içtihadi örnek oluşturmaktadır. Karar, tüketici algısının marka hukukundaki belirleyici rolünü bir kez daha vurgularken, özellikle gıda ve takviye sektöründe kullanılan pazarlama odaklı ifadelerin “ayırt edici karakter” kriterini karşılamada yaşadığı zorlukları açıkça göstermektedir.
Sloganlar ve marka olarak tescil edilebilirlikleri arasındaki çizgi çoğunlukla çok incedir. Avrupa Birliği (AB) marka hukukunda da bu çizgi, bir sloganın tescil edilip edilemeyeceğini belirleyen kritik bir sınırdır. Quality First GmbH firmasının yazı içerisinde görseline de yer verilen salt kelime markası olarak tertip edilmiş “CRAVE NO MORE” başvurusu, ilgili sloganın sadece bir reklam mesajı mı yoksa ayırt edici bir marka mı olduğu sorusunu tartışmaya açtı ve ABAD Genel Mahkemesi bu konuda net bir duruş sergiledi. Bu yazıda, başvurudan nihai karara kadar süreci özetleyip, kararı marka stratejileri ve ayırt edicilik kavramı açısından değerlendirmeye çalışacağız.
Olayın Kronolojik Özeti: Başvurudan Nihai Ret Kararına Giden Süreç
Quality First GmbH (yazını devamında Quality First şeklinde anılacaktır) isimli Almanya merkezli şirket, “CRAVE NO MORE” ibaresini AB markası olarak tescil ettirmek üzere Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi (EUIPO)’ne başvuru yapmıştır. Başvuru, gıda, içecek, diyet takviyesi ve protein bar gibi ürünleri kapsayan 1., 5., 29.,30. ve 32. sınıflardaki malların tescili talebini içermektedir.
EUIPO inceleme birimi, başvuruyu ayırt edici karakterden yoksun olduğu gerekçesiyle reddetmiştir. Bunun üzerine Quality First, ret kararına karşı itiraz etmiş ancak EUIPO Temyiz Kurulu bu itirazı da kabul etmeyerek markanın reddi kararını onamıştır. Başvuru sahibi bu kararı Genel Mahkeme’ye taşıyarak ret kararının iptali talebinde bulunmuştur.
EUIPO’nun ret kararı aşağıdaki gerekçeleri içermektedir:
“Crave No More” ifadesi İngilizce ’de “Artık arzun kalmayacak” anlamına gelmektedir.
Tüketici bu ibareyi, markanın ürünleri tüketildiğinde kişinin iştah veya arzu hissinin sona ereceği şeklinde bir ürün vaadi olarak anlayacaktır.
Bu ifade bir işletmenin ürünlerini diğerlerinkinden ayırt etmeyi sağlayacak marka işlevini yerine getirmekten ziyade reklam mesajı niteliği taşımaktadır.
Mahkeme, bu değerlendirmeyi yerinde bularak EUIPO’nun kararını onamıştır. Böylece başvuru nihai olarak reddedilmiştir.
Hukuki Dayanaklar ve Mahkemenin Değerlendirmesi: Ayırt Edicilik Kavramının Analizi
1. Ayırt Edici Nitelik Zorunluluğu
Avrupa Birliği Marka Tüzüğü (EUTMR)‘ne göre bir işaretin marka olarak tescil edilebilmesi için ilgili tüketici nezdinde kaynak gösterme işlevi taşıması gerekir. “Crave No More” ifadesi, tüketiciye ürünün hangi firmaya ait olduğunu düşündürmek yerine, ürünün sağlayacağı etkiyi anlatmaktadır.
2. Reklam Sloganı Niteliği
Mahkeme, ifadenin doğrudan bir pazarlama mesajı verdiğini, “artık canınız bir şey istemeyecek” şeklindeki anlamın, özellikle diyet takviyeleri ve protein ürünleri açısından ürünün işlevine yönelik bir vaat olduğunu tespit etmiştir. Bu nedenle ifadenin tüketici zihninde marka oluşturma potansiyeli bulunmadığını hükmetmiştir.
3. Grafik Unsurun Yetersizliği
Başvuruda görsel olarak kullanılan yazı tipi, renk tonu veya düzenleme gibi unsurlar sıradan nitelikte bulunmuş, bunların markaya ayırt edici güç katmadığı değerlendirilmiştir.
4. Eşit Muamele İddiası
Davacı, benzer ifadelerin daha önce tescil edildiğini öne sürmüş, ancak Mahkeme her başvurunun kendi bağlamında değerlendirileceğini, önceki kararların bağlayıcı olmadığını, her başvurunun kendi bağlamında ve ilgili kamuoyu algısına göre bağımsız şekilde değerlendirilmesi gerektiğini vurgulamıştır.
Karar
Mahkeme, EUIPO’nun kararını hukuka uygun bulmuş, davayı reddetmiş ve “Crave No More” ibaresinin ayırt edici olmadığına kesin olarak hükmetmiştir.
Yorum ve Değerlendirme: Sloganlar ve Marka Olarak Tescil Edilebilirlikleri Arasındaki İnce Çizgi
Bu karar, özellikle pazarlama odaklı sloganların marka olarak tescil edilmesinde karşılaşılan temel sorunu ortaya koymaktadır. “Crave No More” ibaresi tüketicide belirli bir duygu uyandırmak yerine, doğrudan ürünün işlevini anlatmaktadır. Bu tür ifadeler, markanın en temel fonksiyonu olan ticari kaynak gösterme işlevini yerine getiremez.
1. Reklam Mesajı ve Marka Arasındaki Sınır
Bir ifade ne kadar etkileyici olursa olsun, eğer tüketici onu bir “vaat” olarak algılıyor ise, bu tip bir sloganın marka olarak tescil edilmesi ihtimali yüksek değildir. AB marka hukukunda her tür reklam mesajının korunması değil, ayırt edici markaların korunması esastır.
2. Gıda ve Sağlık Sektöründe Yaratıcı Marka İhtiyacı
Gıda takviyeleri, fitness ürünleri ve sağlıklı beslenme gibi sektörlerde rekabet çok yüksektir. Bu alanlarda sıkça kullanılan “hızlı etki”, “isteği bitirir”, “tok tutar”, “şeker ilavesizdir”, “katkı ve koruyucu içermez” gibi ifadeler pazarlama açısından güçlü olabilir, fakat marka hukuku açısından zayıftır. Bu karar, sektör oyuncularına ürünü değil, markayı anlatan özgün kavramlar yaratmaları gerektiğini net bir biçimde göstermektedir.
3. Ayırt Edicilik Sağlamanın Yolları
Ürünle doğrudan bağlantısı olmayan soyut ve/veya çağrışımsal ifadeler tercih edilmelidir.
Grafik unsurlar eklenmesi yoluyla sloganın tescil edilmesi sağlanabilir, ancak grafik unsurlar ayırt edici nitelikte iseler sloganın tescil edilmesi ihtimalini yükseltirler.
Uzun vadeli kullanım ve pazar tanınırlığı ile kullanım sonucu ayırt edicilik kazanılması mümkündür, ancak incelenen ihtilafta Quality First bu yönde delil sunmamıştır.
Sonuç
“Crave No More” kararı, AB marka hukukunda ayırt edici karakterlerin önemini bir kez daha vurgulayan emsal nitelikte bir karardır. Karar, pazarlama dili ile marka dilinin birbirine karıştırılmaması gerektiğini net bir biçimde ortaya koymaktadır. Bir marka, tüketiciyi ikna etmeye çalışan bir iddia değil; ürünün kaynağını temsil eden bir kimlik olmalıdır.
Bu nedenle, marka yaratımı sürecinde kullanılan ibareler ürün etkisini anlatan değil, markaya özgü bir dünya kuran nitelikte olmalıdır. Bu karar, özellikle slogan formunda marka başvurusu yapmayı düşünenler için stratejik bir uyarı niteliğindedir.
Türk Rekabet Kurumu Rekabet Kurulu (“Kurul”), Tetra Laval ve Tetra Pak aleyhine verdiği karar ile Türkiye’de ilk kez bir sınai mülkiyet hakkının salt tescilinin, rekabet kurallarını ihlal ettiği sonucuna ulaşmıştır. Böylece Kurul, ilk kez sınai mülkiyet başvuru/tescillerinin hak sahibince geri çekilmesi yönünde bir yaptırım uygulamıştır. (01.08.2024, Karar No. 24-32/758-319)
Geniş çevrelerde tartışma yaratan bu karara ilişkin gerekçeli karar, 16 Ekim 2025’te yayımlanmıştır.
Uyuşmazlık
Karara konu rekabet soruşturması, Poşetsan Ambalaj San. ve Tic. A.Ş.’nin (“Poşetsan”) şikayeti üzerine Tetra Laval Holding & Finance SA (“Tetra Laval”) ile Türkiye’deki bağlı şirketi Tetra Pak Paketleme Sanayi ve Ticaret Ltd. Şti. (“Tetra Pak”) hakkında başlatılmıştır.
Şikâyette; Tetra Laval ve Tetra Pak’ın hem aseptik sıvı gıda dolum makineleri, hem de bu makinelerde kullanılan karton ambalajlara dair ürün pazarlarında hâkim durumda oldukları ileri sürülmüştür. Bu hâkim durumun, söz konusu makinelerle uyumlu ambalaj şekillerine ilişkin 3D marka ve tasarım tescilleri üzerinden kullanılarak pazarda fiilî bir tekel oluşturduğu iddia edilmiştir.
Poşetsan’ın temel iddiası, Tetra Laval ve Tetra Pak’ın dolum makineleri ile prizmatik karton ambalajlar arasında bağlama (tying)[1] yaratarak rekabeti sınırladığı yönündedir.
Tetra Laval’ın 3D Marka Başvuru/Tescilleri
Tetra Laval, hem Türkiye’de hem de dünya genelinde prizmatik karton ambalaj şekillerine ilişkin kapsamlı bir üç boyutlu (“3D”) marka ve tasarım portföyüne sahiptir. Bu kapsamda, ihtilafa konu edilen tesciller arasında 2014/54843 sayılı 3D marka öne çıkmaktadır.
Bu başvuru başlangıçta TÜRKPATENT tarafından ayırt edicilik taşımadığı gerekçesiyle reddedilmiş; ancak Tetra Laval’ın açtığı dava sonucunda ret kararı iptal edilmiş ve işaretin marka olarak tescil edilebilir nitelikte olduğu kabul edilmiştir (Ankara 2. FSHHM, 11.05.2016; 2015/378 E. – 2016/141 K.).
Bunun yanı sıra Tetra Laval; 2022/119379 sayılı üç boyutlu marka tescili, 2013/08197 numaralı tasarım tescili ile 2022/119373, 2022/119376 ve 2022/119380 numaralı üç boyutlu marka başvurularının sahibidir. Bu başvuruların tamamı TÜRKPATENT’in resen incelemesini geçmiş olup tescil süreçleri devam etmektedir.
Tetra Laval aynı ambalaj şekline veya varyasyonlarına ilişkin marka ve tasarım korumasını yalnızca Türkiye’de değil; AB, ABD, Birleşik Krallık, İsviçre, Polonya, Meksika, Arjantin, Pakistan, Filipinler, Rusya Federasyonu, Ukrayna ve Yeni Zelanda gibi çok sayıda ülkede de sürdürmektedir.
Değerlendirme
Kurul’un incelemeleri sonucunda, Tetra Pak’ın hem dolum makineleri hem de karton ambalaj pazarlarında hâkim durumda bulunduğu tespit edilmiştir. Tetra Pak’ın her iki pazarda yüksek pazar payına sahip olması, rakiplerin pazara girişinde yaşanan güçlükler ve çeşitli fiilî engeller bu tespiti desteklemiştir. Bu çerçevede Kurul, aşağıdaki başlıklar altında yaptığı değerlendirmeler sonucunda hâkim durumun kötüye kullanıldığı kanaatine ulaşmıştır.
a.Marka hakkının icra edilmesi
Tetra Laval, dolum makineleri ile bu makinelerde kullanılan ambalajları ayrı ürünler olarak sunmaktadır. Ancak soruşturma sırasında, Tetra Laval ve Tetra Pak’ın ihtilafa konu marka ve tasarım tescillerine dayanarak rakiplerine ihtarname gönderdikleri, e-postalarla uyarıda bulundukları ve bazı durumlarda dava açtıkları tespit edilmiştir. Ayrıca, Tetra Pak’ın bazı e-postalarda marka hakkının kapsamını aşan taleplerde bulunduğu ortaya konmuştur.
Kurul, bu hukuki girişimlerin rakiplerin faaliyetlerini engelleme amacı taşıdığı ve fiilen bağlama (tying) etkisi yaratacağı değerlendirmesinde bulunmuştur. Bu nedenle söz konusu eylemler rekabeti sınırlayıcı nitelikte görülmüştür.
Ek olarak, Tetra Laval’ın müşterileriyle yaptığı sözleşmelerde farklı tedarikçilerden ambalaj temin edenlerin garanti kapsamı dışında bırakılması, Kurul’un bu değerlendirmesini güçlendiren bir diğer unsur olmuştur.
b. Sınai mülkiyet hakkı stratejisi
Kurul, kararında Tetra Laval’ın sınai mülkiyet stratejisini de önemli bir değerlendirme noktası olarak ele almıştır. Tetra Laval, TÜRKPATENT nezdindeki marka ve tasarım portföyünü; prizmatik ambalaj biçiminin kapak, pipet deliği ve sözel unsurlu versiyonlar gibi farklı varyasyonlarını da içerecek şekilde geniş tutmuştur.
Kurul’a göre, bu düzenli ve kapsamlı başvuru stratejisi, rakiplerin üretim ve dağıtım faaliyetlerini fiilen zorlaştırabilecek bir pazar kapama etkisi yaratmaktadır.
Tüm bunlar birlikte değerlendirildiğinde Kurul, Tetra Laval’ın sınai mülkiyet haklarını rekabet kurallarını dolanacak şekilde kullandığı sonucuna ulaşmış; bu yaklaşımı “kanuna karşı hile” niteliğinde değerlendirmiştir.
Karar
Anılan değerlendirmeler neticesinde Kurul; Tetra Laval’ın 2014/54843 numaralı marka tescili ve 2013/08197 numaralı tasarım tescili ile 2022/119380, 2022/119376 sayılı 3D marka başvurularını geri çekmesine ve Tetra Laval ve Tetra Pak hakkında toplam 130 milyon TL’den fazla idari para cezası uygulanmasına karar vermiştir. İhtilafa konu olan 2022/119379 ve 2022/119373 sayılı 3D marka başvuruları ise “TETRAPAK” kelime markalarını da içermeleri nedeniyle geri çekme hükmünün dışında bırakılmıştır.
Taraflar, bu gerekçeli kararın tebliğinden itibaren 60 gün içinde karara karşı idare mahkemesinde dava açma hakkına sahiptir.
Yorum
Gerekçeli karar, Kurul’un kapsamlı bir inceleme sonucunda bu sonuca ulaştığını ve şikâyet edilenlerin sınai mülkiyet korumasını aşan bazı eylemlerinin de değerlendirmede etkili olduğunu ortaya koymaktadır. Bununla birlikte, salt marka ve tasarım tescillerinin rekabet hukuku ihlali sayılmasına katılmıyoruz. Tetra Laval’ın marka ve tasarım başvuru/tescillerini geri çekmesini gerektiren kısmın haksız ve ölçüsüz olduğu kanaatindeyiz.
Sınai mülkiyet hakları, bir mülkiyet hakkı niteliğindedir ve ancak kanunla belirlenen usuller çerçevesinde ve kanunen yetkili kılınmış merciler tarafından kısıtlanabilir veya ortadan kaldırılabilir. Bu yönüyle, Rekabet Kurulu’nun sınai mülkiyet hakları üzerinde doğrudan bir yaptırım yetkisinin bulunmaması, kararın anayasal açıdan da sorunlu olduğu izlenimini doğurmaktadır.
Bu tartışmalı kararın, şikâyet edilenler tarafından büyük olasılıkla iptal talebiyle Danıştay’a taşınacağını öngörüyoruz. Öte yandan karar, idari aşamada kesin olduğundan Tetra Laval, kararın gereğini yerine getirerek ilgili başvuru ve tescilleri geri çekmiştir. Bu durum, Danıştay’ın olası iptal kararında, önemli bir belirsizlik yaratmaktadır:
Geri çekilen başvuru/tesciller yeniden canlanacak mıdır?
Tetra Laval’ın karar süresi boyunca bu haklardan yoksun kalması nasıl telafi edilecektir?
Böylelikle, karar uygulamada doğuracağı sonuçlar bakımından da belirsizlikler içermektedir.
[1] Bağlama(tying): Hâkim durumdaki bir teşebbüsün bir ürünü ancak başka bir ürünle birlikte alınması şartıyla sunması veya fiilen bu yönde baskı yaratması.
Hatırlayacağınız üzere, “Bölüm 1: İtiraz Birimi Kararı Neler Diyor?” isimli ilk yazımızda; “Apple Inc.” ile “Opple Lighting Co., Ltd.” arasında APPLE ve OPPLE markaları üzerinden yaşanan uyuşmazlık hakkında EUIPO İtiraz Birimi tarafından verilen kararı incelemiştik. Bu devam yazısı kapsamında ise EUIPO Temyiz Kurulu’nun dosyayı nasıl ele aldığını inceleyeceğiz.
İşbu yazının daha anlamlı olması adına, henüz okumamış olan okuyucularımız varsa, Bölüm 1 yazısının da okunmasını (kalpten 😊) tavsiye ediyorum.
EUIPO İtiraz Birimi’nin APPLE ve OPPLE markaları arasında karıştırılma ihtimali olmadığı yönündeki değerlendirmesi üzerine, Apple Inc. tarafından Temyiz Kuruluna başvurulmuştu. 4. Temyiz Kurulunun 14 Ekim 2025 tarihli kararı kapsamındaki incelemeler aşağıdaki gibidir:
Opple Lighting Co., Ltd. (“Opple Lighting”) “OPPLE” markasının 35. sınıflardaki hizmetler üzerinde Avrupa Birliği (“AB”) markası olarak tescili amacıyla Ekim 2022’de başvuru gerçekleştirilmiştir. Söz konusu başvuruya Apple Inc. tarafından “APPLE” markalarına dayalı olarak itiraz edilmiş ve markanın reddi talep edilmiştir. EUIPO İtiraz Birimi tarafından Kasım 2024’te verilen karar ile; markalar arasında karıştırılma ihtimali olmadığı değerlendirilmiş ve söz konusu itiraz reddedilmiştir. İtiraz Birimi’nin değerlendirmesi özetle aşağıdaki gibidir:
Somut olaya konu markaların kapsamında yer alan mal/ hizmetlerin, genel kamuoyunun yanı sıra profesyonel kamuoyunu da hedeflediği sonucuna ulaşılmıştır.
İtiraz Birimi tarafından; itiraza dayanak APPLE markasının pürüzsüz yeşil, sarı veya kırmızı kabuklu ve sert beyaz etli yuvarlak bir meyve olan elma (apple) kelimesini işaret ettiği, söz konusu APPLE (elma) kelimesinin markanın kapsamında yer alan mal ve hizmetlerle ilgili olarak somut bir anlamı olmadığı, bu sebeple de ayırt edici olduğu değerlendirilmiştir. Yine İtiraz Birimi tarafından; itiraza konusu “OPPLE” markasının çok hafif stilize edilmiş bir marka olduğu ve herhangi bir net anlam taşımadığı sonucuna ulaşılmıştır. İtiraz sahibi ise; ilgili kamuoyunun itiraz konusu “OPPLE” markasını bir elmaya (apple) veya bir elma/ meyve çeşidine atıf olarak algılayacağını ileri sürmüştür.
Temyiz Kurulunun yaptığı değerlendirmeler sonucunda; ilgili kamuoyunun kayda değer bir kısmı tarafından, (kelimeler arasındaki işitsel ve görsel benzerlikler nedeniyle) “OPPLE” kelimesi için, “APPLE” kelimesinin kasıtlı olarak yanlış yazıldığının düşünüleceği değerlendirilmiştir. Diğer yandan, “OPPLE” kelimesinin itiraz konusu hizmetlerle ilgili olarak hiçbir anlamı olmadığı ve ayırt edici olduğu onaylanmıştır.
İtiraz Birimi tarafından; inceleme konusu markalar arasında ortalamanın altında bir benzerlik olduğu kanaatine varılmıştır.
İtiraz Birimi; (i) markaların nispeten kısa olduğunu, markaların kısa olması dolayısıyla ilgili kamuoyunun markaları birbirinden ayırt edebileceğini, (ii) markaların ilk harflerinin farklı olduğunu ve tüketicilerin genel olarak bir markanın ilk kısmına daha fazla dikkat ettiğini, (iii) kelime markalarının aynı sayıda harf içermesinin ve dördünün aynı harften oluşması hususunun ‘alfabenin sınırlı sayıda harften oluşması ve bunların hepsinin aynı sıklıkta kullanılmaması nedeniyle özellikle önemli olmadığı, birçok kelimenin aynı sayıda harfe sahip olmasının ve hatta bazılarını paylaşmasının kaçınılmaz olduğunu, ancak yalnızca bu nedenle markaların benzer olarak kabul edilemeyeceği’ şeklinde ele alınabileceğini değerlendirmiştir.
Temyiz Kurulu ise bu bulgulara katılmadığını belirtmiştir. Temyiz Kurulu tarafından belirtildiği üzere;
Yerleşik içtihatlara göre, kelime markaları karşılaştırıldığında (i) harflerin aynı konumda olması, (ii) dikkate alınabilir sayıda harfin ortak olması, (iii) kelimeleri görsel olarak birbirinden farklılaştırıcı nitelikteki stilizasyonun az olması gibi hususların varlığı halinde, ilgili markaların görsel olarak benzer olduğu kabul edilmektedir.
Somut olayda, başlangıçtaki A ve O harfleri dışında, kelimelerde yer alan harfler birebir aynıdır ve aynı sırada yer almaktadır. Bu şartlarda, İtiraz Birimi’nin; markaların başlangıç kısmındaki farklılığın, markaları bütüncül olarak birbirinden farklılaştırdığı yönündeki içtihatlara dayanması uygun düşmemektedir. Nitekim, ilgili markaların yarattığı genel izleminin dikkate alınması önem arz etmektedir; zira, ortalama tüketicinin, normal şartlarda, bu tür bir ayrıntıyı analiz etmesi beklenmemektedir. Bu halde, markaların en azından ortalama düzeyde görsel benzerliği kabul edilmelidir.
Markaların başlangıç kısmında yer alan A ve O harflerinin telaffuzu söz konusu işaretlerin fonetik olarak ayniyetini engellese bile, ortak olan “PPLE” harf grubunun telaffuzu, markalar arasında güçlü bir işitsel benzerlik yaratmaktadır. Bunun yanında, kelimeler iki heceden oluşmaktadır ve dolayısıyla aynı ritme sahip olup, aynı tonlamayla telaffuz edilmektedir. Dolayısıyla, markaların işitsel olarak en azından ortalama bir düzeyde benzer olduğu sonucuna varılması gerekmektedir.
Kavramsal olarak bakıldığında, ilgili kamuoyunun itiraz konusu markayı elma (apple) kelimesinin yanlış yazımı veya bu kelimeye atıf olarak görmesi halinde, markalar benzer görülecektir; aksi halde, “OPPLE” ibaresi uydurulmuş bir terim olarak algılanırsa, markalar kavramsal olarak benzer görülmeyecektir.
Sonuç olarak, Temyiz Kurulu; karşılaştırma konusu markaların görsel ve işitsel olarak en azından ortalama düzeyde benzer, kavramsal olarak ise özdeş veya benzer olmadığını değerlendirmiştir. Ayrıca ilgili markaların kapsamları ve hitap ettikleri kesim bakımından bir benzerlik olduğu sonucuna varılmıştır. Dolayısıyla da, markalar arasında kavramsal bir benzerlik olmadığı görülse bile, ilgili tüketici kitlesinin markalar arasında bağlantı kurabileceği kanaatine varılmıştır. Nitekim, itiraza dayanak APPLE markasının yüksek itibarı, normal düzeyde ayırt edici karakteri ile markaların en azından ortalama düzeyde görsel ve işitsel benzerliği dikkate alındığında, bu bağlantının göz ardı edilmemesi gerektiği sonucuna varılmış ve İtiraz Biriminin kararı bozularak, itirazın kabulüne ve bu kapsamda, OPPLE marka başvurusunun reddine karar vermiştir.
Görüldüğü üzere, Temyiz Kurulu dosyayı çok yönlü şekilde ele almış ve hem marka hukukuna hakim benzerlik kriterleri bakımından hem de ilgili tüketici kitlesinin gözünden benzerliği detaylı şekilde ele almıştır. Markalar arasındaki benzerlik değerlendirmesini tamamlarken, itiraza dayanak APPLE markasının bilinirliğini de dikkate almış ve bu şekilde sonuca ulaşmıştır. Bu şekilde yapılan kapsamlı değerlendirme hem ilgili ilkeler hem de ilkelerin somut olaya uyarlanma şekli açısından, kanaatimce özel bir kılavuz niteliği de yaratmaktadır.
“Apple Inc.” ile “Opple Lighting Co., Ltd.” arasında APPLE ve OPPLE markaları üzerinden yaşanan uyuşmazlık hakkında Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi (“EUIPO”) Temyiz Kurulu değerlendirmesini tamamladı.
EUIPO İtiraz Birimi, APPLE ve OPPLE markaları arasında karıştırılma ihtimali meydana gelmeyeceğini değerlendirmiş, bunun üzerine dosya Temyiz Kurulu’na taşınmıştı. 4. Temyiz Kurulu 14 Ekim 2025 tarihli kararı ile dosyayı sonuca bağladı. Dosyanın nasıl şekillendiğini ele almak gerekirse;
Opple Lighting Co., Ltd. (“Opple Lighting”) “OPPLE” kelime markasının 35. sınıftaki bazı hizmetler[1] için Avrupa Birliği (“AB”) markası olarak tescili amacıyla Ekim 2022’de başvuru gerçekleştirilmiştir.
Söz konusu başvuruya Apple Inc. tarafından “APPLE” markalarına dayalı olarak itiraz edilmiş ve markanın reddi talep edilmiştir. EUIPO İtiraz Birimi tarafından Kasım 2024’te verilen karar ile; markalar arasında karıştırılma ihtimali olmadığı değerlendirilmiş ve söz konusu itiraz reddedilmiştir. İtiraz Birimi’nin değerlendirmesi özetle aşağıdaki gibidir:
Tanınmışlık açısından, itiraz sahibi Apple Inc.’ın itiraza dayanak markalarının -itiraza konu markanın başvuru tarihi olan- 28 Ekim 2022’den önce tanınmışlık kazandığını ispatlaması beklenmektedir. İtiraz sahibi tarafından sunulan önemli miktardaki delilin genel değerlendirmesi sonucunda; APPLE markasının ilgili pazarda genel olarak bilindiği ve -çeşitli bağımsız kaynaklarca da doğrulandığı üzere- lider markalar arasında sağlam bir konuma sahip olduğu değerlendirilmiştir. Ancak, Apple Inc. tarafından, her ne kadar kimi ek faaliyetlerde bulunulsa da, öncelikli olarak firmanın temel faaliyet alanına odaklanıldığı ve bununla sınırlı kalındığını görülmüştür. Haliyle, ilgili delillerin incelenmesi sonucunda; markanın tanınmışlığının -markanın tescili kapsamında yer alan- tüm mal ve hizmetler için elde edildiği sonucuna ulaşılamamıştır. Bu bağlamda, APPLE markasının 09 ve 42. sınıflardaki mal ve hizmetler bakımından AB’de yüksek derecede bilinirliğe sahip olduğu sonucuna varılmıştır.
Logo bakımından yapılan değerlendirme kapsamında; itiraz sahibinin ürünlerinde neredeyse yalnızca APPLE logosunun kullanıldığı, APPLE kelime markasının ise aynı şekilde kullanılmadığı görülse de; (i) sunulan marka listelerinin çoğunun hem APPLE logosuna hem de APPLE kelime markasına atıfta bulunduğu, (ii) itiraz sahibinin firma adının APPLE olduğu, (iii) APPLE kelimesinin haber kupürlerinde ve diğer basılı materyallerde hem firmayı hem de ürünlerini ifade etmek için sıklıkla kullanıldığı, (iv) bunların çoğunda yalnızca APPLE logosu bulunsa bile, bazılarına doğrudan “APPLE” dendiği, (v) itiraz sahibinin satış mağazalarının tabelalarında yalnızca APPLE logosu bulunsa da, bunların aslen APPLE STORES olarak bilindiği, (vi) itiraz sahibinin sıklıkla ziyaret edilen internet sitesinin “www.apple.com” şeklinde olduğu dikkate alınmıştır. Bu durumda, itiraz sahibinin bilinirliğinin sadece APPLE logosuyla sınırlı olmadığı ve APPLE kelime markası için de geçerli olduğu kabul edilmiştir.
Markaların benzerliği açısından yapılan değerlendirme sonucunda;
APPLE kelimesi, söz konusu mal ve hizmetlerle bağlantılı olarak herhangi bir anlam taşımadığından, ayırt edici bulunmuştur.
Paralel şekilde, itiraz konusu OPPLE markası da net bir anlam taşımadığından, ortalama bir ayırt edicilikte görülmüştür.
Markalar “PPLE” harflerini ortak olarak içerseler de, her iki markanın -parça parça değil- bütün olarak algılanacağı kanaatine varılmıştır. Nitekim, markaların kimi harfleri ortak içermeleri halinde dahi, özellikle örtüşen kısmın markaların genel izlenimi içinde bağımsız olarak algılanmadığı durumlarda, markalar arasında mutlaka bir bağlantı olduğu sonucuna varılamayacağı hususu dikkate alınmıştır.
Sonuç olarak, markalar arasındaki görsel ve işitsel benzerlik ortalamanın altında, kavramsal benzerlik ise yok seviyesinde değerlendirilmiştir.
Bu noktada, kavramsal farklılıkların -belirli durumlarda- işaretler arasındaki görsel ve fonetik benzerlikleri ortadan kaldırabileceği de göz önünde tutulmuştur.
Markaların kapsamları noktasında ise; APPLE markasının bilinir olduğu mal ve hizmetlerin, itiraz konusu OPPLE markasının kapsamında yer alan 35. sınıftaki hizmetlerden oldukça farklı olduğuna dikkat çekilmiştir.
Sonuç olarak, APPLE markalarının önemli seviyedeki bilinirliğine rağmen, ilgili kamuoyunun markalar arasında bir bağ kurmasının olası olmadığı değerlendirilmiş ve APPLE markasına dayalı olarak OPPLE markasına karşı yapılan itirazın reddine karar verilmiştir.
İtiraz Birimi’nin işbu kararı;
Önceki tarihli markanın bilinirliğinin değerlendirilme şekli,
Logo kullanımı ile kelime markası kullanımının ilişkilendirilmesi,
Marka benzerliğine ilişkin temel değerlendirmeler ile benzerlik incelemesinde ortak unsurların ele alınışı,
Kavramsal farklılığa atfedilen önem,
Marka bilinirliğinin tescil kapsamında kalan ve/ veya ayrıca itiraza konu olan kapsam üzerindeki izdüşümü açısından incelenmesi
gibi çok yönlü unsurlar bakımından önemli incelemeler içermektedir.
İlkesel doğruluğu tabii ki tartışılmayacak seviyede olmakla birlikte, somut olaya uyarlanışı bakımından soru işaretleri yaratan bu kavramların -Apple Inc.’in başvuru üzerine- Temyiz Kurulu nezdinde nasıl değerlendirildiğini ise “Bölüm 2: Temyiz Birimi Kararı Neler Söylüyor?” başlıklı devam yazısında ele alıyor ve sizleri Bölüm 2’ye davet ediyorum.
[1] Class 35: Outdoor advertising; television advertising; advertising; business organization consultancy; business and management consultancy; organization of exhibitions for commercial or advertising purposes; import-export agency services; sales promotion for others; intermediary services for others [purchasing goods and services for other businesses]; auctioneering; sponsorship search; presentation of goods on communication media, for retail purposes; business management consultancy; market studies; organization of trade fairs for commercial or advertising purposes; commercial information and advice for consumers [consumer advice shop]; commercial administration of the licensing of the goods and services of others; procurement services for others [purchasing goods and services for other businesses]; marketing; employment agencies; administrative services for the relocation of businesses; secretarial services; accounting; rental of vending machines; all of the above limited to lighting solutions, lighting apparatus and equipment.
Kullanım yoluyla elde edilen ayırt edicilik. Ayırt ediciliği ya olmayan ya da zayıf olan ibarelerin, markasal olarak yoğun kullanılmaları neticesinde ayırt edicilik vasfını haiz olabildiğini ifade eden bir kavramdır. Türkiye pratiğinde çoğunlukla marka incelemesine ilişkin mutlak ret nedenleri kapsamında gündeme gelse de, aslında karıştırılma ihtimaline ilişkin değerlendirme bakımından da önem arz etmektedir.
Avrupa Birliği (“AB”) Genel Mahkemesi 6. Daire’nin 4 Haziran 2025 tarihli güncel kararı kapsamında da, önceki tarihli markanın kullanım yoluyla elde edilmiş ayırt ediciliğin -itiraz incelemesi üzerine yapılan- karıştırılma ihtimali değerlendirmesindeki rolünün kapsamlı şekilde tartışıldığını görüyoruz. Kararı incelersek;
Nisan 2020’de aşağıdaki markanın 18, 25 ve 35. sınıflardaki mal ve hizmetler için AB markası olarak tescili amacıyla başvuru gerçekleştirilmiştir.
Söz konusu marka başvurusuna, 18 ve 25. sınıflarda tescilli aşağıdaki AB markasına dayalı olarak itiraz edilmiştir.
İtiraz üzerine AB Fikri Mülkiyet Ofisi (“EUIPO”) İtiraz Birimi tarafından yapılan inceleme kapsamında, markalar arasında “PRESIDENT” ibaresinden kaynaklı bir benzerlik olduğu değerlendirilmiş ve itirazın kısmen kabulüne karar verilmiştir. İtiraz sahibinin -itiraza dayanak markasının- kullanım yoluyla artırılmış ayırt ediciliğine ilişkin iddialarının ayrıca değerlendirilmesine gerek görülmemiştir.
Başvuru sahibi, söz konusu karara itiraz etmiştir.
EUIPO Temyiz Kurulu tarafından yapılan inceleme neticesinde; markalar arasındaki benzerliğin düşük seviyede olduğu ve itiraza dayanak markanın kullanım yoluyla ayırt ediciliğinin artırıldığı iddiası incelenmeden -aynı mal ve hizmetler bakımından bile- karıştırılma ihtimali için değerlendirme yapılamayacağı ifade edilmiştir.
Dosya, itiraza dayanak markanın ayırt ediciliğinin kullanım yoluyla artırıldığı iddiası bakımından değerlendirme yapılmak üzere, İtiraz Birimi’ne geri gönderilmiştir.
İtiraz Birimi’nin ikinci incelemesi kapsamında, itiraz sahibinin sunduğu deliller incelenmiş ve bu deliller ışığında, itiraza dayanak markanın ayırt ediciliğinin (giyim sektöründe) kullanım yoluyla artırıldığı değerlendirilmiştir. Ayrıca İtiraz Birimi’nin ilk kararındaki markalar arasındaki benzerlik değerlendirilmesine de yer verilmiş ve markanın 18, 25 ve 35.sınıflarda yer alan kimi mal ve hizmetler için kısmen reddine karar verilmiştir.
Dosya tekrar Temyiz Kurulu’nun önüne gelmiştir. Temyiz Kurulu, İtiraz Birimi’nin ikinci kararını uygun bulmuş ve onamıştır.
Başvuru sahibi, söz konusu kararının iptali ve markasının tescili için dava yoluna gitmiştir.
Bunun üzerine, AB Genel Mahkemesi 6. Daire (“Mahkeme”) tarafından dosyada kapsamlı bir inceleme yapılmıştır. Karardaki özetler şu şekildedir:
Temyiz Kurulu tarafından; inceleme konusu markaların her ikisi de -markaların kapsamında yer alan- mal ve hizmetler bakımından bir anlamları olmadığını dikkate alınarak ayırt edici bulunmuştur. Markaların benzerlikleri ise görsel olarak düşük derecede, işitsel ve kavramsal olarak ortalamanın altı seviyede değerlendirilmiştir.
Başvuru sahibi, karıştırılma ihtimaline ilişkin değerlendirme sırasında önceki markanın artırılmış ayırt ediciliğine haksız derecede yüksek bir önem verildiğini iddia etmektedir. Başvuru sahibine göre, itiraza dayanak markanın kullanım yoluyla artırılmış ayırt ediciliğine ilişkin bulgu otomatik olarak karıştırılma ihtimali yaratmamaktadır ve somut olayda, diğer faktörler ışığında bir analiz gerçekleştirilmemiştir.
EUIPO ve itiraz sahibi ise, bu iddialara itiraz etmiş ve önceki tarihli markanın kullanım yoluyla artırılmış ayırt ediciliği hususunun, karıştırılma ihtimaline ilişkin değerlendirme sırasında dikkate alınan faktörlerden yalnızca biri olduğunu ifade etmiştir. Bu açıdan, her iki markada da “PRESIDENT” kelimesinin bulunması, söz konusu mal ve hizmetlerin aynı teşebbüsten veya ekonomik olarak bağlantılı teşebbüslerden geldiği varsayımını yaratmaktadır.
Mahkeme’nin değerlendirmelerine göre;
Başlı başına veya halk tarafından tanınmaları nedeniyle oldukça ayırt edici olan markaların, daha az ayırt edici markalara göre daha geniş bir korumadan yararlanması normaldir. Ancak bu durumda bile, markalar arasında bir ayrım yapılmasının mümkün olduğu göz ardı edilmemelidir.
Markaların düzenlenmesi, unsurları ve stilize ediliş şekilleri farklı olup; bunlar, benzerlik incelemesinde dikkate alınmalıdır. Haliyle, ortak olan “PRESIDENT” ibaresine rağmen, markalarda yer alan figüratif işaretler genel izlenim açısından farklılık yaratmaktadır.
Ortak unsur olan “PRESIDENT” kelimesinin düşük derecede ayırt edici olduğu ve söz konusu mal ve hizmetlerin olumlu özelliklerini çağrıştıran veya bir güç veya otorite imajı yaratan bir unsur olarak algılanacağı hususu dikkate alınmalıdır.
Buna göre, itiraza dayanak marka için kullanım yoluyla elde edilen artırılmış ayırt edicilik, söz konusu markalar arasındaki farklılıkları telafi etmek için yeterli görünmemektedir.
Sonuç olarak, ilgili kararın iptaline karar verilmelidir.
Görüldüğü üzere, Mahkeme -tıpkı İtiraz Birimi ve Temyiz Kurulu gibi- itiraza dayanak markanın kullanım yoluyla artırılmış ayırt ediciliğinin, markalar arasındaki karıştırılma ihtimali incelemesinde dikkate alınabileceğini kabul etmektedir. Ancak, bu ihtimalde dahi, markaların benzerlikleri kadar farklılıklarının da dikkate alınması gerektiği vurgulanmaktadır.
Teorik olarak bu yaklaşım son derece uygun görünmektedir. Somut olay açısından ise; PRESIDENT markası için kullanım yoluyla artırılmış ayırt ediciliğin kabul edildiği durumda, “ALWAYS RUN 4PRESIDENT” markasının aynı kapsam bakımından karıştırılma ihtimali yaratmadığı yönündeki değerlendirmenin birtakım tartışmaları beraberinde getirmesi kaçınılmaz görünmektedir.
Karara buradan, bana ise e-posta yoluyla ulaşabilirsiniz.
Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi (EUIPO) Temyiz Kurulu, 12 Mayıs 2025 tarihinde “RITUALS” markasına ilişkin olarak verdiği kararla, uygulamacıların Türkiye’de de kafasını karıştıran önemli bir sorunun yanıtını EUIPO açısından nihai olarak vermiştir.
Kararda ele alınan ve EUIPO açısından netleştirilen temel mesele; 35. sınıftaki “malların satışa sunumu hizmetleri” (mağazacılık veya perakendecilik hizmetleri olarak da anılmaktadır) için korunan bir Avrupa Birliği markasına ilişkin olarak, marka sahibinin sadece kendisine ait ürünleri satışa sunması halinde, bu durumun markanın kullanımı sayılıp sayılamayacağıdır. Daha da netleştirirsek kararda ele alınan konu, marka sahibinin sadece kendisine ait malları satışa sunum (mağazacılık, perakendecilik) hizmetlerine konu etmesi halinde, bahsedilen hizmetler bakımından markanın kullanımı gerçekleşmiş midir sorusunun yanıtıdır.
Türkiye’de kimi uygulayıcılar, 35. sınıftaki malların satışa sunumu (mağazacılık, perakendecilik) hizmetlerinin, ancak farklı kişilere ait farklı markalı ürünlerin tüketicilere sunulduğu hallerde ortaya çıktığını öne sürmekte ve bir marka sahibinin sadece kendisine ait ürünleri satışa sunması halinin bu hizmetin kapsamına girmediğini iddia etmektedir. Buna karşın, bazı uygulayıcılar (bu satırların yazarı dahil) ise, ilgili hizmetin satışa sunulan malların kime ait olduğuyla ilgisinin bulunmadığını, markanın sahibi tarafından üretilmiş tek bir tip veya tek markalı ürünlerin satışa -ilgili hizmetin tanımı kapsamında- sunulduğu hallerde dahi bu hizmetin kullanımın gerçekleştiğini öne sürmektedir.
Temel karmaşayı daha iyi ifade edebilmek bakımından öncelikle ilgili hizmetleri tanımlamak yerinde olacaktır. Devamında EUIPO Temyiz Kurulunun “RITUALS” kararı kapsamında getirilen yorum aktarılacak ve değerlendirilecektir.
“Malların Satışa Sunumu Hizmetleri” Nedir ve Somut Olarak Hangi Hallerde Karşımıza Çıkar?
Avrupa Birliği Adalet Divanı, 7 Temmuz 2005 tarihli C-418/02 sayılı “Praktiker” kararının 34. paragrafında, “perakendecilik hizmetleri”nin nihai amacının malların tüketicilere satışı olduğunu, belirtilen hizmetin satış işleminin yanı sıra, bu işlemin gerçekleşmesini sağlamak için tacir tarafından yürütülen her tür eylemi kapsadığını belirtmiştir. Anılan eylemler karara göre, diğerlerinin yanı sıra, satışa sunulan malların seçimini ve satışın rakiplerle değil kendisiyle tamamlanmasını isteyen bir tacirin tüketicileri teşviğe yönelik çeşitli hizmetleri sunmasını da kapsar.
“Malların satışı” ifadesi, malların ve hizmetlerin uluslararası sınıflandırması amaçlı Nicé sınıflandırması kapsamında tanımlanmış veya bu sınıflandırma kapsamında değerlendirilmesi mümkün olan bir hizmet değildir. Bu bağlamda, nihai hedefi malların satışı olan hizmetler bütünü, anılan sınıflandırmanın 35. sınıfının açıklayıcı notlarında yer alan “Müşterilerin malları elverişli bir şekilde görmesi ve satın alması için çeşitli malların bir araya getirilmesi hizmetleri” (the bringing together, for the benefit of others, of a variety of goods (excluding the transport thereof), enabling customers to conveniently view and purchase those goods) tanımı kapsamında değerlendirilmektedir.
Yazı boyunca, “malların satışa sunumu hizmetleri” tabiri kullanılacak olsa da, bu kısa ifadeyle belirtilmek istenen “Müşterilerin malları elverişli bir şekilde görmesi ve satın alması için çeşitli malların bir araya getirilmesi hizmetleri” ifadesidir.
Yukarıda “Müşterilerin malları elverişli bir şekilde görmesi ve satın alması için çeşitli malların bir araya getirilmesi hizmetleri” ifadesine yer verilmiş olsa da, bu ifadenin “çeşitli mallar” terimi yerine “özel olarak belirtilmiş malların” yazıldığı halleri de kapsayacak anlamda kullanıldığı özellikle belirtilmelidir. Bir diğer deyişle, yazının kapsamı sadece “çeşitli mallar” genel tabirinin kullanıldığı hallere ilişkin değildir, perakendecilik hizmetinin konusu malların özel biçimde belirtildiği ifade biçimleri de yazı kapsamına girmektedir.
“Müşterilerin malları elverişli bir şekilde görmesi ve satın alması için çeşitli malların bir araya getirilmesi hizmetleri” en basit haliyle, tüketicilerin farklı seçenekler veya çeşitler arasından kendisine en uygununu bulup satın alması için çeşitli malların bir arada satışa sunulması hizmetidir. Bu hizmet, birbirinden nitelik, ölçek, ortam olarak farklı satış noktalarında (süpermarket, hipermarket, katalog, internet vb.) sunulabilir.
İnceleme konusu hizmet, malların satışı işleminden ibaret değildir. Hizmet esasen, malların satışa nihai amacına yönelik olarak tacir tarafından sunulan bir hizmetler bütününü ifade etmektedir. Bu haliyle hizmetin kapsamı “perakende veya toptan satış ortamlarında, malların satış amacıyla tüketicilere sunumu”dur.
Hizmetin sunulduğu ortamın dükkan, mağaza, vb. gibi bir mekan olması zorunluluğu bulunmamaktadır. Anılan hizmet; dükkan, mağaza gibi mekanlarda malların klasik biçimde sunumu yoluyla verilebildiği gibi, internet, TV gibi elektronik ortamlarda veya katalog yoluyla satışa sunum gibi farklı yöntemlerle de sunulabilir.
“Müşterilerin malları elverişli bir şekilde görmesi ve satın alması için çeşitli malların bir araya getirilmesi hizmetleri”nin varlığından bahsedebilmek için, öncelikli olarak “çeşitli malların tüketicilerin beğenisine ve alımına sunulma amacıyla bir araya getirilmiş olması” ve “bir araya getirilen malların tüketicilere sunulduğu bir ortam (mağaza, dükkan, internet sitesi, TV yoluyla alım için bir platform, katalog yoluyla satışı sağlayacak yöntem ve araçlar, vb.)” şartlarının bir arada gerçekleşmiş olması gereklidir.
“Müşterilerin malları elverişli bir şekilde görmesi ve satın alması için çeşitli malların bir araya getirilmesi hizmetleri” yukarıda da belirtildiği gibi, en basit tanımıyla tüketicilerin farklı seçenekler veya çeşitler arasından kendisine en uygununu bulup satın alması için çeşitli malların bir arada satışa sunulması hizmetidir. Bu bağlamda, markasını taşıyan malları üretip, üçüncü kişilerin sağladığı perakendecilik veya mağazacılık hizmetleri kanalıyla tüketicilere ulaştıran bir firmanın, markasını “Müşterilerin malları elverişli bir şekilde görmesi ve satın alması için çeşitli malların bir araya getirilmesi hizmetleri” için tescil ettirmesi gerekli değildir. Bu tip bir durumda, yani markalı bir ürünün üreticisi dışındaki taraflarca tüketicilere sunulması halinde, o malların üreticisinin “Müşterilerin malları elverişli bir şekilde görmesi ve satın alması için çeşitli malların bir araya getirilmesi hizmetleri” için markasını kullanıldığının kabul edilmesi mümkün değildir.
Şöyle ki, “Müşterilerin malları elverişli bir şekilde görmesi ve satın alması için çeşitli malların bir araya getirilmesi hizmetleri” için kullanımdan bahsedilmek için, çeşitli malların müşterilere sunum amacıyla bir araya getirilmesi gereklidir ve sonrasında eğer, müşteri tarafından alım kararına varılırsa satış söz konusu olmaktadır. Ayrıca, hizmet tanımında yer alan “elverişli” kelimesinin de işaret ettiği üzere, malların tüketicilere elverişli bir biçimde sunulması, yani “bir araya getirilen malların tüketicilere sunulduğu bir ortam (mağaza, dükkan, internet sitesi, TV yoluyla alım için bir platform, katalog yoluyla satışı sağlayacak yöntem ve araçlar, vb.)” gereklidir.
Tüm bunlara ilaveten, ürettiği ve markasını taşıyan malları, üçüncü taraflar aracılığıyla piyasaya sürmekle sınırlı kalmak istemeyen ve bu malları kendisine ait perakende satış kanalları yoluyla tüketicilere ulaştırmak isteyen üreticilerin varlığı da ortadadır. Malların üreticisi de olan bu kişilerin herhangi bir satış ortamı kanalıyla ürettikleri malları nihai tüketiciye ulaştırmaları halinin, markanın “Müşterilerin malları elverişli bir şekilde görmesi ve satın alması için çeşitli malların bir araya getirilmesi hizmetleri” için kullanımını teşkil edip etmediği bu yazının konusunu oluşturacaktır.
Sayılan tüm hususlar ışığında kanaatimizce, “Müşterilerin malları elverişli bir şekilde görmesi ve satın alması için çeşitli malların bir araya getirilmesi hizmetleri” için kullanımın varlığı aşağıdaki değerlendirmeler çerçevesinde tespit edilmelidir:
Markalı bir malın üretilmesi veya piyasaya sürülmesi, tek başına söz konusu markanın “Müşterilerin malları elverişli bir şekilde görmesi ve satın alması için çeşitli malların bir araya getirilmesi hizmetleri” için kullanıldığını gösteremez.
“Müşterilerin malları elverişli bir şekilde görmesi ve satın alması için çeşitli malların bir araya getirilmesi hizmetleri” için kullanımdan bahsedebilmek için çeşitli malların satış amacıyla, tüketicilerin beğenisine elverişli bir ortamda sunulmuş olması gereklidir.
Müşterilerin malları elverişli biçimde görmesi, yani tüketicilere sunum için bir ortam gereklidir. Bu ortamın fiziksel bir mekan olması şart değildir, mallar tüketicilere mağaza, dükkan, internet sitesi, TV yoluyla alım için bir platform, katalog yoluyla satışı sağlayacak yöntem ve araçlar, vb. birçok farklı ortam kullanılarak sunulabilir.
Tüketiciler elverişli ortamda kendilerine sunulan malları inceledikten sonra alımı gerçekleştirir veya gerçekleştirmez. Alımın gerçekleşmesi veya gerçekleşmemesi hizmetin niteliğini etkilemez, şöyle ki “Müşterilerin malları elverişli bir şekilde görmesi ve satın alması için çeşitli malların bir araya getirilmesi hizmetleri” satış işleminden ibaret değildir ve hizmetin asıl doğası “malların tüketicilere perakende veya toptan satış ortamlarında sunumu”dur.
Markayı taşıyan malların tanıtımı amaçlı kataloglar, dokümanlar, reklamlar, internet siteleri, tek başlarına markanın “Müşterilerin malları elverişli bir şekilde görmesi ve satın alması için çeşitli malların bir araya getirilmesi hizmetleri” için kullanıldığını ispatlama gücüne sahip değildir. Şöyle ki, hizmet tanımından anlaşıldığı üzere, müşterilerin malları elverişli biçimde görmesi ve satın alması için çeşitli malların bir araya getirilmesi gereklidir. Ürünlere ait tanıtım dokümanlarının veya reklamların, malların elverişli biçimde satışa sunumunu sağlama fonksiyonunu yerine getiren araçlar olduğunun kabul edilmesi ise mümkün değildir.
Yazımızın üzerinde odaklanacağı husus ise, yukarıdaki tespitlerden farklı bir hususa ilişkindir: “Satışa sunulan malların, satışı sunumu gerçekleştiren kişiye ait olması ve onun markasını taşıması halinde de, malların satışa sunumu hizmetlerinin kullanımın gerçekleştiği kabul edilmeli midir?”
Yazının başında belirttiğimiz üzere, Türkiye’de bu konuda uygulamacılar arasında fikir birliği bulunmamaktadır. Kimi uygulayıcılara göre, “anılan hizmetin gerçekleşmesinin ön şartlarından birisi de satışa sunulan malların farklı kişilere farklı markalı mallar olmasıdır”, diğer yandan başka bir grup ise “hizmetin tanımında böyle bir ön şart bulunmadığını öne sürmekte ve diğer koşullar yerine getirildikten sonra satışa sunulan malların tek bir üreticiye ait tek bir markayı taşıyan mallar olması halinde dahi bu hizmetin gerçekleştirildiğini” ifade etmektedir.
EUIPO Temyiz Kurulunun aşağıda aktarılacak “RITUALS” kararı bu tartışmaya EUIPO bakımından noktayı koymuştur ve kararın Türkiye’deki tartışmalara da ışık tutacağı düşünülmektedir. Sözü daha da uzatmadan kararın aktarılmasına geçelim.
“RITUALS” Markasına Karşı Yapılan İptal Talebi ve EUIPO İptal Biriminin Kararı
2006 yılında 3.,4.,21.,24.,30. sınıflara dahil malları ve 35. sınıfa dahil hizmetleri kapsayan “RITUALS” markası EUIPO tarafından Avrupa Birliği markası olarak “Rituals International Trademarks B.V.” adına tescil edilmiştir. Markanın 35. sınıfına dahil hizmetler esas olarak 3.,4.,21.,24.,30. sınıflara dahil malların perakendeciliği (satışa sunumu) hizmetleridir. 2022 yılında “Zheni Aleksieva” adında bir gerçek kişi belirtilen markanın kullanmama nedeniyle iptaline yönelik olarak EUIPO nezdinde bir iptal talebi yapmıştır. Kullanmama nedeniyle iptal talebine karşı marka sahibi EUIPO’ya markanın kullanımını gösteren çeşitli kanıtlar sunmuştur. Bu kanıtlara karşı iptal talebi sahibi görüş göndermiş ve bu görüşte esasen aşağıdaki argümanlara dayanmıştır:
Marka sahibi tarafından gönderilen kanıtlar markanın sadece 3. sınıfa dahil bazı kozmetik ürünleri tarafından kullanımını göstermektedir ve diğer mal ve hizmetlerin kullanımına ilişkin bir kanıt bulunmamaktadır.
Marka sahibi sadece kendisine ait markayı taşıyan ürünleri satışa sunmaktadır ve bu durum 35. sınıf kapsamında perakendecilik hizmetlerinin ciddi kullanımı olarak kabul edilemez.
Marka tescil edildiğinden farklı biçimde kullanılmaktadır.
Yazımızın ana vurgu noktası, 2. iddia kapsamındaki argümanların EUIPO tarafından değerlendirilmesiyle ilgili olacaktır ve dolayısıyla diğer hususlar hakkındaki açıklamalara, yazının bütünlüğü açısından zorunlu olanlar dışında, yer verilmeyecektir.
EUIPO İptal Birimi, sunulan kanıt ve görüşleri inceledikten sonra, markayı 3. sınıftaki bazı mallar dışında kalan tüm mal ve hizmetler bakımından iptal etmiştir. EUIPO İptal Birimi kararında 35. sınıftaki perakendecilik hizmetleri bakımından aşağıdaki değerlendirmeyi yapmıştır:
“…. Taraflar arasında marka sahibinin kendi mallarıyla ilgili dükkanları işlettiği hususu konusunda bir anlaşmazlık bulunmamaktadır. Temel mesele, bu mağazalarda sürdürülen marka sahibinin kendi markasını taşıyan mallara ilişkin faaliyetlerinin perakendecilik hizmetleri bakımından markanın kullanımını teşkil edip etmediğidir. Marka sahibine göre, bu dükkanlarda yürütülen faaliyet sadece satışla sınırlı olmayan, perakende piyasasında benzer ürünleri satan diğer kişilerle de rekabet anlamına gelen bir faaliyettir; dükkanların önünde, içinde, paketlerde ve satış fişlerinde “RITUALS” markası bulunmaktadır, müşterilere mağazalarda benzersiz bir deneyim sunulmaktadır, içecekler ve el masajı teklif edilmektedir. 35. sınıftaki perakendecilik hizmetleri Nice Sınıflandırması Açıklayıcı Notunda “başkalarının yararına, çeşitli malları (nakliyesi hariç) bir araya getirerek, müşterilerin bu malları rahatça inceleyip satın almalarını sağlamak” olarak tanımlanmaktadır. Burlington Arcade kararından (C‑155/18), “başkaları” kelimesiyle kastedilenin malları için satış noktası arayan üreticiler veya marka sahipleri olduğu anlaşılabilir.Marka sahibinin iş modelinde, marka sahibinin faaliyetinden yararlanacak marka sahibi dışında başka bir işletme, üretici veya marka sahibi bulunmamaktadır. Marka sahibinin mağazalarında gerçekleştirilen tüm faaliyetlerin tek bir amacı vardır, o da marka sahibinin mallarının satılmasıdır. Markanın mağazaların ön tarafında, mağaza içinde ve kasa fişlerinde yer alması ve satın alınan ürünlerin üzerinde markanın basılı olduğu bir çantaya paketlenmesi, tüm bunların tek amacının marka sahibinin ürünlerini satmak olduğu gerçeğini değiştirmez. Mağazanın ön tarafındaki marka, tüketicilere “Rituals” markası altındaki ürünlerin mağaza içinde satıldığını bildirir. Marka sahibi, perakendecilik hizmetleri pazarında perakendecilerle değil, diğer kozmetik ve parfüm üreticileriyle rekabet etmektedir. Tüketiciler, “Rituals” mağazasında mı yoksa farklı markaların çeşitli kozmetik ürünlerinin bulunduğu bir kozmetik perakende mağazasında mı alışveriş yapacaklarını seçmezler. “Rituals” kozmetik ürünlerini mi yoksa diğer markaların ürünlerini mi satın alacaklarını seçerler. Sonuç olarak, marka sahibinin mağazalarıyla bağlantılı faaliyeti, bağımsız bir perakendecilik hizmeti değil, malların tesciliyle sağlanan korumanın kapsadığı bir faaliyet olan kendi mallarının satışı olarak değerlendirilmelidir. Dolayısıyla, marka sahibi, perakendecilik hizmetleri için markanın kullanıldığını kanıtlayamamıştır ve marka belirtilen hizmetler bakımından da iptal edilmelidir….”
Marka sahibi bu karara karşı itiraz etmiş ve itiraz EUIPO Temyiz Kurulu tarafından değerlendirilmiştir.
EUIPO Temyiz Kurulu “RITUALS” Kararı
Marka sahibinin iptal talebine karşı yaptığı itirazda, diğerlerinin yanı sıra, konumuzla ilgili olarak aşağıdaki temel argümanlara yer verilmiştir:
“…. İptal Birimi, marka sahibinin perakendecilik hizmetleri sunmadığını, çünkü bu tür hizmetlerin perakendecinin kendi malları ile ilgili olarak sunulamayacağını tespit etmiştir. Bu yorum, mevcut içtihatla tutarlı değildir. Praktiker kararının 34. paragrafında Adalet Divanı perakendecilik hizmetlerini şu şekilde tanımlamıştır: ‘Bu bağlamda, perakende ticaretin amacının tüketicilere mal satmak olduğu belirtilmelidir. Bu ticaret, yasal satış işlemine ek olarak, tacirin bu tür bir işlemin gerçekleştirilmesini teşvik etmek amacıyla yürüttüğü tüm faaliyetleri de içerir. Bu faaliyetler, diğerlerinin yanı sıra, satışa sunulan malların çeşitliliğini seçmek ve tüketicinin söz konusu işlemleri rakip bir tacir yerine söz konusu tacirle yapmaya teşvik etmek amacıyla çeşitli hizmetler sunmaktan ibarettir.’ Adalet Divanı, Praktiker kararında “perakendecilik hizmetleri” kavramını geniş bir şekilde yorumlamaktadır. Divan, perakendecilik hizmetlerinin daha kısıtlayıcı bir tanımının mümkün olmadığını açıkça belirtmektedir. EUIPO çok sayıda kararında, perakendecilik hizmetlerinin kullanımının, marka sahibinin sadece kendisine ait ürünleri satışa sunduğu durumlarda da gerçekleştiğini kabul etmiştir, örneğin C 14 986 sayılı Cath Kidston kararı, C 15 460, C 12 844 sayılı kararlar, Temyiz Kurulunun R 2330/2011-2 sayılı kararı. İptal Biriminin işbu ihtilafa ilişkin olarak emsal gösterdiği C-155/18 sayılı Burlington Arcade kararı ise yanlış yorumlanmıştır. Şöyle ki, belirtilen karar Praktiker kararından bir sapma niteliğinde değildir ve ‘alışveriş merkezlerinin verdiği faaliyetlerin malların satışa sunumu hizmeti olarak değerlendirilip değerlendirilmeyeceğini’ irdelemektedir. Bu karardaki ‘başkaları ifadesiyle kastedilen malları için satış noktası arayan üreticiler veya marka sahipleridir’. İptal Biriminin işbu ihtilafa ilişkin yeni yorumunun kabul edilmesi, kendi mağazalarında kendi ürünlerini satışa sunan, örneğin Dior, L’Oréal, Estée Lauder, Givenchy, Gucci, Prada, Louis Vuitton, Adidas, Nike Puma ve Fendi gibi markaların perakendecilik hizmeti vermediği anlamına gelecektir ve bunun kabul edilmesi mümkün değildir. Sonuç olarak, bir marka sahibinin kendi ürünlerini satışa sunması perakendecilik hizmetleri kapsamına girmektedir ve İptal Birimi kararının iptal edilmesi gerekmektedir….”
EUIPO Temyiz Kurulu; marka sahibinin itirazını, İptal Birimi kararında yer verilen argümanları ve iptal talebi sahibinin görüşlerini dikkate alarak incelemiş ve 12 Mayıs 2025 tarihinde verdiği R 2472/2023-4 sayılı kararla ihtilafı sonuçlandırmıştır. Devam etmeden önce, kararın sadece yazımızın konusu perakendecilik hizmetleri bakımından aktarılacağını bir kez daha belirtiyoruz.
Kurul ilk olarak, perakendecilik hizmetleri bakımından verilmiş ilk önemli karar olan ve ilgili hizmetlerin çerçevesini çizen Adalet Divanının C-418/02 sayılı Praktiker kararından bazı önemli noktaları aktarmıştır:
“Praktiker kararının 34. paragrafı çerçevesinde, Adalet Divanına göre, perakende ticaretin amacı, tüketicilere mal satmaktır. Bu ticaret, yasal satış işlemine ek olarak, tacirin bu tür bir işlemin gerçekleştirilmesini teşvik etmek amacıyla yürüttüğü tüm faaliyetleri de içerir. Bu faaliyetler, diğerlerinin yanı sıra, satışa sunulan malların çeşitliliğini seçmek ve tüketicinin söz konusu işlemleri rakip bir tacir yerine söz konusu tacirle yapmaya teşvik etmek amacıyla çeşitli hizmetler sunulmasını içerir. Kararın 35. paragrafına göre, Direktif veya Topluluk hukukunun genel ilkelerine dayanan hiçbir üstün neden, bu hizmetlerin Direktifteki ‘hizmetler’ kavramı kapsamına girmesini veya dolayısıyla, tacirin, markasının tescili yoluyla sağladığı hizmetlerin menşeini belirten markanın korunmasını elde etme hakkına sahip olmasını engellemez. Kararın 44. paragrafına göre ise, Direktifin amaçları doğrultusunda, bu kararın 34. paragrafında yer alan açıklamadan daha kısıtlayıcı bir ‘perakendecilik hizmetleri’ tanımına dayanmaya ihtiyaç olmadığı belirtilmekte ve 34. paragraftaki ‘perakendecilik hizmetleri’ tanımına atıfta bulunulmaktadır.”
Temyiz Kurulu devamında perakendecilik hizmetleriyle ilgili önemli kararlar olan O’Store (T-116/06), Apple Store (C-421/13) gibi kararlara atıflar yapmıştır.
Bu açıklamaların da ışığında perakendecilik hizmetleri aşağıdaki formül çerçevesinde basitçe açıklanmıştır:
Perakende ticaretin amacı = Tüketicilere mal satışı.
Perakende ticaret, yasal satış işlemine ilaveten, bu satış işleminin gerçekleştirilmesini teşvik etmek amacıyla tacir tarafından yürütülen tüm faaliyetleri içerir.
Tacirin satış işleminin sonuçlandırılmasını teşvik etmek amacıyla gerçekleştirdiği faaliyetler, diğerlerinin yanı sıra;
Satışa sunulan malların çeşitliliğini seçmeyi ve
Tüketicinin satın almayı rakip bir tacirden değil, söz konusu tacirden gerçekleştirmesini teşvik etmek amacıyla çeşitli hizmetler sunmasını içerir.
Marka sahibinin faaliyetleri bu formül çerçevesinde incelendiğinde, bu faaliyetlerin Adalet Divanının perakendecilik hizmetlerine ilişkin tanımı kapsamına girdiği görülmektedir:
Marka sahibinin faaliyetinin amacı = 3.,21.,24. ve 30. sınıflara dahil “Rituals” markasını taşıyan malların tüketicilere satışı gerçekleştiriliyor.
Bu faaliyetler, “Rituals” markalı malların yasal satış işlemlerine ilaveten, marka sahibinin tüketiciyi satın alma işlemine teşvik etmek için yürüttüğü her türlü faaliyeti içeriyor.
Marka sahibinin satış işleminin sonuçlandırılmasını teşvik etmek amacıyla gerçekleştirdiği faaliyetlere ilişkin olarak, diğerlerinin yanı sıra;
Satışa sunulan “Rituals” ürünlerinin, yani 3.,21.,24. ve 30. sınıflardaki malların çeşitleri seçiliyor ve
Tüketicinin satın almayı rakip bir tacirden değil, söz konusu tacirden gerçekleştirmesini teşvik etmek amacıyla çeşitli hizmetler sunuluyor, yani tüketicilere, örneğin “Rituals” sabunuyla ellerini yıkayabilecekleri, “Rituals” çayı içebilecekleri, marka sahibinin eğitimli personeli tarafından ürünlerin tanıtıldığı (bir dakikalık el masajı, seminerler, atölyeler veya ustalık sınıfları), tüketicilerin kendi özel ürünlerini yaratabilecekleri, “Rituals” farkındalık, meditasyon ve yoga uygulamalarını ve kılavuzlarını kullanarak zihinlerini ve bedenlerini dinlendirebilecekleri ve enerji toplayabilecekleri deneyimler sunuluyor.
Bu noktada, Praktiker kararının 44. paragrafı da tekrar hatırlanmalıdır: “Kararın 44. paragrafına göre, Direktifin amaçları doğrultusunda, bu kararın 34. paragrafında yer alan açıklamadan daha kısıtlayıcı bir ‘perakendecilik hizmetler’ tanımına dayanmaya ihtiyaç bulunmamaktadır.”
Belirtilen nedenlerle, işbu ihtilaftaki markanın sahibi gibi ticari bir işletme, mallarının yasal satış işlemine ek olarak, bu satış işleminin sonuçlandırılmasını teşvik etmek amacıyla tüm faaliyetleri sunuyorsa, sadece malların kendisi için değil, aynı zamanda bu malları konu alan perakende hizmetleri için de tam koruma hakkına sahiptir.
Temyiz Kurulu değerlendirmelerinin devamında, İptal Biriminin kararını dayandırdığı Burlington Arcade kararının, perakendecilik hizmetlerinin kapsamını daraltacak biçimde yorumlanamayacağını açıklamış ve söz konusu kararla; alışveriş merkezlerinin, alışveriş merkezinde yer alan işletmelerin faydası için tüketicilere yönelik olarak malların satışa sunumunu gerçekleştirmesinin perakendecilik hizmetleri kapsamına girdiğinin açıklandığını ifade etmiştir. Burlington Arcade kararında olduğu gibi, perakendecilik hizmetlerinin neleri içerebileceğini ilişkin olumlu bir örnek, yanında – İptal Biriminin yaptığı gibi- hizmetin kapsamının daraltılmasına dair bir ek yorum getiremeyecektir. Burlington Arcade kararının kritik noktası, son tüketicilerin faydasına yönelik olmayan, alışveriş merkezinde yer alan perakendecilerin faydasına olan hizmetlerin de perakendecilik hizmeti olarak kabul edilmesidir ve bu değerlendirme Praktiker kararında yer verilen ilkelerin dar biçimde yorumlanmasını yanında getirmemektedir. Bu çerçevede Temyiz Kuruluna göre, Burlington Arcade kararı, sürekli atıfta bulunduğu Praktiker kararından bir sapma da içermemektedir.
Marka sahibinin 35. sınıfta yer alan perakendecilik hizmetlerinin bir bölümünün ciddi kullanımına ilişkin olarak sunduğu kanıtları da yeterli bulan Temyiz Kurulu, yukarıda detaylı olarak aktardığımız gerekçelerle İptal Biriminin kararını kısmen iptal etmiştir.
Sonuç
Yukarıda detaylı biçimde aktarmaya gayret ettiğimiz “RITUALS” kararı, diğer şartların gerçekleştiği hallerde, perakendecilik hizmetini sunan marka sahibinin sadece kendisine ait ürünleri satışa sunduğu durumlarda dahi “malların satışa sunumu (perakendecilik, mağazacılık) hizmetinin” verildiğinin kabul edilmesi gerektiğini açıkça ortaya koymuştur. Bu çerçevede, “RITUALS” kararının tersi bir EUIPO Temyiz Kurulu veya Adalet Divanı kararı verilmediği sürece konunun EUIPO bakımından kapandığını kabul etmek yerinde olacaktır.
Konu hakkında ilk olarak dile getirilmesi gereken husus, hizmetin ifadesine ilişkin “Müşterilerin malları elverişli bir şekilde görmesi ve satın alması için çeşitli malların bir araya getirilmesi hizmetleri” şeklindeki uzun tabirin dahi, satışa sunulan malların üreticisinin kim olması gerektiğine ve hizmetin markası ile satışa sunulan malların markası arasındaki ilişkiye dair herhangi bir kısıtlama içermemesi veya bunlar arasında karşılıklı bir bağlantının gerekliliğini işaret etmemesidir. EUIPO Temyiz Kurulu kararında da değerlendirme hizmetin çerçevesini çizen Praktiker kararı ekseninde yapılmış ve hizmetin kapsamını yapay ve tartışmalı biçimde kısıtlayan İptal Birimi yorumuna itibar edilmemiştir.
Detaylı hukuki açıklama veya tartışmalara girmeden dahi, konu kanaatimizce son derece açıktır. Örneğin, “Adidas” markası, alışveriş merkezlerinde veya diğer noktalarda, sadece “Adidas” markalı ürünlerin satışa sunulduğu çok sayıda satış noktasının sahibidir; bu satış noktalarında satış danışmanlarının yardımıyla veya firmanın düzenlediği promosyonlar çerçevesinde çok sayıda “Adidas” markalı ürün tüketicilere sunulmaktadır ve bu mağazalarda başka markalı herhangi bir ürüne rastlanması da mümkün değildir. Bu örnekte kanaatimizce, “malların satışa sunumu hizmeti” apaçık biçimde verilmektedir, dolayısıyla bu hizmetin fiili sunumunu tartışmalı argümanlar çerçevesinde yok saymak ve “Adidas”ın verdiği söz konusu hizmetin 35. sınıf kapsamında “malların satışa sunumu hizmeti” olarak değerlendirilemeyeceğini öne sürmek son derece yanlış ve objektiviteden uzak bir değerlendirmedir. “Adidas” örneğinin yanında çok sayıda benzer marka da örnek olarak verilebilir ve hatta kendi ürettikleri kendi markalarını taşıyan ürünleri internet üzerinden satışa sunan binlerce küçük üretici de –Praktiker kararında yer verilen diğer hususları da yerine getirmişlerse- 35. sınıf kapsamındaki malların satışa sunumu hizmetini kanaatimizce vermektedir.
EUIPO Temyiz Kurulu “RITUALS” kararının, aynı tartışmanın ülkemizdeki yansımalarına katkı sağlayacağı umuduyla yazıma son veriyorum.
Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi (EUIPO) Büyük Temyiz Kurulu, 25 Kasım 2024 tarihli kararıyla Turner Broadcasting System Europe Limited tarafından yapılan “MARICÓN PERDIDO” ibaresinin marka tescil başvurusunu, Avrupa Birliği Marka Tüzüğü (EUTMR) m. 7(1)(f) bendi uyarınca “kamu ahlakına aykırılık” gerekçesiyle reddetmiştir. Karar, özellikle ifade özgürlüğü ile toplumun ahlaki normları arasındaki sınır çizgisini belirlemeye çalışan Avrupa Birliği (AB) marka hukukunun içtihatlarını derinleştiren niteliktedir.
Olayın Arka Planı: Dizi Adının Marka Olarak Tescil Talebi
Başvuru, 5 Mayıs 2020 tarihinde 9. sınıftaki malları ve 41. sınıflardaki hizmetleri kapsayacak şekilde yapılmıştır. Söz konusu ibare, İspanyol yazar Bob Pop’un anılarına dayanan ve Movistar+ platformunda yayınlanan bir televizyon dizisinin adıdır.
“MARICÓN PERDIDO” ifadesi İspanyolca olup “yoldan çıkmış eşcinsel” kaba bir tabirle “kötü yola düşmüş ibne” anlamına gelmektedir. “Maricón” kelimesi, Real Academia Española sözlüğüne göre hakaret niteliği taşıyan, kadınsı ve aşırı hareketlerle tanımlanan bir eşcinseli ifade ederken, “perdido” kelimesi ahlaki yozlaşma, kontrol kaybı ve çöküş anlamları taşımaktadır.
Kurulun Değerlendirmesi: Toplumun Genel Algısı Belirleyici
EUIPO, kararında “MARICÓN PERDIDO” ibaresinin İspanyolca’da doğrudan ve açık şekilde aşağılayıcı bir anlam taşıdığını tespit etmiştir. Özellikle “maricón” kelimesinin eşcinsellere yönelik ciddi bir hakaret olarak değerlendirildiği, “perdido” kelimesiyle birlikte kullanıldığında bu anlamın daha da derinleştiği belirtilmiştir. Kurula göre bu tür bir ifade, toplumun ortalama düzeyde duyarlılığa sahip bireylerinde ciddi rahatsızlık yaratma potansiyeline sahiptir. Ayrıca başvurunun 9. ve 41. sınıftaki mal ve hizmetleri kapsaması ve bu hizmetlerin kamuya, özellikle de çocuklara açık olması nedeniyle, söz konusu ibarenin tescilinin kamu yararıyla bağdaşmadığı kanaatine varılmıştır. Başvuru sahibi tarafından bu ibarenin saldırgan olmadığını ispatlayan somut ve ikna edici bir delil sunulmamış; önceki tescil örneklerinin ise bağlayıcı olmadığı, içtihatlara göre tek başına emsal oluşturamayacağı vurgulanmıştır. Tüm bu nedenlerle başvuru, EUTMR m. 7(1)(f) (kamu ahlakına aykırılık) ve 7(2) (ret nedeninin AB’nin sadece bir kısmında varolmasının yeterliliği) hükümleri uyarınca reddedilmiştir.
Başvuru Sahibinin İtirazı
Başvuru sahibi Turner Broadcasting System Europe Ltd., uzman kararıyla reddedilen “MARICÓN PERDIDO” ibaresinin tescil edilmesi gerektiğini savunarak bu karara itiraz etmiştir. İtiraz dilekçesinde, başvurunun toplumun geniş kesimi tarafından hakaret olarak algılanmadığı, bilakis söz konusu ifadenin kültürel, sanatsal ve bireysel ifade özgürlüğü kapsamında pozitif ve ironik bir anlam taşıdığı ileri sürülmüştür.
Başvuruya konu ibarenin, İspanyol yazar ve televizyoncu Bob Pop’un otobiyografik yaşam öyküsünü konu alan aynı adlı televizyon dizisinin adı olduğu belirtilmiş; bu dizinin eşcinsel kimliğin baskıcı bir toplumda, özellikle Franco dönemi İspanyasında, mizah yoluyla ifadesine dayandığı vurgulanmıştır. Bu bağlamda, “MARICÓN PERDIDO” ibaresi homofobik bir hakaret değil, LGBT+ bireylerin kendi kimliklerini sahiplenerek dönüştürdükleri bir ifade olarak sunulmuştur.
İtirazda, benzer bağlamdaki ifadelerin Avrupa’da tescil edilmiş olduğu örneklere de yer verilmiştir. Özellikle EUIPO nezdinde daha önce kabul edilmiş “QUEER” ve “MARICONES DEL ESPACIO” gibi ifadelerin mevcudiyeti, eşit işlem ve tutarlılık ilkesi uyarınca bu başvurunun da reddedilmemesi gerektiği yönünde dayanak olarak gösterilmiştir.
Başvuru sahibi ayrıca, Amerika Birleşik Devletleri’nde verilen ve azınlık gruplarının ifade özgürlüğü bağlamında desteklendiği iki önemli karara da atıfta bulunmuştur. DYKES ON BIKES kararında, ABD Yüksek Mahkemesi, “dyke” (lezbiyenler için aşağılayıcı bir kavram) terimini marka olarak kullanmak isteyen bir kadın motosiklet kulübünün başvurusunu değerlendirirken, bu ifadenin sahiplenilip dönüştürüldüğünü ve başvuru sahiplerinin lezbiyen kimliklerini kamusal alanda özgürce ifade etme hakkını vurgulamış, bu nedenle markanın tesciline onay vermiştir.
Benzer biçimde, THE SLANTS davasında Asyalı-Amerikalı bir müzik grubunun, kendilerine yönelik ırkçı bir terim olan “slant” kelimesini ironik biçimde sahiplenerek yaptığı marka başvurusu yine başta reddedilmiş, ancak ABD Yüksek Mahkemesi bu ret kararını, ifade özgürlüğüne aykırı bularak iptal etmiş ve markanın tescil edilmesine hükmetmiştir. Başvuru sahibi, bu kararlar ışığında azınlık toplulukların tarihsel olarak aşağılayıcı olan ifadeleri kendi lehlerine çevirme ve dönüştürme hakkına sahip olduğunu savunmuştur.
Sonuç olarak, başvuru sahibi “MARICÓN PERDIDO” ibaresinin güncel sosyokültürel bağlamda hakaret değil, bir kimlik ifadesi olduğunu; kamuoyunu şaşırtacak ya da rencide edecek nitelikte bulunmadığını ve bu nedenle AB Temel Haklar Şartı kapsamında ifade özgürlüğü çerçevesinde korunması gerektiğini ileri sürmüştür.
Büyük Kurul Değerlendirmesi
EUIPO Büyük Temyiz Kurulu, başvuruya konu olan “MARICÓN PERDIDO” ibaresinin tescilinin 7(1)(f) ve 7(2) EUTMR maddeleri kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini belirterek incelemeye başlamıştır. Kurul, tescil edilmek istenen ibarenin kamu düzenine ve genel ahlaka aykırılık oluşturup oluşturmadığını tespit etmek amacıyla, toplumun ortalama duyarlılık seviyesine sahip bireyleri esas alan nesnel bir değerlendirme yapılması gerektiğini vurgulamıştır.
Kurul, “maricón” kelimesinin İspanyolca’da eşcinsellere yönelik aşağılayıcı ve hakaret niteliğinde bir terim olduğunu, özellikle “perdido” ibaresiyle birlikte kullanıldığında bu ifadenin ahlaki çöküntü ya da sapkınlık ima ederek daha da küçük düşürücü hâle geldiğini tespit etmiştir. Bu bağlamda, ifadenin, İspanyolca konuşan ülkelerde toplumun ortalama üyesi nezdinde açık biçimde saldırgan ve aşağılayıcı olarak algılandığı sonucuna ulaşılmıştır. Kurul ayrıca, tescil konusu ibarenin yer aldığı 9. ve 41. sınıflardaki mal ve hizmetlerin geniş kitlelere, çocuklar ve gençler dâhil olmak üzere kamuya açık bir şekilde sunulduğunu göz önünde bulundurarak, söz konusu ibarenin kamusal alanda serbestçe dolaşmasının ciddi rahatsızlık yaratabileceğine dikkat çekmiştir.
Başvuru sahibinin ileri sürdüğü “yeniden sahiplenme” ve “rehabilitasyon” argümanları da değerlendirilmiştir. Kurul, bazı sosyal grupların tarihsel olarak aşağılayıcı terimleri sahiplenerek dönüştürmesinin mümkün olduğunu kabul etmekle birlikte, bu dönüşümün marka hukukunda dikkate alınabilmesi için yalnızca belirli bir azınlık grubunun değil, toplumun büyük çoğunluğunun bu dönüşümü benimsemiş olması gerektiğini vurgulamıştır. Bu kapsamda, “maricón” kelimesine yönelik algının 2020 itibarıyla henüz dönüşmediği, toplumun önemli bir kesimi nezdinde hâlâ homofobik ve aşağılayıcı biçimde algılandığı sonucuna varılmıştır.
Kurul, başvuru sahibinin dayandığı ABD Yüksek Mahkemesi içtihatlarını (DYKES ON BIKES ve THE SLANTS) da dikkate almıştır. Ancak AB hukuk sisteminde, ABD Anayasası’ndaki gibi ifade özgürlüğüne mutlak bir dokunulmazlık tanınmadığına ve marka tescilinde kamu düzeni ile ahlak ilkelerinin öncelikli olduğuna işaret edilmiştir. AB sisteminde ifade özgürlüğü, özel hukuki koruma statüsü tanınan bir hak olmakla birlikte, marka bağlamında toplumun genel vicdanı ve kamusal huzuru ile dengelenmektedir.
Kurul ayrıca, EUIPO nezdinde daha önce tesciline izin verilmiş olan “QUEER” ve “MARICONES DEL ESPACIO” gibi markalara yapılan atıfların da somut olayda bağlayıcı bir etkisinin bulunmadığını belirtmiştir. Her marka başvurusunun başvuru tarihi itibarıyla, ilgili toplumda yaratabileceği algı dikkate alınarak bireysel koşullar içinde değerlendirilmesi gerektiği, geçmişte yapılan muhtemel hataların yeni başvurular için emsal oluşturamayacağı açıkça ifade edilmiştir.
Sonuç olarak Kurul, “MARICÓN PERDIDO” ibaresinin EUTMR 7(1)(f) ve 7(2) maddeleri kapsamında kamu düzenine ve genel ahlaka aykırı olduğu gerekçesiyle marka olarak tescil edilemeyeceğine hükmetmiştir. İfade özgürlüğü gerekçesiyle yapılan savunmaların ise, toplumda hâlen yoğun şekilde saldırganlık barındıran bu tür ifadeler bakımından tescil engelini ortadan kaldıracak yeterlilikte olmadığı değerlendirilmiştir.
Kararın İçtihadı Dayanakları
Kurul, kararında çok sayıda AB içtihadına atıf yapmıştır:
Fack Ju Göhte (C-240/18 P): Filmin adının kamuoyu tarafından skandal yaratmadan kabul edilmesi nedeniyle marka tesciline engel teşkil etmediği belirtilmiştir. Ancak MARICÓN PERDIDO başvurusunda dizi yayına girmeden önce başvuru yapıldığından, benzer bir değerlendirme yapılamamıştır.
Screw You (R 495/2005-G): Sadece kaba olmakla kalmayıp “derin şekilde rahatsız edici” olan ifadelerin tescilinin reddedileceği vurgulanmıştır.
PAKI (T-526/09) ve HIJOPUTA (T-417/10): Belirli azınlıklar tarafından benimsenmiş ifadelerin, toplumun genelince hâlâ saldırgan bulunması hâlinde kamu ahlakına aykırı sayılacağı kabul edilmiştir.
Sonuç
EUIPO Büyük Temyiz Kurulu, başvuru konusu “MARICÓN PERDIDO” ibaresinin İspanyolca konuşan toplumun önemli bir kesimi tarafından hâlâ ciddi biçimde homofobik, aşağılayıcı ve küçük düşürücü olarak algılandığını tespit etmiştir. Kurul, bu ifadenin toplumun ortalama hassasiyet seviyesindeki bireylerde ciddi rahatsızlık yaratabileceğini ve genel ahlak anlayışıyla bağdaşmadığını belirterek, ibarenin EUTMR 7(1)(f) ve 7(2) maddeleri uyarınca marka olarak tescil edilemeyeceğine karar vermiştir.
Başvuru sahibinin ileri sürdüğü ifade özgürlüğü, sanatsal amaç, sosyokültürel sahiplenme ve daha önceki tescil örneklerine ilişkin savunmalar Kurul tarafından değerlendirilmiş; ancak bu unsurların, kamusal düzeyde hâlâ saldırgan ve küçük düşürücü olarak algılanan bir ibarenin marka olarak tesciline engel teşkil eden hükümleri bertaraf edecek düzeyde olmadığı sonucuna varılmıştır. Özellikle ABD’deki DYKES ON BIKES ve THE SLANTS kararlarına yapılan atıfların AB sistemi bakımından bağlayıcı nitelikte olmadığı, çünkü AB marka hukukunda ifade özgürlüğünün kamu düzeni ve genel ahlak ilkeleriyle dengelendiği açıkça vurgulanmıştır.
2025 yılının üçüncü ve son IPR Gezgini buluşmasını 9 Ekim Perşembe akşamı Ankara’da gerçekleştireceğimizi sizlerle paylaşmaktan mutluluk duyuyor ve etkinliğe kayıt için son hatırlatmamızı yapıyoruz.
Önceki IPR Gezgini buluşmalarına katılanlar mutlaka farkındadır, amacız fikri haklar alanında çalışan herkesi “kıdem-yaş-kariyer-belirli kuruluşlarda çalışma-üyelik- özel çalışma alanı” gibi kriterleri gözetmeksizin bir araya getirmek. Tek ortak paydamızın fikri haklar alanında çalışma veya alana ilgi duymak olması yeterli. Buluşmalarımızda birlikteliği sağladıktan sonra gerisi katılımcılarımıza kalıyor; dileyen yeni arkadaşlar edinebilir, dileyen eski arkadaşlarıyla zaman geçirebilir, dileyen ağını genişletebilir, dileyen mesleki dileyen de sosyal konularda sohbet edebilir.
Buluşmalarımızdan sonra aldığımız geri dönüşler neredeyse tamamen olumlu yönde oluyor ve birkaç ay sonra ise yeni buluşmayı ne zaman yapacağımız sorulmaya başlanıyor. Katılmak isteyenleri daha fazla bekletmemek adına yaz tatilleri bitmişken, soğuklar kendisini göstermeden ve tamamen işlerimize konsantre olmuşken yılın son IPR Gezgini buluşmasını düzenlemek istedik.
Buluşmamız 9 Ekim Perşembe akşamı, saat 18.30-19.00 civarı başlayacak şekilde “Büklüm Sokak No: 44 – Kavaklıdere” adresinde faaliyet gösteren The Trip Pub‘da (https://www.instagram.com/trippub__/) gerçekleştirilecek. The Trip’i tercih etmemizin nedeni, mekanın oldukça büyük arka bahçesinin o gece tamamen bize ait olacak olması. Beklenmedik hava koşullarında iç mekanı kullanmamız da mümkün olacak. 2 yerli içeceği (bira, şarap, votka, cin veya meşrubat) içeren katılım ücreti kişi başı 400 TL olacak, ki bu fiyat bizce oldukça uygun. Dileyenlerin The Trip’in veya iş ortakları Nico La Pizza’nın (https://www.instagram.com/nico.lapizza/) mutfağından yiyecek sipariş etmesi de mümkün olacak, yemek ücreti veya ikinin üzerindeki içecek siparişleri ise katılımcının kendisine ait olacak.
The Trip’e ulaşım oldukça kolay, Tunalı Hilmi Caddesi’nin üzerinde Gordion Otel’in olduğu köşeden Büklüm Sokak’a dönüyorsunuz ve birkaç bina sonra 44 numarada buluşma yerini buluyorsunuz. Arabayla gelecekler için, The Trip’ten Tunalı’ya doğru giderken sadece iki bina sonra oldukça büyük bir otoparkın bulunduğunu da belirtebiliriz. IPR Gezgini buluşması mekanın arka bahçesinde olacak, ön bahçede bizleri görmezseniz sakın şaşırmayın.
Buluşmaya katılım veya sorularınız için iprgezgini@gmail.com adresine bir e-posta göndermeniz gerekiyor, e-postanıza cevaben size katılım ücretini ödemeniz gereken hesap numarasını ileteceğiz. Ödemeyi yapmanızın ardından kesin katılımcı listesine isminiz eklenecek.
Buluşmaya katılım kayıtlarını 7 Ekim Salı saat 15.00’e dek almaya devam edeceğiz.
Son buluşmalarımızda sabit, limitli ve makul bir katılım ücretini önceden alıp, bu ücreti buluşmayı yaptığımız işletmeye IPR Gezgini’nin ödemesi uygulamasına geçtik. Tahmin edersiniz ki, buluşmaların düzenleneceği işletmelere karşı sorumluluklarımız var ve katılacağını bildirip buluşmaya gelmeyenler nedeniyle zor duruma düşmek istemiyoruz. Bu hususta bizi anladığınızı umuyoruz.
Buluşmaya dek haftalık hatırlatmalar yapacağız, umarım hatırlatmaları görmekten sıkılmazsınız:)
Programı uygun olan herkesi 9 Ekim Perşembe akşamı aramızda görmekten mutluluk duyacağız. Katılım bildirimlerini görmek için sabırsızlanıyoruz!
2025 yılının üçüncü ve son IPR Gezgini buluşmasını 9 Ekim Perşembe akşamı Ankara’da gerçekleştireceğimizi sizlerle paylaşmaktan mutluluk duyuyoruz!
Daha önceki IPR Gezgini buluşmalarına katılanlar mutlaka farkındadır, amacız fikri haklar alanında çalışan herkesi “kıdem-yaş-kariyer-belirli kuruluşlarda çalışma-üyelik- özel çalışma alanı” gibi kriterleri gözetmeksizin bir araya getirmek. Tek ortak paydamızın fikri haklar alanında çalışma veya alana ilgi duymak olması yeterli. Buluşmalarımızda birlikteliği sağladıktan sonra gerisi katılımcılarımıza kalıyor; dileyen yeni arkadaşlar edinebilir, dileyen eski arkadaşlarıyla zaman geçirebilir, dileyen ağını genişletebilir, dileyen mesleki dileyen de sosyal konularda sohbet edebilir.
Buluşmalarımızdan sonra aldığımız geri dönüşler neredeyse tamamen olumlu yönde oluyor ve birkaç ay sonra ise yeni buluşmayı ne zaman yapacağımız sorulmaya başlanıyor. Katılmak isteyenleri daha fazla bekletmemek adına yaz tatilleri bitmişken, soğuklar kendisini göstermeden ve tamamen işlerimize konsantre olmuşken yılın son IPR Gezgini buluşmasını düzenlemek istedik.
Buluşmamız 9 Ekim Perşembe akşamı, saat 18.30-19.00 civarı başlayacak şekilde “Büklüm Sokak No: 44 – Kavaklıdere” adresinde faaliyet gösteren The Trip Pub‘da (https://www.instagram.com/trippub__/) gerçekleştirilecek. The Trip’i tercih etmemizin nedeni, mekanın oldukça büyük arka bahçesinin o gece tamamen bize ait olacak olması. Beklenmedik hava koşullarında iç mekanı kullanmamız da mümkün olacak. 2 yerli içeceği (bira, şarap, votka, cin veya meşrubat) içeren katılım ücreti kişi başı 400 TL olacak, ki bu fiyat bizce oldukça uygun. Dileyenlerin The Trip’in veya iş ortakları Nico La Pizza’nın (https://www.instagram.com/nico.lapizza/) mutfağından yiyecek sipariş etmesi de mümkün olacak, yemek ücreti veya ikinin üzerindeki içecek siparişleri ise katılımcının kendisine ait olacak.
The Trip’e ulaşım oldukça kolay, Tunalı Hilmi Caddesi’nin üzerinde Gordion Otel’in olduğu köşeden Büklüm Sokak’a dönüyorsunuz ve birkaç bina sonra 44 numarada buluşma yerini buluyorsunuz. Arabayla gelecekler için, The Trip’ten Tunalı’ya doğru giderken sadece iki bina sonra oldukça büyük bir otoparkın bulunduğunu da belirtebiliriz. IPR Gezgini buluşması mekanın arka bahçesinde olacak, ön bahçede bizleri görmezseniz sakın şaşırmayın.
Buluşmaya katılım veya sorularınız için iprgezgini@gmail.com adresine bir e-posta göndermeniz gerekiyor, e-postanıza cevaben size katılım ücretini ödemeniz gereken hesap numarasını ileteceğiz. Ödemeyi yapmanızın ardından kesin katılımcı listesine isminiz eklenecek.
Buluşmaya katılım kayıtlarını 6 Ekim Pazartesi akşamına dek almaya devam edeceğiz.
Son buluşmalarımızda sabit, limitli ve makul bir katılım ücretini önceden alıp, bu ücreti buluşmayı yaptığımız işletmeye IPR Gezgini’nin ödemesi uygulamasına geçtik. Tahmin edersiniz ki, buluşmaların düzenleneceği işletmelere karşı sorumluluklarımız var ve katılacağını bildirip buluşmaya gelmeyenler nedeniyle zor duruma düşmek istemiyoruz. Bu hususta bizi anladığınızı umuyoruz.
Buluşmaya dek haftalık hatırlatmalar yapacağız, umarım hatırlatmaları görmekten sıkılmazsınız:)
Programı uygun olan herkesi 9 Ekim Perşembe akşamı aramızda görmekten mutluluk duyacağız. Katılım bildirimlerini görmek için sabırsızlanıyoruz!
2025 yılının üçüncü ve son IPR Gezgini buluşmasını 9 Ekim Perşembe akşamı Ankara’da gerçekleştireceğimizi sizlerle paylaşmaktan mutluluk duyuyoruz!
Daha önceki IPR Gezgini buluşmalarına katılanlar mutlaka farkındadır, amacız fikri haklar alanında çalışan herkesi “kıdem-yaş-kariyer-belirli kuruluşlarda çalışma-üyelik- özel çalışma alanı” gibi kriterleri gözetmeksizin bir araya getirmek. Tek ortak paydamızın fikri haklar alanında çalışma veya alana ilgi duymak olması yeterli. Buluşmalarımızda birlikteliği sağladıktan sonra gerisi katılımcılarımıza kalıyor; dileyen yeni arkadaşlar edinebilir, dileyen eski arkadaşlarıyla zaman geçirebilir, dileyen ağını genişletebilir, dileyen mesleki dileyen de sosyal konularda sohbet edebilir.
Buluşmalarımızdan sonra aldığımız geri dönüşler neredeyse tamamen olumlu yönde oluyor ve birkaç ay sonra ise yeni buluşmayı ne zaman yapacağımız sorulmaya başlanıyor. Katılmak isteyenleri daha fazla bekletmemek adına yaz tatilleri bitmişken, soğuklar kendisini göstermeden ve tamamen işlerimize konsantre olmuşken yılın son IPR Gezgini buluşmasını düzenlemek istedik.
Buluşmamız 9 Ekim Perşembe akşamı, saat 18.30-19.00 civarı başlayacak şekilde “Büklüm Sokak No: 44 – Kavaklıdere” adresinde faaliyet gösteren The Trip Pub‘da (https://www.instagram.com/trippub__/) gerçekleştirilecek. The Trip’i tercih etmemizin nedeni, mekanın oldukça büyük arka bahçesinin o gece tamamen bize ait olacak olması. Beklenmedik hava koşullarında iç mekanı kullanmamız da mümkün olacak. 2 yerli içeceği (bira, şarap, votka, cin veya meşrubat) içeren katılım ücreti kişi başı 400 TL olacak, ki bu fiyat bizce oldukça uygun. Dileyenlerin The Trip’in veya iş ortakları Nico La Pizza’nın (https://www.instagram.com/nico.lapizza/) mutfağından yiyecek sipariş etmesi de mümkün olacak, yemek ücreti veya ikinin üzerindeki içecek siparişleri ise katılımcının kendisine ait olacak.
The Trip’e ulaşım oldukça kolay, Tunalı Hilmi Caddesi’nin üzerinde Gordion Otel’in olduğu köşeden Büklüm Sokak’a dönüyorsunuz ve birkaç bina sonra 44 numarada buluşma yerini buluyorsunuz. Arabayla gelecekler için, The Trip’ten Tunalı’ya doğru giderken sadece iki bina sonra oldukça büyük bir otoparkın bulunduğunu da belirtebiliriz. IPR Gezgini buluşması mekanın arka bahçesinde olacak, ön bahçede bizleri görmezseniz sakın şaşırmayın.
Buluşmaya katılım veya sorularınız için iprgezgini@gmail.com adresine bir e-posta göndermeniz gerekiyor, e-postanıza cevaben size katılım ücretini ödemeniz gereken hesap numarasını ileteceğiz. Ödemeyi yapmanızın ardından kesin katılımcı listesine isminiz eklenecek.
Son buluşmalarımızda sabit, limitli ve makul bir katılım ücretini önceden alıp, bu ücreti buluşmayı yaptığımız işletmeye IPR Gezgini’nin ödemesi uygulamasına geçtik. Tahmin edersiniz ki, buluşmaların düzenleneceği işletmelere karşı sorumluluklarımız var ve katılacağını bildirip buluşmaya gelmeyenler nedeniyle zor duruma düşmek istemiyoruz. Bu hususta bizi anladığınızı umuyoruz.
Buluşmaya dek haftalık hatırlatmalar yapacağız, umarım hatırlatmaları görmekten sıkılmazsınız 🙂
Programı uygun olan herkesi 9 Ekim Perşembe akşamı aramızda görmekten mutluluk duyacağız. Katılım bildirimlerini görmek için sabırsızlanıyoruz!
Bir buluşun patentlenebilmesi için buluşun yeni olması, buluş basamağı içermesi ve sanayiye uygulanabilir olması gerekmektedir. Bu koşullar Sınai Mülkiyet Kanunu (SMK) madde 82 ve 83’te açıkça belirtilmiştir. *
Ancak kimi zaman bilimsel yayınlar, ticari sunumlar ya da yanlışlıkla açıklamalar sebebiyle buluş patent başvurusu yapılmadan önce kamuya sunulabilmektedir. Bu noktada “hoşgörü süresi” (grace period) öne çıkarak başvuru sahiplerine istisnai olarak ek zaman tanımaktadır. Türkiye’de hoşgörü süresi ve koşulları ile ilgili süreç SMK madde 84 ve SMK’nın Uygulanmasına Dair Yönetmelik madde 84(6)’da açıklanmaktadır. **
Buluşun fuar, sergi gibi bir etkinlikte gösterimi, web sitesinde yayımlanması, reklam, pazarlama, dergi, broşür, vb. bir yayında basılması, kamunun erişebildiği akademik bir yayında, tez çalışmasında açıklanması, şirket dışındaki kişilerle gizlilik anlaşması olmaksızın yapılan toplantılarda buluş içeriğinin paylaşılması; hatta icadı bir e-postada açıklamak e-postanın içeriğine ve alıcısına bağlı olarak kamuya açıklama olarak kabul edilebilir. Kısacası başvuru tarihinden önce buluş içeriğinin kamu ile paylaşılması buluşun yeniliğini olumsuz etkilemekte ve bu açıklamalar Resmi Kurumlar tarafından yapılacak olan patent araştırmalarında karşıt referans yani yeniliği zedeleyen dokümanlar olarak başvuru sahibinin karşısına çıkabilmektedir.
Patent başvurusu öncesinde buluşun ne zaman kamuya açıklandığının yanı sıra, kim tarafından ve nerede açıklandığı da açıklamanın hoşgörü süresine dahil olup olmayacağını etkilemektedir. Patent ofisleri tarafından; açıklamanın ne zaman, nerede ve nasıl yapıldığına ilişkin ispat niteliğinde belgeler talep edilebilmektedir. Fuar katılım belgesi, serginin hangi Kurumlar tarafından desteklenip tanındığına ilişkin belgeler, sergilenen afiş, fotoğraf ya da belgelerin saklanması, gerektiğinde sunulabilmesi için önemlidir.
Hoşgörü süresi başvuru sahiplerine buluşunu test etme, pazar fırsatlarını değerlendirme ve ürünlerini piyasaya sunmadan önce ürün tanıtımını yapabilme imkânı sunmasının yanı sıra, bilimsel ve teknolojik yeniliklere katkı sağlayan önemli bir mekanizma olarak dikkat çeker. Ancak, bu mekanizmanın doğru bir şekilde anlaşılmaması, hoşgörü süresinin ülkeden ülkeye değişiklik göstermesi global patent stratejisi olan şirketler için risk oluşturmaktadır. Başvuru öncesinde yayımlanmış olan bir açıklamanın kapsamının tarifname yazımı sırasında dikkate alınması ve yayın, sergi tarihlerinin takibinin yapılması kritik önem taşımaktadır.
Hoşgörü süresi ve açıklanma koşulları her ülkenin patent mevzuatına göre farklılıklar gösterebilmektedir, ancak genel olarak 12 ay, 6 ay ve hoşgörü süresi bulunmayan-mutlak yenilik ülkeleri- olarak ayrılabilir.
12 aylık hoşgörü süresi bulunan bazı ülkeler şunlardır:
Patent başvuruları için çokça tercih edilen bazı ülkelerde uygulanan hoşgörü sürelerine ilişkin detaylı bilgiler ise aşağıdaki gibidir:
Türkiye:
Hoşgörü süresi 12 aydır.
Açıklamanın başvuru sahibi tarafından yapılmış olması veya onun izni ile yapılan bir açıklama durumunda geçerlidir.
Açıklama kötü niyetli üçüncü kişiler tarafından yapıldığı durumlarda da hoşgörü süresi geçerlidir.
Amerika Birleşik Devletleri:
Hoşgörü süresi 12 aydır.
Hem başvuru sahibi hem de üçüncü kişiler tarafından yapılan açıklamaları kapsayabilir.
ABD hoşgörü süresi açısından esnek sistemlerden biri olarak düşünülebilir.
Japonya:
Hoşgörü süresi 12 aydır.
Buluş sahibinin iradesi dışında yapılan açıklamalarda veya buluş sahibi tarafından yapılan yayımlarda hoşgörü süresi geçerlidir.
Buluş sahibi tarafından yapılan yayımlarda, başvuruyla birlikte buluşun daha önce yayımlanmış olduğuna dair bir beyan Patent Ofisi’ne iletilmelidir.
Başvuru tarihinden itibaren 30 gün içinde buluşun yayımına ilişkin kanıt belgeler Patent Ofisi’ne sunulmalıdır.
Çin:
Hoşgörü süresi 6 aydır.
Buluş olağanüstü hâl ve durumlarda kamu yararı için açıklanmışsa,
Çin Hükümeti tarafından desteklenen ve tanınan uluslararası bir sergide açıklanmışsa,
Açıklamanın buluş sahibinin izni olmaksızın üçüncü kişiler tarafından yapılması durumda hoşgörü süresi uygulanmaktadır.
Yayım dokümanı ve bilgileri ayrıca patent ofisine bildirilmelidir.
Kanada:
Hoşgörü süresi 12 aydır.
Buluş sahibi ya da buluş sahibinden bilgi almış bir kişi tarafından yapılan açıklamalar için geçerlidir.
Patent başvurusuyla birlikte bu açıklamaların tarihleri net olarak belirtilmelidir.
Avrupa Patent Ofisi (EPO):
Hoşgörü süresi 6 aydır.
Başvuru sahibine ya da selefine karşı yapılan açık bir kötü niyet, suistimal durumunda ve
Buluşun; başvuru sahibinin ya da selefinin 22 Kasım 1928’de Paris’te imzalanan ve en son 30 Kasım 1972’de yenilenen Uluslararası Sergiler Sözleşmesi hükümlerine uygun olarak resmi veya resmen tanınan bir uluslararası sergide teşhir edilmiş olması durumunda geçerlidir.
Başvuru sahibinin buluşunu daha önce sergilediğini başvuru ile beyan etmesi ve EPC madde 55 uyarınca ilgili koşulların sağlandığına ilişkin destekleyici belgeleri sunması durumunda hoşgörü süresi dikkate alınır.
Genel olarak EPO ve birçok AB ülkesi hoşgörü süresi konusunda çok katıdır ve serbestlik tanımaz. Bu nedenle EPO’da hoşgörü süresi yoktur denilebilir.
Eğer buluş başvuru öncesinde açıklanmış ve Avrupa Patent başvurusu yapılması planlanıyorsa; EPO’da hoşgörü süresinin çok katı koşullara bağlı olduğu göz önüne alındığında; ilgili buluş için koruma istenen ülkelerdeki hoşgörü süreleri ve koşulları incelenip, ulusal ya da PCT kanalı ile patent başvurusu yapılarak korunması düşünülmelidir.
Buluşun mutlaka yayımlanması/açıklanması gerekiyorsa, kamu ile paylaşılmasından sonra başvuru için sınırlı olan hoşgörü süresinin dikkatlice takip edilmesi gerekir, aksi halde buluş artık yeniliğini kaybeder ve patent başvurusu yapılsa bile olumlu sonuç alınamaz. Böylelikle, küçük bir hata buluşun artık patentlenemez olmasına sebep olabilir. Buluşun herhangi bir şekilde kamuya açıklanmasından önce patent başvurusu yapılması, buluşun koruması için en güvenilir yoldur.
*MADDE 82- (1) Teknolojinin her alanındaki buluşlara yeni olması, buluş basamağı içermesi ve sanayiye uygulanabilir olması şartıyla patent verilir.
MADDE 83- (1) Tekniğin bilinen durumuna dâhil olmayan buluşun yeni olduğu kabul edilir.
(2) Tekniğin bilinen durumu, başvuru tarihinden önce dünyanın herhangi bir yerinde, yazılı veya sözlü tanıtım yoluyla ortaya konulmuş veya kullanım ya da başka herhangi bir biçimde açıklanmış olan toplumca erişilebilir her şeyi kapsar.
** MADDE 84- (1) Buluşa patent veya faydalı model verilmesini etkileyecek nitelikte olmakla birlikte, başvuru tarihinden önceki on iki ay içinde veya rüçhan hakkı talep edilmişse rüçhan hakkı tarihinden önceki on iki ay içinde ve aşağıda sayılan durumlarda açıklama yapılmış olması buluşa patent veya faydalı model verilmesini etkilemez:
a) Açıklamanın buluşu yapan tarafından yapılmış olması.
b) Açıklamanın patent başvurusu yapılan bir merci tarafından yapılmış olması ve bu merci tarafından açıklanan bilginin;
1) Buluşu yapanın başka bir başvurusunda yer alması ve söz konusu başvurunun ilgili merci tarafından açıklanmaması gerektiği hâlde açıklanması.
2) Buluşu yapandan doğrudan doğruya veya dolaylı olarak bilgiyi edinmiş olan üçüncü bir kişi tarafından, buluşu yapanın bilgisi veya izni olmadan yapılan başvuruda yer alması.
c) Açıklamanın buluşu yapandan doğrudan doğruya veya dolaylı olarak bilgi elde eden üçüncü kişi tarafından yapılmış olması.
(2) Birinci fıkraya göre, başvurunun yapıldığı tarihte patent veya faydalı model isteme hakkına sahip olan her kişi buluşu yapan sayılır.
(3) Birinci fıkranın uygulanmasından doğan sonuçlar, süreyle sınırlı değildir ve her zaman ileri sürülebilir.
(4) Birinci fıkranın uygulanması gerektiğini ileri süren taraf, şartların gerçekleştiğini veya gerçekleşmesinin beklendiğini ispatla yükümlüdür.
SMK Yönetmelik Madde 84 (6) Türkiye’de açılan ulusal veya uluslararası sergiler ile Paris Sözleşmesine taraf ülkelerde açılan resmi veya resmi olarak tanınan uluslararası sergilerde, patent veya faydalı model konusunu kapsayan ürünü teşhir eden gerçek veya tüzel kişiler, teşhir tarihinden itibaren on iki ay içinde Türkiye’de patent veya faydalı model başvurusu yapma konusunda sergiden doğan rüçhan hakkından yararlanmak için teşhir ettikleri patent veya faydalı model konusunu kapsayan ürünü sarih ve eksiksiz bir şekilde gösteren en az bir fotoğrafı ve ürünün teknik özellikleri ile bu ürünün sergide görünür şekilde konulduğu tarihi ve resmi açılış tarihini gösterir, sergiyi düzenleyen kuruluş tarafından onaylanmış bir belge verir. Söz konusu fotoğraf, patent veya faydalı model konusu buluşun ilgili alanda uzman kişi tarafından açık ve şüpheye yer vermeyecek şekilde anlaşılmasını sağlayacak yeterlikte sergide sunulan ürünün özelliklerini göstermelidir.
Sınai mülkiyet haklarının elde edilmesi, kullanılması, kullandırılması ve bu haklar üzerinde gerçekleştirilebilecek başkaca hukuki işlemelere ilişkin temel düzenlemeler olan 22.12.2016 tarihli ve 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu (SMK) ve Sınai Mülkiyet Kanununun Uygulanmasına Dair Yönetmelik yanında, sınai mülkiyet hakları üzerindeki tasarruf yetkisini sınırlayan meslek ya da sektör bazlı düzenlemeler de bulunmaktadır.
Sınai mülkiyet hakları üzerinde gerçekleştirilebilecek hukuki işlemleri sınırlayan özel nitelikli düzenlemelerden biri de 03.01.2025 tarihli ve 32711 sayılı Resmî Gazete’de Yayımlanan Millî Eğitim Bakanlığı Özel Öğretim Kurumları Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik (İhdas Yönetmeliği) Çerçeve Madde 4 hükmü ile ihdas edilerek, 20.03.2012 tarihli ve 28239 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Millî Eğitim Bakanlığı Özel Öğretim Kurumları Yönetmeliği’nin (Yönetmelik) m.7 hükmüne eklenen altıncı fıkradır.[1] Anılan hükmün ihdası ve yürürlüğünün üzerinden henüz dokuz ay geçmişken, 05.09.2025 tarihli ve 33008 sayılı Resmî Gazete’de Yayımlanan Millî Eğitim Bakanlığı Özel Öğretim Kurumları Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik (Değişiklik Yönetmeliği) ile ihdas edilen düzenleme ve uygulamada değişiklik yapılmıştır. Uygulamayı ihdas eden hükümle, yapılan değişikliğin karşılaştırıldığı tablo aşağıda paylaşılacaktır. İhdas edilen hükme ilişkin ayrıntılı değerlendirmeyi daha önce yaptığımız için okumakta olduğunuz yazıda sadece güncel değişiklikler ve olası etkileri incelenecektir. Değişiklik ile hükümden çıkarılan kısımlar kırmızı ve üzeri çizili olarak gösterilecek, hükme yapılan eklemeler ise mavi olarak gösterilecektir.
İhdas edilen ve sonrasında değiştirilen hükme göre; özel okullar ile diğer özel öğretim kurumları tarafından kullanılan markaların lisans yoluyla başka gerçek veya tüzel kişilere kullandırılabilmesi için aşağıdaki şartların gerçekleşmesi gerekmektedir:
Özel okul ve diğer özel öğretim kurumu ayrımının yapılması: Gerçekleştirilen değişikliğin en dikkat çekici yönü, özel okul ile diğer özel öğretim kurumlarının uygulamalarının farklılaştırılmış, özel okullar için değişiklik öncesi şartlar korunurken, diğer özel öğretim kurumları için şartların, değişiklik öncesine göre hafifletilmiş olmasıdır. Bu bağlamda özel okullar dışındaki diğer özel öğretim kurumlarının kapsamının belirlenmesi, tabi olunan sınırlamaların tespiti açısından önem arz etmektedir. 08.02.2007 tarihli ve 5580 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu (Kanun) m.2/1,c hükmüne göre okul; özel eğitim, okul öncesi, ilkokul, ortaokul ve ortaöğretim ile Bakanlıkça dönüşüm programına alınan kurumlardan 2018-2019 eğitim-öğretim yılının sonuna kadar faaliyetleri devam eden ortaöğretim özel okullarını ifade etmektedir. Kanun m.2/1,b hükmüne göre kurum; özel okulları da kapsayan genel nitelikte bir ifadedir. Nitekim Değişiklik Yönetmeliği’nde yer alan “diğer özel öğretim kurumları” ifadesi de bunu tevsik etmektedir. Okul ve kuruma ilişkin hükümler birlikte değerlendirildiğinde diğer özel öğretim kurumları; çeşitli kurslar, özel öğretim kurslarını, uzaktan öğretim yapan kuruluşları, motorlu taşıt sürücüleri kursları, hizmet içi eğitim merkezleri, özel eğitim ve rehabilitasyon merkezleri, sosyal etkinlik merkezleri, mesleki eğitim merkezleri ile benzeri özel öğretim kurumları olarak tespit edilmektedir. Hükümde özel okul, diğer özel öğretim kurumu ayrımı yapılmasına rağmen özel okullara ilişkin birinci cümlenin “… 5 okulunun bulunması ve bu kurumların …” kısmında “kurum” ifadesi kullanılmıştır. Anılan ibarenin, önceki metin üzerinden yapılan güncellemede sehven bu şekilde kaldığı değerlendirilmektedir.
Kurucuya ait bir markanın bulunması: Kanun m.2/1,m hükmüne göre; kurucu, kurumun sahibi olan ve adına kurum açma izin belgesi düzenlenen gerçek veya tüzel kişiyi ifade etmektedir. Bu bağlamda özel okul veya diğer özel öğretim kurumu sahibi olan ve adına kurum açma izin belgesi de bulunan kişiye ait bir markanın bulunması gerekmektedir. Hükümde yer alan “…okulun markasını…”, “… özel öğretim kurumunun markasını …” ifadesi, marka sahibinin, özel okul veya diğer özel öğretim kurumu olacağı yönünde bir çıkarıma yol açmaya elverişlidir. Ancak gerek normun amacı gerek bu kurumların tüzel kişiliklerinin bulunmaması gerekse aynı hükümde yer alan “… özel okul kurucusunun marka lisans sözleşmesi yaparak …”, “… kurucunun marka lisans sözleşmesi yaparak …”, “… Kurucular … kullandırabilir …” ifadelerinden marka sahibinin özel öğretim kurumu değil, kurucu olduğu sonucuna ulaşılmaktadır. Hükümde yer alan çelişkili ifadelerin, marka sahibi ile markanın kullanıldığı hizmete ilişkin bir vasıflandırma hatasından kaynaklandığı değerlendirilmektedir.
Kurucunun, faaliyetin kapsamına ilişkin şartları yerine getirmesi: Değişiklikle birlikte özel okul ve diğer özel öğretim kurumu ayrımıyla bağlantılı olarak, yerine getirilmesi gereken şartlarda da farklılaştırmaya gidilmiştir. Değişiklikten önce “aynı türde” faaliyet gösteren kurum bulunması şartı, özel okullar için aynı veya farklı tür yahut kademe olarak değişmiş, diğer özel öğretim kurumları için ise mevcut hâliyle kalmıştır. Hükümde yer alan “aynı tür”, “farklı tür” ifadelerinden neyin kastedildiği Kanun ya da Yönetmelik’ten anlaşılamamaktadır. Yine hükümde, lisans yoluyla markanın kullanılacağı özel okulun ya da diğer özel öğretim kurumunun da aynı ya da farklı türde olmasının gerekip gerekmediği konusunda bir belirlilik bulunmamaktadır. Bununla birlikte “farklı tür veya kademeden … okulun bulunması” ifadesinden, özel okullar yönünden şartın sağlanması için “farklı tür” kapsamında sadece özel okul türlerinin girdiği değerlendirilmektedir. Yapılan değişiklikten yola çıkarak, “tür” sözcüğü ile kurum tanımı içine giren özel okullar dâhil özel öğretim kurumlarının her birinin ifade edildiği değerlendirilmektedir. “Kademe” sözcüğü ile sadece özel okullar için kullanılmış olmasından, anılan ifadenin sadece özel okullara ilişkin olarak okul öncesi, ilkokul, ortaokul ve ortaöğretimden her birinin ifade edildiği değerlendirilmektedir. Değişiklikle yapılan ayrımla bağlantılı olarak; özel okullar için kurucunun aynı veya farklı türde yahut kademede en az beş okulunun bulunması ve bunların her birinin en az beş yıldır faaliyette bulunmuş olması, diğer özel öğretim kurumları için kurucunun aynı türde en az üç kurumunun bulunması ve bunların her birinin en az iki yıl faaliyette bulunmuş olması şartı aranmaktadır. Kanaatimizce hükümde, “faaliyette bulunmuş” ifadelerinin kullanılması hatalıdır. Zira metin mevcut hâliyle geçmişte beş ya da iki yıl faaliyette bulunmasına rağmen hâlihazırda faaliyette bulunmayan özel okulların veya diğer özel öğretim kurumlarının da şartın sağlanması bakımından dikkate alınacağı sonucuna ulaşılmaktadır. Oysaki normun konuluş amacının en az beş ya da iki yıldır faaliyette bulunan ve faaliyetleri devam eden özel okulun ya da diğer özel öğretim kurumunun bulunmasının şart olarak aranması olduğu ve bu nedenle ifadenin “faaliyette bulunan” şeklinde olması gerektiği değerlendirilmektedir.
Kurucuya ait markanın, şartları sağlayan özel okul veya diğer özel öğretim kurumu sayısının üç katına kadar gerçek veya tüzel kişiye kullandırılabilmesi: Hükümde markayı lisans yoluyla kullanacak gerçek ya da tüzel kişinin, bu markayı kullanacağı mal ve hizmete ilişkin herhangi bir sınırlama yapılmamış olması dikkati çeken ilk husustur. Zira markayı kullanacak kişinin özel okul veya diğer özel öğretim kurumu kurucusu olup olmadığı dahi belli değildir. Düzenleme bu hâliye markanın, özel okullar veya diğer özel öğretim kurumları dışında başka bir mal veya hizmette kullanılmasına yol açabilecek niteliktedir. Lisansın, markanın sadece özel okul veya diğer özel öğretim kurumlarının faaliyetlerinde kullanılmasıyla sınırlı olarak verilebileceğinin düzenlenmesiyle belirtilen sorunun giderilebileceği değerlendirilmektedir. Markanın kullandırılabilmesi için en az beş özel okulun veya üç diğer özel öğretim kurumunun bulunması gerektiğinden ve üç katına kadar sınırlaması öngörüldüğünden; şartların sağlanması durumunda markanın kullandırılabileceği kişi sayısının özel okullar için on beşten, diğer özel öğretim kurumları için dokuzdan başlayacağı tespit edilmektedir.
Değişiklik Yönetmeliği Çerçeve Madde 4 hükmü ile Yönetmelik m.7 hükmüne yedinci fıkra eklenmiştir. Anılan fıkraya göre; kurucuların marka lisans sözleşmelerinde, öğretim programı, personel, bina, hizmet standartları ve markaya özgü diğer şartlar ile bu hususların yerine getirilip getirilmediğinde yapılacak uygulamalara ve fesih şartlarına yer vereceği belirtmiştir. Belirtilen unsurların marka lisans sözleşmesinde bulunmasında teknik olarak bir engel bulunmamakla birlikte hükmün lafzından lisans sözleşmesinin kural olarak eşitler arasında bir sözleşme olma niteliğinin ortadan kaldırıldığı, şartların müzakere edilerek belirlenmesinden ziyade, lisans alanın açıklayacağı iradenin, lisans verenin belirlediği şartların kabul edilip edilmemesi şeklinde ortaya çıkacağı anlaşılmaktadır. Yönetmelik düzeyindeki söz konusu sınırlayıcı hükmün, Türk özel hukukuna hâkim olan irade özgürlüğü ve bunun borçlar hukukundaki yansıması olan, 11.01.2011 tarihli ve 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu (TBK) m.26 hükmünde, tarafların, bir sözleşmenin içeriğini kanunda öngörülen sınırlar içinde özgürce belirleyebileceğine ilişkin hükme aykırı olduğu değerlendirilmektedir.
Değişiklik Yönetmeliği Çerçeve Madde 4 hükmü ile Yönetmelik m.7 hükmüne eklenen yedinci fıkradaki bir başka düzenlemeye göre; kurucuların marka lisans sözleşmesi yapabilmeleri için sahip olmaları gereken yeterlilikler ile marka lisans sözleşmelerinde yer verilmesi gereken diğer hususlar Bakanlıkça hazırlanacak usul ve esaslarla belirlenir. Anılan hükme göre; SMK m.148/4 hükmüne göre; sadece yazılı şekil şartına tabi olan marka lisans sözleşmeleri için, özel okul ve diğer özel öğretim kurumlarında kullanılacak markaların lisansıyla sınırlı olmak üzere bir kısım şekil şartı daha getirilebileceği öngörülmektedir.
Değişiklik Yönetmeliği m.29 hükmüne göre; inceleme konumuzu oluşturan Yönetmeliğin değiştirilen m.7/6 hükmü ile Yönetmeliğe eklenen m.7/7 hükmü 01.01.2026 tarihinde yürürlüğe girecektir. Burada İhdas Yönetmeliği m.32/1,a hükmüne göre; Yönetmelik m.7/6 hükmünün 03.02.2025 tarihinde yürürlüğe girmiş olması durumunun değerlendirilmesi gerekmektedir. Değişiklik Yönetmeliği yürürlük maddesinin Yönetmelik m.7/6 hükmünün tamamının uygulanması bakımından mı yoksa, sadece yapılan değişikliğin uygulanması bakımından mı yürürlük tarihini belirlediği konusunda duraksama yaşanabilir. Yönetmelik m.7/6 hükmünün 03.02.2025 tarihinde yürürlüğe girdiği düşünüldüğünde, Değişiklik Yönetmeliği yürürlük maddesiyle Yönetmelik m.7/6 hükmünün tamamıyla 01.01.2026 tarihinde yürürlüğe gireceği yönünde bir yorum yapmak, esasında yürürlükteki bir hükmün yürürlüğünü askıya alma sonucu doğuracağı, hatta hükmün ilga edilip yeniden düzenlenip yürürlüğe girmesi gibi bir durum ortaya çıkaracağı için ve bunun yürürlük maddesi ile yapılmasının mevzuat hazırlama tekniğine uygun olmaması nedeniyle Yönetmelik m.7/6 hükmünün 03.02.2025 tarihi ile 01.01.2026 tarihi arasında ihdas edildiği hâliyle yürürlükte olacağı, Yönetmelik m.7/6 hükmünün değiştirilmiş hâli ile Yönetmelik m.7/7 hükmünün 01.01.2026 tarihinde yürürlüğe gireceği değerlendirilmektedir.
Değişiklik Yönetmeliği Çerçeve Madde 27 hükmü ile Yönetmeliğe eklenen Geçici Madde 35 hükmüne göre; 01.01.2026 tarihinden önce marka lisans sözleşmesi yaparak Bakanlıktan kurum açma izni ile iş yeri açma ve çalışma ruhsatı almış; okul kurucuları aynı bina ya da kampüste farklı kademe/türde okul açmak/okula dönüşmek ya da başka kuruma dönüşmek istemesi halinde, okullar dışındaki özel öğretim kurumlarının başka bir kurum türüne dönüşüm yapmak istemesi halinde Yönetmelik’te markanın lisans yoluyla kullanılmasına ilişkin hükümlere tabi olmayacaktır. Burada dikkate edilmesi gereken muafiyetin sadece Geçici Madde 35 hükmündeki durumlarla sınırlı olmasıdır. Yürürlük tarihinden önce lisans sözleşmesi yapılmış olmasına rağmen sayılan sınırlı durumların dışındaki bir oluşumda Yönetmelik m.7/6 ve 7/7 hükümlerindeki yükümlülükler varlığını sürdürecektir. Hükümde esasa etkili olmasa da özne yüklem uyumsuzluğu nedeniyle okul kurucularının farklı türde okula dönüşmek, başka kuruma dönüşmek istemesi gibi anlatım bozuklukları mevcuttur.
Yukarıda etraflıca incelediğimiz düzenlemede de sınai mülkiyet haklarına ilişkin diğer özel düzenlemelerde olduğu gibi, hakların elde edilmesine, korunmasına, bu haklar üzerinde tasarrufta bulunulmasına ilişkin, sınai mülkiyet haklarının niteliğiyle bağdaşmayan veya normun konuluş amacına ulaşılmasına elverişli olmayan hükümler yer almaktadır. Örneğin incelediğimiz mevzuat değişikliğinde, markanın üçüncü kişilerce hukuka uygun kullanılması yöntemlerinde sadece lisans sözleşmeleri düzenlenmiştir. Oysaki markanın hukuka uygun olarak kullanılması sadece lisans sözleşmesiyle değil, marka sahibinin kullanıma sonradan rıza göstermesi, önceden izin vermesi, üçüncü kişinin marka başvurusuna muvafakat edilmesi, bir marka tescili daha yaptırılarak bunun devredilmesi gibi başkaca yöntemlerle de gerçekleştirilebilmektedir ve bu durumların hiçbiri inceleme konumuzun kapsamında yer almamaktadır. Sınai mülkiyet haklarına ilişkin meslek ya da sektör bazlı özel düzenlemeler yapılması bir gereklilikten kaynaklanabilir ve bu durum olağandır. Ancak belirttiğimiz sorunlarla karşılaşılmaması ve düzenlemenin amaca ulaşmaya elverişli olabilmesi için mevzuatın hazırlanma aşamasında Türk Patent ve Marka Kurumundan ya da özel sektörde faaliyet gösteren alan uzmanlardan teknik görüş alınması veya mevzuatın hazırlık çalışmalarında yer almak üzere benzer yöntemlerle uzman temini sağlanmasının yerinde olacağı değerlendirilmektedir.
[1] Belirtilen düzenlemeye ilişkin ayrıntılı değerlendirmeler için bkz., Osman Umut Karaca,Özel Eğitim Kurumu Markalarının Lisans Verilmesine İlişkin Mevzuat Değişikliğinin İncelenmesi, IPR Gezgini, https://iprgezgini.org/2025/04/10/__trashed/, 05.09.2025.
Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi (“EUIPO”) tarafından R 774/2024-5 sayılı dosyaya ilişkin olarak verilen 06.03.2025 tarihli kararda[1], mükerrer marka başvuruları ve kötü niyet arasındaki ilişki değerlendirilmiş ve böylesine bir incelemede dikkate alınması gereken etkenler somutlaştırılmıştır.
Karara konu olayda Fransız moda tasarımcısı Jean-Charles de Castelbajac (“Castelbajac”) tarafından, PMJC adlı şirkete ait 18 ve 25. sınıflarda tescilli aşağıda görseli bulunan markanın,
‘halkı ilgili mal veya hizmetlerin doğası, kalitesi veya coğrafi menşei gibi hususlarda yanıltıcı’ nitelikte olduğu ve ‘kötü niyetle yapıldığı’ ileri sürülerek ilgili markanın Avrupa Birliği Marka Tüzüğü’nün (“EUTMR”) 59/1(a) ve 59/1(b) maddeleri uyarınca hükümsüz kılınması talep edilmiştir.
Castelbajac, PMJC’nin daha önceki yargı kararlarıyla kullanılmama sebebiyle iptal edilen markaları ile hükümsüzlüğü istenen markanın minimal ve dekoratif farklılıklar haricinde neredeyse aynı olduğunu ve aynı sınıfları kapsadığını, dolayısıyla bunun bir ‘mükerrer marka başvurusu’ olduğunu iddia etmiştir.
İptal Birimi’nin 15.02.2024 tarihli kararında, PMJC’nin söz konusu iptal kararlarının üstünden henüz bir yıl geçmeden hükümsüzlüğü istenen marka başvurusunu yaptığına, markalardaki baskın unsurun korunduğuna (“J” harfi, taç ve yatay yarım çemberlerden oluşan çubuk figürleri) ve kapsamlarındaki malların aynı ve benzer olduğuna dikkat çekilmiştir. Ancak bununla birlikte, hükümsüzlüğü istenen marka ile iptal edilen markalar arasındaki benzerliğin tek başına başvuru sahibinin kötü niyetini ortaya koymaya yeterli olmadığı belirtilmiştir. İptal Birimi, başvuru sahibinin hoşgörü süresini mükerrer marka başvuruları ile yapay olarak uzatmaya çalıştığı durumlar ile dürüst ve ticari bir saik çerçevesinde yenilenmiş /geliştirilmiş bir marka yaratmaya çalıştığı durumların birbirinden ayrıştırılması gerektiğini vurgulamıştır.
Bu açıklamalar doğrultusunda İptal Birimi somut olayı aşağıdaki etkenleri gözeterek incelemiş ve nihayetinde PMJC’nin ciddi bir kullanımı bulunmayan önceki tarihli markalarına dayanarak mükerrer marka başvurularında bulunamayacağını belirterek, marka başvurusunun kötü niyetle yapıldığına ve ilgili markanın tümden hükümsüzlüğüne karar vermiştir:
Karara karşı PMJC tarafından temyiz yoluna başvurulmuştur. EUIPO Temyiz Kurulu, öncelikle kötü niyetin belirlenmesinde somut olayın tüm koşullarının dikkate alınması gerektiğini vurgulamıştır ve somut olayı aşağıdaki başlıklar altında incelemiştir:
Taraflar arasındaki ilişki: Castelbajac’ın artistik direktörü ve CEO’su olarak görev aldığı ve 1978 yılında kurulan aynı adlı “Jean-Charles DE CASTELBAJAC” adlı şirketin iflası ile şirket varlıkları 2012 yılında PMJC tarafından satın alınmış, Castelbajac ise 2015 yılına kadar ilgili markaların imajını korumakla yükümlü artistik direktör olarak görevine PMJC bünyesinde devam etmiştir.
Mükerrer marka başvurusu bakımından kötü niyet: Temyiz Kurulu, markalar arasındaki farklılıkların minimal düzeyde olmasının tek başına kötü niyeti ortaya koyamayacağını değerlendirmiş, kullanım ispatı külfetinden kaçınmak veya hoşgörü süresini yapay olarak uzatmak için gerçekleştirilen marka başvuruları ile ardında dürüst bir ticari mantık bulunan marka başvurularının ayrıştırılması gerektiğini vurgulamıştır. Bu doğrultuda İptal Birimi’nin gerekçesi yetersiz bulunmuştur.
Sözleşme ihlalleri bakımından kötü niyet: Temyiz Kurulu, yukarıdaki logonun 1994 yılında tanınmış ve ikonik tasarımcı Castelbajac tarafından yaratılan özgün bir marka olduğunu belirtmiştir. Castelbajac, aralarındaki protokolün sona ermesiyle birlikte PMJC’nin kendi tasarım ve eserlerini taklit etmek üstüne kurulu bir ekonomik model geliştirdiğini ileri sürmektedir.
Kurul PMJC’nin devraldığı fikri ve sınai mülkiyet haklarının, Castelbajac’ın çizimlerinden esinlenerek oluşturulacak yeni haklar veya ‘Castelbajac’ soyadı üzerinde bir hak sağlamadığını değerlendirmiş ve her halükarda Castelbajac’ın ilgili logo üzerinde telif hakkı bulunduğuna da dikkat çekmiştir.
Temyiz Kurulu taraflar arasındaki protokolün PMJC’ye yalnızca gerekli teknik ve estetik değişiklikleri yapma yetkisi tanıdığını, ancak protokol sona erdikten sonra PMJC’nin sürdürdüğü kampanyaların Castelbajac’ın hâlâ artistik direktör olduğu izlenimi yarattığını ve bu nedenle mahkemelerce haksız rekabet ve telif hakkı ihlali olarak değerlendirildiğini belirtmiştir.
Bunun yanı sıra, PMJC tarafından protokol sona erdikten sonra yapılan marka başvurularının ise Castelbajac’ın itirazları üzerine reddedildiği veya kullanmama sebebiyle iptal edildiği, taraflar arasında uzun süredir devam eden uyuşmazlıkların bulunduğu ve PMJC’nin başvuruyu yaparken Castelbajac’ın buna karşı olduğunu bildiği de Kurul tarafından vurgulanmıştır.
Tüm bu değerlendirmeler ışığında, Temyiz Kurulu, ilgili marka başvurusunun Castelbajac’ın sanatsal itibarından avantaj sağlamak ve onun haklarına zarar vermek amacıyla kötü niyetle yapıldığına kanaat getirmiştir.
Başvuru sahibinin aldatma kastı: Temyiz Kurulu bu başlık altında olayların kronolojisini detaylı olarak incelemiştir ve PMJC’nin ilgili marka başvurusunu bu başvuru ile neredeyse aynı olan diğer markalarının iptalinden sonra gerçekleştirdiğine dikkat çekmiştir. Kurul, önceki yargı kararlarında da açıklandığı gibi başvuru sahibinin Castelbajac’ın itibar ve imajını yanıltıcı şekilde atfetmeye çalışarak parazitik davranışlar sergilediğini değerlendirmiş ve PMJC’nin dürüst olmayan niyetinin ticari mantık, markanın kökeni ve kullanımı gibi diğer etkenlerden de anlaşılabileceğine değinilmiştir.
Başvurunun ardındaki ticari mantık: Temyiz Kurulu marka başvurusunun kullanma niyeti olmaksızın, salt üçüncü kişilerin haklarını ihlal etmek veya markanın işlevine aykırı başka amaçlar için münhasır hak elde etmek üzere yapıldığının delillerle ortaya konulması hâlinde, kötü niyetin tespit edilebileceğini belirtmiştir. Bu doğrultuda Temyiz Kurulu, PMJC’nin kullanılmadıkları için iptal edilen önceki markaları ile neredeyse aynı olan bir marka başvurusunda bulunduğunu ve üstelik bu başvuruya Castelbajac’ın rızasının aksine ‘Castelbajac’ ibaresini de eklediğini vurgulayarak, PMJC’nin davranışlarının haksız ve yanıltıcı olduğunu değerlendirmiştir. Taraflar arasındaki ilişkiler ve uyuşmazlıklar da dikkate alındığında, PMJC’nin başvurunun ardındaki dürüst ticari mantığı kanıtlayamadığına karar verilmiştir.
EUIPO Temyiz Kurulu, tüm bu incelemeler sonucunda hükümsüzlüğü istenen marka başvurusunun kötü niyetle yapıldığını ve tümden hükümsüz kılınması gerektiğini değerlendirmiş, PMJC’nin temyiz talebini reddetmiştir.
Sonuç
EUIPO Temyiz Kurulu’nun R 774/2024-5 sayılı kararı ile yeni marka başvurusunun iptal edilen önceki markalarla benzer olmasının tek başına kötü niyeti ortaya koyamayacağı vurgulanmış ve böyle bir değerlendirmede taraflar arasındaki ilişkiler, geçmiş uyuşmazlıklar, markanın yaratıldığı koşullar ve sonrasındaki kullanımları gibi somut olaya özgü pek çok farklı etkenin dikkate alınması gerektiği ortaya koyulmuştur. Yapılan kontroller sonucunda söz konusu kararın yargı mercilerine taşınmadığı anlaşılmıştır.
Marka tescilinde malların ve hizmetlerin sınıflandırılması amacıyla kullanılan Nicé Sınıflandırması’nda yapılan değişiklikler 1 Ocak 2026 tarihinde yürürlüğe girecek. Bahsedilen değişiklikler sınıflandırmanın 9. sınıfında yer alan bazı malların farklı sınıflara transfer edilmesine yönelik olduğundan uygulamacılar bakımından özellikle önem taşımaktadır. Bu yazıda söz konusu değişiklikler, Nicé Andlaşması ve Sınıflandırmasına ilişkin bazı hatırlatmalar yapıldıktan sonra okuyucularla paylaşılacaktır.
Nicé Sınıflandırması, en basit biçimde, münhasıran marka tescili işlemlerinde kullanım için malların ve hizmetlerin sınıflandırılması amacıyla oluşturulan uluslararası bir sistem olarak tanımlanabilir. Nicé Sınıflandırması, 1957 yılında uygulamaya giren Nicé Andlaşması ile oluşturulmuştur ve sınıflandırmanın Uzmanlar Komitesinin teklifleri çerçevesinde belirli aralıklarla güncellenmektedir. Türkiye 1996 yılından bu yana Andlaşmanın tarafıdır ve taraf olmadan önce de sınıflandırmayı kullanmaya başlamıştır.
Nicé Sınıflandırması 2025 yılı itibarıyla 45 sınıftan oluşmaktadır. Bu sınıflardan 34 adedi mallara, kalan 11 sınıf ise hizmetlere aittir. Sınıf sayısının artırılması, yani mevcut sınıfların gelecekte yeni sınıflara bölünerek yeni sınıfların oluşturulması ve sınıfların altında bulunan malların ve hizmetlerin farklı sınıflara aktarılması, Andlaşma kapsamında öngörülen prosedürler çerçevesinde mümkündür. Bu tip değişiklikler, Sınıflandırmanın Uzmanlar Komitesinin teklifleri çerçevesinde gündeme alınmakta, tartışılmakta ve karara bağlanmaktadır. Uzmanlar Komitesi, esasen Andlaşma üyesi ülkelerin oy hakkına sahip temsilcilerinden oluşmaktadır. Andlaşmaya üye olmayan ülkelerin temsilcileri ve marka alanında profesyonel çalışmalar sürdüren uluslararası dernek ve kuruluşların temsilcileri de davet edildikleri sürece Komite çalışmalarına gözlemci olarak katılabilmektedir.
Uluslararası sınıflandırmayı kuran Nicé Andlaşması’nın ikinci maddesi, sınıflandırmanın hukuki etkisini ve kullanımını düzenlemektedir. Anılan maddenin birinci fıkrasında, Andlaşmada doğrudan düzenlenen kurallar dışında, Andlaşmanın etkisinin taraf her ülke tarafından ona tanınan etki olacağı ve Andlaşmanın taraf ülkeleri herhangi bir markaya sağlanan koruma kapsamının değerlendirilmesi açısından bağlamayacağı belirtilmektedir. Açıklamalardan anlaşılacağı üzere Nicé Andlaşması malların ve hizmetlerin benzerliği konusunda ofislerin yapacağı değerlendirmeyi etkileyebilecek herhangi bir hüküm içermemektedir. Tersine, Andlaşmada sınıflandırmanın etkisinin taraf her ülke tarafından ona tanınan etki olacağı belirtilmiş, ofisler sınıflandırmayı esas veya yardımcı sistem olarak kullanmakta serbest bırakılmış ve ofislere sadece yapacakları yayınlarda ve düzenledikleri belgelerde sınıf numarasını belirtme zorunluluğu getirilmiştir.
Nicé Sınıflandırması’nda sınıflar dışında alt sınıflar, gruplar veya alt gruplar yoktur. Alt sınıf, grup veya alt gruplar, Andlaşma tarafı ülkelerin bir kısmı tarafından uygulamaya konulan iç düzenlemeler niteliğindedir. Türkiye’de kullanılan ve mal ve hizmet sınıflandırması tebliğ ile oluşturulan gruplandırma (alt grup) sistemi Türkiye’ye özgüdür ve bu tip düzenlemelerin Andlaşma tarafı diğer ülkeler bakımından bağlayıcılığı yoktur.
Nicé Sınıflandırması’nın 13. Baskısındaki Sınıf Değişiklikleri ve Nedenleri
Nicé Sınıflandırması Uzmanlar Komitesi’nin gündeminde uzun yıllardır, genişleyen içeriği bağlamında “Mega Sınıf” olarak da adlandırılan 9. sınıfa yönelik tartışmalar bulunmaktadır. 9. sınıfın genişleyen içeriği, kapsamında birbirleriyle bağlantısı bulunmayan malların yer alması ve teknolojik gelişmeler sonucunda sınıfın içeriğinin daha da genişleyeceğinin tahmin edilmesi bu tartışmaların nedenini oluşturmaktadır.
Marka alanında faaliyet gösteren en büyük uluslararası profesyonel dernek olan Uluslararası Marka Birliği (INTA) de, gözlemci olarak katıldığı Uzmanlar Komitesi toplantılarında dikkati 9. sınıf üzerinde yoğunlaştırmış ve bu sınıfa ilişkin acil çözünler oluşturulmasını talep etmiştir. Mega Sınıfa yönelik başlıca INTA önerileri aşağıda özetlenebilir (Bkz. bu bağlantı):
9. sınıfın altında alt sınıflar oluşturmak. Bu öneriye ilişkin pratik ve uygulamaya ilişkin çekinceler olduğu da belirtilmiştir.
9. sınıftaki bazı malları, mevcut farklı sınıflara transfer etmek. Bu önerinin mevcut sınıf sayısını koruyacağı, buna ilaveten 9. sınıftaki şişkinliği ortadan kaldırabileceği belirtilmiştir.
Yeni sınıf veya sınıfların oluşturulması yoluyla 9. sınıftaki şişkinliğin giderilmesi. Geçmişte 42. sınıftaki şişkinliğin, 43., 44. ve 45. sınıfların oluşturulması yoluyla giderilmesi örnek olarak verilmiş ve bu önerinin sorunun uzun vadede giderilmesine yönelik bir çözüm olduğunun altı çizilmiştir.
Son öneri, fiziki malların sanal versiyonlarının, fiziki malla aynı sınıfta sınıflandırılmasına ilişkin özel bir öneridir. Bu öneriyi zihinde canlandırırken, malların sanal versiyonlarının 9. sınıfta yer aldığı göz önüne alınmalıdır.
INTA görüşünde mevcut koşullar altında en uygulanabilir çözümün b- başlığında yer verdiğimiz, 9. sınıftaki bazı malları mevcut farklı sınıflara transfer etmek olduğu da belirtilmiştir.
Uzmanlar Komitesi, INTA önerilerini 2024 yılında Nicé Andlaşması üyesi ülke ofislerine anket şeklinde göndermiştir. Anket sonuçlarında önerilerden herhangi birisi tamamen desteklenmese de, b- başlığında yer verdiğimiz, 9. sınıftaki bazı malları mevcut farklı sınıflara transfer etmek en uygulanabilir çözüm olarak görülmüştür. Bu çerçevede, Uzmanlar Komitesi 9. Sınıftaki bazı malları 7 başlık altında gruplandırmış (solunumla, giyimle, gözlüklerle, yangınla, korunmayla ve taşıtlarla ilgili mallar) ve bu malların mevcut sınıflara transferiyle ilgili bir çalışma başlatmıştır. Çalışmalar sonucu ortaya çıkan önerilerden yalnızca gözlüklerle ve taşıtlarla ilgili malların mevcut farklı sınıflara aktarılması kabul görmüş, diğer mallara ilişkin çalışmalar çoğunluk tarafından kabul edilmemiştir. Bu bağlamda, Andlaşma tarafı ülke temsilcilerinin ve gözlemci üyelerin görüş ve önerileri çerçevesinde tartışmalar sonuçlanmış ve Mega Sınıfa yönelik birinci çözüm paketi 1 Ocak 2026 tarihinden itibaren geçerli olacak şekilde kabul edilmiştir. Bu süreci özetleyen raporun bu bağlantıdan görülmesi mümkündür.
1 Ocak 2026 tarihinde yürürlüğe girecek değişiklikler, 9 sınıftaki bazı malların mevcut farklı sınıflara aktarılması yönündedir. Sınıf değişikliğine konu mallar, eski ve yeni sınıfları aşağıdaki şekildedir:
1- Gözlükler, güneş gözlükleri, kontakt lensler ve bunlara ilişkin taşıma kapları, kılıfları, gözlük ipleri gibi ürünler 9. sınıftan çıkartılmış ve 10. sınıfa transfer edilmiştir.
Buna karşın 9. sınıfta bulunan sanal gerçeklik gözlükleri, büyüteçler gibi mallar, aynı sınıftaki (9. sınıf) yerlerini korumuştur.
2- Can kurtaran taşıtları ve yangın müdahale taşıtları gibi ürünler, örneğin yangın söndürme amaçlı taşıtlar, cankurtaran botları malları, 9. sınıftan çıkartılmış ve 12. sınıfa transfer edilmiştir.
Değişikliklere ilişkin detayların Nicé Sınıflandırması’nın 1 Ocak 2026’da yürürlüğe girecek 13. baskısında görülmesi mümkündür. (Bkz. bağlantı)
Sayılan mallardan, özellikle “gözlükler, güneş gözlükleri” malları, günlük hayatta yaygın kullanımı bulunan, çok sayıda üreticisi ve kullanıcısı olan, giyim, kişisel aksesuar sektörleriyle de doğrudan bağlantılı ve aynı zamanda çok sayıda firma tarafından halihazırda tescil ettirilmiş, koruması devam eden mallar olduğundan; bu malların 10. sınıfa transferinin birçok ulusal ofis, hak sahibi ve marka vekili bakımından önemli bir uygulama ve strateji değişikliği gerektireceği de ortadadır.
Buna ilaveten, Mega Sınıf olarak adlandırılan 9. sınıfa ilişkin çalışmaların, Uzmanlar Komitesi’nin yeni dönem çalışmalarında da devam edeceğini tahmin ediyorum.
Son olarak, Sınıflandırmanın 13. baskısında yer alan diğer değişikliklere yazının 9. sınıfa yönelik içeriği nedeniyle yer verilmediği belirtilmelidir. Diğer değişiklikleri merak edenlerin yukarıda bağlantısını paylaştığım WIPO sayfasını incelemesi yerinde olacaktır.
Türkiye Açısından Durum
Nicé Sınıflandırması’nda yapılan değişiklikler Türkiye bakımından da bağlayıcıdır. Dolayısıyla, Türk Patent ve Marka Kurumunun sınıflandırmada yapılan değişiklikleri, 1 Ocak 2026 tarihinden geçerli olacak şekilde Sınıflandırma Tebliğ Eki Listeye yansıtması gerekmektedir.
Bu yansıtma yapılırken tercih edilecek yöntem ise özellikle önemlidir. Olası iki yoldan birisi, sınıf değişikliğine uğrayan mallar için yeni sınıflarında yeni alt gruplar oluşturmaktır. İkinci olası yol ise sınıf değişikliğine konu malları, yeni sınıflarında mevcut alt gruplardan birisinin içerisine entegre etmektir. Bu yollardan ikincisinin inceleme ve yorumlama bakımından kaos yaratacağı kolaylıkla tahmin edilebilir, dolayısıyla ilk yolun yani, yeni sınıflarda yeni alt gruplar teşkil etme yönteminin daha pratik olacağını düşünüyorum. Özellikle, 10. sınıfa transfer olan “gözlükler, güneş gözlükler” mallarıyla doğrudan ilintili malların halihazırda 10. sınıfta bulunmaması göz önüne alındığında bu yöntemin daha kolay uygulanır ve tercih edilir olacağını tahmin ediyorum.
Türk Patent ve Marka Kurumunun yazı boyunca bahsedilen değişiklikleri Sınıflandırma Tebliği Eki Listeye, 1 Ocak 2026 tarihinden önce yansıtmak ve kullanıcı gruplarını bilgilendirmek için hazırlıklarına başladığını düşünüyorum.
DÜŞÜK MALİYETLİ GÖRÜNÜMÜNE KARŞIN ŞİRKETLERE ÇOK DAHA PAHALIYA MAL OLABİLİR.
İYİ PLANLAMA, KONTROLLÜ SÜREÇ YÖNETİMİ, İNOVASYON VE HUKUK EKİPLERİNİN BİRLİKTE ÇALIŞMASIYLA RİSKİ MİNİMİZE ETMEK MÜMKÜN.
Bugün birçok teknoloji şirketi ve özellikle de yeni girişimler (yaygın adıyla, start-up’lar) tarafından inovasyon süreçlerini hızlandırmak, pazarda daha hızlı etkin rol oynayabilmek ve ürün geliştirme maliyetlerini düşürmek gibi pek çok sebeple açık kaynak kodlarının kullanıldığını görmekteyiz.
Gerçekten de bu kodlar, sağladıkları düşük maliyet ve taraflar (lisansör ile lisansiye) arasındaki uzun ve (genelde) maliyetli lisans müzakerelerinden kaçınabilmek gibi imkanlar dolayısıyla, özellikle proje geliştirme süreçlerinin başında, çok avantajlı görünmektedir.
Ancak yeterli önlemlerin alınmaması ve sürecin uygun şekilde yönetilmemesi halinde, bu çok avantajlı görünen imkan; ciddi ticari riskler, fikri mülkiyet ihlalleri ile yüksek bedelli ihtilaflar ve hatta yazılımın kamuya açıklanmasının gündeme gelmesi gibi sonuçlar doğurabilmektedir. Haliyle de, başlangıçta düşük maliyetli görünen açık kaynak kodları, şirketlere çok daha pahalıya mal olabilmektedir.
Bu konuya biraz daha sayısal bakmak gerekirse, alanında popüler çalışmalardan birini ele alabiliriz: Open Source Security and Risk Analysis (“OSSRA”). (Burada bir parantez ile değinmek gerekir ki; bu çalışma kimi inovasyon ekiplerinin radarından çıkmazken, aksi yaklaşımlar da mevcut; her zaman olduğu gibi, herkesin kendi haklı gerekçesi var.)
2025 OSSRA raporu ile paylaşıldığı üzere; araştırma kapsamındaki verilerin analizi sonucunda aşağıdaki bulgulara ulaşılmıştır:
%86. Risk değerlendirmesi yapılan kod tabanlarının %86’sının savunmasız açık kaynak kod içerdiği,
%81. Risk değerlendirmesi yapılan kod tabanlarının %81’inin yüksek veya kritik riskli güvenlik açıkları içerdiği,
%56. (Değerlendirmeye alınan) Tüm kod tabanlarının %56’sında lisans ihtilafı olduğu,
%91. (Değerlendirmeye alınan) Tüm kod tabanlarının %91’inin güncel olmayan açık kaynak kod bileşenleri içerdiği,
%86. (Değerlendirmeye alınan) Kod tabanlarının %86’sının en az bir güvenlik açığı içerdiği,
%81. (Değerlendirmeye alınan) Kod tabanlarının %81’i yüksek veya kritik riskli güvenlik açıkları içerdiği,
3.548. Tek bir kod tabanında bulunan maksimum benzersiz güvenlik açığı sayısının 3.548 olduğu,
154. Kod tabanı başına ortalama benzersiz güvenlik açığı sayısının 154 olduğu.
Genellikle teknik veri olarak değerlendirilen bu hususlar, aslında sadece teknik sorunlar değil. Bunlar çok büyük oranda fikri hak ve sözleşme yükümlülüğünün ihlali ile temel mevzuata aykırılık olarak değerlendirilebilecek risklere işaret etmektedir.
Kodlardan kaynaklı uyuşmazlıkların sektörel dağılımı ise 2025 OSSRA raporunda şu şekilde gösterilmiş:
EdTech 71%, Big Data, AI, BI, Machine Learning 71%, Finansal Hizmetler ve FinTech 66%, İnternet ve Mobil Uygulamalar 64%, Computer Hardware and Semiconductors 63%, Havacılık, Uzay, Otomotiv, Ulaşım, Lojistik 61%, Siber Güvenlik %58, Perakende ve E-Ticaret %57, Pazarlama Teknolojisi %56, Enterprise Software/SaaS 54%, Üretim, Sanayi, Robotics 53%, Virtual Reality ve Oyun, Eğlence, Medya 51%, Internet and Software Infrastructure 50%, Internet of Things 48%, Sağlık, Sağlık Teknolojileri ve Life Sciences 47%, Energi and Clean Tech 37%.
Bu değerlendirmeye göre, kodlardan kaynaklı uyuşmazlık riskleri sadece salt teknoloji şirketleri üzerinde toplanmamıştır. Dolayısıyla “teknoloji şirketi değilsek, risk taşımıyoruz” şeklinde bir bakış açısı ile ilerlemek mümkün değildir ve zaten, bugün belirli bir kriterin üstünde faaliyet gösteren hemen her şirketin teknolojiye değdiğinin kabulü anlamlı olacaktır.
-Gözlemlerime göre- açık kaynak kullanımında yapılan en sık yapılan hatalardan bir tanesi; ilgili lisans metinlerinin “bağlayıcı/ yükümlülük doğurucu” bir belge olarak dikkate alınmamasıdır. Tabii ki istisnalar olmakla birlikte, burada çoğunlukla bir sözleşme ilişkisi içine girilmektedir ve haliyle de; açık kaynak kodu kullanımı bakımından kullanıcıya bir hak verilirken, karşılığında bazı yükümlülükler de söz konusu olmaktadır.
Bu yükümlülüklerin yerine getirilmemesi halinde ise, hukuki ve maddi sonuçlarının yanı sıra cezai sonuçları da olan telif hakkı ihlali, sözleşmeye aykırılık, mevzuata aykırılık meydana gelebilmekte ve sonuç olarak;
ticari sırların ifşası,
farkında olunmadan şirkete ait bir yazılımı ve hatta -niteliğine göre- tüm projenin açık lisans şeklinde yorumlanması,
tazminat talepleri
başta, ancak bunlarla sınırlı olmaksızın, pek çok ticari risk söz konusu olabilmektedir.
Kanaatimce bu karmaşık yapıda riskleri yönetebilmenin en iyi yolu ise; teknik ekipler ile hukuk, proje ekibi ve yönetim/ süreç kontrol ekiplerinin entegre şekilde ilerlemesi ve sürekli iş birliği kurmasıdır. Zira açık kaynak kodu kullanımı bugünün teknoloji ekosisteminde vazgeçilmez gibi görünmektedir. Ancak maliyeti düşük ve kolaylığı çok görünen bu kodların kullanımında da dikkat edilmesi gereken kurallar olduğu ve bedelinin çok büyük olabileceği hatırda tutulmalıdır.
Yakın tarihli iki kararı ile Avrupa Birliği Genel Mahkemesi (“Genel Mahkeme”), Decathlon’un “Easybreath” yüz dalış maskesine ilişkin iki tescilli tasarımının geçerliliğini hedef alan hükümsüzlük taleplerini reddetmiştir. Delta-Sport Handelskontor GmbH (“Delta-Sport”) tarafından açılan iki farklı davada, tasarımların yalnızca teknik işlev nedeniyle ilgili biçimleri haiz oldukları ve ayırt edici nitelikten yoksun oldukları ileri sürülmüş olsa da Genel Mahkeme bu iddiaları yerinde bulmamıştır.
Genel Mahkeme, Decathlon’un maskelerinde estetik tercihlerin rol oynadığını ve tasarımların bilgili kullanıcı üzerinde özgün bir izlenim bıraktığını tespit ederek, aynı yöndeki Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi’nin (“EUIPO”) kararlarını onamıştır.
Uyuşmazlığın Geçmişi
Davacı Delta-Sport, davalı Decathlon tarafından tescil ettirilen ve yüz dalış maskesi olarak bilinen “Easybreath” modelini hedef alarak iki tescilli AB tasarımının (eski adıyla Topluluk Tasarımı – RCD – Registered Community Design) hükümsüz kılınması için EUIPO’ya başvuruda bulunmuştur[1].
Delta-Sport, 30 Mart 2021 tarihinde yaptığı başvurularda, söz konusu tasarımların:
Yalnızca ürünün teknik işlevi tarafından belirlenen özellikler taşıdığı,
Bu nedenle RCD’nin koruma kapsamı dışında kaldığı,
Ayrıca, ayırt edici nitelikten yoksun olduğu,
gerekçeleriyle hükümsüz kılınması gerektiğini ileri sürmüştür.
Delta Sports’un bir diğer iddiası ise uyuşmazlığa konu tasarımların, daha önce Fransa’da patent tescili[2] ile korunmalarının ve 24 Kasım 1995’te yayımlanan patent tesciline ve çeşitli faydalı model tescillerine konu olmalarının da, bu ürünlerin yalnızca teknik fonksiyonu haiz olduklarını ispatladığı ve bu kapsamda yenilik kriterinin de somut olaylarda mevcut olmadığı yönünde olmuştur.
EUIPO İptal Birimi, 19 Temmuz 2022 tarihli kararlarıyla hükümsüzlük taleplerini reddetmiştir. Delta-Sport bu kararlara karşı temyize gitmişse EUIPO Temyiz Kurulu, 11 Ağustos 2023 tarihli kararlarıyla bu temyiz taleplerinin her ikisini de reddetmiştir.
Temyiz Kurulu değerlendirmesinde, uyuşmazlık konusu tasarımların:
Yüzü çevreleyen oval bir çevresel çerçeve (002340224-0001 sayılı tasarım için ayrıca beyaz/gri renk özellikli);
Üst kısmı düz, burun bölgesinde yükselen ve çeneye doğru kademeli olarak daralan, çevresel çerçeveye yerleştirilmiş şeffaf bir cam;
Ağız ve burun üzerinde ters “V” şeklinde bir bölmeden oluşan, solda ve sağda birer valf bulunan, çene bölgesinde yuvaları olan bir kapak bulunan bir etek (002340224-0001 sayılı tasarım için etek ve pencerenin iç ovali mavi renkte);
Üst uca doğru yarı yoldan itibaren belirgin şekilde kalınlaşan, ucunda bir kapak bulunan yarım daire biçimli, düz bir tuba; tuba, çerçevenin ortasına, tepeye yerleştirilmiş ve çerçeveye 45 derece eğimli (002340224-0001 sayılı tasarım için tubanın ucu turuncu renkteyken tüp şeffaftır);
Ortada bağlı, çenenin biraz yukarısında, yanlara yerleştirilmiş iki sabitleme halkasıyla maskeye tutturulmuş “X” şeklinde bir baş kayışı (002340224-0001 sayılı tasarım kayış siyah renkli);
özellikleri haiz olduklarını not ederek, bu özelliklerin yalnızca teknik işlevi betimlemediğini değerlendirmiştir. Bu kapsamda uyuşmazlık konusu tasarımlarda maskenin çerçevesinin oval şeklinin (yukarıdaki i. paragrafta belirtilen ilk özellik) ve baş kayışı bağlantısının şeklinin (yukarıdaki v. paragrafta belirtilen beşinci özellik) teknik olmayan özellikler olduğunu ve bu yönüyle ilgili tasarımların en az iki özelliğinin teknik işlevi haiz olmadığını da belirtmiştir. Buna ek olarak uyuşmazlık konusu 002340224-0001 sayılı tasarımın renk özelliklerinin bulunmasını da ilgili kararına eklemiş ve bu renk özelliklerinin de teknik işlevden kaynaklanmadığını not etmiştir.
EUIPO Temyiz Kurulu’nca temyizleri reddedilen Delta-Sport, uyuşmazlıkları AB Genel Mahkemesi’ne taşımıştır.
Genel Mahkeme’nin Değerlendirmesi
Genel Mahkeme her iki davayı da (T‑1060/23 ve T‑1061/23) 4 Haziran 2025 tarihli aynı gün verilen kararlarıyla sonuçlandırmış ve davacı Delta Sports’un taleplerini reddetmiştir.
Teknik Fonksiyon Argümanı
Delta-Sport’un temel iddiası, maske tasarımlarının tamamıyla ürünün teknik işlevine hizmet edecek şekilde belirlendiği yönünde olmuştur. Buna göre yukarıda da özetlendiği üzere:
Maskenin oval çerçevesi, insan yüzü anatomisine uyum sağlamak amacıyla tasarlandığı;
Bu özelliklerin estetik değil, tamamen işlevsel nedenlerle seçildiği öne sürülmüştür.
Mahkeme, bu iddiaları değerlendirmiş ve EUIPO Temyiz Kurulu’nun değerlendirmeleri ile paralel olarak Decathlon’un tasarımının en az iki yönünün (çerçeve şekli ve kafa bandı biçimi) teknik işlevle sınırlı olmayan, aynı zamanda estetik tercihleri yansıttığına hükmetmiştir. Tasarımda kullanılan renkler (002340224-0001 sayılı tasarım için) ve yuvarlatılmış hatlar da bu değerlendirmeye dâhil edilmiştir.
Mahkeme, “bir ürün tasarımının yalnızca teknik nedenlerle şekillenmiş olması durumunda tasarım korumasından yararlanamayacağı” yönündeki kurala dikkat çekmiştir. Ancak, herhangi bir tasarımın, tek unsurunun bile teknik zorunluluk dışında başka saiklerle (örneğin estetik veya kullanıcı dostu görünüm gibi) belirlenmiş olması halinde, tasarımın geçerli kalacağına vurgu yapılmıştır.
Davacının önceki tarihli patent ve faydalı modellerin, bu tasarımların yalnızca teknik işlevi haiz oldukları iddialarını desteklediği argümanı için ise Genel Mahkeme, davacının iddialarının aksine, daha önceki patentlerin ve faydalı modellerin, uyuşmazlık konusu tasarımlardaki maske çerçevesinin oval şeklinin ve baş bandı bağlantısının şeklinin yalnızca teknik işlevler tarafından dayatıldığını kendi başlarına gösteremeyeceği değerlendirmesi ile patent ile tasarımların incelemelerinin ve koruma kapsamlarının birbirinden tamamen farklı olduğunu da not etmiştir.
Bu doğrultuda, tasarıma konu maske için alternatif şekillerin mümkün olduğunun gösterilmesi, teknik zorunluluğun mutlak olmadığını ve tasarımcının belli tercihleri kullandığını ortaya koymuştur.
Bireysel Karakter (“Individual Character”) Değerlendirmesi
Delta-Sport ayrıca, tasarımın yeni olmadığını ve farklılık yaratmadığını iddia etmiştir. Bu bağlamda 1995 tarihli bir Fransız patent başvurusuna (FR 2 720 050) atıf yaparak önceki tasarımla neredeyse aynı olduğunu savunmuştur.
Mahkeme, Decathlon’un tasarımların söz konusu önceki patentten önemli derecede farklılaştığını ve “bilgili kullanıcı üzerinde farklı bir genel izlenim bıraktığını” belirtmiştir. Özellikle tasarımların bütünsel görüntüsü, çizgilerin akıcılığı, renk kullanımı ve detaylar bu değerlendirmede etkili olmuştur.
Ayrıca Decathlon’un, tasarımın geliştirilme sürecinde dış tasarım firmalarıyla çalıştığı, tüketici testleri yaptığı ve tasarım estetiğine önem verdiği yönündeki beyanları ve kanıtları da Genel Mahkeme tarafından dikkate alınmıştır. Geliştirme sürecini anlatan tanıtım videoları ve prototip evrimleri de dosyada yer almıştır.
Karar ve Sonuç
Genel Mahkeme her iki kararında da:
Decathlon’un tasarımlarının teknik zorunluluklardan ibaret olmadığını,
Tasarımların bireysel karakter taşıdığını,
Delta-Sport’un teknik zorunluluk ve bireysellik iddialarını yeterli düzeyde ispatlayamadığını,
tespit ederek, davalı EUIPO ve müdahil Decathlon lehine hüküm kurmuştur.
Böylece, Decathlon’un Easybreath dalış maskesi için sahip olduğu tasarım tescillerinin geçerliliği bir kez daha teyit edilmiştir.
Bu kararlar, Genel Mahkeme’nin tasarım hukuku bakımından önemli kriterlerini net biçimde ortaya koyması ve ürün estetiği ile teknik işlev ayrımına dair yorumları açısından hem tasarım sahipleri hem de hukukçular için değerli bir içtihat oluşturmaktadır.
Bu kararların, tasarım hukukunda estetik ile fonksiyonun ip üstünde yürüyen dansında, fonksiyonun estetiğe engel olmadığını gösterdiğini ve Decathlon’un “rahat nefes almasını” sağladığını söyleyebiliriz. 😊
Avukatlığın yanı sıra marka ve patent vekili olarak da fikri mülkiyet alanına katkı sağlayan Zehra Hamide GÜRBÜZ ÖNAL tarafından yüksek lisans tezi olarak kaleme alınan ve tamamı İngilizce olarak hazırlanan “RECOGNIZING ARTIFICIAL INTELLIGENCE AS THE INVENTOR IN PATENT LAW” isimli çalışma, Mayıs 2025’te Platon Hukuk tarafından kitap olarak yayımlandı.
Eser kaleme alınmadan önce aslında “Yapay zeka buluşçu olabilir mi?” sorusundan yola çıkılmıştır. Bu kapsamda yapılan araştırma neticesinde güncel yargı kararları da incelenerek alana faydalı olacak bir çalışma armağan edilmiştir.
Yazarın kaleminden kitabın konu ve kapsamını aktaracak olursak:
“Yapay zeka gerçekten bir buluş yapabilir mi? Eğer yapabiliyorsa, patent hukukunda yapay zekanın “buluşçu” olarak tanınması gerekir mi? Elinizde tuttuğunuz bu kitap, son yılların en tartışmalı ve çarpıcı hukuk meselelerinden birine ışık tutuyor: Yapay zekanın patent sistemindeki rolü ve sınırları.
Bu çalışma, özellikle Stephen Thaler tarafından geliştirilen DABUS isimli yapay zeka sisteminin İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri ve diğer PCT ülkelerinde adına yapılan patent başvurularını ve bu başvuruların yargı mercilerinde nasıl karşılandığını ayrıntılarıyla inceliyor. DABUS gerçekten kendi başına bir buluş yapmış mıydı? Mahkemeler neden onu buluşçu olarak kabul etmedi? Bu soruların teknik ve hukuki boyutları, titizlikle değerlendiriliyor.
Kitap sadece yargı kararlarıyla sınırlı kalmıyor; yapay zeka nedir, makine öğrenmesi hangi prensiplere dayanır, dar yapay zeka ile süper yapay zeka arasındaki farklar nelerdir gibi temel soruları da sade ve anlaşılır bir dille açıklıyor. Aynı zamanda, yapay zekaya kişilik tanınması tartışmalarına yer veriyor; bu tartışmaların medya ve teknoloji şirketleri tarafından nasıl şekillendirildiğini sorguluyor.
Yapay zeka, Andrew Ng’nin de dediği gibi, günümüzde “yeni elektrik” gibi her alana yayılan, dönüştürücü bir teknolojidir. Ancak bu kitabın temel savı şudur: YZ, insanlık için gelişmiş bir araçtır- ve en azından öngörülebilir gelecekte- buluşçu değil, destekleyici bir aktör olarak değerlendirilmelidir. Hukukun, bu aracı abartmadan, yerinde ve gerçekçi bir çerçevede değerlendirmesi gerekir.
Bu kitap, teknik bilgiye boğulmadan, ama hukuki derinlikten de ödün vermeden, hukukçular, mühendisler ve yapay zeka ile ilgilenen tüm okuyucular için aydınlatıcı bir kaynak sunmaktadır.”
Kitabın içindekiler bölümü de aşağıda paylaşılmaktadır:
TABLE OF CONTENTS LIST OF ABBREVIATIONS …………………………………………………… 9 INTRODUCTION ………………………………………………………………….. 11 CHAPTER ONE ARTIFICIAL INTELLIGENCE (AI) I. CHRONOLOGICAL OVERVIEW OF AI…………………………… 15 A) The History That Builds and Defines AI ………………………………. 15 1. Understanding AI: Algorithm ……………………………………………. 22 2. Definition of AI ……………………………………………………………….. 27 3. Human Intelligence and Machine Intelligence ……………………… 32 B) Machine Learning (ML) …………………………………………………….. 35 1. Definition of ML ……………………………………………………………… 35 2. Types of ML ……………………………………………………………………. 38 a. Supervised Learning (SL) ……………………………………………….. 38 b. Unsupervised Learning (USL) …………………………………………. 38 c. Reinforced Learning (RL) ……………………………………………….. 39 d. Deep Learning (DL) ……………………………………………………….. 40 aa. Artificial Neural Networks (ANN) ……………………………….. 41 bb. Examples of DL …………………………………………………………. 42 e. Evolutionary Computing (Programming) ………………………….. 42 II. AI TODAY ………………………………………………………………………… 45 A) Artificial Narrow Intelligence (ANI) …………………………………… 45 B) The Benefits of ANI ………………………………………………………….. 47 III. FUTURE OF AI……………………………………………………………….. 47 A) Artificial General Intelligence (AGI) …………………………………… 47 B) Artificial Super Intelligence (ASI) ………………………………………. 50 CHAPTER TWO RELAVANT CONCEPTS IN PATENT LAW AND PATENTABILITY OF AI SYSTEMS AND INVENTIONS I. OVERVIEW OF PATENT LAW ………………………………………… 51 A) Etymology and History ……………………………………………………… 52 1. Turkish Patent Law ………………………………………………………….. 53 a. History of Turkish Patent Law …………………………………………. 53 b. The Recent Law …………………………………………………………….. 54 2. International Legislation …………………………………………………… 54 B) Invention and Inventor ……………………………………………………….. 55 1. Invention …………………………………………………………………………. 55 a. Invention in Turkish Law ………………………………………………… 55 b. Invention in Europe and Other Jurisdictions ……………………… 57 2. Inventor ………………………………………………………………………….. 57 a. Inventor in Turkish Law ………………………………………………….. 58 b. Inventor in Europe and Other Jurisdictions ……………………….. 59 C) Patentability Criteria ………………………………………………………….. 60 1. Novelty …………………………………………………………………………… 61 a. “State of Art” in Novelty …………………………………………………. 61 b. Explanation of Novelty with an Example ………………………….. 63 2. Inventive Step (Non-Obviousness) …………………………………….. 65 a. “State of Art” in Inventive Step ……………………………………….. 66 b. Exceptions of “State of Art” in Evaluating Inventive Step ……………………………………………………………………………… 66 aa. First Exception: Unpublished Patent Applications ………….. 66 bb. Second Exception: The Related Area ……………………………. 67 c. Expert in the Field …………………………………………………………. 67 d. Determining the Inventive Step: “Problem-Solution” Approach ……………………………………………………………………… 67 3. Industrial Applicability …………………………………………………….. 69 II. PATENTABILITY OF AI SYSTEMS AND AI INVENTIONS ……………………………………………………………………. 70 A) Patentability of Computer Software …………………………………….. 71 B) Patentability of AI Systems ………………………………………………… 73 C) Patentability of AI Inventions ……………………………………………… 74 1. Disclosure of AI ………………………………………………………………. 74 2. Global Cooperation on AI …………………………………………………. 75 3. Inventorship of AI ……………………………………………………………. 75 4. Patent Law Term “The Skilled Person” and AI ……………………. 75 CHAPTER THREE AI AS AN INVENTOR I. RECENT ADVANCEMENT of AI APPLICATIONS in DIFFERENT SECTORS ……………………………………………………. 77 II. RECOGNIZING AI: DIFFERENT APROACHES FOR PERSONALITY ………………………………………………………………… 79 A) Electronic Personality ………………………………………………………… 80 B) Attorney/Representative Approach ……………………………………… 81 C) Artificial Human Approach ………………………………………………… 82 D) Slavery Approach ……………………………………………………………… 82 III. THE DABUS CASE: THE EARLY CROWING ROOSTER ………………………………………………………………………. 83 A) What Is DABUS? ……………………………………………………………… 84 B) The Artificial Inventor Project (AIP) …………………………………… 87 C) DABUS Patent Applications ………………………………………………. 88 D) Rejection of DABUS Patent Applications ……………………………. 94 1. Decision in UK on DABUS Application …………………………….. 94 2. Decision of EPO on DABUS Application …………………………… 96 3. Decision in US on DABUS Application ……………………………… 97 4. Other PCT Countries: Australia, Germany, South Africa …….. 100 a. Decision in Australia on DABUS Application …………………. 102 b. Decision in Germany on DABUS Application …………………. 103 c. Decision in South Africa on DABUS Application ……………. 104 CHAPTER FOUR FUTURE OF PATENT LAW REGARDING AI I. FUTURE OF PATENT LAW ……………………………………………. 105 A) Can AI Be Recognized As Inventor …………………………………… 106 1. Arguments of the Positive Perspective ………………………………. 108 a. Argument One: Current System Discourage Honesty ………..109 b. Argument Two: Incentivise Innovation …………………………… 110 c. Argument Three: Reform in Patent Law Is Indispensable ………………………………………………………………. 110 d. Argument Four: Society Will Be the Owner of the Invention …………………………………………………………………….. 110 2. Arguments of the Negative Perspective …………………………….. 111 a. Argument One: Opponents of IPR Protection ………………….. 111 b. Argument Two: Opponents of Pre-acceptance …………………. 111 c. Argument Three: Inventiveness is Unique to Human Being ………………………………………………………………………….. 112 B) Can AI Invent? ………………………………………………………………… 112 C) About the AI Inventions Cited in the Literature …………………… 114 1. Circuit Designs By John Koza’s “Invention Machine” ……….. 114 2. “Oral-B Cross Action Tooth Brush” by “Creativity Machine” ………………………………………………………………………. 115 3. “Food Receipt” By Contest Winner Watson’s Jeopardy ………115 4. “Nose Cone” by Hitachi Company …………………………………… 116 5. “Fractal Food Container” and “Devices and Methods for Attracting Enhanced Attention” by DABUS ……………………… 116 6. The NASA Antenna ……………………………………………………….. 116 7. “Digital Twin” Car Suspension by Siemens ………………………. 117 8. Robot Eve in Medical Field …………………………………………….. 117 D) Anthropomorphism in AI …………………………………………………. 118 CONCLUSION ……………………………………………………………………. 121 ABSTRACT …………………………………………………………………………. 125 ÖZET ………………………………………………………………………………….. 127 BIBLIOGRAPHY ………………………………………………………………… 129 LINKS …………………………………………………………………………………. 148 LIST OF FIGURES ……………………………………………………………… 150
Zehra Hanım’a yol gösterici çalışması için bizler de teşekkürlerimizi sunuyor ve eserin ilgili tüm kesimlere faydalı olmasını temenni ediyoruz.
Makalenin görseli ChatGPT tarafından oluşturulmuştur.
Tüketici gözüyle baktığımızda, bir ürün ya da hizmeti satın alırken dikkatimizi çeken ve satın alma alışkanlıklarımızı belirleyen en önemli faktörlerden biri renkler olmaktadır. Öyle ki örneğin restorancılık sektöründe psikolojik araştırmalara göre iştah açma özelliği bulunan kırmızı, sarı ve turuncu gibi renkler, daha pahalı ürün ve hizmetler için siyah ve mor gibi renkler, kozmetik sektöründe pembe gibi renkler sıklıkla kullanılmakta ve bu renkler markaların oluşturulmasında da büyük bir rol oynamaktadır. Özellikle kozmetik, tekstil ya da inşaat gibi sektörlerde renk, tüketici algısında ürünün kimliğini doğrudan etkileyebilmektedir. Ancak bir rengi ya da renk adını marka olarak tescil ettirmek oldukça karmaşık bir sürece dönüşebilir.
Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi (“EUIPO”) Mart 2025’te “Descriptiveness of Names of Colours”[1] başlıklı ve Avrupa Birliği Adalet Divanı ve EUIPO Temyiz Kurulu’nun renk adlarına ilişkin verilmiş olan emsal kararlarını derlediği bir rapor yayımladı. Bu blog yazısında, ilgili raporda yer alan bilgilere dayanarak, renk adlarının ayırt edicilik kriterine takılarak reddedildiği durumları ve bunun tam tersi olarak, hangi durumlarda renk adlarının tesciline izin verildiğini ve özellikle hangi sektörlerde renklerin “öz” bir nitelik taşıdığını inceleyeceğiz.
Renk Adı mı, Yoksa Başka Bir Anlam mı?
Bir markanın renk ismi olup olmadığını değerlendirirken ilk durak, bu adın ilgili kamu tarafından gerçekten bir rengi mi yoksa başka bir anlamı mı çağrıştırdığıdır. Örneğin:
“CHROME” davasında (T‑446/22)[2], başvuru sahibinin niyeti markanın renk (krom) çağrışımı taşıması olsa da Mahkeme, “chrome”un esasen “chromium” (krom element) olarak algılanacağını, dolayısıyla ürünlerin bileşimiyle ilgili olduğunu ve bu nedenle tanımlayıcı olduğunu belirtmiştir.
“EMERALD FIELDS” kararında (27/06/2016, R 1445/2015-5), Temyiz Kurulu, terimin anlamının zümrüt yeşili rengini değil, elmas bakımından zengin bir yeri ifade ettiğini değerlendirmiştir. Bu nedenle, 37. sınıfta yer alan madencilik çıkarımı ve hizmetleri de dahil olmak üzere söz konusu hizmetlerin tanımlayıcı olması nedeni reddedilebilir olduğu sonucuna varılmıştır.
“SEPIA” markası ise bir davada (R 2184/2016-4) “renk” olarak kabul edilmemiş, tıbbi cihazlar için tanımlayıcı olmadığına karar verilmişken, başka bir davada (R 1042/2022-2), “mürekkep balığı” anlamında kullanılarak bitki kimyasalları ile doğrudan bağlantısı kurulmuş ve tanımlayıcı bulunmuştur.
Bir başka örnek ise “MUSCHELGRAU” kararı olup bu ibare Almanca’da “midye grisi” anlamına gelmektedir ve başvuru sahibi başta 2. sınıftaki vernikler ve boyalar, 3. sınıftaki ağartıcı maddeler ve 19. sınıftaki inşaat malzemeleri için başvuru yapmıştır. Her ne kadar Kurul tarafından verilen ilk kararda, bu ibarenin tanımlayıcı olmadığı belirtilerek hükümsüzlük talebi reddedilmişse[3] de, bu marka tekrar Kurul önüne getirildiğinde verilen kararda, ilgili mallar açısından rengin tanımlayıcı bir ismi olduğu gerekçesiyle, markanın hükümsüzlüğüne karar verilmiştir. Bu kararda Kurul, hükümsüzlük talebinde bulunan tarafından sunulan delillerin ilk yargılama aşamasında mevcut olmadığını vurgulamıştır. Söz konusu delillerin, başvuru tarihinde ‘muschelgrau’ renk adının ilgili sektörde yaygın olarak kullanıldığını ortaya koyduğu ve her iki yargılamanın koşullarının farklı olduğu dikkate alınarak, marka hükümsüz kılınmıştır.
Söz konusu rehberde vurgulanan diğer önemli bir husus ise eğer bir işaretin birden fazla anlamı varsa ve bunlardan biri bir renk adını ifade ediyorsa, bu durumun söz konusu mal ve hizmetler açısından o işaretin tanımlayıcı olduğu anlamına gelmediğidir. Örneğin, Almancada “parlak kırmızı, siyah ya da mavi-gri cıva içeren mineral” ya da “parlak sarımsı kırmızı renk tonu” anlamına gelmekte olan “ZINNOBER”[4] ibaresi için başta 25. sınıftaki giyim eşyaları için başvuru yapılmıştır. Kurul kararında, bu Almanca kelimenin üç anlamı olduğunu, bunlardan ikisinin belirli bir rengi değil birden fazla farklı rengi ifade ettiğini ve kelimenin kullanım sıklığının düşük olduğunu değerlendirerek, halkın bu kelimeyi bir renk adı olarak anlamayacağına, hele ki ilgili malların belirli bir kategorisini tanımlayacak şekilde anlamayacağına karar vermiştir.
Markanın kesin olarak bir renk değil de bir renk yelpazesiyle ilişkilendirilmesi bağlamında, “KARACA”[5] kararı da son derece önemli bir örnek olarak dikkat çekmektedir. Türkçede “sıcak” ya da “siyahımsı” anlamına gelen bu kelime için – ki bizce ortalama bir Türk tüketicisi bu ibareyi renkten çok aynı adı taşıyan geyik familyasından olan hayvanla ilişkilendirecektir – başta 8. sınıftaki çatal bıçak takımları ve 12. sınıftaki ev aletleri için başvuru yapılmıştır. İlgili kararda Kurul, “renk göstergelerinin, tescilli malların renk tasarımıyla makul bir şekilde ilişkilendirilebileceği durumlarda, bu tür işaretlerin AETM Yönetmeliği madde 7(1)(c) uyarınca tescilden hariç tutulabileceğini” belirtmekle birlikte, iptal talebinde bulunanın markanın tam olarak hangi rengi tanımladığını kanıtlayamaması nedeniyle işaretin ilgili mallar açısından tanımlayıcı olmadığı sonucuna varmıştır.
Renk, Ürünün Öz Niteliği mi?
AB içtihadına göre, bir işaretin tanımlayıcı olabilmesi için ürün ya da hizmetin “özelliklerinden biri”ni tanımlaması gerekir (EUTMR m.7(1)(c)). Renk, ancak ürünün temel ve içsel bir niteliği olarak algılanıyorsa tanımlayıcı kabul edilir.
“VISIBLE WHITE”(T‑136/07) ve “TRUEWHITE” (T‑208/10) davalarında renk, ürünün temel özelliği olarak değerlendirilmiştir. İlgili kararlarda sırasıyla diş macunlarında beyazlığı görünür kılmak ya da LED ışıklarda doğal ışık benzeri beyazlık, ürünün işleviyle doğrudan ilgili bulunmuştur.
Buna karşın “VITA” (T‑423/18) davasında, küçük ev aletlerinde beyaz rengin yaygınlığı tek başına yeterli bulunmamış, renk tercihi “tesadüfi ve geçici” olarak değerlendirilmiş ve marka tanımlayıcı kabul edilmemiştir.
Aynı mantık, “OFF-WHITE” markası için de geçerli olmuş ve mobilya ve gözlük gibi ürünlerde “off-white (bej)” renginin sadece olasılıklardan biri olduğu gerekçesiyle marka tesciline izin verilmiştir (T-133/19).
Pazar Gerçekliği ve Sektörel Alışkanlıklar
Bazı sektörlerde renkler, tüketici tercihinde belirleyici bir unsur olabilir. Bu durumda, markanın tanımlayıcı olduğu kabul edilebilir.
“BLUE” (T-375/17) ve “BLACK IRISH” (T-498/21) kararlarında, içecek sektöründe ürünlerin renkleriyle tanımlanması yaygın olduğundan, renk adları tanımlayıcı bulunmuştur.
“SIENNA SELECTION” (T-130/20) kararında ise “sienna” renginin net bir renk kodu taşımadığı ve bu nedenle tüketiciye ürün hakkında doğrudan bilgi vermediği gerekçesiyle marka tanımlayıcı sayılmamıştır. Bu karar, sektörel alışkanlıkların tek başına yeterli olmadığını, rengin açıkça belirli ve tanımlayıcı olması gerektiğini ortaya koymuştur.
İlginç bir şekilde, “CAFFÈ NERO”[6] kararında (“siyah kahve” anlamına gelen İtalyanca bir ifade; başta 30. sınıftaki kahve ürünleri için başvuru yapılmıştır), Genel Mahkeme, İtalyanca konuşan ilgili kamu açısından kahvenin renginden bahsederek tanımlanmasının ya da böyle adlandırılmasının ticaret hayatında kullanılan bir uygulama olmadığını belirtmiştir. Ancak, bu durum markanın tanımlayıcılığı olgusunu dışlamak için yeterli görülmemiştir. Özellikle Mahkeme, “eğer ‘caffè nero’ ifadesi gerçekten de o kültürün bir parçası olmasa bile, İtalyanca konuşan kamu bu ifadeyle karşılaştığında bunun herhangi bir ekleme yapılmadan servis edilen kahve anlamına geldiğini anlayacaktır” değerlendirmesinde bulunmuştur.
Tüketici Tercihinde Rengin Rolü
Renk, tüketici kararlarını etkiliyorsa, bu durum tanımlayıcılık analizinde dikkate alınmalıdır. Özellikle kozmetik ve yapı malzemeleri sektöründe bu oldukça yaygındır:
“LILAC” (T-780/21) ve “PINK” (R 784/2017-5) kararlarında, özellikle oje ve makyaj ürünlerinde renk tercihlerinin doğrudan satın alma kararını etkilediği kabul edilmiş ve renk adı tanımlayıcı sayılmıştır.
Benzer şekilde “TAUPE WHITE” (R 1803/2018-1) kararında, yapı malzemeleri için renklerin “tam anlamıyla belirleyici” olduğu vurgulanmıştır.
Ancak “INDIGO” (R 1430/2022-1) kararında, “indigo” renginin özel bir anlam taşımadığı ve ürünle arasında içsel bir bağ olmadığı için marka tanımlayıcı bulunmamıştır.
“Green” Örneği: Renkten Fazlası
EUIPO’nun ilgili rehberde dikkate aldığı unsurlardan biri de renklerin dolaylı olarak farklı anlamlara geldiği durumlarda. Türkçede “yeşil” anlamına gelen “green” kelimesi yalnızca bir renk değil, aynı zamanda çevreci, doğa dostu anlamını da taşımakta, özellikle de son yıllarda bu anlamı daha da baskın hale gelmektedir. Bu nedenle pek çok kararda “GREEN” ibaresini haiz markaları tanımlayıcı bulunmuş ve reddedilmiştir.
Örneğin “GREENWORLD” (T-106/14), “CARBON GREEN” (T-294/10), “GREENPLUS” (R 521/2006-4) gibi kararlarda, “green” kelimesi çevre dostu anlamı taşıdığı için tanımlayıcı kabul edilmiştir.
Öte yandan “GREENELY” (R 387/2023-1) kararında olduğu gibi, yazılım gibi fiziksel rengi olmayan ürünlerde bu anlam geçerli kabul edilmemiş ve marka tesciline izin verilmiştir.
Sonuç
EUIPO Temyiz Kurulu ve ABAD, renk isimlerinin ayırt edici niteliğini değerlendirirken son derece bağlama özgü ve ayrıntılı bir yaklaşım benimsemektedir. Bu yaklaşımda:
Rengin tüketici nezdinde ürünün tanımlayıcı bir özelliği olup olmadığı,
İlgili sektörde rengin nasıl algılandığı,
Renk adının başka anlamlar taşıyıp taşımadığı,
Markanın bileşik yapıya sahip olup olmadığı,
gibi birçok faktör dikkate alınmaktadır.
Bu rehber bize, renklerin çok daha önemli olduğu özellikle moda, kozmetik, içecek, yapı malzemeleri ve teknoloji gibi alanlarda marka başvurusu yapılırken, rengin gerçekten ayırt edici olup olmadığına dair derinlemesine bir analiz yapılmasının ve buna göre bir marka başvurusunda bulunmanın önemi ortaya koymaktadır. Aksi halde, “renkli” bir marka hayali, gri bir ret mektubuna dönüşebilir…
“Edebiyat ve Sanat Eserlerinin Korunmasına İlişkin Bern Sözleşmesi” 1886 yılında oluşturulan, bu tarihten itibaren de birçok ülkenin katılımıyla birlikte çeşitli tadiller geçirerek yürürlüğünü devam ettiren bir uluslararası anlaşmadır. Bern Sözleşmesi’nin temel konusu edebi ve sanatsal eserler üzerindeki manevi ve mali hakların uluslararası düzeyde korunmasıdır.
Ülkemiz 1 Ocak 1952 tarihinde Sözleşmenin 1948 yılında tadil edilmiş metnine katılmış, 7 Temmuz 1995 tarih ve 4117 sayılı “Edebiyat ve Sanat Eserlerinin Korunmasına İlişkin Bern Sözleşmesinde Değişiklik Yapan ve 1979’da Tadil Edilen Paris Metnine Katılmamızın Onaylanmasının Uygun Bulunduğu Hakkında Kanun” ile de Bern Sözleşmesi’nin en son haline taraf olmuştur. Bern Sözleşmesi’ne taraf olduğumuza dair karar 12 Temmuz 1995 tarih ve 22341 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır.
Sinema eserleri, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun “IV – Sinema Eserleri” başlıklı 5. maddesinde; “Sinema eserleri, her nevi bedii, ilmi, öğretici veya teknik mahiyette olan veya günlük olayları tespit eden filmler veya sinema filmleri gibi, tespit edildiği materyale bakılmaksızın, elektronik veya mekanik veya benzeri araçlarla gösterilebilen, sesli veya sessiz, birbiriyle ilişkili hareketli görüntüler dizisidir.” şeklinde tanımlanmış ve sinema eserlerinin eser vasfında olduğu belirtilmiştir. Sinema eserleri ve eseri oluşturan unsurlar (karakter, çizim, görsel, farazi işletme adı) da eserin koruma kapsamında yer almaktadır ve dolayısıyla da eser sahibine bağlanan mali ve manevi hakların kapsamındadır.
Eserde yer alan unsurların marka başvurularına konu olması mümkün olup, belirtilen başvurularda telif hakkı sahiplerinin itirazları üzerine marka tescil taleplerinin reddedilebileceği 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu’nun (SMK) 6/6 maddesinde belirtilmiştir. İlgili hükümde “(6) Tescil başvurusu yapılan markanın başkasına ait kişi ismini, ticaret unvanını, fotoğrafını, telif hakkını veya herhangi bir fikri mülkiyet hakkını içermesi hâlinde hak sahibinin itirazı üzerine başvuru reddedilir.” denilmiştir.
Sinema eseri ya da eserde yer alan unsurun marka başvurusuna konusu olması halinde, SMK madde 6/6 kapsamında yer alan telif hakkı korumasından faydalanabilmesi için eser konusu ibarenin “yeterince özgün” olması gerekmektedir. “Yeterince özgün olma” somut bir değerlendirme kriteri olmayan ve fakat olayın özelliğine göre yorumlanacak nitelikte bir kriterdir.
Kanaatimizce, “yeterince özgünlük” kriterinin eserlere ait korumanın uluslararası sözleşmeler ile kabul edildiği ülkemizde geniş biçimde yorumlanması ve eser vasfının geniş çerçevede değerlendirilmesi gerekmektedir. Aksi halde eser ve bağlı unsurlara tanınan SMK madde 6/6 hükmü koruması yeterli uygulama alanı bulamayacaktır.
Uygulamada karşılaşılan bir diğer husus da “yeterince özgün” olmayan ve fakat belli bir toplum popülaritesine sahip ibarelerin kötü niyetli marka tescil başvurularına konu edildiği hallerde eser hakkı sahiplerinin yaşadığı hukuki açmazdır. Bir başka deyişle eserde yer alan çeşitli unsurların popülerliğinin artması nedeniyle, bu unsurlar kötü niyetli marka tescil başvurularına konu olduğunda, başvuru sahibinin kötü niyetinin ispatında hukuki zorluklar yaşanmaktadır.
“COLUMBIA PICTURES INDUSTRIES INC” yapımcı şirket olarak, ilk kez 1934 yılında yayımlanan Lowell Coningham’a ait “Men in Black” adlı çizgi romandan esinlenen “Men in Black” adlı eseri beyaz perdeye uyarlamıştır. Yapımcı şirket sinema eserinin mali haklarının da sahibidir. “Men in Black” 1997 yılında gösterime girmiş, dünya genelinde milyonlarca izleyici ile buluşarak fenomen haline gelmiş, devam filmleri ve dizilerine konu olmuş, en iyi makyaj Oscar’ı dahil birçok alanda ödül almıştır. MENINBLACK ibareli marka, yurtdışında yapımcı şirket adına çeşitli sınıflarda tescillidir ve lisans yolu ile tişört, şapka, oyuncak, anahtarlık gibi birçok promosyon ürününde de kullanılmaktadır. “Men in Black” ibaresi yakaladığı ticari başarıyla kısa sürede dikkatleri üzerine çekmiş ve izinsiz kullanım ve marka tescili taleplerine de konu olmuştur.
Benzer bir durum ülkemizde de yaşanmıştır. Türk Patent ve Marka Kurumu nezdinde “MIB MENINBLACK” ibareli marka tescil başvurusunun 25. sınıfta gerçekleştirildiği tespit edilmiş ve başvuruya hak sahiplerince (diğer hükümler saklı kalmak üzere) SMK md. 6/6 ve 6/9 hükümleri uyarınca itiraz edilmiştir. Kurum tarafından yapılan yayıma itiraz değerlendirmesinde “MIB MENINBLACK” ibaresinin “yeterince özgün olmaması” sebebiyle madde 6/6 hükmü uyarınca yapılan itiraz reddedilmiş, madde 6/9 kapsamında yapılan itiraz da başvuru sahibinin “kötü niyetle hareket ettiğinin ispatlanamadığı” gerekçesiyle reddedilmiştir.
Kararın kaldırılması için Yeniden İnceleme ve Değerlendirme Kuruluna yapılan itiraz neticesinde verilen kararda ; “…Öte yandan, her ne kadar telif hakkına konu olan “sinema eseri” özgün nitelikte olup, Türkiye’nin de taraf olduğu Bern Konvansiyonu uyarınca korunuyor olsa da, ihtilaflı ibarenin, -tek başına- telif hakkına konu olabilecek özgünlüğe sahip olmadığı, İngilizce dilinde günlük hayatta kullanılan ve nitelik belirten bir tamlama olduğu, başvuruda kullanılan yazım stilinin telif hakkına konu olan eser ve afişinde kullanılan stilden farklı öğeler içerdiği ve bu itibarla ortalama tüketici algısında doğrudan tanınmış “Men in Black” filmini çağrıştırmadığı belirlenmiştir…” denilerek ibarenin özgünlüğü tartışılmış ve sinema eserini çağrıştırıp çağrıştırmadığı değerlendirmeye alınmıştır.
Kararda, sinema eserinin Bern Sözleşmesi hükümleri uyarınca korunduğuna ve eserin “özgün nitelikte” olduğuna dair tespit yapılmışsa da marka olarak tescil edilecek ibarenin yeterince özgün olmadığı ve sinema eseri “Men in Black”i çağrıştırmadığı, bu sebeple SMK madde 6/6 hükmü koşullarının oluşmadığı, madde 6/9 bakımından da kötü niyetli marka tescil başvurusuna dair delillerin yeterli olmadığı tespit edilmiş ve itiraz reddedilmiştir.
Kurum kararının iptali için Ankara Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesinde dava ikame edilmiştir. Ankara 4. Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesi’nin 2020/316 E, 2021/343 K sayılı kararında; “….Dava konusu marka davalı tarafından 01.03.2019 tarihinde başvurusu yapılmıştır. Ne var ki YİDK kararında da geçtiği gibi, “… çekişme konusu “Men in Black” ibaresinin Columbia Pictures Industries, Inc tarafından bir eser sözleşmesi kapsamında yaratıldığı ve bu hususun itiraz sahibi şirketin itiraz beyanında sunmuş olduğu Amerika Birleşik Devletleri otoriteleri tarafından imzalanmış telif hakkı sözleşmesinde sunulmuş olduğu tespit edilmiştir. Bu kapsamda, itiraz sahibi şirketin, ayırt edici / özgün nitelikte eser olarak değerlendirilebilecek, 1997 yapımı “Men in Black” filmi üzerinde telif hakkının bulunduğunun kabulü gerekmektedir…” davacının sinema eseri olarak telif hakkı sahibi olduğu “Men in Black” adlı eserin isminin ve yine davacının tişört ve şapka gibi tekstil ürünü, gözlük, oyuncak, bardak ve diğer promosyon malzemelerinin piyasaya sürdüğü ürün isminin aynısı veya ayırt edilemeyecek derecede benzerinin ya da iltibas oluşturan benzerinin marka olarak Türkiye’de seçilip başvurusunun yapılması tesadüf olmadığı değerlendirilmiş, zira davalı bilirkişi raporunda da değinildiği üzere, “… davalının daha önce de, “MIB MENINBLACK” marka başvurusunda bulunduğu görülmektedir ki, bu marka, davacının film ve ürünlerindeki kullanımın aynısıdır. Bu marka, esinlenme olarak kabul edilemeyecek kadar aynıdır. Davalının, başkalarına ait markaların benzerlerini tescil ettirme çabası bulunduğu söylenebilir. Örneğin, 2011/74217 sayılı ibareli başvurunun da markanın gerçek hak sahibi olan EINSTEIN PROGETTI EPRODOTTI S.P.A.’nın itirazı üzerine reddedildiği, TÜRKPATENT kayıtlarında görülmektedir. Dava dışı bu örnek, huzurdaki davanın konusu olmamasına karşın, aynı mallar için aynı marka örneğiyle başvuru yapmış olan davalının yurtdışında tescilli markaları tescil ettirme girişimi olduğunu göstermektedir…” davalının başkalarına ait markaların aynılarını da bulup Türkiye’de tescil ettirmeye çalıştığı ve bu durumun kötü niyet göstergesi sayıldığı bilirkişi raporundan anlaşılmakla gerek SMK 6/6 maddesindeki davacının sinema eserinden kaynaklı fikri hakkı gerekse de kötü niyet varlığına bağlı SMK 6/9 maddesindeki ihlale bağlı nisbi ret sebebi oluştuğundan aksi yöndeki YİDK kararı hatalı olduğu sonucuna varılarak dava kabul edilmiştir.” denilmiştir.
Karar, Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin 8 Nisan 2025 tarih, 2024/4146 Esas 2025/2253 Karar sayılı “ONAMA” kararı ile kesinleşmiştir.
Karara bakıldığında gerek Yerel Mahkeme gerek Yargıtay aşamalarında, telif haklarına konu ibarelerin ayırt edici/özgün eser niteliğinin tartışıldığı ve ilk olarak ibarenin özgünlüğünün bulunduğunun tespit edildiği görülmüştür. Buna ilaveten, SMK madde 6/9 hükmü uyarınca başvurunun kötü niyetle yapılıp yapılmadığı hususunun geniş bir kapsamda değerlendirildiği ve olayın niteliğine göre başvuru sahibinin diğer marka başvurularının da kötü niyetle yapılıp yapılmadığının dikkate alındığı görülmüştür.
Yargıtay içtihatları ve TÜRKPATENT kararları uyarınca tescil ve marka itiraz süreçlerinde her başvurunun kendisine has hukuki koşullarda değerlendirileceği kabul edilmektedir.
Ülkemiz Bern Sözleşmesinin tarafı olup, sinema eserlerinin ve eserde yer alan bağlı unsurların korunacağı kabul edilmiştir. Eser ve eserde yer alan bağlı unsurların marka başvurusuna konu olması halinde ise SMK 6/6 maddesi kapsamımda “eserin ya da bağlı unsurun yeterine özgün olup olmadığı” değerlendirilmesinin yapılacağı belirtilmiştir. Kanaatimizce, marka başvurusuna konu olan eserlere ait özgünlük değerlendirmesinin, eserlere sağlanan korumanın etkinleştirilebilmesi için geniş çerçevede yapılması önem arz etmektedir. Böylece Bern Sözleşmenin işlerlik kazanması da sağlanacaktır.
Eserlerin konu olduğu marka başvurularının kötü niyetle gerçekleştiği iddialarının değerlendirilmesi bakımından da somut olayın özelliği dikkate alınmak suretiyle geniş bir çerçevede değerlendirilmesi gerektiğini düşünmekteyiz.
Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi (EUIPO) Birinci Temyiz Kurulu, 22 Mayıs 2025 tarih ve R 2478/2024-1 sayılı kararında, iELKS ve IELTS ibareli markaların kapsadığı hizmetlerin benzerliğini değerlendirmiş ve aralarında karıştırılma ihtimali olup olmadığını incelemiştir. Sonuç olarak, marka başvurusu kapsamındaki çeviri ve tercümanlık hizmetlerinin önceki hizmetlere benzer olmadığı kanaatine vardığından karıştırılma ihtimalinin olmayacağına hükmederek itirazı reddetmiştir.
Uyuşmazlığı özetlersek, itiraz sahibi The Chancellor, Masters and Scholars of the University of Cambridge 21 Aralık 2023 tarihinde 41. sınıfta yer alan “Eğitim, eğlence ve spor; Yayıncılık, raporlama ve metin yazımı; Eğitim, eğlence ve spor faaliyetleri ve etkinlikleri için bilet rezervasyonu ve yer ayırtma hizmetleri; Eğitim, eğlence ve spor hizmetleri; çeviri ve tercümanlık” hizmetlerini kapsayan “iELKS” marka başvurusunun tescili talebinin karıştırılma ihtimali nedeniyle reddedilmesi istemli itirazını EUIPO’ya sunmuştur. İtiraz sahibinin itirazına dayanak olarak gösterdiği markası ise “IELTS” markası olup 41. Sınıfta “Öğretim, eğitim, öğretme, sınav materyalleri, sınav kağıtları ve müfredatların hem elektronik hem de kağıt formatında yayınlanması; sınav, test ve değerlendirme sağlanması ile sınav, test ve değerlendirme hizmetleri; yukarıda belirtilenler için bilgisayar destekli, bilgisayar aracılı ve çevrimiçi bilgisayar hizmetlerinin sağlanması; uzaktan öğrenme programları; adayların eğitim başarısı için incelenmesi veya değerlendirilmesi ve yardımcı hizmetler; sınav ve değerlendirme hizmetlerinin sağlanması; öğretim ve öğretim hizmetleri; öğretme, öğretim veya eğitim ile ilgili hizmetlerin sağlanması” hizmetlerini içermektedir.
İtiraz Birimi, itirazı kısmen kabul etmiş, “çeviri ve tercümanlık” hizmetleri yönünden ise reddetmiştir. İtiraz Birimi, itiraza konu çeviri ve tercüme hizmetlerinin, ilgili diller hakkında gerekli profesyonel bilgiye sahip ve genellikle bu iş için hali hazırda ilgili sertifikaya sahip uzman şirketler ve kişiler tarafından sunulduğunu ileri sürmüştür. Bu nedenle, itiraz edilen çeviri ve tercüme hizmetleri ile karşı tarafın eğitim, öğretim ve öğretme hizmetleri ve yayın hizmetlerinin aynı nitelik, amaç veya kullanım yöntemine sahip olmadığı, aynı ilgili halkı hedef almadığı veya aynı dağıtım kanallarını paylaşmadığı kanaatine varmıştır. Dahası, karşılaştırılan hizmetler birbirini tamamlayıcı veya rekabet halinde görülmemiştir ve genellikle aynı teşebbüsler tarafından sağlanmadığı ifade edilmiştir. Bu nedenle de bahsedilen hizmetleri gerekçe marka kapsamındaki hizmetlerden farklı bulmuştur. İtiraz sahibi kararın aleyhe olan bu kısmını temyiz etmiştir.
İtiraz sahibi, İtiraz Birimi’nin temyiz edilen hizmetlerin ilgili diller hakkında gerekli profesyonel bilgiye ve genellikle bu iş için hali hazırda sertifikaya sahip olan uzmanlaşmış şirketler ve kişiler tarafından sunulduğu yönündeki ifadesinin ve de bu hizmetler kapsamında yapılan kriterler incelemesinin sonucunun da İtiraz Birimi tarafından yeterince gerekçelendirilemediğini ileri sürmüştür. İtiraza konu hizmetler ve önceki tarihli marka kapsamındaki hizmetlerin genel halkı hedef aldığı ve aynı dağıtım kanallarını paylaştığı savunulmuştur. Öğretim, eğitim, değerlendirme, sınav ve sınav materyalleri, sınav kağıtları ve müfredatlarının yayınlanmasıyla ilgili hizmetlerin, özellikle bu hizmetler dillerle ilgili olduğunda, genellikle çeviri ve tercüme hizmetleriyle aynı anda sağlanacağı öne sürülmüştür. İşaretlerin görsel ve işitsel olarak yüksek derecede benzer olduğu ve önceki markanın ayırt edici karaktere sahip olduğu düşünüldüğünde, karıştırılma ihtimali bulunduğu vurgulanmıştır.
Temyiz Kurulu, kararını şu şekilde gerekçelendirerek kısmen ret yönünden yeniden itirazın reddine karar vermiştir:
İtiraz daha önceki tarihli bir AB markasına dayandığından karıştırılma olasılığının değerlendirilmesi gereken ilgili bölge bir bütün olarak Avrupa Birliği olarak tespit edilse de bir AB markası başvurusunun tescilinin reddedilmesi için, AB Marka Tüzüğü m. 8/1(b)’deki karıştırılma ihtimalinin Avrupa Birliği’nin sadece bir kısmında mevcut olması yeterli görülmektedir. Temyiz Kurulu, İtiraz Birimi ile aynı yaklaşımı benimseyerek İngilizce konuşan halka odaklanmaktadır.
İlgili mal veya hizmet kategorisinin ortalama tüketicisinin makul derecede iyi bilgilendirilmiş ve makul derecede gözlemci ve dikkatli olduğu kabul edilmiştir. İlgili hizmetlerin hem genel halka hem de profesyonellere hitap ettiği, dikkat düzeylerinin ortalamadan daha yüksek olarak değerlendirilmesi gerektiği kanaatine varılmıştır.
Temyiz Kurulu yine genel prensiplerden bahsederken karıştırılma ihtimalinin bulunup bulunmadığının değerlendirilebilmesi için, mal veya hizmetlerin ilgili halkın söz konusu hizmetleri ortak bir ticari kökene sahip olarak algılayıp algılamayacağı anlamında benzer olması gerektiğini belirtmiştir. Mal veya hizmetler arasındaki benzerliğin değerlendirilmesinde, diğerlerinin yanı sıra, bunların niteliğini, hedeflenen amacını, kullanım yöntemini ve birbirleriyle rekabet halinde olup olmadıklarını veya tamamlayıcı olup olmadıklarını dikkate almak gerekmektedir. Piyasa uygulaması, olağan ticari köken, ilgili mal veya hizmetlerin dağıtım kanalları veya bu mal veya hizmetlerin genellikle aynı uzman satış noktalarında satılması gibi diğer faktörlerin de dikkate alınabileceği; bu durumun, ilgili tüketicinin aralarındaki yakın bağlantıları algılamasını kolaylaştırabileceği ve aynı teşebbüsün bu malların üretiminden veya bu hizmetlerin sağlanmasından sorumlu olduğu izlenimini güçlendirebileceği not edilmiştir. Önemle belirtmek gerekir ki, bu kriterlerin sınırlı sayıda olmadığı ve mal/hizmet benzerliğinin tespiti için hepsinin bir arada bulunması gerekmediği belirtilmiştir.
Tamamlayıcı mallar veya hizmetlerin, biri diğerinin kullanımı için vazgeçilmez veya önemli olduğu ve bunun sonucunda tüketicilerin aynı işletmenin bu malları üretmekten veya bu hizmetleri sağlamaktan sorumlu olduğunu düşünebileceği çerçevede, aralarında yakın bir bağlantı bulunan mallar veya hizmetler olduğu tanımlanmıştır. Bu tanım gereği, farklı tüketicilere yönelik mallar ve hizmetlerin tamamlayıcı olamayacağı belirtilmiştir. Genel bir açıklama olarak da AB Marka Tüzüğü m. 33/7 kapsamında, malların veya hizmetlerin yalnızca Nice Sınıflandırmasının aynı veya farklı sınıflarında yer almaları nedeniyle birbirine benzer veya birbirinden farklı olarak kabul edilmediği açıklanmıştır. Burada önemle belirtmek gerekir ki, bilindiği üzere, 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunumuzun 11/4. Maddesinde de bu husus aynı doğrultuda açıkça şu şekilde düzenlenmiştir: Mal veya hizmetlerin aynı sınıflarda yer almaları benzer olduklarına, farklı sınıflarda yer almaları da benzer olmadıklarına karine teşkil etmez.
Kriterlerin değerlendirilmesinde yapılan açıklamalardan bir diğeri de mal ve hizmetlerin rekabet edebilirliğiyle ilgilidir. Mal veya hizmetlerin rekabet halinde kabul edilebilmesi için aralarında bir birbirleriyle değiştirilebilirlik, birbirinin yerine geçebilme (interchangeability) unsurunun bulunması gerektiği belirtilmiştir. Her ne kadar mal veya hizmetlerin aynı özel satış noktalarında satılabilmesi veya sağlanması ilgili tüketicide mallar arasındaki sıkı bağlantıları algılamayı teşvik etse ve bunları sağlamaktan aynı işletmenin sorumlu olduğu izlenimini güçlendirse de, bu husus tek başına söz konusu mal veya hizmetlerin benzer olduğunu ispatlamaya yeterli görülmemektedir.
Daha önceki hizmetlerin hepsi daha geniş kavramlar olan yayınlar, sınav, test ve değerlendirme hizmetleri sağlama ve ayrıca eğitim ve öğretim hizmetleri kapsamına girmektedir. Yeniden itirazın konusu olan hizmetler ise çeviri ve tercümedir. Çeviri hizmetlerinin, yazılı bir metnin bir dilden diğerine çevirisiyle ilgili olduğu, tercüme hizmetlerinin ise konuşulan bir metnin bir dilden diğerine çevirisiyle ilgili olduğu belirtilmiştir. Bu hizmetlerin doğasının, amacının, kullanım yönteminin farklı olduğu ve birbirleriyle ne rekabet ettikleri ne de birbirlerini tamamladıkları değerlendirilmiştir.
Temyiz Kurulu’na göre, temyiz konusu hizmetlerin özel bir çalışma gerektirmesi ve bir tercüman veya çevirmenin sınavlardan geçmesinin gerekmesi, bu hizmetleri yukarıdaki belirtilen tanıma uygun olarak tamamlayıcı kılmamaktadır. Bu bağlantının tamamlayıcılık yaratmaya yeterli olduğu düşünülürse, herhangi bir meslek veya en sonunda üniversite derecesi gibi özel eğitim gerektiren herhangi bir meslek tamamlayıcı ve dolayısıyla eğitime benzer olacaktır. Aynısı yayımcılık açısından da geçerlidir. Örneğin, bir kitap herhangi bir çeviriye tabi olmadan yayımlanabilir. Birçok kitabın yayımlanmadan önce çevrilmesi bu hizmetleri tamamlayıcı kılmamaktadır. Bazı üniversitelerin veya yayıncıların çeviri hizmetleri sunması, bunları benzer kılmak için yeterli görülmemektedir. Her iki hizmet setinin de aynı teşebbüsler tarafından sunulması yaygın bir uygulama olarak değerlendirilmemiştir.
Ayrıca, İtiraz Birimi’nin vardığı sonucu herhangi bir delile dayandırması gerekmediği de not edilmiştir. Olumsuzluğu, yani malların veya hizmetlerin farklılığını kanıtlamak zor, hatta imkansız olarak tanımlanmıştır. Aksine, itiraz sahibinin, gerekçelerini açıklarken iddiasını desteklemek için ikna edici argümanlar ve kanıtlar sunma olanağına sahip olduğu, bunun yerine, itiraz sahibinin esasen müsaade edilmeyen internet bağlantılarına dayandığı ifade edilmiştir. Kurul, bağlantılar çalışmadığı için bunları açamadığı gibi her halükarda zaten bir internet sayfasının içeriği bir andan diğerine değişebileceği için bunları geçerli deliller olarak görmemiştir.
Sonuç olarak, yeniden itiraz edilen hizmetler gerekçe markalar kapsamındaki hizmetlere benzer bulunmadığından ve karıştırılma ihtimali gerekçesinin kabul edilebilmesi için işaretler ile mal ve hizmetlerin benzerliği kriterleri kümülatif olduğundan işaretlerin benzerliği veya önceki markanın tanınmışlığı gözetilmeksizin bu hizmetlerin farklılığı bunlar yönünden karıştırılma ihtimalinin yokluğu sonucunu doğurmaktadır. Gerçekten de kanunda da açık hüküm bulunduğu gibi, sırf malların ve hizmetlerin aynı sınıfta bulunmaları benzerlik ve farklılıklarını ortaya koymaya tek başına yeterli olabilecek bir husus değildir. Her somut olay çerçevesinde, her mal ve hizmetin bir bir karşılaştırılıp yukarıda da belirtildiği gibi birçok kriter ve faktör gözetilerek benzerliğin bulunup bulunmadığı değerlendirilmelidir.
Son yıllarda, şikayet sitelerinde markaların anahtar kelime olarak kullanılmasına karşı marka sahibi şirketler tarafından açılan davaların sayısında belirgin bir artış gözlemlenmektedir. Bu davalar, yalnızca marka hukukunu değil, aynı zamanda haksız rekabet, reklam hukuku, ifade özgürlüğü ve internet ortamında yer sağlayıcının sorumluluğu gibi çeşitli hukuk disiplinlerini de kesişim noktasında tartışmaya yol açmaktadır. Özellikle arama motorlarında markanın anahtar kelime olarak kullanılması suretiyle reklam geliri elde edilmesi, yer sağlayıcının pasif pozisyonundan çıkıp aktif bir ticari aktör haline gelip gelmediği sorusunu gündeme getirmektedir. Bu yazıda, söz konusu tartışmaları somutlaştırmak amacıyla, şikayet sitelerinde markaların anahtar kelime olarak kullanılmasıyla ilgili iki güncel yargı kararı incelenecektir.
Yer Sağlayıcı mı, Aktif Ticari Oyuncu mu?
Yargıtay 11. Hukuk Dairesi’nin 6.5.2024 tarihli ve E. 2022/7651, K. 2024/3593 sayılı kararında, “Koinim” markasının şikayet sitesinde anahtar kelime olarak ticari etki yaratacak şekilde kullanılması, Google arama motorunda “Koinim” markası aratıldığında şikayet sitesinin ikinci sırada yer alması ve yönlendirici kodlar üzerinden reklam geliri elde edilmesi iddiası incelenmiştir. Şikayet sitesinin kendisini “bir hak arama platformu” olarak konumlandırdığı bu dosyada, mahkemeler sitenin yer sağlayıcı olarak sorumlu olmadığı değerlendirmesini yaparak marka hukuku bağlamında ticari etki yaratmadığı sonucuna ulaşmıştır. Öyle ki davacı, marka bazlı Google reklamı verme ayarının bilirkişi incelemesi sürecinde kaldırıldığını ve daha sonra bu özelliğin tekrar açıldığını ileri sürse de iddiaların yeterince kanıtlanamadığından hareketle bu itirazlar dikkate alınmamıştır. Ayrıca, davacı, şikayet sitesinin her bir şikayet içeriğine reklam aldığını ileri sürse de davalı şikayet sitesi, ilgili reklam içeriklerinin Google Inc firması tarafından o anki ziyaretçilerin ilgi alanına göre belirlenerek oluşturulduğunu ileri sürmüştür. En nihayetinde, dosyada marka hakkına tecavüz ve haksız rekabetin oluşmadığı sonucuna varılmış ve karar temyiz aşamasında onanmıştır.
Ancak burada göz ardı edilen önemli bir husus vardır: Yer sağlayıcının teknik bir platform sunmanın ötesine geçerek, şikayet başlıklarını reklam gelirine çevirmesi. Bu noktada davacının davalı hakkında ileri sürdüğü “yer sağlayıcı sıfatının arkasına sığındığı” itirazına katılmadan edemiyorum. Öyle ki, siteye gelen ziyaretçiler yalnızca kullanıcıların yorumlarını okumakla kalmayıp aynı zamanda aynı sektörde faaliyet gösteren rakip firmaların reklamları ile karşılaşmaktadır. Bu bağlamda şikayet içeriği bir nevi “trafik çekici” görevi görmekte, platform da bu trafiği ticari kazanca dönüştürebilmektedir.
Şikayet Sitelerinde Ayrıcalıklı Uygulamalar ve Haksız Rekabet İlişkisi
İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 16. Hukuk Dairesi’nin 24.10.2024 tarihli ve E. 2023/207, K. 2024/1642 sayılı kararında ise, şirketin markasının şikayet sitesinde anahtar kelime olarak kullanılmasının marka hakkına tecavüz ve haksız rekabet teşkil ettiğine yönelik iddiaların bir kısmı kabul görmüş ve üye olan firmalarla olmayan firmalara sunulan imkanlar bakımından farklı uygulamalar yapılması haksız rekabet olarak değerlendirilmiştir.
Davalı şikayet sitesi burada da “tüketici açısından vazgeçilmez bir hak arama platformu haline geldiğini” ileri sürerek anahtar kelimeleri ekonomik amaçla kullanmadığını ve bu nedenle ticari bir etki yaratmadığını ileri sürmüştür. Ayrıca, davalı, reklamların içeriklerinin Google Inc tarafından ve o anki ziyaretçilerin ilgi alanına göre belirlendiğine, yani bu reklamların sabit olmadığına ve kişiye göre değişim gösterdiğine dayanarak haksız rekabete neden olmadığını ileri sürmüştür.
Dosyaya sunulan bilirkişi raporunda, davalı şikayet sitesinin amacı dikkate alındığında, tüm markaların anahtar kelime olarak gözükmesinin son derece normal olduğu, bir ürün ile ilgili bir şikâyet yazılmak istenildiğinde doğal olarak markanın da belirtilmesi gerekeceği ifade edilerek meşru bir kullanım olduğu sonucuna varılmıştır.
Davacı tarafından ileri sürülen bir diğer iddia da davalının farklı kişilerce aynı içerikte şikayetlere yer vererek görüntüleme sayısını arttırmaya çalıştığı olmuştur. Ancak mükerrer şikâyetlerin kim veya hangi amaçla siteye yüklendiği tespit edilemediğinden davalının sorumlu olmadığına karar verilmiştir.
Dosyada mahkeme tarafından haklı bulunan tek iddia, davalı şikayet sitesinin üye şirketlerle üye olmayan şirketler arasında farklı uygulamaya gitmesi olmuştur. Davacı tarafından sunulan e-tespit tutanağındaki web sayfasına göre; davalının kurumsal üyelerine şikayetleri haber verme ve şikayetleri kendi sisteminden yönetme imkanı getirirken, üye olmayan firmalara ise bu imkanı vermeyerek önce şikayeti yayımladığı ve sonrasında üye olmayan firma cevap hakkını kullanmak isterse kendi kuralları çerçevesinde cevabı yayımladığı tespit edilmiştir. Mahkeme, şikayetin yayımlanmadan incelenebilmesi imkânı açısından eşit davranılmadığını, üye olanlarla olmayanlar arasında avantaj farkı yaratıldığı belirterek haksız rekabet oluşturduğunun tespitine ve bu eylemin menine karar vermiştir. Karar, Yargıtay’da temyiz yolu açık olmak üzere, kısmen kabul edilmiştir. Temyiz yoluna başvurulması halinde kararın değişiklik gösterip göstermeyeceği merak konusu olarak akıllarda kalmaktadır.
Söz konusu kararda, anahtar kelime kullanımı ve bu yolla elde edilen reklam gelirine ilişkin hukuka aykırılık iddiaları, daha önceki kararlarla benzer şekilde değerlendirilmiş ve bu hususlarda hukuka aykırılık olmadığı tespit edilmiştir. Ancak kararın ayırt edici yönü, şikayet platformunun kurumsal üyelere sağladığı ayrıcalıklı imkânların, üye olmayan firmalarla arasında eşitsizliğe yol açtığı ve bu durumun haksız rekabet oluşturduğu yönündeki değerlendirmedir. Yine de bu tespit, şikayet sitelerinin genel işleyişini sınırlandıracak ya da kullanımını engelleyecek nitelikte bir etki doğurmamaktadır.
Şikayet Hakkı mı, Ticari İtibar mı?
Şikayet hakkı, genel olarak ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilen önemli bir haktır. Ancak şikayetlerin doğruluk ve gerçekliğinin araştırılmasına imkan tanınmadığı halde bu hakkın kullanımı, şirketlerin ticari itibarına zarar verebilmektedir. Özellikle, markaların sürekli ve yoğun biçimde olumsuz yorumlarla anılması, benzer şikayetlerin tekrar tekrar yayımlanması ya da bazı başlıkların arama motorlarında sistematik olarak öne çıkarılması gibi uygulamalar, ifade özgürlüğü ile ticari menfaatler arasındaki sınırların tartışmalı hale gelmesine yol açabilir.
Yargıtay’ın güncel içtihatlarında, şikayet sitelerinde markaların anahtar kelime olarak kullanımı, çoğunlukla tüketicinin hak arama özgürlüğü çerçevesinde meşru kabul edilmektedir. Bu gibi durumlarda marka sahibi şirketlerin haklarını savunabilmek açısından en etkili hukuki argümanın haksız rekabet olduğu söylenebilir. Ayrıca, bu tür ihtilafların değerlendirilmesinde, somut durumun teknik deliller ve verilerle ortaya koyulması büyük önem taşımaktadır. Bu nedenle, bilirkişi incelemesi, e-tespit tutanakları, şikayet siteleriyle yapılan yazışmalar ve reklam algoritmalarına ilişkin ilkelerin (“Google Adwords” reklam prensipleri) tüm detaylarıyla ortaya koyulması davanın dayanaklarının güçlendirilmesi açısından kritik bir önem taşımaktadır.
Değerlendirme
Bu kararlar, şirketlerin dijital ortamda itibarlarını koruma çabasının giderek daha karmaşık bir hal aldığını ortaya koymaktadır. Marka hakkına tecavüz argümanı yer yer “ticari etki” kriterine takılırken, haksız rekabet iddialarının daha geniş bir koruma alanı sunduğu değerlendirilebilir. Bir diğer yandan, yer sağlayıcının, içeriklerin ticari etkisini bildiği veya bilebileceği hâllerde pasif konumda olmadığının değerlendirilmesi ve reklam gelirine dayalı ekonomik modelin hukuki etkilerinin tartışılması gerekmektedir.
Bu bağlamda, şikayet sitelerinin algoritmalar üzerinden ticari kazanç elde ederken hukuki sorumluluklardan muaf tutulması, tek yönlü bir değerlendirmeye sebep olmaktadır. Reklamın doğurduğu ticari etkiye daha geniş bir haksız rekabet değerlendirmesiyle bakılmalıdır. Mahkemelerin bu tür şikayet platformlarının ekonomik modellerini daha yakından inceleyen, ifade özgürlüğü ile ticari menfaatler arasındaki dengeyi gözeten bir değerlendirmeyle yaklaşması beklenmelidir.
13 Haziran Cuma günü Ankara’da gerçekleştirilecek yılın ikinci IPR Gezgini buluşması için son hatırlatmamızı yapıyoruz.
13 Haziran Cuma akşamı saat 19.00 için planlanan buluşmamız, Ankara Barosu’nun Ihlamur Sokak No:1, Sıhhiye adresindeki ABEM binasının restoran katında gerçekleştirilecek.
Buluşmamız bistro düzeninde olacak, çünkü katılımcıların masada oturmak yerine hareket halinde olabileceği ve birbirleriyle daha rahat sohbet edebilecekleri tarzın IPR Gezgini’ne daha uygun olduğunu düşünüyoruz.
Buluşma için bizlere gayet uygun gelen bir fiyat aldık, bunun için ev sahibimize teşekkürlerimizi sunuyoruz. 2 adet alkollü/alkolsüz içecek ve bistrolarda sunulacak 8 çeşit sıcak/soğuk atıştırmalık için katılımcıların kişi başı 650 TL ödemesi gerekecek. Daha fazla içecek veya ayrı yemek isteyen katılımcılar, oluşacak ek ücretleri kendileri ödeyecekler.
Buluşma için sınırlı bir kontenjanımız olacak ve kontenjana başvuru önceliğine göre girilecek. Daha önceki buluşmalarda tecrübe ettiğimiz, katılım bildirimi yapıp buluşmaya gelmeyenleri mümkün olduğunca engelleyebilmek için, katılacağını bildirenlerden katılım ücretini baştan alacağız.
Katılım taleplerini bizlere iletenlere, ödeme için bir hesap numarası ileteceğiz ve ödemenin alınmasının ardından ilgili kişi katılımcı listesine eklenecek. Şunu eklemek isteriz ki; etkinliğin Ankara Barosu’na ait bir tesiste gerçekleştirilmesi, etkinliğe sadece avukatların katılabileceği anlamına gelmiyor, fikri haklar ortak paydasında buluşan farklı kariyerlere sahip IPR Gezgini takipçilerinin etkinliğe katılımı bizi mutlu edecek.
IPR Gezgini’nin bu buluşmaları düzenlemekteki asıl amacı, mesleki ve entelektüel birlikteliğimizi, özgür ve gayriresmî ortamlarda paylaşarak mesleki dostluklarımızı pekiştirmek ve daha üretken, yaratıcı, bürokrasiden ve yapaylıktan uzak, makam – mevki endişesi gözetmeyen, dolayısıyla ifade ve eleştiri özgürlüğünü esas alan yatay ilişki biçimlerinin önünü çalışma alanımızda açmak. Bunu buluşmalarımızda başarabildiğimizi şu an dek katılanların hissettiğinden eminiz.
Katılmak isteyen takipçilerimiz iprgezgini@gmail.com adresine gönderecekleri e-postayla katılım bildirimlerini bize iletebilirler. Talebi almamızın ardından katılımcılarımıza ödeme için hesap numarasını e-postayla ileteceğiz.
Katılım bildirimlerini görmek için sabırsızlanıyoruz!
2002 yılından beri yürürlükte olan, eski adıyla Topluluk Tasarımı, yeni adıyla Avrupa Birliği (AB) Tasarımı sistemi, zamanla değişen ihtiyaçlara karşı yetersiz kalmaya başlamıştı. Dijitalleşmenin etkisiyle ürün biçimleri büyük ölçüde çeşitlenirken, üye devletler arasındaki uygulama farklılıkları da sistemin bütünlüğünü zorluyordu. Bu gelişmeler, AB tasarım sisteminin kapsamlı bir şekilde güncellenmesini zorunlu kıldı.
Bu ihtiyaca yanıt olarak, 2024 yılında 2024/2822 sayılı Tüzük ve 2024/2823 sayılı Direktif kabul edilerek yürürlüğe girdi. Yeni düzenlemelerle hem terminoloji sadeleştirildi hem de başvuru süreçleri dijital çağa uyum sağlayacak şekilde yeniden tasarlandı. Örneğin, grafik kullanıcı arayüzleri, ikonlar veya dijital yüzey desenleri gibi içerikler de daha açık bir şekilde koruma kapsamına alındı.
Bu yazıda, reformla birlikte gelen başlıca değişiklikleri ele alırken, bu dönüşümün hem uygulayıcılar hem de tasarımcılar açısından ne tür sonuçlar doğurduğunu tartışacağız. Belki başka bir yazıda ise bu reformların Türkiye’deki tasarım uygulamalarına nasıl yansıyabileceği ya da ülkemizdeki sistemde ne tür geliştirmeler yapılabileceğini irdeleme fırsatı buluruz.
Reformun mimari yapısı – Güle Güle “Topluluk Tasarımı”, Hoş geldin “Avrupa Birliği Tasarımı”:
2024 reformuyla birlikte AB tasarım hukukunun temel taşları olan iki ayrı metin güncellendi: 2024/2822sayılı Tüzük ve 2024/2823 sayılı Direktif.
Reformun en dikkat çekici yapısal değişikliklerinden biri, artık “Topluluk Tasarımı” (Community Design) ifadesinin kullanılmayacak olması. Bunun yerine daha sade ve kapsayıcı bir terminoloji tercih edilerek “AB Tasarımı” (EU Design) terimi getirildi. Bu değişiklik, sistemin hem daha anlaşılır olmasını hem de AB içinde tasarım korumasına ilişkin ortak bir kimlik oluşturmasını hedefliyor (8). (Yazıda bazı cümlelerin sonunda yer alan parantez içerisindeki sayılar, yazı sonundaki yer verilen kaynakçadaki numaralar esasında yararlanılan kaynakları işaret etmektedir.)
Bunun yanı sıra, başvuru ve tescil süreçlerinde sadeleştirme amacıyla bir dizi teknik düzenleme yapıldı. Örneğin çoklu tasarım başvurularında sınıf bazlı kısıtlama kaldırılarak tek bir başvuru içinde farklı Lokarno sınıflarına ait tasarımların sunulmasının önü açıldı (3). Bu konuyu daha detaylı olarak yazı içerisinde tartışacağım.
Bu yeni yapı, hem kullanıcı dostu bir sistem oluşturmayı hem de üye devletler arasında daha uyumlu ve etkili bir uygulama ortamı yaratmayı amaçlıyor.
Tasarım Tanımındaki Yenilikler – Dinamik ve animasyon tasarımlar, size de merhaba:
2024 reformu, sadece başvuru süreçlerini değil, “tasarım” ve “ürün” kavramlarının tanımını da günümüz ihtiyaçlarına göre yeniden şekillendirdi. Böylece, AB tasarım hukukunun koruma kapsamı hem genişletildi hem de daha net sınırlarla tanımlandı.
Yeni düzenlemeye göre, bir tasarım artık yalnızca ürünün dış görünüşüyle sınırlı değil; hareket, geçiş efektleri veya animasyon gibi dinamik unsurları da içerebiliyor. Bu sayede örneğin, bir kullanıcı arayüzündeki animasyonlu geçişler ya da mobil uygulamalardaki hareketli ikonlar da artık açıkça tasarım korumasına dahil oldu.
Ayrıca “ürün” tanımı da gözle görülür şekilde genişletildi. Artık bir ürün, fiziksel bir nesneyle sınırlı olmak zorunda değil. Dijital içerikler, grafik kullanıcı arayüzleri (GUI), ikonlar, yüzey desenleri, tipografik yazı karakterleri ve hatta dijital ortamlarda var olan soyut biçimler de ürün kapsamına açıkça giriyor (3)(6). Bu değişiklik, özellikle yazılım, oyun, uygulama ve teknoloji tabanlı sektörlerde faaliyet gösteren tasarımcılar için önemli bir koruma alanı sağlıyor.
Her ne kadar Tasarım Direktifi’nin 26(1) maddesi, tasarımların statik, dinamik veya animasyonlu şekilde; çizim, fotoğraf, video, bilgisayar modelleme gibi çeşitli yöntemlerle sunulabileceğini açıkça belirtse de, uygulamadaki sınırlamalar henüz bu esnekliği tam olarak yansıtmıyor. Özellikle başvuru sahipleri açısından, Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi’nin (EUIPO) tasarım temsillerine video ile başvuru imkânı tanıması ya da yalnızca yedi görünümle sınırlı sunumkuralını kaldırması, hem diğer ofislerle uygulama birliği hem de AB marka uygulamalarıyla uyum açısından önemli bir adım olarak görülüyor(3). Ancak yakın zamanda yayımlanan EUIPO Tasarım Kılavuzu taslağında bu yönde bir değişikliğe yer verilmemesi, yakın vadede köklü bir uygulama dönüşümüne dair umutları zayıflatıyor (3). Hatta 3D animasyonlar yoluyla hareket simülasyonu oluşturmak hâlâ yalnızca yardımcı bir sunum yöntemi olarak değerlendiriliyor ve geleneksel, statik görünümlerin yerine geçmediği belirtiliyor (3).
Başvuru ve Tescil Süreçlerinde Yenilikler – Lokarno sınıfına takılmadan devam:
AB Tasarım Reformu’nun en dikkat çekici yönlerinden biri, başvuru ve tescil süreçlerinin kullanıcı dostu hale getirilmesi.
Bahsetmek istediğim ilk önemli değişiklik, çoklu başvuru kriterlerinin esnekleştirilmesi. Eskiden birden fazla tasarımın aynı başvuruda yer alabilmesi için hepsinin aynı Lokarno sınıfına ait olması gerekiyordu. Yeni düzenlemeyle bu sınırlama kaldırıldı; artık farklı ürün kategorilerine ait en fazla 50 tasarım, tek bir başvuruda sunulabiliyor.
Ancak dikkat; 11 ve üzeri tasarım içeren başvurularda, her ek tasarım için ek ücret talep ediliyor. Bu da büyük ölçekli başvurular yapan firmalar için maliyetleri artırabilecek bir unsur (8). Yani sistem bir yandan kolaylaştırılmışken, diğer yandan daha fazla tasarım başvurusu yapanlar için artan bir maliyet yönetimi stratejisi gerektiriyor.
Ücretlendirme sisteminde görebildiğim diğer değişiklikler ise, yeni sistemde başvuru ve tescil ücretleri tek bir kalemde toplanarak daha sade hale getirilmiş durumda. Yenileme ücretleri ise başvuru süresine göre kademeli olarak artırılıyor: Örneğin, ilk beş yıl için 150 Avro olan yenileme ücreti, dördüncü dönem sonunda 700 Avro’ya kadar çıkabiliyor (5). Bu yapı ile uzun süreli tescil taleplerini daha planlı hale getirilmesinin amaçlandığını düşünüyorum.
Yedek parçalar ve Tamir Klozu – Bu konudaki tartışmalar bitmez:
Tasarım reformunun en çok tartışılan konularından biri de tamir klozu (repair clause) oldu. Bu düzenleme aslında tamamen yeni değil; kökeni, 98/71/EC sayılı Direktif’in 14. maddesine ve 6/2002 sayılı Tüzük’ün 110. maddesine kadar uzanıyor. Ancak önceki düzenlemeler, bu hükmün uygulanmasını üye devletlerin takdirine bıraktığı için yıllar boyunca parçalı ve çelişkili bir uygulama alanı oluşmuştu.
Bazı ülkeler (örneğin, Fransa ve İtalya), görünür yedek parçalara tasarım koruması tanırken; Almanya ve İngiltere gibi diğerleri, “must-match” istisnası çerçevesinde bu tür parçaların koruma dışında bırakılmasını benimsedi. Bu durum, özellikle otomotiv sektörü başta olmak üzere birçok sektörde hem tasarım sahiplerini hem de yedek parça üreticilerini çelişkide bıraktı.
Yeni düzenlemeyle birlikte, bu konuya da bir açıklık getirilmiş oldu. 2024/2822 sayılı Tüzük 20a maddesi ve 2024/2823 sayılı Direktif’in 19. maddesi uyarınca, görünürlüğü zorunlu olmayan veya yalnızca onarım amacıyla kullanılan parçalara yönelik koruma açıkça sınırlandırıldı. Bununla birlikte, üreticilerin kullanıcıları bilgilendirme yükümlülüğü getirilerek kötüye kullanımın önüne geçilmesi amaçlandı.
Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın (CJEU) 2017 yılında verdiği kararlar da bu konuda belirleyici oldu. Mahkeme, bir yedek parçanın “tamir klozu”ndan faydalanabilmesi için görsel olarak birebir aynı olması, yalnızca orijinal görünümün geri kazandırılması amacıyla kullanılması ve üreticinin kullanıcıyı açıkça bilgilendirmesi gerektiğini vurguladı.
Bu reformla birlikte, tamir klozunun tüm AB genelinde zorunlu ve tek tip uygulanması sağlandı.
Görünürlük ilkesi – Görünür olan yaşar, görünmeyen … koruma dışında kalır:
2024 reformunun en temel yapıtaşlarından biri olan görünürlük ilkesi, yani “Visibility Clause”, tasarım korumasının çerçevesini çizen yeni referans noktası hâline geldi. Artık bir tasarımın tescil koruması altına alınabilmesi için yalnızca “kullanım sırasında görünür” olması yetmiyor; başvuru sırasında nasıl sunulduğu, yani görsel anlatımı da belirleyici hale geliyor (1).
Bu düzenlemenin özellikle kompleks ürünler için kritik olduğunu düşünüyorum. Örneğin, bir otomobil farı ya da kulaklık iç yüzeyinde yer alan görsel detaylar, doğru şekilde sunulmazsa tescil dışında kalabilir.
Görsel anlatımların, korumanın kapsamını belirleyen ve doğrudan hukuki sonuç doğuran en önemli araç olduğunu asla unutmamamız gerekiyor. Burada konuyu kişisel bir yerden de sahiplenmeden edemem, zira, görsel anlatımların hazırlanması, yüksek lisans tezimde (10) üzerine uzun uzun çalıştığım bir konuydu. Reformun, görünürlük ilkesi kapsamında görsel anlatımlara verdiği bu önemi görmek, beni ayrıca mutlu ediyor.
Hepimizin bildiği üzere, tasarım tescilinin kapsamı, korumak istediğiniz her unsuru açık ve net bir şekilde göstermekle belirleniyor. Artık “birkaç çizim yeter” anlayışının yerini, stratejik ve özenli görsel anlatımlara bırakması gerekiyor. Zira bu durum, her ne kadar başvuru için görsellerin hazırlanmasını daha zahmetli hâle getirse de, tasarım hakkının sınırlarının baştan net bir şekilde çizilmesini sağladığı için hem koruma netliği hem de hukuki öngörülebilirlik açısından büyük bir değer taşıyor.
Yazımı bitirirken, AB Tasarım Reformu çerçevesinde tescilli tasarımlar için belirlenen yeni sembolümüz olan Ⓓ işaretinin hepimize güzellikler getirmesini diliyor; biraz mizahi başlıklarla ele aldığım ve kendimce önemli gördüğüm değişiklikleri anlattığım yazımı keyifle okuduğunuzu umuyorum.
International Trademark Association (INTA). Webinar: EU Design Legislative Reform Overview. 27 Mart 2025, 11:00–12:00 EST, Zoom formatında çevrimiçi etkinlik.
Yalçıner, I. (2012). Visual representation in industrial design registration: A proposed guideline for Turkey based on legal texts and guidelines from eight different jurisdictions and interviews with Turkish Patent Institute examiners [PDF] https://open.metu.edu.tr/handle/11511/22134
Türk fikrî mülkiyet hukukunun aşina olduğu, somut norm denetimi uygulaması, 22.12.2016 tarihli ve 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu (SMK) döneminde de birden fazla kez uygulama alanı bulmuştur. Zincirin şimdilik son halkasını ise okumakta olduğunuz yazıya konu Anayasa Mahkemesi (AYM) Karar’ı oluşturmaktadır.
Ankara 1. Fikrî ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesi tarafından görülmekte olan; tecavüzün tespiti, durdurulması, önlenmesi ile maddi ve manevi tazminata hükmedilmesi istemiyle açılan bir dava sırasında; hak sahibinin uğradığı zararın unsurlarından olan yoksun kalınan kazancın belirlenmesinde, davacının tercihine göre “sınai mülkiyet hakkına tecavüz edenin elde ettiği net kazanç” usulünün uygulanabileceğine ilişkin SMK m.151/2,b hükmünde yer alan “… elde ettiği net kazanç” ibaresinin; 18.10.1982 tarihli ve 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası (Anayasa) m.35 hükmünde düzenlenen mülkiyet hakkı ve m.36 hükmünde düzenlenen hak arama hürriyeti bağlamında Anayasa’ya aykırı olduğu iddiasıyla somut norm denetimi yolu işletilerek, anılan hükmün iptali için AYM’ye itirazda bulunulmuştur.
AYM; 06.05.2025 tarihli ve 32892 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan 11.02.2025 tarihli ve E.2024/176, K.2025/42 sayılı kararı[1] (Karar) ile iptali talep edilen hükmün, mülkiyet hakkına, Anayasa m.13 hükmü kapsamında ölçülü bir sınırlama getirdiğini ve bu bağlamda hükmün Anayasa’ya uygun olduğunu belirterek, itirazın reddine oybirliğiyle karar vermiştir.
SMK’nin hazırlık sürecinde çokça tartışılan itiraza konu hükümle, yoksun kalınan kazancın hesaplanmasında kullanılan ilgili ölçütte değişikliğe gidilmiş ve kanaatimizce yoruma yer bırakmayacak kadar açık bir düzenleme yapılmıştır. Ne var ki SMK yürürlüğe girdikten sonra da önceki dönemde gerçekleştirilen hesaplama yönteminin uygulanmasına devam edilmiştir. Bu bağlamda değişikliğin uygulamaya yansıyan bir etkisi olmamıştır.
İlk Derece Mahkemesince yapılan somut norm denetimi başvurusunda özetle; itiraz konusu kuralla sınai mülkiyet hakkına tecavüz hâlinde hakka tecavüz edenin elde ettiği net kazancın yoksun kalınan kazancın hesaplanmasında esas alınabilmesine imkân tanındığı, bu durumun kişinin dürüstlük kurallarına uygun ticari faaliyetleri sonucunda elde ettiği kazancının da tazminata dâhil edilmesi sonucunu doğurduğu, eylemin farklı kişilere karşı gerçekleştirilmesi hâlinde elde edilen kazancın hangi hak sahibine ödeneceğinin belirsiz olduğu, tazminatın zarar görenin sebepsiz zenginleşmesine neden olmaması gerektiği, bu durumun mülkiyet hakkına ölçüsüz bir müdahale oluşturduğu belirtilmiştir.
AYM Karar’ın gerekçesinde; kanun koyucunun, mülkiyet hakkının ihlali hâlinde menfaatler dengesini gözeterek tazminat yaptırımını düzenleyebileceğini belirttikten sonra; SMK m.151/3 hükmünde yoksun kalınan kazancın belirlenmesinde göz önünde tutulacak etkenlerin örnekleme yoluyla sayıldığını ve zararı tespit edecek mahkemenin bu tespiti hangi ölçütlere göre yapabileceğinin belirlendiğini, yoksun kalınan kazanç miktarını tespit edecek olan mahkemenin SMK m.151/2 hükmüne göre bir belirleme yaptıktan sonra sınai mülkiyet hakkının ekonomik önemi veya tecavüz sırasında sınai mülkiyet hakkına ilişkin lisansların sayısı, süresi ve çeşidi, ihlalin nitelik ve boyutu, sınai mülkiyetin konusu marka ise markanın tanınmışlığı ve kullanılan markalar arasındaki benzerlik gibi hususları da dikkate alarak sınai mülkiyet hakkına tecavüz edenin hakka tecavüz eylemi ile neden olduğu yoksun kalınan kazanç miktarını saptayacağını, dolayısıyla mahkemenin, hakka tecavüz edenin elde ettiği net kazancı tespit ettikten sonra bu ölçütler ile tazminat hukukunun genel ilkelerini dikkate alarak yoksun kalınan kazancı belirleyeceğine işaret ederek, iptali talep edilen hükmün hakka tecavüz eden aleyhine aşırı bir külfete yol açmadığı ve taraflar arasındaki menfaat dengesinin bozulmasına neden olmadığı sonucuna ulaşmıştır.
AYM, özetle; SMK m.151/2 hükmündeki hesaplama yöntemlerinin, SMK m.151/3 hükmünde bağımsız olarak değerlendirilemeyeceğini bu nedenle iptali talep edilen hükmün Anayasa’ya uygun olduğunu değerlendirmiştir. İtirazın reddine ilişkin Karar, söz konusu tespitle yoksun kalınan kazancın hesaplama yöntemlerinin nasıl uygulanması gerektiği bakımından yol göstermektedir. Kanaatimizce bu değerlendirme, kanun koyucu tarafından tereddütte yer vermeyecek şekilde düzenlenen SMK m.151/2,b hükmüne aykırı olmakla birlikte, itirazın reddi sonrası devam edeceği düşünülen mevcut uygulamanın gerekçelendirilmesinde kullanılabilecek niteliktedir.
Anayasa m.152/4 hükmüne göre; AYM’nin, işin esasına girerek verdiği ret kararının Resmî Gazete’de yayımlanmasından sonra on yıl geçmedikçe aynı kanun hükmünün Anayasa’ya aykırılığı iddiasıyla tekrar başvuruda bulunulması mümkün değildir. Bu hüküm kapsamında somut norm denetimi, iptali talep edilen normun varlığının devamı için hem büyük bir risk oluşturma hem de üst düzey bir koruma sağlama potansiyelini de bünyesinde barındırmaktadır. SMK m.151/2,b hükmünde yer alan “… elde ettiği net kazanç” ibaresi, iptal edilmemesinin yanında, hakkında on yıl boyunca iptal talebinde bulunulamayacak olması gibi bir hukuki zırh elde etmiştir. Yoksun kalınan kazancın karara konu hesaplanma yöntemi, yasa koyucu tarafından değişiklik yapılması ihtimali saklı kalmak üzere, en azından 06.05.2035 tarihine kadar Türk fikrî mülkiyet hukukunda varlığını sürdürecektir.
Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Ticaret Temsilcisi Ofisi (US Trade Representative), 2025 yılı “Özel 301 Raporu”nu (Special 301 Report) 29 Nisan 2025 tarihinde yayımladı. Özel 301 Raporu, ABD’nin dünyadaki ticaret ortaklarında fikri hakların korunması ve uygulanması durumunu yıllık olarak gözden geçiren, koruma ve uygulama alanında sorunlu ülkeleri izleme listelerine alan, fikri haklar alanındaki diğer önemli konuları ABD perspektifinden değerlendiren ve her yıl yayımlanan bir çalışmadır. Rapor, ABD’li fikri hak sahipleri için yeterli ve etkin koruma sağlamayan yabancı ülkeler, bunlara ait fikri haklar mevzuatı, politikaları ve uygulamaları hakkında verileri toplu ve sistematik biçimde sunarak, ABD hükümet politikalarında kullanım amacına hizmet etmektedir. 2025 yılı Özel 301 Raporu’na ilaveten, önceki yıllara ait raporların bu bağlantıdan görülmesi mümkündür.
Türkiye, Özel 301 Raporu’nda uzun yıllardır ABD’nin izleme listesindedir ve 2025 yılı raporunda Türkiye bölümü 83. sayfada yer almaktadır. Bununla birlikte bu yazı, raporun Türkiye bölümünün aktarılması/değerlendirilmesi amaçlı olmadığından, bu husustaki değerlendirmeler ayrı bir yazıya bırakılmıştır.
Bu yazının odağını, raporda ayrı bir bölümde düzenlenen ABD’nin Avrupa Birliği’nin (AB) Coğrafi İşaret koruması strateji ve politikalarına yönelik eleştirisi oluşturmaktadır. Fikri haklar alanında, ABD’nin başını çektiği yeni dünya ülkelerinin (Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda vd.), coğrafi işaret korumasını ön plana çıkartan ve öncelikli politikalardan birisi olarak belirleyen eski dünya ülkelerine (Fransa, İtalya başta AB üye ülkelerinin çoğunluğu, Asya-Afrika ülkelerinin çoğunluğu, Türkiye de bu ülkeler arasında sayılabilir) karşı mücadelesi uzun yıllardır bilinen bir durumdur. Her ne kadar 2025 yılı raporu, coğrafi işaretler konusunda 2016 yılından bu yana çıkan raporlarla çok benzer ifadeleri içerse de, bir diğer deyişle ABD politikaları açısından malumun tekrarı olsa da, bu yazının odağını 2025 yılı Özel 301 Raporu’nun coğrafi işaretler bölümü oluşturacaktır.
2025 yılı Özel 301 Raporu’nun Coğrafi İşaretler başlıklı bölümü, raporun 27-29. sayfalarında yer almaktadır.
Bölümün başlangıcında, ABD’nin konuya verdiği özel önem gerekçelendirilmektedir. Buna göre; AB, AB üyesi ülkeler ve konu hakkında benzer yaklaşımları benimseyen diğer ülkelerin coğrafi işaretlere ilişkin politikaları, ABD’nin dış pazarlara erişimini veya pazar payını artırmasını engelleme potansiyeline sahiptir. Bu durum özellikle, ABD menşeili girişimcilerin sahibi olduğu markaların korunması ve bu markaların dış pazarlara girişinin engellenmesi noktalarında ABD açısından endişe verici boyutlardadır. Tescil tarihi, ilgili coğrafi işaretin korunmasından önceki tarihlere dayanan ve sadece ABD’de değil, AB üyesi ülkeler dahil, dünyanın birçok ülkesinde korunan ABD menşeili bazı markalar, AB’nin coğrafi işaret tescili sistemi ve politikaları nedeniyle koruma güçlerini kaybetmektedir. Özellikle, tescil tarihi itibarıyla, sonradan koruma altına coğrafi işarete kıyasla öncelik hakkına sahip olan ABD markalarının varlığı durumunda, eğer önceki tarihli markayla sonraki tarihli coğrafi işaret arasında karıştırılma olasılığı ortaya çıkacaksa, bu tip coğrafi işaretlerin korunmasına/tesciline imkan sağlanması suretiyle hem tüketicilerin yanıltılmasına neden olunacaktır hem de markalara sağlanan korumanın temellerini zayıflatılacaktır.
Raporda ABD’nin kaygılarını dile getirdiği ikinci husus ise; AB’nin coğrafi işaret tescil sistemi ve stratejisinin, ABD ve dünyadaki birçok ülkede ürün ismi olarak kabul edilen terimlere coğrafi işaret koruması sağlamasıdır. Bu yolla, AB pazarında sadece sınırlı sayıda AB menşeili üretici bu tip isimleri kullanabilmekte ve bununla da kalmayarak sadece “coğrafi işareti anımsattığı” gerekçesiyle, birçok terimin pazarda kullanılmasını engellenmektedir.
Raporda, AB’nin ikircikli politikasına örnek mahiyetinde, Yunanistan adına coğrafi işaret olarak tescilli “feta” ismi verilmiştir. AB üyesi olan Danimarka ve Fransa’da “feta” peyniri üretilmekte ve “feta” teriminin ürün isim olarak kullanılması suretiyle bu ürünler AB dışına ihraç edilmektedir.
Raporda yer verilen diğer örnekler ise “danbo” ve “havarti” peynirleridir. AB, bu iki peynir ismine de, sırasıyla 2017 ve 2019 yıllarında coğrafi işaret koruması sağlamış durumdadır. Buna karşın rapora göre, bu iki isim de Codex Alimentarius çerçevesindeki uluslararası standarda göre daha önceden (havarti için 2007 yılında) uluslararası standarda bağlanmıştır ve o tarihten bu yana aynı isimle dünyanın birçok ülkesinde bu peynirler üretilmekte ve pazarlanmaktadır. Hal böyleyken, AB’nin bu isimleri coğrafi işaret olarak tescil ederek Codex standartlarını hiçe sayması, Dünya Ticaret Örgütü üyesi bazı ülkeler tarafından sorgulanmaktadır. ABD dahil bazı ülkeler, bu peynir türlerinin AB’de coğrafi işaret olarak tescil edilmesine karşı AB nezdinde itiraz etmişler ve DTÖ nezdinde girişimlerde bulunmuşlardır, fakat AB itirazlara karşın bu isimlere coğrafi işaret koruması sağlamış ve ilgili taraflara tatmin edici açıklamalarda bulunmamıştır.
AB’nin konu hakkındaki stratejisi, coğrafi işaret tescil sistemleriyle de sınırlı değildir, stratejinin bir diğer boyutunu AB üyesi olmayan ülkelerle yapılan ticaret anlaşması müzakereleri oluşturmaktadır. Bu müzakerelerde AB tarafı, karşısındaki devleti “fontina, gorgonzola, parmesan, asiago, feta” gibi belirli ürün isimlerinin, AB’nin bazı bölgelerinde üretilenler hariç olmak üzere, ürünler üzerinde kullanılmasını engellemesi konusunda sıkıştırmaktadır. Burada kritik olan husus, bu terimlerin dünya genelinde birçok ülkede üretilen ürünlerin genel adı olmasıdır. Dolayısıyla, ABD’li üreticiler, aslında ürün ismi olan bu terimleri sadece AB üyesi ülkelerde değil, AB ile ticaret anlaşması imzalayan diğer ülkelerde de kullanma hakkını kaybedebilmektedir. Böyle durumlarda, ürünler üzerinde ürün tipini tarif eden terimler kullanılamamakta veya bir ihtimal “fontina benzeri”, “gorgonzola stili”, “asiago türü” gibi ifadelerin kullanılması halindeyse, gereksiz masrafların çıkmasının yanısıra tüketici tercihi azalmakta ve AB dışı ürünlere yönelik talep düşmektedir.
AB’nin coğrafi işaret koruması sistemi ve stratejisi, ABD’nin AB ile gıda ve tarım ürünleri ticaretinde verdiği ciddi dış açığı etkileyen unsurlardan birisidir. Peynir ürünü örnek olarak seçildiğinde, ABD’ye ihraç edilen AB menşeili çoğu peynirin coğrafi işaretle korunduğu görülmektedir ve AB 2024 yılında ABD’ye 1,4 milyar Amerikan dolarından fazla tutara karşılık gelen peynir ihraç etmiştir. Buna karşın ABD’nin AB’ye peynir ithali geçtiğimiz yıl sadece 6,3 milyon Amerikan dolarına karşılık gelmektedir. Bu durum, AB coğrafi işaretlerinin, marka tescili yoluyla da olsa (sertifika markaları kastediliyor olsa gerek) ABD’de etkili biçimde korunduğunu göstermektedir. Dış ticaret açığının gösterdiği üzere, ABD’li üreticilerin AB piyasasına aynı düzeyde girişi ise mümkün olmamaktadır.
AB coğrafi işaret koruma sisteminin bu tip endişe verici yönlerine rağmen, AB tehlikeli sistemini kendi bölgesinde ve dünyanın diğer bölgelerinde genişletme eğilimindedir. AB kendi sınırları dahilinde, coğrafi işaret korumasını tarım dışı ürünlere de yaymıştır. Buna ilaveten, coğrafi işaret başvurusu incelemesi sürecinin çoğunluğunun ilgilenen AB üyesi devletlere devri ve tescil sürecindeki itiraz sürelerinin dikkat çekici düzeyde düşürülmesi gibi değişiklikler konusunda da ABD tarafı endişe duymaktadır. Son olarak, yukarıda da bahsedilen AB dışı ülkelerle yürütülen ticaret müzakerelerinde AB’nin takip ettiği yol ve müzakerelerin olumlu sonuçlanması halinde, tarafların coğrafi işaret listelerinin otomatik biçimde koruma elde etmesi hususları şeffaflıktan yoksundur.
ABD açısından önemli bir diğer husus da, AB’nin coğrafi işaret politikalarını Dünya Fikri Mülkiyet Teşkilatı (WIPO) nezdinde de etkin biçimde sürdürmeye çalışmasıdır. AB’nin etkin çabalarıyla kabul edilen ve kabul süreci WIPO’nun uzun yıllardır devam eden uzlaşı temelli karar alma süreçlerinin tersine işleyen Lizbon Anlaşması Cenevre Metni’ne AB 2020 yılında taraf olmuştur.
Özel 301 Raporu’nun Coğrafi İşaretler bölümünün son kısmını AB’nin agresif coğrafi işaret politikalarına karşı ABD’nin takip edeceği yol ve hedefler oluşturmaktadır. Buna göre; AB’nin coğrafi işaret politikalarını agresif biçimde sürdürmesine karşılık olarak ABD, ürünlerin genel ismini taşıyan veya piyasaya daha önceki tarihli marka tescilleriyle sürülen ABD menşeili ürünlerin üreticilerinin yabancı piyasaya girişlerini desteklemek ve korumak için yoğun girişimlerini sürdürmeye devam edecektir. Bu amaca ulaşmak için ikili ticaret anlaşmalarının yanısıra, Asya- Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC), WIPO ve DTÖ gibi uluslararası forumlar kullanılacaktır. Buna ilaveten, AB’nin yürürlükte olan veya müzakereleri devam eden ticaret anlaşmalarındaki (Arjantin, Avustralya, Brezilya, Kanada, Şili, Çin, Ekvador, Endonezya, Japonya, Kenya, Kore, Malezya, Meksika, Moldova, Yeni Zelanda, Paraguay, Filipinler, Singapur, Tayvan, Tayland, Uruguay, Vietnam’la olanlar ve diğerleri) coğrafi işaret hükümlerine yönelik olarak ABD’nin endişeleri taraflara bildirilecektir. ABD’nin bu alandaki amaçları aşağıdakileri içermektedir:
Coğrafi işaret korumasının sağlanmasının önceki hakları ihlal etmemesini sağlamak (Örneğin, bir ABD firmasının bir yer ismini ihtiva eden tescilli bir markanın sahibi olduğu durum).
Coğrafi işaret korumasının, ilgili tarafların genel isimleri (örneğin feta, parmesan) kullanma hakkına son vermemesini sağlamak.
Tescili talep edilen veya koruma altına alınmış coğrafi işaretler hakkında ilgili kişilerin bilgi sahibi olmasını, bunların tesciline karşı itiraz etme veya tescil edilmişlerse iptalini talep etme haklarının bulunmasını sağlamak.
Birden çok terimden oluşan bir coğrafi işaret tescil edilirken yapılan bildirimin (duyurunun), coğrafi işaretin genel addan oluşan kısımlarını belirtmesini sağlamak.
Şaraplar ve sert içkiler için sağlanan coğrafi işaret korumasının diğer ürünlere yayılmasına karşı çıkmak.
2025 yılı Özel 301 Raporu, coğrafi işaretler başlığında bazı güncellemeler dışında, 2016 yılından bu yana hazırlanmış önceki raporlarla neredeyse aynı ifadeleri ve politikaları içermektedir. Bununla birlikte, coğrafi işaret bölümünün diğer bölümlerden farkı, AB’nin hedef tahtasının tam ortasına oturulması, coğrafi işaretler alanındaki AB politikalarının ABD açısından yol açtığı sorunların açık biçimde dile getirilmesi ve AB politikalarına karşı uluslararası boyutta da sürdürülecek ABD politikalarının ve hedeflerinin ilan edilmesidir.
Raporlar ilgili bölüm bakımından yıllardır neredeyse aynı olsa da, dönemsel olarak karşımıza çıkan önemli bir fark bulunmaktadır: ABD’de 2. Trump dönemi başlamıştır ve dönemin ayırt edici noktalarından birisi Trump’ın Çin ve AB karşıtı sert ticaret politikalarıdır. Trump’ın ABD ticari menfaatlerini birincil öncelik olarak işaret eden söylemleri, coğrafi işaretler alanında AB’ye karşı daha agresif politikaların belirlenmesini yanında getirecek mi sorusunun yanıtını vermek için şu an erken olsa da, raporda yazanların aksiyona dökülmüş hali, sorunun yanıtını belki de fazla gecikmeden görmemizi sağlayacak.
Türkiye bakımından ise, bu aşamada söylenecek fazla bir şey yok gibi gözükmektedir. Türkiye, coğrafi işaretler konusunda söylem düzeyinde AB’ye yakın gözükse de, ülkemizdeki coğrafi işaret politikasının bilinen kısmı, sadece başvuru–tescil sayısının artırılmasına yönelik çalışmalardan oluşmaktadır. Dolayısıyla, Türkiye’nin olası uluslararası tartışmalarda alacağı pozisyonu da gelecek günler gösterecektir.
Bu yazı, yazarın 26 Nisan 2019 tarihinde yayımlanmış aynı başlığa sahip yazısının güncelleştirilmiş halidir.
Yarın 26 Nisan Dünya Fikri Mülkiyet Günü ve gün dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de çeşitli etkinliklerle kutlanıyor.
Bu yazıda camiamız için özel bir gün olan Dünya Fikri Mülkiyet Günü’nün tarihçesinden ve neden 26 Nisan’da kutlandığından bahsedeceğiz.
1999 yılının Ağustos ayında Dünya Fikri Mülkiyet Teşkilatı (WIPO)’nın yıllık genel kurulu öncesinde, Çin Halk Cumhuriyeti Fikri Mülkiyet Ofisi, WIPO Genel Müdürüne aşağıdaki yazılı teklifi gönderir.
Öneride; 21. yüzyılda fikri mülkiyetin sosyal ve ekonomik kalkınmayı destekleyen en önemli faktörlerden birisi olacağı, fikri hakların gerek gelişmiş gerekse de gelişmekte olan ülkeler bakımından önemi gibi hususlardan bahsedilerek ve fikri haklar konusunda toplumun farkındalığının yükseltilmesi gerekliliğinin altı çizilerek, 26 Nisan gününün WIPO tarafından “Dünya Fikri Mülkiyet Günü” olarak kabul edilmesi ve her yıl anılan tarihte kutlanması önerilmektedir.
26 Nisan gününün seçilmesinin nedeni, WIPO’nun resmi anlamda kuruluşunu simgeleyen Dünya Fikri Mülkiyet Örgütünü Kuran Sözleşme’nin 26 Nisan 1970 tarihinde yürürlüğe girmesidir.
Çin Halk Cumhuriyeti’nin önerisi 1999 yılı WIPO Genel Kurulunun gündemine alınır ve teklif kabul edilir.
2000 yılından itibaren de 26 Nisan günü tüm dünyada Dünya Fikri Mülkiyet Günü olarak kutlanmaya başlanır.
Dünya Fikri Mülkiyet Günü 2001 yılından itibaren her yıl farklı bir temayla kutlanmaktadır. Bu temaları listeleyelim (https://www.wipo.int/web/ipday/archives):
2001 – Geleceği Bugün Yaratmak (Creating the Future Today)
2012 – Vizyon Sahibi Mucitler (Visionary Innovators)
2013 – Yaratıcılık – Yeni Nesil (Creativity – The Next Generation)
2014 – Sinema Filmleri Bir Küresel Tutku (Movies – a Global Passion)
2015 – Yerinden Kalk, Ayağa Kalk. Müzik İçin (Get Up, Stand Up. For Music.)
2016 – Dijital Yaratıcılık: Kültürü Yeniden Hayal Etmek (Digital Creativity: Culture Reimagined.)
2017 – İnovasyon – Yaşamı Geliştirmek (Innovation – Improving Lives)
2018 – Değişimi Güçlendirmek: İnovasyon ve Yaratıcılıkta Kadınlar (Powering Change: Women in Innovation and Creativity)
2019 – Altına Uzanmak: Fikri Haklar ve Spor (Reach for Gold: IP and Sports)
2020 – Yeşil Bir Gelecek İçin Yenilik Yap (Innovate for a Green Future)
2021 – Fikri Haklar ve KOBİ’ler: Fikirlerinizi Pazara Taşımak (IP & SMEs: Taking your ideas to market)
2022 – Fikri Haklar ve Gençlik: Daha İyi Bir Gelecek İçin İnovasyon (IP and Youth: Innovating for a Better Future)
2023 – Kadınlar ve Fikri Haklar: İnovasyon ve Yaratıcılığı Hızlandırmak (Women and IP: Accelerating innovation and creativity)
2024 – Fikri Haklar ve Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri: Ortak Geleceğimizi İnovasyon ve Yaratıcılıkla İnşa Etmek (IP and the SDGs: Building our common future with innovation and creativity)
2025 – Fikri Haklar ve Müzik: Fikri Hakların Temposunu Hissedin (IP and Music: Feel the Beat of IP)
WIPO internet sayfasında Dünya Fikri Mülkiyet Günü için özel bir sayfa yer almaktadır:
Dünya Fikri Mülkiyet Gününün kısa tarihçesini aktardığımız yazının, 26 Nisan simgesel tarihinin neden seçildiği ve günün ana teması hakkında okuyucularımıza fikir verdiğini umuyoruz.
Dünya Fikri Mülkiyet Günümüz kutlu olsun!
Not: WIPO veya Türkiye’deki resmi kurumlar “Patent Haftası” isminde bir hafta ilan etmemiştir. Türkiye’de sosyal medyada görmeye başladığımız “Patent Haftası” isimlendirmesi ve kullanımı tamamen bireyseldir ve resmi veya uluslararası bir karşılığı 2025 yılı itibarıyla yoktur.
Tescilli markaların idari yolla iptali uygulaması hakkında uzun süredir sabırsızlıkla beklenen Yönetmelik değişiklikleri 15 Mart 2025 tarihinde yürürlüğe girdi. Yönetmelik’le getirilen bazı düzenlemeler, kamuoyuna ilan edilen ve görüşe açılan taslak yönetmelikten önemli farklılıklar içerdiğinden uygulamanın nasıl gerçekleşeceğine ilişkin merak daha da artmıştır. Özellikle, emanet hesabına ödenecek ücret uygulaması yurtdışında da bilinen örneğinin olmaması nedeniyle şaşkınlıkla karşılanmıştır.
Bu yazının konusu olan bir diğer önemli değişiklik, başlangıç itibarıyla gölgede kalmış olsa da, uygulamanın esasını etkileyeceğinden derinlemesine tartışılmayı hak etmektedir. Konuyu kendi algıladığım haliyle yazarak, düzenlemeyi gündeme ilk getirenlerden birisi olmak istedim.
15 Mart 2025 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Yönetmelik değişikliklerinden birisi İptal Talebi başlıklı 30/A maddesinin onuncu fıkrasıdır:
“(10) Kanunun 26 ncı maddesinin birinci fıkrasının (a) bendi kapsamında sunulan iptal taleplerinde markanın talep tarihinde Türkiye’de en az beş yıldır tescilli olması şartıyla, marka sahibinden, markasını iptal talebine konu mal veya hizmetler bakımından Türkiye’de ciddi biçimde kullanmakta olduğuna ya da kullanmamaya dair haklı sebepleri olduğuna ilişkin delil sunması talep edilir. İptal talebinde bulunulacağı düşünülerek kullanım gerçekleşmişse talebin Kuruma sunulmasından önceki üç ay içinde gerçekleşen kullanım dikkate alınmaz. Marka sahibi tarafından süresi içinde delil sunulmaması veya iptali istenen mal veya hizmetlerde markanın ciddi biçimde kullanıldığını gösterir nitelikte bulunmaması halinde Kurum iptal talebini kabul eder. Benzer mal veya hizmetler yönünden iptal kararı verilemez.”
Koyu karakterlerle yazarak dikkati üzerine toplamaya çalıştığım “Benzer mal veya hizmetler yönünden iptal kararı verilemez.” ifadesi görüşe açılan Yönetmelik taslağında yer almayan, karşımıza ilk kez yürürlüğe giren Yönetmelik’te çıkan bir cümledir. İptal taleplerinin değerlendirilmesinde esasa dair incelemeyi de etkileyecek içerikteki bu ifadeyle kastedilenin ne olduğu uygulayıcılar arasında tartışılmakta ve Türk Patent ve Marka Kurumunun (Kurum) bu hükmü ne şekilde değerlendirip uygulayacağı merakla beklenmektedir.
“Benzer mal veya hizmetler yönünden iptal kararı verilemez.” ifadesi hakkında söylenecek ilk söz, belirtilen ifadenin farklı biçimlerde algılanmaya açık olduğudur. (ki yazı içerisinde de olası anlamlardan ikisi üzerinden değerlendirme yapılacaktır.)
Alan profesyonelleri açısından, “Benzer mal veya hizmetler yönünden iptal kararı verilemez.” ifadesinin ne anlama geldiği hususunda belirsizlik söz konusudur. Yapılan tartışmalar, ifadenin olası iki anlamının veya amacının bulunabileceği üzerine yoğunlaşmıştır. Olası iki anlam/amaçtan birisi (i) Malumun açıkça ilan edilmesi, diğeri ise (ii) İncelemenin esasına dair yeni bir düzenleme getirilmesidir.
1- Malumun Açıkça Bir Daha İlan Edilmiş Olduğu Yönündeki Yorum
Birinci yoruma göre, bir iptal başvurusu mevcuttur ve bu talebin konusu markanın kapsadığı malların veya hizmetlerin sadece bir bölümüne yönelik kısmi bir iptal talebidir. Marka sahibi, markasının kısmi iptal talebine konu mal veya hizmetler bakımından ciddi kullanımını ispatlayamamış durumdadır. Bu tip bir durumda, kısmi iptal talebine konu mal veya hizmetlerle benzer olsalar da kısmi iptal talebinin kapsamında yer almayan mal veya hizmetler bakımından iptal talebi verilemeyecektir.
Bir örnekle açıklamak gerekirse, tescilli markanın kapsamında “spor formaları” ve “futbol ayakkabıları” malları yer almaktadır. İptal talebi yalnızca “spor formaları” mallarına yöneliktir ve marka sahibi bu mallar bakımından markasının ciddi kullanımını ispatlayamamıştır. Durum böyleyken, “spor formaları” ile “futbol ayakkabıları” malları birbirlerine benzer olsa da, kısmi iptal talebinin kapsamında yer almayan “futbol ayakkabıları” malları bakımından iptal kararı verilemeyecektir. Yönetmelik ile getirilen “Benzer mal veya hizmetler yönünden iptal kararı verilemez.” ifadesi de bu durumu net biçimde ortaya koyma amacına yöneliktir.
Eğer, “Benzer mal veya hizmetler yönünden iptal kararı verilemez.” ifadesinin Yönetmelik’e eklenmesi ile amaçlanan durum bu ise, malumun ilanından başka bir sonuç çıkarılması mümkün değildir ve eklenen ifade açıklayıcı olmaktan ziyade kafa karıştırıcıdır.
Durum böyleyse, bu amacı daha net biçimde ortaya koyacak aşağıdakine benzer bir ifadenin Yönetmelik’e ayrı bir fıkra olarak eklenmesi daha yerinde olacaktır:
“(Fıkra no) İptal talebinin konusu olmayan mallar ve/veya hizmetler bakımından iptal kararı verilemez.”
2- İncelemenin Esasına Dair Yeni Bir Değişiklik Getirildiği Yönündeki Yorum
Bu madde altında açıklamalara geçmeden önce okurlarımızın dikkatini ilk olarak, Türkiye’de mal ve hizmetlerin benzerliği incelemesinde yıllardır esas alınan kategorilere çekmek istiyoruz: (i) Mal ve/veya hizmetler aynı olabilir, (ii) Mal ve/veya hizmetler aynı tür olabilir, (iii) Mal ve/veya hizmetler benzer olabilir, (iv) Mal ve/veya hizmetler benzemez olabilir.
Aşağıdaki açıklamalar, inceleme konusu markaların aynı olduğu varsayımı çerçevesinde okunmalıdır:
Mal ve/veya hizmetlerin benzer olmadığı (iv) numaralı durumda, SMK 5/1-(ç) bendi veya 6/1 maddeleri uyarınca sonraki tarihli marka başvurusu hakkında ret kararı verilmesi mümkün değildir. (Tanınmışlık gerekçesi (6/5 fıkrası) ve diğer bazı nispi ret gerekçeleri bu durumun dışındadır, ancak belirtilen hallerin yazının bağlamıyla ilintisi bulunmamaktadır.)
Mal ve/veya hizmetlerin aynı veya aynı tür olduğu (i) ve (ii) numaralı durumlarda, sonraki tarihli marka başvurusu kural olarak resen SMK 5/1-(ç) bendi kapsamında reddedilecektir. Başvuru hatayla ilan edilmişse de yayıma itiraz üzerine aynı bent veya 6/1 fıkrası kapsamında reddedilebilir.
Mal ve/veya hizmetlerin benzer olduğu (iii) numaralı durum SMK 5/1-(ç) bendi kapsamında resen incelemenin konusu değildir. SMK 6/1 fıkrası kapsamında yayıma itiraz edilmesi halinde sonraki tarihli başvuru reddedilecektir.
Bu açıklamalara ilaveten:
Mal ve hizmetlerin aynı olması hali açıktır ve ek bir açıklama gerektirmemektedir.
Aynı tür mal ve hizmetin belirlenmesinde Kurum tarafından yayımlanan Mal ve Hizmet Tebliğinde sınıfların altında yer alan gruplar esas alınmaktadır ve kural olarak aynı sınıfın aynı alt grubu kapsamına giren mal ve hizmetlerin birbirleriyle aynı tür olduğu kabul edilmektedir. İstisna durumlar hariç olmak üzere, temel kural aynı sınıfın farklı gruplarında yer alan mal veya hizmetlerin birbirleriyle aynı tür olmadığıdır.
Benzer mal ve hizmetlerin tespiti hakkında temel ilkeler mevcuttur, ancak Kurum Kılavuzunda yapılan bazı örneklendirmeler dışında kural koyucu listeler mevcut değildir. Farklı sınıflarda veya aynı sınıfın farklı alt gruplarında yer alan malların ve/veya hizmetlerin benzer bulunması da mümkündür.
Tüm bu genel bilgiler ışığında, yazımızın konusunu oluşturan “Benzer mal veya hizmetler yönünden iptal kararı verilemez.” ifadesinin olası ikinci yorumuna dönüyoruz.
Olası ikinci yoruma göre, tartışma konusu ifade ile söylenmek istenen; iptal talebinin konusu bir mal veya hizmet bakımından ciddi kullanımın varlığının ispatlandığı bir durumda, kullanımı ispatlanmış mal veya hizmetle benzer olan diğer mal veya hizmetler bakımından da iptal kararı verilemeyeceğidir.
Bir örnekle açıklamamız gerekirse; tescil tarihinin üzerinden beş yıldan uzun süre geçmiş bir markanın kapsamında; “Sınıf 29: Reçeller. Sınıf 30: Bal.” malları bulunmaktadır. İptal talebi üzerine gerçekleştirilen incelemede Kurum, marka sahibince sunulan delillerle “Sınıf 30: Bal” malları bakımından ciddi kullanımın ispatladığını tespit eder, buna karşın “Sınıf 29: Reçeller” malları bakımından marka sahibi ciddi kullanımını ispatlayamaz. Kurum inceleme sonucunda; farklı sınıflarda yer alsalar da, marka inceleme kılavuzunda “reçeller” ve “bal” mallarının benzer mallar olarak değerlendirilmesi ve “Benzer mal veya hizmetler yönünden iptal kararı verilemez.” hükmü çerçevesinde, “bal” malının ciddi kullanımının ispatlanması nedeniyle, ciddi kullanımı bulunmayan “reçeller” malı bakımından da tescilli markayı iptal etmez.
Bir önceki paragrafta verilen örnek farklı sınıflardaki benzer mallara ilişkindir, birçok durumda aynı sınıfın farklı alt gruplarında bulunmaları bağlamında aynı tür olmayan, ancak birbirlerine benzer çok sayıda mal ya da hizmet de bu durumun örneklerini teşkil edebilecektir.
Eğer, “Benzer mal veya hizmetler yönünden iptal kararı verilemez.” ifadesinin Yönetmelik’e eklenmesi ile amaçlanan bu madde kapsamında açıklamaya çalıştığımız durum ise, iptal incelemesinde aynı sınıfın farklı alt gruplarındaki veya farklı sınıflardaki mallar ve/veya hizmetler arasındaki benzerliğin iptal taleplerinde de inceleneceği sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu durum, mal ve hizmet benzerliği incelemesinin bir versiyonunun idari iptal incelemesinde yapılacağı anlamına gelmektedir ki, bu beklenmedik ve tartışmaya açık bir yaklaşımdır.
Çok muhtemelen aynı grubun içerisindeki farklı mallar bakımından kullanılacak yaklaşımı gösterebilmek için kullanılmış tartışma konusu ifade, Kanun ve uygulamanın yerleşik dilinin terk edilmesi (aynı – aynı tür – benzer mal/hizmet terimleri arasındaki ayrımın göz ardı edilmesi) gibi nedenlerle, yanlış bir yola sapılması olasılığını da barındırmaktadır. Gene bir örnekle açıklayacak olursak:
Aynı sınıfın (25), aynı grubunda (25.1) yer alan “ceketler” ve “gömlekler” birbirleriyle aynı olmasalar da Türk uygulaması çerçevesinde “aynı tür” mallardır. Kullanımın ceketler için ispatlandığı, ancak gömlekler için ispatlanamadığı bir durumda; aynı alt grupta yer alan aynı tür mallardan birisinin kullanımının ispatlanmış olması nedeniyle, aynı alt gruptaki diğer mallar bakımından iptal kararı verilemeyeceği yönündeki olası uygulama bir mantığa oturtulabilir. (ki, bu yorumun yerindeliği de tartışılabilir.)
Buna karşın ilgili hükme yönelik olarak; iptal talebine konu bir malın ciddi kullanımının ispatlanması halinde, o malla aynı sınıfın farklı alt gruplarında veya farklı sınıflarda yer alsa da benzer olan mallar veya hizmetler bakımından iptal kararı verilemeyeceği yönündeki yorum, iptal uygulamasını belirsiz ve ucu açık hale getirmektedir. Buna ilaveten, bu yorum biçimi Kanunun yerleşik diline terstir ve iptal uygulamasını malların ve hizmetlerin benzerliği incelemesiyle birlikte yapmayı gerektirmektedir, bunun otomatik sonucu da iş yükünü bir kat daha artıracak bir uygulamayı ortaya çıkartmaktır.
Eğer, “Benzer mal veya hizmetler yönünden iptal kararı verilemez.” ifadesinin Yönetmelik’e eklenmesi ile amaçlanan durum, bu madde kapsamında açıklamaya çalıştığımız yorum ise, en azından aşağıdakine benzer anlaşılır bir ifadenin Yönetmelik’e ayrı bir fıkra olarak eklenmesi daha yerinde olacaktır:
“(Fıkra no) İptal talebinin konusu bir mal veya hizmetin ciddi kullanımının ispatlanması halinde, o mal veya hizmetle -aynı veya farklı sınıflarda yer almasına bakılmaksızın- benzer olan mal ve/veya hizmetler bakımından iptal kararı verilemez.”
(Yazarın notu: Bu öneri sadece tartışma konusu ifadenin ikinci yorum biçimi kapsamında daha anlaşılır hale getirilmesine yöneliktir. Yazı içerisinde ifade ettiğim üzere bu yorum biçimine katılmam mümkün değildir.)
Yukarıda yer verdiğim, birbirleriyle tamamen ilgisiz iki farklı yorum biçiminden de anlaşılacağı üzere, idari iptal Yönetmelik değişikliği ile getirilen “Benzer mal veya hizmetler yönünden iptal kararı verilemez.” ifadesinin ne anlama geldiğinin açıklığa kavuşturulması yerinde olacaktır.
Yazı içinde yer alan birinci yorum biçimi, malumun ilanının ötesinde bir anlama gelmemektedir ve “Benzer mal veya hizmetler yönünden iptal kararı verilemez.” ifadesini gereksiz bir ekleme haline getirmektedir.
Buna karşın yazı içerisinde yer alan ikinci yorum biçimi, iptal incelemesinin esasını olumsuz yönde etkileyebilecek ve Kurum açısından ilave iş yükü yaratabilecek niteliktedir. Kanun ve uygulamada yerini bulmuş aynı, aynı tür, benzer mal ve hizmet ayrım ve terminolojisini gözeten bir olası bir revizyon, hatta tartışma konusu ifadedeki “benzer” teriminin yerine “aynı veya aynı tür” teriminin kullanımı, hükmü daha makul hale getirebilecektir.
“Benzer mal veya hizmetler yönünden iptal kararı verilemez.” ifadesinin Yönetmelik’e eklenmesi ile amaçlananın yazıdaki ikinci yorum biçimi olmadığını umarak ve ifadenin anlamının/amacının açıklanması beklentisini dile getirerek yazımı sonuçlandırıyorum.
Telif ve adil kullanım. Kendine Amerikan kıtasında bulduğu gibi sağlam ve geniş çaplı bir yeri Türk mevzuatında bulamayan “adil kullanım istisnası” bugün çok büyük tartışmaların odağında. Öyle ki, yapay zeka odaklı davaların düğüm ve çözüm noktası olarak dikkate alınan “telif hukukunda adil kullanım istisnası”nın önümüzdeki günlerde daha da fazla tartışmaya konu olacağını öngörmek sanırım çok da zor olmayacaktır.
Peki nedir adil kullanım istisnası? Sadece yapay zeka/ teknoloji kullanımları ile mi sınırlıdır? Çok daha önemlisi hangi kriterler dikkate alınır? Şöyle ki;
Telif mevzuatı ile korunan çalışmalar, kural olarak yaratıcısının/ hak sahibinin izniyle kullanılabilmektedir. Ancak kanun koyucunun özellikli olarak değerlendirdiği bazı durumlarda, hak sahibinin izni olmaksızın telife konu çalışmanın kullanılabilmesi mümkün olabilmektedir. Genel olarak “istisna” olarak tanımlanan bu durum kendi içinde alt kategoriler içermekte olup; bunlardan biri de “adil kullanım istisnası”dır. Adil kullanım istisnası yapay zeka ile gündemdeki etkisini arttırmış olsa da, tabii ki sadece tek bir sektöre özgü değildir. Yapay zeka davaları ile çokça özdeşlemesinin sebebi ise, çoğu dosyada adil kullanım istisnasının bir savunma olarak ileri sürülmesi haliyle de ilgili kriterlerin birbirinden farklı çokça dosyada tartışılmasıdır.
Adil kullanım istisnasının uygulama alanı ve kriterlerini bir dosya üzerinden ele almanın çok daha kolaylaştırıcı bir yanı olacağını düşünüyorum. Amerika Birleşik Devletleri’nde davaya konu edilen ve şu an temyiz incelemesinde olan August Image, LLC / Mark Seliger – Girard Entertainment & Media LLC / Keith Girard dosyası; adil kullanım istisnasının tartışıldığı, yakın tarihli ve hatta -yapay zeka dosyalarında olduğu gibi- magazinsel boyutu olan dosyalardan biri. Dosyanın kolayca takip edilebilmesi için bir kısım noktaları özet olarak paylaşmak gerekirse;
Davacı Mark Seliger, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de çok geniş kitlelerce bilinen Friends dizinin oyuncu ekibinin fotoğrafını çeken bir fotoğraf sanatçısıdır. August Image, LLC ise Mark Seliger’in bu tür davalar için yetkilendirdiği ajanstır.
Davalılar Girard Entertainment & Media LLC ve Keith Girard ise thenyindependent.com haber sitesinin sahip ve yöneticileridir.
Friends dizisi, malumunuz olduğu üzere, tüm dünyada yıllarca fırtınalar estiren bir Amerikan dizisidir. Yıllar önce çekimleri tamamlanmasına rağmen hayran kitlesinin azalmak yerine çoğalması, dizi ekibinin yıllar sonra tekrar bir araya gelmesine vesile olmuştur. David Schwimmer (dizide Ross Geller) bir Instagram postu ile bu gelişmeyi paylaşmış ve bu sırada davacı Mark Seliger tarafından çekilen bir fotoğrafı kullanmıştır.
Davalılara ait olan internet sitesinde bu yönde haber yapılırken, David Schwimmer’ın Instagram postu ve haliyle de davacının çektiği ve telifle korunan fotoğraf kullanılmıştır.
Kanaatimce değerli olan bir nokta olarak; ilgili haberde, “Schwimmer, who played Ross, confirmed in an Instagram post that the cast had agreed on a ‘Friends’ special.”(Ross’u canlandıran Schwimmer, Instagram paylaşımında oyuncuların ‘Friends’ özel bölümü için anlaştıklarını doğruladı.) şeklinde bir kısım yer almıştır.
Telifle korunan fotoğrafın bu şekilde kullanılmasının kendi haklarını ihlal ettiğini iddia eden davacılar ise ihtilafı mahkemeye taşımıştır.
(Mahkeme kararında yer verilen, davaya konu görsel)
Mahkeme nezdinde dosya birden çok açıdan ele alınmakla birlikte, bu yazımızın odak konusu olan adil kullanım istisnası özelinde aşağıdaki gibi bir tablo ortaya çıkmaktadır:
Davalılar, adil kullanım doktrinin telif ihlalleri bakımından kanuni bir istisna olduğunu ve bunun eleştiri, yorum ve haber duyurusu amaçları söz konusu olduğunda dikkate alınması gerektiğini iddia etmiştir.
Adil kullanım istisnasının mevcut olup olmadığının değerlendirmesi ise mahkemeler tarafından 4 temel kriter dikkate alınarak her bir dosya özelinde yapıldığından, bu dosyadaki değerlendirme de bu şekilde ilerlemiştir. Dikkate alınan kriterler aşağıdaki gibidir:
Söz konusu kullanımın ticari niteliği ile kar amacı gütmeyen eğitim amaçlı kullanım olup olmadığı da dahil olmak üzere, kullanımın amaç ve niteliği,
Telifle korunan eserin niteliği,
Kullanılan bölümün telifle korunan eserin bütününe oranla miktarı ve önemi,
İlgili kullanımın, telifle korunan eserin değeri veya olası pazar payı üstündeki etkisi.
Mahkeme; tüm bunların yanında, söz konusu kullanımın işleme niteliğinde olup olmadığının da özellikle göz önünde bulundurulması gerektiğini vurgulamıştır.
Kısaca her bir kriter için yapılan değerlendirmeyi ayrı ayrı ele almak gerekirse;
1-Söz konusu kullanımın ticari niteliği ile kar amacı gütmeyen eğitim amaçlı kullanım olup olmadığı da dahil olmak üzere, kullanımın amaç ve niteliği:
Bu kriter iki alt değerlendirme içermektedir: a) kullanımın dönüştürücü niteliği ile b) ilgili kullanımın ticari amaçlı mı ya da kar amacı gütmeyen eğitim amaçlı olup olmadığının tespiti.
Dönüştürücü bir kullanım özetle ilgili esere yeni bir anlam/mesaj eklenmesini ifade eder ve genel olarak bakıldığında, doğrudan kopyalama niteliğindeki kullanımlara kıyasla adil kullanım olarak değerlendirilmesi daha olasıdır. Sanat ve bilim aktivitelerinin yayılması için bir araç niteliğinde olan dönüştürücü kullanım, özellikle ünlülerle ilgili haberlerin iletilmesi için telifle korunan fotoğrafların dahil olduğu sosyal medya gönderilerinin kullanımında göz önüne alınmaktadır. Zira bu haberlerde bilgisi paylaşılan asıl hikayenin kendisi o sosyal medya gönderisi olarak değerlendirildiğinden; hedeflenen duyuru salt o gönderinin oluşturulma niyetinden öteye gitmektedir.
Dava konusu makale bakımından yapılan değerlendirme açısından da; Schwimmer’ın sosyal medyada paylaştığı gönderi, Friends dizisinin döneceğine yönelik bir ima olarak değerlendirilmiş, ilgili fotoğraf bu niyetle kullanılmıştır. Söz konusu haber de bu yönde bir değerlendirmede bulunmak amacıyla yapılmıştır. Dolayısıyla, dava konusu haber/makalenin aslen orijinal olandan farklı bir şey ilettiği tespit edildiği için, mahkeme ilgili kullanımı dönüştürücü olarak nitelendirmiştir.
Daha anlaşılabilir olması adına şu şekilde not etmenin faydalı olabileceği kanaatindeyim: İlgili fotoğrafın çekildiği/kullanıldığı ilk dönemdeki orijinal amacı Friends kadrosunun tanıtılması olarak değerlendirilmiştir. Mevcut ihtilafa konu kullanım ise, kadronun tanıtılmasının ötesinde, Friends dizisinin yeni bölümlerle yayınlanacağına ilişkin bir ima olarak değerlendirilmiştir. Haliyle, fotoğrafın kullanım amacı orijinal amaçtan farklı olduğu gibi ihtilaf konusu haber de aslında post/durum hakkında duyuru yapmaya yönelik bulunmuştur.
Ticari amaçlı kullanım bakımından yapılan değerlendirmede ise, bugün hemen hemen tüm kullanımların ticari bir etkisi olduğu gerçeği özellikle göz önüne alınmış ve mahkeme tarafından; “yeni çalışma ne kadar dönüştürücü olursa, adil kullanım bulgusuna karşı gelebilecek ticarileşme gibi diğer faktörlerin öneminin o kadar az olacağı” değerlendirilmiştir.
Somut olayda da, tabii ki bir noktada ticari amacı bulunduğu kabul edilen, çevrimiçi bir haber sitesinde yer alan tek bir makalenin kullanımının kar payı/amacı üstündeki etkisi “oldukça sınırlı” olarak değerlendirilmiştir.
Tüm bunların ışığında, adil kullanım için ilk kriterin somut olayda mevcut olduğu değerlendirilmiştir.
2- Telifle korunan eserin niteliği:
Bu kriter ise şu şekilde iki alt değerlendirmeyi baz almaktadır: a) eserin yaratıcı niteliği ve haliyle adil kullanım noktasında ne kadar geniş bir alan tanıdığı ile b) eserin yayınlanıp yayınlanmadığı.
Somut olay açısından fotoğrafın yaratıcı olduğu ve yayınlandığı açıkça tespit edilmiştir. Ancak burada ilk kriter olan dönüştürücü kullanım niteliği daha ağır bastığından, bu ikinci kritere çok büyük bir önem addedilmemiştir.
3- Kullanılan bölümün telifle korunan eserin bütününe oranla miktarı ve önemi:
Bu kapsamda, kullanılan bölümün miktar ve öneminin tüm esere kıyasla ne derece makul olduğu incelenmektedir. Her ne kadar tüm eserin tamamen kullanılmasının özellikle adil kullanım sayıldığı yönünde kesin bir kural olmasa da, bunun asla adil kullanım sayılmayacağı yönünde değişmez bir kuralın da bulunmadığı belirtilmiştir.
Somut olayda, telifle korunan fotoğrafın tamamının haberde yer aldığı tespit edilmiştir; zira haber kapsamında kullanılan Schwimmer’ın sosyal medya paylaşımında da fotoğrafın tamamı yer almaktadır. Diğer yandan ihtilaf konusu makalenin amacına/ konusuna bakıldığında, burada fotoğrafın kısmen kullanılmasının hikayeyi işlevsiz kılacağı ifade edilmiştir. Sonuç olarak bu kriterin etkisi nötr olarak değerlendirilmiştir.
4- İlgili kullanımın, telifle korunan eserin değeri veya olası pazar payı üstündeki etkisi:
Söz konusu kriter kapsamında; esere ilişkin ikincil kullanımın orijinal esere ilişkin pazar payını negatif yönde etkileyip etkilemediği göz önüne alınmaktadır. Çok basit bir şekilde değinmek gerekirse; ikincil kullanımın orijinal esere tercih edilerek orijinal eserin pazar payını düşürmesi ve haliyle de hak sahibini edimlerden mahrum bırakması ihtimali incelenmektedir.
Dava konusu ihtilafta; ilgili fotoğrafın tek başına görünmediği ve yalnızca makaleye konu edilen sosyal medya postunun bir parçası olduğu değerlendirilmiş, ilgili fotoğraf ile söz konusu haberin rekabet halinde olmadığı vurgulanmıştır. Bu anlamda kriterin etkisi nötr olarak düşünülmüştür.
Hepsinin birlikte değerlendirilmesi neticesinde mahkeme; ihtilaf konusu olayda adil kullanımın söz konusu olduğu sonucuna varmıştır.
Mahkeme tarafından dosyada ele alınan diğer hususlar da gözetilerek, davanın reddine karar verilmiştir. Karara bu link üzerinden ulaşılması mümkündür. Belirtmek gerekir ki, karar şu an temyiz aşamasında olup, henüz kesinleşmemiştir. Ancak karar gerekçesini dikkate aldığımızda, büyük olasılıkla dosya adil kullanım kriterleri üstünden incelenecektir.
Görüldüğü üzere söz konusu dosyada, adil kullanım istisnasının kriterlerin değerlendirilmesi bakımından oldukça detaylı bir değerlendirme yapılmıştır. Yine görülmektedir ki; özellikle kullanımın dönüştürücü niteliği çok yönlü şekilde ele alınmış ve bu değerlendirme aslen diğer kriterlerin dikkate alınmasında da etkili bir rol oynamıştır. Kanaatimce bu yaklaşım; ikincil kullanımlarda aslen “dönüştürücü kullanım” kavramının hayati bir yeri olduğunu ve haliyle de, kullanımı gerçekleştiren kişilerin bu yaklaşıma paralel ilerlemesinin faydalı olacağını göstermektedir.
Sınai mülkiyet alanında faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşları, temsil ettikleri kişi ve kuruluşların sektöre dair görüş ve beklentilerinin dile getirilmesi, daha etkili bir koruma sisteminin ortaya çıkarılması, üyelerinin ve toplumun konu hakkındaki bilinç/bilgi düzeyinin artırılması, devlet organlarının sivil toplumun beklentileri hakkında bilgi sahibi olmalarının sağlanması ve hakların daha etkin biçimde korunmasının gerçekleştirilmesi amaçlarına hizmet etmektedir. Bu işlevleri layıkıyla yerine getiren sivil toplum kuruluşlarının varlığı, diğer alanlarda olduğu gibi, sınai mülkiyet alanında da çoğulcu, şeffaf, modern ve paydaşların görüşlerine açık bir sistemin oluşturulmasının vazgeçilmez unsurlarından birisidir.
Ülkemizde, sınai mülkiyet alanında faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşları arasına bir yenisi 2024 yılının son aylarında eklendi. Sınai Mülkiyet Derneği’nin, kısa adıyla SMD’nin kuruluşunu, yukarıda belirttiğimiz amaçlara hizmet edecek yeni bir yapının ortaya çıkması bağlamında, bizler de memnuniyetle karşılıyoruz. Bu kısa yazıda, kendilerinden gelen talep doğrultusunda Sınai Mülkiyet Derneği’nin kuruluşunu ve amaçlarını okuyucularımıza duyuracağız.
Sınai Mülkiyet Derneği, kuruluşuna ilişkin olarak yayımladığı basın bülteni ile amaçlarını ve kuruluşunu aşağıdaki ifadelerle duyurmuştur:
“Sınai Mülkiyet Derneği kısa adı ile SMD; Patent ve Marka Vekilliği mesleğinin itibar ve saygınlığını korumak, mesleki güvencenin geliştirilmesi için çalışmalar yapmak, mesleğin yetkin kişiler tarafından yürütülmesinin teşvik edilmesini sağlamak, mesleki faaliyetlerin ulusal ve uluslararası standartlar ve etik kurallar ile hukuk kuralları doğrultusunda etkili bir şekilde yürütülmesi ve marka-patent vekilleri ile bu sektörde çalışan tüzel firmaların bir mesleki birliğe kavuşması için gerekli her türlü çalışmayı yürütmek amacıyla 26 Eylül 2024 günü resmen kurulmuştur.
İstanbul merkezli olarak kurulan Sınai Mülkiyet Derneği, sektörel sorunlara çözüm üretmeyi ve bilgilendirme çalışmaları yaparak sektörü ileriye taşımayı hedefliyor.”
Dernek web sayfasının “Hakkımızda” kısmında ise aşağıdaki ifadeler yer almaktadır:
“Sinaî Mülkiyet Derneği olarak, fikri mülkiyet haklarının korunması, geliştirilmesi, sektörümüze ait sorunların aşılması ve toplumda bu konudaki farkındalığın artırılması amacıyla bir araya geldik. Patent tescili, marka tescili, tasarım tescili ve telif hakları gibi fikri mülkiyetin tüm alanlarında sektörel sorunları çözmeyi, yenilikçi çözümler üretmeyi ve bu alanda faaliyet gösteren kişi ve kurumlara destek olmayı hedefliyoruz.
Sektörde yaşanan hukuki belirsizlikler ve uygulama eksiklikleri, gelişimin önünü kesebilir. Sinaî Mülkiyet Derneği, bu sorunlara sürdürülebilir çözümler geliştirerek sektörün sağlıklı bir şekilde büyümesini desteklemektedir.
Amacımız, fikri ve sınai mülkiyetin ekonomik ve toplumsal kalkınmadaki önemini aktarırken, sürdürülebilir çözümlerle sektörün ve meslektaşlarımızın ihtiyaçlarına yönelik projeler geliştirmek ve uygulamaya koymaktır. Yine sektörel gelişimin, teknolojik yeniliklerle eş zamanlı ilerleyebilmesi adına, eğitim süreçlerine de ağırlık vermek ve liyakatli bir oluşum yakalamaktır.”
Sınai Mülkiyet Derneği, Yönetim Kurulu dahil olmak üzere dernek organlarını oluşturmuş ve üye kayıtlarına başlamıştır. Dernek organları, yönetim kurulu, dernek tüzüğü, üyelik şartları ve derneğin amaçlarına ilişkin bilginin, derneğin https://sinaimulkiyetdernegi.org/ adresinden erişilebilecek web sayfasından edinilmesi mümkündür.
Sınai Mülkiyet Derneği ve yöneticilerine amaçlarına ulaşmaları konusunda başarılar diliyor ve camiamız için faydalı çalışmalarını kısa sürede sunmalarını umuyoruz.
Sınai mülkiyet haklarının elde edilmesi, kullanılması, kullandırılması ve bu haklar üzerinde gerçekleştirilebilecek başkaca hukuki işlemelere ilişkin temel düzenlemeler; 22.12.2016 tarihli ve 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu (SMK) ve Sınai Mülkiyet Kanununun Uygulanmasına Dair Yönetmelik’tir. Bununla birlikte Türkiye Barolar Birliği Reklam Yasağı Yönetmeliği m.6/7 hükmünde olduğu gibi sınai mülkiyet haklarının elde edilmesine, Tütün Mamullerinin Üretim Şeklini, Etiketlenmesi ve Denetlenmesine İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik m.10 hükmünde olduğu gibi markaların kullanımının sınırlanmasına ilişkin meslek ya da sektör bazlı düzenlemeler de bulunmaktadır.
Sınai mülkiyet hakları üzerinde gerçekleştirilebilecek hukuki işlemlere ilişkin özel nitelikli güncel düzenlemelerden biri de inceleme konumuzu oluşturan ve özel öğretim kurumlarında kullanılan markaların lisans yoluyla başka kişilere kullandırılmasına sınırlama getiren, 03.01.2025 tarihli ve 32771 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Millî Eğitim Bakanlığı Özel Öğretim Kurumları Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik’tir (Değişiklik Yönetmeliği).
Değişiklik Yönetmeliği Çerçeve Madde 4 hükmü ile Millî Eğitim Bakanlığı Özel Öğretim Kurumları Yönetmeliği (Yönetmelik) m.7 hükmüne altıncı fıkra eklenmiştir. Anılan hükme göre; bir kurucunun marka lisans sözleşmesi yaparak özel öğretim kurumunun markasını, başka gerçek ya da tüzel kişilere kullandırabilmesi için aynı türde en az 5 kurumunun bulunması ve bu kurumların her birinin en az 5 yıl boyunca faaliyette bulunmuş olması şartı aranmaktadır. Kurucular, bu şartları sağlayan kurumlarının en fazla üç katına kadar başka gerçek ya da tüzel kişiye markasını kullandırabilir. İhdas edilen hükme göre; özel öğretim kurumları tarafından kullanılan markaların, lisans yoluyla başka gerçek veya tüzel kişilere kullandırılabilmesi için aşağıdaki şartların gerçekleşmesi gerekmektedir:
Kurucuya ait bir markanın bulunması: 08.02.2007 tarihli ve 5580 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu (Kanun) m.2/1,m hükmüne göre; kurucu, kurumun sahibi olan ve adına kurum açma izin belgesi düzenlenen gerçek veya tüzel kişiyi ifade etmektedir. Bu bağlamda özel öğretim kurumu sahibi olan ve adına kurum açma izin belgesi de bulunan kişiye ait bir markanın bulunması gerekmektedir. Hükümde yer alan “… özel öğretim kurumunun markasını …” ifadesi, marka sahibinin özel öğretim kurumu olacağı yönünde bir çıkarıma yol açmaya elverişlidir. Ancak gerek normun amacı, gerek bu kurumların tüzel kişiliklerinin bulunmaması, gerekse aynı hükümde yer alan “… kurucunun marka lisans sözleşmesi yaparak …”, “… Kurucular … kullandırabilir …” ifadelerinden marka sahibinin özel öğretim kurumu değil, kurucu olduğu sonucuna ulaşılmaktadır. Hükümde yer alan çelişkili ifadelerin, marka sahibi ile markanın kullanıldığı hizmete ilişkin bir vasıflandırma hatasından kaynaklandığı değerlendirilmektedir.
Kurucunun aynı türde en az beş yıl faaliyette bulunmuş en az beş kurumunun bulunması: Hükümde yer alan “aynı tür” ifadesiyle neyin kastedildiği Kanun ya da Yönetmelik’ten anlaşılamamaktadır. Yine hükümden, lisans yoluyla markanın kullanılacağı özel öğretim kurumunun da aynı türde olmasının gerekip gerekmediği konusunda bir belirlilik bulunmamaktadır. Bu nedenle inceleme, “aynı tür”den ifadesiyle neyin kastedildiğinden bağımsız olarak belirtilen diğer gereklilikler çerçevesinde gerçekleştirilecektir. Kanaatimizce hükümde, “faaliyette bulunmuş” ifadesinin kullanılması hatalıdır. Zira metin mevcut hâliyle geçmişte beş yıl faaliyette bulunmasına rağmen hâlihazırda faaliyette bulunmayan kurumların da şartın sağlanması bakımından dikkate alınacağı sonucuna ulaşılmaktadır. Oysaki normun konuluş amacının en az beş yıldır faaliyette bulunan ve faaliyetleri devam eden eğitim kurumunun bulunmasının şart olarak aranması olduğu ve bu nedenle ifadenin “faaliyette bulunan” şeklinde olması gerektiği değerlendirilmektedir.
Kurucuya ait markanın, şartları sağlayan kurum sayısının üç katına kadar gerçek veya tüzel kişiye kullandırılabilmesi: Hükümde markayı lisans yoluyla kullanacak gerçek ya da tüzel kişinin, bu markayı kullanacağı mal ve hizmete ilişkin herhangi bir sınırlama yapılmamış olması dikkati çeken ilk husustur. Zira markayı kullanacak kişinin özel öğretim kurumu kurucusu olup olmadığı dahi belli değildir. Düzenleme bu hâliye markanın, özel öğretim kurumları dışında başka bir mal veya hizmette kullanılmasına yol açabilecek niteliktedir. Lisansın, markanın sadece özel öğretim kurumlarının faaliyetlerinde kullanılmasıyla sınırlı olarak verilebileceğinin düzenlenmesiyle belirtilen sorunun giderilebileceği değerlendirilmektedir. Markanın kullandırılabilmesi için en az beş kurumun varlığı gerektiğinden, şartların sağlanması durumunda markanın kullandırılabileceği kişi sayısının on beşten başlayacağı tespit edilmektedir.
Değişiklik Yönetmeliği Çerçeve Madde 30 hükmü ile Yönetmeliğe eklenen Geçici Madde 26 hükmüne göre; inceleme konumuza ilişkin Yönetmelik m.7/6 hükmünün yürürlüğe girdiği tarihten önce Millî Eğitim Bakanlığından kurum açma izni ile iş yeri açma ve çalışma ruhsatı alan özel öğretim kurumlarından aynı fıkrada belirlenen şartlar aranmayacaktır, fıkranın yürürlüğe girdiği tarihten itibaren ise bu kurumlar tarafından yapılacak marka lisans sözleşmeleri için belirtilen şartların sağlanması gerekecektir. Değişiklik Yönetmeliği m.32/1,a hükmüne göre; inceleme konumuza ilişkin ihdas edilen Yönetmelik m.7/6 hükmü, Değişiklik Yönetmeliği’nin yayımı tarihinden itibaren bir ay sonra yürürlüğe girecektir. Değişiklik Yönetmeliği 03.01.2025 tarihinde Resmî Gazete’de yayımlanmıştır. Bu tarih esas alındığında Değişiklik Yöntemeliği’nin inceleme konumuza ilişkin kısmının, 03.02.2025 tarihinde yürürlüğe girdiği tespit edilmektedir.
Hükümde yer alan “Millî Eğitim Bakanlığından kurum açma izni ile iş yeri açma ve çalışma ruhsatı alan özel öğretim kurumlarının ifadesinin” markasını kullandıracak kurucuya ait kurumlara mı, yoksa markayı kullanacak olan kuruma mı ilişkin olduğu anlaşılamamaktadır. Hükmün lafzı, geçiş hükmündeki şartın markayı kullandırana da kullanacak olana da ilişkin olacak şekilde yorumlanmaya elverişlidir.
Hükümler birlikte değerlendirildiğinde, 03.02.2025 tarihinden önce kurum açma izni ile iş yeri açma ve çalışma ruhsatı alınmış olması durumunda inceleme konumuza ilişkin sınırlamalar uygulanmayacak, 03.02.2025 tarihi ve daha sonrasında kurum açma izni ile iş yeri açma ve çalışma ruhsatı alınmış olması durumunda sınırlamalar uygulanacaktır.
Yukarıda etraflıca incelediğimiz düzenlemede de sınai mülkiyet haklarına ilişkin diğer özel düzenlemelerde olduğu gibi, hakların elde edilmesine, korunmasına, bu haklar üzerinde tasarrufta bulunulmasına ilişkin, sınai mülkiyet haklarının niteliğiyle bağdaşmayan veya normun konuluş amacına ulaşılmasına elverişli olmayan hükümler yer almaktadır. Örneğin incelediğimiz mevzuat değişikliğinde, markanın üçüncü kişilerce hukuka uygun kullanılması yöntemlerinde sadece lisans sözleşmeleri düzenlenmiştir. Oysaki markanın hukuka uygun olarak kullanılması sadece lisans sözleşmesiyle değil, marka sahibinin kullanıma sonradan rıza göstermesi, önceden izin vermesi, üçüncü kişinin marka başvurusuna muvafakat edilmesi, bir marka tescili daha yaptırılarak bunun devredilmesi gibi başkaca yöntemlerle de gerçekleştirilebilmektedir ve bu durumların hiçbiri inceleme konumuzun kapsamında yer almamaktadır. Sınai mülkiyet haklarına ilişkin meslek ya da sektör bazlı özel düzenlemeler yapılması bir gereklilikten kaynaklanabilir ve bu durum olağandır. Ancak belirttiğimiz sorunlarla karşılaşılmaması ve düzenlemenin amaca ulaşmaya elverişli olabilmesi için mevzuat hazırlık sürecinin her aşamasında, Türk Patent ve Marka Kurumundan görüş alınmasına ilişkin olağan prosedürün yanında, koordineli bir çalışma yürütülmesinin yerinde olacağı değerlendirilmelidir.
Telif hakkı koruması, eser sahiplerine yaratımlarından münhasır olarak yararlanma hakkı tanırken, bu koruma süresiz değildir. Her ülkenin mevzuatına göre belirlenen süre sonunda, eser sahibine tanınan mali haklar sona erer ve eser kamuya mal olur. Kamuya mal olma süreci, eserlerin kolektif mirasın bir parçası haline gelmesini ve böylece nesiller boyunca özgürce evrilerek yaşamaya devam etmesini sağlar. Bu sayede Dünya klasiklerinden Beethoven ve Mozart’ın bestelerine, Mona Lisa gibi çığır açan sanat eserlerine kadar pek çok yapıt, insanlığın ortak mirası olarak yeni nesillere ilham vermeye devam etmektedir.
Kamuya mal olma kavramı felsefi olarak son derece ilham verici olsa da günümüzde genellikle çok bilinen eserlerin telif hakkı süresinin sona ermesine ilişkin haberlerle gündeme gelmektedir. Örneğin, Antoine de Saint-Exupéry’nin unutulmaz eseri Küçük Prens’, 1 Ocak 2015 itibarıyla kamuya mal olmuş ve onlarca yayınevi tarafından yeniden basılmasının yanı sıra, Küçük Prens temalı ürünlerin de piyasaya sürülmesine yol açmıştır. Son yıllarda bu konu küresel ölçekte en çok Mickey Mouse’un kamuya mal olacağına dair tartışmalarla dikkat çekmiştir.
Bir eserin kamuya mal olup olmadığını belirlemek her zaman net değildir. Bunun başlıca nedeni, dünya çapında telif hakkı sürelerinin tam anlamıyla yeknesak olmamasıdır. Örneğin, Türkiye’de Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’na (“FSEK”) göre telif hakkı koruma süresi, en temelde eser sahibinin yaşamı boyunca ve ölümünden itibaren 70 yıl olarak belirlenmiştir[1]. Buna karşın, bazı ülkelerde bu süre 50 yıl iken, ABD’de 95 yıla kadar uzayabilmektedir.
Genel ilke olarak, bir eserin koruma süresi dolduğunda, takip eden yılın ilk günü yani 1 Ocak itibarıyla kamuya mal olmuş kabul edilir. Hatta ABD’de her yıl 1 Ocak “Public Domain Day” (“Kamuya Mal Olma Günü”) olarak kutlanmaktadır.
1 Ocak 2025 itibarıyla, popüler kültüre büyük katkısı olan Temel Reis ve Tenten çizgi roman karakterlerinin ilk versiyonlarının kamuya mal olması, bu eserlerin gerçekten serbestçe kullanılıp kullanılamayacağına dair yeni bir tartışma başlatmıştır.
Ülkemizde Temel Reis adıyla bilinen Popeye, ilk kez 17 Ocak 1929 tarihinde karikatürist E.C. Segar’ın “Thimble Theatre” adlı çizgi romanının “Gobs of Work” hikayesinde yan karakter olarak yer almış ve daha sonra Safinaz adıyla tanıyıp sevdiğimiz Olive Oyl’ı sevgilisi “Kabasakal” (Ham Gravy)’den ayırıp, onun yerine bir ana karakter olarak belirmeye başlamıştır. İşte Temel Reis’in yayınlanmasından 95 yıl sonra kamuya mal olan versiyonu, bu anılan karikatürde yer alan ilk halidir.
Amerika’da kamu malı haline gelen bu tipleme, her ne kadar günümüzde Temel Reis ile eşleştirdiğimiz çapa dövmesi, ağzının köşesindeki piposu ve alaycı kişiliği gibi karakteristik özelliklerini barındırsa da de, örneğin ıspanak yiyerek kaslarını büyütme niteliğini kapsamamaktadır; zira Temel Reis ilk kez 1932 yılında yayınlanan karikatürde ıspanakla güçlenme özelliğini göstermiştir.
Dolayısıyla 1 Ocak 2025 itibariyle Temel Reis karakterinin kamuya mal olmuş olduğunu söylemek doğru değildir. Zira burada kamuya mal olan eser, 17 Ocak 1929 tarihinde karikatürist E.C. Segar’ın “Thimble Theatre” adlı çizgi romanının “Gobs of Work” hikayesi ve bu kapsamda çizilen karakter ile sınırlıdır.
Benzer bir tartışma daha önce çok daha global ölçekte, Mickey Mouse için yapılmıştır. Zira 1 Ocak 2024 tarihinde Mickey Mouse’un kamuya mal olacağının duyurulmasıyla global anlamda ciddi bir tartışma başlamıştır. Oysaki burada da aslında kamuya mal olan tipleme, Disney’in 1928’de yayınladığı siyah beyaz “Steamboat Willie” isimli kısa çizgi filminde yer alan ve Mickey Mouse’un ilk versiyonu olan bir figürdür.
Disney ve diğer yapım şirketleri, Mickey Mouse gibi telif haklarına konu eserlerin kamuya mal olmasını geciktirme amaçlı lobi faaliyetleri sonucunda ABD’de telif haklarının koruma süresini genişletmiştir. Bu doğrultuda 1976 Telif Kanunu ile ABD’de toplam telif süresi 75 yıl iken 1988’de yürürlüğe giren ve “Mickey Mouse Yasası” olarak da anılan “Sonny Bono Telif Süresi Uzatma Yasası” ile 1978’den önce yayımlanmış eserler için telif süresi 20 yıl daha uzamıştır. Sonuç olarak geçtiğimiz yıl bu tiplemenin kamuya mal olduğu aynı gün, bu karakterden esinlenen “Mickey’s Mouse Trap” (daha sonra ismi “The Mouse Trap” olarak değiştirilmiştir) isimli düşük bütçeli korku filminin yapımının duyurulması da pek şaşırtıcı olmamıştır.
Steamboat Willie’de yer alan Mickey Mouse karakterinin önemli bir özelliği -veya eksikliği- bu karakter ile özdeşleştirdiğimiz büyük beyaz eldivenleri giymiyor olmasıydı. Ayrıca Mickey Mouse bu çizgi filmde hiç konuşmuyordu. Bu sene ABD’de kamuya mal olan yeni karakterlere ek olarak, 31 Temmuz 1929’da yayınlanan “The Karnival Kid” isimli kısa çizgi filmin telif koruma süresi de sona ermiş olup, bu film ilk kez ikonik beyaz eldivenlerini giyen ve yine ilk kez sahnede konuşan bir Mickey Mouse tiplemesini içeriyordu.
Bu noktada belirtmemiz gerekir ki, bu karakterlerin Türkiye’de aslında geçtiğimiz yıldan çok daha önce kamuya mal olmuş olması söz konusudur. FSEK’in Ek Madde 2 hükmü gereği FSEK kapsamında koruma sürelerine ilişkin hükümler, diğer ülkelerde üretilmiş ve Ek maddenin yürürlüğe girdiği 2001 yılı itibariyle bu ülkelerde koruma süresi dolmadığı için kamuya mal olmamış yabancı eserlere de uygulanmaktadır. Bu çerçevede, Temel Reis’in ABD’de telif süresi 2025 yılında sona ermiş olsa da, Türkiye’de bu tarihin çizer E.C. Segar’ın 1938 yılındaki ölümünden 70 yıl sonra, 2008 yılı olarak kabul edilmesi mümkündür. Aynı şekilde Mickey Mouse’un “Steamboat Willie” ve “Karnival Kid” çizgi filmlerindeki versiyonlarının da, hak sahipliğinin tüzel kişi Disney’de olduğunun kabulü halinde, FSEK md. 27/4[2] gereği aleniyet tarihinden itibaren 70 yıl geçmesiyle sırasıyla 2001 ve 2002 yılından beri Türkiye’de kamuya mal olmuş sayılabileceği düşünülebilir.
Tenten bakımından ise durum biraz daha farklıdır. Bir Belçika gazetesinde ilk kez 1929 yılında yayınlanan ve Hergé – gerçek ismi George Prosper Remi – tarafından “Tenten Sovyetler Topraklarında” hikayesi ile yaratılan genç muhabir Tenten ve köpeği Milou’nun en eski tiplemeleri de ABD’de 1 Ocak 2025 itibariyle kamuya mal olmuştur. Tıpkı Temel Reis ve Mickey Mouse için tartışıldığı üzere üzerindeki telif hakkı süresi sona eren karakter, sadece Tenten’in bu gazetede yayınlanan ve yukarıda görseline yer verilen halidir. Bununla beraber, FSEK kapsamında telif hakkı süresi, çizerin ölümünden sonra 70 yıl boyunca devam ettiği için, Hergé’nin 1983’te vefat etmesi nedeniyle, Tenten’in ülkemizde kamuya mal olması 2054 yılına kadar gerçekleşmeyecektir.
Görüleceği üzere; kamuya mal olma, yalnızca klasik sanat ve edebiyat eserleri için değil, popüler kültürün bir parçası haline gelen yapıtlar için de önemli hukuki ve kültürel etkiler doğurmaya devam etmektedir.
Önemle vurgulamak gerekir ki kamuya mal olma, bir eserin tamamen serbestçe kullanılabileceği anlamına gelmemektedir. Öncelikle yukarıda örneklerine yer verildiği üzere, hükümetlerin farklı telif rejimlerini ve sürelerini kabul etmeleri, eserlerin kamuya mal olma tarihlerinde/biçimlerinde değişikliklere yol açabilmektedir. Bu nedenle, eserlerin hangi ülkede ve hangi şartlarla kamu malı haline geldiğine dikkat edilmelidir. Ayrıca kamuya mal olma müessesinin sadece telif haklarına ilişkin olduğu da göz önünde bulundurulmalıdır. Yapımcı şirketler, ilgili karakterlerin farklı versiyonları veya belirli görselleri için süresiz olarak yenilenebilecek marka haklarına da sahip olabilirler. Bu nedenle, ülkemizde kamuya mal olmuş karakterlerin dahi kullanımında diğer fikri ve sınai hakların ihlal edilmemesine özen gösterilmelidir.
[1] FSEK md. 27/1 uyarınca “Koruma süresi eser sahibinin yaşadığı müddetçe ve ölümünden itibaren 70 yıl devam eder.Bu süre, eser sahibinin birden fazla olması durumunda, hayatta kalan son eser sahibinin ölümünden itibaren yetmiş yıl geçmekle son bulur.”
[2] “İlk eser sahibi tüzel kişi ise, koruma süresi aleniyet tarihinden itibaren 70 yıldır.” FSEK’e göre bir eserin sahibi onu meydana getiren kişi(ler)dir, dolayısıyla tüzel kişilerin eser sahipliğine ilişkin bu hükmün 1995 yılından önce yaratılan sinema eserlerine ilişkin olduğu kabul edilmektedir.
Amerika Birleşik Devletleri’nde, yapay zeka sistemlerinin telif hakkını ihlal ettiği iddialarıyla ilgili olarak adil kullanım (fair use) savunması bakımından verilecek kararlar uzun zamandır heyecanla beklenmekteydi. Nitekim, Thomson Reuters Enterprise Centre GMBH v. ROSS Intelligence Inc. davasında Delaware Bölge Mahkemesi (“Bölge Mahkemesi”) tarafından 11 Şubat 2025 tarihinde bu konuda ilk karar verildi. Bu kararın yapay zekanın telif hakkını ihlal ettiği iddialarıyla ilgili ileride gündeme gelebilecek olası uyuşmazlıklar bakımından da yol gösterici olabileceği kanaatindeyiz.
Thomson Reuters’a ait olan Westlaw; altmış sekizin üzerinde ülkede kullanılan, çevrimiçi hukuki araştırma hizmeti sunan bir platformdur. Başta ABD ve İngiltere olmak üzere pek çok ülkede Westlaw kullanıcıları bu platform aracılığıyla pek çok kanun, yasal düzenleme ve yargı kararlarına ulaşabilirler. Westlaw’un öne çıkan özelliklerinden biri, “Key Number System” olarak adlandırılan bir numaralandırma sistemi içermesidir. Bu sistem sayesinde bir yargı kararını inceleyen kişi, ilgili hukuki konu ile ilgili verilmiş olan başkaca yargı kararlarını da kolayca bulabilir.
Ross Intelligence (“Ross”), Thomson Reuters’ın rakibi olarak yasal düzenleme ve yargı kararlarına ulaşılabilecek bir platform ile hizmet vermeyi hedeflemiştir. Bunun için ilk olarak Ross, Thomson Reuters ile iletişime geçerek Westlaw’un içeriğini, yapay zeka araştırma aracının eğitiminde eğitim verisi olarak kullanabilmek için lisans almak istedi. Ancak Thomson Reuters, Ross’un rakibi olması sebebiyle bu teklifi reddetti. Bunun üzerine Ross, yapay zeka araştırma aracının eğitilmesi için kullanılacak içeriklerin üretimi için üçüncü bir taraf olan LegalEase ile anlaşma sağladı ve LegalEase, “Bulk Memos” olarak adlandırılan ve hukuki sorulara verilen cevapları içeren derlemeyi hazırlayarak Ross’a sattı. LegalEase, Bulk Memos’u hazırlamak için bu hazırlığa katılan avukatlara, Westlaw’un özet notlarını kullanarak fakat bu özet notları doğrudan kopyalamadan hukuki soruları hazırlamaları yönünde talimat vermiştir. Ross, yapay zeka araştırma aracının eğitiminde Bulk Memos’u kullanmıştır. Bu kullanım sebebiyle Thomson Reuters, Ross’a telif hakkının ihlaline ilişkin dava açmıştır.
Uyuşmazlık bakımından, telif hakkına tecavüzün söz konusu olabilmesi için öncelikle özet notların telif hakkı korumasını haiz olması ve bunun için de orijinallik şartının sağlanması gerektiğinden Bölge Mahkemesi ilk olarak bu hususu değerlendirmiştir. Bölge Mahkemesi, orijinallik için aranan eşiğin çok düşük olduğunu ve minimal düzeyde bir yaratıcılığın varlığının orijinallik şartının sağlanması için yeterli olduğunu Feist kararına atıfta bulunarak tespit etmiş ve dolayısıyla Thomson Reuters’ın özet notlarının orijinallik şartını sağladığına karar vermiştir.
Ross, yargılamada masum ihlal savunmasına dayanmış,herhangi bir ihlalin söz konusu olmadığını ve masum olduğunu iddia etmiştir. Bölge Mahkemesi kararında masum ihlal savunmasının sorumluluğu değil, yalnızca tazminatı sınırlayacağını ve Westlaw’un özet notlarında olduğu gibi ihlal edilen eserin bir telif hakkı bildirimi taşıması durumunda geçerli olmayacağını açıklayarak bu savunmayı reddetmiştir. Bölge Mahkemesi, Ross’un, Westlaw’un 2243 adet özet notunu ihlal ettiğini belirterek bu ihlal bakımından Ross’un diğer savunmaları olan telif hakkının kötüye kullanımı (“copyright misuse”), birleşme (“merger”) ve doğal akışında gerçekleşmesi gereken sahneler (“scenes à faire”) savunmalarının da başarısız olduğuna hükmetmiştir.
Ross’un yargılamadaki diğer bir önemli savunması ise adil kullanım savunmasıydı. Amerikan hukukunda telif hakkı ihlali bakımından getirilebilecek en önemli savunmalardan olan adil kullanım savunması, Amerika Birleşik Devletleri Telif Hakkı Kanunu’nun 107. maddesinde düzenlenmiştir. Adil kullanım doktrini, telif hakkıyla korunan eserin, telif hakkıyla korunan eserde yer alan fikir veya işlevin kopyalanması amacıyla kullanımını korumak için mevcuttur. Adil kullanım savunması, telif hakkı ihlali kanıtlansa bile ihlal edenin sorumluluktan kurtulmasına imkân vermektedir.
İlgili maddede bir eserin kullanımının adil kullanım teşkil edip etmediğinin tespitinde kullanılacak 4 faktör düzenlenmiştir. İlgili faktörler; (i) kullanımın amacı ve yapısı, (ii) telif hakkıyla korunan eserin niteliği, (iii) telif hakkıyla korunan eserin bütününe göre kullanılan kısmın miktarı ve önemi ve (iv) kullanımın telif hakkıyla korunan eserin potansiyel pazarı veya değeri üzerindeki etkisidir. Amerikan mahkemeleri, adil kullanım savunmasının değerlendirmesinde dört faktörün de önemli olduğunu belirtmekle birlikte, “Harper & Row, Publishers, Inc v. National Enterprises” kararında dördüncü faktördeki pazar etkisinin muhtemelen en önemli faktör olduğuna karar verilmiştir.
Bölge Mahkemesi birinci faktör bakımından yaptığı değerlendirmede, adil kullanım ile ilgili verilmiş ve ABD doktrininde adil kullanım savunmasının şekillenmesinde oldukça etkili olmuş olan “Google v. Oracle” ve “Sony Comput. Ent., Inc. v. Connectix Corp” kararlarına da atıflarda bulunmuştur. Bölge Mahkemesi bahsi geçen uyuşmazlıklarda bilgisayar kodunun kopyalanması söz konusuyken somut uyuşmazlıkta bilgisayar kodunun kopyalanmasının söz konusu olmadığını, Ross’un amacına ulaşabilmesi için Westlaw’un içeriğinin kopyalanmasının makul ölçüde gerekli olmadığını vurgulamıştır. Bu doğrultuda Bölge Mahkemesi, Ross’un, Westlaw’un özet notlarının kullanımının dönüştürücü değil ticari bir kullanım olduğu sonucuna varmıştır ki bu sonuç adil kullanım savunması bakımından aleyhe bir durumdur. Bu kapsamda Bölge Mahkemesi ilk faktör bakımından Thomson Reuters lehine karar vermiştir.
Dönüştürücü kullanım, başka bir amaçla yeni bir şey eklemek ve orijinal ifadeyi değiştirmek olarak tanımlanmaktadır. Bölge Mahkemesi’nin atıf yaptığı “Google v Oracle” davasında; Oracle, Google’ın uygulama programlama arayüzünü (API) oluştururken kodun yapısını ve sırasını kopyalamasının bir telif hakkı ihlali oluşturduğunu iddia etmişti. Yüksek Mahkeme ise Google’ın, farklı ve değişik bir bilgisayar ortamında çalışan yeni görevler koleksiyonu sağladığına ve kullanımının dönüştürücü nitelikte olduğuna karar vermiştir ve bu tespit Google’ın adil kullanım savunmasının kabulünde oldukça etkili olmuştur.
Kararda ikinci ve üçüncü faktörler bakımından Ross’un adil kullanım savunması lehine değerlendirme yapılmıştır. Bölge Mahkemesi ikinci faktör bakımından eserin niteliğini incelediğinde, Westlaw’ın materyalinin ağırlıklı olarak gerçeklere dayalı olması ve o kadar da yaratıcı olmaması sebebiyle, bizim de isabetli bulduğumuz şekilde, bu faktörün Ross’un lehine değerlendirilmesi gerektiğine karar vermiştir. Dolayısıyla yapay zekanın eğitiminde kullanılan eserler bakımından telif hakkı ihlali ile ilgili meydana gelebilecek olası uyuşmazlıklarda bu faktörün yapay zekayı kullanan şirket lehine sonuç verip vermeyeceği belirlenirken kullanılan materyallerin yaratıcılık oranının önem taşıyacağı rahatlıkla söylenebilecektir.
Üçüncü faktör çerçevesinde, bir mahkemenin sadece kullanılan materyallerin miktarını değil, bunların kalitesini ve önemini de analiz etmesi beklenmektedir. Bölge Mahkemesi üçüncü faktör bakımından yaptığı değerlendirmede önemli olanın üretim aşamasında değil, çıktı aşamasında başka eserlerin kullanılması olduğunu belirtmiş ve Ross’un çıktı ürünlerinde Westlaw’un özet notlarına erişilemiyor olması nedeniyle üçüncü faktör bakımından Ross lehine karar vermiştir. Üçüncü faktör bakımından Bölge Mahkemesi’nin yaptığı bu değerlendirme, ileride yapay zekanın eğitimi ile ilgili telif hakkının ihlali bakımından yapılacak değerlendirmelerde, telif hakkıyla korunan eserin bütününe göre kullanılan kısmın miktarı ve önemi tespit edilirken çıktı aşamasındaki verilerin esas alınacağını göstermektedir.
Karar bakımından en önemli faktör olan dördüncü faktör ise telif hakkı sahiplerinin ekonomik çıkarlarına odaklanan faktördür. Bölge Mahkemesi, Ross’un kopyalamasının Westlaw ürününün pazarı üzerindeki olası etkisini incelemiş ve Thomson Reuters’ın söz konusu verileri kendi hukuki araştırma araçlarını eğitmek için kullanıp kullanmadığının önemli olmadığını, yapay zeka eğitim verileri için potansiyel bir pazar üzerindeki etkinin yeterli olduğunu belirtmiştir. İlgili pazar ise hukuki araştırma platformları olarak tespit edilmiştir. Bölge Mahkemesi sonuç olarak Ross’un, Westlaw ile rekabet etmeyi amaçladığı ve aksini kanıtlayamadığı sonucuna varmıştır. Bu sebeple dördüncü faktör bakımından Bölge Mahkemesi, Thomson Reuters’ın lehine karar vermiştir ve adil kullanım savunmasının kabul edilmemesi yönündeki nihai kararı bakımından da en etkili faktör bu olmuştur. Yapay zekanın eğitiminin telif hakkını ihlali ile ilgili ABD’de şu anda devam eden ve adil kullanım savunmasının yapıldığı diğer davalarda ve ileride açılacak davalarda da eserin kopyalanmasının ilgili somut pazar üzerindeki olası etkilerinin ve bir pazar ikamesinin söz konusu olup olmadığının değerlendirilmesi beklenmektedir.
Adil kullanım savunması, yapay zekanın eğitimi ile ilgili ABD’de görülmekte olan davalarda, davalıların başvurduğu savunmaların başında geliyor. Dolayısıyla bir süredir adil kullanım savunmasıyla ilgili verilecek mahkeme kararları heyecanla beklenmekteydi ve bu konuda ilk karar verilmiştir. Delaware Bölge Mahkemesinin, Ross’un kullanımının adil kullanım olmadığı yönünde kararını takip edecek kararlarda da adil kullanımın dört faktörü ile ilgili getirilen yorumlar yol gösterici olabilecektir. İncelediğimiz kararın üretken olmayan bir yapay zeka hakkında verilmiş olması da önem taşımaktadır; zira üretken yapay zekalarla ilgili yapılacak değerlendirmelerde, özellikle kullanımın dönüştürücü olduğu ve pazar ikamesi oluşturma amacı olmadığı sonucuna varılması halinde adil kullanımın mevcut olduğu yönünde kararlar verilmesi ihtimali de mevcuttur.
IPR Gezgini’nde 28 Mart 2024 tarihinde yayımlanan yazımızda coğrafi işaret, geleneksel ürün adı ve diğer kalite göstergeleri hakkındaki koruma şartlarını birleştirmek, sadeleştirmek ve güçlendirmek amacıyla uzun ve zahmetli bir sürecin ardından 28 Şubat 2024 tarihinde AB Parlamentosunda kabul edilen 2 Mayıs 2022 tarihli ve 2022/0089 (COD) sayılı Tüzük Teklifini irdelemiştik. 11 Nisan 2024 tarihinde kabul edilen teklif, 23 Nisan 2024 tarihinde yayımlanarak 2024/1143 sayılı Tüzük olarak hayat buldu ancak teklifteki bazı hükümlerde bazı değişiklikler meydana geldi.
2024/1143 sayılı Tüzükle ilgili olarak 15 Ocak 2025 tarihinde yayımlanan dört yasal düzenlemeden üç tanesine, yazımızın ilk bölümünde yer vermiştik. Bu yazımızda ise, hem 28 Mart 2024 tarihli yazımızdan sonraki süreçte meydana gelen önemli değişikliklere hem de 2024/1143 sayılı Tüzüğün 2025/26 sayılı Uygulama Yönetmeliğine değineceğiz.
1- 2024/1143 sayılı Tüzükte, coğrafi işaretler için öngörülen önemli değişiklik ve yenilikler aşağıda özetlenmektedir.
— 2024/1143 sayılı Tüzükte, aksi yönde ifade bulunmadıkça “geographical indication” kavramı; gıda-tarım ürünleri ve şaraplar için “geographical indication” ve “designation of origin”, distile alkollü içkiler için de “geographical indication” kavramlarına karşılık olarak kullanılmaktadır. (Madde 1)
Yeri gelmişken tekrarlamakta fayda var. Ulusal mevzuatımızda “menşe adı (designation of origin)” ve “mahreç işareti (geographical indication)” kavramlarının ikisini birden karşılamak üzere, yani şemsiye terim olarak “coğrafi işaret” kavramı kullanılmakta olup bu tanımların kapsamlarında, AB’deki kapsamlarından herhangi bir farklılık bulunmamaktadır. Gerek AB yasal düzenlemelerinde gerekse uluslararası alanda “geographical indication” kavramı ise; hem ulusal mevzuatımızdaki “coğrafi işaret” gibi şemsiye bir terim olarak hem de “mahreç işareti” tanımına karşılık olarak kullanılmaktadır. Kullanım yerine ve şekline göre “coğrafi işaret”in mi yoksa “mahreç işareti”nin mi kastedildiğinin anlaşılması mümkündür.
— Kişisel verilerin işlenmesi kapsamında gerçek kişilerin korunmasının temel haklardan olması nedeniyle AB’nin 2018/1725 ve 2016/679 sayılı Tüzükleri uyarınca; 2024/1143 sayılı Tüzüğe dayanarak yapılacak işlemlerde kişisel verilere yer verilmemesi, bunun mümkün olamaması halinde ise bu tür verileri içeren belgelerin, ayrı belgeler halinde sunulması öngörülmektedir. (Gerekçe 10 ve 11, Madde 3)
— Özellikle marka olmak üzere bir adın, coğrafi işaret dışında bir fikri mülkiyet hakkı olarak tescili; coğrafi işaret tescilinin iptalinden itibaren bir yıl süreyle yasaktır. Ancak söz konusu fikri mülkiyet hakkı coğrafi işaretin tescilinden önce mevcutsa veya söz konusu marka tescil edilmişse bu hüküm uygulanmaz. (Madde 25(3))
— Coğrafi işaretli bir ürünün başka bir ürünün üretiminde bileşen olarak kullanılması halinde söz konusu “işlenmiş ürünün” (processed product) adında, etiketinde ve tanıtım materyallerinde tescilli coğrafi işaretin kullanılmasına ilişkin kurallar; 2024/1143 sayılı Tüzüğün coğrafi işaret koruması (Madde 26), AB amblemleri ve kısaltmaları (Madde 37) ile tüketicilere gıda hakkında bilgi vermeyi düzenleyen 1169/2011 sayılı Tüzüğün Madde 7 ve 17 hükümlerine aykırı olmayacak şekilde oluşturulmuştur.
Bileşen olarak kullanılan coğrafi işaretli ürünün miktarı, işlenmiş üründe temel bir karakteristik özellik yaratacak düzeydeyse; işlenmiş üründe, coğrafi işaretli ürünle karşılaştırılabilecek başka hiçbir ürün kullanılmazsa ve bileşen olarak kullanılan coğrafi işaretli ürünün yüzdesi etikette belirtiliyorsa bu durumda “işlenmiş ürünün adında, etiketinde veya tanıtım materyallerinde coğrafi işaret kullanılabilecek”tir.
1169/2011 sayılı Tüzüğün Madde 2(2)(e) hükmünde tanımlanan “önceden paketlenmiş gıda (prepacked food)” üreticileri, coğrafi işaretli bir ürünü bileşen olarak kullanıyorsa ve bu kapsamda coğrafi işareti bu ürünün adında, etiketinde veya tanıtım materyallerinde kullanmak istiyorsa, söz konusu coğrafi işaret için onaylı (recognized) bir üretici grubu bulunması durumunda bu gruba, coğrafi işaretli ürünle ilgili “yukarıdaki şartları sağlayan kullanım gerçekleştirdiklerine dair yazılı bildirim”de bulunurlar. Bildirimden itibaren 4 ay içinde onaylı üretici grubu yazılı onay verip coğrafi işaretin kullanımıyla ilgili bağlayıcı olmayan bilgiler de ekleyebilir. 4 ay içinde cevap verilmezse, söz konusu hükümlere uygun şekilde kullanıma başlanabilir.
AB ülkeleri, kendi topraklarında kurulu önceden paketlenmiş gıda üreticileri için ek prosedürel kurallar belirleyebilir.
Bu madde ile tesis edilen hususlara aykırı olmayacak şekilde, onaylı üretici grubu ve önceden paketlenmiş gıda üreticisi, coğrafi işaretin kullanım şekline dair teknik ve görsel hususları içeren sözleşme yapabilir.
Bu madde, distile alkollü içkiler için uygulanmaz. (Madde 27)
— Başvuru yapma hakkına, eski tüzükte olduğu gibi “yasal oluşumuna bakılmaksızın başvuruya konu ürünü üreten üreticilerden oluşan birlik” sahiptir. Oldukça ayrıntılı biçimde düzenlenen üretici grubu konusunda, AB ülkeleri ilave koşullar belirleme yetkisine sahiptir. (Madde 32)
— Madde 32’ye ilave olarak AB ülkeleri, “onaylı üretici grubu (recognized producer group)” sistemi benimseyebilir ve bu sadece talep üzerine gerçekleşen bir işlemdir. Konu hakkındaki ayrıntılara Madde 33’te yer verilmiştir.
2- 2025/26 sayılı Uygulama Yönetmeliği, coğrafi işaretler için öngörülen yenilikler ve değişiklikler bakımından genel hatları ile aşağıda özetlenmektedir.
— Coğrafi işaret ve geleneksel ürün adı başvuru, AB düzeyindeki değişiklik ve iptal taleplerinden, yetersiz/eksik olanların reddedilmesi için ön şekli inceleme mekanizması kurularak kurnazca/hileli yapılan taleplerin önüne geçilecek ve dolayısıyla AB Komisyonu incelemesinin kolaylaştırılarak hızlandırılması sağlanacaktır. (Gerekçe 5 ve 18)
— Yönetmeliğin kapsamı; coğrafi işaretler bakımından tescil başvurusu, AB düzeyindeki değişikliklerin onaylanması, standart değişikliklerin bildirilmesi, iptal, sicilin yönetimi, “uygunluğun onaylanması (attestation of compliance)” sisteminin kurulması ve etiketleme; geleneksel ürün adı bakımından ise tescil başvurusu, değişikliklerin onaylanması, iptal, sicilin yönetimi, uygunluğun onaylanması sisteminin kurulması ve etiketleme şeklinde. (Madde 1)
— Üçüncü ülke başvurularında AB Komisyonuna sunulacak belgelerin, Komisyon tarafından gerektiğinde dijital sisteme kayıt yapılabilmesini sağlamak amacıyla düzenleme yapılabilir formatta olması gerekir. (Madde 2)
— 2024/1143 sayılı Tüzüğün Madde 15 hükmü uyarınca yapılacak incelemeden önce gerçekleştirilecek şekli inceleme neticesinde, başvuruda bulunması gereken türde bilgi ve belgelerde eksiklik tespit edilirse başvuru yapılmamış sayılarak başvuru yapana bilgi verilir. (Madde 3)
— Tek belge (single document); gıda-tarım ürünleri ve distile alkollü içkiler için 2.500, şaraplar için de 5.000 kelimeden fazla olamaz ancak bu eşikler, zorunluluğu kanıtlanan durumlarda aşılabilir. Üçüncü ülke başvurularına ait tek belgelerin ise, kaynaklandıkları ülkelerdeki tescillerine sadık bir içerikte oldukları ve aralarında önemli bir farklılık/uyumsuzluk bulunmadığı garanti edilmelidir. (Madde 4)
— Başvuru veya değişiklik talebi, birden fazla “farklı ürünler (distinct products)” içeriyorsa ilgili şartların, her bir ürün için ayrı ayrı karşılanması gerekir. Hükümde bahsi geçen “farklı ürünler (distinct products)”, “aynı tescilli adı kullanmalarına rağmen piyasaya sürüldüğünde farklılaştırılan veya tüketiciler tarafından farklı ürünler olarak kabul edilen ürünler” anlamına gelir. (Madde 7)
— AB Komisyonu tarafından 2024/1143 sayılı Tüzüğün Madde 15 hükmü uyarınca yapılacak incelemede başvuruda değişiklik meydana gelirse ve AB ülkeleri bu değişikliğin, menfaati olan kişiler bakımından ulusal düzeyde gerçekleşen itiraz aşamasında gündeme gelmediğine karar verirlerse bu durumda, ulusal düzeyde ek bir itiraz prosedürü uygulandıktan sonra yeniden düzenlenmiş belgeler AB Komisyonuna iletilir. Böyle bir durumun üçüncü ülke başvurularında gerçekleşmesi halinde başvuru yapan tarafından yeniden düzenlenen tek belge ve şartname AB Komisyonuna iletilir. (Madde 8)
— İtirazda bulunmak için gerekli bilgiler/belgeler arasında, “itiraz kapsamında bulunabilecek kişisel verilerin ilgili taraflara iletilmesi konusunda AB Komisyonuna yetki verilmesi” de yer almaktadır. (Madde 9)
— AB düzeyinde gerçekleştirilecek değişiklik taleplerinde üçüncü ülkeler için öngörülen ilave şartlar arasında “üçüncü ülkede ürün şartnamesinin değişikliğe uğramış halinin yayımlanmasına ilişkin atıf”, “talep edilen değişikliğin söz konusu üçüncü ülkede yürürlükte olan coğrafi işaretlerin korunmasına ilişkin kurallara uyduğunun kanıtı” ve vekil tarafından temsil ediliyorsa “vekaletname” yer almakta. Talep sahibinin isim ve iletişim bilgileri AB Komisyonuna ayrıca iletilir ancak iletişim bilgileri, yayımlanan bilgiler arasında yer almaz. (Madde 10)
— Standart değişikliklere ilişkin taleplerde talep sahibi AB ülkesi, üçüncü ülkenin veya üretici grubunun iletişim bilgileri talepten ayrı biçimde AB Komisyonuna iletir ancak talep sahibinin adı yayımlanırken iletişim bilgileri yayımlanmaz. Üçüncü ülkelerden yapılan bu tür taleplerde ilave olarak üçüncü ülkenin standart değişikliği onama kararı, tek belge ve şartnamenin değişikliğe uğramış hali ile değişikliğin üçüncü ülkede uygulanabilir nitelikte olduğunun kanıtı istenir. (Madde 12)
— 2024/1143 sayılı Tüzüğün Madde 25(1) hükmü uyarınca yapılacak iptal taleplerinde, üçüncü ülkeler için denetimden sorumlu kurum/kuruluş adı belirtilir.
AB ülkeleri ulusal düzeyde iptal prosedürü uygulayabilirken AB Komisyonunun kendi inisiyatifiyle uygulayacağı ve 2024/1143 sayılı Tüzüğün 15(4). maddesine göre itiraza tabi tutacağı iptal prosedürü AB düzeyinde olur.
2024/1143 sayılı Tüzüğün 25(2). maddesi uyarınca ilgili üreticiler tarafından yapılacak iptal taleplerinde eğer onaylı üretici grubu varsa bu talep sadece bu grup tarafından yapılabilir. Üçüncü ülkelerin resmi otoritelerince sunulacak iptal taleplerinde; ilgili üreticilerin tamamının iptal talebini istediği ve bu durumu kendilerine ilettiğinin beyanı gerekir.
Üçüncü ülke kaynaklı iptal talebi, ilgili üreticilerce doğrudan AB Komisyonuna yapılırsa iptal talebinin tüm üreticilerin ortak iradesi olduğu beyanı ile kendilerini temsilen görevlendirdikleri temsilciye verilen vekâletname sunulması gerekir. (Madde 14)
—2024/1143 sayılı Tüzüğün 22. maddesi uyarınca dijital ortamda ve AB’nin tüm resmi dillerinde oluşturulacak AB Sicili (Union register) kapsamında başvuru, itiraz, tescil, değişiklik ve iptal gibi işlemlere ilişkin kayıtlar yer alacak. Bu sicilin sahibi AB Komisyonu, yöneticisi ise AB Fikri Mülkiyet Ofisi – EUIPO olacak.
Tescilli adların birden fazla ada, transkripsiyona ve transliterasyona sahip olması durumunda bu adlar “… boşluk / boşluk …” düzenine göre ayrılmış alternatif adlar olarak sicile kaydedilir. (Madde 16)
— Geleneksel ürün adlarına ilişkin AB Sicilinin ise hem sahibi hem de yöneticisi AB Komisyonu olacak, diğer bir ifadeyle geleneksel ürün adları bakımından EUIPO’nun görevi bulunmayacak. (Madde 32)
— “Uygunluğun Onaylanması (attestation of compliance)” başlıklı maddede, denetimlere ilişkin kurallar oldukça ayrıntılı biçimde düzenlenmiştir. (Madde 17)
Bu maddede, 2024/1143 sayılı Tüzüğün 45. maddesine atıf ve 45. maddede de aynı tüzüğün 39. maddesine atıf bulunmaktadır. Söz konusu maddelerinin tümünün birlikte değerlendirilmesinden AB ülkeleri için temel denetim prensiplerinin aşağıdaki gibi oluşturulduğu anlaşılmaktadır.
Belirli bir coğrafi işaret kapsamındaki herhangi bir faaliyete katılmak isteyen her işletmeci (operator), yetkili makamlara (competent authority), yetkilendirilmiş kuruluşlara (delegated body) veya ilgili gerçek kişilere bildirimde bulunur, AB ülkeleri bu işletmecilerin listesini hazırlayıp güncel tutar. 2024/1143 sayılı Tüzük Madde 2 uyarınca “işletmeci (operator)”, ürün şartnamesinde belirtilen şartlara ilişkin faaliyette bulunan gerçek veya tüzel kişidir.
Piyasaya sürülmeden önce ürünlerin tescile uygunluğunun sağlanması, üreticilerin kendi sorumluluğundadır. (Own control)
Üreticilerin kendi sorumluluğunun yanı sıra, ürünler piyasaya sunulmadan önce 2017/625 sayılı Tüzüğün 3(3). maddesinde belirtilen bir veya daha fazla yetkili makam tarafından veya 2017/625 sayılı Tüzüğün II. Başlığı, III. Bölümünde belirtilen belirli resmi kontrol görevlerinin devredildiği bir veya daha fazla yetkilendirilmiş kuruluş veya gerçek kişi tarafından denetlenir. 2017/625 sayılı AB Tüzüğü “gıda ve yem mevzuatının, hayvan sağlığı ve refahı, bitki sağlığı ve bitki koruma ürünlerine ilişkin kuralların uygulanmasını sağlamak amacıyla yapılan resmi kontroller ve diğer resmi faaliyetler hakkında”dır.
Üçüncü ülke kaynaklı coğrafi işaretlerde ürün piyasaya sürülmeden önceki kontroller, “üçüncü ülke tarafından belirlenmiş bir veya daha fazla yetkili makam” veya “bir veya daha fazla ürün sertifikasyon kuruluşu” tarafından gerçekleştirilmelidir.
AB Komisyonu, yetkili makamların ve ürün sertifikasyon kuruluşlarının ad ve adresleri dahil olmak üzere üçüncü ülkeler tarafından yapılacak bildirimlere ilişkin uygulama kuralları düzenleyecektir.
2024/1143 sayılı Tüzüğün 38. maddesinde göre kontroller, “coğrafi işarete konu ürünün şartnameye uygun olarak üretildiğinin doğrulanması” ve “çevrimiçi arayüzler dahil olmak üzere piyasada coğrafi işaretlerin kullanımının doğrulanması”dır. Yetkili makamlar, yetkilendirilmiş kuruluşlar ve belirli resmi kontrol görevlerinin devredildiği gerçek kişiler, 2017/625 sayılı Tüzükte öngörülen şartları karşılamalıdır.
2024/1143 sayılı Tüzüğün 38. maddesinde göre yetkilendirilmiş kuruluşlar (Madde 39(3)(b)) ve üçüncü ülkelerdeki ürün sertifikasyon kuruluşlarının (Madde 39(4)(b)) “ISO/IEC 17065 Uygunluk değerlendirmesi – Ürünleri, süreçleri ve hizmetleri sertifikalandıran kuruluşlar için şartlar” veya “ISO/IEC 17020 Uygunluk değerlendirmesi – Muayene gerçekleştiren çeşitli türdeki kuruluşların işletilmesi için şartlar” standartları uyarınca akredite olması şarttır.
2024/1143 sayılı Tüzüğün 45. maddesinde göre; ürün şartnamesine uygunluğu onaylanan bir işletmecinin talebi üzerine ve ilgili AB ülkesinde uygulanan sisteme bağlı olarak “dijital de dahil olmak üzere uygunluk belgesi alır” veya “yetkili makamlar tarafından tutulan onaylanmış işletmeler listesine kayıt edilir”. Tasdik işlemi ve listeler risk değerlendirmesi uyarınca periyodik olarak güncellenir ve yaptırım otoriteleri, gümrükler vb. kurumlarla talep üzerine paylaşılır.
Üçüncü ülkelerde üretilen coğrafi işaretli ürünler AB’ye ithal edilirken; AB’deki ithalatçının coğrafi işaretli ürünün işletmecisinden talep etmesi halinde, üçüncü ülkenin ulusal kontrol makamı veya sertifikasyon kuruluşu tarafından coğrafi işaretli ürünün işletmecisine verilen sertifikasyonun kanıtı sunulur.
Kâğıt veya elektronik biçimdeki kanıt; tasdik veya yetkilendirilmiş işletmecilerin listesi şeklinde olabilir ve doğrudan ilgili ulusal kontrol otoritesi veya sertifikasyon kuruluşu tarafından da sunulabilir.
Doğrudan AB resmi dillerinden birinde hazırlanan veya bu dillerden birindeki çevirisi eklenmiş biçimde sunulacak kanıt, ürünün pazarlanacağı AB ülkesinde kolayca anlaşılabilecek yazı karakterlerinden oluşmalıdır. Ayrıca ithalatçıya sunulduğu tarihte, üçüncü ülke ulusal yasalarına göre süresi dolmamış olmalıdır.
Coğrafi işaretli ürünün ithalatçısı, yukarıda bahsi geçen sertifikasyon kanıtını gerektiğinde gümrük otoritelerine ve AB piyasasında serbest dolaşım için beyan edilen mallarda coğrafi işaretlerin kullanımını doğrulamakla görevli otoritelere sunmakla yükümlüdür. İthalatçı ayrıca, ticaret sırasında bu kanıtı isteyenlere ve kamuya da sunabilir. (Madde 17(4) ve (5))
— 2024/1143 sayılı Tüzüğün 50. maddesinde belirtilen tek belgede, coğrafi işareti taşıyan ürün tanımlanırken söz konusu ürünün türü bakımından yaygın olarak kullanılan tanımlamalar ve standartlar esas alınmalıdır. Ancak ürünün tanımlanması, 2024/1143 sayılı Tüzüğün 46. maddesinde belirtildiği üzere, tamamıyla ürünün ayırt edici özelliklerine ve kalitesine odaklanarak ve ilgili ölçü birimleri ile teknik terimler kullanılarak yapılmalı, aynı ürün türündeki tüm ürünler için geçerli olan teknik özelliklere ve ilgili yasal zorunluluklara yer verilmemelidir. (Madde 18)
— Hayvansal kaynaklı ürünü konu alan menşe adı başvurusunun şartnamesinde, hayvanın beslenmesinde kullanılan yemin menşe ve kalitesi hakkındaki kurallar açıklanmalıdır. (Madde 19)
— Coğrafi işaret şartnamesi; ürünün coğrafi kaynağını kanıtlaması için coğrafi sınırdan gelmesi gereken ürün, ham maddeler, yem ve diğer maddelerle ilgili olan prosedürleri tanımlamalıdır. İşletmeler aşağıdaki unsurları tanımlayabilmelidir.
a) Alınan tüm ham madde ve ürün partilerinin tedarikçisi, miktarı ve menşesi.
b) Tedarik edilen ürünlerin alıcısı, miktarı ve varış yeri.
c) (a) bendinde belirtilen her girdi partisi ile (b) bendinde belirtilen her çıktı partisi arasındaki korelasyon. (Madde 20)
— 2024/1143 sayılı Tüzük uyarınca AB Komisyonuna yapılacak talepler, AB ülkeleri için aynı tüzüğün 14 ve 58. maddelerinde belirtilen dijital sistem üzerinden, üçüncü ülkeler için de 2025/26 sayılı Yönetmeliğin ekindeki formlar kullanılmak suretiyle e-posta üzerinden sağlanacak. Ancak AB ülkeleri itiraz, iptal vb. taleplerin kapsamlarında yer alabilecek kişisel veriler nedeniyle 2025/26 sayılı Yönetmeliğin 9(1) ve (2), 14, 27(1) ve (2) ile 30. maddelerinde belirtilen belgeleri e-posta ile AB Komisyonuna iletecek. Resmi nitelikteki teknik e-posta iletişiminin sağlanabilmesi için AB ülkeleri, AB Komisyonuna kurumsal nitelikte birim, posta, telefon ve işlevsel e-posta bilgisi sağlayacak ve bu bilgileri güncel tutacak. Bu bilgiler içinde kişisel veri kesinlikle bulunmayacak. AB Komisyonu iletişim bilgilerini gerektiğinde kamuya sunabilecek. (Madde 35)
— 2025/26 sayılı Yönetmelikte ayrıca, şarap sektörüyle ilgili düzenlemeleri içeren 1308/2013 sayılı Tüzüğe ait 2019/34 sayılı Uygulama Yönetmeliğinde meydana gelen değişiklikler de yer almaktadır. (Madde 38)
— 2025/26 sayılı Yönetmelikle; gıda-tarım ürünlerindeki coğrafi işaret dahil kalite göstergelerinin korunmasıyla ilgili 1151/2012 sayılı Tüzüğün 668/2014 sayılı Uygulama Yönetmeliği ve distile alkollü içki sektörüyle ilgili 2019/787 sayılı Tüzüğe ait 2021/1236 sayılı Uygulama Yönetmeliği yürürlükten kaldırılmıştır. (Madde 39)
— 2025/26 sayılı Yönetmeliğin ekinde, 2024/1143 sayılı Tüzük uyarınca yapılabilecek taleplere ilişkin formlar, coğrafi işaret ve geleneksel ürün adı amblemlerine ilişkin kurallar ile geleneksel ürün adı korumasına konu olabilecek ürünlerin sınıflandırması yer almaktadır.
Avrupa Birliği (AB) nezdinde gıda-tarım ürünleri, şaraplar ve distile alkollü içkiler bakımından üç farklı yasal düzenleme uyarınca coğrafi işaret, geleneksel ürün adı ve diğer kalite göstergelerine sağlanan koruma şartlarını birleştiren, sadeleştiren ve güçlendiren 11 Nisan 2024 tarihli ve 2024/1143 sayılı AB Tüzüğü, 13 Mayıs 2025 tarihinden itibaren yürürlükte.
Bilindiği üzere 2024/1143 sayılı Tüzük; bünyelerinde aynı zamanda ilgili ürünlerin piyasa düzenlemesi hükümlerini de barındıran, şaraplar için 1308/2013 sayılı Tüzüğü ve distile alkollü içkiler için 2019/787 sayılı Tüzüğü değiştirirken, gıda-tarım ürünlerine ilişkin sadece tescil ve koruma şartlarını düzenleyen 1151/2012 sayılı Tüzüğü yürürlükten kaldırmıştı.
Uzun süredir merak konusu olan 2024/1143 sayılı Tüzüğün uygulanma şartları ise, 15 Ocak 2025 tarihli AB Resmi Gazetesinde yayımlanarak yayımdan üç gün sonra yürürlüğe giren 30 Ekim 2024 tarihli 2025/26, 2025/27, 2025/28 ve 2025/29 sayılı toplam dört yasal düzenleme ile kesinleşti. Söz konusu yasal düzenlemelerde önemli olduğu düşünülen hususlara, kapsamlarının genişliği nedeniyle iki bölüm halinde yer vereceğiz.
Yazı dizimizin ilk bölümünde üç adet “yetki devrine dayanan tüzük” (delegated regulation), ikinci bölümünde ise 2024/1143 sayılı Tüzüğün 2025/26 sayılı Uygulama Yönetmeliği hakkında bilgiler bulunuyor.
2025/29 sayılı Tüzük: Distile alkollü içkilerle ilgili 2019/787 sayılı Tüzükten, coğrafi işaretlerin korunmasıyla ilgili hükümlerin çıkarılmasının ardından, 2019/787 sayılı Tüzüğe ait 2021/1235 sayılı Yetki Devrine Dayanan Tüzük yürürlükten kaldırılmıştır. Distile alkollü içkilere sağlanan coğrafi işaret koruması sadece mahreç işareti şeklindedir.
2025/28 sayılı Tüzük: Şarap sektörüyle ilgili 1308/2013 sayılı Tüzükten, coğrafi işaretlerin korunmasıyla ilgili hükümlerin çıkarılmasının ardından, 1308/2013 sayılı Tüzüğe ait 2019/33 sayılı Yetki Devrine Dayanan Tüzükte bazı değişiklikler yapılmıştır. Şarap sektöründe sağlanan coğrafi işaret koruması hem menşe adı hem de mahreç işareti şeklindedir. 2025/28 sayılı Tüzük ile bu tür ürünlerin şartnamelerinde yer alacak ek şartlar, coğrafi sınırda (demarcated geographical area) üretime ilişkin istisnalar, şarap sektöründe geleneksel terimler için koruma prosedürü ve genel olarak şarap sektöründeki etiketleme ve sunum konularında düzenlemeler mevcuttur.
2025/27 sayılı Tüzük: Gıda-tarım ürünleriyle ilgili 1151/2012 sayılı Tüzüğün yürürlükten kaldırılmasının ardından, 1151/2012 sayılı Tüzüğe ait 664/2014 sayılı Yetki Devrine Dayanan Tüzük yürürlükten kaldırılmıştır. Gıda-tarım ürünlerine sağlanan coğrafi işaret koruması hem menşe adı hem de mahreç işareti şeklindedir.
2024/1143 sayılı Tüzüğü tamamlayıcı nitelikteki 2025/27 sayılı Tüzük esas olarak:
Coğrafi işaret açısından: itiraz prosedürüne; AB düzeyindeki değişiklik taleplerine; geçici değişiklikler de dâhil olmak üzere standart değişikliklerin onayı ve bildirilmesine; AB düzeyindeki değişiklikler ile standart değişiklikler arasındaki ilişkiye; tarım ürünlerine ilişkin coğrafi işaretlerde hammaddelerin temin edilmesine;
Geleneksel ürün adı açısından: tescil başvurularına; itiraz prosedürüne; ürün şartnamesindeki değişikliklerin onaylanmasına; geleneksel ürün adının, işlenmiş bir ürünün adında kullanılmasına;
ilişkin kuralları düzenler. (Madde 1)
2025/27 sayılı Tüzük genel hatları ile aşağıda özetlenmektedir:
1- Coğrafi İşaret:
— İtiraz Prosedürü: Hem başvuru hem de değişiklikler hakkında 2024/1143 sayılı Tüzüğün Madde 17(1) hükmü kapsamında yapılan itiraz, AB Komisyonu tarafından başvuru yapana veya değişikliği talep edene elektronik yolla bildirilerek, 3 ay içinde itiraz görüşmelerine başlanması konusunda davet edilir.
AB ülkeleri, 2024/1143 sayılı Tüzüğün Madde 17(6) hükmü kapsamında başvuruda meydana gelebilecek değişikliklerin önemli olduğunu ve ulusal itiraz prosedüründe değerlendirilmeyen hususları etkilediğini düşünürse, bu hususlar için ek bir itiraz prosedürü öngörebilir ve bu ek prosedürün uygun şekilde tamamlanmasının ardından itiraz sonucunu AB Komisyonuna iletir. (Madde 2)
— Standart Değişikliklerin Bildirilmesi: 2024/1143 sayılı Tüzüğün Madde 24(5) hükmüyle “standart değişiklik”; “kamu otoritelerince uygulanan zorunlu sağlık ve bitki sağlığı tedbirleri, doğal afet ve olumsuz hava koşulları ile jeopolitik olaylar da dâhil olmak üzere hammadde tedariğini etkileyen istisnai koşulların sonucunda ürün şartnamesinde geçici olarak meydana gelen değişiklik” olarak tanımlanır. Standart değişiklikler AB Komisyonuna, hem AB ülkeleri hem de üçüncü ülkeler için söz konusu değişiklik kararının verilmesini takiben en geç 1 ay içinde bildirilmelidir. Üçüncü ülkeler için bildirim yükümlülüğü, ilgili ülke otoriteleri veya ilgili üretici grubuna aittir. Ayrıca, standart değişikliklerin birden fazla AB ülkesini etkilemesi veya coğrafi sınırın bir kısmının üçüncü ülkeye ait olması durumunda; her bir ülkenin standart değişikliklere ilişkin prosedürü ayrı ayrı uygulaması gerekir. (Madde 5)
2- Geleneksel Ürün Adı:
— 2024/1143 sayılı Tüzüğün Madde 54 hükmünde belirtilen geleneksel ürün adı şartnamesi, gerekliliği ispatlanan durumların dışında 5.000 kelimeyi geçemez. Bu istisna, 2025/26 sayılı Uygulama Yönetmeliğinin 28. maddesiyle “şartnamede değişiklik talebinin 7.500 kelimeyi geçemeyeceği” şeklinde düzenlenen hükmü için de geçerlidir. (Madde 9)
— İtiraz Prosedürü: 2024/1143 sayılı Tüzüğün Madde 61(1) hükmü kapsamında yapılan itiraza ilişkin prosedür, coğrafi işaretler ile aynıdır. (Madde 10)
— Geleneksel ürün adına ilişkin değişiklik talebinin onaylanması sadece, 2024/1143 sayılı Tüzüğün Madde 66(1) hükmünde belirtilen değişiklikleri kapsar. (Madde 11)
— Geleneksel Ürün Adının İşlenmiş Bir Ürünün Adında Kullanılması: 2024/1143 sayılı Tüzüğün Madde 68 ve 70 hükümleri ile tüketicilere gıda bilgilerinin sağlanmasını öngören 1169/2011 sayılı Tüzüğün 7. ve 17. maddelerine halel getirmeksizin, geleneksel ürün adının işlenmiş bir üründe bileşen olarak kullanılması halinde işlenmiş ürünün adında, etiketinde veya tanıtım materyallerinde kullanılmasına ilişkin koşullar aşağıdaki gibidir:
İşlenmiş ürün, geleneksel ürün adına konu ürün ile kıyaslanabilir başka bir bileşen içermemeli.
Bileşen olarak kullanılan geleneksel ürün adına konu ürün, işlenmiş ürüne esaslı bir özellik kazandıracak miktarda kullanılmalı.
Geleneksel ürün adına konu ürünün işlenmiş üründeki bileşen yüzdesi etikette belirtilmeli. (Madde 12)
Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi (EUIPO) Beşinci Temyiz Kurulu, 16 Aralık 2024 tarih ve R 1596/2024-5 sayılı kararında, “EINSTEIN KAFFEE” ibareli ve içecek fincanı içeren marka başvurusunun 30, 33 ve 35. sınıflardaki bazı mal ve hizmetler bakımından tescil edilebilirliğini değerlendirmiştir. Söz konusu karara bu linkten ulaşılabilir.
Uyuşmazlığın özeti
Marka başvuru sahibi Einstein Kaffee Marketing GmbH, Haziran 2023’te aşağıdaki markanın 21, 29, 30, 32, 33, 35, 42 ve 43.sınıflardaki mal ve hizmetler için Avrupa Birliği (AB) markası olarak tescilini istemiştir:
Dosyayı inceleyen uzman, 11 Haziran 2024 tarihinde AB Marka Tüzüğü m. 7(1)(g) kapsamında yani yanıltıcılıktan ötürü markanın tescilini kısmen “çay, yapay kahve, kakao, kakao içeren içecekler (Sınıf 30); çay bazlı alkollü içecekler (Sınıf 33) ve bu içeceklerle ilgili (çevrimiçi) perakende hizmetleri (Sınıf 35)” yönünden reddetmiştir. Uzmana göre, işaretin açıkça yanıltıcı (aldatıcı) niteliği nedeniyle markanın yukarıda sayılan 30, 33 ve 35. sınıflardaki mallar ve hizmetler için tescil edilmesine izin vermek, bunların kahve olduğunu veya içerdiğini ima ederek, bunların doğası, kalitesi veya konusu açısından yeterince ciddi bir yanılma riski yaratacaktır. Zira burada, malların (hizmetlerin konusu olan mallar dahil) kahve olduğu veya kahve içerdiği yönünde açık bir bilgi verilmesine rağmen, reddedilen mal ve hizmetler gerçekte bu özelliklere sahip değildir. Uzman ayrıca, iki kelime arasındaki resme işaret ederek bunun sıcak kahve içeren fincan figürü olduğunu ve bu yanılgı riskini güçlendirdiğini belirtmiştir.
Marka başvuru sahibi, söz konusu karara itiraz etmiştir. İtiraz dayanaklarını özetlemek gerekirse öncelikle başlı başına yanıltıcı bir anlam taşıyabilecek bir unsurun varlığının, işaretin yanıltıcı bir anlam taşıdığı sonucuna varmak için yeterli olmadığı ve yanıltıcılığın işaretin bir bütün olarak nasıl algılandığına bağlı olduğu savunulmuştur. “Yanıltıcı” unsurun ek unsurlarla birleşimi, bir ürün veya hizmet veya bunların özellikleri hakkında bir ifadeyi iletmekten çok bir şirkete veya bir işletmeye atıfta bulunuyorsa veya işaretin unsurlarının birleşimi, yapay olarak bölünmemesi gereken mantıksal ve kavramsal bir birim oluşturuyorsa, kural olarak, malların ve hizmetlerin bir özelliğini belirten bir mesajı açıkça ilettiğinin varsayılamayacağı öne sürülmüştür. “Einstein Kaffee” teriminin, tüketicilerin yanılmasını ortadan kaldıran kavramsal bir birim oluşturduğu, “Einstein” ibaresinin reddedilen mallar açısından ayırt edici olduğu ve “Einstein kahvesi” adlı bir ürün bulunmadığı belirtilmiştir.
Ayrıca, piyasada kahve yapraklarından veya kahve çekirdeklerinden oluşan veya üretilen birçok çay ürünü bulunduğu ifade edilmiştir. Örnek olarak, kurutulmuş kahve yapraklarından elde edilen bir çay çeşidi sunan Kontaker Kaffee isimli işletmeye atıfta bulunulmuştur. Dolayısıyla, çay için “kahve” kelimesinin yanıltıcı olmayan bir şekilde kullanılmasının kolayca mümkün olduğu gösterilmeye çalışılmıştır, sonuçta söz konusu çay aslında kahveden üretilmektedir. Mevcut durumda, “kahve” kelimesinin bu nedenle de açıkça yanıltıcı olmadığı iddia edilmiştir. Aynı şekilde çayla ilgili mallar, çay bazlı içecekler yapmaya yönelik preparatlar, çay bazlı alkollü içecekler ve 35. sınıftaki ilgili hizmetler için de bu durumun geçerli olduğu belirtilmiştir. Yapay kahve ürünüyle ilgili olarak da “kahve” kelimesinin yanıltıcı olmadığı iddia edilmiştir. Yapay kahvenin, genellikle “malt kahvesi”, “tahıllardan yapılan kahve”, “meşe kahvesi”, “hindiba kahvesi”, “kahve kahvesi” veya “açık kahve” gibi kahvenin doğasını belirten başka bir ek unsurla birlikte “kahve” kelimesiyle de belirtildiği, dolayısıyla kahve kelimesinin bu açıdan yanıltıcı olarak kabul edilemeyeceği savunulmuştur. Bunun yanı sıra, “kahve” teriminin kakao ve kakao içeren içecekler açısından da yanıltıcı olmadığı iddia edilmiştir. Bunun nedeni olarak, kakao veya kakao çekirdeklerinin bulunduğu birçok farklı kahve ürününün olması gösterilmiştir.
Son olarak, kelime/şekil markasında temsil edilen fincanın içeriğinin ne olduğunun belirsiz olduğu, çünkü “kahve” ibaresi ile yazılmadığına dikkat çekilmiştir. Başvuru sahibine göre söz konusu fincan kolaylıkla çay veya kakao ile doldurulmuş olabilir. Bu nedenle, kelime/şekil markasında temsil edilen fincanın, markanın kahve veya kahve bazlı ürünler için kullanıldığı izlenimini güçlendirdiği değerlendirmesinde hemfikir olunmasının mümkün olmadığı belirtilmiştir. Tüketicilerin, başvurulan işareti, çay veya kakao dahil olmak üzere çeşitli ürünlerin sunulabileceği bir şemsiye marka olarak anlayacakları öne sürülmüştür.
Temyiz Kurulu kararı
Temyiz Kurulu, her şeyden önce, yerleşik içtihatlara göre, AB Marka Tüzüğü m. 7(1)(g)’nin uygulanabilirliği kapsamında, mal ve hizmetlerin geçmişini ve tüketicilerin anlayışlarını dikkate alarak, “ilgili tüketicilerin fiilen aldatılması veya yanıltılması” veya “ilgili tüketicilerin yanılma riskinin yeterince ciddi olması” gerektiğini vurgulamıştır. AB Marka Tüzüğü m. 7(2) uyarınca Kurul, ilgili tüketicileri, AB’deki Almanca konuşan halkı, yani Alman ve Avusturyalı tüketiciler olarak tanımlamıştır.
Bir işaretin yanıltıcı olarak algılanıp algılanmayacağının, ilgili tüketicinin, koruma talep edilen mal veya hizmetle bağlantılı olarak bu işareti nasıl algılayacağı ile ölçüleceği belirtilmiştir. Koyu renk içerikli, dumanı tüten bir fincanın resminin aldatıcılık değerlendirmesiyle başlayarak Kurul, fincanın herhangi bir sıcak içecekle doldurulabileceğini kabul etmesine rağmen, fincanın yanında hemen ‘KAFFEE’ kelimesinin görünmesinin, tüketicilerin fincandaki sıcak içeceği kahve olarak algılamasına yol açacağını ifade etmiştir. Dahası, Einstein Marketing tarafından seçilen fincanın “tipik bir kahve fincanı şekline” sahip olduğu düşünülmüştür. Temyiz Kurulu, bu nedenle ilgili halkın işareti olduğu gibi kabul ederek, kahvenin Einstein adlı bir kişi veya kuruluş tarafından sunulduğunu düşüneceğini tespit etmiştir.
30. sınıfta reddedilen mallar esas olarak çay ve kakao veya bunların ikameleri ile yapay kahvedir. Bu nedenle, öncelikli olarak genel halkı hedefleyen günlük tüketim için ucuz gıda maddeleri veya içecekler söz konusudur. Bu mallar ayrıca şefler, catering şirketleri ve kantin tedarikçileri gibi uzman bir halk tarafından da satın alınmaktadır. Yine de 30. sınıfta yer alan çay, kakao ve yapay kahve gibi mallar, tüketici tarafından çoğu zaman aceleyle ve hızlı bir şekilde satın alınır; bu durumda tüketicinin dikkat düzeyi yüksek değildir. Bu husus 33. sınıfta reddedilen çay bazlı alkollü içecekler bakımından da aynı şekilde değerlendirilmiştir. 35. sınıfta reddedilen hizmetler, yukarıda belirtilen mallarla ilgili toptan ve (çevrimiçi) perakende hizmetleri olup toptan hizmetler, bu malları toptan satmakla ilgilenen ve ortalamanın üzerinde bir dikkat düzeyi gösteren uzman bir halkı hedeflemektedir. (Çevrimiçi) perakende hizmetleri ise öncelikle dikkat düzeyinin ortalama olduğu genel halkı hedeflemektedir.
Temyiz Kurulu daha sonra kahve, çay, kakao ve yapay kahve ürünlerinin satıldığı yerleri ve koşulları ele alarak tüm bu ürünlerin ya kahve ile aynı raflarda ya da bitişik raflarda satıldığını, bu nedenle bu ürünlere karşı dikkat seviyesi genellikle düşük olan ortalama tüketicinin, açıklamaları veya sağlanan bilgileri dikkatlice analiz etmeden paketlerdeki ayrıntılara kısaca bakmasına ve bunları satın alıp almama konusunda hızlı bir karar vermesine yol açtığını belirtmiştir. “EINSTEIN KAFFEE” işareti ilgili halk tarafından kahve ile ilişkili ürünleri ifade ediyor olarak algılandığından ve çay, kakao ve yapay kahve ürünleri kahve ile aynı raflarda satıldığından, Kurul, bir tüketicinin kahve çekirdekleri içerdiğini umarak bir “EINSTEIN KAFFEE” paketini hemen alıp, aslında çay, kakao veya yapay kahve satın aldığını fark etmesinin oldukça olası olduğunu düşünmüştür.
Buna göre Kurul, işaretin kısmi ret kararı kapsamındaki mal ve hizmetler üzerinde veya bunlar için kullanıldığında ciddi bir yanılma riski oluşturması nedeniyle, uzmanın ilgili işareti tescil etmeyi reddetmesinde haklı olduğunu tespit etmiştir. “Einstein Kaffee”, “Einstein” ve “Kaffee” kelimelerinin birleşiminden başka bir anlama sahip kavramsal bir birim oluşturmadığından, bu iki kelime ayrılmış ve reddedilen işaretteki “Kaffee” (yani kahve) teriminin, reddedilen mal ve hizmetlerin içeriğine veya doğasına yanıltıcı bir şekilde atıfta bulunan tanımlayıcı bir unsur olarak anlaşılacağı sonucuna varılmıştır.
Temyiz Kurulu ayrıca, ilgili işaretin yanıltıcı yorumlara neden olmayan çeşitli şekillerde de kullanılabileceği için, AB Marka Tüzüğü m. 7(1)(g) uyarınca geçersiz sayılmaması gerektiği yönündeki başvuru sahibi iddiasını da reddetmiştir. İşaretin bir bütün olarak açık bir şekilde yorumlanmasının ardından, en azından yeterince ciddi bir yanılma riski varsa, işaretin yanıltıcı olarak algılanamayacağına dair başka şekilde yorumlanabilmesinin mümkün olması önemsiz görülmüştür.
Marka hukuku, pazardaki ürünlerin doğası, içeriği, kalitesi veya temel özellikleriyle ilgili yanıltıcı bilgi verilmesini engelleyerek tüketicilerin korunması için de işlevseldir. Bu nedenle, ortalama tüketici tarafından kahve ile ilgili ürün ve hizmetlere atıfta bulunduğu algılanan bir işaretin çay paketlerinde veya kakao ve yapay kahve gibi diğer başka kahve olmayan ürünlerde kullanılmasına izin vermek, yalnızca tüketicilerin korunması amacına aykırı olmakla kalmayacak, aynı zamanda markaların, işletmelerin veya hatta pazar yerlerinin güvenilirliğini de zedeleyebilecektir.
Bilindiği üzere, 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu’nun (SMK) 26’ncı maddesi ile markanın iptaline karar verme yetkisi Türk Patent ve Marka Kurumu’na (Kurum) verilmiştir. Ancak, bu yetkinin yürürlüğü SMK’nın 192’nci maddesiyle yedi yıl ertelenmiş, bu süreçte iptal yetkisinin mahkemeler tarafından kullanılmaya devam edeceği Kanun’da düzenlenmiştir (SMK Geçici Madde 4).
Gelinen aşamada, iptal yetkisinin kullanımına ilişkin olarak Sınai Mülkiyet Kanunun Uygulanmasına Dair Yönetmelik’te yapılan değişiklik 15 Mart 2025 tarihli 32842 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir (Değişiklikler bu bağlantıdan görülebilir.). Bu yazı içeriğinde, sistemin işleyişine ilişkin olarak Yönetmelik ile getirilen temel noktalar değerlendirilmektedir.
Yönetmelik değişikliği incelendiğinde, esasen Kanundaki düzenlemelerin korunduğu görülmektedir. Buna göre, markanın iptali ilgili kişiler tarafından Kurumdan talep edilebilecektir. Talep, sicilde marka sahibi olarak kayıtlı kişilere veya hukuki haleflerine karşı ileri sürülecektir. Talebin, iptal talep formuyla birlikte yapılması, ücretinin ödenmesi ve SMK 26’ncı maddesinde yer alan iptal sebeplerinden hangisine dayanıldığını içermesi gereklidir.
Herbir iptal talebi tek bir tescilli marka için yapılacaktır. Buna göre, aynı sahibe ait olsalar dahi tek bir başvuru ile birden fazla markanın iptalinin talep edilmesi mümkün olmayacaktır. Yönetmelikle Kanundaki durumun somutlaştırıldığı görülmektedir.
İptal talep formunda; iptali talep edilen markanın tescil numarasının, iptal talebine konu mal veya hizmetlerin, talep sahibinin veya varsa vekilinin kimlik ve iletişim bilgilerinin, iptal gerekçesi ile ücretinin ödendiğine ilişkin bilginin yer alması gereklidir. İptal talebinde eksiklik olması durumunda eksikliğin giderilmesi için talep sahibine bildirim yapılarak bir aylık süre verilecek, eksikliğin tebliğden itibaren başlayacak bu süre içerisinde tamamlanması beklenecektir. Tamamlanmaması durumunda, talep reddedilecektir. Bu haliyle, başvurunun esasen eksiksiz yapılması talep sahibinin veya varsa vekilinin sorumluluğuna bırakılmış, eksikliklerin tamamlanmaması halinde talebin reddedileceği ve ücret iadesi yapılmayacağı hüküm altına alınmıştır. Bu durumda, iptal için yeniden talep yapılması gerekecektir.
Şekli eksiklik içermeyen veya verilen süre içerisinde eksiklikleri tamamlanan talepler işleme alınacaktır. Yönetmelikte, Kuruma ön değerlendirme yapma yetkisinin verildiği görülmektedir. Buna göre, iptali istenen marka tescilli değilse veya marka hakkı bir nedenle sona ermişse ya da kullanmama nedeniyle iptali talep edilen marka 5 yıldan az süredir tescilli ise Kurum tarafından iptal talebinin reddine karar verilecektir. Bu aşamada başkaca bir inceleme ve bildirim yapılmasına gerek olmaksızın talep reddedilecektir.
Yönetmeliğe göre, şekli eksiklik içermeyen veya süresi içerisinde eksiklikleri tamamlanan ve ön değerlendirmeden geçen başvurularda Kurum, iptal talebini marka sahibine bildirir. Bu bildirimle iptal talebine ilişkin cevaplarını ve delillerini sunması için marka sahibine bir aylık süre verilir. Söz konusu bir aylık süre içinde talep edilmesi hâlinde Kurum bir aya kadar ek süre verir. Burada ek sürenin bir ay olarak verilme zorunluluğunun olmadığı, Kuruma bir aya kadar takdir yetkisinin tanındığı görülmektedir. Ek sürenin başlangıcıyla ilgili olarak Yönetmelikte bir düzenleme bulunmamakla beraber, savunma hakkının sınırlandırılmaması bakımından ek sürenin, cevap süresinin bittiği tarihten itibaren başlayacağını değerlendirmek mümkündür. Talep sahibinin başvurusu alındıktan sonra marka sahibine savunmasını sunması için süre verilmekte, akabinde inceleme aşamasına geçilmektedir. Ancak, Kurum gerekli gördüğü takdirde, ek bilgi ve belge sunulması veya bunlarla ve gerekçelerle ilgili açıklamada bulunulması için taraflara bir aylık süre verebilir. Bu yönüyle Kanundaki düzenlemenin Yönetmeliğe de aktarıldığı görülmektedir.
Söz konusu sürelerin Kanundan kaynaklandığı ve hak düşürücü nitelikte olduğu görülmektedir. İleride doğabilecek hak kayıplarının önüne geçilebilmesi için bu süreler içerisinde iddiaların, cevapların, delillerin ve delil listelerinin doğru ve eksiksiz bir şekilde sunulması son derece önem arz etmektedir. Nitekim hak düşürücü süreler içerisinde sunulmayan cevapların ve delillerin Kurum tarafından dikkate alınmayacağı Yönetmelikte açıkça düzenlenmiştir. Bu konuda dikkat edilmesi gereken, sonradan delil sunma imkânının dava aşamasında da mümkün olmayabileceğidir. Nitekim, Kurum tarafından markanın iptal edilmesinden sonra açılacak davanın konusu esasen markanın iptali değil, Kurum kararının iptali talebi olacaktır. Yerleşik yargı uygulamalarından da bilindiği üzere, bu davalarda mahkemeler Kurum kararının hukuka uygunluğunu idari aşamada ileri sürülen iddia ve deliller üzerinden incelenmekte, ilk defa dava aşamasında sunulan delilleri incelemeye esas almamaktadırlar. Bu uygulamaya göre, dava konusu Kurum kararının iptali olduğundan, idari süreçteki hak düşürücü süreler içerisinde sunulmayan delillerin dava aşamasında da sunulamayacağı değerlendirilebilir. Bu yönüyle, idari aşamada ve süresi içerisinde delillerin sunulmasının son derece önemli olduğu bir kez daha görülmektedir.
İptal taleplerinde, iptal şartlarının gerçekleştiğini ispat yükü kural olarak iddiada bulunan yani iptali talep tarafa aittir. Ancak, işin doğası gereği kullanmama nedeniyle iptal taleplerinde ispat yükü yer değiştirmekte ve marka sahibine geçmektedir. Yönetmelikte de buna ilişkin özel düzenlemelerin yapıldığı, markasının mevzuata uygun olarak kullanıldığını ispatlama yükünün marka sahibine yüklendiği görülmektedir. Kullanıma ilişkin delillerin sunulmaması veya yeterli olmaması durumunda Kurum iptal talebini kabul edecektir. Kullanımın ispatı konusunda sunulacak deliller hakkında itiraz aşamasındaki kullanmama define ilişkin düzenlemeye atıf yapılmıştır. Buna göre, Yönetmeliğin 30’uncu maddesi bu taleplerde de kıyasen uygulanacaktır.
Yönetmelikte, incelemenin Kurumda hangi daire tarafından yapılacağı açıkça düzenlenmemiştir. Ancak, genel sistematiğine bakıldığında bu yönde bir düzenlemenin diğer hükümlerde de olmadığı görülmektedir. Bu haliyle düzenlemenin diğer maddelerle uyumlu olduğu değerlendirilebilir. İçeriği itibariyle bu aşamada ilk incelemenin Markalar Dairesi tarafından yapılacağı anlaşılmaktadır. Markalar Dairesi’nin bu kararına karşı diğer kararlarında olduğu gibi itiraz etme imkânı bulunmaktadır. Zira Yönetmeliğin 31’inci maddesi bu konuda da uygulanabilir niteliktedir. Kaldı ki 4 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin 375’inci maddesi de sınai mülkiyet haklarına ilişkin olarak ilgili dairelerin almış oldukları kararlara karşı Yeniden İnceleme Değerlendirme Dairesi (YİDD) nezdinde itiraz edilebileceğini düzenlemektedir. Buna göre de iptal talebine ilişkin olarak daire tarafından verilen karara karşı dava açmadan önce zorunlu idari başvuru yolunun tüketilmesi ve karara itiraz edilmesinin gerekli olduğu değerlendirilmektedir.
Yönetmeliğe göre, Kurum tarafından verilen nihai iptal kararı ilgili sicile kaydedilecek ve Bülten’de yayımlanacaktır. Burada nihai kararlardan kastedilenin, Kurumun iç süreçlerinde kararın nihai hale gelmesi, diğer bir ifadeyle kesinleşmesi olduğu değerlendirilmektedir. Süresi içerisinde itiraz edilemeyen Markalar Dairesi kararları ile itiraz üzerine Yeniden İnceleme Değerlendirme Kurulu (YİDK) tarafından verilen kararların bu kapsamda olduğu değerlendirilmektedir. İptal talepleri Kuruma yöneltileceğinden, son inceleme mercii YİDK olacaktır. Kurul’un kararlarının icrai nitelikte idari işlem oldukları, idare hukuku kapsamında hukuka uygunluk karinesinden yararlandıkları bilinmektedir. Bu yönüyle işlem gereğinin hemen tesis edilmesi gerektiği değerlendirilmektedir. Bu kararlara karşı dava açılmış olmasının varılan sonucu değiştirir nitelikte olmadığı düşünülmektedir. Nitekim idarenin sürekliliği gereği tesis ettiği işlemin gereğini yapma zorunluluğu bulunmaktadır. Buna göre, ilgili dairenin vermiş olduğu kararlara karşı itiraz edilmemesi durumunda 2 aylık itiraz süresinin sonunda, itiraz edilmesi durumunda ise YİDK’nun karar vermesi sonunda oluşacak durumun sicile kaydedilerek Bülten’de yayımlanacağı değerlendirilmektedir. SMK 5 ve 6’ncı maddeleri kapsamında yapılan itiraz incelemeleri dahil Kurum’un tüm işlemlerinde de benzer yönde bir uygulamanın benimsendiği bilinmektedir.
Yönetmelikte iptal ücretine ilişkin olarak, diğer düzenlemelerde olmayan farklı bir uygulamanın benimsendiği görülmektedir. Yönetmeliğin 30/B maddesine göre iptal ücreti, “Kurum ücreti” ve “emanet hesabında tutulacak ücret” olmak üzere iki parçadan oluşmaktadır. Bu ücret, başvuru sırasında tek seferde tahsil edilecektir. “Kurum ücreti” inceleme sonucunda her şartta Kuruma gelir olarak kaydedilecektir. “Emanet hesabında tutulacak ücret” ise iptal talebinin tümden reddedilmesi durumunda sicilde kayıtlı marka sahibine; iptal talebinin tümden kabul edilmesi durumunda ise iptal talebi sahibine ödenecektir. İptal talebinin kısmen kabul veya reddedilmesi durumunda ise bu ücret de Kuruma gelir olarak kaydedilecektir. İade, ilgilisinin talebi üzerine yapılacaktır. Talepte bulunabilmesi için Kurum tarafından nihai kararın verilmiş olması şartı aranmaktadır. Bu kapsamda, yukarıda açıklandığı üzere, Markalar Dairesi kararına karşı süresi içerisinde itiraz edilmemiş olması veya itiraz konusunda YİDK tarafından karar verilmiş olması gereklidir. Kararların bu şekilde kesinleşmesini müteakip on yıl içinde talep edilmeyen ücretler de yine Kuruma gelir olarak kaydedilecektir. Eğer, iptal talebi aşamasında başta belirtilen eksiklikler mevcutsa ve bu eksiklikler süresi içerisinde tamamlanmazsa başvurunun reddedileceği ve ücret iadesinin yapılmayacağı yukarıda ifade edilmişti. Ancak, eksiklik nedeniyle ret durumunda, emanet hesapta tutulan ücrete ilişkin kısmın talebi üzerine parayı yatırana iade edileceği düzenlenmiştir. Söz konusu “emanet hesabında tutulacak ücret”in hukuki niteliği tartışmaya açık olsa da gelinen aşamada mevcut düzenlemelerden farklı olarak iptal taleplerinde iki parçalı ücrete yer verildiği görülmektedir.
Bilindiği üzere, Kanun yürürlüğe girmiş olmasına karşın Yönetmelik daha sonraki tarihte yürürlüğe girmiştir. Aradaki dönemde de iptal taleplerine ilişkin ön başvurular alınmıştır. Bu konuda Yönetmeliğe bir geçici madde konulduğu görülmektedir. Buna göre, Yönetmeliğin yayımı tarihinden önce ön başvuru olarak alınan taleplerde de Yönetmeliğin 30/A maddesine göre eksiklik bildirimi yapılacağı, eksikliklerin süresi içerisinde giderilmesi halinde bu taleplerin de 30/A maddesi hükümlerine göre sonuçlandırılacağı düzenlenmiştir. Yine aynı geçici maddede, bu talepler yönünden 30/B maddesi hükümleri uygulanmayacağı düzenlenmiştir. Buna göre, söz konusu önceki başvurulardan, ücrete dahil olduğu belirtilen “emanet hesabında tutulacak ücret” kısmının alınmayacağı anlaşılmaktadır.
İptal taleplerinin geri çekilmesine Yönetmelikte imkân verildiği ve bu yönde Yönetmeliğin 33’üncü maddesinde değişiklik yapıldığı görülmektedir. Yönetmeliğin 124’üncü maddesinde yapılan değişikliğe göre ise iptal talebinin geri çekilmesi işlemi marka vekili tarafından yapılacaksa bu yetkiyi açıkça içeren vekâletnamenin aslının veya onaylı örneğinin Kuruma sunulması gereklidir.
Sonuç olarak, uzun zamandır beklenen Yönetmelik değişikliği yürürlüğe girmiştir. Yönetmelikle bir yol haritası çıkarılmış olsa da uygulama belirsizliklerinin bu aşamada devam edeceğini öngörmek mümkündür. Bu nedenle, genel ilkeleri belirleyen kılavuzların hazırlanması ihtiyacı olduğu değerlendirilmektedir. Uygulamanın netleştirilmesi ve olası sorunların önüne geçilmesi tüm paydaşların katılımıyla mümkün olabilecektir. Uygulama şekillenirken yargı içtihatlarının ve doktrinin oluşturduğu bilgi birikiminin yol gösterici olarak esas alınması son derece önemli olacaktır. Bu kazanımların korunmasıyla süreçlerin işleyişi daha etkin hale getirilebilecektir.
5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu (FSEK) m. 1/B (j) hükmü, eserle doğrudan bağlantılı olan ve eserin topluma sunulmasına aracılık eden kişilere tanınan hakları düzenlemektedir. Bağlantılı haklar kavramı komşu haklar ile film yapımcılarını kapsayan üst bir kavramdır. FSEK’e göre “bağlantılı haklar”, eser sahibinin manevi ve mali haklarına zarar vermeden, komşu hak sahipleri ile filmlerin ilk tespitini gerçekleştiren film yapımcılarının sahip olduğu haklardır.
Eser Sahibinin Haklarına Komşu Haklar Yönetmeliği (KHY) m. 4/1(a) hükmüne göre; komşu hak, eser sahibinin haklarına zarar vermeden ve onun rızası ile bir eseri özgün biçimde icra eden veya icrasına katılan, bir icrayı ya da sesleri ilk defa tespit eden, yayınlayan gerçek ve tüzel kişilerin münhasıran sahip oldukları; icrayı tespit etme, çoğaltma, kiralama, telli-telsiz her türlü araçla yayınlama ve kamuya açık yerlerde temsil suretiyle bundan faydalanma haklarını ifade etmektedir. Aynı Yönetmeliğin m. 4/1(b) hükmünde ise icracı sanatçı, sanat eserlerini ya da folklor eserlerini düzgün biçimde yorumlayan, tanıtan, anlatan, söyleyen, çalan veya dans eden kişiler olarak tanımlanmıştır.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kararında ele alınan uyuşmazlık, dava konusu sinema eserlerinin başrol oyuncusu ve icracı sanatçı statüsünde olan davacıların murisi Kemal Sunal ile bu eserlerin yapımcısı arasında, eserlerin yapımı sırasında imzalanan sözleşmelerin Sunal’ın, FSEK m. 80 uyarınca sahip olduğu mali hakların devri anlamına gelip gelmeyeceği ve bu değerlendirmenin sonucuna bağlı olarak, davacıların, dava konusu sinema eserlerinin salon dışında gösterimi nedeniyle FSEK m. 80 hükmüne dayalı olarak tazminat talebinde bulunup bulunamayacakları noktasında toplanmaktadır.
Bu kararın daha iyi anlaşılabilmesi için öncelikle sinema eserlerinde hak sahipliği ve sinema eserlerinde yer alan icracı sanatçılara[1] ilişkin mevzuat hükümleri ele alınacaktır.
Öncelikle belirtmek gerekir ki bağlantılı haklar, hukukumuzda ilk kez 4110 sayılı 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanununun Bazı Maddelerinin Değiştirilmesine İlişkin Kanun (4110 sayılı Kanun) ile girmiştir. Adı geçen kanun ile FSEK m. 80, 81 ve 82 nci maddelerinde değişikliğe gidilmiştir. Bu değişikliklerle, eser sahibi sayılmayan icracı sanatçılar, fonogram yapımcıları ve bunların tespitleri ile radyo ve televizyon kuruluşlarının yayın ve programlarına belirli haklar tanınarak hukuki koruma sağlanmıştır. Sonrasında ise 4630 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanununun Bazı Maddelerinin Değiştirilmesine İlişkin Kanun (4630 sayılı Kanun) ve 03.03.2004 tarihli ve 5101 sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun (5101 sayılı Kanun) ile yapılan değişiklikler sonrasında bağlantılı haklar, güncel hâlini almıştır.
i. Sinema Eserlerinde Hak sahipliği
a. 1952- 1995 arası dönem:
FSEK’in 1 Ocak 1952’de yürürlüğe giren ilk halinde, sinema eserinin sahibi, eseri imal ettiren yapımcı olarak kabul edilmiştir. O dönemde FSEK m. 29 gereği koruma süresi aleniyet tarihinden itibaren 20 yıl ile sınırlıydı.
b. 1995- 2001 arası dönem:
12 Haziran 1995 tarihinde yürürlüğe giren 4110 sayılı Kanun ile sinema eserlerinde eser sahipliği daha geniş bir çerçevede ele alınmıştır. FSEK m. 8 hükmüyle yönetmen, özgün müzik bestecisi ve senaryo yazarı eser sahibi olarak kabul edilmiştir. Ayrıca FSEK m. 29 hükmünde yapılan değişiklikle sinema eserleri için koruma süresi aleniyet tarihinden itibaren 70 yıla çıkarılmıştır. 4110 sayılı Kanun ile yapılan değişiklik sonrasında yapımcı, ancak eserin sahipleriyle yapacağı sözleşmeye göre malî hakları kullanabilecektir.
Bununla birlikte 4110 sayılı Kanun ile FSEK’e eklenen Ek m. 2 hükmüne göre yetmiş yıllık koruma süresinin, 4110 sayılı Kanun’un yürürlüğe girdiği 12.06.1995 tarihinden sonra alenileşen eserlere, yine sinema eseri sahipliği ile ilgili hükümlerin de bu Kanun’un yürürlüğe girmesinden sonra yapımına başlanan sinema eserlerine uygulanacağı düzenlenmiştir.
Bu durumda hak sahipliği ve koruma süresi bakımından 1995 öncesi ve sonrasında yapımına başlanan sinema eserleri şeklinde ikili ayrıma gitmek gerekmektedir.
ba. 12.06.1995 tarihinden önce yapımına başlanan sinema eserleri:
Buna göre 4110 sayılı Kanun’un yürürlüğe girdiği 12.06.1995 tarihinden önce yapımına başlanan sinema eserlerini imal ettiren bir yapımcı, mevcut durumda tek başına eser sahibi olarak kabul edilecek ve eser sahipliği yetmiş yıl süre ile koruma altında olacaktır. Zira eser sahipliğine dair FSEK Ek m. 2 hükmünün sadece 12.06.1995 tarihinden sonra yapımına başlanan sinema eserlerine uygulanacağı ifade edilmiştir. Dolayısı ile 12.06.1995 tarihinden önce meydana getirilen sinema eserlerinde eseri imal ettiren yapımcı, eser sahibi olarak kalmaya devam edecektir.
bb. 12.06.1995 tarihinden sonra yapımına başlanan sinema eserleri:
FSEK Ek m. 2 hükmü dikkate alındığında, 12.06.1995 tarihinden sonra yapımına başlanan sinema eserlerinde, eser sahipleri yönetmen, özgün müzik bestecisi, senaryo yazarı, diyalog yazarı, ve canlandırma tekniğiyle yapılmış sinema eserlerinde, animatördür. Dolayısı ile bu kişiler ancak 12.06.1995 tarihinden sonra yapımına başlanan sinema eserleri bakımından eser sahipliği sıfatına sahip olacaklardır.
Önemle belirtilmelidir ki; FSEK Ek m. 2 son fıkrasında yer alan bu hüküm, sadece sinema eser sahipliğiyle ilgili olarak ihdas edilmiş bir hüküm olup sinema eserlerinde rol alan icracı sanatçıların hakları bakımından herhangi bir kısıtlama içermemektedir.
c. 2001- Günümüz:
21 Şubat 2001 tarihli ve 4630 sayılı Kanun ile yapılan değişiklikle FSEK m. 8 bugünkü halini almıştır. Günümüzde sinema eserlerinde yönetmen, özgün müzik bestecisi, senaryo yazarı, diyalog yazarı ve canlandırma tekniğiyle yapılmış sinema eserlerinde animatör, eser sahibi olarak kabul edilmektedir. Bu kişiler, eser üzerindeki manevi ve mali haklara sahiptir. Yapımcı ise FSEK m.18 gereği yalnızca eser sahipleriyle yaptığı sözleşmeye dayanarak mali hakları kullanabilecektir.
4630 sayılı Kanun m. 36 hükmü ile sinema eserlerinin koruma süresinin aleniyet tarihinden itibaren yetmiş yıl olduğunu belirtilen FSEK m. 29 yürürlükten kaldırılmıştır. Dolayısı ile FSEK m. 27 hükmü gereğince, sinema eser sahibinin gerçek kişi olması durumunda koruma süresi eser sahibinin yaşadığı müddetçe ve ölümünden itibaren yetmiş yıl, eser sahibinin tüzel kişi olması durumunda ise aleniyetten itibaren yetmiş yıl olarak belirlenmiştir.
ii. İcracı sanatçıların durumu ve sahip oldukları haklar
a. 1952- 1995 arası dönem:
FSEK m. 80 ilk hali “Ticari maksatlarla imal edilen sinema eserlerinde baş rol alanlar, senaryo sahibi, besteci, rejisör, operatör, koro veya orkestra şefi, solistler, filmi imal eden kimselerden filim ve reklâmlarda adlarının zikredilmesini isteyebilirler.
Birinci fıkrada sayılan kimseler sinema eserlerinin umuma arzı veya radyo yahut buna benzer vasıtalarla yayımı sırasında yapılan reklâm ve ilânlarda da sinema veya radyo işletmelerinden adlarının zikredilmesini istiyebilirler.” şeklindedir. Bu kapsamda icracı sanatçılar sadece isminin zikredilmesini isteyebilme haklarına sahipti. Dolayısıyla 12.06.1995 tarihinden önceki dönemde bir sinema eserinde yer alan başrol oyuncusunun icrası üzerine herhangi bir mali hakkı olmadığından sinema eserinin umuma iletimi, temsili, çoğaltılması ve yayılması üzerinde herhangi yetkisi bulunmamakta, belirtilen 1952-1995 arasındaki dönemde sinema eserinin umuma iletimi, temsili, çoğaltılması ve yayılması üzerinde tek yetkili, eser sahibi olan yapımcı olup bu yetkiler ancak yapımcı tarafından kullanılabilmekteydi.
b. 1995- 2001 arasıdönem:
12.06.1995 tarihinde yürürlüğe giren 4110 sayılı Kanun’un 26. maddesi ile değiştirilen FSEK m. 80 hükmünde icracı sanatçılar, ilk defa komşu hak sahibi olarak tanımlanmışlardır. Söz konusu hükme göre, eser sahibinin maddî-manevî haklarına halel getirmemek şartıyla, fikir ve sanat eserlerini özgün bir biçimde icra eden, yorumlayan, icracı sanatçılar, eser sahibinin haklarına komşu hakları vardır. Söz konusu hükümler icracı sanatçılara, adın belirtilmesini isteme gibi manevi haklar ile sanatçının icrasını tespit etme, bu tespiti çoğaltma, kiralama, icranın telli-telsiz her türlü araçla yayınlanması ya da temsili suretiyle faydalanma hakkı gibi mali nitelikte haklar tanınmıştır. 4110 sayılı Kanun ile icracı sanatçıların haklarının, icranın ilk yayınından veya ilk alenileşmesinden itibaren yetmiş yıl süre ile koruma altına alındığı belirtilmiştir.
Ancak, adı geçen kanun ile icracı sanatçılara tanınan haklar, sadece 12.06.1995 tarihinden sonra yapımı gerçekleşen veya alenileşen eserleri üzerinde tanınmıştır. Bu nedenle icracı sanatçılar, 12.06.1995 tarihinden önce yapımı gerçekleşen veya alenileşen sinema eserlerindeki icraları bakımından komşu haklara sahip olamayacaktır[2].
Yine koruma süresinin uzatılmasına dair hükmün de 12.06.1995 tarihinden sonra alenileşen eserlere uygulanacağı belirtilmişti.
c. 2001 – Günümüz
4630 sayılı Kanun ile yapılan değişiklikle FSEK m. 80 ve devamındaki maddelerde yer alan bağlantılı haklar ve koruma süreleri yeniden düzenlenmiştir. Bu kapsamda icracı sanatçılar, icra sahibi olarak tanınma ve icrasının değiştirilmesini men etme (tahrifat veya bozmaya karşı çıkma) manevi hakları ile icranın tespit edilmesi, icranın canlı verilmesi, temsili; tespitin çoğaltılması, kiralanması ve veya ödünç verilmesi dahil olmak üzere yayılması; radyo-TV, uydu veya kablo gibi telli veya telsiz yayın kuruluşlarında yayını ve yeniden yayını; işaret, ses ve/veya görüntü nakline yarayan araçlarla yayın veya yeniden yayını; dijital ortamda umumun erişimine açma; telli ve telsiz araçlarla umuma iletimi mali haklarına sahiptir.
İcracı sanatçılara tanınan komşu haklar kapsamındaki koruma süresinin başlangıcı 4630 sayılı Kanun ile yapılan değişiklikle icranın yayınından değil icranın tespitinin yapıldığı tarihten başlayarak, yetmiş yıl devam olacağı kabul edilmiştir. İcra tespit edilmemiş ise bu süre, icranın ilk aleniyet kazanmasıyla başlayacağı da ifade edilmiştir.
4630 sayılı Kanun’un 35. maddesi ile FSEK Ek m. 2 hükmünde değişiklik yapılmıştır. Böylece, FSEK m. 80 ve devamındaki maddeler ile komşu hak sahipliğine dayalı olarak icracı sanatçılara sağlanan korumanın, 4630 sayılı Kanun’un yürürlüğe girdiği 03.03.2001 tarihi itibariyle T.C. vatandaşı eser sahipleri ve eser sahiplerinin hakları ile bağlantılı hak sahipleri tarafından üretilmiş Türkiye’de mevcut bütün eserler ile tespit edilmiş tüm icralara ve ülkemizin taraf olduğu uluslararası sözleşmelere ve anlaşmalara taraf diğer ülkelerde üretilmiş ve bu ülkelerde koruma süresi dolmadığı için kamuya mal olmamış yabancı eserler ile tespit edilmiş icralara uygulanacağı açıkça düzenlenmiştir. Başka bir ifadeyle icracı sanatçıların komşu haklarının korunması için madde metninde sayılan icralar ve bu icraların uygulandığı sanat eserlerinin, 4630 sayılı Kanun’un yürürlük tarihinde Türkiye’de mevcut olması yeterlidir.
Bu bağlamda, 4110 sayılı Kanun ve Ek m. 2 ile getirilen çift yapıya son verilmiştir. Ek m. 2 hükmünde herhangi bir zaman sınırlaması öngörülmediğinden, koruma süresi devam eden eserler bakımından, icranın tespit edildiği tarih, haklardan yararlanma açısından önem arz etmemektedir[3]. Dolayısı ile, 12.06.1995 öncesi vücuda getirilen eserlerdeki icralar için de icracı sanatçılar, kendilerine tanınan bağlantılı hakların tamamından icralarının ilk tespitinden sonra yetmiş yıl boyunca yararlanacaktır.
Sonuç olarak, 4630 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği 03.03.2001 tarihinden itibaren, icracı sanatçılar 12.06.1995 tarihi önce yapımına başlanan sinema eserleri içerisinde bulunan icralar üzerinde de mali ve manevi haklara sahip olmuştur. Ancak icracı sanatçı, koruma altına alınan icraların sadece yeni kullanımları için hak sahibi olacağından geçmiş kullanımlar için herhangi bir bedel talep edemeyecektir.
İcracı sanatçılara ait hakların devri ve 4110 sayılı kanun ve 4630 Sayılı Kanunlardan önce yapılan sözleşmelerin durumu:
FSEK m. 51 ile mali hakların devir şekline dair olan FSEK m. 52 hükmü, FSEK’in ilk yürürlüğe girdiğinden beri bulunan ve herhangi bir değişikliğe uğramayan maddelerdir. Bu maddeler, komşu haklar bakımından kıyasen uygulanmaktadır.
FSEK m. 52 hükmüne göre mali haklara dair sözleşme ve tasarrufların yazılı olması ve konuları olan hakların ayrı ayrı gösterilmesi şarttır.
FSEK m. 51 hükmüne göre ise ileride çıkarılacak mevzuatın eser sahibine tanıması muhtemel mali hakların devrine veya bunların başkaları tarafından kullanılmasına mütaallik sözleşmeler batıldır. İleride çıkarılacak mevzuatla mali hakların şümulünün genişletilmesi veya koruma süresinin uzatılmasından doğacak salahiyetlerden vazgeçmeyi yahut bunların devrini ihtiva eden sözleşmeler hakkında aynı hüküm caridir.
İlgili hükümlere göre, FSEK kapsamında mali haklara sahip olan bağlantılı hak sahipleri, kendilerine tanınan mali hakları ancak kanuni sınırlar dâhilinde devredebilecektir. Bu kapsamda mali hakların devrine dair sözleşmelerin yazılı olması, devredilen mali hakların tek tek gösterilmesi gerekmektedir.
Ayrıca, tasarrufların yapıldığı tarihlerde mevcut olmayan mali hakların devri mümkün değildir. Başka bir anlatımla FSEK kapsamındaki mali hakların devrine dair sözleşmeler, ancak tasarrufun yapıldığı anda tanınan haklar ve koruma süreleri kapsamında geçerli olarak kabul edileceğinden tasarruf anında mevcut olmayan mali hakların devrine dair sözleşme ve tasarruflar geçersiz kabul edilmektedir. Bu kapsamda, 4110 sayılı Kanun ve 4630 sayılı Kanun ile yapılan değişiklikler öncesinde bir eser üzerinde henüz sahip olunmayan mali hakların devrini içeren bir sözleşme yapılmış ise sözleşmenin yapıldığı tarih itibariyle icracı sanatçılara tanınmamış olan mali hakların devri geçersiz olacaktır.
Yapıldığı dönemde mevcut olmayan hakların devrini içeren ve bu sebeple FSEK m. 51 gereği batıl olan sözleşme sonrasında aynı hakları devralan üçüncü kişiler de FSEK m. 54/1 hükmünde yer alan ve kıyasen uygulanabilir nitelikte olan “Mali bir hakkı yahut kullanma ruhsatını devre salahiyetli olmıyan kimseden iktisap eden, hüsnüniyet sahibi olsa bile himaye görmez.” hükmü gereğince korunamayacaktır.
FSEK’in Ek m. 2 hükmüyle aynı Kanun 80. maddesindeki düzenleme kapsamında, icracı sanatçılara sağlanan komşu hak sahipliğinden kaynaklanan koruma 12 Haziran 1995 tarihinden önce alenileşen sinema eserleri de dahil olmak üzere, içinde icracı sanatçıların performanslarının bulunduğu tüm eserler, ilk tespit tarihinden itibaren 70 yıl süreyle koruma altına alınmıştır. Dolayısı ile 12.06.1995 tarihinden önce meydana getirilen ve oyuncunun icrasını içeren sinema eserlerinin, koruma süresi içerisinde tek başına eser sahibi sayılan yapımcı tarafından ekonomik olarak faydalanmaya konu edilme imkânı ortadan kalkmıştır.
Çünkü artık bu haklar sadece yapımcıya ait değildir, hem icracı sanatçının (oyuncu) hem de eser sahibinin (yapımcı) ayrı ayrı çoğaltma, yayma, temsil, umuma iletim hakları bulunmaktadır.
Bu kapsamda 12.06.1995 tarihinden önce meydana getirilen sinema eserlerinden ekonomik anlamda faydalanmak için hem eser sahibi sayılan yapımcıdan hem de icralar üzerinde komşu hak sahibi olan icracı sanatçıdan ayrı ayrı izin alınması zorunlu hale getirilmiştir.
Bu açıklamalar ışığında somut olayı inceleyen YGHK:
Davacıların murisi Kemal Sunal’ın dava dilekçesinde belirtilen ve 1975 ile 1990 yılları arasında meydana getirilen sinema eserlerinde icracı sanatçı olarak yer aldığını,
Bu kapsamda söz konusu eserlerin sahibi, FSEK Ek m. 2 hükmünün son fıkrası gereğince uygulama alanı bulan ve 4110 ile 4630 sayılı Kanun’lar ile yapılan değişiklikler öncesindeki FSEK m. 8 hükmü uyarınca eseri imal ettiren yapımcı olduğunu,
Davacıların murisi Kemal Sunal’ın dava konusu sinema eserlerinin meydana getirildiği tarihlerde gerçekleştirdiği icraları üzerinde, sahip olduğu tek hakkın “…adlarının zikredilmesini…” istemek olduğunu,
Ancak daha sonra, 4110 sayılı Kanun ve 4630 sayılı Kanun ile yapılan değişiklikler ile davacılar murisi Kemal Sunal’ın, FSEK m. 80 hükmünde yer alan mali hakların da sahibi olduğunu,
Bu itibarla Kemal Sunal’ın başrol oyuncusu olarak yer aldığı ve 12.06.1995 tarihinden önce meydana getirilen dava konusu sinema eserlerindeki icralarına dayalı olarak FSEK m. 80/I-1-A ve aynı Kanun’un Ek m. 2 hükmü gereğince komşu hak sahibi olduğunu,
İcracı sanatçı Kemal Sunal’ın bu kapsamdaki mali haklarının, FSEK m. 82/5 hükmü gereğince eserlerdeki icralarının ilk tespit tarihlerinden itibaren yetmiş yıl süre ile koruma altında olduğunu,
İcracı sanatçının söz konusu haklarının, eser sahibi olan yapımcının eser sahipliğinden kaynaklanan haklarından bağımsız olarak aslen iktisap edilmiş olması nedeniyle yapımcı dâhil herkese karşı ileri sürülebilen mutlak nitelikteki haklar olduğunu,
Bu anlamında davacılar murisinin 12.06.1995 tarihinden önceki dönemde meydana getirilen dava konusu sinema eserleri üzerindeki haklarının yapımcının haklarından bağımsız olarak mevcut olduğunu,
Kemal Sunal’ın ölümü ile bu mali hakların, FSEK m. 63 kapsamında davacılara intikal etmiş olduğunu,
Bunun sonucunda ise, yapımcının, eserden ve icradan ekonomik olarak yararlanılabilmesinin mirasçıların iznine tabi hale geldiğini,
Kemal Sunal ile yapımcı arasında, dava konusu sinema eserlerinin yapımında akdedildiği belirtilen sözleşmelerin yapıldığı tarihlerde davacılar murisinin icracı sanatçı olarak herhangi bir mali hakkının bulunmaması nedeniyle, ilgili sözleşmenin sonradan yürürlüğe giren 4110 sayılı ve 4630 sayılı Kanunlarla yapılan değişikliklerle edinilen hakların devrini kapsamadığını,
Dolayısı ile mevcut olmayan ve bu suretle devri geçersiz olan hakların, yapımcı tarafından üçüncü kişilere devrini içeren sözleşmelere dayalı olarak üçüncü kişiler tarafından gerçekleştirilen kullanımların FSEK kapsamında korunamayacağını,
ifade ederek Kemal Sunal’ın icracı sanatçı olmaktan kaynaklanan mali hakları üzerinde davalı tarafından gerçekleştirilen kullanımların, davacıların iznine tabi olduğu belirtilmiş ve söz konusu kullanımlar nedeniyle davacıların FSEK m. 80 kapsamında tazminat talep haklarının mevcut olduğuna karar verilmiştir.
SONUÇ
4630 Sayılı Kanun ile, icracı sanatçılar, 12.06.1995 öncesindeki icraları için FSEK m. 80 hükmünde tanınan hakların tamamından, zaman sınırlaması olmaksızın, yararlanır duruma gelmiştir. Ancak, icracı sanatçılar, koruma altına alınan icralarının sadece yeni kullanımları için hak sahibi olacağından geçmiş kullanımlar için herhangi bir bedel talep edemeyecektir. Yine, mali hakların devri bakımından, tasarrufların yapıldığı tarihlerde mevcut olmayan mali hakların devri mümkün olmadığından örneğin 1991 tarihinde imzalanan bir sözleşmeye dayanılarak icracı sanatçının mali haklarının devredildiği kabul edilemeyecektir. Zira o tarihte sinema eserlerindeki icralar bakımından icracı sanatçıların herhangi bir mali hakkı bulunmamaktaydı. Bu nedenle söz konusu icraları içeren sinema eserinin usulüne uygun kullanımı için eser sahibi yanında icracı sanatçıdan da izin alınması diğer bir deyimle FSEK m. 52 hükmüne uygun olarak mali hakların devrine dair sözleşme imzalanması gerekmektedir.
[1] Dolayısı ile yazı kapsamında “icracı sanatçı” ifadesi ile kastedilen sinema eserlerinde yer alan icracı sıfatına sahip olan sanatçılardır. Zira 12.06.1995 tarihinden önce, icracı sanatçı hakları bakımından, icranın bulunduğu ortamın önem arz etmekte ve fonogramdaki icralar ile sinema eserlerindeki icralar bakımından icracı sanatçı hakları farklılık göstermektedir.
[2] Merdivan, Fethi, 12.06.1995 Tarihinden Önce Yapımına Başlanan Sinema Eserinde Rol Alan İcracı Sanatçılar İle Sinema Eser Sahibi Sayılan Yapımcı Haklarının Birlikte Kullanımı ve Yargıtay 11. Hukuk Dairesi’nin 05.04.2016 Gün ve E.2015/6889, K.2016/3668 Sayılı Kararının Değerlendirilmesi,” Ankara Barosu Fikri Mülkiyet ve Rekabet Hukuku Dergisi, yıl: 20, cilt: 21, sayı: 2019/1, s.27.
Birleşik Patent Mahkemesi (“UPC”; United Patent Court) güncel kararı ile UPC’yi kuran anlaşmaya (“UPCA”; “Anlaşma”) taraf ve Avrupa Birliği’ne üye olmayan ülkelere sirayet edecek yetkisine dair yorumunu ortaya koymuştur.
Önemli bir içtihadın doğuşuna sebep olan bu uyuşmazlık; FUJIFILM Corporation’ın (“Davacı”), 1) KODAK GmbH, 2) KODAK Graphic Communications GmbH ve 3) KODAK Holding GmbH (“Davalılar”) şirketlerine karşı UPC nezdinde açtığı patent hakkına tecavüz davası ile başlamıştır. Tecavüz iddiası ile karşılaşan Davalılar, Davacının dayanak EP 3 594 009 B1 sayılı patentinin hükümsüzlüğü talebiyle UPC nezdinde karşı dava açmıştır.
Karşı dava üzerine, Davacı, davaya konu patent üzerinde değişiklik yapma talebinde bulunmuştur. Ne var ki, yargılama neticesinde, bu değişikliğe konu istemler de patenti ayakta tutmaya yetmemiş ve patent tümden hükümsüz kılınmıştır. Dayanak patentin hükümsüzlüğü ise hem Almanya hem de Birleşik Krallık bakımından tecavüz taleplerinin reddine sebep olmuştur. Patentin hükümsüz kılındığı Almanya açısından, tecavüzün reddi beklenen bir sonuç olsa da, dayanak patentin halen tescilli olduğu Birleşik Krallık bakımından da tecavüz iddiasının reddedilmesi, kararın dikkat çekici yönlerinden biridir.
Kararın asıl önemli noktası ise UPC’nin Anlaşmaya taraf ve Avrupa Birliği’ne üye olmayan devlet statüsündeki Birleşik Krallık nezdinde gerçekleşen tecavüze dayalı talepleri de karara bağlayabileceğini açıklamasıdır.
Davacının Talepleri
1- Tecavüz: Davacı; Davalıların “SONORA X”, “SONORA XTRA-2” ve “SONORA XTRA-3” (“Dava Konusu Ürünler”) isimli baskı plakaları üzerindeki kullanımları ile Almanya ve İngiltere’de tescilli olan EP 3 594 009 B1 sayılı patentinden doğan haklarının tecavüze uğradığını iddia etmiştir. Davacı, hem Almanya hem de İngiltere’deki tecavüz fiillerinin durdurulmasını ve zararının tazminini talep etmiştir. İhlal iddiası; davaya konu ürünlerin kimyasal içeriği ile ilişkilidir.
2- Hükümsüzlük: Davacı karşı dava kapsamında, hükümsüzlük talebinin tümden reddini talep etmiştir. Mahkemenin aksi kanaatte olması ihtimaline karşı ise patent üzerindeki değişiklik taleplerini sunarak, dava konusu patentin bu şekilde değerlendirilmesini istemiştir.
3- Mahkemenin Yetki Alanı: Davacı, Brüksel Ibis Tüzüğü’nün (Brussels IB Regulation- “Tüzük”) 4. maddesine dayanarak, tüm Davalıların Almanya’da yerleşik olduğu gerekçesiyle UPC’nin mevcut davada Birleşik Krallık bakımından da tecavüz davalarını görme yetkisi olduğunu iddia etmiştir. Nitekim UPC’nin bazı hallerde, Anlaşmaya Taraf Olmayan Üye Devletler üzerinde de yargı yetkisine sahip olması amaçlanmış, bu haller Tüzüğün 71b maddesinde düzenlenmiştir.
4- Davacı, UPC’nin Birleşik Krallık’a dair kalıcı bir hüküm kurma yetkisini reddetmesi halinde ise UPC Usul Kuralları’nın (“RoP”) 118.2 maddesinin kıyasen uygulanması ile, Birleşik Krallık için en azından bir ihtiyati tedbir kararı verilmesini talep etmiştir.
Davalıların Talepleri
1- Tecavüz: 1 numaralı davalı, Kodak Ltd. (Birleşik Krallık) üzerinden satın alarak Almanya’da Kodak ürünlerinin satışını yaparken, 2 numaralı Kodak Ltd. (Birleşik Krallık) için davaya konu matbaa plakalarının üretimini üstlenmektedir. 1 ve 2 numaralı davalılar, Eastman Kodak Company’nin (ABD) doğrudan iştiraki olan 3 numaralı davalının alt şirketleridir.
Davalılar, davaya konu ürünler üzerinde dayanak patentin efektif tarihinden daha önceden beri Almanya’da önceye dayalı ve kazanılmış hak sahipliği olduğunu savunmuş ve tecavüz taleplerinin reddini istemiştir.
2- Mahkemenin Yetki Alanı: Davalı, UPC’nin üye olmayan devlet Birleşik Krallık’ta gerçekleşen tecavüz iddialarını değerlendirip hüküm verme yetkisi olmadığını iddia etmiştir.
Davalıların temel itirazı; Birleşik Krallık Anlaşmaya Taraf Üye Devlet olmadığından, UPCA Madde 34 uyarınca, UPC’nin bu davadaki kararının Birleşik Krallık nezdinde etki doğuramayacağına dayanmaktadır. Zira Tüzüğün 71a ve 71b maddeleri uyarınca, UPC yalnızca “onu kuran belgeye” (yani UPCA’ya) dayanarak ve “bu belge tarafından düzenlenen konular” ile sınırlı şekilde yetkilidir. Ayrıca UPCA Madde 34 uyarınca; UPC’nin uluslararası yargı yetkisi ve yetkinliği, yalnızca ilgili Avrupa Patentinin geçerli olduğu Anlaşmaya Taraf Üye Devletlerin topraklarıyla sınırlıdır. Yine Tüzüğün 24(4) maddesi uyarınca, UPC’nin bir Avrupa Patentinin Birleşik Krallık tescilinin hükümsüzlüğü hakkında bir karar veremeyeceği belirtilmiştir.
3- Hükümsüzlük: Davalı, UPC nezdinde açtığı ile dayanak patentin yeterli düzeyde açıklık, yenilik ve buluş basamağı kriterlerini taşımadığı gerekçesiyle; tescilli olduğu tüm üye devletler bakımından tümden hükümsüz kılınmasını talep etmiştir.
Yargılama Neticesinde Verilen Karar
UPC’nin Düsseldorf ilk derece mahkemesi, 28.01.2025 tarihli ve UPC_CFI_355/2023 kararı ile Davalının yetki itirazlarını reddedip, hem esas hem de karşı davayı değerlendirmiştir. UPC, esas davaya konu tecavüz talebini reddedip, karşı davaya konu hükümsüzlük talebini kabul etmiştir. Karar özetle şöyledir;
1- Mahkemenin Yetki Alanı: Üye Devlet Almanya’daki tecavüz iddiaları bakımından UPC’nin yetkisine itiraz bulunmamakta olup, bu husus tartışma dışıdır. Karşı davaya konu hükümsüzlük talebi de yalnızca üye devleti (Almanya) içerdiğinden, bu bakımdan da yetki tartışması yapılmamıştır.
UK’de gerçekleşen tecavüz bakımından ise UPC’nin bu talebi değerlendirmeye yetkili olduğu sonucuna varılmıştır. Tüzüğün 4(1) maddesine göre, Üye Devlette yerleşik kişilere karşı Üye Devlet mahkemelerinde dava açılabilir. Davalıların iddialarının aksine, “bu belge tarafından düzenlenen konular” ifadesi, AB üye devletlerinin coğrafi sınırları ile sınırlı olarak algılanmamalıdır. Bu sınır, yetkisini devreden Anlaşmaya Taraf Üye Devletin, Tüzük kapsamında sahip olabileceği yetkiyle sınırlı olacak şekilde yorumlanmalıdır.
Sonuç olarak UPC’ye göre davalının bir Üye Devlette yerleşik olduğu hallerde, UPC dayanak patentin Birleşik Krallık tescili bakımından da tecavüz iddialarını değerlendirmeye yetkilidir. Davalının, dayanak patentin Almanya tesciline karşı hükümsüzlük karşı davasını açtığı hallerde de aynı durum geçerli olup, bu durumda dahi UPC’nin, Birleşik Krallık’taki tecavüz iddialarını sonuçlandırmaya yetkisi bulunmaktadır.
Bu noktada UPC; davacının önerdiği Birleşik Krallık mahkemelerinde açılacak bir hükümsüzlük davasının bekletici mesele yapılması veya Birleşik Krallık mahkemelerinde verilecek olası bir hükümsüzlük kararına bağlı olarak, tecavüz konusunda geçici bir hüküm kurulması gibi alternatif yöntemleri gerekli veya uygun görmemiştir.
2- Hükümsüzlük: Yargılama neticesinde; davaya konu patentin 1-3 ve 6-12 no.lu istemlerinin yeterli düzeyde açıklıktan yoksun olduğu ve geriye kalan 4 ve 5 no.lu istemlerin ise yenilik ve buluş basamağı kriterlerini taşımadığı gerekçesiyle tümden hükümsüzlüğüne karar verilmiştir. Davacının patent üzerindeki değişiklik talepleri de hükümsüzlük sebeplerini aşmak için yeterli görülmemiş ve değişikliğe konu istemlerin de patentlenebilirlik şartlarını taşımadığı kanaatine varılmıştır. Böylece davaya konu patent, tescilli olduğu tüm Anlaşmaya Taraf Üye Devletlerde hükümsüz kılınmıştır.
3- Tecavüz: Dayanak patentin hükümsüz kılınması sebebiyle Davacının patent tecavüzüne dayalı tüm talepleri Almanya bakımından reddedilmiştir.
UPC’nin dayanak patentin Birleşik Krallık tescilini hükümsüz kılma yetkisi bulunmamaktadır ve UK’de de ayrıca bir hükümsüzlük davası açılmamıştır. Yine de UPC, patent ihlali iddialarını karara bağlayabilmek için patentin geçerliliğinin değerlendirilmesinin ön koşul olduğunu bildirmiştir. Davacı her ne kadar, Almanya ve UK’deki dayanak EP patentleri bakımından farklılıklar bulunduğunu iddia etmişse de, bunu somut gerekçeler ile ortaya koyamamıştır. Dolayısıyla, UPC’nin dayanak patentin hükümsüzlüğüne karar verdiği tüm gerekçeler, dayanak patentin Birleşik Krallık tescili için de geçerlidir. Bu durum gözetildiğinde, UK nezdindehükümsüzlüğüne karar verilemese de patentlenebilirlik şartlarını taşımadığı görüşüne varılan dayanak patentin, Birleşik Krallık nezdinde de ihlal edilmediğine karar verilmiştir. Böylece Davacının tecavüz talebi, UK bakımından da reddedilmiştir. Davacının ihtiyati tedbir talebi de gerekli şartlar sağlanmadığından reddedilmiştir.
Davacının bekletici mesele talebi, Birleşik Krallık’ta açılmış bir hükümsüzlük davası bulunmadığı gerekçesiyle reddedilmiş olup, UPC ayrıca davalıları Birleşik Krallık’ta ayrı bir dava açmaya zorlayacak bir kararın dayanağı olmadığını da eklemiştir.
Son olarak, Davalıların önceye davalı kullanım iddiaları; bu aşamada gerekli görülmediğinden inceleme dışı bırakılmıştır.
Karara İlişkin Yorumlar
Fransa, Almanya ve İtalya’nın da aralarında bulunduğu 24 ülke Anlaşma’ya taraf iken, İspanya, Polonya ve Hırvatistan gibi bazı AB ülkeleri ile Türkiye, Birleşik Krallık ve Norveç gibi AB üyesi olmayan ancak EPC’ye taraf ülkeler Anlaşma’nın dışında kalmıştır. Bu doğrultuda, UPC her ne kadar Avrupa Patentlerinden doğan ihtilafların çözümünde tek yetkili makam olmasa da, belirli özel durumlarda sınır ötesi yetkisini (“long-arm jurisdiction”) kullanarak yetki alanını genişletebilmektedir. Ancak, bu sınır ötesi yetkinin kapsamı yalnızca tecavüz davaları ile sınırlıdır. Anlaşma’ya taraf olmayan ülkeler bakımından hükümsüzlük davalarında ise patentin tescilli olduğu ülkenin ulusal mahkemeleri yetkisini korumaktadır.
Bu karar, UPC’nin uygun koşullar altında yetkisini Birleşik Krallık’a kadar genişletmeye istekli olduğunu göstermesi açısından önemli bir dönüm noktası olarak değerlendirilebilir. Bu gelişmenin uzun vadeli etkileri ilerleyen yıllarda netleşecektir, ancak şimdiden UPC’nin artan önemini ortaya koymaktadır.
Diğer yandan, davalının bir Üye Devlet’te yerleşik olmaması durumunda da Tüzüğün 71b(2)(3) maddesi belirli yetki düzenlemeleri öngörmektedir. Buna göre Avrupa Patentinin, AB üyesi olmayan ancak AB’de mülkiyeti bulunan bir davalı tarafından ihlal edilmesi ve bu ihlalin AB içinde zarara yol açması halinde, eğer ihtilaf davalının mülkiyetinin bulunduğu Üye Devlet ile yeterli bir bağlantıya sahipse, UPC, davacının hem AB içinde hem de dışında uğradığı zararın davalının AB’deki mülkiyetinden tazmin edilmesine karar verebilir. Böylece Türkiye gibi Anlaşma’ya taraf olmayan EPC ülkeleri açısından da, ilgili koşullar sağlanırsa UPC’nin sınır ötesi yetkisi gündeme gelebilir.
Dolayısıyla, bu yazıya konu olan UPC’nin “uzun kolunun”, Türkiye’de yerleşik olup Üye Devletlerden birinde ticari faaliyeti ve mülkiyeti bulunan kişilere de uzanması olasıdır. Pratikte yeni belirsizlikler ve tartışmalar doğurabilecek bu ihtimal, Türkiye’deki patent ekosistemi aktörleri için dikkatle değerlendirilmesi gereken konular arasına girmiştir.
Marka hukukunun özü ile bağdaşmayan, marka ticareti yapmak, yedekleme veya şantaj gibi saiklerle yapılan marka başvurularının kötüniyetli olduğunu, kötüniyetli marka tesciline hukuk sistemimizin izin vermediğini ve bunun bir ret ve hükümsüzlük nedeni olduğunu biliyoruz. Doğrudan bir rakibe yönelik olarak bu saiklerle yapılmasa dahi salt marka tescil sisteminin verdiği hakların kötüye kullanılması da bu kapsamda değerlendirilebilir mi?
Tek bir ücret ödendiği için düşük maliyetli olduğundan, 35. sınıftaki mağazacılık hizmetleri (satışa sunum hizmetleri) içerisine 1-34 sınıftaki tüm malların veya ilgili-ilgisiz birçok malın yazılması suretiyle markanın tescil edilmesi mümkün olmakla beraber, bu durum marka sisteminin kötüye kullanılması olarak değerlendirilebilir mi?
Benzer yönde bir değerlendirme, 45 sınıftaki tüm mal ve hizmetleri kapsayacak şekilde yapılan bir marka başvurusu için de yapılabilir mi?
Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 20. Hukuk Dairesi’nin 17.09.2020 tarih ve 2019/337 E.-2020/731 K. sayılı onanan kararı, “marka tescil sisteminin kötüye kullanılması”nı engellemeye yönelik olarak önemli bir uygulamaya imkân verecek tespitler içermektedir.
Bilindiği üzere, markalar arasındaki karıştırılma ihtimali değerlendirmesindeki en önemli faktörlerden birini “mal ve hizmetlerin benzerliği” oluşturmaktadır. Karıştırılma ihtimali incelemesinde “mallar” ile “söz konusu malların bir araya getirilmesi hizmetleri”nin benzer nitelikte mal ve hizmetler olduğu, zira mal üreten işletmenin ticari hayatın olağan akışı içinde ürettiği malı satışa da konu ederek ticari mevkiye çıkartacağı karineten kabul edilmektedir. Tersi yorum da mümkün olup, açıklanacağı üzere, bir malın satışa sunumu hizmetiyle o malın da ilişkili mal ve hizmetler olduğu yargı uygulamalarında kabul edilmektedir.
Karardaki uyuşmazlık, özetle; davacı ve davalıya ait markanın benzer olduğu; davacı marka başvurusunun (2016/02717) eşya listesi kapsamında 10. sınıfta yer alan malların bulunduğu, davalının itiraza mesnet markasının (2011/92145) eşya listesinde bu malların yer almadığı, buna karşılık, davalı markasının eşya listesi kapsamında, diğer bir kısım hizmetlerle birlikte 10. sınıfta yer alan malların satışa sunumuna özgülenmiş 35. sınıftaki mağazacılık hizmetlerinin bulunduğu; bu mal ve hizmetler arasında karıştırılma ihtimali bulunup bulunmadığı noktasında toplanmaktadır.
İlk derece mahkemesince[1], karşılaştırma konusu markalar ve markaların eşya listelerinde yer alan mal ve hizmetler arasında benzerlik ilişkisi bulunduğu gerekçesiyle markalar arasında karıştırılma ihtimali bulunduğu sonucuna varılmıştır.
Kararın istinaf edilmesi üzerine Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 20. Hukuk Dairesi, “herhangi bir malın satışına özgülenmiş mağazacılık hizmetlerinin, o malın üretimine ilişkin bir mal sınıfı ile benzer kabul edilebilmesi için söz konusu markanın o malın satışı için fiilen kullanıldığının ispat edilmesi gerekmektedir (Yargıtay 11. Hukuk Dairesi’nin 02.12.2019 tarih, 2019/1250 E., 2019/7707 K.). Somut olayda 35. sınıfta yer alan mağazacılık hizmetinin dava konusu başvurunun kapsamında yer alan 10. sınıf mallar üzerinde kullanıldığı iddia ve ispat edilememiştir.Gerçekten de aksinin kabulü, markasını yalnızca tüm malların satışına özgülenmiş mağazacılık hizmetlerinde tescil ettirmiş bir kişinin, fiili kullanımını ispat etmeksizin, markasının aynısının ya da benzerinin tüm mal sınıflarında tesciline engel olabilmesi gibi bir sonucu doğuracağından bu durumun kabulü Dairemizce yerinde görülmemiştir. O halde emtia benzerliğine ilişkin koşul gerçekleşmediğinden…“ tespitlerine yer vererek ilk derece mahkemesi kararının kaldırılmasına karar vermiştir. Söz konusu karar, Yargıtay 11. Hukuk Dairesi’nin 04.04.2022 tarih ve 2020/7824 E.-2022/2794 K. sayılı ilamı ile onanarak kesinleşmiştir.
Uygulamada 35/5 sınıf mağazacılık hizmetlerinin kapsamına 1-34. sınıf malların tamamının eklenmesi suretiyle yapılan marka başvuruları oldukça yaygındır. Bu tür başvuruların, fiilen, müşterilerin malları elverişli bir şekilde görmesi ve satın alması için “çeşitli malların” bir araya getirilmesi hizmetleri olarak değerlendirilmesi mümkündür.
Yargıtay’ın yerleşik sayılabilecek uygulamasında, 35. sınıfta “çeşitli malların” bir araya getirilmesi hizmetlerinin koruma kapsamı dar olarak yorumlanmakta, mal ile bu hizmetin benzer olduğunun kabul edilebilmesi için davaya konu malları da kapsayacak şekilde tescilli markanın fiilen kullanıldığının ya da bu kapsamda ciddi girişimlerde bulunulduğunun kanıtlanması beklenmektedir.[2] Ancak, söz konusu fiili kullanım şartının 35/5 sınıfta özel olarak sınırlandırılmış ve spesifik olarak belirtilmiş mallar için aranmadığı Yargıtay’ın “1-34 emtia gruplarında yer alan mallar ile 35/06. sınıfta özel olarak sınırlandırılmış malların benzerlik göstermesi halinde her iki sınıfın birbiri ile benzer olarak kabul edilmesi gerektiği,” gerekçesinden anlaşılmaktadır.[3]
Somut olayda, davalının itiraza mesnet markasının 35. sınıfta spesifik olarak sınırlandırılmış 10. sınıf malları da içerir şekilde bir kısım malların satışa sunumu hizmetlerini kapsadığı, bu hizmetle 10. sınıftaki malların doğrudan benzer kabul edilmediği, “çeşitli mallar”a ilişkin uygulamanın benzerinin arandığı görülmektedir. Bölge Adliye Mahkemesi kararıyla marka tescil sisteminin kötüye kullanılmasının engellemesine yönelik önemli bir kriter ortaya konulmaktadır.
Bilindiği üzere marka hakkı sahibi, markasını kullanmakla yükümlüdür (SMK m. 9). Esasen 35/5 mağazacılık hizmetlerine, ticari hayatın olağan akışına aykırı şekilde, geniş kapsamlı malların eklenmesiyle oluşturulmuş markaların ticari hayatta bütünüyle kullanılması mümkün değildir. Bu imkânsızlık fiili veya hukuki sebeplerden kaynaklanabilir. Örneğin satışı için birtakım izin ve özel prosedürlerin yerine getirilmesi gereken malların (ilaç, silah, tütün ürünleri gibi) bir arada satılmasına hukuk sistemi cevaz vermemektedir.
Gerek Bölge Adliye Mahkemesi kararında, gerekse “çeşitli mallar” yönünden verilen yargı kararlarında, esasen ticaret hayatının olağan akışı içerisinde bir firma tarafından tüm bu malların satışının yapılamayacağı değerlendirilmektedir. Aynı yönde değerlendirmenin 45 sınıfı da kapsar şekilde yapılan marka başvuruları için de yapılabileceğini söylemek kanaatimizce yanlış olmayacaktır.
Ticari hayatın olağan akışında bir firmanın Tebliğ’de yer alan tüm mal ve hizmetlerde faaliyet göstereceğini kabul etmek mümkün değildir. Fiilen kullanılmasa dahi bir markanın 45 sınıfı da kapsayacak şekilde tescil edilmesi durumunda, bu markaya tanınmış bir markadan daha fazla koruma sağlandığını söylemek mümkündür. Zira bu marka ilk beş yıl içerisinde kullanmama def’i ile karşılaşamayacak, tanınmış markanın sahip olması gereken nitelikleri taşımamasına rağmen tescil kapsamı esas alınarak korunacaktır. Diğer bir ifadeyle, SMK 6/5 hükmünde aranan şartların karşılanmasına gerek kalmaksızın, SMK 6/1 hükmü kapsamında tüm mal ve hizmetlerde koruma talep edilebilecektir. Bu durumda, tanınmış markayla ilgili hükmün dolanılmaya çalışıldığını ve tescil sisteminin kötüye kullanıldığını söylemek kanaatimizce mümkündür. Ezcümle yapılacak iltibas incelemesinde de koruma kapsamının fiili kullanım aranarak dar şekilde yorumlanmasının değerlendirilebileceği düşünülmektedir.
Yasal dayanakları noktasında tartışmaya açık olsa da kanaatimizce inceleme konusu karar menfaatler dengesini tesis etme çabasına yönelik tespitler içermektedir. Nitekim sistemin, bir markanın 45 sınıfı da kapsayacak şekilde tesciline veya 35/5 hizmetler bakımından tüm veya geniş kapsamlı malların tesciline olanak sağlıyor olması, kanaatimizce, tescil sisteminin kötüye kullanılmasına imkân vermektedir. Dairenin yaklaşımıyla, geniş kapsamlı tescilleri içeren markaların koruma kapsamı daraltılmaktadır. Karardaki yaklaşımdan, marka tescil sisteminin kötüye kullanılmasının önüne geçme noktasında faydalanılabileceği düşünülmektedir.
[1] Ankara 4. Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesi’nin 03.12.2018 tarih ve 2017/282 E.-2018/432 K. sayılı kararı
[2] Aynı yönde bkz. Yargıtay 11. H.D. 27/2/2017 tarih ve 2015/12715E. 2017/1112K. sayılı kararı; Yargıtay 11. H. D. 12/9/2019 tarih ve 2018/582E. 2019/5345K. sayılı kararı.
[3] Yargıtay 11. H.D. 5/12/2018 tarih ve 2017/2131E. 2018/7669K. sayılı kararı
Fikri Mülkiyet Hakları Koruma Derneği (AIPPI Türkiye), 3-4 Nisan 2025 tarihlerinde İstanbul’da “Sertaç Köksaldı 6. Uluslararası Fikri Haklar Semineri”ni düzenliyor.
İstanbul Deniz Müzesi’nde gerçekleştirilecek -aşağıda programını paylaşacağımız- etkinlikte, fikri haklar camiasından yerli ve yabancı önemli isimler konuşmacı olarak yer alacak.
Pandemiden önce uluslararası konukların da katıldığı yüz yüze etkinliklere fikri haklar camiamız çok alışkındı, ancak pandemi sonrasında, ekonomik koşulların da etkisiyle, yüz yüze gerçekleştirilen ve yabancı konukların da davet edildiği etkinliklerin sayısı bir hayli azaldı. AIPPI Türkiye bu sarmalın dışına çıkmayı tercih etti ve iddialı bir program, güncel bir içerik ve tanınmış konuşmacılarla, fikri haklar alanında çalışan herkesi katılıma cezbeden bir semineri bizlerin önüne getirdi. Uluslararası konuşmacıların varlığından bahsetmişken, seminer boyunca İngilizce – Türkçe simültane çeviri hizmeti sağlanacağını da belirtmemiz yerinde olacak.
Katılımcı sayısının sınırlı olduğu etkinlikle ilgili program, kayıt, ücret ve diğer tüm bilgilerin https://ipseminar.aippiturkey.org/ sayfasından görülmesi mümkün. Katılımcı sayısının sınırlı olması, kayıt yaptırmayı atlamama gerekliliğini de yanında getiriyor.
AIPPI Türkiye’ye etkinlik için teşekkür ediyor ve başarılı bir seminer diliyoruz.
3 Nisan 2025, Perşembe – İstanbul Deniz Müzesi
08:30 09:00
Kayıt
09:00 09:30
Açılış Konuşmaları
President of AIPPI Turkish Group
Nazlı KORKUT
Secretary General, AIPPI
Prof. Dr. M. Zeki DURAK
President, Turkish Patent and Trademark Office (TBC)
Açılış Konuşmacısı
Emre OĞUZ
Corporate R&D Director, Beko
09:30 11:00
I. Oturum: Yapay Zeka Işığında Fikri ve Sınai Mülkiyet Hukuku
Moderatör
Prof. Dr. Hamdi Yasaman
Yasaman Law Firm
Prof. Dr. Fülürya Yusufoğlu Bilgin
Galatasaray University Faculty of Law
Dr. Osman Gazi Güçlütürk
Galatasaray University Faculty of Law
Preston Richard
European Patent Attorney, Bardehle Pagenberg Partnerschaft mbB
Luiz Henrique O. Do Amaral
Partner, Dannemann Siemsen
11:00 11:30
Kahve Arası
11:30 12:30
II. Oturum: Sahtecilikle Mücadele ve Güncel Problemler
Moderatör
Nükhet Serra Coral
Partner Deriş
Hande Karakülah
Legal & Scientific Director, L’Oréal
Neil Narriman
General Counsel & Senior Global Director Intellectual Property at PUMA SE
Şule Binnaz Aydın Yunus
Judge, Istanbul 1st Civil IP Court
12:30 13:30
Öğle Yemeği
13:30 15:00
III. Oturum: UPC’nin 2. Yılı: EPO Uygulamaları Karşısında Yorum Farklılıkları
Moderatör
Hülya ÇAYLI
Founder/Partner, Paragon Consultancy
Bernard Ledeboer
Partner V.O.
Tjibbe Douma
Partner, Bird & Bird
Barış Atalay
Founder, Alfa Patent Stan Advoka
15:00 15:30
Kahve Arası
15:30 17:00
IV. Oturum: Fikri Mülkiyet Hukuku’na İlişkin Uyuşmazlıklarda Alternatif Çözüm Yolları
Moderatör
Uğur Aktekin
Senior Partner, Gün+Partners
Heike Wollgast
Head | IP Disputes Section, WIPO Arbitration and Mediation Center
Banu Eylül Yalçın
Associate Legal Officer, Internet Dispute Resolution Section | WIPO Arbitration and Mediation Center
İçinde bulunduğumuz 2020’li yıllara damgasını vuran uluslararası gelişmelerden biri, tüm dünyanın gözlerinin önünde gerçekleşen ve halen olanca şiddetiyle devam eden Rusya’nın Ukrayna işgalidir. Dünya gündeminin sürekli olarak savaşlarla dolu olduğunun farkında olsak da savaşın bu kez Ortadoğu’da değil kuzeyimizde gerçekleşmesi, Rusya-Ukrayna savaşının hafızalarımızda ayrı bir yer edinmesini ve sadece basında değil, günlük konuşmalarımızda da kendisine yer bulmasını sağladı.
Bu konu bağlamında fikri haklar camiasında neler olduğuna dair daha önce iki yazı paylaşmıştım. İlkinde bazı marka devlerinin aldığı kararlardan bahsederken, ikincisinde Avrupa Birliği’nin Rusya’ya yönelik yaptırımlarına yer vermiştim. Bu yazımda ise savaşla doğrudan ilgili ilginç bir marka başvurusundan ve akabindeki gelişmelerden bahsedeceğim.
16.03.2022 tarihinde, yani Rus işgalinin üzerinden henüz 3 hafta geçmişken, Ukrayna Devlet Sınır Muhafız Teşkilatı İdaresi (Administration of the State Border Guard Service of Ukraine) adına Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi’ne (EUIPO) bir marka tescil başvuru yapılır. Tescili talep edilen işaret, aşağıda görseline yer verilen Latin ve Kiril karakterleriyle yazılmış “Russian Warship Go F**k Yourself” ibaresidir.
Başvuru 9., 14., 16., 18., 25., 28. ve 41. sınıflara dahil mal ve hizmetleri kapsamaktadır. Mal ve hizmet listesinin Türkçeye makine çevirisine aşağıda yer verilmiştir:
Sınıf 9: Navigasyon, rehberlik, izleme, hedefleme ve harita oluşturma cihazları; ölçme, tespit etme, izleme ve kontrol cihazları; mıknatıslar, mıknatıslayıcılar ve manyetik gidericiler; optik cihazlar, güçlendiriciler ve düzelticiler; kaydedilmiş içerik; güvenlik, emniyet, koruma ve sinyalleme cihazları; Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik askeri saldırganlığıyla ilgili olarak NFT ile doğrulanan sanat eseri, metin, ses ve video içeren indirilebilir multimedya dosyaları için cüzdan olarak kullanılmak üzere yazılımlar.
Sınıf 14: Mücevher; değerli taşlar, inciler ve kıymetli metaller ve bunların taklitleri; anahtarlıklar ve anahtarlık zincirleri ve bunların tılsımları; zaman aletleri; kronometrik aletler; değer belirteci olarak kullanılmak üzere seramik diskler; madeni paralar; koleksiyonluk madeni paralar; anma paraları; anma kalkanları; değerli metalden yapılmış anma heykel kapları; kişisel kullanım için dekoratif ürünler [biblo veya mücevher]; Değerli metallerden yapılmış süslü anahtarlıklar; kimlik bilezikleri [mücevher]; değerli metalden yapılmış kimlik plakaları; koleksiyon amaçlı para madeni para setleri; parasal olmayan madeni paralar; değerli metalden yapılmış sanat eserleri.
Sınıf 16: Kağıt, karton veya plastiklerin paketlenmesi, sarılması ve depolanması için torbalar ve eşyalar; dekorasyon ve sanat malzemeleri ve medyası; kağıt bardak altlıkları; karton bardak altlıkları; kağıt afişler; kağıt önlükler; karton yemek altlıkları; tek kullanımlık peçeteler; kağıt el havluları; mutfak ruloları [kağıt]; kağıt masa örtüleri; kağıt masa peçeteleri; kağıt ve karton; basılı malzeme ve kırtasiye ve eğitim malzemeleri; kağıt ve kartondan sanat eserleri ve figürinler ile mimarların modelleri.
Sınıf 18: Bagajlar, çantalar, cüzdanlar ve diğer taşıyıcılar; şemsiyeler ve güneş şemsiyeleri; çantalar için deriden yapışkanlı etiketler; suni deriden yapılmış kartlıklar; deriden yapılmış kartlıklar; deri veya suni deriden yapılmış kılıflar; deri etiketler; deri ve deri taklitleri.
Sınıf 25: Giyim eşyaları; ayak giysileri; baş giysileri; giyim eşyalarının, baş giysilerinin ve ayak giysilerinin parçaları.
Sınıf 28: Spor ve fiziksel egzersiz ekipmanları; oyuncaklar, oyunlar ve oyun araçları.
Sınıf 41: Metinlerin yayımlanması, raporlanması ve yazımı hizmetleri; eğitim, eğlence ve spor hizmetleri.
Başvuruyu oluşturan “Russian Warship Go F**k Yourself” ifadesi, Ukrayna tarafından askeri bir kahramanlık göstergesi olarak kabul edilmektedir. Şöyle ki, Rus işgali sırasında Yılan Adası’nı savunmakla görevli küçük bir birlikte görevli bir Ukrayna askeri, adayı kuşatan Rus savaş gemilerinden yapılan teslim olun yoksa adayı bombalayacağız anonsuna karşı, bombardıman sonucunda yüksek olasılıkla öleceğini bilmesine rağmen, telsizden “Russian Warship Go F**k Yourself” yanıtını vermiştir. Bu ifadeyi Türkçeye çevirecek olursak en nazik haliyle “Rus Savaş Gemisi S.ktir Git” ibaresini kullanabiliriz.
Bu açıklamaların konunun daha iyi anlaşılmasını sağlayacağını umarak, başvurunun incelenmesine geri dönüyoruz.
Bildiğimiz üzere bir ibarenin marka olarak tescil edilebilmesi için, o ibarenin sınırları ilgili mevzuatta çizilen genel geçer bazı özelliklere sahip olması gerekmektedir (IPR Gezgini’nin okuyucu portföyünü düşünerek tek tek bu kriterlerden bahsederek yazıyı uzatmayacağım.). Marka olarak tescil edilebilme kriterleri ülkelerin yerel uygulamalarına göre farklılık gösterse de en yaygını ve kabul edileni tescil talebine konu işaretin “ayırt edici” niteliğe sahip olması gerekliliğidir. İnceleyeceğimiz karar da bu gereklilik üzerinde yoğunlaşmış bir değerlendirmeyi içermektedir.
“Russian Warship Go F**k Yourself” ibaresinin tescili amaçlı başvuru, EUIPO inceleme birimi tarafından Birlik Marka Tüzüğünün 7(1)(f) bendi kapsamında reddedilir. İlgili bent kamu düzenine ve ahlaka aykırı markaların tescil edilmeyeceği hükmünü içermektedir. EUIPO ret kararını; “Russian Warship Go F**k Yourself” ibaresinde “F**k” kelimesinin yer alması, ibarenin bütününe bakınca ortalama tüketicilerin bunu kolaylıkla “Fuck” olarak algılayacakları, sloganın bütünsel anlamı itibarıyla trajik bir işgalden finansal kazanç sağlama amaçlı bir marka olarak algılanacağı gibi gerekçelere dayandırmış ve marka bütünsel anlamı itibarıyla ahlaka aykırı bulunmuştur.
Başvuru sahibi ret kararına karşı itiraz eder ve EUIPO Temyiz Kurulu itirazı inceler. Temyiz Kurulu ilk aşamada, başvurunun AB Marka Tüzüğü 7(1)(b) bendi uyarınca ayırt edici nitelikten yoksunluk nedeniyle reddedilmesi gerektiği görüşüne ulaşır ve başvurunun ret gerekçeleri arasına anılan bendi ekler. Bunu yaptıktan sonra başvuru sahibine bildirimde bulunur ve yeni ret gerekçesine karşı görüşlerinin sunulmasını talep eder. Başvuru sahibi yeni eklenen ret gerekçesine karşı görüşlerini sunar ve Temyiz Kurulu incelemesi belirtilen tüm gerekçeler kapsamında yapılır. İnceleme sonucunda Temyiz Kurulu ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçeli ret kararını yerinde bularak itirazı reddeder. Ret kararının temel gerekçesi; markayı oluşturan “Russian Warship Go F**k Yourself” ibaresinin Ukrayna’nın Rus işgaline karşı verdiği mücadelenin sembollerden birisi olması, söz konusu ibarenin Ukrayna ordusu, askerleri, Ukrayna ve savaş ile ilişkilendirilmesi, bu bağlamda ilgili kamuoyunun, yalnızca ibarenin ilettiği politik mesajı görecek ve ibareyi marka yani ticari köken gösteren bir işaret olarak algılamayacak olmasıdır. Aksine, söz konusu ibare ilgili kamuoyu tarafından, ezici zorluklar karşısında cesareti teşvik eden politik amaçlı bir slogan olarak algılanacaktır. Bu nedenle başvurusu yapılan “Russian Warship Go F**k Yourself” ibaresi ayırt edici olmayan politik bir slogandır. Bu çerçevede, Temyiz Kurulu 7(1)(b) bendi kapsamında verilen ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçeli ret kararını yerinde bularak onar. 7(1)(b) bendi kapsamındaki ret kararı bulunduğundan, Temyiz Kurulu 7(1)(f) bendi kapsamında verilen ret kararının yerindeliğinin incelenmesine gerek olmadığını belirterek, bu yöndeki itirazı ayrıca incelemez.
Başvuru sahibi, Temyiz Kurulu kararına karşı sonraki aşama olan Avrupa Birliği Adalet Divanı Genel Mahkemesi’ne başvurarak EUIPO kararının iptal edilmesini talep eder.
Yazının bundan sonraki kısmında Genel Mahkeme sürecinde tarafların iddia ve savunmalarından ve Mahkeme tarafından verilen 13 Kasım 2024 tarihli T-82/24 sayılı karardan bahsedeceğim.
Başvuru Sahibinin İddiaları, EUIPO’nun Karşı Argümanları ve Genel Mahkemenin Değerlendirmesi
Başvuru sahibi ret kararının kaldırılmasına yönelik talebini 3 ana argümana dayandırmıştır. Bu argümanlar, argümanlara karşı EUIPO’nun görüşleri ve Genel Mahkemenin değerlendirmesi aşağıda okuyuculara aktarılmaktadır:
1- 2017/001 sayılı AB Marka Tüzüğünün 7(1)(b) bendinin ihlali:
AB Marka Tüzüğünün 7(1)(b) bendi ayırt edici karaktere sahip olmayan markaların tescil edilmeyeceği hükmünü içermektedir. 7. maddenin ikinci fıkrasında ise, tescil edilemezlik gerekçelerinin Avrupa’nın yalnızca bir bölümünde geçerli olması durumunda dahi ret kararının verileceği belirtilmektedir. Bir markanın ayırt edici niteliğe sahip olması için, tescil başvurusu yapılan mal veya hizmetin belirli bir teşebbüsten geldiğini gösterebilmesi ve dolayısıyla söz konusu mal veya hizmetin diğer teşebbüslerin mal veya hizmetlerinden ayırt etmesi gerekir. Markanın ayırt ediciliği önce başvuru konusu mal ve hizmetler bakımından değerlendirilir, daha sonra da ilgili tüketicinin algısına bakılır. Ayırt edici niteliğe sahip markaların, bir markanın esas işlevini, yani markanın kapsadığı mal veya hizmetlerin kökenini belirtme ve böylece söz konusu mal veya hizmetleri satın alan tüketicinin, olumlu bir deneyim yaşaması durumunda bunları tekrar satın almasını sağlama işlevini yerine getirdiği kabul edilir. Bir markanın ayırt edici niteliğe sahip olmaması ise markanın esas işlevini, yani markanın kapsadığı mal veya hizmetlerin kökenini belirtme işlevini yerine getirememesi, dolayısıyla söz konusu mal veya hizmetleri satın alan tüketicinin olumsuz bir deneyim yaşaması durumunda bu malları veya hizmetleri tekrar satın almaktan kaçınmasını sağlayamaması anlamına gelecektir.
Temyiz Kurulu, başvurulan markanın kapsadığı mal ve hizmetlerin esas olarak genel kamuoyunu hedefleyen günlük mal ve hizmetlerden oluştuğunu, ancak bu mal ve hizmetlerden bazılarının iş profesyonellerini de hedef alabileceğini ileri sürmüştür. Ek olarak başvuru İngilizce olsa bile, temel İngilizce bilgisine sahip Rusça konuşan halk tarafından da anlaşılabilecek olan basit İngilizce kelimelerden oluşmaktadır. Temyiz Kurulunun başvuruyu hangi nedenlerle ayırt edici nitelikten yoksun bulduğu yazının önceki bölümlerinde detaylı olarak aktarıldığından, aynı ifadeler burada bir kez daha tekrar edilmeyecektir.
Başvuru sahibi ise, markanın başvurulan mal ve hizmetler bakımından tamamen ayırt edici olduğunu savunmuştur. Başvurudan önce kamuoyunun bu ifadeyi duymadığını ve ifadenin kullanıldığı olaydan sadece üç hafta sonra başvurulması sebebiyle, söz konusu olay ile ilişkilendirilecek kadar süre geçmediği de dile getirilmiştir. Başvuru sahibine göre; belirtilen nedenlerle Temyiz Kurulunun markanın ayırt edici olmadığına dair değerlendirmesi yerinde değildir, reklam sloganları ile içtihadın mevcut ihtilafa uygulanması konusunda yanlış bir sonuca varılmıştır, başvurunun bir reklam veya tanıtım işlevi olmadığından ilgili içtihatlar yanlış uygulanmıştır. Bunlara ilaveten, başvuru sahibine göre incelemede başvurulan markanın başvuru sahibi ile ilişkili olduğunun dikkate alması gerekmektedir. Şöyle ki; markaların çok yakından ve belirsizliğe yer bırakmayacak şekilde marka sahibi ile ilişkilendirildiği durumlarda ilgili halk, bu kişileri o işareti taşıyan mal veya hizmetlerin ticari kökeni olarak görmekte ve mal veya hizmetleri bu kişilerle ilişkilendirmektedir. İnceleme konusu ifadenin sembolik niteliği nedeniyle, Avrupa Birliği’ndeki tüketiciler başvuruyu mantıksal olarak Ukrayna Devleti ve Ordusu dışında başka bir kaynakla ilişkilendiremeyecek, ortalama bir tüketici başvurulan marka altında pazarlanan bir ürünü satın aldığında ürün ile marka sahibi arasında zihinsel bir bağlantı kuracak ve bu ürünü satın alarak Ukrayna’yı desteklediğine inanacaktır. Başvuru sahibine göre; yıllar boyunca süren benzer durumlar nedeniyle ilgili tüketicilerin bu düşünce biçimi olağandır ve belirtilen tüm nedenlerle başvuru hakkında verilmiş ret kararı hatalıdır.
Genel Mahkeme yaptığı inceleme ve değerlendirme sonucunda, Temyiz Kurulu ile aynı yönde tespitlere ulaşmıştır. Öncelikle, başvurunun ticari kaynak bildiren bir ifade olarak değil, politik bir mesaj olarak algılanacağı belirtilmiş, bu politik mesajın da markanın hitap ettiği genel tüketici kitlesi bakımından, açık olarak Rusya’nın saldırganlığına karşı Ukrayna’nın mücadelesinin desteklenmesi olduğu ifade edilmiştir. Bu haliyle başvuru kapsadığı tüm mal ve hizmetler ve hitap ettiği tüketici kitlesi bakımından ticari kaynak gösteren ayırt edici bir işaret olarak algılanmayacaktır. Buna ilaveten başvuru sahibi, başvurunun tek bir askerle özdeşleşmiş bir ifade olduğunu belirtmiş olsa da başvuru ayırt edici nitelikten yoksun bulunmuşken, bu tip bir argüman ancak kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik iddiası çerçevesinde incelebilecektir. Başvuru sahibinin bu yönde bir itirazı ise bulunmamaktadır. Genel Mahkeme, belirtilen nedenlerle birinci argüman hakkında EUIPO’yu haklı bulmuş ve bu başlık altında öne sürülen başvuru sahibi iddialarını reddetmiştir.
2- Eşit muamele ve düzgün yönetim ilkelerine uyulmaması:
Başvuru sahibine göre; Temyiz Kurulu, başvurunun ayırt edici karakterini değerlendirirken, benzer işaretlerin özellikle siyasi sloganların ayırt edici karakteri hakkında geçmişte uyguladıklarından farklı kriterler uygulayarak, eşit muamele ve düzgün yönetim ilkelerini ihlal etmiştir.
Temyiz Kurulunun bu iddiaya karşılık argümanları aşağıdaki şekildedir:
Eşit muamele ve düzgün yönetim ilkeleri çerçevesinde EUIPO benzer markalar hakkında önceden verdiği kararları dikkate almalı ve aynı yönde karar verip vermeyeceğini dikkatle belirlemelidir. Bununla birlikte, bu ilkelerin ne şekilde uygulanacağı hukuka uygunluk ilkesiyle uyumlu olmalıdır. Bu çerçevede, bir markayı tescil ettirmek isteyen kişi, kendi lehine aynı kararın verilmesi talebiyle başka bir kişi adına gerçekleştirilmiş hukuki olmayan bir işleme dayanamaz. Bunun ötesinde, hukuki belirlilik ve düzgün yönetim esasları çerçevesinde, markaların uygun olmayan biçimde tescil edilmesini engellemek amacıyla, her markanın incelenmesi doğru ve kapsamlı biçimde yapılmalıdır. Buna uygun olarak, inceleme her vaka bazında ayrı olarak yapılmalıdır. Bir markanın tescil edilmesi, ilgili markanın kendi olguları kapsamında değerlendirilebilecek ve amacı, inceleme konusu markanın herhangi bir ret gerekçesi kapsamına girip girmediğini belirlemek olan özel kriterlere bağlıdır. AB yargısı içtihadına göre, tescili talep edilen işaretin, tescili daha önce onaylanmış olan ve tescili talep edilen işaretin aynı veya benzer mal veya hizmetlere atıfta bulunan bir markanınkiyle aynı şekilde oluşturulmuş olması durumunda dahi bu hususlar geçerlidir. Mevcut ihtilafta, Temyiz Kurulu, tam ve özel bir inceleme temelinde ve ihtilafın kendine özgü koşullarını dikkate alarak, başvurunun ilgili ret gerekçesi kapsamına girdiği sonucuna doğru bir şekilde varmıştır ve bu nedenle başvuru sahibi, bu sonuca ortadan kaldırmak için EUIPO’nun önceki kararlarına veya Temyiz Kurulunun takip etmediği bir EUIPO kararına dayanamaz.
Genel Mahkeme, ikinci argümana yönelik olarak, yıllardır devam ettirdiği istikrarlı içtihadından farklı bir hususu dile getirmemiş ve EUIPO Temyiz Kurulunun görüşleri doğrultusunda başvuru sahibinin iddialarını reddetmiştir.
3- 2017/1001 sayılı AB Marka Tüzüğü 71(f) bendinin ihlali:
Yazının başında bahsettiğimiz üzere, EUIPO ilk inceleme birimi marka başvurusunu 7(1)(f) bendi kapsamında ahlaka aykırılık gerekçesiyle reddetmiştir. Karara karşı yapılan itiraz incelenirken, Temyiz Kurulu başvurunun ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçesiyle reddedilmesi gerektiği kanaatine ulaşmış, bu nedenle başvurunun ret gerekçeleri arasına 7(1)(b) bendini eklemiş ve başvuru sahibine yeni ret gerekçesine karşı görüşlerini sunması için ek süre vermiştir. Başvuru sahibinin görüşlerini sunmasının ardından itirazı tüm gerekçeleri bakımından inceleyen Temyiz Kurulu ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçeli ret kararını, yukarıda detaylı olarak açıklanan nedenlerle yerinde bulmuştur. Belirtilen gerekçeye dayalı ret kararının yerinde bulunması nedeniyle Temyiz Kurulu, ahlaka aykırılık gerekçeli ret kararının yerindeliğinin incelenmesine ayrıca ihtiyaç bulunmadığını belirtmiştir.
Başvuru sahibi, Genel Mahkeme önünde Temyiz Kurulunun yeni bir ret gerekçesi ileri sürme hakkını sorgulamamaktadır. Ancak, 7(1)(f) bendi kapsamındaki ret kararına itiraz ederken de zaman ve çaba harcaması ve bu kararın incelenmesi için resmi ücretler ödemesi göz önüne alındığında, Temyiz Kurulunun ret gerekçelerinin tümünü inceleyerek karar vermesi gerektiğini, dolayısıyla 7(1)(f) bendi kapsamında da inceleme ve değerlendirme yapması gerektiğini belirtmektedir.
EUIPO yukarıda belirtilen iddiaya karşı yaptığı savunmada, içtihat uyarınca Temyiz Kurulunun inceleme esnasında başvuruya ilişkin yeniden tam bir inceleme yapma yetkisine de sahip olduğunu ve bu nedenle başvurunun ret gerekçeleri arasına 7(1)(b) bendinin Temyiz Kurulunca eklenmesinin hukuki olduğunu belirtmektedir. Kaldı ki başvuru sahibi de bu yetkiyi kabul etmektedir. Buna ilaveten, yeni eklenen ret nedenine karşı görüşlerini sunması için başvuru sahibine süre verilmiş, görüşleri talep edilmiş ve başvuru sahibi de görüşlerini sunmuştur. Dolayısıyla, başvuru sahibinin savunma hakkının ihlali de söz konusu değildir. Buna ilaveten, AB Marka Tüzüğü 7(1) maddesi uyarınca, mutlak ret nedenlerinden birinin varlığı, bir Birlik Markası başvurusunun reddedilebilmesi için yeterlidir. Dolayısıyla, bir başvuru hakkındaki ret kararına ilişkin olarak, ret gerekçelerinden birisinin (incelenen vakada 7(1)(b) bendi – ayırt edici nitelikten yoksunluk) tam bir inceleme sonucunda yerinde bulunması nedeniyle, diğer ret gerekçesinin incelenmesine (incelenen vakada ahlaka aykırılık – 7(1)(f) bendi) gerek bulunmamaktadır.
Genel Mahkeme, iddia ve savunmayı incelemesi neticesinde, EUIPO’nun argümanlarını yerinde bulmuş ve bu yöndeki başvuru sahibi itirazını da kabul etmemiştir.
Genel Mahkeme, başvuru sahibinin üç ana iddiasını yukarıda detaylı olarak açıkladığımız nedenlerle reddetmiş ve başvuru hakkında ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçesiyle verilen ret kararını yerinde bulmuştur. Bu çerçevede EUIPO Temyiz Kurulu kararının iptali talepli dava, Genel Mahkemenin T-82/24 sayılı kararıyla reddedilmiştir.
Sonuç
Başvuru kapsamındaki mal ve hizmetlere bakıldığında, başvuru sahibinin bu sloganı çok çeşitli sektörlerde kullanma arzusu olduğu anlaşılmaktadır. Ancak tahminimce çoğumuz, böyle bir sloganı ne boynumuzda takı olarak taşıyabilirdik ne baskılı tişört olarak giyebilirdik ne de bu isimde bir savaş oyunuyla eğlenebilirdik. Sonuç ne olursa olsun, bu tür sloganları taşıyan ürünlerin kullanımının barışçıl bireyler için tercih edilir olmaması gerekir. Tabii ki ülkesi işgal altında olan insanların tepkilerini gösterme biçimlerinin bulunduğumuz yerden anlaşılması da her zaman kolay değildir.
Karar hakkında kişisel yorumumu ekleyecek olursam, öncelikle başvurunun ayırt edicilikten yoksunluk gerekçesiyle reddedilmesi kanaatimce de yerindedir ve EUIPO Temyiz Kurulu ve Genel Mahkemenin bu yöndeki tespitlerine katılıyorum. Bununla birlikte, EUIPO Temyiz Kurulunun ahlaka aykırılık gerekçeli ret kararını da yorumlaması kanaatimce gelecekteki benzer ihtilaflara bugünden ışık tutulması bakımından daha yerinde olurdu. Böyle bir durumda çok yüksek olasılıkla Genel Mahkemenin de bu hususu ne şekilde değerlendirdiğini görecektik ve bu değerlendirme politik sloganların incelenmesi hususunda bize önemli bir rehber teşkil edecekti. Kim bilir belki de ihtilafın politik yönü dikkate alındığında, EUIPO Temyiz Kurulu ayırt edici nitelikten yoksunluk gibi daha nötr bir inceleme sahasının etrafında dolaşmayı tercih etmiştir, insan böyle hissetmekten kendisini alamıyor.
IPR Gezgini’ne yazılarıyla da katkı sağlamış arkadaşımız F. Betül ÖZBEK tarafından yüksek lisans tezi olarak kaleme alınan “Çalışan Buluşlarının Patent ve Ticari Sır Hükümlerine Göre Korunması” isimli çalışma, Şubat 2025’te Seçkin Yayıncılık tarafından kitap olarak yayımlandı. Yayınevinin kitaba ilişkin tanıtım ve sipariş sayfasına bu bağlantıdan erişilebilir.
Eseri bu kısa yazıda yazarının kaleminden okuyucularımıza tanıtacak ve devamında eserin kapsamı hakkında daha net bir fikir verebilmek adına İçindekiler bölümünü paylaşacağız.
“Çalışanlar tarafından iş ilişkisi sırasında geliştirilen buluşlar, çalışanın fikri çabası ile işverenin sağladığı kaynak ve altyapının bir ürünü olarak şirketler için ekonomik değer ve rekabet avantajı potansiyeli taşıyan varlıklardır. Buluş faaliyeti, yalnız işveren ve çalışanın çıkarlarını değil, teknolojik ve bilimsel ilerlemeden fayda sağlayacak toplumun menfaatlerini de yakından ilgilendirir. Çalışan buluşlarına ilişkin yasal düzenlemeler, işveren ve çalışana getirilen hak ve yükümlülükler ile buluş sürecinin hukuki öznelerinin menfaatleri arasında adil bir denge kurmayı amaçlar.
Sınai Mülkiyet Kanunu’nda işverene, çalışan buluşundan doğan hakları tam hak talebi aracılığı ile devralma imkanı tanınmış ve bu kapsamda birtakım yükümlülükler getirilmiştir. Hizmet buluşundan doğan hakları devralan işveren, bu buluşu patent veya faydalı model belgesiyle sınai hak koruması altına almakla yükümlüdür. Bununla beraber yükümlülüğünün istisnalarına ilişkin düzenlemeye göre işveren, işletme menfaatlerinin başvuru yapmamayı gerektirmesi durumunda buluşu ticari sır olarak koruyarak patent başvurusundan kaçınabilir. Bu düzenlemeye göre bir hizmet buluşunun, patent veya ticari sır hükümleri çerçevesinde korunması mümkündür. Buluş için uygun koruma türünün seçimi, işveren bakımından bir değerlendirme sürecini zorunlu kılmaktadır. İşverenin hizmet buluşunu patent veya ticari sır olarak değerlendirme yönünde vereceği kararın hüküm ve sonuçları farklılık göstereceğinden, koruma türlerinin ayrıntıları ile ele alınması ve işveren tarafından yapılacak seçimi etkileyecek hususların açıklanması önem taşımaktadır.
Bu kapsamda eserde:
Çalışan buluşunun ortaya çıkma sürecinde iki temel aktörü oluşturan işveren ve çalışanın menfaatler dengesi çerçevesinde hizmet buluşu üzerindeki hak sahipliği,
SMK’da sayılan şartlar bir araya geldiğinde buluş üzerinde hak talebinde bulunmaya yetkili olan işverenin buluştan doğan hakları devralması ile ortaya çıkan asli yükümlülükleri ve
Hizmet buluşunun patent veya ticari sır korumasına konu edilmesinin işveren ve çalışan bakımından hüküm ve sonuçları incelenmiştir.”
Kitabın içindekiler bölümü aşağıda paylaşılmaktadır:
Betül Hanım’a yol gösterici çalışması için bizler de teşekkür ediyor ve eserin ilgili tüm kesimlere faydalı olmasını diliyoruz.
Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin 2020/1814 E., 2021/1611 K. sayılı BOZMA kararının; özellikle, iltibas ve tanınmış marka açısından, karar içinde yer alan çelişkileri, Yargıtay’ın benzer konulardaki diğer kararlarıyla karşılaştırılarak değerlendirilmiş ve BOZMA kararının akıbeti araştırılmıştır.
Buna göre; bozma sonrası görülen davada, ilk derece mahkemesinin Yargıtay bozma ilamına uymayarak, ilk kararında direndiği (ANKARA 4 FSHHM’nin 2021/133 E- 2021/280 K sayılı kararı) ve dosyanın Yargıtay Hukuk Genel Kuruluna gönderildiği anlaşılmıştır.
Söz konusu direnme kararında mahkeme ESİN GÜRAL ve GÜRAL markaları arasında iltibas ve karıştırılma ihtimali olduğunu belirttikten sonra “…dava konusu ESİN GÜRAL markasının, davalının GÜRAL ibareli markalarından farklı bir marka olduğunu algılayamayacağı, davacı tarafın adının ve soy adının başvuru markasına aynen yer alması hususunun, davacıya kendi başvurusu için üstün bir hak vermeyeceği,…” tespit ve değerlendirmesine yer verildiği anlaşılmıştır.[1]
Direnme sonrası verilen Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 05.07.2023 tarihli 2022/11-220 Esas, 2023/723 karar sayılı ilamı ile Yargıtay 11. HD’nin bozma kararının kaldırılmasına karar verilerek, dosyanın ilgili Daireye tekrar gönderilmiş olduğu ve Dairenin 2023/4544 E- 202375257 K sayılı kararı ile BAM’ın ilgili kararının onandığı anlaşılmıştır.
Nitekim HGK’nın anılan ilamında “… davacıya ait marka ile davalı şirkete ait itiraza mesnet markaların kapsamlarındaki mal veya hizmetlerin benzerliği uyuşmazlık kapsamı dışındadır. Bu anlamda uyuşmazlığın özü taraf markalarındaki ibarelerin karıştırılmaya neden olabilecek düzeyde benzer olup olmadığı noktasında toplanmıştır. Bu itibarla benzer mal ve hizmetlerde tescilli taraf markalarının ibareleri arasındaki benzerliğe ilişkin incelemede uygulama alanı bulan hüküm 556 sayılı KHK’nın 8/1-b maddesi olduğundan aynı uyuşmazlık için ayrıca KHK’nın 8/4 üncü maddesi kapsamında herhangi bir inceleme yapılması mümkün değildir. bozma kararında ilk olarak ad ve soyadın birlikte yer aldığı markalar ile sadece soyadı yer alan markalar arasında 556 sayılı KHK 8/1-b maddesi uyarınca karıştırılma ihtimalinin meydana gelmeyeceği kabul edildikten sonra bu kabule aykırı olarak marka olarak tescil edilmek istenen ad ve soyad ile davalının tanınmış markaları arasında, ibareler arası benzerlik kabul edilmişçesine, markanın tanındığı sektördeki herhangi bir mal ve hizmet yönünden 556 sayılı KHK’nın 8/4 üncü maddesindeki risklerin ortaya çıkabileceğinin kabul edilmesi, yine ibareler itibariyle karıştırılma ihtimalinin bulunmadığı belirtilen davacıya ait marka ile davalı şirket markalarının kapsamlarındaki mal ve hizmetlerin benzer olmalarına rağmen anılan mal ve hizmetler farklıymış gibi 556 sayılı KHK’nın 8/4 üncü maddesi koşulları değerlendirilerek bir karar verilmesi gerektiğinden bahisle bozma kararının verilmiş olması karşısında, Özel Daire bozma ilamının kendi içinde çelişkili değerlendirmeler içerdiği, bu çelişkilerden anlaşıldığı üzere bozma ilamının açık bir hataya dayalı olduğu anlaşılmaktadır. Açıklanan gerektirici nedenlere göre açık biçimde maddi hataya dayalı Özel Daire bozma kararı ile İlk Derece Mahkemesinin direnme kararının ortadan kaldırılmasına ve işin esasına ilişkin olarak ileri sürülen temyiz itirazlarının yöntemince değerlendirilmesi ve dosya kapsamına uygun, çelişki içermeyen ve gerekçeli bir inceleme yapılması için dosyanın Özel Dairesine gönderilmesine karar vermek gerektiği..” gerekçesiyle direnme kararı yerinde bulunmuştur.[2]
Yargıtay 11 HD, 2023/4544 E- 2023/5257 K sayılı kararı ile, ihtilaf konusu markaların (Esin Güral / Güral) iltibas oluşturdukları yönündeki BAM kararını[3]onamıştır.
Karar bu yönü ile Dairenin benzer durumlara ilişkin vermiş olduğu kararları ile de uyumludur. Nitekim:
1- 2014/93933 sayılı EROL GÜRAL markasına ilişkin olarak görülenAnkara 2. FSHHM’nin 26.10.2016 tarih 2016/57 esas ve 2016/345 sayılı dosyasında ilk derece mahkemesi EROL GÜRAL ve GÜRAL Markalarını iltibas içinde görerek , sonraki markanın iptali yönünde verilen TÜRKPATENT YİDK kararının iptali talebini reddetmiştir. BAM 20. Hukuk Dairesinin 01.02.2017 tarih, 2017/37 esas, 2017/72 sayılı kararı ile istinaf taleplerinin reddine dair verilen karar, Yargıtay 11. Hukuk Dairesi Başkanlığının 19.11.2018 tarih, 2017/1701 esas ve 2018/7170 sayılı kararı ile de onanmıştır.
2- 2014/93937 kodlu RIZA GÜRAL markası hakkında görülen Ankara 4. FSHHM’nin 2016/180 E ve 2017/434 K sayılı kararı ile de RIZA GÜRAL-GÜRAL markalarının iltibas yarattıkları kabul edilmiş, ANKARA BAM 20 HD’nin 2018/594 E ve 2018/1290 K sayılı kararı istinaf istemlerinin reddine dair verilen karar Yargıtay 11. Dairenin 2019/1575 E ve 2019/8229 K sayılı kararı ile onanmıştır.
Kararda, “başvuru ile davalı şirketin ‘ GÜRAL’ ibareli markaları arasında görsel ve işitsel olarak ortalama tüketicileri iltibasa düşürecek derecede benzerliğin bulunduğu, davacı başvurusunda bulunan ‘RIZA’ ibaresinin davalı firmanın ‘GÜRAL’ ibareli tescilli markalarından farklı şekilde bir marka yarattığı izleniminin doğmadığı, ‘GÜRAL’ ibaresinin davalı firmanın markasının tanınmışlığı nedeniyle baskın olarak göze çarptığı, işin uzmanı yahut dikkatli kişilerden oluşmayan makul düzeyde bilgilendirilmiş marka ve başvuru konusu işareti aynı anda görüp detayları karşılaştırma olanağı bulunmayan daha önce görüp yararlandığı markanın aşağı yukarı net anısının tesirinde olan ortalama düzeydeki alıcı kitlesinin yargılama konusu mal ve hizmetler yönünden ayırdığı satın alma süreci içinde , davacının RIZA GÜRAL ibareli başvuru markasını gördüğünde derhal ve hiç düşünmeden bunun davalı şirketin GÜRAL ibareli tescilli ve mutfak eşyaları ürünlerinden tanınmış markalarından farklı bir marka olarak algılayamayacağı, markalar arasında karıştırılma ihtimalinin bulunduğu…” [4]belirlemesine yer verilmiştir.
3- 2015/42843 sayılı GÜLDEN GÜRAL markası hakkında görülen ANKARA 4. FSHHM’nin 2017/302 E ve 2018/429 K sayılı kararı ile de, GÜLDEN GÜRAL markasının GÜRAL markaları ile iltibas yarattığı kabul edilmiş, karar ANKARA BAM 20 HD’nin 09.10.2020 tarih ve 2019/462 E- 2020/854 K sayılı kararı ile istinaf istemlerinin reddine karar verilmiş, karar YARGITAY 11 HD’nin 2021/163 E- 2022/3806 K sayılı kararı ile onanmıştır.
Kararda ‘Bölge Adliye Mahkemesince davacı tarafın marka başvurusuna konu ettiği GÜLDEN GÜRAL ibaresi ile davalı şirketin GÜRAL esas ibareli markaları arasında davacının başvurusu kapsamından çıkartılan mal/hizmetler yönünden , görsel ve sesçil olarak ortalama tüketicileri iltibasa düşürecek düzeyde 556 sayılı KHK’nın 8/1-b maddesi anlamında iltibas bulunduğu, dava konusu ibareler arasındaki iltibas nedeniyle de kişinin ad ve soyadının dürüstçe kullanımının engellenemeyeceği yönündeki iddiasının yerinde bulunmadığı’ belirlemesinin yapıldığı görülmüştür.[5]
4- 2017/14395 sayılı NAFİ GÜRAL markası hakkında görülen ANKARA 1. FSHHM’nin 2018/212 E ve 2019/628 K sayılı kararı ile ihtilaf konusu NAFİ GÜRAL ve GÜRAL markaları iltibas içinde görülerek, davanın reddi yönünde karar verilmiş, karar ANKARA BAM 20 HD’nin 21.04.2022 tarih ve 2020/1207E- 2022/555 K sayılı kararı ile istinaf istemlerinin reddine karar verilmiş, karar YARGITAY 11 HD’nin 2022/4631 E- 2024/1019 K sayılı kararı ile onanmıştır.
Anonim kalmak isteyen okuyucumuzun ilettiği tespitlerin konunun daha iyi anlaşılmasına yardım ettiğini umuyor ve kendisine görüşleri için teşekkür ediyoruz.
Gerçek kişi adlarının marka olarak tescili, farklı hukuk sistemlerinde değişen yaklaşımlara konu olmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Kanada gibi bazı ülkelerde, bireylerin isimleri yaşamları süresince ve ölümden sonra 30 yıl boyunca marka olarak tescil edilememektedir. Buna karşın, Türkiye, İsviçre ve Avrupa Birliği üyesi ülkelerde ise kişi adlarının marka olarak tesciline genel olarak izin verilmektedir.[1]
Marka olabilecek işaretler 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu’nun (SMK) 4’üncü maddesinde belirtilmiştir. Buna göre, “marka, bir teşebbüsün mallarının veya hizmetlerinin diğer teşebbüslerin mallarından veya hizmetlerinden ayırt edilmesini sağlaması ve marka sahibine sağlanan korumanın konusunun açık ve kesin olarak anlaşılmasını sağlayabilecek şekilde sicilde gösterilebilir olması şartıyla kişi adları dâhil sözcükler, şekiller, renkler, harfler, sayılar, sesler ve malların veya ambalajlarının biçimi olmak üzere her tür işaretten oluşabilir.” Yapılan tarife bakıldığında, kişi adlarının marka olarak tescil edilebileceği mevzuatta açıkça düzenlenmiştir.
Uygulamada kişi adları, soyadları ya da bunların birlikte kullanımı sıklıkla marka başvurularına konu olmaktadır. Yukarıdaki tanımda açıklandığı üzere SMK’na göre, bir teşebbüsün mallarını ya da hizmetlerini diğerlerinden ayırt etmeye yarayan kişi adları dahil her türlü işaret, marka olarak tescil edilebilir.
Belirtilmelidir ki bu yazıda işlenilmek istenen konu, kişi adlarının, zaman zaman başka unsurlarla birlikte kişilerin kendileri tarafından marka tesciline konu edilmesidir. Kaynağını Medeni Kanun’dan alan kişilik hakkının bir parçası olarak kişinin adının başkası tarafından haksız kullanımı, kişilik hakkına saldırı teşkil eder ve bu haksız kullanım hallerinden biri de kişinin adının rızası olmadan marka olarak tescil edilmesidir. SMK m.6/6 hükmüne göre, adın haksız kullanımı halinde ad sahibinin marka tesciline itiraz hakkı doğmaktadır.
SMK m.6/6 kapsamında, markanın “başkasına ait” bir kişi adını içermesi ve bu durumun ilgili kişinin kişilik haklarını ihlal etmesi esas alınmaktadır. Bir ismin birden fazla kişi tarafından kullanılması mümkün olup, bu isim sahiplerinden birisi ismini marka olarak tescil ettirmek isteyebilir. Böyle bir durumda, diğer kişilerin SMK m.6/6 hükmüne dayanarak ileri sürecekleri itirazları başka bir haklı sebep yoksa muhtemelen reddedilecektir. Çünkü bir kişinin kendi adını marka olarak tescil ettirmesi, hukuka aykırı bir fiil teşkil etmediğinden, başkasının kişilik hakkına saldırı olarak değerlendirilemez.
Bununla birlikte, bazı durumlarda kişinin kendi adını marka olarak tescil ettirmesi sakıncalı olabilir. Örneğin, Yıldız Tilbe veya Fatih Altaylı gibi tanınmış ve toplum nezdinde bilinirliği yüksek kişilerle aynı adı taşıyan bir bireyin, bu ismi marka olarak tescil ettirmesi halinde, ilgili ünlü şahsiyetlerin tanınmışlığından haksız yere yararlanma ihtimali doğabilir. Bu tür durumlarda, somut olayın koşulları dikkate alınarak yapılan marka başvurusu kötü niyetli kabul edilebilir ve itiraz halinde, SMK m.6/9 uyarınca reddedilebilir.[2]
Bu noktada esas konumuz olan kişi adların tescilinde karıştırılma ihtimaline yönelik incelemeye başlamadan önce, kişi adlarının marka tescilinde SMK m. 6/9 uyarınca kötü niyet unsuru oluşturmasının açıklanması faydalı olacaktır:
Adalet Divanı Genel Mahkemesi’nin 14 Mayıs 2019 tarihli T-795/17 sayılı kararına konu olan bir olayda, Portekiz vatandaşı “Carlos Moreira” tarafından Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi’ne (EUIPO), 17 Aralık 2012 tarihinde “Neymar” kelime markasının 25. sınıfa dahil “Giysiler, ayak giysileri, baş giysileri” malları için tescil edilmesi talebiyle bir başvuru yapılmıştır.
Mahkemenin kararında özetle, marka tescil başvurusunun yapıldığı tarihte başvuru sahibinin niyetinin, futbolcu Neymar’la bağlantı kurulmasını sağlayarak, onun ününden haksız avantaj sağlamak olduğu tespitiyle başvuru sahibinin marka başvurusunun kötü niyetli olduğu açıklanmaktadır.[3]
Ad ve Soyadından Oluşan Markalarda Karıştırılma İhtimali İncelemesi
Yargıtay, E2003/4003 sayılı “TIC-TAC” kararında, karıştırılma ihtimali kavramını şu şekilde tanımlamıştır:
“Karıştırılma ihtimalinde önemli olan husus halkın iki işaret arasında herhangi bir sebeple bağlantı kurmasıdır. Burada işitsel ve görsel bir benzerlik ve hatta genel görünüş açısından “umumi intiba” olmasa bile, halk tarafından iki marka arasında bağlantı kurulması ve hatta çağrıştırması dahi karıştırma ihtimali için yeterli bir ölçü olarak kabul edilmelidir.”[4]
Türk Patent ve Marka Kurumu tarafından yapılan karıştırılma ihtimali incelemesi fiili bir durum değerlendirmesi olmayıp, soyut bir hukuki değerlendirmedir. Bu nedenle gerek itiraz sahibinin gerekse de başvuru sahibinin itiraz incelemesinde karşılaştırma konusu markaların piyasada fiili olarak karıştırılacağına ya da karıştırılmayacağına dair kanıt sunma zorunluluğu yoktur.[5]
Ad ve soyadlarının marka olarak tescil edilmesinde karıştırılma ihtimali değerlendirmesi kritik bir rol oynar. Ad ve soyadlarının marka olarak tescilinde ayırt edici güçleri, kullanım yaygınlıklarıyla ters orantılıdır. Yaygın kullanılan ad ve soyadlarının ayırt edici güçleri daha düşük kabul edilmekte, bu nedenle bu tür markaların kaynak gösterme işlevleri sınırlı olmaktadır. Bu bağlamda, soyadların genellikle adlara göre daha fazla ayırt edici güce sahip olduğu kabul edilir. Soyadların ortak unsur olduğu işaretler arasında karıştırılma ihtimali daha yüksekken, adların ortak unsur olduğu durumlarda bu ihtimal görece daha düşüktür. Eğer ortak unsur Türkiye’de yaygın olarak kullanılan isimlerden ise işaretler arasında karıştırılma ihtimali olmayacağı sonucuna ulaşılabilecektir.
Buna karşın, Türkçe kişi adından oluşan veya asli ayırt edici unsurları Türkçe kişi adı olan markaların, aynı kişi adını farklı ayırt edici unsurlarla birlikte içeren markalarla benzerliği incelenirken, mutlak surette markaların benzer olduğu sonucuna da varılamaz.[6]
Yargıtay 11. Hukuk Dairesi’nin “Güral” Kararı
Ad- soyad markalarının karıştırılma ihtimali incelemesinin kavranması açısından Yargıtay 11. Hukuk Dairesi’nin “GÜRAL” kararı önemlidir.[7] Dolayısıyla, konunun daha net aktarılabilmesi için “Güral” kararının özetlenmesi yerinde olacaktır:
Adı geçen davada, davacı vekili, müvekkili adına 2014/93934 başvuru numarası ile 18/11/2014 tarihinde gerçekleştirilen “…” ibareli marka başvurusunun TPMK tarafından itirazla reddedildiğini, bir kişinin kendi isim ve soyadının marka olarak kullanılmasının önlenemeyeceğini, dava konusu markaların yazılış, okunuş ve anlamsal olarak açıkça farklı olduğunu ileri sürerek, TPMK YİDK’nin 21/12/2015 tarih ve 2015-M-12235 sayılı kararının iptaline karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı şirket vekili, müvekkilinin “GÜRAL” esas unsurlu çok sayıda markanın sahibi olduğunu ve “GÜRAL” markasının tanınmış marka olarak tescil edildiğini, davacının isminin sadece “…” değil “…” olduğunu, davacının amacının “GÜRAL” ibaresi üzerinde hak tesis etmek olduğunu, davacının ortağı olduğu şirketlerin ve ailesinden diğer kişilerin “GÜRAL” ibaresi üzerinde hak sahibi olmaya çalıştıklarını, davacının daha önceden de 2011/56720 başvuru ile “…” ibaresini marka olarak almak istediğini ancak yapılan itiraz sonucunda bu başvurunun reddedildiğini, taraflar arasında markanın tüm aile fertleri tarafından kullanılacağına ilişkin bir anlaşma bulunmadığını, bir kişinin isim ve soyadını kullanmasının ancak bir başka marka ile iltibas yaratmaması halinde mümkün olabileceğini savunarak davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı Türk Patent ve Marka Kurumu vekili, davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
İlk derece mahkemesince özetle, ortalama tüketici tarafından davacının markası görüldüğünde derhâl ve hiç düşünmeden bunun davalının “GÜRAL” ibareli markalarından farklı bir marka olduğunun algılanamayacağı, davacı tarafın adının ve soyadının başvuruda aynen yer alması hususunun, davacıya üstün bir hak veremeyeceği, taraf markaları arasında 556 sayılı KHK’nin 8/1-b maddesinde düzenlenen iltibası bulunduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Karara karşı davacı vekili, istinaf kanun yoluna başvuruda bulunmuştur. Bölge Adliye Mahkemesi tarafından, davacı vekilinin istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmiştir. Bu kararı, davacı vekili temyiz etmiştir.
Nihayet Yargıtay 11. Hukuk Dairesi’nin önüne gelen dava, marka başvurusunun reddine ilişkin TPMK YİDK kararının iptaline ilişkindir. Yargıtay kararında bir kişinin kendi ad ve soyadının marka olarak tescilinin kişilik hakkı kapsamında görülmesi gerektiğine ve 556 sayılı Marka KHK’nin 8/5 (SMK 6/6) maddesinde de kişi adlarının markasal değerine işaret edildiğine vurgu yapılmıştır.
Dairenin 16.12.2019 tarih ve 2019/1575 E., 2019/8229 K. sayılı kararı ile 19.11.2018 tarih ve 2017/1701 E., 2018/7170 K. sayılı kararlarına atıf yapılarak; ad ve soyadın birlikte yer aldığı markalar ile sadece soyadının yer aldığı markalar arasında, 556 sayılı KHK’nin 8/1-b maddesi uyarınca karıştırılma ihtimalinin meydana gelmeyeceği görüşünün kabulü ifade edilmiştir. Bununla birlikte, bir kişinin ad ve soyadının tanınmış markalarla bir benzerliğinin bulunması haline ayrı bir parantez açılmış bir kişinin ad ve soyadının, tanınmış marka ile aynı sektörde herhangi bir mal ve hizmet yönünden tescil ettirilmesinin, KHK’nin 8/4 maddesindeki riskleri doğurabileceği kabul edilmiştir.
Bu açıklamalar ışında, somut olayda, davacının marka başvurusunun kendisine ait ad ve soyadı içerdiği, davacının soyadı itibarıyla davalı markalarla benzerlik ve ayniyet gösterdiği kabul edilse de, bir bütün olarak davacı markasının davalı markalarından farklı olarak bir kişinin ad ve soyadı olarak algılanacağı, bu itibarla davalı markalarla karıştırılma ihtimalinin meydana gelmeyeceği yani SMK 6/1 anlamında karıştırılma ihtimali bulunmadığı ancak, davacının marka başvurusu kapsamında bulunan mal ve hizmetler yönünden tescilinin, 556 sayılı KHK’nin 8/4 maddesi[8] uyarınca[9], davalının markalarının tanınmışlık düzeyi itibarıyla, en azından bazı mal ve hizmetler yönünden, davacıya haksız yarar sağlayıp sağlamayacağı, tanınmış markanın yüksek ayırt edicilik gücünün zedelenip zedelenmeyeceği ve markanın itibarına zarar verip vermeyeceği risklerinden en az birinin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği tartışılarak bir karar verilmesi gerekirken, hatalı gerekçeyle davanın tamamen reddine karar verilmesi doğru görülmemiş, karar bu nedenle temyiz eden davacı lehine bozulmuştur.
Karar incelendiğinde yukarıdaki bölümde anlatılanlara ek olarak iki husus ad soyad markaları arasındaki karıştırılma ihtimali değerlendirmesinde öne çıkmaktadır:
11. Hukuk Dairesi genel görüş olarak ad ve soyadın birlikte yer aldığı markalar ile sadece soyadından oluşan markalar arasında karıştırılma ihtimalinin meydana gelmeyeceğini değerlendirmektedir.
İtiraz gerekçesi-önceki tarihli markanın tanınmışlığı sebebiyle (olayımızda davalının markasıdır), SMK 6/5’te sayılan hallerden birinin meydana gelmesi ve haklı bir sebebe dayanma halinin bulunmaması durumunda, ad ve soyadından oluşan markanın başvurusu, sadece soyadından oluşan markanın tanınmışlığı nedeniyle reddedilecektir. (Sonraki tarihli/itiraz edilen markanın ayırt edici niteliğinin, gücünün veya tanınmışlığının değerlendirmeye etkisinin olmadığı kabul edilir.[10])
Yazının bu bölümünde kişi ismini ortak unsur olarak içeren markalar arasındaki karıştırma ihtimali örnek bir olay bağlamında ve önceki bölümde açıklananlar ışığında incelenecektir
Türk Patent ve Marka Kurumunun kamuya açık marka araştırma hizmeti kullanılarak yapılan araştırmada, halk tarafından CZN Burak olarak bilinen “B.Ö” ile “Burak B.” adlı şahıs arasında bir marka ihtilafı silsilesi meydana geldiği görülmektedir.
Aşağıda görseline yer verilen “Chef Burak Steak House” kelime ve ilaveten şekil unsurlarından oluşan başvuru 43. sınıfta yer alan hizmetleri (Geçici konaklama ve yiyecek-içecek sağlanması hizmetleri. Otel, restoran, kafeleri içeren hizmetler.) kapsamaktadır. Anılan başvuru çoğunluğu CZN Burak’a ait markalar sebebiyle, yayıma itiraz üzerine SMK 6/1 kapsamında karıştırılma ihtimali gerekçesiyle reddedilmiştir.
Burak B aşağıda görseline yer verilen ve önceki markasıyla aynı olan bir başka başvuruyu, ilk başvurudan yaklaşık 3 ay sonra yapmış ve belirtilen başvuru, Sınıf 29 (Et, kümes hayvanları, süt ürünleri, balık……) ve Sınıf 35’te (Reklamcılık, pazarlama ve halkla ilişkiler ile ilgili hizmetler, ticari ve reklam amaçlı sergi ve fuarların organizasyonu hizmetleri; alıcı ve satıcılar için çevrimiçi pazaryeri (internet sitesi) sağlama hizmetleri…. ) tescil edilmiştir.
Taraflar arasında yaşanan bir diğer marka ihtilafı ise Burak B’ye ait aşağıda görseline yer verilen ve 29., 35. ve 43. sınıflardaki malları ve hizmetleri kapsayan başvuruya karşı çoğunluğu CZN Burak’a ait markalar gerekçe gösterilerek yapılan itirazda karşımıza çıkmaktadır. İnceleme sonucunda 6/1 bendi kapsamında karıştırılma ihtimali gerekçesi haklı bulunmuş, aşağıda görseline yer verilen “Chef Burak Restaurant + şekil” unsurlarından oluşan başvuru, kapsadığı tüm mallar ve hizmetler bakımından reddedilmiştir. CZN Burak tarafından öne sürülen “SMK madde 6/5 tanınmışlık” ve “SMK madde 6/9 kötü niyet” iddiaları ise haksız bulunmuştur.
CZN Burak lehine sonuçlanan yukarıdaki marka ihtilafının (Chef Burak Restaurant başvurusuna karşı yapılan itiraz) sonucunun belirlenmesinde, adı geçen kişiye ait 2021 tarihli 08 / 09 / 11 / 16 / 18 / 21 / 25 / 28 / 29 / 30 / 31 / 32 / 35 / 36 / 37 / 38 / 39 / 41 / 42 ve 43. sınıfların tümünde kendisi adına tescil edilmiş aşağıda görseli bulunan “Burak Chef + şekil” markasının etkili olduğunu düşünüyoruz.
Sonuç ve Öneri
Ad-soyad markalarında karıştırılma ihtimali incelemesine ilişkin olarak yazımızda açıklananlar bütünüyle değerlendirildiğinde, doğru marka başvurusu stratejilerinin marka korumasında ne kadar etkili olduğu görülmektedir. Bu tip markalar için doğru başvuru stratejinin belirlenmesinde kanaatimizce aşağıda yer vereceğimiz hususların dikkate alınması yerinde olacaktır.
Ülkemizde tek başına kişi adlarını, soyadlarını veya kişi ad-soyadlarını birlikte içeren marka başvurularının fazlalığı düşünüldüğünde, yazının bütününde açıklananlar doğrultusunda, ad ve ad-soyad marka başvuruları için aşağıda belirtilen kriterlerin göz önünde bulundurulması kanaatimizce faydalı olacaktır:
Ad ve soyadlarının marka olarak tescilinde, adların ve soyadlarının ayırt edici güçleri, kullanım yaygınlıklarıyla ters orantılıdır.
Ad ve soyadın birlikte yer aldığı markalar ile sadece soyadının yer aldığı markalar arasında, SMK’nın 6/1 maddesi uyarınca karıştırılma ihtimali, özellikle yaygın kullanımı bulunan soyadları bakımından meydana gelmeyecektir. Yazıda aktarılan Yargıtay’ın “Güral” kararı bu tespiti desteklemektedir.
Sadece ad tescilli iken başka bir tarafça aynı adın ve ilaveten soyadının birlikte yer aldığı bir başvuru da genel olarak karıştırılma ihtimaline konu olmayacaktır.[11]
Soyadların genellikle adlara göre daha fazla ayırt edici güce sahip olduğu kabul edilir.
Soyadların ortak unsur olduğu işaretler arasında karıştırılma ihtimali daha yüksekken, adların ortak unsur olduğu durumlarda bu ihtimal görece daha düşüktür.
Kişinin adının veya soyadının tanınmış bir marka ile aynı olması halinde, tanınmış markanın tanınmış olduğu sektördeki mal veya hizmetler için tescil başvurusunda bulunulmuş ise o mallar veya hizmetler yönünden başvurunun reddine karar verilebilir.[12]
[6] “Somut olayda, davacının marka başvurusunun kendisine ait ad ve soyadı içerdiği, davacının soyadı itibarıyla davalı markalarla benzerlik ve ayniyet gösterdiği kabul edilse de; bir bütün olarak davacı markasının, davalı markalarından farklı olarak bir kişinin ad ve soyadı olarak algılanacağı, bu itibarla davalı markalarla karıştırılma ihtimalinin meydana gelmeyeceğinin kabulü gerekir.” (11. H.D. 2020/1814 E., 2021/1611 K.)
[7] Mahkemece, iddia, savunma, bilirkişi raporları, toplanan deliller ve tüm dosya kapsamına göre; davacının “…” ibareli marka başvurusuyla davalının “GÜRAL” ibareli markaları arasında görsel ve sesçil olarak ortalama tüketicileri iltibasa düşürecek derecede bir benzerlik bulunduğu, işin uzmanı yahut dikkatli kişilerden oluşmayan, makul düzeyde bilgilendirilmiş, marka ve başvuru konusu işareti aynı anda görüp detaylarını karşılaştırma olanağı bulunmayan, daha önce görüp yararlandığı markanın aşağı yukarı net anısının tesirinde olan ortalama düzeydeki alıcı kitlesinin, yargılama konusu mal/hizmetler açısından ayırdığı satın alma/faydalanma süresi içinde, davacının başvuru markasını gördüğünde derhal ve hiç düşünmeden bunun davalının “GÜRAL” ibareli markalarından farklı bir marka olduğunu algılayamayacağı, davacı tarafın adının ve soyadının başvuru markasında aynen yer alması hususunun davacıya üstün bir hak veremeyeceği, taraf markaları arasında 556 sayılı KHK’nin 8/1-b maddesinde düzenlenen iltibasın bulunduğu…” (11. H.D. 2020/1814 E., 2021/1611 K.)
[8] KHK m.8/4 ün karşılığı, ek unsur içermekle birlikte, SMK m. 6/5 dir.
[9] Tanınmış markanın farklı mal veya hizmetlerde kullanılmasının engellenebilmesi için, KHK madde 8/4’te belirtilen şartlardan en az birinin gerçekleşmesi gerekmektedir. Bu şartlar; markanın toplumdaki tanınmışlık düzeyi nedeniyle haksız bir yararın elde edilmesi, markanın itibarına zarar verilmesi veya markanın ayırt edici karakterinin zedelenmesidir.
SMK 6/5 ile, KHK madde 8/4’te yer alan bu şartlar korunmakla birlikte, ek olarak “haklı sebebe dayanma hali saklı kalmak kaydıyla” ifadesi eklenmiştir. Bu değişiklikle, başvuru sahibine marka başvurusu yaparken haklı bir sebebe sahip olduğunu ileri sürme imkânı tanınmıştır.
Önder Erol Ünsal, NEYMAR Kararı – Adalet Divanı Genel Mahkemesi’nden Kötü Niyetli Markalara İlişkin Değerlendirme: (T-795/17) https://iprgezgini.org/tag/neymar-davasi/
Türk Patent ve Marka Kurumu, Marka İnceleme Kılavuzu
Thatchers’ın, Aldi’ye karşı marka hakkına tecavüz ve haksız avantaj sağlama (passing off) iddiasının Şubat 2024’te Fikri Mülkiyet Girişimcilik Mahkemesi (“IPEC”) tarafından reddedilmesinin ardından, Ocak 2025’te Birleşik Krallık Temyiz Mahkemesi (“UK Court of Appeal”), ilk derece mahkemesinin kararını iptal etmiş ve Aldi’nin, Thatchers’ın “Cloudy Lemon Cider” ürünü üzerindeki marka haklarını ihlal ettiğine ve bu yolla haksız bir avantaj sağladığına hükmetmiştir.
Aşağıdaki yazımızda Aldi’nin, tanınmış markaların ambalajlarının taklidi niteliğinde ve haksız avantaj sağlamaya yönelik davranışlarına ilişkin olarak, Birleşik Krallık Temyiz Mahkemesinin 20 Ocak 2025 tarihli kararında belirlediği kriterleri ele alacağız.
Uyuşmazlığa İlişkin Özet
Thatchers, 1904 yılında Somerset, İngiltere’de kurulan ve o zamandan bu yana çeşitli aromalı meyve şarabı üreticisi olan, tanınmış bir aile şirketidir.
Thatchers, Şubat 2020’de “cloudy lemon” aromalı meyve şarabını piyasaya sürmüş ve 2022 yılına kadar, ürünü tanıtmak için, televizyon reklamları, reklam panoları ve çevrimiçi kampanyalar gibi çeşitli tanıtım faaliyetlerine yaklaşık 3 milyon Sterlin harcamıştır. Bu sayede önemli bir pazar başarısı elde etmiştir. Eylül 2022 itibariyle, limon aromalı meyve şarabı perakende değeriyle 20 milyon Sterlin’den fazla satış yapmıştır.
Aldi ise “tıpkı markalar gibi, sadece daha ucuz[1]” sloganıyla kendini tanıtan bir süpermarket zinciridir. 2013 yılından beri Aldi, hem kendi markası “TAURUS” altında meyve şarabı üretmekte hem de Strongbow, Alska ve Orchard gibi üçüncü kişi meyve şarabı üreticilerinin ürünlerinin perakende satışını yapmaktadır. Mayıs 2022’de Aldi, “TAURUS cloudy lemon” isimli meyve şarabını piyasaya sürmüştür.
Aşağıda, solda Thatchers’ın tescilli markası, ortada Thatchers cloudy lemon meyve şarabı kutusu, sağda ise Aldi’nin (Taurus) cloudy lemon meyve şarabı kutusu görülmektedir:
Thatchers, Aldi’nin “Taurus Cloudy Lemon Cider” adlı ürününün, kendilerine ait Önceki Marka’yı ihlal ettiğini iddia etmiştir. Ayrıca, Aldi’nin bu benzer meyve şarabı meyve şarabı ürünüyle kendisini taklit ettiğini ve markasının bilinirliğinden haksız avantaj sağladığını (“passing off”) da öne sürmüştür.
Birleşik Krallık Fikri Mülkiyet Girişimcilik Mahkemesinin (UK IPEC) İlk Derece Yargılamasında Verdiği Karar
Bu davada, ilk derece yargılaması olağan bir yargılama sürecinden farklı tecrübeleri bünyesinde barındırmıştır. Örneğin mahkeme hâkimi benzerlik incelemesi sırasında, tarafların meyve şarabı ürününü tadarak da karşılaştırma yapmıştır.
İlk Derece Mahkemesi Ocak 2024’te verdiği kararda; her ne kadar Aldi’nin ihtilafa konu ürününü tasarlarken Thatchers’ın o tarihe dek tanınmış hale getirdiği “cloudy lemon” meyve şarabı ürününün tasarımını emsal almış olduğunu gözetse bile:
İki ürün ve Thatchers’ın Markası arasındaki genel benzerliğin düşük olduğuna,
Aldi’nin Thatchers’ın Markasından haksız şekilde fayda sağlamadığına veya ayırt ediciliğine zarar vermediğine,
İhtilafa konu ürünün ortalama tüketiciyi Thatchers aleyhinde yanıltmadığına, bu nedenle Thatchers ürününün veya markasının taklidinin ve yanlış tanıtılmasının da söz konusu olmadığına kanaat getirmiştir.
Bahsi geçen karar incelemesinde, Aldi’nin “cloudy lemon” meyve şarabı ürününü tasarlamadan önce piyasa araştırması yaptığı ve bu araştırmada en çok başarı elde edenlerden birinin Thatchers’ın ürünü olduğunu tespit ettiği dikkate alınmıştır.
Üstelik Aldi’nin bu araştırma sonucunu emsal alarak, “aynı başarıyı elde etme amacıyla” Thatchers’ın ürününün ambalaj tasarımını, görsellerini ve yazı renklerinden hareket ettiği de belirtilmiştir.
Bize göre bu hususların kararın sonucunu etkilemekte rolünün çok daha büyük olması gerekirdi. Nitekim piyasada dikkat çekmiş ve başarılı olmuş bir ürünün oluşturulmasındaki incelikler, elbette başka bir ürün tasarımcısı için ilham olabilir, ama bu ilham sadece yeni tasarımın hareket edeceği başlangıç noktası olmak ile kalmalıdır.
Somut olayda ise “Thatchers’ın ürünündeki gibi limonlar olsun” veya “Thatchers’ın ambalajındaki gibi ince çizgiler kullanılsın” şeklindeki, başta değerlendirilen daha uzak sayılabilecek şablonlardan Thatchers tasarımına yaklaşmak suretiyle yapılan bilinçli dönüşler, Aldi’nin buradaki niyetinin örnek almak ile sınırlı kaldığını söylemeye yetmez.
Bu nedenle, İlk Derece Mahkemesinin tespitlerinin aksine, Aldi’nin ilk tasarım taslaklarından sonra yaptığı değişikliklerin Thatchers’ın markasından ve ambalaj tasarımından yeterince uzaklaşmasını sağlayacak tercihler olduğunu düşünmüyoruz. Zira tasarımcının sonsuz seçenek özgürlüğü vardır. Aldi de pekâlâ “TAURUS” markalarının halihazırda sahip olduğu “çatı tasarım”lardan da hareket ederek Thatchers’ın Markasından çok daha uzak tasarımlar yaratabilirdi:
Yukarıdaki düşüncelerimize pek çok meslektaşımız da katılmış olacak ki, İlk Derece Mahkemesinin kararı başka fikri mülkiyet avukatları tarafından da eleştirilmiş ve “taklit ürünlerle mücadele eden gerçek hak sahipleri bakımından bir hayal kırıklığı” şekline nitelendirilmiştir.
Birleşik Krallık Temyiz Mahkemesinin (UK Court of Appeal) 20 Ocak 2025 Tarihli Kararı
IPEC kararını temyiz eden Thatchers’ın itiraz gerekçeleri, Birleşik Krallık Temyiz Mahkemesi nezdinde 17-18 Aralık 2024 tarihli duruşmalarda görülmüştür. Akabinde Temyiz Mahkemesi, 20 Ocak 2025 tarihli gerekçeli kararını düzenlemiş ve ilk yargılama neticesindeki kararın bozulması gerektiğine hükmetmiştir.
Bozma kararında Temyiz Mahkemesi, “ilk derece mahkemesinin değerlendirmesinin son derece dar bir yorumla yapıldığını” söylemiştir ve Aldi’nin Thatchers’ın Markasını ihlal ettiğine kanaat getirmiştir. Mahkemenin bozma kararı gerekçelerini aşağıda daha detaylı inceledik:
1- Aldi’nin İhtilafa Konu Ürününde Kullanılan İşaret ve Thatchers’ın Markası Arasındaki Benzerlik
Temyiz Mahkemesi aşağıdaki gerekçeleri ileri sürerek İlk Derece Mahkemesinin kararını bozmuştur:
İlk Derece Mahkemesinin, Thatchers’ın iki boyutlu tescilli markasını Aldi’nin üç boyutlu ürün görseliyle kıyaslayarak çok dar kapsamlı bir inceleme yapmıştır ve bu nedenle yapılan inceleme yerinde değildir,
Bir ürünün limon aromalı olduğunu belirtmek bu kadar yakın benzerlik olmadan da yapılabilir ve Aldi’nin ambalajı ile Thatchers’ın ambalajı arasında “tesadüfi olamayacak” derecede bir benzerlik vardır,
Aldi’nin “çatı tasarım”ından saparak, ilk defa ihtilafa konu ürün ambalajında Thatchers ambalajına yakın bir tasarım tercih etmesi bunu daha da pekiştirmektedir.
2- Aldi’nin İhtilafa Konu Ürünü Tasarlarken Sahip Olduğu Niyet ve Bu Sayede Sağladığı Haksız Avantaj
Temyiz Mahkemesi, yanıltma amacının güdülmesi ile bir başkasının markasının tanınmışlığından ve itibarından yararlanma amacı arasında bir ayrım yaparak somut olayda Aldi’nin niyetinin ne olduğu tartışmasında aşağıdaki hususlara değinmiştir:
Aldi, Thatchers’ın Markasından yararlanmak suretiyle ve kendi meyve şarabının satışına yardımcı olması amacıyla ihtilafa konu ürün ambalaj tasarımını tercih etmiş ve zaten piyasaya tanıttıkları sloganlarında söyledikleri gibi: “Thatchers meyve şarabına benzer ama daha ucuz” bir ürün sattığı mesajını iletmek istemiştir,
Aldi’nin ihtilafa konu ürünün tasarımı sürecindeki tüm yazışma ve belgelendirmeden anlaşıldığı üzere, Taurus markalı ürünlerin tasarımından sapılması ve Thatchers ambalajlarındaki yatay çizgilere kadar en ince detayların taklit edilmesi, Aldi’nin amacının Thatchers’ın Markasını çağrıştırmak olduğunu göstermektedir,
Aldi’nin ihtilafa konu ürünü herhangi bir tanıtım yapılmadan çok kısa bir süre içinde önemli bir satış rakamına ulaşmıştır, bu da ürün üzerinde Önceki Marka’ya benzer bir işaretin kullanılmasıyla Aldi’nin kendisine haksız avantaj sağladığını ortaya koymaktadır,
İhtilafa konu üründeki ambalajı kullanmadan da aynı değerde satışlar yapabileceğini ispatlayamaması, Aldi’nin Önceki Marka’yı taklit etmekteki haksız avantaj sağlama amacına ulaştığını gözler önüne sermiştir.
Neticede Temyiz Mahkemesi, Aldi’nin bu davaya konu hukuka aykırı davranışlarının, “markanın imajının aktarılması” ve “markanın peşine / kuyruğuna takılma” tanımına tam olarak uyduğuna karar vermiştir. Çünkü, sadece kalite ve/veya fiyat ve kendi tanıtım çabalarıyla rekabet etmesi gereken Aldi, Önceki Marka’yı ve Thatchers’ın piyasada tanınmışlık kazanan “cloduy lemon” meyve şarabı ürününü taklit etmiş ve böylece Thatchers’ın ürününü geliştirmek ve tanıtmak için yaptığı yatırımdan haksız bir avantaj sağlamıştır.
Temyiz Mahkemesi bu karara varırken, Aldi’nin ihtilafa konu ürününün, aslında Thatchers meyve şarabının daha ucuz bir versiyonu olduğu mesajını “yüksek sesle ve net bir şekilde” aldıklarını söyleyen sosyal medya yorumlarına da atıfta bulunmuştur.
Sonuç
Temyiz Mahkemesi kararı ile “passing off” olarak anılan, bir markanın genel görünümünden haksız avantaj sağlama ve benzerlik yaratarak tüketiciyi yanıltma olarak karşımıza çıkan davalarda önemli ve isabetli bir karar verildiğini düşünüyoruz.
Öyle ki, İlk Derece Mahkemesinin kararı onansaydı, tanınmış markaların çok ufak revizelerle deyim yerindeyse taklit edilmesine tolerans yolu açılmış olacaktı.
Ünlü ve genellikle ucuzluk zincir marketlerinin “benzeri ama daha ucuzu” ürünleri piyasaya sürmesinin, bir başka markanın emek ve yatırımından haksız avantaj sağlama teşkil ettiği durumlarla çok sık karşılaşılmaktadır. İncelemeye konu karar, ambalaj ve ticari takdim şekli benzerliklerinde kullanılabilecek isabetli bir emsal olmuştur.
Elbette Aldi’nin limon aromalı meyve şarabı kadar yüzünü ekşittiğine inandığımız bu kararı, Yüksek Mahkeme’ye taşıması muhtemeldir. Bu noktada Yüksek Mahkemesinden de farklı bir karar çıkacak mı ve bu bulanık sularda ilerleyen ilginç davanın akıbeti ne olacak, heyecanla bekleyeceğiz.
Amerikan Marka ve Patent Kurumu (USPTO) nezdinde ayrık görüş içeren dosyalara pek denk gelmiyoruz ama bu olayda ayrık görüş var, o yüzden ihtilafın kendisi ilginç olduğu kadar dosya bu yönden de dikkate değer bence.
İHTİLAFIN ÖZETİ VE ÇOĞUNLUK GÖRÜŞÜ
Sahne adı olarak Trav Torch ismini kullanan R&B ve soul müzik sanatçısı Travis Edwin Davis’in (Davis) sahibi olduğu Cologne & Cognac Entertainment şirketi 07/03/2019 tarihinde 09 ve 41. sınıflarda aşağıda görseline yer verilen marka için başvuru yapar.
Başvuru aşağıdaki mal ve hizmetleri kapsamaktadır:
9. Sınıf:Müzik ve sanatsal performanslar içeren ses ve video kayıtları; müzik içeren kompakt diskler; dijital materyaller, yani müzik içeren CD’ler ve indirilebilir dijital ses kayıtları; internetten indirilebilen dijital müzik; müzik içeren indirilebilir video kayıtları; müzikal ses kayıtları; müzikal video kayıtları.
41. Sınıf:Müzik besteleme hizmetleri; müzikal videoların yapımı; müzik sanatçılarının canlı performansları şeklinde eğlence hizmetleri; eğlence bilgi hizmetleri, yani bir müzik sanatçısı hakkında bilgi ve haber bültenleri sağlanması; bir müzik sanatçısı ve yapımcı tarafından sunulan eğlence hizmetleri, yani başkaları için müzik besteleme ve müzik ses kayıtlarının yapımı; eğlence hizmetleri, yani küresel bir bilgisayar ağı ve kablosuz ağlar aracılığıyla mobil iletişim cihazlarına sunulan indirilemez önceden kaydedilmiş müzik ve grafikler; eğlence hizmetleri, yani küresel bir bilgisayar ağı üzerinden çevrimiçi olarak müzik alanında indirilemez önceden kaydedilmiş müzik, bilgi, yorumlar ve makaleler sağlanması; film ve video film yapımı; müzik alanında indirilemez videolar sunan bir web sitesi sağlanması; kayıt master yapımı.
Başvuruya, COGNAC coğrafi işaretinin korunması ile görevlendirilmiş Bureau National Interprofessionnel du Cognac (BNIC) ve Institut National Des Appellations d’Origine (INAO) birlikte itiraz ederler. Dosyaya birçok coğrafi işaret konsorsiyumu/birliği de görüş sunar.
Muterizlerin itiraz gerekçeleri şöyledir;
— Öncelik,
— Fransa’daki Cognac bölgesinden gelen ve belirlenmiş standartlarda üretilen brendiler için kullanılan bölgesel COGNAC coğrafi sertifikasyon markasıyla (certification mark) iltibas riski,
— COGNAC’ın tanınmışlığı ve sulanma riski.
Amerikan Marka Kanunu’nun 45. maddesi, sertifikasyon markasını şu şekilde tanımlıyor: “Sahibinden başka bir kişi tarafından … söz konusu kişinin mal veya hizmetlerinin bölgesel … kökenini … doğrulamak amacıyla kullanılan bir kelime, isim, sembol veya şekil ya da bunların herhangi bir kombinasyonu ….“.
BNIC’in ABD’de bir sertifikasyon markası tescili yok, kullanım yoluyla elde ettiği tescilsiz coğrafi sertifikasyon markasından doğan haklarına dayanıyor. Zaten başvuru sahibinin de COGNAC’ın tescilsiz bir sertifikasyon markası olduğuna ve bu çerçevede BNIC’ın sahip olduğu haklara karşı bir itirazı yok. Kaldı ki 1998 yılında Institut Nat’l des Appellations d’Origine v. Brown-Forman Corp. ihtilafında verilen USPTO Temyiz Kurulu kararıyla daha o zamanlar COGNAC kullanımla doğan haklara dayalı bir bölgesel sertifikasyon markasıdır diye kabul edilmiş.
BNIC tarafından sunulan beyana göre; ABD’ye COGNAC ürünleri ilk defa 1794 yılında ihraç edilmiş ve o tarihten bu yana satışlar kesintisiz devam etmiş + 2019 yılında ABD’ye 102,4 milyon şişe COGNAC gönderilmiş ki bu durum ABD’yi dünya pazarının %47,3’ünden fazlasını elinde bulundurmakla en büyük COGNAC pazarı haline getirmiş durumda + “Büyük Dörtlü” olarak bilinen COGNAC markaları Hennessy, Martell, Courvoisier ve Remy Martin ABD pazarında ürünlerini sattığı gibi, her ne kadar bu Büyük Dörtlü satışların büyük oranını gerçekleştiriyorsa da, diğer küçük ve orta ölçekli markalar da pazarda yer buluyor +2010 yılında Wine Spectator ‘da yayınlanan bir makaleye göre Amerikalıların tükettiği brendilerin yaklaşık %30’u Cognac. BNIC dosyaya reklam materyalleri, makaleler, satış ve reklam giderleri gibi birçok delil sunmuş. Sunulan bu beyan ve delillere de başvuru sahibinin bir itirazı yok.
Karıştırma İhtimali;
Soru; karıştırma ihtimali incelemesi yapılacaksa aklımıza hemen ne gelmeli? Cevap; elbette ki, DuPont faktörleri! Federal Circuit tarafından 1973 yılında verilmiş DuPont kararında listelenmiş bu 13 faktör/kriter bugün de halen incelemelerde temel alınıyor. Bir olayda tüm faktörlerin bir arada olması aranmıyor, her olayın özelliğine göre faktörlerden bir veya birkaçı öne çıkabilir.
USPTO önce ticaret ve hizmet markalarıyla garanti markaları arasında, karıştırma ihtimali incelemesi yönünden, bir fark olmadığını o yüzden DuPont faktörlerini uygulayacağını belirtiyor ve 5. faktör olan “önceki markanın ünü/tanınmışlığı (satış, reklam, kullanımın süresi vs)” yönünden incelemeyle başlıyor. Çünkü önceki marka tanınmışsa, karıştırılma ihtimali analizinde bu durum belirleyici bir rol oynar, zira tanınmış veya güçlü markalara sağlanan korumanın kapsamı oldukça geniştir.
Karıştırma ihtimali açısından ünlü/tanınmış olma durumu, “ilgili tüketici kitlesinin önemli bir kısmının … markayı bir kaynak göstergesi olarak tanıması” durumunda önemli. Bu durumda huzurdaki olayda bakılacak şey tüketicinin COGNAC ibaresini/adlandırmasını Fransa’nın Cognac bölgesinden gelen ve belirlenen standartlara uygun olarak üretilen brendiye işaret eden bir gösterge olarak görüp görmediğini incelemektir diyor Kurul.
Başvuru sahibi diyor ki; sertifikasyon markasının, doğası gereği, bir kaynak gösterme işlevi olamaz, çünkü birinin mal veya hizmetlerini başka birinin mal veya hizmetlerinden ayırt etmiyor, huzurdaki olayda sertifikasyon markası yalnızca ürünlerin (örneğin, damıtılmış içkilerin) coğrafi kökenini doğrulamak için kullanılır, mesela başvurulan marka COLOGNE & HENNESSEY olsaydı durum başka olurdu tabii + zaten sertifikasyon markasının bir kaynak gösterme fonksiyonu olmadığı sulanma konusunda tanınmış markanın mevzuattaki tanımından da anlaşılıyor çünkü mevzuata “[marka] ABD genel tüketici kitlesi tarafından marka sahibinin mal veya hizmetlerinin kaynağını belirtici olarak geniş çapta tanınıyorsa….”. diyor. Yani başvuru sahibine göre; sertifikasyon markalarının bir kaynak gösterme fonksiyonu olmadığından bunların tanınmış olup olmadığı tartışılamaz.
Temyiz Kurulu’nun Çoğunluğu bu savunmaları kabul etmiyor ve başvuru sahibinin bu savunması bir anlamda şunu da demek istiyor diyor; bir ürün üzerinde hem sertifikasyon markası hem de ticaret markası kullanılmışsa, o zaman tüketici muhtemelen ticari markayı daha fazla ve sertifikasyon markasını daha düşük seviyede algılar yani sertifikasyon markası daha az önemlidir. Ancak diyor Çoğunluk, COGNAC sertifikasyon markasını tanıyan tüketicilerin, belirli bir marka belirtmeden “bir Cognac” isteyebilecekleri ya da hangi “Cognac” markalarının mevcut olduğunu sorabilecekleri olasılığını da değerlendirmek gerekir ki bu durum tüketicinin sertifikasyon markasının işlevini anladığını gösterir + başvuru sahibinin, bir sertifikasyon markasının ünlü olup olmadığına ilişkin bir değerlendirme ile mal veya hizmetlerin kaynağını belirten markaları içeren bir analiz arasındaki farklılıklar olabileceği yönündeki argümanına, en azından burada olduğu gibi, bu tür bir olgusal değerlendirmenin sertifikasyon markası altında satılan markalı ürünlere ilişkin satış ve reklam kanıtlarına dayanarak yapılması gerektiğine bir ölçüde katılıyoruz, bu noktada mübrez delillere bakarak tüketici algısına odaklanmamız gerek + mesela HENNESSY markalı ürünler çok bilinir diye illa da COGNAC sertifikasyon markası da ünlüdür denemeyeceği gibi, sertifikasyon markası çok ünlü diye HENNESSY markası da tanınmıştır şeklinde doğrudan bir sonuca da varılamaz, o yüzden satış hacmi ve reklamlara dayalı popülarite hem sertifikasyon markasının hem de kaynağı belirten ticari markaların lehine olabilir, bu nedenle, delillere ve markaların mallar üzerinde ve reklamlarda tüketicilere nasıl sunulduğuna yakından bakmamız gerekir.
Sonra delillere bakan Çoğunluk, örneğin Hennessy’nin, “Cognac” veya “cognac” terimini (küçük harflerle) reklamlarda veya şişelerde kullandığını, COGNAC’ın sertifikasyon durumu hakkında tüketici farkındalığını yükseltme olasılığını artırmayan şekilde ya da fark edilmeden kullandıklarının görüldüğünü + Cognac” veya “cognac” teriminin, hatta COGNAC’ın, sertifikalı kullanıcılar/üreticiler tarafından yukarıda belirtildiği şekilde şişelerde kullanılmasının, tüketiciler üzerinde sertifikasyon markasının gücünü göstermek veya farkındalık oluşturmak açısından güçlü bir izlenim bırakmadığını + delil olarak sunulan bazı tanınmış yayınlardaki makalelerde de , “cognac” teriminin bir çok yerde küçük harflerle yazılmış halde kullanıldığını söylüyor.
Temyiz Kurulu üyelerinin Çoğunluğunun vardığı kanaat şu; başvuru sahibi tarafından da kabul edildiği ve sunulan delillerden anlaşıldığı üzere COGNAC ayırt edici bir sertifikasyon markasıdır, ama bölgesel köken ve belirlenen nitelikleri karşılama açısından COGNAC sunulan malların muterizce sertifikalandırıldığı mesajını iletme konusunda ün kazandığını ispatlayamadı, aksine, deliller Cognac’ın (sıklıkla “cognac” şeklinde yazılarak) ABD‘de popüler bir içki olduğunu, satılan ürün sayısı ve bu satışların toplam Amerikan doları değeri açısından etkileyici satışlara sahip olduğunu göstermektedir.
Çoğunluk görüşüne göre; sunulan haber ve makaleler Fransa’dan gelen brendinin ününü ve özellikle hip hop müzik endüstrisinde popüler olduğunu yansıtıyor, BNIC’in 2010-2018 yılları arasındaki tanıtım harcamaları önemli ama o kadar da etkileyici sonuçlar göstermiyor. BNIC “660.000.000’dan fazla medya izlenimi” sağladığını söylüyor ama bu muğlak bir olgusal iddia ve bu “medya izlenimleri” hakkında daha fazla ayrıntı verilmesi gerekirdi, iddianın kabulü için. Cognac’ın bir içki olarak başarısına rağmen, malların sertifikasyon durumu konusunda tüketici farkındalığının seviyesini ölçmek için delillerden çıkarımda bulunmak zor Çoğunluğa göre. Diğer bir deyişle, çeşitli tescilli markalar altında satılan bir ürün türünün başarısı, o ürünlerde sertifikasyon markalarının yerleştirilmesinin aynı derecede başarılı olduğu anlamına gelmez.
Sonuç olarak çoğunluk; COGNAC garanti markasının ayırt edici olduğunu kabul ediyor ama bu sadece normal seviyede bir koruma kapsamına giriyor neticesine varıyor.
Markaların Benzerliği Açısından;
Bu, birinci DuPont faktörü. Genel anlayışta esas olan markaları yanyana karşılaştırmak değil çünkü, bizim hukukumuzda da kabul edildiği üzere, tüketici markaları her zaman yanyana görmüyor. O yüzden asıl olan işaretlerin ticari etki açısından yeterli derecede benzerlik içerip içermediği ve bunlarla karşılaşan tüketicinin taraflar arasında bir bağlantı olduğu izlenimine kapılıp kapılmayacağı. Bazen tek bir unsurun benzerliğinin dahi bu izlenime kapılmaya yeterli olması mümkün elbet.
Temyiz Kurulu’nda Çoğunluğun tespitleri şöyle;
— Her ne kadar konu işaret birebir COGNAC terimini içerse de muteriz markasından görünüm-duyuluş-ticari etki ve izlenim açısından farklı,
— Markaların verdiği mesajlar da farklı; COGNAC sertifikasyon markası sertifikalı kullanıcılarca tüketicilere satılan brendinin Fransa’nın Cognac bölgesinden geldiğini bildiriyor, itiraz edilen marka ise müzikle ilgili mal ve hizmetler bağlamında değerlendirildiğinde farklı bir çağrışım uyandırıyor ve sofistike ve zarif bir imaj yansıtıyor,
— Konu işaretin baskın unsuru COLOGNE & COGNAC kelime unsurları, tüketiciler markayı görünce ilk olarak bunları algılayacaktır ve muhtemelen başvuru sahibinin mal ve hizmetlerini bu akılda kalıcı ve melodik kombinasyon yüzünden talep edecektir,
— COLOGNE & COGNAC kelime unsurları işaretteki şekil unsurundan daha fazla kaynak gösterme fonksiyonuna sahip, işaretteki parfüm/sprey kabı ve şişe şekillerini görünce tüketici muhtemelen bunların stilize halde bir kolonya kabı ve konyak şişesi olduğunu düşünür,
— Marka bütünsel olarak kolonya sürünüp brendi içen, eğlenceli ve üst düzey hayat yaşayan birinin imajını yansıtıyor, yarattığı izlenim ve çağrışımlar muteriz markasından ciddi şekilde ayrılıyor. Muterizlerce sunulan çeşitli materyaller, Cognac’ın genelde daha yaşlı veya varlıklı bir müşteri kitlesinin içkisi olarak algılandığını gösteriyor. Mesela birçok kişi için ‘cognac’ kelimesi, pahalı bir cam şişe içinde amber renginde bir sıvı içen, arkada hafifçe çalan klasik müzik eşliğinde yaşlı bir kişinin imajını akla getirir. Hennessy markasının Cognac reklamlarında, bu içki “Dünyanın en medeni içkisi” olarak tanımlanıyor. Sunulan bir makalede de Amerikalıların “cognac” içme geleneğinin uzun geçmişinden bahsedilirken “19. yüzyılda ABD’ye yapılan cognac sevkiyatları ve üst sınıfın favori içkisi olan rafine pürüzsüzlüğü” vurgusu yapılmış.
— Sonuçta, bileşen öğelerin anlamından bağımsız olarak, bütünüyle değerlendirildiğinde itiraza konu marka kendine özgü bir anlama ve imaja sahip.
Yani; ortada aranan şekilde bir benzerlik yok.
Mal ve Hizmet Karşılaştırması;
Bu, ikinci DuPont faktörü. BNIC sertifikasyon markasına dayanıyor, dolayısıyla markayı kullanan BNIC değil ve incelemede kendisinin izin verdiği kullanıcılar/üreticiler ile bunların kullanımları göz önüne alınıyor. Diğer bir anlatımla göz önüne alınan şey Fransa’nın Cognac bölgesinden gelen ve belirlenmiş standartlara göre üretilmiş brendi ürünleri. İtiraza konu başvurunun ise hangi mal ve hizmetler için yapıldığını yukarıda belirtmiştik.
Muterizler sertifikalı COGNAC ürünlerinin ABD’de özellikle rap ve hip-hop müziğiyle yakın ve uzun bir geçmişi olduğunu, Cognac ya da yetkili kullanıcıların markalarının (Hennessy, Remy Martin, Courvoisier) sıklıkla şarkı isimlerinde veya şarkı sözlerinde geçtiğini belirterek bu konuda makaleler sunuyor. Ayrıca Hennessy gibi markaların özellikle hip-hop ve rap sanatçılarıyla işbirliği yaparak Cognac’ı ABD’de pazarladığını da delillerle ispat ediyorlar.
Ayrıca, diyor BNIC, dört müzisyen kendi şahsi markaları altında sertifikalı COGNAC ürünleri üretmiş durumda ki bunlar CONJURE (Birkedal Hartmann isimli üreticiyle Ludacris tarafından), AFTERMATH (Domaines Francis Abecassis ile Dr. Dre), D’USSÉ (Chateau de Cognac ile Jay-Z) ve BRANSON (Raymond Ragnaud ile 50 Cent).
Ancak Çoğunluk COGNAC üretimi yapan bu müzisyenler ile ilgili argümana ve sunulan delillere pek sıcak bakmıyor ve tamam bunlar ürettirmiş ama ürünlerini CONJURE, AFTERMATH, D’USSÉ ve BRANSON şeklinde markalar altında satışa sunmuşlar, yoksa müzisyenlerin kendi ismi altında değil. Yani bunlar müzik sektörüyle sertifikasyon markası arasında bir ilişki göstermiyor aslında diyor.
Çoğunluğa göre konu markayı başvurulan mal/hizmetler üzerinde gören tüketici taraflar arasında bir bağlantı olduğu fikrine kapılmaz veya sertifikasyon markası sahibinin müzik endüstrisinde bir faaliyete sponsor olduğunu ya da kullanımın kendisinden alınan izinle gerçekleştiğini düşünmez.
Yine Çoğunluğa göre , tarafların mal ve hizmetleri farklı tüketici gruplarına hitap ediyor ve farklı kanallarla tüketiciye ulaşıyor + Rap ve hip-hop müzisyenlerinin çeşitli Cognac markalarını desteklemesi, kendi markalarını oluşturması ve bu terimi sıkça şarkı sözlerinde veya şarkı isimlerinde kullanması tek başına ticaret kanallarının örtüştüğünü göstermediği gibi, Cognac tüketicilerinin bir kısmının bu müzik türlerini sevmesi de tüketici gruplarının örtüştüğünü kanıtlamıyor.
Tüketici Bilinç Düzeyi: Başvuru sahibine göre, COGNAC pahalı bir ürün ve alıcıları da yetişkin yaşta insanlar yani bilinç düzeyleri yüksek ve düşünerek satın alma yapıyorlar, dolayısıyla markaları karıştırmazlar. Çoğunluk bu faktör açısından nötr, yani COGNAC nispeten pahalı bir ürün ama özel bir bilinç düzeyine sahip olmayan bireysel tüketicilerin de tarafların mal ve hizmetlerini satın alma olasılığı var diyor.
Fiili Karıştırma: Başvuru sahibi, şu ana kadar tüketicilerin markaları karıştırdığına dair fiili bir örnek olmadığını, o yüzdende karıştırma ihtimali bulunduğunun kabul edilemeyeceği iddiasında. Bu faktör ile ilgili olarak da Çoğunluk nötr; taraf markalarının piyasada birlikte var olma süresi sınırlı, ayrıca karıştırmayı gösteren fiili bir örnek olmaması karışıklığın olası olmadığı anlamına gelmez ve zaten bu faktör çerçevesindeki inceleme fiili karışıklığa değil karışıklık olması ihtimaline göre yapılır diyor.
Kötüniyet: BNIC’e göre başvuru kötüniyetli çünkü şirketin kurucusu şarkıcı Travis Davis markanın logosunu tasarlayan kişiye logoda bir kolonya ve Cognac şişesi görseli bulunması talimatını vermiş. Davis ise buna karşılık sunduğu beyanda diyor ki; ne alakası var, şişelerden biri sıradan bir koku şişesi iken diğeri de jenerik bir likör şişesi, zaten Cognac şişelerinin kendine özgü bilinen bir biçimi yok ki.
Çoğunluk ortada kötüniyeti gösterir bir delil yok diyor. Kötü niyeti kabul etmek için diğer yanın markasıyla ilişkilendirilen bir itibar veya şöhretten yararlanma kastıyla hareket edildiğinin delillerle ispatı gerekir ama olayda bu ispat edilebilmiş değil, deliller bize Davis’in markada COGNAC kelimesini kullanmasının sebebinin bu içeceğin hip-hop müzik endüstrisindeki popülerliği olduğunu gösteriyor diyor.
Ezcümle; Temyiz Kurulu’nun Çoğunluğu ortada bir karıştırma ihtimali bulunmadığı kanaatine varıyor.
Markanın Sulanması;
Muterizler konu markanın COGNAC sertifikasyon markasının ayırtedici özelliğini zayıflatacağı iddiasında.
ABD Federal Circuit Temyiz Mahkemesi, ayırt ediciliğin zayıflatılacağı iddiasında bulunanın Temyiz Kurulu nezdinde şu dört unsuru ispatlaması gerektiğini belirlemiş:
1- Davacı, ayırt edici ve ünlü bir markaya sahip olduğunu kanıtlamalıdır,
2- Davalının, davacının ünlü markasını zayıflattığı iddia edilen bir markayı ticarette kullandığını göstermelidir,
3- Davalının markasını kullanmaya, davacının markası ünlü olduktan sonra başlamış olduğunu ispatlamalıdır,
4- Davalının markasının kullanımının, ayırt ediciliği zayıflatma ihtimalinin yüksek olduğunu göstermelidir
Olayda 3. kriter var, başvuru sahibi zaten markayı kullanıyor.
İtiraza konu markanın başvuru tarihinden önce muteriz markası tanınmışlık kazanmış mı kriteriyle ilgili olarak Çoğunluk enteresan bir şey söylüyor; muterizler böyle bir iddiada bulunmuş veya bunu kanıtlamış değil, COGNAC sertifikasyon markasının ne zaman ünlü hale geldiğini belirtmiş veya daha da önemlisi böyle bir ün kazanılmışsa da bunun başvuru sahibinin varsayılan kullanım tarihinden önce gerçekleştiğini ifade etmemişlerdir, bunun yerine sadece COGNAC brendi için ünlü bir adlandırmadır, üstün ve prestijli bir kalite markası olarak dünya çapında bir üne sahiptir iddiasıyla kendi markalarından “ünlü COGNAC markası” şeklinde bahsetmişlerdir diyor. Yani? Yani muterizler ayırt ediciliğin zayıfladığı iddiasını ileri sürmemişlerdir diyor.
Diyelim muterizler bunu açıkca yazmamış itiraz dilekçesinde, acaba karşı tarafın zımni rızası söz konusu olabilir mi? Diğer bir anlatımla başvuru sahibi muterizlerin iddiasını ileri sürmesine zımnen rıza göstermiş olabilir mi davranışlarıyla? Buna dair Çoğunluk şöyle diyor, emsal kararlara atıfla; Dilekçelerde yer almayan bir konu, tarafların açık veya zımni rızasıyla yargılamaya dahil edilirse, bu durum dilekçelerde yer almış gibi her açıdan ele alınmalıdır + Zımni rıza, ancak şu durumlarda var kabul edilebilir: (1) karşı taraf, konuyla ilgili delillerin sunulmasına itiraz etmemişse ve (2) delillerin, söz konusu iddiayı desteklemek amacıyla sunulduğu konusunda adil bir şekilde bilgilendirilmişse.
Sonrada Çoğunluk ayırt ediciliğin zayıflatılacağı iddiasını reddediyor. Muterizler bu konuyu düzgün şekilde ileri sürmemişler, zımni rıza ile yargılamaya dahil edildiği iddiası da kanıtlanmış değiller + karıştırılma ihtimali bağlamında dahi COGNAC sertifikasyon markasının ünlü olduğu delillerle ortaya konamamışken bizim sulanma iddiasını kabul etmemiz mümkün değil diyor.
Sonuç; itirazın reddine.
AYRIK GÖRÜŞ;
Temyiz Kurulu’nda Çoğunluk görüşüne tamamen katılmayan biri var. Üyelerden Wolfson markanın sulanması konusunda çoğunluğun kanaatine katılıyor ama karıştırma ihtimali konusundaki görüşten ayrılıyor. Wolfson’a göre Çoğunluk, birinci, ikinci ve üçüncü DuPont faktörlerini hatalı analiz ederek ve beşinci ile onüçüncü faktörlere gerekli ağırlığı vermeyerek tüketicilerin markaları karıştırmayacağı şeklinde hatalı bir sonuca varmış durumda. Bu sefer Wolfson’un gözünden bakalım ihtilafa.
Markaların Karşılaştırılması;
Wolfson’un marka karşılaştırmasındaki analizleri şöyle;
— İtiraza konu yukarıdaki marka birebir muterizin COGNAC markasını içeriyor. Bir markanın diğer bir markayı bütünüyle içerdiği hallerde çoğunlukla markaların benzer olduğu kabul edilir. Olayda markalar görünüm ve söyleniş/duyuluş olarak benzer, çünkü muterizin markasını zikretmeden konu markanın söylenmesi mümkün değil. Çoğunluğun markanın baskın unsurunun COLOGNE&COGNAC olduğu konusundaki tespiti yerinde.
— Başvuru sahibi markasındaki COGNAC teriminin yalnızca “bir çeşit brendiyi” tanımladığını ileri sürüyor, yani bir ürün kategorisini belirten jenerik bir terim olduğu iddiasında. Çoğunluk ise COGNAC’ın bir yandan ayırt edici bir sertifikasyon markası olduğunu kabul ederken diğer yandan, satılan ürün sayısın ve satış rakamlarının etkileyici olduğunu belirttiği halde, tüketicinin bunu sadece “popüler bir damıtılmış alkollü içecek” olarak algılayacağı kanaatine varıyor.
Satışların etkileyiciliğine dair ciddi delillere rağmen, Çoğunluk, bu delillerin “COGNAC markasının, malların bölgesel köken ve belirlenen nitelikleri karşılama açısından sertifikalandırıldığı mesajını iletme açısından güçlü bir üne sahip olduğunu kanıtlamaya yeterli olmadığı sonucuna varıyor. Çoğunluğun bu kanaatlerinin hiçbirine katılmıyorum.
Bazı makalelerde COGNAC teriminin “cognac” şeklinde (küçük harflerle) yazılmış olması markanın kavramsal gücünü veya ayırt edicilik derecesini zayıflatmıyor. Bilakis,muterizler, COGNAC kullanımının “kontrollü ve sınırlı bir şekilde yapıldığını, bu sayede alıcılara, belirtilen adlandırmayı taşıyan malların yalnızca belirli bir bölgeden geldiğini güvenilir bir şekilde belirttiğini” göstermiş durumda, dolayısıyla, COGNAC’ın “bölgesel bir sertifikasyon markası olarak işlev gördüğünü, tıpkı bir terimin, malların belirli bir üreticiden geldiğini güvenilir bir şekilde belirttiği gibi, bir marka olarak işlev gördüğünü” ispat etmiş durumdalar.
Muterizler kullanıma dayalı sertifikasyon markasının Fransa’nın Cognac bölgesinden gelen brendiyi tanımladığını iddia ediyor; zaten başvuru sahibi de bu bölgeyi adıyla ve “muhteşem bir yer” olarak ifade etmiş durumda. Bu durumda, bir mal/hizmet markası olmasa da, sertifikasyon markası olarak kullanım COGNAC’ın sertifikalı kullanıcılarının mallarını İspanya veya Almanya gibi yerlerden gelen brendilerden ayırt etmeye yarıyor.
Diğer yandan her iki taraf da COGNAC kelimesini aynı anlama gelir şekilde kullanıyor. İtiraza konu markadaki COGNAC ibaresi muteriz markasındaki COGNAC terimiyle aynı anlamda kullanılıyor; Fransa’nın Cognac bölgesinden gelen ve belirlenen standartlara sıkı sıkıya uygun şekilde üretilen bir brendi.
Biliyorsunuz başvuru sahibi taraf markalarının fonksiyonlarının farklı olduğunu ve iki markanın aynı ticari izlenimi yaratmadığı savunmasında bulunuyordu. Kurulun Çoğunluğu da bu iddiayı büyük ölçüde kabul etmiş durumda. Ama Wolfson her iki marka da aynı ticari izlenimi yaratıyor ve bu ticari izlenimde şudur diyor; belli bir coğrafi yerden gelen brendi.
Wolfson’a göre; başvuru sahibinin mevcut veya potansiyel müşterilerinin, çeşitli müzisyenlerle ilişkilendirilen veya farklı müzikal eserlerde övgüyle bahsedilen COGNAC markaları nedeniyle muterizin markasına aşina hale geldiğinin kabulü gerekir. Tarafların ortak tüketicileri, sertifikalı ürünlere müzikal eserlerde sıkça yapılan atıfları ve bu atıfların ayrıca sertifikalı kullanıcıların markalarına da (örneğin Hennessy veya Courvoisier) gönderme yaptığını bilecektir. Dolayısıyla, sertifikalı malların etiketlerinde COGNAC’a yapılan atıflar ile bu tür sertifikalı malların çeşitli markalarına müzikal eserlerde yapılan atıflar benzer ticari izlenimler iletiyor.
— Çoğunluk da, itiraza konu markanın baskın unsurunun kelimeler olduğunu kabul etmekle beraber sonrasında COLOGNE & COGNAC’ın iki terimin birleşiminden türeyen ve her bir terimin ayrı ayrı tekil anlamını aşan bir anlama sahip olduğu sonucuna varmıştı. Ancak, Wolfson’un da dikkat çektiği gibi, Çoğunluk bu sonuca nasıl vardığına dair bir açıklama/gerekçe belirtmiyor. Çoğunluk COLOGNE ve COGNAC terimlerinin birleşiminin bir lifestyle (yaşam tarzı) çağrıştırdığı görüşünde; tamam ama, diyor Wolfson, markada bu rahatlık ve lüks yaşam tarzı çağrışımını yaratan terim COGNAC ve bu durum marka bir bütün olarak değerlendirildiğinde de önemini koruyor.
Wolfson birinci DuPont faktörünün muterizler lehine değerlendirilmesi gerektiği görüşünde. Çünkü kısaca tekrar etmek gerekirse; konu markanın baskın unsuru muteriz markasının tamamını içeriyor ve bu durum markaları görsel ve işitsel olarak benzer kılıyor + ortak kullanılan COGNAC terimi her iki markada da aynı anlama sahip, aynı ticari izlenimi yaratıyor ve bu da markaların anlam ve genel ticari izlenim açısından benzer olmasına yol açıyor.
Mal ve Hizmetlerin İlişkisi; Ticaret Kanalları; Tüketiciler
Wolfson inceleme konusunda Çoğunluğun belirttiği şu kriterlere katılıyor; iltibas ihtimali olup olmadığı sorusuna cevap aranırken COGNAC markasının yetkili kullanıcılar tarafından nasıl kullanıldığına bakılmalı ve başvuru sahibinin markasının mal ve hizmetlerinin muhtemel kullanım şekillerine ilişkin deliller analiz edilmelidir. Dolayısıyla odak noktası, zorunlu olarak, muterizlerin yetkili kullanıcılarının sertifikalı COGNAC markasını kullanımına ve itiraza konu başvuruda yer alan müzik kayıt ürünleri ve hizmetlerine bakılması olmaktadır.
Çoğunluk; sunulan delillerin muterizlerin müzik ses kayıtları sağladığına veya müzik endüstrisiyle ilgili herhangi bir hizmet sunduğuna dair bir hususu ispat etmediği gibi, tüketicilerin muterizlerin veya onun sertifikalı üreticilerinin başvuru sahibinin alanında da faaliyet göstereceğini düşüneceğine delalet edecek herhangi bir delil de bulunmadığı sonucuna varmıştı.
Wolfson bir noktada Çoğunluğa katılıyor; doğru, tüketicilerin muterizlerin yeni iş alanlarına girdiği sonucuna varması pek olası değil çünkü tarafların tüketicileri markaları büyük ölçüde ya da tamamen bilmeyebilir diyor. Ama diyor, muterizlerin tanınmıyor/bilinmiyor olması COGNAC brendisini tüketen ve müzik kayıt ürünleri veya hizmetlerini satın alan örtüşük tüketiciler açısından karışıklık ihtimalini ortadan kaldırmaz. Tüketicilerin, kullanılan ibarenin sertifikasyon amacı hakkında açıkça bilgi sahibi olması gerekmez, COGNAC’ı belirli bir bölgesel kökenin göstergesi olarak algılamaları yeterlidir.
Başvuru sahibi, “Cognac, tüketicilerin doğrudan içecekle ilişkilendirdiği bir marka değil, mesela Jack Daniels ya da Southern Comfort gibi viskiyi tanımlayan markaların aksine bir tanımlayıcı da değil. Cognac sadece bir kalite kontrol terimidir. Ancak, mesela “COLOGNE & HENNESSEY” gibi farazi bir marka olsaydı bu markanın COGNAC brendisi için kullanılması yasaklanabilirdi” argümanını ileri sürmüş durumda dosyada.
Bu kısaca, bir sertifikasyon markası ile ona çok benzeyen bir ticaret/hizmet markası karşılaştırıldığında tüketiciler nezdinde karışıklık olasılığı bulunamayacağı yönünde bir argüman.
Halbuki diyor Wolfson, daha önce verdiği kararlarda Temyiz Kurulu ticaret/hizmet markası ile sertifikasyon markası karşılaştırmasında böyle bir ayrım yapılamayacağını belirtmiş durumda zaten + uzun zamandır verilen kararlarda, karışıklık ihtimalinin varlığı için mal ve hizmetlerin birebir aynı veya rekabet halinde olması gerekmediği de kabul ediliyor, yani mal/hizmetlerin bir şekilde ilişkili olması ya da pazarlama koşullarının, ilgili mal ve hizmetlerin aynı kaynaktan geldiği ya da bir bağlantı olduğu varsayımına yol açabilecek şekilde olması yeterli.
Wolfson’a göre, alkollü bir içecek olarak COGNAC brendisi, müzik kayıtları ve eğlence hizmetlerinden farklı ticaret kanallarında dolaşıma sokulmaktadır, ancak bunların tüketicileri örtüşmektedir. Muterizler sertifikalı COGNAC ürünlerinin özellikle ABD’de rap ve hip-hop müziğiyle yakın ve efsanevi bir geçmişi bulunduğunu ispat etmiş durumda ve COGNAC ya da yetkilendirilmiş kullanıcıların markalarının sıklıkla şarkı isimleri ve şarkı sözlerinin konusu olduğu görülüyor. BNIC yetkilisinin COGNAC ya da yetkilendirilmiş markaların hip-hop veya rap müziğinde yer aldığına ilişkin beyanları, başvuru sahibinin 7 Mart 2019 tarihindeki varsayımsal ilk kullanım tarihinden önce yayımlanmış çeşitli haber makalelerle desteklenmiş durumda.
Başvuru sahibi, Cognac ile müzik endüstrisi arasındaki yaygın ilişkiyi kabul ediyor ve hatta bunun Cognac satışlarını arttırdığına inandığını söylüyor, onlara itiraz etmeyen muterizler şimdi bana da itiraz etmemeli diyor. Wolfson başvuru sahibine bu konuda hiç katılmıyor ve diyor ki; aynı şey mi yani, diğerleri şarkı sözleri veya şarkı isimlerinde kullanmış, halbuki sen COGNAC’ı marka olarak kullanmak istiyorsun, sen marka olarak kullandığın zaman tüketiciler senin ürünlerin ile muterizin yetkilendirilmiş kullanıcılarının COGNAC brendisi arasında bir bağlantı, sponsorluk ya da bir ilişki olduğu fikrine kapılır.
Hennessy gibi markalar özellikle hip-hop ve rap sanatçılarıyla işbirliği yaparak ABD’de COGNAC’ı pazarlıyor. Bu konuda BNIC’ın sunduğu beyanda Amerikalı şarkıcı-söz yazarı Erykah Badu ile yapılan kampanyadaki görsel örnek olarak gösterilmiş.
Çoğunluğun da kabul ettiği üzere, dört müzisyen sertifikalı COGNAC ürünleri üretmiş. Ayrıca BNIC yetkilisi sunduğu beyanda başkaca birçok tanıtım ortaklığına da değinmiş durumda ki bunlar arasında Courvoisier ve Def Jam Recordings arasındaki ortaklık da var ve Def Jam Recordings başvuru sahibi gibi müzik kayıtları üreten bir şirket.
Bu noktada Wolfson müzisyenlerle ilgili olarak itiraza konu markanın başvuru tarihinden önceye giden bazı işbirliklerine dair muterizlerce sunulan haberler/makaleler gibi delillere atıf yapıyor. Yani bu tip delillerin Çoğunluk tarafından doğru değerlendirilmediği görüşünde.
Diğer yandan diyor, müzik ürünleri/hizmetleri ile alkollü içeceklerin ilişkili olduğu iddiasını desteklemek amacıyla muterizler bazı 3. Kişilere ait marka tescillerine de dayanmış durumda ki bu tesciller marka sahiplerinin bu tür ürünleri/hizmetleri tek bir marka altında tescil ettirebildiğini ispat ediyor.Buna dair verilen örnekler arasında şu tesciller var:
Yukarıdaki marka hem “İndirilebilir müzik içeren kaydedilmiş müzikal performansları” için hem de “şarap “için tescil edilmiş.
IRON MAIDEN markası “müzikal ses kayıtları ve canlı müzikal eğlence performansları için ve biralar; biralar dışında alkollü içecekler” için tescil edilmiş.
SINATRA markası hem müzikal ses kayıtları konusunda “internet veya diğer iletişim ağları aracılığıyla eğlence ve kültürel etkinlikler ile ilgili eğlence bilgisi sağlanması ” ve hem de “biralar dışında alkollü içecekler” için tescil edilmiş.
Yukarıdaki marka hem “Müzik enstrümanı öğretimi içeren önceden kaydedilmiş CD’ler” ve hem de “şaraplar” için tescil edilmiş.
Yukarıdaki marka “ Müzik ses kayıtları; müzik içeren önceden kaydedilmiş ses ve video diskleri, plaklar” için ve “şaraplar” için tescil edilmiş.
Bu delillere dayanarak Wolfson şu kanaate varıyor; bence başvuru sahibinin markası altındaki mal/hizmetlerle karşılaşan ciddi sayıda bir tüketici bu mal/hizmetler için konu markanın kullanımının COGNAC sertifikasyon markasını ürünlerde kullanma yetkisi veren aynı otorite tarafından yetkilendirildiğine veya onaylandığına inanır, burada tüketici sertifikasyon markasının sahibinin/yetkilisinin kim olduğunu bilemeyebilir ama bence kapılacağı izlenim budur.
Ezcümle Wolfson’a göre; karıştırma ihtimalinde gözönüne alınan mal ve hizmetlerin benzerliği ve tüketici gruplarına dair DuPont faktörleri muteriz lehine değerlendirilmelidir.
Muteriz Markasının Ünü/Tanınmışlığı Konusunda
Beşinci DuPont faktörü, muterizlerin dayanak markasına sağlanan korumanın kapsamını, “[markanın ünü (satışlar, reklamlar, kullanım süresi)]” delillerle genişletmelerine olanak tanırken, altıncı DuPont faktörü, başvuru sahibinin “[benzer mallarda kullanılan benzer markaların sayısı ve niteliği]”ne dair kanıtlar sunarak bu koruma kapsamını daraltmasına olanak sağlar.
Ün/tanınmışlık, eğer varsa, karıştırma ihtimali incelemesinde önemli bir rol oynar çünkü tanınmış markalar geniş bir kamuoyu tanınırlığına ve ününe sahiptir ve bu nedenle sahibine geniş bir koruma kapsamı veya kullanımda münhasırlık sağlar. Aynı durum sertifikasyon markaları için de geçerlidir.
Tanınmışlık ölçütü “ya hep ya hiç” değildir, bu, “çok güçlüden çok zayıfa” kadar geniş bir spektrumda değişir. Bir markanın bahsedilen spektrumdaki yerini belirlemek için, markanın doğasında sahip olduğu ayırt edicilik gücü ve pazardaki tanınırlığına dayalı olarak ticari gücü dikkate alınır.
A- COGNAC’ın doğasından gelen veya kavramsal gücü hakkında
Wolfson ilk olarak şunu söylüyor; COGNAC markası kavramsal olarak güçlüdür. Her ne kadar iyi bilinen bir coğrafi bölgeyi tanımlasa da, coğrafi olarak tanımlayıcı olan bir markanın tescilinin yasaklanmasına dair genel yasaklamaya tabi değildir.
Wolfson’a göre, olayda COGNAC teriminin kavramsal gücü, sözlük tanımları da dahil olmak üzere geniş bir şekilde ispatlanmış durumda. Örneğin, Merriam-Webster sözlüğü “Cognac”ı, “beyaz şaraptan damıtılan ve Charente ve Charente-Maritime bölgelerinden gelen sertifikalı bir ürün olan bir brendi” olarak tanımlamış.
B-COGNAC’ın Ticari Gücü
Muterizler dosyaya uzun süreli kullanım, ABD’deki kalite kontrolü, ABD satışları ve geniş çaplı tanıtım faaliyetleri ile ilgili önemli deliller sunmuş durumda.
Sunulan deliller, Wolfson’a göre, sertifikasyon markasının tanınmış olduğunu kanıtlamak için yeterli. Ancak, Çoğunluk, COGNAC’ın korunabilir bir sertifikasyon markası olduğunu kabul etmekle birlikte, bunun sadece çok güçlü bir marka olduğu fakat tanınmış olmadığı sonucuna varırken, Wolfson’a göre, başvuru sahibinin olayı merkezinden uzaklaştıran argümanlarını dikkate almış durumda ki bu hatalı bir yaklaşım.
İlk olarak, başvuru sahibi, COGNAC markasının bir “kaynak belirtici” işaret olmamakla yani tek bir üreticiyi kaynak göstermemekle yasal olarak tanınmış marka tanımlamasını karşılamadığı iddiasında bulunuyordu. Ancak,Wolfson’a göre, başvuru sahibi bu iddiada bulunurken Kanun’daki sulandırma (dilution) durumuna odaklanıyor, yoksa karıştırma ihtimali veya yanıltma ihtimaline değil.
İkinci olarak, Çoğunluk, başvuru sahibinin şu argümanını kabul etmiş görünüyor; eğer ünlü bir markayı taşıyan bir brendi şişesinde aynı zamanda bunun sertifikalı bir COGNAC olduğu belirtilmişse o zaman şişede yer alan tanınmış marka COGNAC sertifikasyon markasının ünlü olmasını engeller.
Son olarak, Çoğunluk, COGNAC teriminin çeşitli sertifikalı kullanıcıların etiketlerinde ve reklamlarında markadan daha az belirgin şekilde kullanılmasını, sertifikasyon markasının “ticari marka” olarak kullanılmadığı şeklinde yanlış bir şekilde yorumluyor.
Wolfson’a göre, bir an için başvuru sahibinin iddia ettiği gibi, bir sertifikasyon markası sertifikalı kullanıcıların markalarını değil coğrafi kökeni tanımlamadığı için sulandırma karşısında koruma talep edemese bile, bu durum sertifikasyon markasının karıştırma ihtimali açısından tanınmış olarak kabul edilmesini engellemez.
Ayrıca, Wolfson, başvuru sahibinin iltibas iddiasını çürütmek için ileri sürdüğü ürünün markası tanınmışsa bu sertifikasyon markasının tanınmış olmasına engel teşkil eder şeklindeki hipoteze dayalı örneği de kabul edilebilir bulmuyor. Evet sunulan bazı delillerde ürünün markasının daha belirgin kullanıldığı örnekler var ama diğer yandan sertifikasyon markasının, ürünün markasından daha fazla COGNAC şişesinde yer aldığı örnekler de var deliller arasında diyor.
COGNAC’ın Fransa’nın Cognac bölgesinde üretilen ve Avrupa Birliği’nde ciddi yasalarla korunan, 1971 tarihli ABD Hazine Bakanlığı Sanayi Genelgesi mevzuatına tabii olan brendi için tanınmış bir marka olduğu ve bu durumu karıştırılma ihtimali analizinde dikkate alıyor. Sonuç olarak, dosyada mübrez deliller çerçevesinde, muteriz markasının tanınmış olduğu ve karıştırma ihtimali incelemesinde arttırılmış koruma talep etmeye hakkı olduğu kanaatine varıyor.
On Üçüncü DuPont Faktörü; Bu son faktör, kısaca kullanımın etkisini kanıtlayan diğer olguların değerlendirilmesine ilişkindir diyebiliriz. Hem Çoğunluk hem de Wolfson COGNAC’ın çeşitli müzik sanatçılarıyla ilişkilendirilişine hem de sanatçıların kendi markaları altında sertifikalı COGNAC ürettirdiklerine ve COGNAC üreticileriyle yapılan anlaşmalar gibi vakalara değinmişti.
Nitekim Davis de sunduğu beyanda “alkollü içeceklerin, özellikle de COGNAC’ın, şarkı isimlerinde ve şarkı sözlerinde yaygın bir şekilde kullanıldığını ve COGNAC ile müzik endüstrisi arasındaki ilişkinin normal bir durum olarak kabul edildiğini ve bunun COGNAC satışlarını artırmaya neden olduğunu” kabul ediyordu. Konu beyanda ayrıca “şarkı sözlerinde ve başlıklarda ‘cognac’ teriminin veya COGNAC markalarının yaygın kullanımını” da kabul ediyor.
Çoğunluk burada, hatırlarsanız, “tamam ama sertifikalı ürün ürettiren müzisyenler bunu kendi markaları altında satmış, yoksa kendi isimleri altında değil” diyerek muterizlerin bu konudaki delillerini ve argümanlarını kabul etmemişti. Wolfson bu noktada Çoğunluk görüşünden ayrılıyor ve böyle düşünerek Çoğunluk aradaki mevcut ilişkiyi göz ardı ediyor, bu hatalı bir yaklaşım bence, çünkü bu markaların arkasındaki müzisyenleri tüketici gayet iyi tanıyor yoksa bunlar anonim kişiler değil diyor. Belirtilen ilişki Wolfson’a göre, müzik kayıtları tüketicilerinin veya başvuru sahibinin hizmetleriyle müzik performanslarını streamleyen veya indiren kişilerin, başvuru sahibi ile sertifikasyon markası arasında bir ilişki kurma olasılığını artırıyor zira karıştırma ihtimali bulgusunu desteklemek için, tüketicinin muterizle doğrudan bir bağlantı kurmasına gerek yok.
Ben, naçizane, Çoğunluğun görüşüne katılmıyorum; Ege’de bir laf vardır yerim dar yenim dar diye. Düğünde geline neden oynamadığını sormuşlar, yerim dar demiş, ortalığı biraz açmışlar oynasın diye, gene oynamamış. E şimdi niye oynamıyorsun demişler; bu sefer de yenim dar demiş. Çoğunluğunki de o hesap biraz bence, sanki gönülleri yok dosyada muterizler lehine karar vermeye, bence Çoğunluk görüşünde birçok çelişki görünüyor. Konu burada kapanmıyor elbette, Muterizler meseleyi Mahkeme’ye taşıyor. Mahkeme 08/06/2024 tarihli kararında ne diyor acaba? Bu bir başka yazının konusu olacak.
Ege kıyılarında turizmi geliştirmek için çeşitli projeler yürüten Kültür ve Turizm Bakanlığının “TURKAEGEAN” ibaresini, Türkiye Turizm Tanıtım ve Geliştirme Ajansı[1] adına Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi (EUIPO) nezdinde Avrupa Birliği markası (EUTM) olarak tescil ettirdiğini ve bu durumun Yunanistan (resmi adıyla Helen Cumhuriyeti) tarafından tepkiyle karşılanarak, Yunan yetkililer tarafından konunun Avrupa Komisyonuna taşındığını daha önce sizlerle paylaşmıştık. Konu ile ilgili yazımıza https://iprgezgini.org/2022/07/28/ege-denizi-sorununda-yeni-bir-boyut-TURKAEGEAN-markasi-ve-yasanan-gelismeler/ uzantılı bağlantıdan erişebilirsiniz.
16/07/2021 tarihinde EUIPO tarafından EUTM olarak tescil edilmiş 18514376 sayılı ibareli markanın, tescil kapsamında yer alan tüm mal ve hizmetler[2] bakımından hükümsüz kılınması amacıyla Yunanistan tarafından EUIPO nezdinde başvuruda bulunulmuştur.
1. Taraf Argümanlarının Özeti
Hükümsüzlük Talebinde Bulunan Yunanistan’ın Gerekçeleri:
Hükümsüzlük talebinde bulunan Yunanistan, markanın “Türkiye”, “Türk” veya “Türkiye’nin yerlisi, sakini ya da vatandaşı” anlamında kullanılan “TURK” ibaresi ile Türkiye ve Yunanistan’ın egemenlikleri bulunan “Ege” denizine atıfta bulunan “AEGEAN” ibaresinden oluşması nedeniyle ilgili ibarenin “Türkiye’ye ait Ege Bölgesi” veya “Türk Ege’si” anlamına geldiğini,
Ege Denizinde yer alan Türk ve Yunan sahillerinin çok sayıda Avrupa Birliği (AB) vatandaşı tarafından ziyaret edilen ve ilgili kamu tarafından tescil kapsamında yer alan turistik faaliyetlerle yakın ilişkide bulunan hizmetlerle tanınan turistik destinasyonlar da olduğu dikkate alındığında, “TURKAEGEAN” ibaresinin, itiraz edilen hizmetlerin sunulduğu coğrafi bölgeyi tanımladığını, diğer bir deyimle tescil kapsamındaki hizmetlerin coğrafi kaynağını belirttiğini,
Tescilli markada yer alan kalp logosunun ise tipik kırmızı rengi dikkate alındığında, sektörde yaygın olarak kullanılan, övgü niteliğinde bir mesaj ileten bir unsur olduğunu,
Kalp logosunun genellikle “sevgi” kavramını temsil ettiği ve çoğunlukla hizmet sağlayıcısının hizmetlerine duyduğu bağlılığı ve üstün hizmet kalitesini sağlama taahhüdünü simgelemek için kullanılan bir logo olduğu,
Kalbi çevreleyen mavi çizgilerin ise yalnızca dekoratif bir işlev taşıdığı ve övgü mesajını pekiştirdiğini,
İlgili tüketicinin işaretin anlamını kavrayabilmesi için herhangi bir yorum veya bilişsel süreç işletmesinin gerekli olmadığını,
Markanın kullanım yoluyla ayırt edicilik de kazanmadığını zira, marka sahibi tarafından sunulan delillerin yeterli olmadığını, kaldı ki sunulan delillerin başvuru tarihinden sonraya ait olduğunu,
ifade ederek işaretin bir bütün olarak, tescil kapsamında yer alan hizmetlerin coğrafi kökenini gösterdiği ve hizmet kalitesi hakkında bilgi verdiğini ifade etmiştir.
Başvuru sahibi ayrıca, itiraz edilen markanın kamu düzenine ve genel ahlak ilkelerine aykırı olduğunu savunan ek argümanlar sunmaktadır. Ancak, EUIPO kararında, bu hususlara ilişkin bir değerlendirme yapılmamıştır. Ek olarak, EUTM’in kötü niyetle tescil edildiğini iddia etmektedir.
b. Ülkemizin Savunmaları:
Türkiye Turizm Tanıtım ve Geliştirme Ajansı, hükümsüzlük talebinde bulunan Yunanistan’ın hükümsüzlük işlemlerini, ekonomik çıkarını korumak amacıyla kötüye kullandığını ve bunun adil rekabet ilkelerini ihlal ettiğini,
Ege Denizinin yalnızca Yunan kıyılarını değil, aynı zamanda Türk kıyılarını da kapsadığını,
Yunan şirketleri tarafından daha önceden tescil başvurusuna konu edilen ve tescil edilen “AEGEAN” markalarının bulunduğunu,
Markanın doğrudan ve açık bir şekilde “Ege Denizi’nin Türk kıyıları” mesajını iletmediğini, zira “TURKAEGEAN” ibaresinin kullanımda olmayan, hayali ve yaratıcı bir kelime olduğunu, bu nedenle de anlamının yorumlanması için zihinsel bir süreç gerektirdiğini,
“TURKAEGEAN” ibaresinin kendini oluşturan kelimelerin basit bir toplamı olmadığını, ayrıca marka görseli dikkate alındığında ilgili tüketicilerin söz konusu ibareyi bir bütün olarak algılayacağını,
“TURK” kelimesinin “Türkiye’de doğmuş veya yaşayan kişi” anlamına geldiği ve bu anlamın “Türkiye’ye ait” veya “Türkiye” ile eş anlamlı olmadığını,
“Turkey” veya “Turkish” kelimelerinin kısaltmasının İngilizce dilinde yetkin kaynak kabul edilen Collins Sözlüğü’nde “Turk.” şeklinde gösterildiğini, oysaki marka görselinde yer alan ibarede “Turk” kelimesinden sonra “nokta” bulunmadığını,
“TURK” kelimesinin İngilizce kullanımının zamanla azaldığı da dikkate alındığında “TURK” ve “AEGEAN” kelimelerinin “TURKAEGEAN” şeklinde birleşimi, “Türkiye’de doğmuş veya yaşayan bir kişiye ait Ege Denizi” anlamına geleceğini ve en fazla çağrışım yapar nitelikte olduğunu (suggestive trademark),
Dolayısı ile marka görselinin, tescil kapsamında yer alan hizmetlerin coğrafi kökenini veya diğer özelliklerini doğrudan belirtir şekilde anlaşılmadığını,
Ayrıca, markanın kelime unsuru yanında, hizmetlerin özellikleriyle doğrudan ilişkili olmayan figüratif unsular da içerdiğini,
EUIPO’nun, Ege Denizi ve Ege Bölgesi’ne daha açıkça atıfta bulunan markaları Yunan tüzel kişiler adına tescil ettiğini,
ifade ederek hükümsüzlük talebinin reddini talep etmiştir.
2. İptal Biriminin Ön Açıklamaları
Ofis tarafından öncelikle, Yunanistan’ın Ege bölgesindeki turizmi tekeline alma niyetinde olması nedeniyle hükümsüzlük talebi hakkını kötüye kullandığına ilişkin itirazlar incelenmiştir.
Ofise göre, bir işaretin marka olarak tescil edilebilirlik kriterlerini belirleyen mutlak ret nedenleri genel kamu yararını korumayı amaçladığı için bu sebeplere dayanan bir hükümsüzlük talebinde, talep sahibinin meşru bir çıkar göstermesi gerekmemektedir. Çünkü aksi durumda, mutlak ret sebepleri ile hedeflenen amaçlara ulaşılması engellenecektir. Ayrıca, somut olayda, marka sahibi, hükümsüzlük talebinde bulunan Yunanistan’ın böyle bir niyetinin var olduğuna dair ikna edici nesnel ve öznel kanıt sunamadığı da dikkate alındığında, söz konusu talebin reddedilmesine karar vermiştir.
3. İptal Gerekçelerinin İncelenmesi
Tanımlayıcılık Değerlendirmesi – Avrupa Birliği Marka Tüzüğü (EUTMR) m. 7/1 (c)
i. İlgili kamuoyunun belirlenmesi
İptal Birimi’ne göre, markanın tescil kapsamında yer alan turizm, seyahat, eğlence ve eğitimle hizmetleri, esas olarak genel kamuya hitap etmekle birlikte, aynı zamanda profesyonellere de yöneliktir.
İlgili hizmetlerin doğası göz önünde bulundurulduğunda, bu hizmetlerin sunumu ile ilgili olarak, ilgili kamuoyunun dikkat seviyesi, hizmetlerin uzmanlık gerektiren doğası, alışveriş sıklığı ve fiyatları gibi faktörlere bağlı olarak orta düzeyden yüksek düzeye kadar değişkenlik gösterebilecektir.
İptal Bölümü, “TURKAEGEAN” markasının ilgili tüketici kesiminin Avrupa Birliği’ndeki İngilizce konuşan tüketiciler olduğuna karar vermiştir.
ii. “TURKAEGEAN” ibaresinin ayırt ediciliği
İptal Birimi’ne göre, “Turk” kelimesi, ilgili kamu tarafından genellikle “Türk” veya “Türkiye” olarak algılanmaktadır. Bu nedenle marka sahibi tarafından “TURK” kelimesinin yalnızca bir nokta ile “Türkiye” veya “Türk” anlamına geleceği yönündeki iddia, Ofis tarafından geçerli bulunmamaktadır. Çünkü, bir kısaltmanın anlamını sadece nokta ile belirlemek gibi bir ilke yoktur. Kaldı ki her iki tarafın da atıfta bulunduğu Collins Sözlüğü’ne göre “TURK” ibaresinin hem “TURK” hem de “TURK.” şeklindeki her iki kullanımı da Amerikan İngilizcesinde aynı anlamı taşımaktadır. Ayrıca, AB ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki yakın siyasi, ekonomik ve kültürel bağlar ile elektronik medya yoluyla da yaygınlaşan etkileşim göz önüne alındığında Avrupa Birliği’ndeki İngilizce konuşan tüketicilerin Amerikan İngilizcesi kelimelerinin anlamını da anlayacakları vurgulanmıştır.
İngilizce “Aegean” kelimesi ise, ilgili kamu tarafından “Yunanistan ve Türkiye arasındaki denizin bir parçası” veya “Ege Denizi veya Adaları ile ilgili olan” anlamında algılanmaktadır.
İptal Birimi, Yunanistan tarafından sunulan belgelerde de işaretin, başvuru tarihinde ilgili kamu tarafından yukarıda belirtildiği gibi anlaşıldığının açıkça ortaya koyulduğunu belirtmiştir.
Ayrıca İptal Birimi’ne göre bir kelimenin sözlüğe dahil edilmesi, bu kelimenin belirli bir bağlamda tekrar tekrar kullanıldığını ve kabul edilmiş bir anlam kazandığını gösterir; dolayısıyla çevrimiçi sözlük girişlerinden, başvuru tarihi olan Temmuz 2021’den önceki döneme dair çıkarımlar yapılabilecektir. “Turk” ve “Aegean” kelimelerinin başvuru tarihinden bu yana anlamlarının değiştiğini gösteren herhangi bir delilin de bulunmaması dikkate alındığında “TURKAEGEAN” ibaresinin, başvuru tarihinde yahut başvuru tarihinden önce AB’deki İngilizce konuşan ilgili kamu tarafından, “Ege Denizi’nin Türkiye’ye ait olan kısmı” veya “Türk Egesi” olarak anlaşılacaktır.
İlgili kararda, Ege’nin Türkiye Cumhuriyeti’ne ait bölümünün, sadece iyi bilinen turistik bir destinasyon olmakla kalmayıp, aynı zamanda ekonomik ve ticari bir öneme sahip olduğu. 2019 yılında AB vatandaşları tarafından yapılan yurt dışı seyahatlerinin %8’inin Türkiye’ye yapıldığını, Türkiye’de Ege Bölgesi’nin, Türkiye’nin üçüncü büyük şehri olan İzmir’e ev sahipliği yaptığını ve İzmir’in, sanayi bakımından Türkiye’de ikinci sırada yer aldığı belirtilmiştir. Bu hususlara dayanan İptal Birimi’ne göre, “Türk Egesi”, yani “Ege Denizinin Türk kısmı”, ilgili kamu tarafından coğrafi bir adlandırma olarak diğer bir deyimle belirli bölgeyi ifade eden bir referans olarak algılanmaktadır.
Bilindiği üzere, coğrafi yer adının marka olarak tescili yalnızca o coğrafi yer ile mal/hizmetler arasında ilgili tüketici kesiminin zihninde hâlihazırda bir bağlantı olması durumunda değil, gelecekte coğrafi yer ile mal/hizmet arasında ürünün menşeine ilişkin böyle bir bağlantının kurulması hususunda makul bir ihtimalin bulunması durumlarında da yasaklanmıştır.
İptal Birimi’ne göre, Ege Denizi’nin Türk kısmının ekonomik açıdan aktif ve turistik bir bölge olarak bilindiği göz önüne alındığında;
Tescil kapsamında yer alan ve seyahat, turizm, eğlence ve eğitimle ilgili hizmetlerin bu coğrafi alandan kaynaklandığı veya burada sunulduğu olasılığı düşük görünmemektedir.
Yine tescil kapsamında yer alan iş yönetimi, idaresi, danışmanlık, muhasebe, istatistik derleme ve bilgilerin veri tabanlarına düzenli bir şekilde işlenmesi, sekreterlik, telefon yanıtlama, personel alımı, pazarlama, halkla ilişkiler, çevrimiçi pazar yerleri sağlama, açık artırma hizmetleri (35. Sınıf), malların depolanması hizmetleri (39. Sınıf), hukuki hizmetler, iş güvenliği danışmanlığı hizmetleri (45. Sınıf) gibi hizmetlerin ilgili bölgenin ekonomik refahı ve yüksek düzeydeki ticari faaliyetleri dikkate alındığında ilgili tüketici tarafından, bu hizmetlerin Ege Denizi’nin Türk kısmında sağlandığı veya buradan geldiği anlamında algılanacaktır.
Benzer şekilde, ilgili ibarenin, kamu altyapı hizmetleriyle (örneğin su temini, elektrik dağıtımı, atık/gübre taşıma ve depolama, boru hatlarıyla taşımacılık, kurtarma operasyonları, kurye hizmetleri, araç parkı ve garaj kiralama (Sınıf 39), gündüz bakım evleri (Sınıf 43), itfaiye hizmetleri, cenaze hizmetleri, güvenlik hizmetleri (Sınıf 45)), ayrıca telekomünikasyon ve medya hizmetleriyle (örneğin internet erişimi sağlama, yayıncılık ve haber ajansları (Sınıf 38), yayın hizmetleri, film/radyo/televizyon prodüksiyon hizmetleri, fotoğrafçılık ve haber/bildiri hizmetleri (Sınıf 41)) ilişkilendirildiğinde, bu hizmetlerin Ege Denizi’nin Türk kısmında sağlandığını ve bu bölgedeki işletmelerin ihtiyaçlarına özel olarak uyarlanmış olduğunu gösteren bir işaret olarak algılanmaktadır.
İptal Birimi’ne göre, her bir öğesi tanımlayıcı olan yenilikçi bir terim, ancak bu terim veya kelimenin bileşenlerinin toplamından önemli ölçüde farklı bir etki yaratması durumunda tanımlayıcı olmaktan çıkabilir. Ancak “TURKAEGEAN” terimi, yalnızca itiraz edilen hizmetlerin özelliklerini belirten “TURK” ve “AEGEAN” kelimelerinden oluşmaktadır ve bu birleşim, kelimelerin anlamlarının basit bir toplamından önemli bir fark yaratmamaktadır.
iii.Figüratif öğelerin tanımlayıcılığı ortadan kaldırmaması
İptal Birimi’nin, marka görselinin sağ üst köşesinde, siyah standart fontla yazılmış “TURKAEGEAN” kelimesinin yanına yerleştirilmiş ve koyu mavi renklerde yayılan ışınlarla çevrili kırmızı kalp şekline ilişkin yaptığı değerlendirme;
Söz konusu figüratif unsurun kelime unsurunun boyutundan çok daha küçük olması,
Bu tarz şekillerin, reklamcılık sektöründe, müşteri merkezli bir yaklaşım izlediğini ve hizmetlerin müşteriyi memnun edeceğini belirtmek için yaygın bir şekilde kullanılması,
Yargı içtihatlarında da kalp figürlerinin reklamlarda genellikle bağlılık ifade etmek amacıyla kullanıldığının ve bu nedenle ayırt edici özellik taşımadığının ifade edilmesi,
Bu tür bir figüratif öğenin, tüketiciler tarafından yalnızca süsleme amacıyla veya en fazla, hizmetlerle ilgili olumlu bir takdir ya da sevgi gösterisi olarak algılanması,
İtiraz edilen markadaki kalbin oluşturulma şeklinin, diğer yaygın kalp şekillerinden farklı olmaması,
nedenleriyle söz konusu şeklin itiraz edilen hizmetlerin kalitesini vurgulayan bir öğe olarak algılandığını ve markaya ek bir ayırt edicilik katmadığını ve “TURKAEGEAN” kelime öğesinin tanımlayıcı olduğu gerçeğini değiştirmediğini ifade etmiştir.
Sonuç olarak, “TURKAEGEAN” markası, başvuru tarihi itibariyle tescil kapsamında yer alan hizmetler bakımından EUTMR Madde 7/1 (c) ve Madde 7/2 hükümleri kapsamında tanımlayıcı bulunmuştur.
b. Ayırt Edicilik Değerlendirmesi – EUTMR m. 7/1 (b)
EUIPO İptal Birimi karar gerekçesinde,
İlgili tüketicilerin, “TURKAEGEAN” ibaresini bir bütün olarak yalnızca bilgilendirici nitelikte algılayacağını, çünkü söz konusu ibarenin tescil kapsamında yer alan hizmetlerin, iyi bilinen bir turizm, seyahat ve eğlence destinasyonu olan aynı zamanda yüksek düzeyde ticari faaliyetleriyle tanınan Türkiye’nin Ege Bölgesi’nde sunulduğunu veya bu bölgeden kaynaklandığını belirttiğini,
Markada yer alan logonun, hizmet sağlayıcıların müşteri memnuniyetine önem verdiğini ve dolayısıyla en yüksek kalitede hizmet sunduklarını ifade etmesi nedeniyle ihtilaflı hizmetlerin olumlu yönlerini daha da vurguladığını, bu nedenle hem bağımsız olarak hem de kelime unsuru ile birlikte değerlendirildiğinde ayırt edici nitelikten yoksun olduğunu,
Markanın, ilgili tüketiciler tarafından doğrudan tanımlayıcı olarak algılanacağını zira marka görselinin, tescil kapsamında yer alan hizmetlerin Türkiye’nin Ege Bölgesi’nde sunulduğu (veya bu bölgeden kaynaklandığı) mesajını vermesi nedeniyle bir bütün olarak, özgün olmayan ve tanıtıcı olan bir işaret olduğunu,
Bu değerlendirmenin, kamu altyapısıyla ilgili hizmetleri de kapsadığını gösterdiğini çünkü bu hizmetlerin, bölgede faaliyet gösteren yabancı işletmelerin ihtiyaçlarına uyarlanabilir nitelikte olduğunu,
İşaretin (kelime unsuru “TURKAEGEAN” ve kalp sembolü ile birlikte) genel tanıtıcı mesajının ilgili kamuoyu için yeterince açık olması nedeniyle, markanın bir slogan yapısında olup olmadığı veya “I love TURKAEGEAN” sloganını tamamlamak için bir “I” harfinin eksik olup olmadığı hususunun, önemsiz olduğunu,
ifade ederek, “TURKAEGEAN” markasının, EUTMR Madde 7/1 (b) ve EUTMR Madde 7(2) uyarınca ayırt edici karakterden tamamen yoksun olduğuna karar vermiştir.
Ayrıca, İptal Birimi, marka sahibinin asgari düzeyde ayırt ediciliğin bir markanın tescili için yeterli olduğu yönündeki iddiasının doğru olduğunu kabul etse de, “TURKAEGEAN” markasının başvuru tarihi itibarıyla ilgili hizmetlerle bağlantılı olarak tamamen ayırt edici karakterden yoksun olması nedeniyle, düşük bir ayırt edicilik derecesinin markayı tescil edilebilir kılıp kılmayacağının tartışılmasına gerek bulunmadığını ifade etmiştir.
i. Önceki tesciller
İptal Birimi, marka sahibinin dayandığı ulusal marka tescilleriyle ilgili olarak, İngilizcenin resmi dil olmadığı ülkelerdeki (örneğin Yunanistan) ofis kararlarının, somut olay açısından belirleyici olmadığını belirtmektedir. Zira, işaretin bu ülkelerde ayırt edici kabul edilmesinin Avrupa Birliği (AB) genelinde de ayırt edici olacağı anlamına gelmemektedir.
İptal Birimi, AB marka uygulamasının, kendi amaç ve kurallarına sahip, ulusal sistemlerden bağımsız özerk bir yapıya sahip olduğunu vurgulayarak, bir işaretin EUTM olarak tescil edilebilirliğinin yalnızca Birlik kuralları çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini belirtmektedir. Dolayısıyla, İptal Biriminin ve Birlik yargı mercilerinin, bir Üye Devlette verilen karara bağlı olmadığı vurgulanmıştır.
Marka sahibinin atıfta bulunduğu önceki EUIPO marka tescilleriyle (örneğin, EUTM’ler 18274487, 18274455, 18274451, 18193975, 18629496, 15672504, 16393456, 11752508, 18902845, 18884431, 18877452, 11752508) ilgili olarak, İptal Birimi, bu markaların “Turk” ve “Aegean” unsurlarını bir arada içermemesi ve figüratif unsurlar barındırmalar nedeniyle mecur uyuşmazlık açısından örnek teşkil edemeyeceğini ifade etmektedir. Ayrıca, atıfta bulunulan bazı markaların yıllar önce tescil edilmiş olması ve bu tescil kararlarının marka hukuku ile ofis uygulamalarındaki güncel gelişmeleri yansıtmaması nedeniyle eşit muamele ilkesinin ihlal edilmediği de vurgulanmıştır. İptal Birimi, her markanın kendi koşulları çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini belirterek, bir EUTM’nin Ofis tarafından daha önce tescil edilen başka bir markanın varlığına dayanarak ayırt edici karakter kazanamayacağını ifade etmektedir. Tescilin yasallığı yalnızca AB Marka Tüzüğü (EUTMR) ve mahkeme içtihatları çerçevesinde değerlendirilmelidir. Önceki markaların hukuka aykırı şekilde tescil edilmiş olması durumunda bile, eşit muamele ilkesinin hukuka uygunlukla tutarlı bir şekilde uygulanması gerektiği ve bir kişinin, başka birinin aleyhine işlenmiş olası hukuka aykırı eyleme dayanarak hak elde edemeyeceği sonucuna varılmaktadır.
ii. Kullanım yolu ile ayırt edicilik kazanıldığı iddiası (EUTMR m.7(3) ve m. 59(2))
Marka sahibi, hükümsüzlük talebine karşı sunduğu görüşlerinde, markanın kullanım yoluyla ayırt edicilik kazandığı yönünde açıklamalarda bulunmuştur. Söz konusu açıklamalar karşısında, İptal Birimi, delillerin değerlendirilmesinden önce, aşağıdaki hususlara değinmiştir:
Bir markanın tescil edilebilmesi için, başvurudan önce ayırt edici olması gerekmektedir. Bu nedenle başvurudan sonraki kullanımların, markaya ayırt edicilik kazandırmayacaktır.
Bir markanın, eğer kullanımı sonucu ayırt edici hale geldiği iddia ediliyorsa, bu iddianın dikkate alınabilmesi için markam kullanım sonucunda ayırt edici hale gelmiştir.” şeklinde açıkça belirtilmelidir. Somut olayda olduğu gibi marka sahibinin, markanın “kullanım yoluyla ayırt edicilik kazanıyor olduğu” nu ifade etmesi, tek başına yeterli değildir.
Bir markanın kullanım yoluyla ayırt edici hale gelip gelmediğine dair değerlendirme, markanın pazar payı, kullanım sıklığı, coğrafi yaygınlığı, kullanım süresi, tanıtım yatırımları ve halkın markayı bir şirkete ait olarak algılama oranı gibi faktörlerin bir arada incelenmesiyle yapılmaktadır.
Ayırt edici karakterin kazanıldığının kanıtlanmasında “doğrudan kanıt” (örneğin, anketler, markanın pazar payına ilişkin kanıtlar, ticaret ve sanayi odaları veya diğer ticari ve mesleki kuruluşlardan alınan beyanlar) ile “ikincil kanıt” (örneğin, reklam materyalleri veya satış hacimleri) arasında bir ayrım yapılması gerekmektedir.
İkincil kanıtlar doğrudan kanıtları destekleyebilir ancak onların yerine geçemez. Mesleki derneklerin beyanları ve pazar araştırmaları gibi doğrudan kanıtlar, kullanım yoluyla kazanılmış ayırt ediciliğin kanıtlanması için genellikle en önemli yöntemlerdir.
Akabinde, marka sahibi tarafından kullanım yoluyla ayırt ediciliğin sağlandığının ispatlanması amacıyla değerlendiren İptal Birimi, öncelikle, doğrudan kanıt olarak kabul edilen pazar araştırmaları ya da mesleki derneklerin beyanları gibi delillerin sunulmadığına dikkat çekmiştir. Daha sonra ise, marka sahibi tarafından sunulan çevrimiçi gazete makaleleri, web sitesi/video alıntıları ve reklam yayınlarının, yalnızca markaya doğrudan atıfta bulundukları ölçüde geçerli kabul edildiğini belirtmiştir. İptal Birimine göre, her ne kadar çoğu işletme, ürün tanıtımı için web sitelerini kullansa da bu durum tek başına markanın kullanım yoluyla ayırt edici hale geldiği sonucuna varmak için yeterli değildir. Ayrıca, web sitesi alıntıları, ziyaretçilerin hangi AB üye devletlerinden geldiğini belirlemeye imkân da tanımamaktadır. Bu bağlamda, bu alıntılar markanın, ilgili tüketiciler nezdinde ticari kaynak gösterme işlevini yerine getirdiğini kanıtlamamaktadır.
İptal Birimi, itiraz edilen marka İngilizce kelimelerden oluştuğu için, markanın ayırt edici hale geldiği iddiasının, İngilizcenin resmi dil olduğu AB Üye Devletleri (İrlanda ve Malta) ile İngilizcenin yaygın şekilde anlaşıldığı Üye Devletlerde (Hollanda, Danimarka, Finlandiya, İsveç ve Kıbrıs) kanıtlanması gerektiğini ifade etmiştir. Marka sahibi tarafından sunulan ve 2021 yılı için planlanan faaliyetler arasında “Türk Ege ve Türk Rivierası-Doğu Akdeniz filmleriyle markalaşma çalışmaları”na yer verilmiştir. Ancak bu belgelerin çoğunun Türkçe olarak sunulması nedeniyle, İngilizcenin resmi dil olduğu veya yaygın olarak anlaşıldığı AB Üye Devletlerinde markanın ayırt edici karakter kazandığını gösteren yeterli kanıtların sunulmadığı sonucuna varılmıştır.
Sonuç olarak, İptal Birimi, marka sahibinin, başvuru tarihi veya en geç hükümsüzlük talebinin yapıldığı tarihten önce EUTM’nin ayırt edici karakter kazandığını kanıtlayamadığına karar vererek, markanın tescil edilen hizmetlerle ilgili olarak kullanım yoluyla ayırt edici hale geldiği yönündeki itirazları reddetmiştir.
SONUÇ
Söz konusu karar ile, EUIPO, “TURKAEGEAN” ibaresinin, tescil kapsamında yer alan hizmetler bakımından tanımlayıcı olduğu ve ayırt edici olmadığı sonucuna vararak, markanın tescil kapsamında yer alan tüm hizmetler bakımından hükümsüzlüğüne karar vermiştir.
EUIPO marka uygulama kriterleri ve yaklaşımları dikkate alındığında söz konusu kararın, politik sebeplerle alındığı kanaatindeyim. Zira, “TURKAEGEAN” markası, oluşturulma biçimi dikkate alındığında, tescil kapsamında yer alan herhangi bir hizmet için doğrudan tanımlayıcı olmadığı gibi asgari düzeyde ayırt ediciliğe de sahiptir. EUIPO Marka Kriteri’ne göre, bir işaretin, ilgili kamuoyu tarafından mal ve hizmetler hakkında doğrudan ve somut bir bilgi sağladığı hemen anlaşılabiliyorsa, tanımlayıcı olarak kabul edilecektir. Ancak, yalnızca mal ve/veya hizmetlerin belirli özelliklerine ilişkin dolaylı olan ya da çağrışım yapan terimler tanımlayıcı sayılmamaktadır. [3]
Yine söz konusu kritere göre, coğrafi yer adlarının marka olarak tescili, söz konusu coğrafi adın halihazırda o mal veya hizmetler bakımından ünlü olması veya ilgili mal ve hizmetlerle ilişkilendirilmesi yahut, bu adın, ilgili mal veya hizmetlerin coğrafi kökenini belirtebileceği yönünde makul bir varsayımın yapılabileceği durumlarda engellenmiştir.[4] Somut olay bakımından redde konu gündüz bakım evleri, itfaiye hizmetleri, güvenlik hizmetleri gibi hizmetler bakımından Ege Denizi’nin ülkemize ait kısmının hangi bakımından ünlü olduğu düşündürücüdür. Bu kapsamda, EUIPO İptal Birimi’nin, toptancı bir yaklaşım sergileyerek markayı tümden hükümsüz kılınmasının EUIPO’nun marka inceleme kriterlerine ve uygulamalarına aykırı olduğu kanaatindeyim.
Belirtmek gerekir ki, yazının kaleme alındığı tarih itibarıyla, EUIPO İptal Birimi tarafından verilen söz konusu karar henüz kesinleşmemiştir. Tescil sahibi olan ve ülkemizin devlet kurumlarından biri olan Türkiye Turizm Tanıtım ve Geliştirme Ajansı, bu karara karşı, tebliğ tarihinden itibaren iki ay içinde itiraz etme hakkına sahiptir. Yapılacak itiraz, EUIPO Temyiz Kurulu tarafından incelenecektir. Temyiz Kurulu’nun vereceği karara karşı ise, yine tebliğ tarihinden itibaren iki ay içinde, Avrupa Birliği Adalet Divanı Genel Mahkemesinde (Genel Mahkeme) dava açılması mümkündür. Genel Mahkemenin vereceği karar, Avrupa Birliği Adalet Divanı nezdinde (CJEU) temyiz edilebilir. Ancak CJEU, yalnızca hukuki meseleleri incelemekte olup, olayın esasına ilişkin yeniden değerlendirme yapmamaktadır.
Söz konusu kararın kesinleşmesi halinde, gelecekte Yunan şirketleri veya Yunanistan tarafından esas unsuru ‘Greek Aegean’ yahut ‘Aegean Greek’ ibarelerinden oluşan ve turizm, reklamcılık ve hatta itfaiye hizmetleri gibi hizmetler için yapılan marka başvurularının – her ne kadar somut olay bazında değerlendirme yapılacak olsa da – en azından EUTMR m. 7(1) (b) ve (c) hükümleri kapsamında reddedilmesi gerektiği öngörülmektedir.
[1] Türkiye Turizm Tanıtım ve Geliştirme Ajansı, Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlı olup Türkiye’nin turizmin tanıtılması ve geliştirilmesinden sorumlu Devlet kurumudur.
[2] Tescil kapsamında yer alan mal ve hizmetler listesine konu ile ilgili önceki yazımızdan ulaşılabilmektedir.
Gıda-tarım ürünleri, şaraplar ve distile alkollü içkilerde coğrafi işaret ve diğer kalite göstergelerine ilişkin üç farklı tüzüğe dayanan koruma şartlarını birleştiren, sadeleştiren ve güçlendiren 11 Nisan 2024 tarihli ve 2024/1143 sayılı Avrupa Birliği (AB) Tüzüğü, 13 Mayıs 2024 tarihinden itibaren yürürlükte. Bu yazımızın konusunu, 2024/1143 sayılı Tüzüğün yürürlüğe girmesinden önce verilmiş bazı ret ve iptal kararları oluşturuyor.
AB’ye yapılan coğrafi işaret başvuruları; AB Komisyonu Tarım Genel Müdürlüğü – DG Agri tarafından inceleniyor, başvurunun reddine yönelik karar başvuru yapana gönderilip 2 aylık süre içinde görüş sunması bekleniyor ve nihai olarak verilen gerekçeli ret kararları, AB Komisyonunun Uygulama Kararı olarak AB Resmi Gazetesinin L serisinde yayımlanıyor.
AB’nin konuyla ilgili sicili olan eAmbrosia’da ret ve iptal kararları için yaptığımız araştırmada bulduğumuz bazı örnek kararları aşağıda özetliyoruz.
1-‘Лидский квас/Lidski kvas’
Başvuru, Belarus’un Lida şehrinde üretilen fermente bir içecek için ‘Лидский квас/Lidski kvas’ adlarının mahreç işareti olarak tescili amacıyla 2021 yılında ‘Lidskoe Pivo’ A.Ş. tarafından yapılmış. Eksiklik bildiriminde, özellikle aşağıdaki hususların açıklanması istenmiş.
Üretimde kullanılacak suyun, başvuruyu yapan özel firmanın mülkiyetindeki kaynaktan temin edilmesinin gerekliliği ile “üretimde özel bir teknik yöntem”in varlığının başvuruda belirtildiği dikkate alınarak başka üreticilerin mevcut olup olmadığı.
AB kurallarına göre tek bir gerçek/tüzel kişinin başvuru yapabilmesi, ürünün tek bir üreticisi olduğunun ispatını ya da mevcut üreticiler içinde başvuru yapma niyetinde olan başka üretici bulunmadığının ispatını gerektirdiğinden, başvuru yapanın bu şartlardan hangisini karşıladığı.
Başvuru yapanın verdiği yanıtta; üretimde kullanılan suyun çıkarıldığı kuyuların tek sahibi ve işletmecisi olduğu; tüm üretim sürecinin kendisi tarafından Lida şehrinde ve “özel bir teknik yöntem” kullanılarak gerçekleştirildiği belirtilerek tek belge (single document) ve şartname (specification) belgeleri revize edilmiş.
AB Komisyonu yaptığı inceleme neticesinde, temel olarak aşağıdaki esaslara dayanarak başvurunun gerekli şartları sağlamadığına ilişkin görüşünü bildirmiş, verilen 2 aylık süre içinde başvuru yapandan cevap alınamamasının ardından ret kararını 11 Ağustos 2023 tarihli AB Resmi Gazetesinde yayımlamış.
Başvuru yapanın üretimde kullanılan suyun temin edildiği kuyuların tek sahibi ve işletmecisi olması nedeniyle, başka üreticilerin bu üretim sistemine katılmasının kesinlikle mümkün olmadığının anlaşılması.
Üretimde kullanılan “özel bir teknik yöntem”in tamamıyla başvuru yapana ait olduğunun anlaşılmasıyla birlikte bu durumun, ürünün ayırt edici özelliklerinin coğrafi sınırdan kaynaklanmayıp üreticinin inisiyatifiyle şekillendiğini gösterdiği ve dolayısıyla 1151/2012 sayılı Tüzüğün 5(2) maddesi şartlarının karşılanmadığı. Ayrıca üretim şeklinin açıklama içermeksizin sadece üretim basamaklarının sıralanması suretiyle verilmesinin, potansiyel üreticilerin bu sisteme girebilmesine imkân tanımaması.
Başvurunun tek bir üretici tarafından yapılabilmesi konusundaki istisnai duruma ilişkin şartların karşılandığını gösteren kanıtlar sunulmaması nedeniyle 1151/2012 sayılı Tüzüğün 49(1) maddesine aykırılık oluştuğu.
2- ‘Neusiedlersee-Hügelland’
Bu örnek; Avusturya’dan kaynaklanan ve menşe adı olarak tescilli olan ‘Neusiedlersee-Hügelland’ şarabının, “ürün şartnamesine artık uyulmadığı” gerekçesiyle ve AB’nin şaraplarla ilgili piyasa düzenlemeleri ile coğrafi işaret tescili hakkındaki yasal düzenlemesi olan 1308/2013 sayılı AB Tüzüğünün 106. maddesi uyarınca yapılan “iptal” talebi kapsamında verilen karara ilişkindir. Talep sahibi Avusturya Tarım, Bölgeler ve Turizm Federal Bakanlığı, ilgili taraf ise Ulusal Şarap Komitesidir.
‘Neusiedlersee-Hügelland’ ibareli menşe adı, ‘Leithaberg’ ibareli menşe adı tescilinin kapsamına entegre edildiği için 2016 yılında çıkarılan yasayla iptal edilmiş ve 2016 tarihli Federal Resmi Gazetede bu durum yayımlanmış.
AB’nin 2019/33 sayılı Yetkilendirme Yönetmeliğinin 19. maddesi uyarınca, Avusturya’nın iptal talebi AB Resmi Gazetesinde yayımlanmış ve hakkında itiraz yapılmaması üzerine kesinleşen iptale ilişkin karar, 6 Ağustos 2021 tarihli AB Resmi Gazetesinde yayımlanmış.
3- ‘Commune de Champagne’
‘Commune de Champagne’ ibareli mahreç işareti başvurusu, İsviçre’nin Vaud Kantonu Champagne Belediyesinin Asma ve Şarap Topluluğu (CVVCCVDCH) tarafından 3 Kasım 2015 tarihinde yapılmış.
AB Komisyonunun açıklama istediği konularda verilen cevabın incelenmesinde, aşağıdaki esaslara dayanarak verilen ret kararı, 2 Haziran 2020 tarihli AB Resmi Gazetesinde yayımlanmış.
‘Commune de Champagne’ isminin, 14 Kasım 2007 tarihli ve 916.140 sayılı Şarap Üretimi ve Şarap İthalatı Yönetmeliğinin 25. maddesi uyarınca İsviçre Tarım Federal Ofisi tarafından tutulan İsviçre’nin tescilli menşe adları kayıtlarında yer almadığı tespit edilmiş; bu durumda bu ismin, kendi ülkesinde (menşe ülkede) geçerli bir şekilde korunduğuna dair kanıt sunulmadığından bahisle 1308/2013 sayılı AB Tüzüğünün 94(3) maddesi hükmünün karşılanmadığı.
AB Komisyonu ayrıca, ‘Commune de Champagne’ adının İsviçre’de geçerli bir şekilde korunamayacağı görüşünde. Çünkü Avrupa Topluluğu ile İsviçre Konfederasyonu arasındaki tarım ürünleri ticaretine ilişkin Anlaşma ve özellikle Ek 7’nin 8. maddesi İsviçre Konfederasyonu’na, sadece AB menşeli şaraplar için ‘Champagne’ adını İsviçre topraklarında koruma yükümlülüğü getirmekte. İlave olarak, Vaud Kantonuna (İsviçre) ait şaraplara ilişkin 27 Mayıs 2009 tarihli Yönetmeliğin 32. maddesi ile, menşe adı taşıyan şarapların etiketlerinde yerel bir referansa yer verilmesi hakkını sadece belirli koşullar altında düzenlemekte; menşe adını taşıyan ‘Bonvillars’ şaraplarının etiketlenmesine ilişkin kurallar belirlemekte ve üzümün yetiştirildiği belediyeye referans verilmesine izin vermekte. Ancak bu maddenin, ‘Commune de Champagne’ adının coğrafi işaret olarak korunmasını doğrudan sağlayamayacağı.
Yukarıda belirtilen hususlar uyarınca başvurunun, 1308/2013 sayılı AB Tüzüğünün 97(4) maddesi hükmü uyarınca reddi gerektiği.
‘Монгол Тогтвортой ноолуур/Mongol Togtvortoi Nooluur’ ibaresinin mahreç işareti olarak tescili amacıyla 22 Aralık 2022 tarihinde Moğolistan’dan yapılan başvurunun AB Komisyonunca incelenmesi neticesinde verilen ret kararı, 2 Mayıs 2024 tarihli AB Resmi Gazetesinde yayımlanmış olup inceleme sürecindeki esaslar aşağıda özetlenmiştir.
Başvuruya konu ürün “kaşmir” olmasına rağmen başvuruda “yün” olarak sınıflandırıldığı, ancak “Kaşmir: Kaşmir veya benzeri keçi ırklarından elde edilen ince hayvan kılı”, “Yün: Koyun veya kuzulardan elde edilen doğal lifler” şeklinde tanımlandığı için yünün ve kaşmirin birbirinden farklı ürünler olduğu ve bu kapsamda AB’nin gümrük tarife sınıflandırma sisteminde yünün CN 5101, kaşmirin ise CN 5102 koduyla işlem gördüğü.
Kaşmirin yünün bir alt sınıfı olmaması ve 1151/2012 sayılı AB Tüzüğüyle belirlenmiş ürün grupları içinde de yer almaması nedeniyle başvurunun reddinin gerektiği.
AB Komisyonunun başvuruyu reddetme niyetine karşı sunulan cevapta; AB’nin tekstil ürünleriyle ilgili bazı yasal düzenlemelerine, Uluslararası Yün Tekstil Organizasyonu yayımlarına, Alman Standartları Enstitüsü yayımlarına, Amerika Birleşik Devletleri’nin bazı yasal düzenlemelerine ve AB Komisyonu tarafından kamuoyu görüşüne sunulan Çin’in “Alxa Cashmere” ibareli coğrafi işaretine referansla itiraz edildiği.
Başvuru yapanın itirazına karşı AB Komisyonunun; diğer ülkelerdeki değerlendirmelerin ve yasal düzenlemelerin AB’nin yasal düzenlemelerinin yerine ve önüne geçemeyeceğine; Çin’in “Alxa Cashmere” ibareli coğrafi işaretine konu ürünün Kaşmir keçisinin etine ilişkin olması nedeniyle farklı bir ürün olduğuna; ileri sürülen AB yasal düzenlemelerinin hiçbirinde kaşmirin yün olarak değerlendirilmediğine dikkat çekerek başvurunun, 1151/2012 sayılı Tüzükte sayılan ürün gruplarının içinde yer almadığı ve dolayısıyla mevzuatta öngörülen şartları karşılamaması nedeniyle başvurunun reddedilmesine karar vermesi.
5- ‘ՍԵՒԱՆԻ ԻՇԽԱՆ/sevani ishkhan’
İnternet üzerinde yapılan araştırmada alabalık ile ilgili olduğu anlaşılan bu adın menşe adı olarak tescili amacıyla 2016 yılında Ermenistan tarafından yapılan başvuru için birkaç kere eksiklik bildirimi yapılmış ancak cevap alınamadığı için son olarak görüş bildirilmesi için 2 aylık süre verilmiş. Sürenin dolmasının ve cevap alınamamasının ardından AB’nin resmi karar süreci sonunda, aşağıdaki esaslara bağlı olarak ret kararı tesis edilerek bu karar, 26 Temmuz 2023 tarihli AB Resmi Gazetesinde yayımlanmış.
Başvurunun şartnamesinde (specification) sadece “Red Book of Armenia” isimli kitaptan bahsedilmesi ancak, menşe adı için zorunlu olan “ürünün, hammaddesinin, yemin ve ilgili diğer hususların” kaynağının ispatlanmasını sağlayacak türdeki açıklamaların eksik olması. (1151/2012 sayılı Tüzüğün 668/2014 sayılı Yönetmeliğinin 4. Maddesi)
Ürünün temel fiziksel, kimyasal, mikrobiyolojik veya organoleptik özelliklerinin eksik olması. (1151/2012 sayılı Tüzüğün 7(1) maddesinin birinci alt paragrafının (b) hükmü)
Menşe adı için hayvansal kökenli ürünlerde yemin tamamının coğrafi sınırdan temin edilmesi zorunlu ancak bunun teknik olarak mümkün olmaması halinde, ürünün ayırt edici özelliğini etkilemiyorsa, yıllık bazda kuru maddenin %50’sini geçmeyecek şekilde coğrafi sınırın dışından yem temin edilmesi mümkün. Başvuruda bu hususta gerekli ve yeterli açıklamanın bulunmaması. (664/2014 sayılı Tüzüğün (3) maddesinin 1(1) maddesi)
1. Markaların İdari İptali Kurumu ve Süregelen Belirsizlik
6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu (“SMK”) 10 Ocak 2017 tarihli ve 29944 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. SMK ile hayatımıza “markaların idari iptali” kurumu girmiş[1], SMK m. 26 ile maddede belirtilen şartların varlığı halinde, talep üzerine markanın iptaline Türk Patent ve Marka Kurumu (“TÜRKPATENT”) tarafından karar verileceği düzenlenmiştir. Bununla birlikte SMK m. 192/1 ile, SMK m. 26 hükmünün yedi yıl sonra (yani 10 Ocak 2024’te) yürürlüğe gireceği, SMK geçici m. 4 ile de yürürlük tarihine kadar iptal yetkisinin mahkemeler tarafından kullanılacağı düzenlenmiştir.
24 Nisan 2017 tarihli ve 30047 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Sınai Mülkiyet Kanununun Uygulanmasına Dair Yönetmelik, markaların idari iptaline ilişkin herhangi bir düzenleme içermemektedir. Bu nedenle TÜRKPATENT’e verilen yetkinin uygulanmasına dair usul ve esasları belirleyen bir yönetmeliğin yürürlüğe gireceği beklentisi doğmuş, bu amaçla TÜRKPATENT tarafından hazırlanan “Sınai Mülkiyet Kanununun Uygulanmasına Dair Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik Taslağı” (“Taslak Yönetmelik”), 20 Ekim 2023 tarihinde görüşe açılmış[2] ve görüşlerin 3 Kasım 2023 tarihine kadar TÜRKPATENT’e bildirilmesi talep edilmiştir.
SMK m. 26 hükmü 10 Ocak 2024 tarihinde yürürlüğe girmiş ve o tarihten sonra artık mahkemeler nezdinde markaların iptali talebiyle dava açma imkanı kalmamıştır. İptal talepleri TÜRKPATENT nezdinde EPATS sistemi üzerinden yapılabilmekle birlikte halihazırda incelenmemektedir. SMK m. 26 hükmünün yürürlüğe girdiği ilk aylarda – iptal talebinin ücreti belirlenmemiş olduğundan – talep herhangi bir ücret ödemeden yapılabilmekteydi. 2024 yılı içerisinde ücret belirlenmiş[3] ve talep sahiplerine ödeme yapılması yönünde tebligatlar gönderilmiş, 31 Aralık 2024 tarihine kadar ödemenin yapılmamış olması halinde taleplerin yapılmamış sayılacağı bildirilmiştir. Ancak iptal talepleri TÜRKPATENT çevrimiçi sistemine yansımadığı gibi –yazarın bilgisi dahilinde – iptal talebine konu marka sahiplerine herhangi bir bildirim yapılmamış, bir başka ifadeyle taleplere ilişkin başkaca bir işlem şu ana kadar gerçekleştirilmemiştir.
Markanın idari iptali kurumunun hayatımıza girmesi üzerinden 8 yıl, kanunen uygulanmaya başladığı tarihten de 1 yılı aşkın bir süre geçmesine karşın, marka hukukunun son derece önemli bu kurumu (iptal davası imkanı kalmadığından) yeniden işlerlik kazanmayı beklemektedir. Bu yazının konusu TÜRKPATENT Yeniden İnceleme ve Değerlendirme Kurulu (“YİDK”) kararı da iptal talebinin karara itiraz incelemesinde bekletici mesele yapılması talebinin reddine ilişkindir.
2. İdari İptal Talebinin Bekletici Mesele Yapılması Talebinin Reddine İlişkin YİDK Kararı
YİDK kararına konu olayda, Madrid Protokolü kapsamında yapılan uluslararası bir marka başvurusu 18 Mart 2024 tarihinde SMK m. 5/1(ç) uyarınca önceki tarihli bir marka tesciline dayalı olarak reddedilmiştir. Başvuru sahibi, önceki tarihli markaya karşı TÜRKPATENT nezdinde iptal talebinde bulunmuş, karara itiraz dilekçesinde de iptal işlemi sonuçlanıncaya kadar başvuru hakkındaki karara itiraz incelemesinin bekletilmesini talep etmiştir.
16 Ocak 2025 tarihli YİDK kararı ile bu talep reddedilmiş ve işin esasına geçilerek karar verilmiştir. YİDK’nın talebin reddine ilişkin iki temel gerekçesi bulunmaktadır.
Türk Patent ve Marka Kurumu Yeniden İnceleme ve Değerlendirme Dairesi Kurulları Yönetmeliğinin (YİDK Yönetmeliği) “Kurul kararları” başlıklı 6. maddesinin 3. fıkrası şu şekildedir: “Kurul, karara etki edecek bir konunun bekletici sorun yapılması hakkında ara karar verebilir.” İlgili hükmün lafzından anlaşılacağı üzere, Kurul’un bir konunun bekletici sorun yapılması hakkında bağlı bir yetkisi, yükümlülüğü bulunmamakta olup bu konuda Kurul’a takdir yetkisi bırakılmış durumdadır. Kurul, söz konusu iptal talebi hakkında makul bir süre beklemiş olmakla birlikte, karara itiraz dilekçesinin sunulduğu tarihten itibaren geçen 5 ayı aşkın süre zarfında söz konusu iptal talebi hakkında henüz Markalar Dairesince bir karar verilmemiş olması, SMK’nın markanın iptaline ilişkin hükümlerinin uygulanmasına yönelik Yönetmelik düzenlemelerinin henüz yürürlüğe girmemiş olması karşısında Markalar Dairesince iptal talebine ilişkin kararın ne zaman vereceğinin mevcut durumda öngörülebilir olmaması (…).
Öncelikle TÜRKPATENT’in bir konunun bekletici sorun yapılması hakkında takdir yetkisi olmakla birlikte, bu takdir yetkisi belirli sınırlar çerçevesinde kullanılacaktır. IPR Gezgini’nde yakın zamanda ele alınan[4] bir kararda, Ankara 5. Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesi idarenin takdir hakkını kullanırken, her halükarda idari işlemlerin nihai amacı olan “kamu yararı” unsurunu gözeterek değerlendirme yapması gerektiğine hükmetmiştir.
YİDK kararında talebin reddine ilişkin ilk gerekçe, aradan geçen sürede Markalar Dairesi Başkanlığı tarafından henüz bir karar verilmemiş olduğudur. İlk olarak Taslak Yönetmelik’te iptal taleplerini inceleyecek birime atıfta bulunulmamıştır. 2024 yılında düzenlenen bir sempozyumda iptal taleplerinin ilk aşamada Markalar Dairesi Başkanlığı, ikinci aşamada Yeniden İnceleme ve Değerlendirme Dairesi Başkanlığı tarafından ele alınacağı bilgisi paylaşılmıştır. YİDK kararından da iptal taleplerine ilişkin ayrı bir daire kurulmayacağı, taleplerin Markalar Dairesi Başkanlığı tarafından inceleneceği anlaşılmaktadır.
SMK m. 26 hükmü 10 Ocak 2024 tarihinde yürürlüğe girmiş ve aradan 1 yılı aşkın süre geçmiştir. SMK’nın ilk yürürlük tarihi olan 10 Ocak 2017 esas alındığında aradan 8 yılı aşkın bir süre geçmiştir. Taslak Yönetmeliğin paylaşılması üzerinden de 15 ayı aşkın bir süre geçmiştir. YİDK kararında henüz ilgili yönetmelik düzenlemelerinin yürürlüğe girmemiş olduğundan bahisle iptal talebine ilişkin kararın ne zaman verileceğinin öngörülebilir olmadığına atıfta bulunulmuştur. Bu hususta tasarrufu bulunmamasına karşın belirsizliğin sonucuna başvuru sahibi katlanmak durumunda bırakılmaktadır. Eğer 10 Ocak 2024 tarihinden itibaren iptal talepleri incelemeye alınmış olsaydı, YİDK kararı tarihi itibariyle iptal talebine ilişkin bir karar muhtemelen verilmiş olacaktı. İptal talebine ilişkin karar da esasa ilişkin verilecek karara doğrudan etki edebilecekti.
Bu tartışmanın idare hukukçuları tarafından yapılması daha doğru olacaksa da, markaların idari iptali kurumunun işlerlik kazanabilmesi için yetkinin uygulanmasına yönelik usul ve esasları belirleyen bir yönetmeliğin mutlaka yürürlüğe girmesi gerekip gerekmediği hususu ayrı bir soru işaretidir. Türk Medeni Kanunu m. 1/1 uyarınca “Kanun, sözüyle ve özüyle değindiği bütün konularda uygulanır.”. SMK m. 26 düzenlemesi ayrıntılı olup esasa ilişkin hükümlerin yanı sıra usul yönünden de (örneğin tarafların tabi olduğu süreler gibi) hükümler içermektedir. SMK geçici m. 4’te de iptal yetkisinin “anılan maddedeki usul ve esaslara göre” mahkemeler tarafından kullanılacağı düzenlenmiştir. Öte yandan SMK’nın pek çok hükmünde belirli bir hususa ilişkin usul ve esasların yönetmelikle belirleneceği açıkça öngörülmüştür (Örneğin muvafakatname; başvuru, sınıflandırma ve bölünme; rüçhan hakkı talebi; yayıma itiraz; sicile kayıt, yayım ve tescil işlemleri; teknik şartname gibi). SMK m. 26’da bu yönde bir hüküm bulunmadığı gibi, Taslak Yönetmelik’te yer alan hükümlerinin çoğunluğu SMK m. 26 ile aynı doğrultudadır.
YİDK’nın talebin reddine ilişkin ikinci gerekçesi aşağıdaki gibidir:
Öte yandan, inceleme konusu başvurunun Madrid Protokolü çerçevesinde Türkiye’nin akit taraf olarak belirlendiği uluslararası bir başvuru olması, söz konusu Protokol hükümleri uyarınca uluslararası başvuruların akit taraf Ofisleri tarafından belirli süreler içerisinde neticelendirilmesi gerekmesi (Türkiye bakımından ret kararlarının bildirim süresi 18 aydır), bu süreye uyulmaması halinde Madrid Protokolü m. 4/1-(a) uyarınca zımni kabul (Türkiye’de tescil) sonucunun ortaya çıkacağı, somut olayda da iptal talebinin kabulü halinde başvurunun yayınlanması ve bu yayına üçüncü kişilerce itiraz edilmesi durumunda, ilgili sürelerin aşılmış olmasından ötürü Kurum’un yayına itiraz üzerine SMK m. 6 kapsamında bir ret kararı vermesinin mümkün olmayacağı, bu şekilde yeni ve farklı bir madde hükmüne dayanan olası bir ret kararının ilgili Protokol hükmü uyarınca hukuki bir sonuç doğurmayacağı ve WIPO tarafından geçerli kabul edilmeyecek olması karşısında, somut olayda iptal talebinin neticesi beklenilmeksizin mevcut hukuki durum çerçevesinde karara itirazın incelenmesi gerektiği kanaatine varılmış ve işin esasına geçilmiştir.
YİDK kararına konu olan marka uluslararası bir başvuru olduğundan, YİDK’nın da belirttiği üzere Madrid Protokolü’nden kaynaklanan bir zaman baskısı söz konusudur. Ancak bu zaman baskısı da, markaların idari iptali taleplerinin işlerlik kazanamamış olmasıyla bir derece bağlantılıdır.
Uluslararası marka başvurularına yönelik Madrid Protokolü’nden kaynaklı bir zaman baskısı söz konusu olsa da, ulusal marka başvuruları için bu tür bir kısıtlama bulunmamaktadır. YİDK’nın SMK m. 5/1(ç) kapsamında verilen kararlara itirazlara ilişkin son dönemde verdiği başka kararlarda da, örneğin muvafakatname alınması veya ret gerekçesi markanın başvuru sahibine devredilmesi için beklenen makul sürenin 5 ay olduğu ve TÜRKPATENT’in işlemlerini makul süreyi aşacak düzeyde bekletme zorunluluğu bulunmadığı ifade edilmektedir. Ulusal marka başvuruları yönünden de iptal taleplerine ilişkin makul bekleme süresi 5 ay olarak mı değerlendirilecektir ve bu süre içinde – işlerlik kazandıktan sonra – iptal taleplerine ilişkin karar verilecek midir? İptal talepleri incelenmeye başladığında talepler TÜRKPATENT’e sunum sırasıyla ele alınacaksa, ilk etapta oluşacak dosya yükü nedeniyle sistemin tam olarak işlerlik kazanmasının zaman alması beklenebilir.
Öte yandan iptal talepleri ilk aşamada Markalar Dairesi Başkanlığı, ikinci aşamada Yeniden İnceleme ve Değerlendirme Dairesi Başkanlığı tarafından ele alınacaksa ve iptal talebine ilişkin ilk aşamada karar verilmiş ve bu karara itiraz incelemedeyse, YİDK’nın – makul bekleme süresinden bağımsız olarak – kendi yapacağı incelemeyi beklemesi gerektiği düşünülebilir. Son olarak Taslak Yönetmelik uyarınca “TÜRKPATENT tarafından verilen nihai iptal kararları Sicile kaydedilir ve Bültende yayımlanır”. Bu durumda YİDK tarafından iptal talebine ilişkin verilen nihai karar hemen sonuç doğuracağından, YİDK kararına karşı dava açılsa dahi bu dava sonucunun – davanın hangi aşamada olduğu fark etmeksizin – beklenilmeyeceği ve dolayısıyla YİDK’nın yapacağı incelemeyi etkilemeyeceği öngörülebilir.
3.Sonuç
Fikri ve sınai mülkiyet hukuku alanında faaliyet gösteren tüm paydaşların aynı temenniye sahip olduğu bilinciyle, markaların idari iptali kurumunun en kısa sürede yeniden işlerlik kazanmasını, belirsizliklerin giderilmesini ve SMK’nın markanın iptaline ilişkin hükümlerinin uygulanmasına yönelik yönetmelik düzenlemelerinin en kısa sürede yürürlüğe girmesini temenni ederiz.
Dijital varlıkların ve sanal ortamların hızla gelişmesiyle birlikte, ticari hayatta varlıklarını sürdürmek isteyen veya pazar hacmini büyütmeye çalışan marka sahipleri için sanal dünyada faaliyet göstermek giderek daha önemli bir öncelik haline gelmektedir. Marka sahipleri, sanal ortamlarda gerçek dünya mallarının sanal versiyonlarını sundukça, marka haklarının korunması ve özellikle marka haklarının dijital dünyada uygulanabilirliği konusunda önemli tartışmalara yol açmıştır. Bu tartışmalardan biri de sanal mal ve hizmetleri kapsayan markaların ayırt ediciliğinin değerlendirilmesine ilişkindir.
Bu konuya dair son gelişmelerden biri, 1 Temmuz 2022 tarihinde başvuru sahibi Glashütter Uhrenbetrieb GmbH – Glashütte/Sa. tarafından 01.07.2022 tarihinde Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi’ne (EUIPO) yapılan 018727034 sayılı başvuruya ilişkindir[1]. Bu başvuru, sanal malların hukuki statüsü ve gerçek mallarla olan ilişkisi üzerine mahkemelerde yapılan tartışmaları da tetiklemiştir.
Başvuru sahibi tarafından, aşağıda yer alan işareti, 09, 35 ve 41. sınıflarda yer alan belirli sanal mal ve hizmetler için Avrupa Birliği markası (EUTM) olarak tescil edilmesi amacıyla EUIPO’ya başvuruda bulunmuştur.
Başvuru, aşağıda yer alan sanal mal ve hizmetler bakımından ayırt edici olmadığı gerekçesi ile kısmen reddedilmiştir.
Class 9: Downloadable virtual products, namely computer programs offering chronometers, chronographs, clocks, watches and their accessories to be used online or in online virtual monals; Downloadable virtual goods, namely alarm clocks, watch cases, watch bracelets, presentation cases for watches, clock movements, apparatus for timing sports events and accessories for online or online virtual monds; downloadable digital and virtual goods created by means of blockchain technology, namely chronometers, chronographs, clocks, watches, alarm clocks, watch cases, watch cases, presentation cases for watches, movements for clocks, apparatus for timing sports events, and accessories for online or online virtual monds.
Class 35: Retail services connected with virtual products, namely chronometers, chronographs, clocks, watches and their accessories for use online; Retail services connected with virtual goods, namely alarm clocks, watch cases, watch straps, cases for watches, watch movements, apparatus for timing sports events, and accessories for use online; Online retail store services featuring virtual merchandise, namely chronometers, chronographs, clocks, watches and their accessories for use online; Online retail store services featuring virtual merchandise, namely alarm clocks, watch cases, watch straps, cases for watches, clock cases, clock movements, apparatus for timing sports events, and accessories for use online; Retail services and online retail services in a virtual environment featuring downloadable digital and virtual goods created by means of blockchain technology, namely chronometers, chronographs, clocks, watches, alarm clocks, watch cases, watch bands, presentation cases for watches, clock movements, apparatus for timing sports events, and their accessories for use online or in virtual watches.
Class 41: Entertainment services, namely providing on-line non-downloadable virtual goods, namely chronometers, chronographs, clocks, watches and accessories therefor for use in virtual environments; Entertainment services, namely providing on-line nondownloadable virtual goods, namely alarm clocks, watch boxes, watch bracelets, cases for watches, clock movements, apparatus for timing sports events, and accessories for use in virtual environments.
İlk inceleme uzmanına göre, “Glashütte” ve “Original” kelimelerinden oluşan marka başvurusu, Almanca, İngilizce veya Fransızca konuşan tüketiciler tarafından yalnızca malların ve hizmetlerin kalitesi ve kökeni hakkında bilgi veren bir işaret olarak algılanacaktır. “Glashütte”, Almanya’nın Saksonya eyaletinde bulunan ve Alman saatçilik endüstrisinin doğum yeri olarak bilinen bir şehirken, “Original” kelimesinin anlamı ise “orijinal/ özgün/ taklit olmayan”dır. Bu nedenle, başvurudaki işaret, tüketicilere “Glashütte” şehrinden gelen gerçek saatçilik ürünleri ya da bunlarla bağlantılı mallar ve hizmetler hakkında bir mesaj iletmektedir.
Söz konusu karar üzerine EUIPO Temyiz Kurulu’na (BoA) itirazda bulunan başvuru sahibi, başvuru kapsamındaki saat ve diğer mallarının sanal olduğunu ve gerçek ürünler olmadığını ileri sürmüştür. Başvuru sahibi, “Glashütte” şehrinin tanınmışlığının sanal ürünler için değil, gerçek dünyada üretilen “klasik” saatçilik endüstrisi ile ilgili olduğunu belirtmiştir. Ayrıca, başvuru kapsamındaki mallar ve hizmetlerin, gerçek (fiziksel) saatlerle, bunların görünümü ve üretim süreciyle hiçbir bağlantısı bulunmadığını, aksine, bunların sanal dünya ürünleri olduğunu vurgulamıştır. Bu bağlamda, başvuru sahibi, ilgili tüketicilerin “Glashütte” şehrinin sanal mallar, özellikle de sanal saatlerin tasarımı ve üretimiyle yeterince spesifik bir bağlantısı olduğuna inanmak için hiçbir nedenlerinin olmadığını iddia etmiştir.
BoA kararında[2], bir işaretin ayırt ediciliğinin değerlendirilmesine ilişkin genel ilkelerin, sanal mallar ve sanal hizmetler için başvurulan markalar açısından da geçerli olduğu vurgulanmıştır. BoA’ya göre, sanal mallar çevrimiçi ortamlarda ticareti yapılan fiziksel olmayan öğelerdir ve bu mallar gerçek dünyadaki malları temsil edebilir veya bunların işlevlerini taşıyabilir. İlk inceleme uzmanı tarafından ileri sürülen gerekçeler doğrultusunda, “Glashütte Original” işaretinin sanal saat ve saatlerle ilgili mallar ve bu malların perakende satışında kullanılması durumunda, “Glashütte” şehrinin saatçilikteki ününün sanal ürünlere aktarılacağı belirtilmiştir. Bu bağlamda, tüketiciler “Glashütte Original” işaretini, sanal mallarda dahi kalite ile ilişkilendireceklerdir. Sonuç olarak, başvuru konusu işaretin, redde konu olan mallar ve hizmetler bakımından ticari kökeni belirtme işlevini yerine getirmediği, yalnızca kaliteyi yansıttığı kanaatine varılmış ve itiraz reddedilmiştir.
İtirazın reddi üzerine başvuru sahibi, BoA kararının iptali için dava açmış ve konu Avrupa Birliği Genel Mahkemesi (Genel Mahkeme) önüne taşınmıştır[3]. Mahkeme, ilk olarak 2017/1001 sayılı AB Marka Tüzüğü m. 7/1(b) hükmünün uygulanma koşullarına değinmiştir. Mahkeme, bu madde çerçevesinde şu ilkeleri vurgulamıştır:
Bir markanın ayırt edici niteliği, bu markanın başvuru kapsamında veya tescil yer alan mal veya hizmetin hangi işletmeden geldiğini gösterebilmesi (markanın kaynak gösterme işlevi) ve bir teşebbüsün mallarının veya hizmetlerinin diğer teşebbüslerin mallarından veya hizmetlerinden ayırt edebilmesi (markanın ayırt edicilik işlevi) anlamına gelir.
Bir markanın ayırt edici niteliği, hem başvuru veya tescil kapsamında yer alan ürün veya hizmetle hem de ilgili kamuoyunun algısıyla değerlendirilmelidir.
Bir markanın ayırt edici niteliği olmadığına karar vermek için, markanın genel izlenimi dikkate alınmalıdır.
Bir markanın, ilgili kamuoyunun kayda değer bir kısmı açısından ayırt edici olmaması marka başvurusunun reddi veya markanın hükümsüz kılınması için yeterlidir. Bu bağlamda, işaretin, Avrupa Birliği’nde yer alan tüketicilerin bir kısmı için ayırt edici olmaması durumunda da m. 7/1 (b) hükmü uygulanabilir.
Bu ilkeler doğrultusunda, mahkeme, markanın tescil edilebilirliğine ilişkin değerlendirmelerde söz konusu kriterlerin göz önünde bulundurulması gerektiğini belirtmiştir.
Mahkeme, ilk olarak, “Glashütte” şehrinin, yüksek kaliteli saatlerin üretimiyle ünlü bir Alman şehri olarak tanınmasının EUIPO tarafından doğru bir şekilde tespit edildiğini ifade etmiştir.
Sonrasında ise, başvuru sahibinin “Glashütte” şehrinin saatçilik endüstrisindeki yüksek kalite imajının, sanal ürünler ve hizmetlere aktarılamayacağına, zira “Glashütte” şehrinin saatçilik alanındaki ününün, yalnızca geleneksel saatlerin üretimiyle sınırlı olduğuna bu nedenle de başvurulan markanın kapsamındaki sanal mallar ve hizmetler için ilgili tüketici kitlesinin farklı olduğu ve “Glashütte” şeklinin imajının bu alanda bir etki yaratmayacağına dair itirazı ele alınmıştır. Mahkemeye göre, BoA’nın, “Glashütte Original” ibaresini anlamına dair yaptığı tespitler yerindedir.
Takiben, mahkeme, sanal mallar ile gerçek malların karşılaştırılmasında, malların ve hizmetlerin doğasının ve özelliklerinin dikkate alınması gerektiğini belirtmiştir. Eğer sanal mallar, gerçek malları temsil ediyorsa ya da gerçek malların işlevlerini sanal ortamda yerine getiriyorsa; ya da sanal hizmetler, gerçek hizmetlerin işlevlerini yerine getiriyorsa, o takdirde ilgili kamuoyunun, gerçek mallara ve hizmetlere dair algısını, sanal mallar ve hizmetlere aktarabilmesi mümkündür.
Somut olay bakımından mahkemeye göre, redde konu olan sanal mallar, gerçek saat ürünlerini ve bunların aksesuarlarını temsil etmektedir. Bu bağlamda, söz konusu sanal mallar, gerçek malları temsil edebilir veya onların işlevlerini taklit edebilir. Bu nedenle, ilgili kamuoyu, bu sanal mallar ve hizmetlerle karşılaştığında, başvurulan markayı “Glashütte” kasabasının geleneksel saatçilikteki itibarının mantıklı bir uzantısı olarak doğrudan algılayacaktır. Sonuç olarak, başvuru konusu işaret, sanal mallar ve hizmetlerin kalitesi ve orijinalliğiyle ilgili hissettirdiği olumlu duyguları, tıpkı gerçek mallar ve hizmetlerin kalitesi ve orijinalliğiyle ilgili duygulara benzer şekilde taşıyacaktır. Çünkü, ilgili tüketiciler redde konu mal ve hizmetlerin şehrin ünlü olduğu gerçek mallarla doğrudan bağlantılı olduğunu düşünecek ve sanal mallarla gerçek dünya mallarını ilişkilendirecektir. Mahkeme bu bağlamda, sanal ürünlerin ve hizmetlerin, ilgili kamuoyu tarafından gerçek dünyadaki ürünlere benzer şekilde algılanabileceğini ifade etmiş ve BoA’nın başvuru konusu işaretin, ilgili kamuoyu tarafından, redde konu mal ve hizmetler bakımından, ayırt edici olmayacağına dair yaptığı incelemenin doğru ve yerinde olduğuna karar vermiştir.
Sonuç olarak, gerçek dünya malları ve bunların pazarlanma biçimi, sanal malların ve hizmetlerin değerlendirilmesinde sıklıkla önemli bir rol oynayabilecektir. Ancak, sanal mallar ve hizmetler ile gerçek malların ve hizmetlerin karşılaştırılmasında somut olay bazında değerlendirme yapılmalıdır. Ayrıca, gerçek dünya mallarının veya ambalajlarının sıradan bir temsilinden daha fazlası olmayan bir işaret, kural olarak, tüketici tarafından eşdeğer sanal mallar için ticari bir köken göstergesi olarak algılanmayacaktır[4]. Bunun aksini iddia eden başvuru sahiplerinin ise, itirazlarında bunu destekleyecek kanıtlar sunması gerekmektedir.
Hareket markaları, geleneksel olmayan marka türlerinden biri olarak, bir markanın öğelerinin hareketini ya da bu öğelerin pozisyonlarındaki değişiklikleri içeren markalar olarak tanımlanır. Bu yazıda, Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi’ne (EUIPO) yapılmış olan ve araçlarda menteşeli pencerenin açılıp kapanma şeklini gösteren bir hareket markası başvurusuna ilişkin verilen karar ele alınacaktır.
018906690 sayılı Avrupa Birliği (AB) marka başvurusu (EUTM), araç penceresinin açılma ve kapanma hareketini temsil eden bir animasyon sekansından oluşmaktadır[1]. Başvuruya ait video aşağıda yer almaktadır:
EUIPO tarafından yapılan ilk incelemede, başvurunun ayırt edici karakterden yoksun olduğu gerekçesiyle, AB Marka Tüzüğü (EUTMR) Madde 7/1 (b) kapsamında reddedilmiştir. Karar gerekçesinde;
Başvuru sahibinin, ilgili piyasada lider olduğu iddiasının, kanıtlarla desteklenemediği, desteklense bile bu durumun hareket markasının ayırt edici karakteri ile ilgili olmadığı;
Pazarda rekabetin az olmasının, markanın ayırt edici karakterini etkilemediği, çünkü küçük pazarlarda bile işaretlerin malları birbirinden ayırt edebilmesi gerektiği, başvuru sahibinin pazarda lider olmasının, ona ait ürünlerin belirli özelliklerinin hemen bir marka olarak algılanmasını sağlamadığı;
Başvuru sahibinin sunduğu renkli payanda (destek çubuğu) iddiasının da, söz konusu renklerin siyah ve beyaz olması nedeniyle, tüketiciler nezdinde akılda kalıcı bir farklılık yaratmadığı,
ifade edilmiştir.
Başvuru sahibi, bu karara karşı itiraz etmiş ve başvuruyu EUIPO Temyiz Kurulu’na (BoA) taşımıştır. Başvuru sahibi itirazında, ilgili piyasada tüketicilerin dikkatinin yüksek olduğunu ve pazarın küçük olması nedeniyle tüketicilerin benzer tüm ürünleri tanıdığını, bu nedenle de tüketicilerin başvuru konusu işaretin piyasadaki diğer modellerden farklı olduğunu fark edeceklerini ve bu farklılığın işaretin kaynak gösterme işlevini yerine getirdiğini savunmaktadır. Ayrıca, başvuru sahibi tarafından sektördeki diğer ürünlere dair aşağıda yer alan görseller sunulmuştur.
Başvuru sahibi ayrıca, ilgili tüketicinin sadece gümüş payandalara (destek çubuğu/ strut) alışkın olduğunu belirtmekte ve dışarıdan görülebilen, dolayısıyla herkes için fark edilebilen olağandışı bir açılma hareketine sahip siyah payandaların, piyasada bilinmediğini, bu nedenle halihazırda kaynak belirtme işlevini yerine getirdiğini ve başvuru sahibinin ürünlerini ayırt edici kıldığını ifade etmektedir.
BoA tarafından yapılan inceleme sonucunda, başvuru sahibine, başvurunun EUTMR m. 7/1 (b) ve ayrıca m. 7/1 (e)(ii) uyarınca reddedilmesi gerektiği bildirilmiştir. Kurul, pencerenin açılma ve kapanma hareketini temsil eden bir animasyon sekansından oluşan başvurunun teknik bir sonucu elde etmek için zorunlu unsurlardan oluşan bir işaret olduğunu ve yalnızca teknik çözüm tarafından belirlenen unsurlardan oluştuğunu, dolayısı ile başkaca dekoratif ya da hayali unsurlar içermediğini ifade etmiştir. Bu nedenle, başvuru sahibinin sunduğu işaretin tescil edilmemesi gerektiği belirtilmiştir.
İtiraz hakkında, BoA ‘nın EUTMR m. 7/1 (b) ve (e) bentleri uyarınca yaptığı değerlendirme aşağıdaki detaylı biçimde açıklanacaktır[2].
EUTMR m. 7/1 (b) incelemesi:
EUTMR m. 7/1 (b) uyarınca, ayırt edici karakteri bulunmayan işaretler tescil edilemez. Bir markanın ayırt edici kabul edilebilmesi için, ilgili malların veya hizmetlerin belirli bir işletmeden kaynaklandığını göstermesi ve tüketicilerin bu işletmeyi diğerlerinden ayırt etmesine olanak tanıması gerekmektedir.
Bir markanın ayırt edici karakteri, ilk olarak tescil başvurusu yapılan ürün veya hizmetlere bakılarak ve ikinci olarak bu ürün veya hizmetlerin ilgili kamu tarafından nasıl algılandığına göre değerlendirilecektir. Kamunun ilgili kesimi ise, o ürün veya hizmetlerin ortalama tüketicilerinden oluşur.
Somut olayda söz konusu araç camlarının hitap ettiği tüketici bu tür ürünlerle ilgilenen veya bu ürünleri kullanan deneyimli kişilerdir. Bu nedenle, hedeflenen tüketici kesimi, pazar hakkında en azından kısmen bilgi sahibi olan dikkatli kişilerdir.
Kurul, başvurulan hareket markasının, hedeflenen tüketiciler tarafından ticari köken belirtici bir işaret olarak algılanmayacağını, bunun yerine pencerenin işleyişinin basit bir temsili olarak değerlendirileceğini ifade etmiştir. Zira Kurul, sektördeki birçok üreticinin ürünlerinin işlevselliğini açıklamak amacıyla benzer animasyonları kullandığını göz önünde bulundurarak, başvurunun ayırt edici karakter taşıyan bir işaret olarak kabul edilmesinin mümkün olmadığını belirtmiştir. Bu nedenle, başvuru, yalnızca pencerenin açılma ve kapanma hareketinin basit bir animasyonu olarak algılanmıştır.
Başvuru konusu işarette yer alan hareket sekansı, pencerenin açılıp kapanmasının basit animasyonlu görsel sekansından önemli bir sapma içermediğinden hedeflenen tüketiciler tarafından bir köken belirtisi olarak anlaşılabilecek bir mesaj iletmemektedir. Dolayısı ile başvurulan işaret, minimum düzeyde ayırt edici karakterden yoksun bulunmuştur.
Ayrıca, Kurul, başvurulan pencerenin işleyişinin veya pencerenin kendisinin, pazardaki benzer ürünlere kıyasla benzersiz özelliklere sahip olup olmadığının önemli olmadığının altını çizmiştir. Kurula göre bir markanın tescil için uygunluğu, markanın belirleyeceği ürünün özelliklerine veya benzersizliğine bağlı değildir. Yenilik veya özgünlük, bir markanın ayırt edici karakterini değerlendirirken dikkate alınan kriterler değildir. Dolayısı ile, başvurulan pencerenin açılma ve kapanma sisteminin pazarda yalnızca başvuru sahibine ait bu üründe bulunması, ayırt edici karakterin incelenmesi bağlamında önemli değildir.
EUTMR m. 7/1 (e) incelemesi:
EUTMR m. 7/1 (e) (ii) uyarınca, yalnızca teknik bir sonuca ulaşmak için gerekli olan malların şekli veya başka bir özelliğinden oluşan işaretler tescil edilemez. Burada amaç, markaların yalnızca ayırt edici işaretler aracılığıyla korunmasını sağlamak ve teknik çözümleri herkesin serbestçe kullanabilmesini temin etmektir.
Başvurulan işaret bir hareket markasıdır ve araç penceresinin açılma ve kapanma hareketini temsil etmektedir. İşaret, 6 saniyelik basit, stilize edilmiş görsellerden oluşan bir animasyon dizisi ile temsil edilmiştir. Pencere başlangıçta kapalıdır, sonra yavaşça açılmakta ve tekrar kapanmaktadır. Marka başvurusu, başka hiçbir öğe içermemektedir.
Somut olayda, başvuru kapsamında yer alan mallar, araç pencereleridir. Kararda, pencereler için geçerli olan “genellikle camla kaplı bir açıklık olup, ışık ve havanın kapalı bir mekâna girmesini sağlar” tanımının, araç pencereleri için de geçerli olduğu belirtilmiştir. Bu nedenle, bir pencerenin teknik sonucunun, ışık ve havanın kapalı bir mekâna girmesi olduğu belirtilmiştir. Bu kapsamda, bir pencerenin bu amaç için açılması gerektiği ve ayrıca, pencerenin açıldıktan sonra tekrar kapatılması gerektiğinin ortada olduğu, bu nedenle, pencerenin açılmasının (ve kapanmasının), pencerenin teknik sonucunu elde etmek için gerekli bir işlem olduğu belirtilmiştir.
Kurula göre, başvurulan hareket markası, teknik işlev tarafından belirlenmeyen herhangi bir bileşen içermemektedir. Zira, başvuru sahibi tarafından “olağandışı” olarak görülen siyah payandalar bile, camlarla bağlantılı olarak tamamen teknik bir işlevi yerine getirmektedir. Bu payandalar, pencerenin sabitlenmesi ve güçlendirilmesi için gereken elemanlar olup pencere kanatlarını ileriye doğru hareket ettirerek, pencerenin açılma ve kapanma sisteminin işlevsel bir parçası olarak çalışmaktadır. Bu bağlamda, söz konusu payandaların sadece estetik bir amacı değil, doğrudan teknik bir işlevi vardır.
Başvuru sahibinin, araç camlarının açılıp kapanması için farklı teknik alternatiflerin mevcut olduğu yönündeki argümanı da Kurul’a göre geçersizdir. Zira, belirli bir teknik sonuca ulaşmak için gerekli olan özellik (somut olayda bir hareket dizisi), bu sonuca ulaşabilecek tek olası özellik olmak zorunda değildir; yani, bu sonuca ulaşabilecek tek hareket dizisi olmak zorunda değildir.
Özetle, Kurul, yukarıda yer alan gerekçeler kapsamında, başvurulan işaretin, teknik işlevi olmayan estetik öğeleri içermediği kanaatine varmış ve pencerenin açılma ve kapanma hareketinin teknik bir sonuç elde etmek için gerekli bir işlem olduğunu belirtmiştir.
Sonuç
Sonuç olarak, başvurulan hareket markası, hem teknik işlevselliği hem de ayırt edici karakterin eksikliği nedeniyle tescil için uygun bulunmamıştır. EUIPO tarafından verilen kararda, başvuru sahibinin işaretin tescili konusunda öne sürdüğü argümanlar reddedilmiş ve başvurunun EUTMR m. 7/1 (b) ve 7/1 (e)(ii) uyarınca reddedilmesine karar verilmiştir.
Kararda dikkat çekici unsur, ilk inceleme uzmanının ret kararındaki mutlak ret gerekçesinin (EUTMR m. 7/1 (b) bendi), başvuru sahibinin BoA önünde başvurusunu savunmak zorunda olduğu tek gerekçe olmamasıdır. Diğer bir deyimle BoA, mutlak ret gerekçeleri bakımından, ilk inceleme uzmanının gerekçesi ile sınırlı kalmamış ve başvuruyu EUTM m. 7/1 (e) bendi kapsamında da değerlendirmiştir. Benzer düzenleme Türk hukukunda da bulunmaktadır. Türk Patent ve Marka Kurumu Yeniden İnceleme ve Değerlendirme Dairesi Kurulları Yönetmeliği m. 6/2 hükmüne göre, Kurul itiraza konu kararı veren dairenin resen incelemesi gereken hususları, taleple ve gerekçeyle bağlı olmaksızın, resen dikkate alabilir. Ancak Türk uygulaması ve AB uygulamasında ortaya çıkan en önemli fark, böyle bir ret gerekçesinin varlığı durumunda EUIPO’nun, Kurul kararının verilmesinden önce başvuru sahibine savunma yapma imkânı tanımasıdır. Bilindiği üzere Türk Patent ve Marka Kurumu uygulamasında, başkaca mutlak ret gerekçelerinin varlığı halinde, Yeniden İnceleme ve Değerlendirme Kurulu, başvuru sahibine herhangi bir ön bildirim yapmadan doğrudan Kurul kararını oluşturmaktadır.
Diğer yandan, bir işaretin ayırt ediciliğinin değerlendirilmesinde, başvuru sahibinin sektörde lider olmasının veya ilgili pazarın küçük olmasının işarete doğrudan ayırt edicilik katmayacağı tekrar vurgulanmalıdır. Ayrıca, ilgili tüketicinin işaretin başvuru sahibinden kaynaklandığını anlaması yalnızca işarete kullanım yoluyla ayırt edicilik kazandırılması durumunda tescil edilebilirliği sağlamaktadır.
Son olarak ise, markanın münhasıran teknik sonuca yönelen işaretten oluşup oluşmadığının belirlenmesinde, işaretin ilgili teknik sonuca ulaşabilmek için ilgili pazardaki “tek” alternatif olmasının gerekli olmadığı vurgulanmalıdır. Diğer bir deyimle, aynı işlevi görecek farklı teknik alternatiflerin mevcut olması tek başına ilgili mutlak ret gerekçesinin aşılmasını sağlamayacaktır.
26 Nisan günü, 2000 yılından bu yana her yıl Dünya Fikri Mülkiyet Günü olarak kutlanmaktadır. Dünya Fikri Mülkiyet Teşkilatı (WIPO) tarafından her yıl ayrı olarak belirlenen bir tema çerçevesinde kutlanan bu özel günde, Türkiye dahil WIPO üyesi ülkelerde çok sayıda etkinlik düzenlenmektedir.
Dünya Fikri Mülkiyet Gününün tarihçesini, neden 26 Nisan tarihinin seçildiğini ve yıllara göre seçilen özel temaları aktardığım “Neden 26 Nisan? Dünya Fikri Mülkiyet Günümüz Kutlu Olsun!” başlıklı yazımı bu bağlantıdan okuyarak, Dünya Fikri Mülkiyet Gününe ilişkin detaylı bilgi edinebilirsiniz.
WIPO, 2025 yılının Dünya Fikri Mülkiyet Günü temasını “Fikri Haklar ve Müzik: Fikri Hakların Temposunu Hissedin” (IP and Music: Feel the Beat of IP) olarak belirlemiştir. Bu da demek oluyor ki, bu yıl fikri hakların müzikle kesişim noktasında çok sayıda etkinlik ve çalışmayla karşılaşacağız. WIPO, 2025 yılındaki Dünya Fikri Mülkiyet Gününün içerik çalışmalarına şimdiden başlamıştır, bu çalışmalara ilişkin bilgi ve materyal, WIPO’nun bu bağlantıdan erişebileceğiniz özel sayfasında görülebilir.
Fikri hakların müzikle kesişimi denilince akla ilk ve otomatik olarak telif hakları ihtilafları gelmektedir. Biraz daha düşününce müzik gruplarının, şarkıcıların ve hatta şarkıların adlarının marka olarak tescil edilmesinden kaynaklanan marka hak sahipliği ihtilafları ve devamında patentle korunan müzik enstrümanlarına, müzik teknolojisine dair cihazlara veya görsel özellikleri tasarımla korunan enstrümanlara veya diğer müzik ürünlerine ilişkin hususlar da akıllara gelebilmektedir.
IPR Gezgini’nin 10 yıldan uzun tarihi süresince, müzik sanatçılarının fikri haklar ihtilaflarına ilişkin onlarca yazı yayımladığımızı sanıyorum. 2025 yılının, yukarıda bahsettiğimiz nedenle, fikri hakların müzikle ilişkisine dair önemli bir yıl olması itibarıyla, bu yıl hem Fikri Haklar – Müzik kesişim noktalarında yeni yazılar yayımlayacak hem de bu konuda geçmiş yıllarda yayımlanmış yazılarımızdan bazılarının güncellenmiş versiyonlarına yer vereceğiz.
“Fikri haklar ve müzik ilişkisi konusunda aklına gelen en isyankar ihtilaf hangisidir?” sorusuna, kendi adıma vereceğim yanıt gayet net: George Harrison’un telif hakları özelinde Amerika Birleşik Devletleri (ABD) yargısını eleştirmek amacıyla yazdığı ve şarkı için çektiği videoda ABD yargısıyla kafa bulduğu “This Song” şarkısı ve buna ait klip.
Bu konuyu ilk olarak 2019 yılında kısa süreyle çıkarttığımız IPR Gezgini Bülteni için yazmış ve sonrasında sitede de yayımlamıştım. Şu an okumakta olduğunuz yazı, 2019 yılındaki yazımın küçük revizyonlara uğramış ve adapte edilmiş halidir.
George Harrison(1943-2001), The Beatles üyelerinden biriydi malumunuz. Harrison, Beatles’ın dağılmasından sonra kariyerine solo olarak devam etti ve birçok esere daha imza attı. Ayrıca, kişisel alana ufak bir adım atarsak, en sevdiğin Beatles üyesi kimdir sorusuna benim vereceğim yanıt, ne John Lennon ne de Paul McCartney olacaktır, yanıt benim için açık olarak George Harrison’dır.
Beatles’ın dağılmasının ardından solo kariyerine devam eden Harrison’un şarkılarından “My Sweet Lord” (1970) , The Chiffons grubunun 1963 yılında yaptığı “He’s So Fine” isimli şarkıyla benzerlik ve dolayısıyla telif hakkı ihlali gerekçesiyle dava konusu olur.
George Harrison, New York’ta görülen davada bir hafta boyunca hakimi, telif hakkı ihlalinin söz konusu olmadığına ikna etmeye çalışır, ancak başarısız olur ve davayı kaybeder.
Davayı kaybeden ve süreçte çok yıpranan Harrison, 1976 yılında “This Song” parçasını yazar. “This Song” şarkısı aşağıdaki şekilde başlamaktadır:
“This song has nothing tricky about it (Bu şarkının hileli bir tarafı yoktur)
This song ain’t black or white and as far as I know (Bu şarkı siyah veya beyaz değildir ve bildiğim kadarıyla)
Harrison’un şarkı için yaptığı video ise, bir mahkeme salonunda duruşma esnasında geçmektedir ve videoda hakim, jüriler, avukatlar, polisler, katipler ve izleyiciler yer almaktadır. Harrison video boyunca, davayı tiye alır ve duruşma en sonunda herkesin dans ettiği bir partiye dönüşür.
Diyebiliriz ki, “My Sweet Lord” telif hakkı ihlali davasını kaybetmesi, George Harrison’un “This Song”u yazmasına ve bu komik videoyu yapmasına neden olmuştur.
“This Song” şarkısının videosu izlemek isteyen okurlarımız için aşağıdadır:
Benzerlik iddiasına konu “My Sweet Lord” ve “He’s So Fine” şarkılarını da aşağıdaki bağlantılardan dinleyebilir ve karşılaştırabilirsiniz.
2025 yılı Dünya Fikri Mülkiyet Günü’nün “Fikri Haklar ve Müzik” temasına biz de girişimizi bu yazıyla yapmış oluyoruz. Yıl boyunca, fikri hakların müzikle kesişimi noktalarındaki yeni yazılarda ve olası etkinliklerde görüşmek dileğiyle!
Tescilli markaların piyasada etkin şekilde kullanılmasının sağlanması ve ticari hayatta var olan teşebbüslerin kullanılmayan markalardan istifade edebilmeleri ve bu markalar sebebiyle pazara girişte yapay bir engelin oluşmasını engellemek amaçlarıyla hem Türk hem Avrupa Birliği (AB) hem de Alman marka mevzuatında markanın kullanılması zorunluluğuna yönelik hükümler ihdas edilmiştir.
Kullanma zorunluluğunun yerine getirilmesi belirli şartlara bağlanmıştır. Bu kapsamda, markanın kullanılmaması için haklı sebebin bulunmaması durumunda, markanın, tescil edildiği mal ve hizmetler için ciddi şekilde kullanılması gerekmektedir.
Bir markanın kullanılmasına ilişkin değerlendirmede esas alınması gereken markanın tescil edildiği şekilde gerçekleşen kullanımıdır. Ancak bu konuda ilgili mevzuatlar istisna da tanımıştır.
Alman Marka ve Diğer İşaretlerin Korunmasına Dair Kanun (MarkenG) m. 26/3 hükmüne göre, markanın tescil edildiği şekilden farklı bir biçimde kullanılması durumunda, bu kullanım, farklı unsurlar markanın ayırt edici karakterini değiştirmediği sürece, tescilli markanın kullanımı olarak kabul edilir.
6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu m.9 hükmünde “markanın ayırt edici karakterinin değiştirilmeden farklı unsurlarla kullanılması” markasal kullanım olarak kabul edilmiştir.
Bu düzenlemeler, markanın esas tescil şekliyle kullanılması gerektiğini belirtmekte, ancak ayırt edici karakterini değiştirmeyen farklı unsurlarla yapılan kullanımın da markanın kullanımı olarak kabul edileceğini ortaya koymaktadır. Mevzuatın bu şekilde düzenlenmesinin amacı, tescilli markanın temel unsurlarını koruyarak, ticari hayatın gereklilikleriyle uyumlu bir şekilde, örneğin markanın modernizasyonu gibi sebeplerle yapılan değişikliklerin markanın aktif kullanımını sürdürmesini sağlamaktır.
Ancak markanın ayırt edici karakterinin hangi durumlarda değişeceğine ilişkin genel bir kural koymak oldukça zordur. Yazımıza konu olan Alman Federal Patent Mahkemesi’nin kararında kullanım zorunluluğuna ilişkin bu durum tartışılmıştır[1].
Davaya konu olay, Türkiye’de tescilli ve 31 Mart 2017 tarihinde Madrid Anlaşması Protokolü kapsamında (Uluslararası Tescil Numarası: 1 352 854) tescil edilmiş olan markasının Almanya Federal Cumhuriyeti nezdinde de tescili için başvuruda bulunması il gündeme gelmiştir. Başvuru kapsamında yer alan mallar “9. sınıf: Dizüstü bilgisayarlar, fareler, fare pedleri, dizüstü bilgisayar taşıma çantaları, dizüstü bilgisayarlar için kılıflar.”dır. Başvurunun 29 Haziran 2017 tarihinde ilanı üzerine, Monster Energy Company tarafından, 002784486 sayılı ibaresinden oluşan ve 32. sınıfta yer alan alkolsüz içecekler için tescilli olan marka gerekçe gösterilerek itiraz edilmiştir[2].
Yapılan itiraz, Alman Patent ve Marka Ofisi tarafından, 002784486 sayılı itiraz gerekçesi marka gerekçe gösterilerek kısmen kabul edilmiş ve marka başvurusu “fare pedleri, dizüstü bilgisayar taşıma çantaları, dizüstü bilgisayarlar için kılıflar” malları bakımından reddedilmiştir.
Söz konusu karar üzerine, Federal Mahkemeye intikal eden olayda, Ofis nezdindeki itiraz işlemleri sırasında 002784486 sayılı markanın 9. sınıfta yer alan mallar bakımından kullanımını kanıtlamasını isteyen başvuru sahibi[3], talebini düzenleyerek markanın tescil kapsamında yer alan 32. sınıfta yer alan mallar bakımından kullanılmasını talep etmiştir.
Bu talep üzerine itiraz sahibi tarafından kullanımın ispatı amacıyla kapsamlı deliller sunulmuştur. Sunulan delillerde yer alan marka görsellerinde bazı örnekler aşağıda yer almaktadır.
Delilleri inceleyen mahkeme, aşağıdaki tespitlerde bulunmuştur:
İtiraz eden tarafın sunduğu belgelerde aşağıda yer verilen stilize biçimde yazılı “MONSTER” logoları, gene aşağıda üçüncü olarak yer verilen ayırt edici pençe benzeri logo ile kullanılmaktadır.
Bu pençe logosu, aşağıdaki görselden de anlaşılacağı üzere, boyutu ve yazının üzerinde belirgin bir konumda olması nedeniyle oldukça baskın bir etki yaratmaktadır.
İtiraz edenin kullandığı yazı stili ise pençe benzeri logo ile uyumlu ve alışılmadık bir fonttur.
Harfler ayrıca runik yazıyı andıran izler taşımakta olup, “O” harfi yerine kullanılan aşağıda yer verilen stilize görsel de, gene aşağıda yer verilen Kelt haçını[4] çağrıştırmaktadır. Bu özellik, ilk bakışta harf olarak değil, daha çok bir fantezi işareti gibi algılanmaktadır.
Söz konusu tespitleri yapan mahkeme, işaretlerin farklı kullanımı nedeniyle tüketicilerin, bu işaretleri “MONSTER” markasıyla aynı olarak görmeyeceğini ve aralarındaki farkları fark edeceğini ifade etmiştir. Zira, itiraz sahibi “MONSTER” markasını, piyasada görsel öğe (pençe), “Monster” ve “ENERGY” kelimeleri ile birlikte kullanmakta ve bu öğeler her zaman farklı renk varyasyonlarıyla birlikte yer almaktadır.
İkinci olarak mahkeme “pençe” öğesi açısından farklı bir değerlendirme yapmanın mümkün olduğunu, tüketicilerin, bu öğeyi “Monster” öğesiyle birlikte birleşik bir işaret olarak algılayacağına dair güçlü bir kanaat olduğunu ifade etmiştir. Mahkemeye göre hem “Monster” hem de “pençe” öğeleri, tarz olarak birbirleriyle uyumlu şekilde tasarlanmış olup, birlikte kullanıldıklarında işarete ” korku tüneli” izlenimi olarak tanımlanabilecek türde özel bir görünüm kazandırmaktadır.
Diğer yandan mahkemeye göre, marka sahibinin yaptığı kullanım pençe öğesi olmaksızın yalnızca ibaresiyle gerçekleştirilmiş olsaydı dahi, söz konusu ibarenin grafik tasarımı basit bir süslemenin ötesine geçerek bağımsız bir etki yaratmaktadır. Bu farklılık, işaretin ayırt edici karakterini etkilemektedir. Diğer bir deyişle, markaya uygulanan bu stilizasyonun, kelime markasının ayırt edici niteliğini değiştirmesi sebebiyle, marka sahibinin stilize edilmiş kullanımının tescilli olan markasının kullanımı olarak kabul edilemeyeceği sonucuna varılmıştır.
Mahkeme, kelime markalarında farklı bir standart yazı tipinin kullanılmasının genel olarak markanın kullanımı olarak değerlendirilebileceğini kabul etmekle birlikte, somut olayda kullanılan yazı tipinin çarpıcı ve alışılmışın dışında olması ve runik[5] yazıyı andıran görünümün işarete kendine özgü, farklı bir karakter kazandırması nedeniyle, tüketicilerin markayı tescil edilen biçimi ile özdeşleştirmeyeceğini ifade ederek markanın ayırt edici karakterinin etkilendiğine karar vermiştir. Bu nedenle, marka sahibinin piyasada kullandığı tasarım, esas markanın yalnızca estetik açıdan süslenmesinin ötesine geçerek markanın ayırt edici karakterinde değişiklik yaratmıştır.
Markaların ticari kullanımda yapılan tasarım değişikliklerinin, markanın temel kimliğini ne ölçüde etkilediği somut olayın özelliklerine göre dikkatle incelenmelidir. Dolayısıyla, bu karar, marka kullanımının yalnızca biçimsel benzerlikle değil, bütünsel algı ve ayırt edici karakterin korunması ilkesiyle değerlendirilmesi gerektiğini vurgulamaktadır.
Bu karar, Alman marka profesyonelleri tarafından şaşırtıcı bulunmuş ve özellikle, kelime markalarının ayırt edici karakterine yönelik haklı beklentilerin zayıflaması ve hukuki belirliliğin kaybolması gibi sebeplerle eleştirilmiştir. Zira, Federal Patent Mahkemesi’nin kararının, kelime markalarının koruma kapsamını daralttığı ve gerçek pazar uygulamalarıyla çelişen bir yaklaşımı yansıttığı ifade edilmiştir. Kararın, kelime markalarının ayırt edici karakterini yalnızca standart yazı tipleriyle sınırlamasının hem hukuki belirlilikten uzak olduğu hem de markaların çoğunlukla grafik unsurlar ve özel yazı tipleriyle birlikte kullanıldığı dikkate alındığında, markaların kullanım gerçekliklerini yeterince yansıtmadığı ifade edilmiştir.
Sonuç olarak, markanın ayırt edici karakterinin hangi durumlarda değiştiğine dair kesin ve objektif bir ölçüt belirlemek oldukça zordur. Her somut olay, kendi koşulları çerçevesinde değerlendirilmelidir. Ancak bu değerlendirmede, markanın farklı unsurlarla kullanımı sırasında ilgili tüketicinin söz konusu mal veya hizmeti aynı işletmeye ait olarak algılayıp algılamadığı önemli bir kriterdir. Eğer tüketici, piyasada farklı unsurlarla kullanılan markayı aynı işletmeyle ilişkilendiriyorsa, markanın ayırt edici karakterinin değişmediği kabul edilir. Buna karşılık, Alman Federal Patent Mahkemesi’nin de vurguladığı gibi, markanın yeni kullanım şekli tüketici tarafından tescilli markadan bağımsız ve farklı bir işaret olarak algılanıyorsa, bu durumda markanın ayırt edici karakterinin değiştiği kabul edilmelidir.
[1] Söz konusu kararın, sadece konumuz ile ilgili kısımları işbu yazıya aktarılmıştır.
[2] İtiraz sahibi 011669744 sayılı “MONSTER ENERGY” ibaresinden oluşan ve 14 ile 24. sınıflarda yer alan bazı mallar bakımından tescilli markasını da itiraz gerekçesi olarak ileri sürmüş olsa da yazıda incelenen konu bakımından söz konusu itiraz gerekçesi alakalı olmadığından yazıya eklenmemiştir.
[3] Başvuru sahibinin itiraz süreçlerindeki bu talebi, itiraz gerekçesi markanın kapsamında 9. sınıfta yer alan mallar yer almadığından kabul edilmemiştir.
[4] Kelt Hacı, Hristiyan haçı’nın kesişim yerine bir halka eklenmesi ile oluşan, Hristiyanlık’ın karakteristik sembolü olan ancak kökeni Hristiyanlık öncesine dayanan haçtır.
Dünya Fikri Mülkiyet Teşkilatı’nın (WIPO) Cenevre’deki merkezinde düzenlenen uluslararası toplantılara ilgili devlet kurumları ve uluslararası mesleki sivil toplum kuruluşları adına katılanlar veya toplantı tutanaklarından katılımcıları inceleyenler, bu toplantılarda Türkiye’yi temsil edenler arasında Türkiye’nin Cenevre’deki Daimi Temsilciliğinden katılımcıların isimlerini de görmüşlerdir. Dış İşleri Bakanlığında görevli diplomatlarımız olan bu kişiler; katıldıkları, takip ettikleri ve hakkında bilgi notları hazırladıkları toplantılar itibarıyla, fikri hakların birçok alanında derin tecrübe ve donanım elde etmişlerdir. Geçmişte bu görevi ifa eden diplomatlarımızdan olan Dr. Tuğba Canatan Akıcı‘nın, yaklaşık yirmi yıl önce patent ve marka vekili olarak yola çıktığı uygulamada ve akademide edindiği bilgi ve deneyimlerini, uluslararası fikri mülkiyet hukuku müzakerelerindeki tecrübeleriyle birleştirerek ortaya çıkardığı yeni eserini takipçilerimizle paylaşmaktan mutluluk duyuyoruz.
Tuğba Hanım bahsettiğimiz mesleki tecrübesine ilaveten IPR Gezgini’nin sıkı bir takipçisidir ve buluşmalarımıza da katılarak bizleri onurlandırmaktadır. Kendisine hem eseri hem de bizlerle paylaştığı dostluğu için en başta ve bir kez daha teşekkür ediyoruz.
Dr. Tuğba CANATAN AKICI’nın “Genetik Kaynaklar ve Bunlarla İlişkili Geleneksel Bilgilerin Korunmasında (Biyokorsanlığın Önlenmesinde) Fikri Mülkiyet Sisteminin Rolü” başlığını taşıyan eserini bu kısa yazıda yazarının kaleminden tanıtacak ve eserin kapsamı hakkında daha net bir fikir verebilmek adına İçindekiler bölümünü sizlerle paylaşacağız.
“Günümüzde genetik kaynaklar ve geleneksel bilgilerin sosyal, kültürel, ekonomik ve bilimsel alanlarda önemi giderek daha fazla anlaşılmaktadır. Özellikle biyoteknolojinin gelişimiyle birlikte ilaç, kozmetik, tarım gibi alanlarda yürütülen inovasyon çalışmalarında genetik kaynaklar ve bunlarla ilişkili geleneksel bilgilere yoğun olarak başvurulmaktadır. Öte yandan, bu kaynak ve bilgilere dayalı ortaya çıkan fikri ürünlerden elde edilen faydalar, kaynak ülke ve/veya yerel topluluklarla paylaşılmamaktadır.
Tarihsel olarak genetik kaynaklar ve bunlarla ilişkili geleneksel bilgilerin “insanlığın ortak mirası” ve “kamu malı (public domain)” olarak kabul edilmesi, bunlar üzerinde fikri mülkiyet sistemi aracılığıyla üçüncü kişilerin tekel hakları elde etmesine, kısaca bunların fikri mülkiyet sistemi yoluyla suistimaline neden olmuştur. Bir başka değişle, ülkelerin baş etmek zorunda kaldığı ve giderek daha büyük sorun haline gelen “biyokorsanlık”, genetik kaynak ve geleneksel bilgilere dayanan buluşların patentle korunmasının artmasıyla birlikte fikri mülkiyet haklarının bahşettiği tekelci haklar aracılığıyla da vuku bulmaktadır.
Günümüze kadar genetik kaynaklar ve bunlarla ilişkili geleneksel bilgiler üzerinde kaynak ülke ya da yerel toplulukların rızası alınmaksızın üçüncü kişiler lehine çok sayıda patent tescili sağlanmıştır. Örneğin, Asya kıtasının 4000 yıllık kadim tıp bilgilerine dayanan “zerdeçal”ın (turmeric) yaraları iyileştirmede kullanımı yöntemi için verilen ABD patenti, biyokorsanlığın engellenmesine ilişkin yöntem arayışları için kurulan ilk uluslararası platformlarda en fazla gündeme gelen vakalardan biri olmuş; bu patent Hindistan’ın ısrarlı müdahaleleri sonucunda iptal edilmiştir.
Örnekteki durum kitapta “patent sistemi yoluyla gerçekleşen biyokorsanlık” olarak adlandırılmış ve hakkaniyet dengesini bozan patent sistemi temelli uygulamalar diğer popüler vaka incelemeleriyle somutlaştırılmıştır.
Genetik kaynaklar ve geleneksel bilgilerin korunmasında fikri mülkiyet sisteminin nasıl rol oynayabileceği sorusu temelinde küresel düzeyde hukuki çözüm arayışları yaklaşık yirmi beş yıl önce Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü (WIPO) nezdinde başlamıştır. Bu müzakereler hakkaniyet boyutunda iki farklı tarafı ortaya çıkarmıştır. Bir tarafta dünyanın tehdit ve tehlike altındaki genetik türlerinin çoğuna ev sahipliği yapan ve nesilden nesile aktarılan geleneksel bilgileri muhafaza eden gelişmekte olan ülkeler; diğer tarafta ise bu doğal zenginliği geliştirmek için gereken sermaye ve teknolojiye elinde tutan gelişmiş ülkeler yer almaktadır. Gelişmekte olan ülkeler, mevcut fikri mülkiyet hakları sisteminin sanayileşmiş batının ilaç, tarım ve kozmetik gibi alanlardaki faaliyetlerinde biyokorsanlık yapma imkânı sunduğunu savunmakta ve bunlardan elde edilen ekonomik gelirlerin adaletsiz dağıtımına vurgu yapmaktadır.
WIPO nezdinde yürütülen bu çalışmalar ilk meyvesini vermiş ve 2024 yılının Mayıs ayında “Genetik Kaynaklar ve Bunlarla İlişkili Geleneksel Bilgiler ve Fikri Mülkiyet Anlaşması” kabul edilmiştir. Bu Anlaşma, fikri mülkiyet sisteminin bu kaynak ve bilgilerin suistimalinin önlenmesinde oynayacağı rolü göstermesi bakımından ilk bağlayıcı uluslararası düzenlemedir. Bu Anlaşmayla, biyokorsanlığın engellenmesinde önemli bir kilometre taşı olan 2010 tarihli “Genetik Kaynaklara Erişim ve Bunların Kullanılmasından Ortaya Çıkan Yararların Adil ve Eşit Paylaşımına Dair Nagoya Protokolü” ne fikri mülkiyet hukuku temelli bir takviye sağlanmıştır.
Kitapta, genetik kaynaklar ve bunlarla ilişkili geleneksel bilgilerin fikri mülkiyet sistemi yoluyla biyokorsanlığa maruz kalmasının önlenmesi amacına yönelik uluslararası hukuktaki mevcut düzenlemeler ile yürütülen müzakereler temelinde inceleme yapılmış; adil bir çözüm için, erişim ve fayda paylaşımına ilişkin uluslararası anlaşmalarla kurulmuş mekanizmaların fikri mülkiyet hakları sistemindeki düzenlemelere entegre edilmesi suretiyle oluşturulacak bütünleşik bir sistem önerilmiştir.
Çalışma konusu özelinde kabul edilen yukarıda maruz Anlaşmayla birlikte ulusal ve uluslararası hukukta bu alana ilginin artması ve konunun hem uygulamada hem de akademide ön plana çıkması beklenmekte olup, bu çalışmanın okuyuculara faydalı olmasını ve bu alandaki çalışmalara ilham vermesini dilerim.”
Tuğba Hanım’a bu özel alandaki önemli ve öncü çalışması için bizler de teşekkür ediyor ve başarılarının devamını diliyoruz.
3 Aralık 2024 tarihinde yayımlanan raporda, “coğrafi işaretli zanaat ve sanayi ürünleri” için, İngilizce karşılığı “Craft and Industrial Geographical Indication(s)” olan “CI GI(s)” kısaltması kullanılıyor.
2023/2411 sayılı Tüzük, CI GI(s) başvurularının inceleme ve tescili için ulusal düzeyde ve AB düzeyinde olmak üzere iki fazlı bir sistem öngörüyor ve ulusal düzeyde yetkili bir otorite belirlenmesini zorunlu kılıyor. Bu durum aslında yıllardır gıda ve tarım ürünleri için geçerli olan coğrafi işaret tescil sistemiyle aynı. Farklı olan ise; CI GI(s) için ulusal sui generis sistemi bulunmayan AB ülkelerinde, tescil ile sağlanacak koruma için “düşük yerel ilgi” bulunması ve bu durumun ispatlanması halinde AB Komisyonunca ilgili ülkeye ulusal sistem kurmaktan muafiyet tanınabilecek olması. Bu imtiyaza sahip olacak AB ülkesi kaynaklı başvurular doğrudan EUIPO’ya yapılacak. Ancak yine de bu ülkeler, tescil sürecinde EUIPO’ya yardımcı olmak ve denetim ile yaptırım sistemleri uygulamak bakımından temas noktası tayin edecekler.
2023/2411 sayılı Tüzüğün tam olarak uygulanmaya başlayacağı tarihin ertesi günü olan 2 Aralık 2025 tarihinde ise, ulusal CI GI(s) sistemi olan AB ülkelerindeki korumalar sona ererek 2023/2411 sayılı Tüzük, AB’de geçerli tek sistem olacak.
Raporda yer alan bazı verileri özetlemeye başlamadan önce, 2023/2411 sayılı Tüzük ile sağlanacak korumanın sadece mahreç işareti şeklinde olacağını, bu tür ürünler için AB’de menşe adı koruması sağlanmayacağını hatırlatalım.
Raporda, AB’nin 27 üyesinden toplanan veriler analiz ediliyor. Fransa, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti’nin aralarında bulunduğu 16 ülkede CI GI(s) için sui generis sistem mevcut ancak kapsam, yönetim şekli, ücretler ve yaptırımlar bakımından farklılıklar var.
Söz konusu 16 ülkeden Almanya, İtalya ve İspanya’nın ulusal düzeyde sui generis sistemleri olmasa da, belirli geleneksel CI ürünlerinin adlarını korumak için özel yasal düzenlemeleri var. Belçika’da ise Valon Bölgesi tarafından CI GI(s) koruması, sui generis yasa ile sağlanıyor.
Ayrıca, 2015/2436 sayılı AB Direktifi ile uyumlu biçimde düzenlenmiş ulusal kurallar uyarınca bireysel, kolektif veya sertifika markası olarak bu tür ürünlere koruma sağlanmakta. Dahası, CI ürünlerinin adları da, herhangi bir fikri mülkiyet hakkı verilmeksizin genellikle adil piyasa uygulamalarını ve tüketicinin korunmasını amaçlayan haksız rekabet yasaları ve diğer yasal araçlarla korunmakta.
AB ülkeleri 2023/2411 sayılı Tüzüğün uygulanması ve yeni kuralların hazırlanması konusunu tartışırken raporun hazırlandığı dönemde sadece İtalya’da, bu konuya ilişkin yeni bir yasal düzenleme yapılmış. 27 Aralık 2023 tarihli ve 206 sayılı yasa ile “Made in Italy’nin Değerlendirilmesi, Tanıtımı ve Korunması için Kapsamlı Hükümler” benimsenmiş. CI GI(s) koruması hakkındaki yerel ilgi; AB ülkelerindeki kamu otoritelerine ve özel sektör temsilcilerine yarı yapılandırılmış anketler gönderilerek üreticilerin / derneklerin tescil için başvuru yapma niyeti, kamu kurumlarının ulusal tescil aşamasını yönetme ve ulusal yetkili otorite belirleme planlarının değerlendirilmesiyle tespit edilmiş.
27 AB ülkesinden e-posta yoluyla 493 paydaşla iletişime geçilerek 130 yanıt alınmış. Her ülkeden en az bir kamu otoritesi katılırken, sadece 14 ülkenin özel sektörü ilgi göstermiş. Danimarka, Hollanda ve İsveç’in üretici ve özel sektöründen ankete katılım olmamış.
Özel sektörden alınan yanıtların analizini aşağıda özetliyoruz.
– Özellikle üretici olan çoğu katılımcının ilgisi büyük. Bu ilgilerin konularına göre dağılımı %17 daha iyi yaptırım, %21,3 kültürel ilgi, %23,3 geleneksel miras ve %22,6 ekonomik ilgi şeklinde. Ayrıca kırsal kalkınma, iş yaratma, ürünün kaynağını daha iyi belirtme, sürdürülebilir uygulamalar ve düşük maliyetli ürünlerle rekabet gibi daha geniş toplumsal faydalar da dahil olmak üzere %14 sosyal ilgi ve %1,8 diğer ilgiler verilen yanıtlar arasında.
– Üreticilerin %70’inin konu hakkındaki farkındalığı yüksek. Ankete katılan üreticilerin %86’sı tescil için başvuru yapmaya istekli. Ancak buna rağmen sadece 20 üretici, ürünlerinin tüm üreticiler tarafından uyulması gereken resmileştirilmiş şartnamelere sahip olduğunu belirtmiş.
– Çoğu üreticinin 10’dan az çalışanı ve 2 milyon Eurodan az yıllık cirosu var. Bu durum zanaat ve endüstriyel ürün sektörünü, geleneksel üretim yöntemleriyle karakterize edilen, kalite ve zanaatkarlığı vurgulayan küçük ölçekli işletmelerin şekillendirdiğini gösteriyor.
AB ülkelerinin hepsinin en az bir kamu otoritesi ankete katılmış; İspanya, İtalya ve Portekiz’den alınan yanıt sayısı daha fazla. Kamu sektörünün anket sonuçlarını aşağıda özetliyoruz.
– Danimarka, Finlandiya, İrlanda, Litvanya, Lüksemburg, Malta, Hollanda ve İsveç, 2023/2411 sayılı Tüzüğün 19 uncu maddesi uyarınca muafiyet talebinde bulunabilecek. Kıbrıs, Slovenya ve Belçika’da ise bu konudaki iç görüşmelerin, raporun hazırlandığı dönemde 15 Haziran 2024 tarihine kadar devam ettiği belirtiliyor.
– Kaynak kısıtlamaları, idari yük ve düşük sayıda tescil başvurusu yapılacağı öngörüsü, muafiyet talebinde bulunma nedenleri arasında. Özellikle Lüksemburg, Finlandiya ve Litvanya’nın kamu otoriteleri, kendi ülkelerinde tescile uygun olabilecek sınırlı sayıda ürün olabileceğini bildirmiş. Kamu otoritelerinden Malta ve Belçika, Tüzüğün ulusal ofislere getireceği idari yük konusunda endişelerini, Kıbrıs ise özellikle personel olmak üzere kaynak eksikliğini dile getirmiş.
Raporda sonuç olarak hem özel hem de kamu sektörünün CI GI(s) korumasına yönelik ilgisinin büyük, ancak Tüzüğü uygulama isteği ve kapasitesinin büyük ölçüde değişken olduğu ifade ediliyor.
Rapor, 2023/2411 sayılı Tüzüğün 70 inci maddesi uyarınca koruması sona erecek ulusal düzeyde tescilli olan veya başvuru halinde bulunan 132 isimden oluşan listeyi içermekte. Ayrıca bu raporu hazırlamak üzere EUIPO adına çalışmayı yapan firma tarafından 27 AB ülkesinden toplanan verilerle oluşturulan ve resmi niteliği bulunmayan 380 isimlik bir liste de mevcut.
Yazımızın sonunda, raporda yer verilen listelerden dikkatimizi çeken ve Almanya’da özel yasal düzenlemelerle CI GI (s) korumasına sahip olan 2 örnek hakkında kısa bilgi verelim. Bunlardan ilki, hemen herkesin aşina olduğu Solingen.
Solingen adının, özellikle makas, bıçak, çatal-bıçak takımı vb. ürünler için coğrafi işaret olarak korunmasını sağlayan ilk yasal düzenleme 1938 yılına dayanıyor ve yerini, 1994 yılında “Verordnung zum Schutz des Namens Solingen” yasasına bırakmış. Yasaya göre Solingen adını taşıyan ürünlerin, üreticilerin katılımıyla oluşturulan şartnameye uygun biçimde Solingen bölgesinde işlenmesi/üretilmesi gerekmekte. Wuppertal-Solingen-Remscheid Ticaret ve Sanayi Odası, üreticilerin haklarını savunmakla görevli olup Solingen adının marka, kolektif marka ve kaynak gösteren işaret olarak korunması için çaba sarf ediyor. Örneğin Solingen AB’de kolektif marka olarak tescilli ve marka tescilinden doğan hakların yürütücüsü. Solingen üreticileri hak ihlali söz konusu olduğunda Wuppertal-Solingen-Remscheid Ticaret ve Sanayi Odasına haber veriyor ancak ihlallere karşı bireysel olarak yasal süreç başlatamıyor.
Solingen ürünleri dünya çapında satılıyor ve Alman Çatal Bıçak Takımı ve Ev Eşyaları Sanayi Birliği verilerine göre değeri 2019 yılında 780 milyon Euro civarında. Solingen, 40’tan fazla ülkede marka, haksız rekabet ve coğrafi işaret olarak korunmakta. Coğrafi işaret olarak koruma, Almanya-Fransa arasında 1960, Almanya-Yunanistan arasında 1964, Almanya-İtalya arasında 1963, Almanya-İsviçre arasında 1967, Almanya-İspanya arasında 1970 ve Almanya-Avusturya arasında ise 1981 yıllarında imzalanan iki taraflı anlaşmalar üzerinden sağlanıyor.
İkinci örneğimiz ise Solingen kadar tanıdık değil ancak Solingen gibi özel bir yasal düzenleme ile coğrafi işaret olarak korunan Glashütte. Glashütte Dresden yakınlarında bir şehir ve bu şehrin saat endüstrisi, şehrin bağlı olduğu Saksonya Krallığı’nın desteğiyle 1845 yılında kurulmuş. Bu destek şehrin ilk sakinlerinin eğitilmesini ve kendi kendini idame ettirebilen bir yerel endüstri olabilmesinin temellerini atmayı öngörmüş. Saat ustalığını korumak ve yaygınlaştırmak amacıyla 1878 yılında kurulmuş Alman Saatçilik Okulu var. Bu köklü geçmişiyle Glashütte saatlerinin, saat düşkünü okurlarımız için İsviçre saatlerinin yanına eklenebilecek bir seçenek olabileceği düşüncesindeyiz.
Yürürlüğe girmiş ve uygulanmakta olan bir kanun hükmünün, 18.10.1982 tarihli ve 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na (Anayasa) aykırı olup olmadığına ilişkin Anayasa Mahkemesi (AYM) tarafından yapılan inceleme, anayasa hukukunda “somut norm denetimi” olarak ifade edilmektedir.
Türk fikrî mülkiyet hukukunun kanun hükmünde kararnameler döneminden aşina olduğu somut norm denetimi, 22.12.2016 tarihli ve 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu (SMK) döneminde de birden fazla kez uygulama alanı bulmuştur. Okumak da olduğunuz yazıda; üzerindeki tartışmaların güncelliğini koruduğu, markaların idari iptali uygulamasının normatif temelini oluşturan SMK m.26/1 hükmünün somut norm denetimine ilişkin AYM kararı incelenecektir.
Ankara 4. Fikrî ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesi tarafından görülmekte olan; tecavüzün önlenmesi, durdurulması, maddi ve manevi tazminat talepleriyle açılan davada, 15.5.2024 tarihinde iddiaların dayanağı olan markanın iptali talebi karşı dava olarak ileri sürülmüştür. Mahkemece, SMK m.26/1 hükmünde yer alan ve Türk Patent ve Marka Kurumuna (TÜRKPATENT) markanın iptali konusunda münhasır yetki veren “Kurum” ifadelerinin, 18.10.1092 tarihli ve 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na (Anayasa) aykırı olduğu gerekçesiyle somut norm denetimi yolu işletilmiştir.
AYM tarafından; markanın iptaline ilişkin davanın açıldığı tarih itibarıyla, SMK m.192/1,a hükmünde öngörülen ve markaların iptali yetkisinin mahkemelere olduğu sürenin, 10.01.2014 tarihinde dolmuş olması, bu nedenle karşı davanın açıldığı tarih itibarıyla mahkemelerin markaların iptali konusunda yetkisinin sona ermiş olması, bu yetkinin münhasıran TÜRKPATENT’te olması, bakılmakta olan davanın itiraz başvurusunda bulunan Mahkeme’nin görev alanına girmemesinden ötürü, somut norm denetimi başvurusunun Mahkeme’nin yetkisizliği nedeniyle reddine, oy çokluğuyla karar vermiştir.[1][2]
Karşı oy gerekçesinde, Anayasa m.152 hükmüne göre; somut norm denetimi için görülmekte olan bir davanın varlığı ve kuralın, uygulanacak kural olması şartı arandığı; kuralın, uygulanacak kural olduğu konusunda bir ihtilafın bulunmadığı, çoğunluğun, ortada görülmekte olan bir dava bulunmadığı yönündeki tespitinin hatalı olduğu, markanın iptali davasının karşı dava olarak açıldığı, bunun aynı zamanda esas davalının savunmasını oluşturduğu, 12.01.2011 tarihli ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu (HMK) m.118/1 hükmüne göre; davanın, dava dilekçesinin kaydedildiği tarihte açılmış sayılacağının düzenlendiği, bu anlamda görülmekte olan davanın bulunması şartının da sağlandığı, bu nedenle esas incelemesine geçilmesi gerektiği ifade edilmektedir.
Kanaatimizce Anayasa m.152 hükmünde somut norm denetimi için öngörülen; bakılmakta olan bir davanın ve uygulanacak bir kanun hükmünün bulunması şartları sağlandığından, başvurunun Mahkeme’nin yetkisizliği nedeniyle reddi yönünde çoğunluk kararı isabetli olmayıp, karşı oy gerekçeleri yerindedir. Bu bağlamda itirazın usulden reddi kararının yerinde olmadığı, somut norm denetiminin esas yönünden de gerçekleştirilmesi gerektiği değerlendirilmektedir.
İncelemekte olduğumuz ret kararI; norm iptal edilmediği için uygulamayı değiştirmeyeceği gibi, SMK m.26/1 hükmünün ilgili kısımları hakkında tekrar itirazda bulunulmasına da engel değildir. Zira itirazın reddi kararının Resmî Gazete’de yayımlanmasından itibaren on yıl boyunca aynı kanun hükmü için Anayasa’ya aykırılık iddiasıyla tekrar itirazda bulunulamayacağına ilişkin Anayasa m.152/4 hükmünde düzenlenen kısıtlama, sadece AYM’nin işin esasına girerek verdiği ret kararlarıyla sınırlı olup, inceleme konumuzdaki Karar’da olduğu gibi, işin esasına girilmeden verilen ret kararları bakımından geçerli değildir. Son olarak; AYM’nin vermiş oluğu kararın isabetli olmadığını değerlendirmiş olsak da sonuç itibarıyla bağlayıcı ve kesin bir karar mevcut olduğundan, SMK m.26/1 hükmünün esas yönünden de Anayasa’ya uygunluğunun somut norm denetimi yoluyla incelenebilmesi için; markanın iptali talebine ilişkin TÜRKPATENT tarafından verilmiş bir kararın bulunması, bu kararın iptali istemli bir dava açılmış olması ve bu davada somut norm denetimi yoluna başvurulması gerektiği değerlendirilmektedir.
Arabesk müzik türünün Türkiye’deki önemli ve özgün icracılarından birini, gişede milyonlarla ifade edilen izleyici sayısına ulaşarak sinema alanında başarısını ortaya koyan bir oyuncuyu, hayranlarının sayısı ve kendisine bağlılığı bakımından etkileyici bir sanatçıyı, Ferdi Tayfur’u kaybettik. Sahibi olduğu müzik eserlerinin, kendi ifadesiyle “ödeme yapılmadan” dinlenilebilmesine ilişkin beyanlarını, telif ve miras hukuku bağlamında ele alacağım bu yazıyı, yaşattığı duygulara ve müziğe katkılarına şükran mahiyetinde olmak üzere sanatçının hatırasına ithaf ederim.
Basına yansıyan haberlerde;[1] Ferdi Tayfur’un geçtiğimiz yıllarda, sahibi olduğu müzik eserleri üzerindeki telif haklarına ilişkin olarak “Hayattayken de öldüğüm zaman da benim şarkılarımı herkes ödeme yapmadan dinleyebilsinler diye söyleyeceğim. Çünkü o şarkıları benim çocuklarım ya da mirasçılarım yapmadı. Ben yaptım o şarkıları ve halk duysun diye, insanlar faydalansın diye yaptım.” ifadelerini kullandığı, bu beyanların bir vasiyet niteliği taşıdığı ifade edilmektedir. Söz konusu beyanlar; sanatçının hayatta olduğu dönem ile ölümünden sonraki dönem olmak üzere; telif ve miras hukuku bakımından ele alınacaktır.
Haberlere konu beyanın, sanatçının hayatta olduğu döneme ilişkin kısmı; gerçekleşecek her bir münferit kullanımda yeni bir telif alacağı ortaya çıkacağı ve bu yönüyle doğmamış bir hakkın kullanılmasından feragat edilmesi niteliğinde olduğu için bir tasarruf olarak, bağlayıcı ve doğrudan muhatabı olan bir beyan olmadığı için de taahhüt olarak nitelendirilemez. Söz konusu beyanın sanatçının yaşadığı döneme ilişkin kısmının bir niyet açıklamasından ibaret olduğu, bu bağlamda herhangi bir kişiye, ifayı talep hakkı bahşetmeyen bir beyan olduğu değerlendirilmektedir. Söz konusu beyanın hukuki bir bağlayıcılığı da bulunmamaktadır. Nitekim sanatçı niyetini; eserlerinin bazıları ya da tamamı için gerçekleştirebilir, bir dönem gerçekleştirip sonra vazgeçebilir ya da hiç gerçekleştirmeyebilirdi ve bu tasarrufları hukuken bir yaptırıma da tabi tutulamazdı.
İncelemeye konu beyanın, sanatçının ölümünden sonraki döneme ilişkin kısmı ise daha kapsamlı bir incelemeyi gerekli kılmaktadır. Sanatçının beyanları, eser üzerindeki mali haklara ilişkin olduğundan, inceleme mali hakların mirasa konu olması ve mali haklar üzerindeki ölüme bağlı tasarruflar üzerinden gerçekleştirilecektir.
05.12.1951 tarihli ve 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu (FSEK) m.63/1 hükmüne göre; FSEK’in tanıdığı mali haklar, miras yoluyla intikal eder. Mali haklar üzerinde ölüme bağlı tasarruflar yapılması caizdir. Basına yansıyan haberlerde sanatçının beyanları her ne kadar “vasiyet” olarak adlandırılsa da kanaatimizce söz konusu irade açıklaması vasiyet değil; 22.11.2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu (TMK) m.515 hükmü bağlamında, mirasın paylaşımına ve mirasçıların mirasçılık sıfatlarına etkisi olmayan, ancak yasal mirasçıların mirasa konu haklardan sağlayabilecekleri menfaatleri sınırlayan, herhangi bir ölüme bağlı tasarrufa bağımlı olmayan[2] bir “yükleme”dir. Nitekim sanatçı, mirasçıların hak sahipliğine ilişkin bir sınırlama getirmemekte, sadece hakkın kullanılmasından elde edilecek mali menfaatlerin bir kısmından üçüncü kişiler lehine feragat edilmesi iradesini ortaya koymaktadır. Yükleme; miras bırakanın, ilmî, sosyal vb. bir amacın yerine getirilmesine yönelik ölümünden sonraki hedefini ifade etmektedir.[3]
TMK m.515 hükmüne göre; tasarruf hüküm ve sonuçlarını doğurduğu andan itibaren, her ilgili, koşul veya yüklemenin yerine getirilmesini isteyebilir. Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere; inceleme konumuz bağımsız bir yükleme niteliğinde olduğundan, tasarrufun hüküm ve sonuçlarını doğurduğu an yerine TMK m.575 hükmü bağlamında mirasın açıldığı, bir başka ifadeyle ölüm anı esas alınacaktır.
Sanatçının ifadelerinden yüklemenin yerine getirilmesini isteyebilecek ilgililer (lehtarlar), sanatçının eserlerini dinleyebilecek potansiyel dinleyiciler, yani herkestir. Potansiyel dinleyiciler; sanatçının eserlerini dinlemek için bir bedel alınmamasını mirasçılardan talep edebilirken, mirasçılar sanatçının eserlerini dinleyenlerden bir ödeme yapmasını talep edemez. Belirtmek gerekir ki sanatçı; ödeme yapmadan eserden istifade etmeyi sadece dinleme ile sınırlamıştır. Eserlerin başka sanatçılarca seslendirilmesi, eserlere başka eserlerde yer verilmesi gibi telif alacağı ortaya çıkaracak sair kullanımlar yüklemenin kapsamı dışındadır. Mirasçıların bu gibi kullanımlar için bedel talep edebilmeleri mümkündür. Söz konusu yükleme mirasçılara, sanatçının eserlerini dinlenebilir hâlde dinleyicilere sunma yükümlülüğü getirmemekte, dinleyicilerin erişebildikleri eserleri dinlemelerine ilişkin bedel talep etmemeyi yüklemektedir. Günümüzde sanatsal içeriğe erişim için yaygın olarak kullanılan dijital platformların üyelik bedelleri de kanaatimizce eserin dinlenmesine ilişkin ödeme olarak kabul edilemez. Zira anılan platformlar münhasıran bir esere erişime yönelik değil, birçok esere erişilebilen bir arşivi kullanıcılarına açmaktadır. Kaldı ki bu platformlara erişimde bir sözleşmesel ilişki, bir başka ifadeyle bedel ödemeye ilişkin rıza da bulunmaktadır.
TMK m.515 hükmüne göre; yüklemenin yerine getirilmemesi durumunda, ilgililer bir dava ile yüklemenin yerine getirilmesini talep edebilirler. Bu dava bir alacak davası olmayıp, ifa davası niteliğindedir. [4] Bir kez daha belirtmek gerekir ki somut olaydaki yükleme; mirasçılara mirasa konu eserlerin dinleyicilere arz edilmesi gibi bir yükümlülük yüklemediği için, lehtarlar mirasçılara, eserlerin dinlenilmesine elverişli şekilde piyasaya sunulması gibi bir talepte bulunamaz. Yükleme; mirasa konu eserlerden, bizzat miras bırakan tarafından icra edilmiş olanların, dinlenilmesine ilişkin olarak bir telif bedeli istenilememesiyle sınırlıdır. Bunun dışında dijital platformların talep ettikleri abonelik ücretleri, komşu hak sahipleri ile işleme eser sahiplerinin üçüncü kişilerden talep edecekleri telif bedelleri veya mirasçıların; dinleme dışında, örneğin eserlerin yeniden icra edilmesi ya da sanatçının icra ettiği eserin bir başka eserde kullanılması gibi yararlanmalara ilişkin ücret talepleri yüklemenin kapsamı dışındadır.
Yazımıza son verirken; sanatçının nadir rastlanan bir toplumsal duyarlılıkla, mirasçılarının menfaatleri ile fikrî mülkiyet haklarının toplumsal yönü arasında bir denge kurma gayreti, fikrî mülkiyet haklarının kamusal yönünü de gözetir yaklaşımı için şükranlarımı sunuyor, sanatçıyı bir kez daha saygıyla anıyorum.
[2]Müjgan Gömeç;Ölüme Bağlı Tasarruflarda Koşul ve Yüklemeler; Kırıkkale Hukuk Mecmuası, Yıl 2021, Cilt 1, Sayı 1, Sayfa 31-53, s.46.
[3]Reyhan Tuhan Boz;Ölüme Bağlı Tasarruflarda Yüklemenin Yerine Getirilmesi Talebinin İleri Sürülebileceği Süre; Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Yıl 2022, Cilt 4, Sayı 2, Sayfa 798 – 822, s.803.
Ön kaydını iptal eden bazı takipçilerimiz nedeniyle, 10 Ocak Cuma akşamı gerçekleştirilecek IPR Gezgini buluşmamız için 5 kişilik boşluğumuz oluştu. Aşağıya kopyaladığımız yazıda detaylarını görebileceğiniz buluşmaya katılmak isteyen dostlarımız taleplerini zaman kaybetmeksizin iprgezgini@gmail.com adresine e-postayla iletebilirler. Sonraki süreci karşılıklı iletişim içerisinde sürdürürüz. Buluşma hakkında bilgi için aşağıdaki yazımızı okuyabilirsiniz.
2025 yılının IPR Gezgini’nin tüm okurlarına, takipçilerine ve yazarlarına mutluluk, sağlık, başarı, barış ve huzur getirmesini diliyoruz.
Geçen hafta ilk duyurusunu yaptığımız üzere, yeni yılın ilk IPR Gezgini buluşması 10 Ocak Cuma akşamı Ankara’da gerçekleştirilecek ve konsept olarak diğer buluşmalarımızdan farklı olacak.
Buluşmamız 10 Ocak Cuma akşamı saat 19.00’da, Ankara Barosu’nun Ihlamur Sokak No:1, Sıhhiye adresindeki ABEM binasının restoran katında gerçekleştirilecek. Buluşmamız yemekli olacak ve ABEM Çatı Restoranın bizim için özel olarak belirlediği menünün ücretini katılımcılar kendileri ödeyecek. Buluşma için sınırlı bir kontenjanımız olacak ve 30 kişilik maksimum kontenjan içerisine ilk başvuranlar girecek. Daha önceki buluşmalarda üzülerek tecrübe ettiğimiz, katılım bildirimi yapmasına rağmen buluşmaya haber vermeden gelmeyenleri mümkün olduğunca engelleyebilmek için, katılacağını bildirenlerden kapora almayı planlıyoruz. Menü, ücret ve kaporaya ilişkin detayları katılım bildirimi yapanlarla ayrıca paylaşacağız. Şunu da eklemeyi isteriz ki; etkinliğin Ankara Barosu’na ait bir tesiste gerçekleştirilmesi, etkinliğe sadece avukatların katılabileceği anlamına gelmiyor, fikri haklar ortak paydasında buluşan farklı kariyerlere sahip IPR Gezgini takipçilerinin etkinliğe katılımı bizi mutlu edecek.
10 Ocak tarihini seçmemizin birinci nedeni, bu tarihin Sınai Mülkiyet Kanunu’nun yürürlüğe girişinin sekizinci yıldönümü olması; ikinci nedeni ise bu tarihin -o güne dek yeni bir gelişme olmazsa- marka idari iptal uygulamasının uygulamaya girememesinin birinci yıldönümü olacak olması.
Aslında tarihler ve yıl dönümleri bahane, asıl amacımız mesleki ve entelektüel birlikteliğimizi, özgür ve gayriresmî ortamlarda paylaşarak mesleki dostluklarımızı pekiştirmek ve daha üretken, yaratıcı, bürokrasiden ve yapaylıktan uzak, makam – mevki endişesi gözetmeyen, dolayısıyla ifade ve eleştiri özgürlüğünü esas alan yatay ilişki biçimlerinin önünü çalışma alanımızda açmak.
Katılmak isteyen takipçilerimiz iprgezgini@gmail.com adresine gönderecekleri e-postayla katılım bildirimlerini bize iletebilirler. Sonraki aşamada ilk 30 kişi arasında yer alan katılımcılarımıza menü, ücret ve kapora bilgilerini e-postayla ileteceğiz.
Buluşma için halen yerimiz var ve katılım bildirimlerini görmek için sabırsızlanıyoruz. Katılabileceklerle görüşmek üzere!
2025 yılının IPR Gezgini’nin tüm okurlarına, takipçilerine ve yazarlarına mutluluk, sağlık, başarı, barış ve huzur getirmesini diliyoruz.
Geçen hafta ilk duyurusunu yaptığımız üzere, yeni yılın ilk IPR Gezgini buluşması 10 Ocak Cuma akşamı Ankara’da gerçekleştirilecek ve konsept olarak diğer buluşmalarımızdan farklı olacak.
Buluşmamız 10 Ocak Cuma akşamı saat 19.00’da, Ankara Barosu’nun Ihlamur Sokak No:1, Sıhhiye adresindeki ABEM binasının restoran katında gerçekleştirilecek. Buluşmamız yemekli olacak ve ABEM Çatı Restoranın bizim için özel olarak belirlediği menünün ücretini katılımcılar kendileri ödeyecek. Buluşma için sınırlı bir kontenjanımız olacak ve 30 kişilik maksimum kontenjan içerisine ilk başvuranlar girecek. Daha önceki buluşmalarda üzülerek tecrübe ettiğimiz, katılım bildirimi yapmasına rağmen buluşmaya haber vermeden gelmeyenleri mümkün olduğunca engelleyebilmek için, katılacağını bildirenlerden kapora almayı planlıyoruz. Menü, ücret ve kaporaya ilişkin detayları katılım bildirimi yapanlarla ayrıca paylaşacağız. Şunu da eklemeyi isteriz ki; etkinliğin Ankara Barosu’na ait bir tesiste gerçekleştirilmesi, etkinliğe sadece avukatların katılabileceği anlamına gelmiyor, fikri haklar ortak paydasında buluşan farklı kariyerlere sahip IPR Gezgini takipçilerinin etkinliğe katılımı bizi mutlu edecek.
10 Ocak tarihini seçmemizin birinci nedeni, bu tarihin Sınai Mülkiyet Kanunu’nun yürürlüğe girişinin sekizinci yıldönümü olması; ikinci nedeni ise bu tarihin -o güne dek yeni bir gelişme olmazsa- marka idari iptal uygulamasının uygulamaya girememesinin birinci yıldönümü olacak olması.
Aslında tarihler ve yıl dönümleri bahane, asıl amacımız mesleki ve entelektüel birlikteliğimizi, özgür ve gayriresmî ortamlarda paylaşarak mesleki dostluklarımızı pekiştirmek ve daha üretken, yaratıcı, bürokrasiden ve yapaylıktan uzak, makam – mevki endişesi gözetmeyen, dolayısıyla ifade ve eleştiri özgürlüğünü esas alan yatay ilişki biçimlerinin önünü çalışma alanımızda açmak.
Katılmak isteyen takipçilerimiz iprgezgini@gmail.com adresine gönderecekleri e-postayla katılım bildirimlerini bize iletebilirler. Sonraki aşamada ilk 30 kişi arasında yer alan katılımcılarımıza menü, ücret ve kapora bilgilerini e-postayla ileteceğiz.
Buluşma için halen yerimiz var ve katılım bildirimlerini görmek için sabırsızlanıyoruz. Katılabileceklerle görüşmek üzere!
Geride bırakmakta olduğumuz 2024 yılının, Dünya Fikri Mülkiyet Teşkilatının (WIPO) sonuçlandırıp imzaya açtığı uluslararası andlaşmalar bakımından hayli başarılı geçtiği söylenebilir. Mayıs 2024’te kabul edilen “Fikri Mülkiyet, Genetik Kaynaklar ve Bağlantılı Geleneksel Bilgi Hakkında WIPO Andlaşması”nı (WIPO Treaty on Intellectual Property, Genetic Resources and Associated Traditional Knowledge), 22 Kasım 2024 tarihinde kabul edilen “Riyad Tasarım Kanunu Andlaşması”(Riyadh Design Law Treaty) takip etti.
“Fikri Mülkiyet, Genetik Kaynaklar ve Bağlantılı Geleneksel Bilgi Hakkında WIPO Andlaşması” hakkında detaylı bilgiyi Mayıs 2024’te IPR Gezgini’nde yayımlanan yazımda vermiştim, bu yazı ise “Riyad Tasarım Kanunu Andlaşması” hakkında bilgi verme amaçlıdır.
11-22 Kasım 2024 tarihleri arasında Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da düzenlenen WIPO Diplomatik Konferansı, üzerinde yaklaşık 20 yıldır çalışılan “Tasarım Kanunu Andlaşması”nın kabul edilmesi gündemiyle toplanmıştı. Diplomatik Konferans başarıyla sonuçlandı ve “Tasarım Kanunu Andlaşması” kabul edilerek imzaya açıldı. Diplomatik Konferans’a ev sahipliği yapan Riyad şehrini onurlandırmak için de andlaşmaya resmi olarak “Riyad Tasarım Kanunu Andlaşması” adı verildi. İngilizce resmi adı “Riyadh Design Law Treaty” olan andlaşmanın, kabule dek geçen süreçte yaygın kullanılan kısaltması ise “DLT” şeklindedir.
DLT’den bahsetmeden önce okurlarımıza genel bir fikir vermek için, fikri haklar alanında WIPO tarafından idare edilen uluslararası andlaşmaların kaba tasnifini yapmak yerinde olacaktır:
A- Sınai mülkiyet haklarının uluslararası tescilini/korumasını düzenleyen WIPO andlaşmaları: Madrid Protokolü, Lahey Andlaşması, Patent İşbirliği Andlaşması, Lizbon Andlaşması gibi.
B- Sınıflandırma alanındaki WIPO andlaşmaları: Nis Andlaşması, Viyana Andlaşması, Strazburg Andlaşması, Locarno Andlaşması gibi.
C- Fikri hakların korumasını düzenleyen WIPO andlaşmaları:
(i) Genel koruma şartlarını düzenleyen WIPO andlaşmaları: Paris Sözleşmesi, Bern Sözleşmesi, WIPO Telif Hakları Sözleşmesi gibi.
(ii) Sınai mülkiyet haklarının korunmasında şekli şartları ve talep edilebilecek dokümanları standart hale getirmeyi amaçlayan WIPO andlaşmaları: Marka Kanunu Andlaşması, Marka Kanunu Hakkında Singapur Anlaşması, Patent Kanunu Andlaşması ve son olarak Riyad Tasarım Kanunu Andlaşması.
Üçüncü kategorinin ikinci alt başlığını oluşturan andlaşmaların en yenisi “Riyad Tasarım Kanunu Andlaşması” olmuştur. Bu alandaki diğer anlaşmaların ikisi marka alanında, birisi ise patent alanındadır. Türkiye bu andlaşmalardan yalnızca Marka Kanunu Andlaşması’na (TLT) 2005 yılından bu yana taraftır ve andlaşmayı uygulamaktadır. Gene marka alanında düzenlemeler içeren Singapur Andlaşması, Türkiye tarafından 2006 yılında imzalanmıştır, ancak onay ve katılım prosedürleri tamamlanmadığı için ülkemiz belirtilen andlaşmanın tarafı ve uygulayıcısı değildir. Benzer şekilde Patent Kanunu Andlaşması (PLT) de 2000 yılında ülkemiz tarafından imzalanmıştır, ancak Türkiye bu andlaşmaya ilişkin olarak da onay ve katılım süreçlerini tamamlamadığından, bu andlaşmanın da tarafı ve uygulayıcısı değildir.
Türkiye’nin, Riyad Tasarım Kanunu Andlaşması Diplomatik Konferansı’na katıldığı konferans dokümanlarından görülmektedir. Katılım sağlanmış olmakla birlikte, Andlaşma metni Türkiye tarafından Diplomatik Konferans’ın sonunda imzalanmamıştır. Dolayısıyla, ülkemizin andlaşmaya katılım niyetinin olup olmadığı şu an için bilinmemektedir. Uluslararası andlaşmaların imzalanması genellikle andlaşmalara katılım niyeti olarak yorumlanabilse de, son yıllarda sınai mülkiyetle ilgili uluslararası andlaşmalarda Türkiye’nin farklı bir tutum takındığı da söylenebilir. Şöyle ki; imzalanmalarının üzerinden PLT bakımından 25 yıl, Singapur Andlaşması bakımından ise 19 yıl geçmiş olmasına rağmen, bu andlaşmaların onay ve katılım süreçleri Türkiye tarafından tamamlanmamıştır. Süreçlerin hangi nedenle sürdürülmediği konusunda herhangi bir açıklama da bulunmamaktadır. Hak sahipleri açısından avantajlı hükümler getiren ve bürokrasiyi olabildiğince azaltan bu andlaşmalara katılım süreçlerinin alanda çalışan sivil toplum kuruluşlarınca takip edilmesi ve en azından bir açıklama yapılmasının sağlanması kanaatimce yerinde olacaktır.
Konumuza yani Riyad Tasarım Kanunu Andlaşması’na (bundan sonra DLT olarak anılacaktır) dönecek olursak, DLT aynı kategoride bulunan diğer uluslararası andlaşmalarla (TLT, Singapur And., PLT) benzer amaçlarla oluşturulmuştur. Bu amaç; andlaşmaya taraf olacak ülkelerin sınai mülkiyet ofislerinin, tasarımların tescili amacıyla yapılan başvurularda ve ilgili diğer işlemlerde isteyebilecekleri belgeleri ve şekli incelemedeki şartları standart hale getirerek ve bürokrasiyi mümkün olduğunca minimalize ederek, tasarım haklarının korunmasını hak sahipleri bakımından daha kolay hale getirmektir.
Bu amaca yönelik olarak düzenlenen DLT 34 maddeden oluşmaktadır, maddeler 1-23 andlaşmanın esasa ilişkin hükümlerini oluştururken, maddeler 24-34 andlaşmanın idaresi, revizyonu, taraf olma, çekinceler gibi andlaşmanın yürütülmesine ilişkin hükümleri içermektedir. Buna ilaveten, DLT’nin 18 maddeden oluşan bir yönetmeliği ve andlaşmanın eki olan bir ilke kararı metni (resolution) mevcuttur.
DLT’nin andlaşma metni ve yönetmelik kapsamında temel olarak düzenlediği hususlar aşağıdaki şekilde özetlenebilir:
Tasarım başvurusunda taraf ülke ofislerince istenebilecek belge ve bilgilerin sayılması ve standart hale getirilmesi.
Başvurusu yapılan tasarımın gösterimine ilişkin çeşitli şartların düzenlenmesi.
Çoklu tasarımlara belirli şartlar dahilinde izin verilmesi.
Başvuru tarihinin belirlenmesine ilişkin şartların standart hale getirilmesi.
Hoşgörü süresinin taraf ülkeler bakımından 12 ay olarak düzenlenmesi.
Süre limitlerinin geçirilmesi halinde telafi yöntemlerinin belirlenmesi.
Tasarım yenilemesine ilişkin süreçlerin basitleştirilmesi.
Tasarımlar için elektronik başvuru ve elektronik rüçhan belgesi takas sistemlerinin oluşturulmasının benimsenmesi.
Yayım erteleme süresinin taraf ülkeler için en az altı ay olacak şekilde düzenlenmesi.
DLT’yi detaylı olarak incelemek isteyen okurlarımız için Andlaşma, Yönetmelik ve İlke Kararı Metnine erişimi sağlayacak bağlantıyı paylaşıyoruz. Andlaşma hükümlerinin tek tek açıklanması bu yazının amacını aştığından düzenlemelerin detaylarını merak eden okuyucularımızın bu metinleri incelemeleri yerinde olacaktır.
Ülkemizin Riyad Tasarım Kanunu Andlaşması’nı kısa sürede imzalamasını, ancak bununla da yetinmeyerek, hem DLT hem Singapur Andlaşması hem de PLT’ye ilişkin onay ve katılım süreçlerini tamamlayarak hak sahiplerinin lehine düzenlemeler içeren bu andlaşmaların uygulamasına başlamasını dileyerek yazımı sonlandırıyorum.
Yaklaşmakta olan yeni yılın IPR Gezgini’nin tüm okurlarına, takipçilerine ve yazarlarına mutluluk, sağlık, başarı, barış ve huzur getirmesini diliyoruz.
2024 yılının son günlerini yaşarken, yeni yılın ilk günlerinde, 10 Ocak Cuma akşamı gerçekleştirilecek 2025 yılının ilk IPR Gezgini buluşmasını duyurmaktan mutluluk duyuyoruz. Yeni yılın ilk IPR Gezgini buluşması Ankara’da gerçekleştirilecek ve konsept olarak diğer buluşmalarımızdan farklı olacak.
10 Ocak Cuma akşamı saat 19.00 için planlanan buluşmamız, Ankara Barosu’nun Ihlamur Sokak No:1, Sıhhiye adresindeki ABEM binasının restoran katında gerçekleştirilecek. Buluşmamız yemekli olacak ve önceden belirlenmiş menüler arasından tercihini yapacak katılımcılar kendi seçtikleri menünün ücretini ödeyecek. Buluşma için sınırlı bir kontenjanımız olacak ve 30 kişilik maksimum kontenjan içerisine ilk başvuranlar girecek. Daha önceki buluşmalarda üzülerek tecrübe ettiğimiz, katılım bildirimi yapıp buluşmaya gelmeyenleri mümkün olduğunca engelleyebilmek için, katılacağını bildirenlerden kapora almayı planlıyoruz. Menü, ücret ve kaporaya ilişkin detayları katılım bildirimi yapanlarla ayrıca paylaşacağız. Şunu da eklemeyi isteriz ki; etkinliğin Ankara Barosu’na ait bir tesiste gerçekleştirilmesi, etkinliğe sadece avukatların katılabileceği anlamına gelmiyor, fikri haklar ortak paydasında buluşan farklı kariyerlere sahip IPR Gezgini takipçilerinin etkinliğe katılımı bizi mutlu edecek.
10 Ocak tarihini seçmemizin birinci nedeni, bu tarihin Sınai Mülkiyet Kanunu’nun yürürlüğe girişinin sekizinci yıldönümü olması; ikinci nedeni ise bu tarihin -o güne dek yeni bir gelişme olmazsa- marka idari iptal uygulamasının uygulamaya girememesinin birinci yıldönümü olacak olması.
Aslında tarihler ve yıl dönümleri bahane, asıl amacımız mesleki ve entelektüel birlikteliğimizi, özgür ve gayriresmî ortamlarda paylaşarak mesleki dostluklarımızı pekiştirmek ve daha üretken, yaratıcı, bürokrasiden ve yapaylıktan uzak, makam – mevki endişesi gözetmeyen, dolayısıyla ifade ve eleştiri özgürlüğünü esas alan yatay ilişki biçimlerinin önünü çalışma alanımızda açmak.
Katılmak isteyen takipçilerimiz iprgezgini@gmail.com adresine gönderecekleri e-postayla katılım bildirimlerini bize iletebilirler. Sonraki aşamada ilk 30 kişi arasında yer alan katılımcılarımıza menü, ücret ve kapora bilgilerini e-postayla ileteceğiz.
Katılım bildirimlerini görmek için sabırsızlanıyoruz!
Son olarak; yeni yılınızı tekrar kutluyor ve yazının başındaki dileklerimize ilaveten, yeni yılın fikri haklar alanında bizler ve ülkemiz için daha üretken, yapıcı, olumlu gelişme ve haberleri yanında getiren bir dönem olmasını diliyoruz.
Marka tescil başvurularının kapsamında hizmetler, özellikle de 35. sınıfa dahil “Reklamcılık, pazarlama, iş yönetimi hizmetleri” gibi hizmetler yer alınca, hizmetlerin kapsamını doğru tespit edebilmek ve açıklayabilmek kimi zaman güç olmaktadır.
Giyim alanında faaliyet gösteren, örneğin tişört ve pantolon üreten ve bu tip ürünlerin satışa sunumu hizmetini de veren bir firma, marka başvurusu kapsamında çoğunlukla 25. ve 35. sınıflara dahil mal ve hizmetlere yer vermek istemektedir. 35. sınıfın başvuruda bulunmasının nedeni, ilgili sınıfta bulunan satışa sunum hizmetlerinin korunmasını sağlamak olmakla birlikte, çoğunlukla başvuru kapsamında 35. sınıftaki tüm hizmetlere yer verilmesi artık Türkiye’nin bir gerçeği haline gelmiştir. Dolayısıyla, başvuru ve sonrasında tescilin kapsamında 35. sınıftaki “Reklamcılık, pazarlama, iş yönetimi hizmetleri” de çoğunlukla bulunmaktadır.
Bu tip durumlarda; yayıma itirazda kullanımın ispatı talepleriyle karşılaşan veya marka iptal süreçlerinde markalarının kullanımın ispatlamaları gereken hak sahipleri, konu 35. sınıftaki “Reklamcılık, pazarlama, iş yönetimi hizmetleri” olunca, markanın kullanımını ispatlamak için üretim faaliyetleri kapsamındaki tişört ve pantolonlara ilişkin kendi reklamlarını, bu ürünlerin pazarlanması için yaptıkları kampanyaları ve şirketlerinin yönetimine ilişkin iç faaliyetlerini markanın kullanımını gösterebilecek kanıtlar olarak sunmaktadır.
Oysa ki Nicé sınıflandırması anlamında; “reklamcılık hizmetleri” ile kastedilen bir firmanın kendi ürünlerinin reklamını yapması değil, üçüncü kişilerin kullanımına yönelik olarak reklam ajansı hizmetlerinin sağlanmasıdır; benzer şekilde “pazarlama hizmetleri” de bir firmanın kendi ürünlerini pazarlaması değil, üçüncü kişiler için pazarlama hizmetlerinin gerçekleştirilmesidir; “iş yönetimi hizmetleri” de bir firmanın yöneticilerinin kendi içlerinde şirketin yönetsel faaliyetlerini gerçekleştirmesi değil, üçüncü kişilere yönelik olarak iş yönetimi konusunda profesyonel destek hizmetlerinin sağlanmasıdır.
Bu hususun anlaşılması aslında pek zor olmamakla birlikte, konu belirli aralıklarla sürekli olarak gündeme gelmektedir.
Konunun daha net şekilde anlaşılmasına yardımcı olmak amacıyla, Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD) Genel Mahkemesi’nin benzer bir tartışmayı değerlendirdiği 4 Eylül 2024 tarihli “TERTIANUM” kararı bu yazıda ele alınacaktır.
İHTİLAFIN EUIPO SÜRECİ
35. sınıfa dahil “İş idaresi hizmetleri, ticari danışmanlık ve yönetim hizmetleri, personel danışmanlığı hizmetleri, reklamcılık ve pazarlama hizmetleri”ni de kapsayan aşağıdaki markanın tescili amacıyla 2016 yılında Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi’ne (EUIPO) başvuru yapılır.
Başvurunun ilanına karşı 35. sınıfa dahil “İşletmelerin iş ve ticari yönetimi hizmetleri, yani sağlık ve bakım sektöründeki kuruluşların, özellikle huzurevlerinin yönetimi hizmetleri”ni de kapsayan 1995 yılından bu yana tescilli (yenilenmiş) aşağıdaki markanın sahibince itiraz edilir.
Başvuru sahibi, yayıma itiraz gerekçesi markanın kullanımının ispat edilmesini talep eder ve yayıma itiraz sahibi kanıtlarını sunar.
EUIPO İtiraz Birimi, kanıtları incelemesinin neticesinde, itiraz gerekçesi markanın kapsadığı hizmetler bakımından ciddi kullanımının ispatlanamadığına karar verir ve itirazı reddeder. İtiraz Birimine göre, sunulan kanıtlar itiraz gerekçesi markanın huzurevi hizmetleri için genel anlamda (in general terms) kullanıldığını göstermektedir, ancak bu kullanım tescilli olan Sınıf 35’teki hizmetlerin, yani “İşletmelerin iş ve ticari yönetimi hizmetleri, yani sağlık ve bakım sektöründeki kuruluşların, özellikle huzurevlerinin yönetimi hizmetleri”nin kapsamına girmemektedir.
Bu noktada, kısa bir açıklama yaparak, “Huzurevi hizmetleri”nin Nicé sınıflandırmasının 43. sınıfında yer aldığı belirtilmelidir.
Yayıma itiraz sahibi bu karara karşı itiraz eder ve EUIPO Temyiz Kurulu bu itirazı Ekim 2021’de takip eden gerekçeyle reddeder:
Temyiz Kuruluna göre, meselenin özü itiraz sahibince sunulan dokümanların tescilli marka kapsamındaki hizmetler bakımından markanın ciddi kullanımını gösterip göstermediğidir. Tartışma “huzurevi hizmetleri” etrafında dönmektedir, ancak tescilli markanın kapsamında bulunan hizmetler “huzurevi hizmetleri” değil, “Sınıf 35: İşletmelerin iş ve ticari yönetimi hizmetleri, yani sağlık ve bakım sektöründeki kuruluşların, özellikle huzurevlerinin yönetimi hizmetleri”dir. Kurula göre, tescilli markanın kapsamında bulunan hizmetler, gerçek anlamları (literal meaning) dikkate alınarak değerlendirilmelidir. Gerçek anlam dikkate alınarak yapılan inceleme ise, sunulan kanıtların tescil kapsamındaki hizmetlere ilişkin olmadığını, farklı hizmetlerin kullanımına yönelik olduğunu göstermektedir.
Belirtilen nedenle, Temyiz Kurulu itirazı reddeder ve yayıma itiraz sahibi ihtilafı ABAD Genel Mahkemesi’nin önüne taşır.
GENEL MAHKEME İNCELEMESİ ve KARARI
ABAD Genel Mahkemesi ihtilaf hakkında 4 Eylül 2024 tarihinde T-73/23 sayılı kararı verir.
Davacının mahkeme önündeki iddiası; EUIPO Temyiz Kurulunun tescilli markanın kullanımına dair sunulan kanıtları yanlış yorumladığı, sunulan kanıtların tescilli markanın kapsamında bulunan hizmetlere ilişkin olmadığı yönündeki tespitin hatalı olduğu, dolayısıyla ulaşılan sonucun da yanlış olduğudur.
Genel Mahkeme, mevzuat ve içtihada yönelik genel bir girişin ardından, incelenen ihtilaftaki ana meseleyi tanımlamıştır:
Tescilli markanın fiili kullanımı huzurevlerinde sağlanan, burada yerleşik kişilere yönelik hizmetlerdir, dolayısıyla bu hizmetlerin son kullanıcının faydasına yönelik hizmetler olduğu kabul edilmelidir. Buna karşılık tescilli markanın kapsamında “Sınıf 35: İşletmelerin iş ve ticari yönetimi hizmetleri, yani sağlık ve bakım sektöründeki kuruluşların, özellikle huzurevlerinin yönetimi hizmetleri” yer almaktadır. İhtilafın çözümü için yanıtlanması gereken soru ise; huzurevlerinin son kullanıcılara, yani orada kalanlara yönelik olarak işletilmesinden ibaret fiili kullanım biçiminin, yukarıda belirtilen 35. sınıfa dahil hizmetlerin ciddi kullanımı olarak kabul edilip edilemeyeceğidir.
Davacının argümanlarından birisini, hizmetlerin İngilizceye yanlış biçimde çevrilmesi ve dolayısıyla yanlış biçimde değerlendirilmesi iddiası oluşturmaktadır. Bu argüman Mahkeme tarafından kabul edilmemiştir ve yazıda bu yöndeki değerlendirmenin üzerinde durulmayacaktır.
Genel Mahkeme ihtilafın esasına yönelik değerlendirmesinde, öncelikle bir markanın tescil edildiği mal ve hizmetlerin kapsamı yorumlanırken, listede yer alan her terimin bağımsız biçimde, alışılmış ve sıradan anlamı çerçevesinde dikkate alınması gerektiğini belirtmiştir. Buna göre de ilk olarak “Sınıf 35: İşletmelerin iş ve ticari yönetimi hizmetleri” teriminin gerçek-kelime anlamı incelenmiştir.
Davacıya göre, bu terim yorumlanırken kapsamlı biçimde yaklaşılmalı ve marka sahibinin başvuru anındaki niyeti de dikkate alınmalıdır. Dolayısıyla, davacıya göre “işletmelerin yönetimi” ifadesi marka sahibinin kendi işletmesinin yönetimine dair hizmetleri de kapsamaktadır.
EUIPO Temyiz Kuruluna göre ise belirtilen ifadenin gerçek anlamı, marka sahibinin başka işletmelere, işletmelerinin yönetimi konusunda danışmanlık yapması, asistanlık sağlamasıyla ilgili hizmetlerdir.
Genel Mahkeme bu noktada, Temyiz Kurulunun yaklaşımını yerinde bulmuş ve davacının ifadenin kendi işletmesinin yönetimine dair hizmetleri de kapsadığı yönündeki argümanını kabul etmemiştir.
Davacının bir diğer iddiası, Temyiz Kurulunun tespitlerini kendi tescil başvurusunun yapıldığı tarihte geçerli olan Nicé sınıflandırmasının 6. baskısına dayandırması, ancak bu baskının açıklayıcı notlarında 35. sınıftaki hizmetlerin üçüncü kişilere yönelik olduğuna dair açık bir ifadenin bulunmamasıdır.
Genel Mahkeme, Nicé sınıflandırmasının 6. baskısının açıklayıcı notlarını gözden geçirmiş ve bu notlarda 35. sınıfa ilişkin olarak takip eden açıklamanın yapıldığını tespit etmiştir: “Bu sınıf temelde kişiler veya kuruluşlarca esasen aşağıdaki amaçlara yönelik olarak verilen hizmetleri kapsar: (1) Ticari bir işletmenin çalışması veya yönetimine destek sağlamak, (2) Ticari veya sinai bir işletmenin ticari ilişkilerinin veya işlevlerinin yönetimine dair destek sağlamak, …..”.
Nicé sınıflandırmasının 6. baskısının açıklayıcı notları açıkça göstermektedir ki, 35. sınıfa dahil tartışma konusu hizmetlerin genel niteliği ve doğası, bir profesyonel bir işletme tarafından diğer işletmelere sağlanan o işletmelerin ticari yönetimi ve faaliyetlerine destek (yardım) amacıdır. Bu çerçevede, davacının belirtilen hizmetlerin son kullanıcıya yönelik olduğu yönündeki argümanı da kabul edilmemiştir.
Davacının bir diğer argümanı ilgili hizmetlere başvuruda yer verilirken “Üçüncü kişiler için” ifadesinin kullanılmamış olması nedeniyle, hizmetlerin marka sahibinin kendi firmasına yönelik hizmetleri de kapsadığıdır.
Genel Mahkeme, Temyiz Kurulu yaklaşımını takip ederek bu iddiayı da kabul etmemiştir. Şöyle ki; birincisi 35. sınıftaki hizmetlerin doğası ve amacı yukarıda belirtildiği üzere bellidir ve bunların üçüncü kişilere yönelik olduğunu ayrıca belirtmeye gerek yoktur. İkincisi, markanın ciddi kullanımına yönelik içtihat, markanın kullanımının dışarıya yönelik olması gerektiğini göstermektedir. Bir işletmenin kendi huzurevini idare etmesi kendisine yönelik bir hizmettir. Bu tip bir şirket içi faaliyetin ilgili pazardan pay kazanma amacıyla tasarlanmamış, içe yönelik kullanım olarak kabul edilmesi gerekmektedir. Bu durumda da ilgili faaliyetler markanın ciddi kullanımının ispatlanmasında dikkate alınmayacaktır.
Davacı son olarak, marka başvurusunun yapıldığı andaki niyetinin dikkate alınması gerekliliğini öne sürmüştür. Buna göre, marka sahibi 1995 yılında markasını tescil ettirirken de yaşlılar için kendi huzurevlerinin işletilmesi ile iştigal etmekteydi ve 20 yıl boyunca markasının kendisini koruduğu varsayımıyla hareket etmiştir. Dolayısıyla, hizmetlerin kapsamının farklı şekillerde de algılanması mümkünken, en absürt sonuca yol açan yorumun tercih edilmemesi gerekmektedir.
Genel Mahkeme bu yöndeki argümanı da, ciddi kullanımın ispatlanması için sunulan kanıtların şirketin iç kullanımına yönelik değil, ticari olarak dışarıya yönelik olması gerekliliği ve Nicé sınıflandırmasının 35. sınıfa ilişkin genel açıklamalarını gerekçe göstererek kabul etmemiştir.
Sonuç olarak Genel Mahkeme; EUIPO Temyiz Kurulunun “Sınıf 35: İşletmelerin iş ve ticari yönetimi hizmetleri, yani sağlık ve bakım sektöründeki kuruluşların, özellikle huzurevlerinin yönetimi hizmetleri”nin yalnızca diğer işletmelere verilen yönetim desteği hizmetleri olabileceği, bu hizmetlerin huzurevlerince orada kalan kişilere yönelik verilen hizmetler olarak yorumlanamayacağı şeklindeki değerlendirmesini onamış ve davayı reddetmiştir.
DEĞERLENDİRME
Yazının başında belirttiğimiz gibi, 35. sınıfa dahil “reklamcılık, pazarlama ve ticari yönetim hizmetleri” başta olmak üzere, bazı hizmetlerin kapsamının tespit edilmesi veya açıklanması noktasında Türkiye’de de kimi zaman sorunlarla karşılaşılmaktadır. Bahsedilen sorunları engelleyebilmek ve hizmetlerin kapsamını doğru tespit edebilmek adına takip edilmesi gereken başlıca yöntemlerden birisi, bu tip hizmetlerin üçüncü kişilere yönelik olarak verilen profesyonel destek hizmetleri olduğunu en baştan içselleştirmek ve açıklamaktır.
Bu hususa ilaveten, markanın ciddi kullanımına dair genel kabul gören ilkelerin dikkate alınması da zihinlerin netleşmesine yardımcı olacaktır: “Marka mevzuatında “ciddi biçimde kullanma” kavramına ilişkin açık bir düzenleme yer almamasına rağmen, söz konusu kavramla; markadan işlevlerine uygun bir tarzda yarar elde edecek, yani üzerinde kullanıldığı malın veya hizmetin piyasada tanınmasını ve diğer işletmelerin mal veya hizmetlerinden ayrılmasını sağlayacak şekilde ve yoğunlukta piyasada veya piyasaya hitap eden, piyasayı etkileyen yerlerde kullanılması kastedilmektedir.” (Türk Patent ve Marka Kurumu Kullanım İspatı Kılavuzu, s.26) ve “Ciddi kullanım, kullanımı gerçekleştiren işletmenin kendi içindeki kullanımı değil, markanın kapsamında yer alan malların veya hizmetlerin piyasadaki kullanımını (ticari etki oluşturacak kullanımı) gerektirir.” (Türk Patent ve Marka Kurumu Kullanım İspatı Kılavuzu, s.26).
Avrupa Birliği ve Türkiye’de genel kabul gören bu ilkeler çerçevesinde, markanın ciddi kullanımının; tescil sahibi işletmenin kendi içine dönük kullanımı değil, üçüncü kişilere yönelik ticari etki yaratması amaçlanan/beklenen kullanım olması gerektiği açıktır. Yukarıda yer verilen ilkeleri hatırlamak, bu yazının konusu ihtilaf dahil, kimi zaman karşılaştığımız kafa karışıklığı yaratan durumların ortadan kalkmasını sağlayacaktır.
Tescilli bir markanın iptal edilmesine ilişkin gerekçe ve süreçler, Türkiye’de özellikle son birkaç yıldır yoğun biçimde gündemdedir. Ocak 2024’te yürürlüğe giren, çok sayıda talebin konusu olan, ancak fiili uygulamasına dair kararları henüz göremediğimiz idari iptal müessesesi konunun ülkemizdeki popülerliğinin ana nedenidir.
Tescilli markaların iptaline dair gerekçeler Sınai Mülkiyet Kanunu’nun 26. maddesinin birinci fıkrasında yer almaktadır ve bu gerekçelerden birisi de fıkranın (b) bendinde düzenlenmiş: “Marka sahibinin fiillerinin veya gerekli önlemleri almamasının sonucu olarak markanın, tescilli olduğu mal veya hizmetler için yaygın bir ad hâline gelmesi.” halidir.
Bu durum literatür ve buna ilaveten günlük dilde kısaca “markanın jenerik hale gelmesi” olarak adlandırılmaktadır. Jenerik hale gelmiş markalar hakkında konuya gerçekten ışık tutabilecek ciddi çalışmaların sayısı ülkemizde son derece kısıtlıdır; buna karşın çok sayıda kişi jenerik hale gelmiş markaları kendince örneklendirmektedir. Bunun sonucu olarak da, aralarında düzey farkı gözetilmeksizin birçok basılı çalışma, sunum ve sosyal medya paylaşımında, marka sahibince fiili kullanımı ve tescilli koruması devam eden, üçüncü kişilere karşı etkili biçimde korunan, hakkında jenerikleşme nedeniyle iptal kararı verilmemiş çok sayıda marka jenerik marka olarak ilan edilmektedir. Bu durumun başlıca mağdurları ise; gerçekte jenerik hale geldiklerinin söylenmesi mümkün olmayan, sadece halkın bir kısmının diline yerleşmiş yanlış kullanıma konu olan, ancak ve ancak ileride jenerikleşme tehlikesiyle karşı karşıya olabilecekleri iddia edilebilecek, örneğin Selpak, Nescafe, Hilti gibi markalar ve bunların sahipleri olmaktadır.
Tescilli bir markanın, teknik ifadeyle “marka sahibinin fiillerinin veya gerekli önlemleri almamasının sonucu olarak markanın, tescilli olduğu mal veya hizmetler için yaygın bir ad hâline gelmesi” veya popüler ifadeyle “jenerik hale gelmesi”nin ispatlanması, bunu gösterir delillerin yetkili makamca incelenmesi ve bu yönde karar verilmesiyle mümkündür. Bu yöndeki inceleme ise delillerin ciddi biçimde incelenmesini gerektiren bir süreç çerçevesinde gerçekleştirilmelidir.
İHTİLAFIN ÖZETİ ve EUIPO TEMYİZ KURULU KARARINA DEK SÜREÇ
Okumakta olduğunuz yazı, Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi’nde (EUIPO) tescilli bir markanın jenerik hale geldiği iddiasıyla iptal edilmesi talebine ilişkin bir EUIPO Temyiz Kurulu kararını aktarmaktadır. 3 Ekim 2024 tarihli karar çok yakın tarihli olması nedeniyle de konu hakkında Avrupa Birliği yaklaşımının daha iyi anlaşılmasını mümkün kılacaktır.
Kararın alınmasına dek gelişen süreçler aşağıdaki şekildedir:
“Dovo Stahlwaren GmbH” ünvanlı bir Alman firması (kısaca “marka sahibi”), 2014 yılında yaptığı bir başvurunun sonucunda “Shavette” kelime markasını “Sınıf 8: Elektrikli veya elektrikli olmayan tıraş bıçakları ve bunların parçaları, tıraş bıçakları için çantalar ve kılıflar. Sınıf 21: Tıraş fırçaları; tıraş bıçakları ve fırçaları için kaplar.” malları için tescil ettirir.
2018 yılında Belçika’da yerleşik “Sinelco International, BV” (kısaca “iptal talebi sahibi”), “Shavette” markasının, marka sahibinin Belçika, Hollanda, Lüksemburg, Fransa, Almanya, İspanya, İtalya ve Birleşik Krallık’taki fiilleri ve bu ülkelerde gerekli tedbirleri almaması nedeniyle ticarette yaygın bir ad haline geldiğini öne sürmüş ve tescilli markanın iptal edilmesini talep etmiştir.
İptal talebi sahibi iddialarını ispatlamak için çok sayıda kanıtı talebiyle birlikte sunmuştur.
Marka sahibi de sunduğu kanıtlarla talebin yerinde olmadığını iddia etmiştir. Her iki taraf da EUIPO İptal birimi kararı öncesinde birkaç kez daha karşılıklı olarak iddialarını destekleyecek kanıtları sunmuşlardır.
EUIPO İptal Birimi, incelemeyi taraflar arasında aynı markanın hükümsüzlüğü talebiyle yürütülen süreç tamamlanana dek askıda tutmuş ve iptal incelemesini Eylül 2023’te gerçekleştirmiştir.
İnceleme sonucunda EUIPO İptal Birimi, talep sahibinin iddialarını ispatlayamaması gerekçesiyle iptal talebini reddetmiştir. İptal talebi sahibi bu karara karşı itiraz etmiş ve ihtilaf EUIPO Temyiz Kurulu’nun önüne taşınmıştır.
EUIPO TEMYİZ KURULU KARARI VE GEREKÇELERİ
EUIPO Temyiz Kurulu, 3 Ekim 2024 tarihli kararıyla uzun süren ihtilafı sonuçlandırmıştır.
Marka iptal halleri Birlik Marka Tüzüğü madde 58’de düzenlenmiştir ve madde 58(1)(b) tescilli bir markanın, marka sahibinin fiilleri veya gerekli tedbirleri almamasının sonucu olarak tescil edildiği mal veya hizmetler bakımından ticarette yaygın isim haline gelmesi halinde, talep üzerine iptal edileceği hükmünü içermektedir.
Bu tip bir durumda tescilli markanın, bir işletmenin mallarının veya hizmetlerinin diğerlerininkinden ayırt edilmesini sağlama şeklinde ortaya çıkan kaynak gösterme işlevinin ortadan kalktığı ortadadır. Belirtilen durumun, AB Marka Tüzüğü madde 7’de yer alan mutlak ret nedenlerinde düzenlenmiş halden farkı, madde 7’deki ret gerekçesinin başvurunun yapıldığı anda, yani başlangıçta var olması, buna karşın madde 58(1)(b)’deki iptal halinin markanın başvurusunun yapılmasından sonra ortaya çıkmasıdır.
Madde 58(1)(b)’deki iptal halinde, yani markanın jenerik hale gelmesi halindeki iptal durumunda, tescil edilmiş markanın yaygın kullanımı nedeniyle, marka kapsadığı mal veya hizmetler bakımından bunların genel adı (common name) haline gelmekte ve ilgili mal veya hizmetler bakımından ayırt edicilik vasfını yitirmektedir.
Hükmün uygulanabilmesi için iki ana şart bulunmaktadır:
Tescilli markanın kapsadığı mal veya hizmetler bakımından genel kullanılan ad haline gelmesi,
Bu durumun marka sahibinin fiillerinden ve gerekli tedbirleri almamasından kaynaklanması.
İptal talebi sahibi, iptal talebini tescil kapsamındaki tüm mallara yöneltmiş olsa da, iddiaları incelendiğinde; “Shavette” ibaresinin elle kullanılan, değiştirilebilir bıçak içeren, erkeklerin yüzlerinin ıslak biçimde tıraş edilmesini sağlayan bir tıraş bıçağının, daha da özelleştirirsek bir tür usturanın genel adı haline geldiğinin öne sürüldüğü anlaşılmaktadır. Bu çerçevede, iptal talebine ilişkin olarak iddia ve deliller, usturalar olarak adlandırılabilecek tıraş bıçakları dışındaki malları desteklememektedir.
Temyiz Kurulu sonrasında kamunun ilgili kısmını tespit etmiştir. Kurula göre, ustura kullanacak beceriye sahip erkekler ve berberler, buna ilaveten tıraş malzemeleri ürün grubunun satıcı ve dağıtıcıları kamunun ilgili kesimlerini oluşturmaktadır.
Temyiz Kurulunun devamında incelediği husus ihtilafın özünü oluşturmaktadır: İptal talebi sahibi, markanın jenerik isim haline dönüştüğünü ve bu durumun marka sahibinin fiillerinden veya gerekli tedbirleri almamasından kaynaklandığını ispatlayabilmiş midir?
Bu noktada ilk olarak “marka sahibinin gerekli tedbirleri almaması” kavramı üzerinde durulmuştur. Açıklamaya geçmeden önce; kavrama ilişkin olarak AB Marka Tüzüğü madde 58(1)(b)’de kullanılan terimin “inactivity” olduğu, bunun çevirisinin kanaatimizce “eylemsizlik” olması gerektiği belirtilmelidir. (Article 58(1)(b) if, in consequence of acts or inactivity of the proprietor, the trade mark has become the common name in the trade for a product or service in respect of which it is registered)
AB mevzuatından aktarım olan ulusal mevzuatımızda ise “eylemsizlik” kelimesinin değil, “gerekli önlemleri almama” tabirinin tercih edildiği görülmektedir. (Madde 26(1)(b) Marka sahibinin fiillerinin veya gerekli önlemleri almamasının sonucu olarak markanın, tescilli olduğu mal veya hizmetler için yaygın bir ad hâline gelmesi.)
Ulusal mevzuatımızla uyumu sağlamak adına, bu yazıda “gerekli önlemleri almama” tabirini kullanıyoruz.
“Gerekli önlemleri almama” kavramı; marka sahibinin, üçüncü kişilerin kendi markasıyla karıştırılma olasılığına yol açabilecek işaretlerini engelleme hakkını kullanmaması olarak düşünülebilse de, buna indirgenemez. Bu kavram genel olarak, markanın ayırt edici karakterinin korunması konusunda marka sahibinin yeteri derecede tedbirli olmamasına dair tüm eksiklikleri kapsayabilir. Marka sahibinin satıcıları, markanın tescilli olduğu ürünlere yönelik daha fazla kullanıma teşvik etmemesi de bu kapsamda düşünülebilir. Bununla birlikte, her bağımsız ihtilafta, marka sahibinin hangi önlemleri almasının uygun ve makul olduğu ayrı ayrı değerlendirilmelidir. Reklamlar, etiketlere uyarı yerleştirilmesi veya sözlük editörlerini ilgili kelimenin tescilli bir marka olduğuna dair kayıtlara sözlüklerde yer verme konusunda ikna etmek de alınabilecek önlemler arasında düşünülebilir.
İncelenen ihtilafta sunulan kanıtlar; marka sahibinin ilgili sektörde faaliyetlerine 1906 yılında başladığını, uzun bir tarihçeye sahip olduğunu, “Shavette” markasının AB tesciline dayanak olan markayı Almanya’da 1984 yılında tescil ettirdiğini, uluslararası marka tescilini 1985 yılında gerçekleştirdiğini göstermektedir.
“Shavette” ibaresinin anlamına ilişkin kayıtlara Duden, Pons, Cambridge English Dictionary, Encliconet, Grand Larousse Encyclopédique, Encyclopedia Britannica, Brockhaus gibi ünlü ve bilinen sözlüklerde rastlanılmamıştır. İptal talebi sahibinin sözlük veya benzeri platformlara ilişkin sunabildiği kanıt; Wikipedia ve çevrimiçi Shavelibrary.com platformlarında “Shavette” ibaresine ilişkin yer alan kayıtlar ve bu kayıtların markanın genel bir ad olarak kullanımını göstermesidir.
Buna karşın Temyiz Kuruluna göre, Wikipedia internette oluşturan kollektif bir ansiklopedidir ve içeriği her an ve kimi durumlarda ziyaretçilerce dahi değiştirilebilir niteliktedir. Belirtilen husus içtihatta da yer almaktadır ve Wikipedia’da yer alan bilginin kesin olduğu kabul edilemeyeceği gibi, ispat teşkil etme gücü de düşüktür. Aynı durum, bir Wiki platformunu kullanan Shavelibrary.com için de geçerlidir.
Bu tespitler çerçevesinde Kurula göre; “Shavette” markasının rakipler, satıcılar veya distribütörlerce tanımlayıcı biçimde kullanımına marka sahibinin göz yumduğu iddiası yerinde olsaydı, “Shavette” ibaresinin uzun süreli tarihi de dikkate alındığında, tabir bir tür ustura şeklinde bir açıklamayla Avrupa Birliği’nde bilinen, resmi bir sözlükte yerini almış olurdu.
Ayrıca, kanıtların incelenmesi iptal talebi sahibinin;
Shavette ibaresinin marka sahibinin kendisince jenerik kullanımını göstermek,
Marka sahibinin, kendi dağıtıcıları dahil başkalarının Shavette ibaresinin tanımlayıcı ve jenerik biçimde kullanımına karşı gerekli adımları atmadığını ispatlayabilmek,
için yalnızca internet kaynaklı kanıtlara dayandığını göstermektedir.
Temyiz Kurulu, marka sahibinin kendisinin Shavette ibaresini jenerik biçimde kullandığı iddiasını, iptal talebi sahibinin sunduğu kanıtlar çerçevesinde incelemiş ve yöndeki iddiaları kararın ilgili bölümlerinde yapılan tespitler çerçevesinde yerinde bulmamıştır.
Takiben, markanın tanımlayıcı ve jenerik kullanımına karşı yeterli adımları atmama iddiası değerlendirilmiştir.
Bu yöndeki incelemeye geçmeden önce; marka sahibinin yüksek düzeyde özelleştirilmiş ürünleri piyasaya süren, mali imkanları sınırlı ve internetteki tüm kullanımlara karşı aksiyon alması beklenemeyecek geleneksel küçük bir firma olduğu yönündeki argümanı dikkate alınmıştır. Buna karşın, iptal talebi sahibi bu argümanın konuyla ilgisinin olmadığını öne sürmektedir.
İptal talebi sahibi, kendisini tarif ettiği şekliyle, saç ve güzellik ürünlerinin üretimi konusunda uluslararası pazardaki lider firmalardandır ve ustura tipi ürünlerin de satıcısıdır. Bu kimliğiyle aynı pazardaki marka sahibinin varlığından ve faaliyetlerinden haberdardır. Buna ilaveten, iptal talebi sahibinin distribütörlerinden bir firma 2017 yılında marka sahibiyle bir ihtilafa dahil olmuş ve marka sahibinin tescilli markasına dayanarak elde ettiği bir ihtarnameyle “Shavette” markasını tıraş bıçağı ambalajlarından kaldırmak zorunda kalmıştır.
Bunlara ilaveten, usturaların nitelikleri ve tehlikeli yapıları gereği, kitle üretimine konu olmayan niş ürünler olduğu da belirtilmelidir. Dolayısıyla, usturaların bu alanda tecrübe sahibi küçük ve uzmanlaşmış işletmelerce üretilmesi makuldür ve bu tip işletmelerin internetteki her kullanıma karşı aksiyon almak için yeterli kaynaklara sahip olması beklenemez.
Ayrıca, tescilli bir AB markası sahibine yüklenen ispat sorumluluğu makul ölçütlerde olmalıdır. Bu yükümlülük, AB hukukunun temel ilkelerinin, adil yönetim ilkesinin parçası olduğu gibi, AB Temel Haklar Şartı’nca da koruma altına alınmıştır. Tescilli bir markanın jenerik hale gelmesi nedeniyle iptal edilmesi yönündeki talep, ilgili marka tescilinin devamına karşı bir somut bir saldırıdır ve her marka sahibinin karşılaştığı genel ve somut bir risk değildir. Bu çerçevede, kaynakları sınırları bir işletmenin usturalara ilişkin olarak internetteki her bir jenerik kullanımı takip etmesi ve buna karşı aksiyon alması beklenseydi, bu durum ayrımcılığın konusu olurdu. Bu tip bir beklenti, AB markası sahibine adil olmayan bir yük bindirilmesi anlamına gelecek ve rakiplerin bunu kötüye kullanması mümkün olacaktır. Bir markayı korumak için o markanın jenerik hale gelmesini engelleyecek makul çaba beklenebilir, ancak hiçbir tarafın uygun olmayan her kullanımı bulması ve onu takip etmesi beklenemez.
Bu hususlara ilaveten, iptal talebi sahibinin, marka sahibinin distribütörü olarak belirttiği üç online satıcının “Shavette” ibaresini jenerik biçimde kullandığı yönündeki iddia da incelenmiştir. İnceleme çerçevesinde, bu üç satıcı marka sahibinin distribütörü değil, internet tacirleridir, dolayısıyla marka sahibinin bu işletmeler üzerinde kontrolünün bulunduğunun kabul edilmesi mümkün değildir.
EUIPO Temyiz Kurulu, marka sahibince sunulan kanıtları da incelemiştir. Bu kanıtlar, marka sahibinin markasını tecavüze karşı korumak için 2016 yılından bu yana sekizi Almanya’da olmak üzere, dokuz ihtilafta aksiyon aldığını da göstermektedir.
Ayrıca, bir marka başvurusunun incelenmesi süreçleri ile bir markanın tescil edildikten sonra marka sahibinin fiilleri veya gerekli önlemleri almaması nedenleriyle yaygın ad haline gelmesi durumları birbiriyle karşılaştırılmaz iki ayrı haldir. Dolayısıyla, bazı ülkelerin “Shavette” marka başvurusunu reddetmesi, bu ret kararlarının gerekçesinin marka sahibinin fiilleri veya gerekli tedbirleri almaması olduğunu gösteremez.
EUIPO Temyiz Kurulu sayılan tüm nedenlerle, aşağıdaki sonuca ulaşmıştır:
Bir markanın madde 58(1)(b) hükmü çerçevesinde iptal edilmesinin birinci şartı, ilgili mal ve hizmetler bakımından markanın ayırt edici karakterini yitirmesi veya genel ad haline gelmesi durumunun, tescilli marka sahibinin fiillerinden veya gerekli önlemleri almamasından kaynaklanmasıdır. İncelenen ihtilafta, iptal talebi sahibinin sunduğu deliller bütün olarak böyle bir durumun marka sahibinin fiillerinden veya gerekli önlemleri almamasından kaynaklandığı göstermemektedir. Bu koşul gerçekleşmediği için, iptal talebine konu markanın ilgili mallar bakımından ticarette genel bir ad haline gelmesine ilişkin sunulan kanıtların ispata yeterliliği incelenmeksizin, iptal talebinin reddedilmesi gerekmiştir.
Sonuç olarak EUIPO Temyiz Kurulu; “Shavette” markasının, marka sahibinin fiilleri ve gerekli önlemleri almaması nedenleriyle ticarette genel bir ad haline gelmesi iddiasıyla yapılan iptal talebini reddetmiştir. Karara karşı Adalet Divanı Genel Mahkemesi nezdinde dava açılıp açılmadığını konusunda şu an için bilgimiz bulunmamakla birlikte, olası davaya ilişkin kararın da aydınlatıcı ve ilgi çekici olacağından eminiz.
DEĞERLENDİRME
EUIPO Temyiz Kurulu kararından kendi adımıza çıkartmamız gereken ders, tescilli markanın kapsadığı mal veya hizmetler bakımından genel ad haline dönüşmesi, bir diğer deyişle jenerik hale gelmesi konusunda verilen örneklerde çok dikkatli olunması gerektiğidir.
Yazının giriş bölümünde belirttiğimiz üzere, her konuda bir örnek verme gayretiyle, birçok basılı eser veya dijital paylaşımda aslında jenerik hale gelmemiş, tescilli biçimde koruması devam eden ve hatta marka sahiplerince yaygın ve etkili biçimde korunan birçok marka jenerik marka olarak ilan edilmektedir. Bu durum hatalı olduğu gibi, bilginin yanlış biçimde aktarılması anlamına da gelmektedir. Mahkeme kararlarına yansımış, itibarlı sözlük veya kaynaklarda ürün adı olarak belirtilmiş ve üzerinde neredeyse uzlaşıya varılmış haller söz konusu olmadıkça; bir markayı sadece halkın bir bölümünün yanlış adlandırmayı kullanması, yerel ağza yerleşmişlik, sanayi ustalarının kısa yoldan markayı ürün adı olarak anması gibi gerekçelerle jenerik marka olarak tanımlamak, kavramları doğru şekilde kullanmamızı ve bilgiyi doğru biçimde aktarmamızı da engellemektedir.
Son olarak; tescilli bir markanın, kapsadığı mal veya hizmetler bakımından genel ad haline gelmesine ilişkin yargı kararı sayısı, Türkiye’de bildiğimiz kadarıyla yüksek değildir. İdari iptal sürecinde benzeri örneklerle karşılaşıp karşılaşmayacağımızı ise gelecek günler gösterecektir.
Türk kültüründe iyilik küçük de olsa unutulmaz anlamına gelen “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır” sözü vardır. Meşhur Türk kahvesi markalarından biri olan “Kuru Kahveci Mehmet Efendi” hakkında bakalım Alman Nürnberg Yüksek Bölge Mahkemesi hatırımızı koruyan bir karar vermiş mi!
Alman Nürnberg Yüksek Bölge Mahkemesi 29.10.2024 tarihli ve 3 U 881/24 sayılı Kuru Kahveci Mehmet Efendi markasına ilişkin kararında[1] marka hakkının tükenmesine ilişkin önemli tespitlerde bulunmuştur.
Dava Konusu Olay
Türkiye’de yerleşik davacı, aşağıdaki şekil ve sözcükten oluşan uluslararası tescilli markanın (997056) sahibi olup, Türk kahvesi satmaktadır. Davacının markası, diğerlerinin yanı sıra “kahve” ürünleri bakımından Avrupa Birliği’nde korunmaktadır.
Davalı ise Almanya’da bulunan bir gıda toptancısı olup, davacı tarafından üretilen ve Türkiye’de pazarlanan kahveyi Almanya’ya ithal etmekte ve bu ürünleri, özellikle aşağıdaki kahve kutularını, çeşitli perakendecilere tedarik etmektedir.
Davacı, markasını taşıyan kahvenin Türkiye’deki ilk satışıyla marka haklarının tükenmediğini ileri sürerek, davalının kahveyi Almanya’da satmasını engellemeye çalışmıştır. Bölge Mahkemesi, 21.03.2024 tarihli kararında davacıyı haklı bularak davalının Almanya’da kahve ithalatını ve satışını durdurmasına hükmetmiştir.
Bunun üzerine davalı, üst mahkemeye başvuruda bulunmuş ve söz konusu ürünlerin Türkiye’de pazarlanması sonucu markadan doğan hakların tükendiğini savunmuştur.
Nürnberg Yüksek Bölge Mahkemesi Kararı
Nürnberg Yüksek Bölge Mahkemesi tarafından, davacının markasını taşıyan ürünlerin Türkiye’de ilk defa satışa sunulmasının markadan doğan haklarının Avrupa Birliği’nde de tükendiği anlamına gelmediğine hükmedilmiş ve kararda şu gerekçelere dayanılmıştır:
Avrupa Birliği Marka Tüzüğü m. 15/1 hükmü kapsamında (01.01.1995’ten beri yürürlükte olan MarkenG 24/1) tükenmenin, ürünün Avrupa Ekonomik Alanı (AEA) dışındaki ülkelerde -uyuşmazlık konusu Türkiye’de olduğu gibi- piyasaya sürülmesiyle gerçekleşemeyeceği belirtilmiştir. Dolayısıyla marka sahibi, markayı taşıyan mallarının AEA’da piyasaya ilk satışını kontrol etmeye ve AEA dışındaki ülkelerden örneğin Türkiye’den AEA’ya paralel ithalat yapılmasını önlemeye yetkilidir.
Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın (ABAD) 16.07.1998 tarihli Silhouette[2] ve 03.10.2010 tarihli Cotty Prestige[3] kararlarına atıfta bulunulmuştur. Divan bu kararlarda, mal ve hizmetlerin serbest dolaşımını sağlamak ve iç pazarın işleyişini korumak amacıyla AB’ye üye devletlerin iç hukuklarında marka hakkının uluslararası tükenmesini öngörmesini, bölgesel tükenmeyi benimseyen AB hukukuna aykırı bulduğunu ve uyumlaştırılması gerektiğini belirtmektedir.
Davalı, Avrupa Ekonomik Topluluğu ile Türkiye arasında Ortaklık Kuran Anlaşma’nın (Abkommen zur Gründung einer Assoziation zwischen der Europäischen Wirtschaftsgemeinschaft und der Türkei) Ek Protokolü’nün 21. ve 22. maddelerinin uyuşmazlık konusu markanın tükenmesine yol açması gerektiğini ileri sürmüştür. Bu Protokol hükümlerinin yürürlüğe girdiği tarihte Alman marka mevzuatında geçerli olan uluslararası tükenme ilkesini de gerekçe olarak göstermiştir.
Protokol m. 21. hükmü uyarınca;
“İthalatta miktar kısıtlamaları ve eşdeğer etkiye sahip tüm tedbirler, aşağıdaki hükümler saklı kalmak kaydıyla, Akit Taraflar arasında yasaklanmıştır.”
Protokol m. 22 hükmü uyarınca da;
“Akit Taraflar, ithalata yeni miktar kısıtlamaları veya eşdeğer etkiye sahip önlemler getirmekten kaçınacaklardır.”
Davalıya göre, Alman hukukunda önceden benimsenen uluslararası tükenme ilkesinden, AB Marka Direktifi’nin uygulanması nedeniyle bölgesel tükenmeye geçiş Protokol m. 21 ve 22 hükümleri çerçevesinde yeni bir kısıtlama teşkil etmektedir.
Bunu üzerine mahkeme, Protokol gibi uluslararası anlaşmaların ulusal hukuk ve AB hukukunun üzerinde olduğunu değerlendirmiş, tükenme ilkesinin AEA’da piyasaya sürülen mallarla bölgesel açıdan sınırlandırılmasının, ithalat üzerinde niceliksel bir kısıtlama veya Protokol m. 21 ve 22 anlamında eşdeğer etkiye sahip önlem oluşturduğuna kanaat getirmiştir. Ancak, Protokol hükümlerinin keyfi bir ayrımcılık aracı veya Akitler arasındaki ticarette örtülü bir kısıtlama teşkil etmemesi gerektiğini hemen akabinde vurgulamıştır. Daha sonra da anılan Protokol hükümlerinin uyuşmazlık hakkında farklı bir değerlendirme yapmayı haklı kılmadığını belirterek davalının talebini reddetmiştir. Nihayetinde tükenme ilkesinin AEA’da piyasaya sürülen mallarla sınırlandırılmasının fikri mülkiyet haklarının korunması açısından meşru bir amaç güttüğüne ve orantılı bir tedbir olduğuna karar vermiştir.
Değerlendirme
Fikri ve sınai mülkiyet haklarının sahibine münhasır ve mutlak nitelikte haklar bahşetmesi, serbest ticaret ve rekabet ortamı üzerinde kısıtlayıcı etkiye sahiptir. Bu olumsuz etkiyi telafi etmek amacıyla tükenme ilkesi geliştirilmiştir. Tükenme ilkesi, hak sahibinin ilk satıştan sonra ürünler üzerindeki fikri ve sınai mülkiyet haklarını kullanamamasıdır. Bu ilke, “ilk satış doktrini” olarak da anılmaktadır.
Bölgesel, ulusal ve uluslararası şeklindeki tükenme türlerinden hangisinin tercih edildiği özellikle paralel ithalat üzerinde etkisini göstermektedir. Uluslararası tükenmenin benimsendiği ülkelerde hak sahibinin paralel ithalatı engellemesi mümkün değildir. Esasen hangi tür tükenmenin benimsendiği bir hukuk politikası tercihidir.
6769 sayılı SMK’nın yürürlüğe girmesiyle birlikte, Türk marka hukukunda daha önce benimsenen ulusal tükenme ilkesi terk edilerek uluslararası tükenme ilkesi kabul edilmiştir. Tükenme ilkesinin düzenlendiği SMK m. 152 hükmüne göre “Sınai mülkiyet hakkı korumasına konu ürünlerin, hak sahibi veya onun izni ile üçüncü kişiler tarafından piyasaya sunulmasından sonra bu ürünlerle ilgili fiiller hakkın kapsamı dışında kalır.” Mülga düzenlemede yer alan “Türkiye’de” ibaresine yeni hükümde yer verilmeyerek uluslararası tükenme ilkesinin tercih edildiği ayrıca gerekçede ifade edilmiştir.
Bir AB markasının bahşettiği hakların tükenmesi ise AB Marka Tüzüğü md. 15 hükmünde düzenlenmiştir[4]. Buna göre; “Bir AB markası, sahibine, Avrupa Ekonomik Alanı’nda bu marka altında sahibi tarafından veya onun rızasıyla piyasaya sürülen mallarla ilgili olarak kullanımını yasaklama hakkı vermez.” Bu hükümden Avrupa Ekonomik Alanı kapsamına giren ülkelerde bölgesel tükenme ilkesinin benimsendiği anlaşılmaktadır. Hükümde bahse konu edilen Avrupa Ekonomik Alanı; Avrupa Birliği, İzlanda, Norveç ve Lihtenştayn ülkelerinden oluşmaktadır.
Kural böyle olmakla birlikte, AEA dışındaki bir ülkenin iç hukukunda uluslararası tükenme ilkesi benimsense dahi, topluluk çapında kabul edilen bölgesel tükenme ilkesi birlik dışındaki bir ülkede ilk kez piyasaya arz edilen ürünler hakkında geçerli olacak mıdır sorusu akla gelmektedir. İşte bu soruya inceleme konusu karar kapsamında Nürnberg Yüksek Mahkemesi tarafından birlik içerisine yapılan ithalatın artırılması ve bunun için birlik dışındaki marka sahiplerinin teşvik edilmesi amacıyla olumsuz cevap verilmiştir. Dolayısıyla somut olayda marka hakkı sahibi tarafından Türkiye piyasasında ilk kez arz edilen mallar üzerindeki marka haklarının AEA kapsamında tükenmediği kabul edilmiştir.
Sonuç
Netice olarak, AEA dışındaki ülkelerde ilk kez piyasaya sunulan ürünlerin paralel ithalat yoluyla bölge içerisine sokulması meşru kabul edilmemiştir. Üstelik bu ülkelerin marka mevzuatlarında uluslararası tükenme ilkesinin öngörülmüş olması bu sonuca engel teşkil etmemiştir.
ABAD’ın Silhouette ve Cotty Prestige kararlarına bakıldığında ise, bölgesel tükenme ilkesini benimseyen AB Marka Tüzüğü m. 15/1 hükmünün emredici nitelikte olduğu ve üye devletlerin iç hukuk mevzuatlarının da buna göre yeniden düzenlenmesi gerektiği vurgulanmıştır.
İnceleme konusu kararda; genel kamuoyu için özel önem taşıyan ve daha pek çok dava için açıklığa kavuşturulması gereken hukuk sorunlarını gündeme getirmesi nedeniyle davalının, Alman Federal Yüksek Mahkemesi (Bundesgerichtshof) nezdinde temyiz başvurusunda bulunmasına izin verilmiştir. AB üyesi olan ile olmayan ülkeler arasındaki uluslararası anlaşmaların nasıl uygulanacağı noktasında da bazı tereddütlerin giderilmesi gerekmektedir. Bu itibarla, kanaatimizce, anılan temyiz çerçevesinde ABAD’a ön karar başvurusunda bulunulması emsal karar elde etmek açısından iyi bir fırsat olacaktır.
[4] “An EU trade mark shall not entitle the proprietor to prohibit its use in relation to goods which have been put on the market in the European Economic Area under that trade mark by the proprietor or with his consent.”
Günümüzde, özellikle popüler dizilerde ve filmlerde yer alan kurgu karakterlerin hukuki uyuşmazlık dünyamıza hızlı bir giriş yaptığı su götürmez bir gerçek haline geldi. Söz konusu uyuşmazlıkların büyük çoğunluğunun fikri haklar sektörüne ilişkin olduğu gerek magazinsel boyutta yapılan değerlendirmelerden gerek IPR Gezgini’nde yayımlanan birçok benzeri yazıdan anlaşılabilmektedir.
Bu yazının konusu olan “Pierre Cadault” kararında, Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi (EUIPO), 2 Ekim 2020 tarihinde Avrupa Birliği’nde prömiyeri yapılan ve Netflix’te yayınlanan “Emily in Paris” dizisindeki ünlü bir kurgusal karakterin adına ilişkin ortaya çıkan ihtilafı değerlendirmiştir.
“Emily in Paris”, Amerikalı bir kızın Paris’te geçen, pamuk şekerden daha pembe olarak nitelendirilmesi yanlış olmayacak, hayatını bizlere aktarırken, kimilerimiz tarafından Avrupa’nın en güzel şehirlerinden biri olarak nitelendiren Paris’in tanıtımına katkı sağlaması sebebiyle de oldukça konuşulan bir dizi haline geldi. Öyle ki dizinin turizme, ekonomiye katkısı o kadar olumlu oldu ki bir başka gözde Avrupa ülkesi yeni sezonun kendi başkenti olan Roma’da devam etmesi için elinden geleni yaptı ve hali hazırda dizinin çıkış noktasını da oluşturan Fransa’nın bu konudan memnuniyetsiz olduğu duyumlar arasında. Dolayısıyla, özellikle gençler arasında popüler olan bir dizinin Avrupa’nın tanıtımı için büyük bir proje haline dönüşmesi, diğer birçok ünlü şehrin de gözlerini diziye dikmesine sebep oldu. Bu durumda önümüzdeki sezonlarda Emily sırayla tüm Avrupa’yı gezecek bir karakter haline gelirse şaşırmamamız gerekecek.
Bunun yanı sıra kültürel popülaritenin arkasında, dizinin moda sektörüne de hitap ettiği göz önünde bulundurulduğunda, dizide yer alan kurgu karakterlerin, bizim dünyamızda, bir şekilde taklit edilerek kullanılmasının bir fırsat olarak nitelendirildiği bir gerçek.
Kasım 2020’de Netflix, dizinin ikinci sezon için onay aldığını duyurdu ve ikinci sezon 22 Aralık 2021 tarihinde prömiyer yaptı. Ocak 2022’de Netflix, dizinin üçüncü ve dördüncü sezon onayı aldığını duyurdu. Üçüncü sezon 21 Aralık 2022 tarihinde prömiyer yaptı. İlk sezonun başından itibaren, ikonik haute couture ve moda karakteri olarak anılan “Pierre Cadault” karakteri dizide yoğun bir şekilde yer aldı ve birçok olayın ana unsurunu oluşturdu.
Dosyaya sunulan deliller de incelendiğinde itiraz sahibi dizinin küresel bir başarı elde ettiğini ve “Pierre Cadault” adlı ikonik kurgusal karakterin, dizinin Ekim 2020’deki çıkışından itibaren Avrupa Birliği dahil olmak üzere dünya çapında tanındığını açıkça kanıtladı.
İnceleme konusu ihtilafta, hükümsüzlük talebinde bulunan “Viacom International Inc.” (“VIACOM”), Emily in Paris dizisinin yapımcısıdır. VIACOM’a göre başvuru sahibi, “Webtendances, SASU”, tüm bu popülariteden haberdar bir şekilde dizinin Avrupa Birliği’nde gerçekleşen lansmanından 2 yılı aşkın bir süre sonra, 31 Mart 2023 tarihinde 18 856 899 sayılı “Pierre Cadault” markası için başvuru yapmış ve marka 21 Temmuz 2023 tarihinde tescil edilmiştir. VIACOM, bu tescile karşı sessiz kalmamış ve markanın kötü niyetli bir başvuru sonucu tescil edilmesi gerekçesiyle hükümsüz kılınmasını EUIPO’dan talep etmiştir.
Hükümsüzlük talebi sahibi, son derece ayırt edici olan ve olağan koşullar altında kimsenin aklına gelmeyecek ünlü “Pierre Cadault” kurgusal karakterinin adını marka olarak tescil ettiren başvuru sahibinin bu ibareyi seçmesinin altında yatan amacın, diziden ve ikonik kurgusal karakterinin itibarından kendi yararı için faydalanmak olduğunu vurgulamıştır.
Ayrıca, hükümsüzlük talebi sahibi; dizideki “Pierre Cadault” karakterinin tanınmış bir moda tasarımcısı olması, tescilli markanın kapsadığı malların esasen lüks, haute couture ve moda ile ilişkilendirilmiş ürünler olması, bu malların da kurgu karakterin dizideki mesleğinin/sektörünün içerisinde yer alan mallar olması hususlarını dikkat çekici olarak nitelendirilmiştir. Dolayısıyla, hükümsüzlük talebi sahibine göre, tescille korunan ürünlerin, diziden türetilmiş bir ürün yelpazesini geliştirmiş olan VIACOM’dan çıktığına dair halkı yanıltması kaçınılmazdır.
Bu nedenle, VIACOM, başvuru sahibinin marka koruması yoluyla, moda ve haute couture ürünleri ile bağlantılı olarak ikonik karakter ‘Pierre Cadault’ adını kasten benimsemeye çalıştığını; bu eylemin tek amacının VIACOM’un itibarından haksız biçimde yararlanmak olduğunu iddia etmiştir. Kaldı ki başvuru sahibinin uyuşmazlığa konu ibareyi korumak için meşru nedeni bulunmadığının altı çizilmiş ve tescilin kötü niyetli olduğu belirtilmiştir.
VIACOM iddialarını kanıtlamak için birçok delil sunmuştur. Söz konusu deliller, bu yazıda listelenmeyecektir, ancak bunlara erişmek isteyen okuyucularımız https://euipo.europa.eu/eSearch/#details/trademarks/018856899 bağlantısından kararın İngilizce orijinal haline ulaşabilirler[1].
EUIPO, hükümsüzlük talebi sahibi tarafından iddia edilen kötü niyet iddiasının ayrıntılı bir şekilde incelenmesi gerektiğini ve her ne kadar kesin bir hukuki tanımı olmasa da tespiti için belli koşulların ispatlanması gerektiğinden, somut olay bakımından da bu koşulların irdeleneceği vurgulanmıştır.
Genel kural olarak, kötü niyetin tespiti için, öncelikle, başvuru sahibinin açıkça bir dürüst olmayan niyeti yansıtan bir eylemde bulunması ve ikincil olarak, bu eylemin ölçülebileceği ve daha sonra kötü niyet olarak nitelendirilebileceği nesnel bir standardın olması gerekmektedir. Başvuranın davranışı, kabul edilen etik davranış ilkelerinden veya dürüst ticari ve iş uygulamalarından sapıyorsa kötü niyet vardır; bu durum, her bir olayın nesnel gerçeklerini belirli standartlarla karşılaştırarak tespit edilebilir (Genel Avukat Sharpston’un 12/03/2009 tarihli görüşü, C 529/07, Lindt Goldhase, EU:C:2009:148, § 60).
Başvuru sahibinin bir marka başvurusu yaparken kötü niyetli olup olmadığı, belirli davaya ilişkin tüm faktörler dikkate alınarak genel bir değerlendirmeye tabi tutulmalıdır (11/06/2009, C 529/07, Lindt Goldhase, EU:C:2009:361, § 37).
Kötü niyetin varlığını ispat yükü itiraz sahibine aittir; iyi niyet, aksi kanıtlanana kadar varsayılır.
Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın C-529/07 sayılı Lindt Goldhase kararı çerçevesinde, kötü niyetli markalara ilişkin incelemede çeşitli faktörlerin özellikle dikkate alınması gerekmektedir. Bu faktörler sırasıyla;
(a) Başvuru sahibinin, bir üçüncü tarafın, itiraza konu marka ile karıştırılabilecek benzer bir işareti benzer ürünler için kullandığını bilmesi veya bilmesi gerektiği gerçeği;
(b) Başvurunun, üçüncü tarafın bu tür bir işareti kullanmaya devam etmesini önleme niyeti;
(c) Üçüncü tarafın markayı ve tescil edilmek istenen markanın sahip olduğu yasal koruma derecesi; ve
(d) Başvuru sahibinin, itiraza konu markayı başvurduğunda meşru bir sebebinin olup olmadığı
olarak sayılmıştır. Bu konuya ilişkin ayrıntılı bilgiye IPR Gezgini’nde de yayınlanmış olan CP 13 sayılı “Kötü Niyetle Yapılmış Marka Başvuruları” ilişkin bilgilendirme metninden ulaşılabilir[2].
Yukarıda belirtilenler, başvurunun kötü niyetle yapılıp yapılmadığını belirlemek için dikkate alınabilecek birçok faktörden sadece örneklerdir; başka faktörler de göz önünde bulundurulabilir (14/02/2012, T 33/11, BIGAB, EU:T:2012:77, § 20-21; 21/03/2012, T 227/09, FS (fig.), EU:T:2012:138, § 36).
Kabul edilen genel kurallar çerçevesinde, EUIPO İptal Birimi incelemeyi gerçekleştirmiş ve aşağıdaki sonuçlara ulaşmıştır.
Hükümsüzlük talebi sahibi sunmuş olduğu deliller ile Ekim 2020’de Avrupa Birliği’nde gösterime giren “Emily in Paris” dizisinin ünü nedeniyle, başvuru sahibinin dizideki kurgusal moda tasarımcısı ‘Pierre Cadault’un varlığından haberdar olmamasının mümkün olmadığını göstermiştir.
“Pierre Cadault” isimli kurgusal moda tasarımcısı, dizinin ilk üç sezonunda (2020, 2021 ve 2022) kalıcı bir karakter olarak yer almıştır. Bu başarılı dizi (izlenme sayıları ve sosyal medya, dergiler, diziyi anan TV programları gibi geniş kanıtlarla desteklenmiştir) gençlere hitap etmektedir ve özellikle moda, gençlerin en önemli ilgilerinden biri olarak kabul edilmelidir. Hükümsüzlük talebine konu işaretin kapsadığı ürünler -Sınıf 3 (kozmetik ve parfüm dahil), Sınıf 9 (özellikle güneş gözlükleri), Sınıf 14 (takı ve saatler), Sınıf 18 (özellikle deri eşyalar) ve Sınıf 25 (giyim, ayakkabı, baş giysileri) gibi- aynı zamanda ticari hayatta yaygın olarak karşılaşılan ürünlerdir. Kurgusal karakter, dizinin ana karakteri değildir, ancak dizinin ünlü olması, hükümsüzlük talebine konu markayı oluşturan karakterin aynı isminin bilindiğini varsaymak için yeterlidir.
Hükümsüzlük talebi sahibi, ünlü bir dizideki karakter için benzer bir işareti kullandığını ve dizinin gençleri hedef aldığını, itiraza konu marka başvurusu öncesinde de birkaç yıl boyunca Avrupa Birliği genelinde bunu gerçekleştirdiğini deliller ile kanıtlamıştır.
Bu çerçevede EUIPO İptal Birimi, inceleme konusu markanın, diziyi izleyen aynı kitleye hitap eden ürünler için tescil edilmesinin tesadüfi olamayacağı, dolayısıyla “Pierre Cadault” karakterinin başvuru sahibi tarafından bilindiğinin varsayılabileceği görüşüne varmıştır.
Ancak, içtihatlarda belirtildiği gibi, marka sahibinin, hükümsüzlük talebini yapan tarafın, benzer ürünler için benzer bir işareti kullandığını bilmesi veya bilmesi gerektiği faktörü, kötü niyetli tescil sonucuna ulaşmak için tek başına yeterli değildir. Aynı zamanda diğer koşullardan olan, başvuru sahibinin, itiraza konu markayı kullanmak amacıyla başvurmadığının, yalnızca bir üçüncü tarafın pazara girmesini engellemek için başvurduğunun, ortaya çıkması halinde kötü niyet göstergesi olabilir (11/06/2009, C 529/07, Lindt Goldhase, EU:C:2009:361, § 44). Aynı durum, başvuru sahibinin tek amacının bir üçüncü tarafın pazarda kalmasını engellemek olması durumunda da geçerlidir. Başvuru sahibinin başvuru niyetlerinin meşru hedefler peşinde olup olmadığı da göz önünde bulundurulmalıdır. Başvuru sahibi, herhangi bir yanıt vermediği için meşru niyetleri olup olmadığını açıklamamıştır.
Hükümsüzlük talebinde bulunan taraf, ‘Emily in Paris’ dizisi için bir üne sahip olduğunu, bu dizinin içinde “Pierre Cadault” adında bir kurgusal moda tasarımcısının kalıcı karakterinin bulunduğunu kanıtlamıştır. Ayrıca, bu tür ürünler ve kamu için modanın çekici olduğunu ve başvuru sahibinin markasını kullanmasıyla haksız avantaj sağlayabileceğini sosyal medya aracılığıyla göstermiştir.
Markanın kapsamında bulunan ürünler, giyim veya parfüm gibi ticari olarak yaygın olarak kullanılan ürünlerdir. Bu nedenle, hükümsüzlük talebine konu markanın tescil edilmesiyle, marka sahibinin hükümsüzlük talebi sahibinin ticari faaliyetini engellemeye çalıştığı ve “Pierre Cadault” karakterinin ve ait olduğu dizinin ününden haksız yarar sağlamaya çalıştığı inancı makul bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
Günümüzde bir film veya televizyon dizisinde yer alan karakterlere ilişkin ürünlerin; bu filmlerin veya dizilerin gösterime girmesinden önce ilgili film veya dizilerin tanıtımı yapmak veya bu vakada olduğu gibi, gösterimden sonra kamuoyunun ilgili filme, diziye veya bunlarda yer alan karakterlere ilişkin bilgisinden faydalanmak amacıyla ticarileştirilmesi çok yaygındır. İncelenen vakada hükümsüzlüğü talep edilen marka tescili kapsamındaki ürünler, genellikle filmlerin ticarileştirilmesinde yaygın olarak karşılaşılan ürünlerdir ve eğer yeterince bilinir durumda iseler, kurgusal karakterlerin sadece isimleri için de marka başvurusunda bulunmak kabul edilebilir bir pazarlama çalışmasıdır.
Bu nedenlerle EUIPO İptal Birimine göre sunulan deliller kapsamında, marka başvurusunun gerçek hak sahibi olan VIACOM’un rızası olmadan yapıldığının kabul edilmesi gerekmektedir. Marka sahibi, “Pierre Cadault” markasını elde etmeye yönelik olarak, makul ticari bakış açısına sahip kişilerin kabul edilebilir ticari davranış standartlarının altında sayabilecek şekilde hareket etmiştir (31/10/2012, R 1163/2011 1, TONY MONTANA.). Yukarıdaki değerlendirmeler ışığında, EUIPO İptal Birimi, marka sahibinin kurgusal karakter ‘Pierre Cadault’ adı için marka başvurusunu yaparken kötü niyetle hareket ettiğine hükmetmiştir.
Sonuç olarak, VIACOM tarafından yapılan hükümsüzlük talebi haklı bulunmuş ve marka sahibinin tescil talebini yaptığı anda kötü niyetle hareket etmiş olması nedeniyle marka hükümsüz kılınmıştır. Hükümsüzlük kararı 2 Ekim 2024 tarihini taşımaktadır ve bu yazının yazıldığı tarihte halen itiraza açıktır. Olası bir itiraz EUIPO Temyiz Kurulu tarafından incelenecektir. Marka sahibinin karara karşı itiraz edip etmeyeceğini gelecek günler gösterecektir, ancak hükümsüzlük kararına itiraz edilmese dahi, EUIPO İptal Biriminin kurgusal karakterlerin isimlerinin yetkisiz kişilerce tescil edilmesine ilişkin tespit ve yorumları ve en nihayetinde ulaştığı kötü niyetli tescil sonucu oldukça dikkat çekicidir.
Türk Patent ve Marka Kurumu Yeniden İnceleme ve Değerlendirme Dairesi Kurulları Yönetmeliği (Yönetmelik) m.6/3 hükmüne göre; Türk Patent ve Marka Kurumunun (TÜRKPATENT) nihai karar mercii olan Yeniden İnceleme ve Değerlendirme Dairesi (YİDD) bünyesinde yer alan kurullar (YİDK), verecekleri karara etki edecek bir konunun bekletici sorun yapılması hakkında ara karar verebilir.
Yönetmelik m.6/3 hükmüne göre; bir konunun bekletici sorun yapılabilmesi için tek şart, belirtilen konunun verilecek karara etki etme kabiliyetinin bulunmasıdır. Bununla birlikte hükmün sonunda yer alan “verebilir” ifadesi ile böyle bir konunun varlığı hâlinde dahi YİDK’ye, bekletici sorun kararı verme konusunda takdir hakkı tanınmıştır. Bu takdir hakkının kullanılmasına ilişkin sınai mülkiyet mevzuatında herhangi bir sınırlama getirilmemekle birlikte, TÜRKPATENT’in bir idari merci olması, verdiği kararların da idari nitelikte olması nedeniyle idari işlem ve eylemlerde takdir hakkının kullanılmasına ilişkin sınırlamaların, YİDK tarafından verilecek (ya da verilmeyecek) bekletici sorun kararları bakımından da geçerli olduğu değerlendirilmektedir.
Yönetmelik m.6/3 hükmünde belirtilen “karara etki edecek bir konu” tipik örneklerinden biri de bir marka başvurusunun reddine engel olabilecek nitelikteki bir markanın hükümsüzlüğü ya da iptaline ilişkin başlatılmış ve devam eden hukuki süreçlerdir. Hatta bu süreçlerin bazılarında; redde gerekçe markanın kötü niyetli şekilde tescil ettirilmiş olduğu, bu markanın gerçek hak sahibinin, reddedilen sonraki tarihli başvurunun sahibi olduğu ve Sicil’de başkası adına tescilli görünen, ancak gerçek hak sahibinin kendisi olduğu bu markanın varlığı sonlandırılmadan markasını tescil ettiremediği durumlarla da karşılaşılmaktadır. Ne var ki yine böylesi durumlarda dahi YİDK’nin tescile engel markanın hükümsüzlüğü veya iptali istemiyle yürütülen hukuki süreçleri bekletici mesele yapmadığı durumlarla karşılaşılmaktadır.
Ankara 5. Fikrî ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesinin, YİDD kararının iptali istemine ilişkin bakmakta olduğu davada vermiş olduğu 10.05.2023 tarihli ve E.2022/221, K.2023/230 sayılı güncel karar ile YİDK’nin “bekletici sorun” yapma konusundaki takdir yetkisi etraflıca ele alınmış ve bu yetkinin sınırlarına ilişkin değerlendirmelerde bulunulmuştur.[1] Kararda özetle; YİDK’nin karar verdiği anda, redde mesnet markanın hükümsüzlüğüne ilişkin verilen ilk derece mahkemesi kararının üzerinden bir yıl veya daha uzun bir süre geçmişse, bu kararın kesinleşmesinin bekletici sorun yapılmasının “kamu yararı” ve “hizmetin gerekleri”ne uygun olduğu, TÜRKPATENT’in asli görevlerinden olan düzenli işleyen bir sınai mülkiyet koruma sistemi tesis edilmesinin gereği olduğu tespit edilmekte, takdir yetkisinin aksi yönde kullanılmasının hukuka aykırı olduğu vurgulanmaktadır. Kararın ilgili bölümleri aşağıda yer almaktadır:
Redde gerekçe oluşturan bir markaya ilişkin olarak yürütülen ve henüz başlangıç aşamasında olan, sözgelimi bir hükümsüzlük davasında henüz ilk derece mahkemesinde dilekçeler teatisi dahi tamamlanmamış olan veya idari iptal başvurusu henüz karşı tarafa dahi tebliğ edilmemiş olan bir sürecin bekletici sorun yapılması, akıbeti konusunda tahmin dahi yürütülemeyen redde mesnet marka sahibi aleyhine orantısız bir tasarruf olacaktır. Bununla birlikte yukarıdaki kararda isabetli olarak belirtildiği gibi; redde mesnet markaya ilişkin verilmiş bir hükümsüzlük kararı varsa ve bu karar kanun yolu incelemesindeyse, anılan kararın kesinleşmesinin bekletici sorun yapılması, redde mesnet markanın varlığını sürdürmeyeceği yönünde makul bir beklenti oluştuğu için menfaatler dengesine uygun olacaktır. Oysaki TÜRKPATENT uygulamasında redde gerekçe markanın hükümsüzlüğüne ilişkin karara karşı yapılan istinaf başvurusunun esastan reddedildiği durumlarda dahi, “bekleme süresinin belirsiz olduğu”, “kararın kesinleşmesinin sınırsız şekilde beklenemeyeceği” gibi gerekçelerle bekletici mesele yapılması taleplerinin reddedildiği durumlarla karşılaşılmaktadır. Bu ret kararları neticesinde; redde gerekçe marka sahibinin yeni bir başvuru yaparak, olası hükümsüzlük veya iptal kararlarını dolanması riski ortaya çıkmakta, başvurusu reddedilen marka sahibi ise redde gerekçe markanın akıbeti kesin şekilde belli olana kadar, Sicil’de boşluğa mahal vermemek için birbirini takip eden başvurular yapmak zorunda kalmaktadır. Bekletici sorun yapılmasına ilişkin talebin, yukarıdaki şekilde reddedilmesi; hem sonraki tarihli başvuru sahibi, hem yargı sistemi hem de TÜRKPATENT bakımından yersiz bir iş gücü, zaman ve para kaybına neden olmaktadır.
İncelemeye konu karar çerçevesinde; YİDK’nin, bekletici sorun yapılmasına ilişkin talebi değerlendirirken, bekletici sorun yapılan sürecin belli bir aşamaya gelip gelmediğini, gelinen aşamada redde gerekçe markanın varlığının sona ereceğine ilişkin bir emare olup olmadığını dikkate alması, beklenecek sürenin belirsiz olması gibi soyut gerekçelerle bekletici mesele taleplerini reddetmemesi beklenmektedir. Uygulamanın belirtilen şekilde olmasının, kamu yararına, hizmetin gereklerine uygun olacağı, aksi yöndeki kararların iptal edilme riskiyle karşı karşıya kalacağı değerlendirilmektedir.
Geçtiğimiz Temmuz ayında Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD) Genel Mahkemesi (“Genel Mahkeme”), figüratif markalar arasındaki benzerlik ve karıştırılma ihtimali konularının incelendiği yeni bir karara imza attı. Söz konusu karar ile markaların benzerliğinin ve karıştırılma ihtimalinin değerlendirilmesine yönelik sınırlar çizilerek Laura Food SRL (“Başvuru Sahibi”) ve Bella Tawziaa II SLU (“İtiraz Sahibi”) arasındaki ihtilaf çözümlenmiştir.
Yazımızda detaylarını inceleyeceğimiz bu uyuşmazlıkla ilgili ilk olarak, Genel Mahkeme önüne gelene kadar geçirdiği sürece ve yapılan değerlendirmelere değineceğiz.
İtalya’da kurulan ve ithal gıda sektöründe hizmet veren başvuru sahibi “30.sınıf: Çay; Pirinç, makarna ve erişte; Tapyoka ve sago; Un ve tahıllardan yapılan hazırlıklar; Ekmek, hamur işleri ve şekerlemeler; Dondurma, sorbe, donmuş yoğurt ve diğer dondurmalar; Bal, pekmez; Maya, kabartma tozu; Tuzlar, baharatlar, tatlandırıcılar ve çeşniler; Baharatlar, koruyucu otlar; Sirke, soslar ve diğer çeşniler; Serinletici buzlar; Agave şurubu [doğal tatlandırıcı]; Hardal; Sandviçler; Pizzalar; Krep; Bisküviler; Kekler; Peksimetler; Kızarmış ekmek; Çay bazlı içecekler; Kekler (plum-cakes); Tartlar; Şekerlemeler; Tatlandırıcı şuruplar; Gıdalar için şurup; Şekerleme; Hazırlanmış tatlılar (hamur işleri ve şekerlemeler); Atıştırmalık gıdalar ve tuzlu atıştırmalıklar, yani mısır, tahıl, un ve susam bazlı atıştırmalıklar; Krakerler; Makarna, pirinç ve tahıl bazlı yemekler; Fırın ürünleri; Şekerler, doğal tatlandırıcılar, tatlı kaplamalar ve dolgular, arı ürünleri.” mallarını kapsayan aşağıdaki ibarenin tescili talebiyle 3 Haziran 2021 tarihinde Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi (EUIPO)’ne başvuruda bulunmuştur:
Başvurunun ilanına İspanya’da faaliyet gösteren Bella Tawziaa II SLU tarafından itiraz edilmiştir. İtiraz gerekçesi olarak, 30.01.2015 tarihinde 13 237 268 kayıt numarası ile “30.sınıf: Kahve, çay, kakao ve yapay kahve; Pirinç; Tapyoğa ve sago; Ekmek; Buzlar; Şeker, bal, pekmez; Maya, kabartma tozu; Tuz; Hardal; Sirke, soslar (çeşniler); Baharatlar; Buz” malları kapsamında Avrupa Birliği nezdinde tescil edilmiş olan aşağıdaki AB markası (EUTM) öne sürülmüştür.
İtiraz, AB Marka Tüzüğü 8/1-b maddesine dayanmaktadır. Bilindiği üzere bu madde karıştırılma olasılığı durumundaki ret halini düzenlemektedir.
EUIPO İtiraz Birimi Değerlendirmesi:
Yayıma itirazı inceleyen EUIPO İtiraz Birimi tarafından, işaretin hitap ettiği ilgili tüketicinin AB genelindeki halk olduğu belirtilmiştir. Her iki işaretin de “aynı” olarak nitelendirilebilecek mallar kapsamında kullanılacağı kabul edilerek, bu malların niteliği göz önünde bulundurulduğunda, ilgili tüketicinin dikkat seviyesinin ise “en fazla ortalama” olabileceği ifade edilmiştir.
İşaretler arasındaki benzerlikle ilgili olarak itiraz gerekçesi marka ile başvuruya konu işaret görsel açıdan düşük derecede benzer, kavramsal açıdan ise orta derecede benzer bulunmuştur. İşitsel açıdan ise bir benzerlik olmadığına karar verilmiştir. Kavramsal açından belirlenen orta derecedeki benzerliğin nedeni olarak markaların her ikisinde de yer alan aslan figürleri gösterilmiştir. Görsel açıdan bulunan düşük derecede benzerlik sebebi ise, her iki markada yer alan “4011” sayı unsuru ile yine aslan figürleri olmuştur. Ancak aslanların konumları ve niteliklerindeki farklılıklar ile başvurulan markada “4011” sayısının diğer ibarelere nazaran ikincil konumda yer alıyor olması görsel benzerliğin “düşük” olarak nitelendirilmesine sebebiyet vermiştir. Öte yandan her iki işarette de benzer unsurlara ek olarak bulunan farklı karmaşık unsurlar öne sürülerek genel izlenimde farklı algılanacak ibareler olduklarının altı çizilmiştir.
Önceki markanın ayırt ediciliği ise normal olarak nitelendirilmiştir. Bu bağlamda malların aynı olduğu, ilgili tüketicinin dikkat seviyesinin en fazla ortalama olduğu varsayıldığında işaretler arasında karıştırılma ihtimalinin olamayacağına karar verilmiştir. Bu gerekçeyle yapılan itiraz, EUIPO İtiraz Birimi tarafından reddedilmiştir. Önceki marka sahibi bu defa ret kararına karşı itiraz etmiştir.
EUIPO Temyiz Kurulu Değerlendirmesi:
EUIPO Temyiz Kurulu, itiraz ve savunma gerekçeleri kapsamında itirazı inceleyerek aşağıdaki neticeye ulaşmıştır:
EUIPO Temyiz Kurulu, iki işaretin de kullanım kapsamında kalacak malları “aynı, yüksek derecede benzer ya da benzer” olarak nitelendirmiştir. Tescil kapsamında yer alan 30.sınıftaki malların günlük alışverişlerde üzerinde çok fazla düşünülmeden satın alınan ürünler olduğunu belirterek ilgili tüketicinin dikkat seviyesini ortalamanın altında olarak kabul etmiştir.
Başvuru sahibi “4011” sayısının çaylar kapsamında tanımlayıcı olduğunu ve dolayısıyla benzerlik değerlendirmesinde önemsenmemesi gerektiğini ileri sürmüş olsa da bu iddiasını destekler nitelikte argümanları dosyaya kazandıramadığından, Kurul bu iddiayı yeterli bulmamıştır. Bu ibareyi tanımlayıcı olarak algılayacak ilgili tüketicinin genel halk değil çay ithalatçıları, çay uzmanları ve sıkça yeşil çay satın alan veya tüketen tüketiciler olduğunun altını çizmiştir. Bu sebeple AB nezdindeki tüm tüketiciler tarafından “4011” ibaresinin tanımlayıcı olamayacağını ifade etmiştir.
İşaretler arası görsel benzerlik Temyiz Kurulunca da düşük olarak nitelendirilmiştir. Ancak İtiraz Biriminin aksine işitsel benzerlikle ilgili olarak tescili talep edilen markayı “AL ASSAD”ın yanı sıra “4011” olarak telaffuz edecek tüketicilerin de olabileceğinin altı çizilerek düşük seviyede işitsel benzerlik olduğu tespit edilmiştir. Kavramsal benzerlik hususu ise 3 farklı senaryoyla irdelenerek, en azından Avrupa Birliği’nde İngilizce ve Fransızca konuşan kamu ile Arapça bilen bir kesim için, ortalamanın üzerinde derecede kavramsal benzerlik olduğu kabul edilmiştir.
Önceki markanın ayırt ediciliğine yönelik ise itiraz sahibi tarafından herhangi bir ek bilgi belge sunulmadığından İtiraz Biriminin tespiti onaylanarak işaretin “normal düzeyde” ayırt edici olduğu kabul edilmiştir.
Bu çerçevede EUIPO Temyiz Kurulu, AB Tüzüğü’nün 8/1-b maddesi uyarınca ilgili tüketici nezdinde işaretler arasında karıştırılma ihtimali olduğu sonucuna vararak, itiraz edilen kararı iptal etmiş ve başvurunun reddedilmesine karar vermiştir. (Başvuru konusu markanın kayıtlarını ve Temyiz Kurulu kararını görmek için bu bağlantıyı kullanabilirsiniz.)
Genel Mahkeme Değerlendirmesi:
EUIPO Temyiz Kurulu’nun yayıma itirazı kabul edip, başvuruyu reddetmesi üzerine başvuru sahibi, kararı ABAD Genel Mahkemesi’ne taşıyarak söz konusu ret kararının 30.sınıf kapsamındaki “çaylar” açısından kısmi iptalini talep etmiştir. Genel Mahkeme, davayı 10 Temmuz 2024 tarih ve T‑541/23 sayılı kararı ile sonuçlandırmıştır. Bu bağlantıdan detayları görülebilecek kararın ana hatları ve gerekçeleri bu yazının kalan kısmında aktarılacaktır.
Genel Mahkeme, EUIPO Temyiz Kurulu tarafından yapılan ilgili tüketici ve ilgili tüketicinin dikkat seviyesi, tescili talep edilen malların aynı kabul edilmesine ilişkin tespitleri onamıştır.
Önceki markanın ayırt edici ve baskın yönlerine ilişkin ise Kurulun yalnızca “4011” sayı unsurunu değerlendirip “b552” ibaresini değerlendirme dışı tutarak hata yaptığını belirtmiştir.
Genel Mahkeme, ibarelerdeki “4011” sayı unsuru ve aslan figürlerinin ortak oluşunu kabul etse de bu ibarelerin işaretlerdeki şekil, boyut ve konum farklılıklarına dikkat çekmiştir. Önceki marka sahibi itiraza cevabında, markasını küp şeklinde çay paketi olarak kullandıklarını dolayısıyla markada yer alan aslan figürleri ile diğer ibarelerin ilgili tüketici nezdinde gözden kaçırılamayacak boyutta olduğunu ifade etmiştir. Ancak Genel Mahkeme karıştırılma ihtimalinde değerlendirilecek noktanın ilgili ibarenin tescil ediliş şekli olması gerektiği vurgusunu yaparak önceki markadaki aslan figürlerinin ilgili tüketici nezdinde göz ardı edilebilecek boyutta olduğunu kabul etmiştir.
Önceki markanın çay paketi olarak kullanım hali
Bunların yanı sıra başvurulan markada, özellikle ‘AL ASSAD’, ‘HBOUB’, ‘R3505’, ‘Chaara’ ve ‘Thé Vert De Chine’ gibi, işaretin genel algısında önemsiz olmayan kelime unsurları olduğu vurgusunu yaparak işaretin bu unsurlarla birlikte de önceki markadan farklı algılanacağını belirtmiştir. Ayrıca yalnızca önceki markada yer alan ‘b552’ unsurunun da görsel farklılık oluşturduğunu eklemiştir. Bunun yanı sıra iki işaretin en fazla, metal çerçevenin dekorasyonu ve renkler gibi ikincil unsurlar kapsamında benzerlik gösterdiğini ancak yine de bu unsurlarda dahi tam bir benzerlik bulunmadığını belirtmiştir.
Dolayısıyla Genel Mahkeme tarafından söz konusu markalarda örtüşen unsurlar ve aralarındaki farklılıklar ile önceki markadaki bazı unsurların algılanmasında yaşanan zorluklar dikkate alınarak, Temyiz Kurulu’nun söz konusu markalar arasındaki görsel benzerlik derecesinin düşük olduğu yönündeki bulguları onaylanmıştır.
Genel Mahkeme, başvuranın ‘4011’ unsurunun ilgili tüketicinin tamamı nezdinde ayırt edici olmadığını göstermekte başarısız olduğunun altını çizerek Temyiz Kurulu’nun ilgili tüketicinin belli bir kesimi tarafından bu ibare ile telaffuz edilebileceği yönündeki bulgularını onaylamıştır. Ancak, bu markanın ilgili kamu tarafından ‘b552’ unsuru ile de telaffuz edilebileceğini belirtmiştir. Ayrıca, başvurulan markanın ‘HBOUB’, ‘R3503’, ‘Chaara’ ve ‘Thé Vert De Chine’ gibi, o işaretin genel algısında önemli olan kelime unsurlarını da içerdiğini belirterek, ilgili tüketicilerin bu ek kelime unsurlarını telaffuz etme ihtimalinin dışlanamayacağını belirtmiştir.
Bu koşullar altında Genel Mahkeme, Temyiz Kurulunun düşük derecede fonetik benzerlik tespitini hatalı bulmuştur.
Genel Mahkeme söz konusu markaların her ikisinde de aslan temsilleri yer alsa da önceki markada tescil edildiği haliyle aslan tasvirinin boyutları nedeniyle algılanmasının çok zor olduğunu yinelemiştir. Ayrıca, ‘Grand Lion’ ve ‘لسبعا’ (aslan anlamına gelen Arapça terim) ifadelerinin yine boyutları sebebiyle ilgili tüketici nezdinde anlaşılamayacağını ifade etmiştir.
Bu nedenle Genel Mahkeme, EUIPO Temyiz Kurulu’nun bulgusunun aksine, söz konusu markaların kavramsal olarak düşük derecede benzer olduğu sonucuna varmıştır.
Belirtilen tüm hususları, karşılıklı etkileşim teorisi çerçevesinde birlikte değerlendiren Genel Mahkeme, düşük derecede görsel benzerlik, düşük derecede kavramsal benzerlik ve fonetik benzerliğin olmaması tespitlerini birlikte değerlendirdiğinde EUIPO Temyiz Kurulu’nun karıştırılma ihtimali bulunduğu sonucuna ulaşmada hata yaptığını belirterek; ilgili kamu seviyesinin ortalamadan daha düşük olduğu durumlarda bile karıştırılma olasılığının olamayacağını vurgulamıştır.
Sonuç:
İncelenen Genel Mahkeme kararından da görüleceği üzere birden fazla unsurdan oluşan figüratif markaların karşılaştırılmasında markaların genel izlenimlerinin dikkate alınması önem arz etmektedir. Karşılaştırılan işaretlerde aynı-benzer bazı niteliklerin yer alması yeterli görülmeyip bu ibarelerin işaretlerdeki konumu, boyutu ve diğer niteliklerinde de benzerlikler aranmaktadır.
Öte yandan Genel Mahkemenin bu kararında yapılan, malın ambalajının marka olarak tescil edildiği durumlarda değerlendirilecek noktanın ambalajın kullanım halindeki görünümünden ziyade tescil edildiği hali olduğunun vurgusu da önemlidir.
Marka sahipleri, sıklıkla kendi işaretlerindeki benzer figürlerin tescili talebi söz konusu olduğunda bu başvurulara itiraz etme eğilimi göstermektedirler. Ancak işaret benzerliği değerlendirmesinin işaretteki benzer ibarelerin cımbızlanarak değil ilgili tüketici nezdinde işaretlerin bırakacağı genel imaja dikkat edilerek yapılacağı unutulmamalıdır. Bu çerçevede markaların genel izlenim olarak birbirlerinden ayrıştırılmasında hangi hususlara dikkat edildiğini açıklayan Genel Mahkeme kararının okuyuculara faydalı olacağını düşünüyoruz.
5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserlerini Koruma Kanunu (FSEK) madde 27 “Koruma süresi eser sahibinin yaşadığı müddetçe ve ölümünden itibaren 70 yıl devam eder. (Ek cümle: 03/03/2001 – 4630/16. md.) Bu süre, eser sahibinin birden fazla olması durumunda, hayatta kalan son eser sahibinin ölümünden itibaren yetmiş yıl geçmekle son bulur” hükmünü amirdir.Bu süreden sonra eser kamu malı sayılmaktadır. Kamu malı haline gelen bir eser de aslına sadık kalınarak herkes tarafından serbestçe kullanılabilir ve çoğaltılabilir.
Kanun, bu konuda çok net ve açık “gibi” iken, madde yorumlamalarında neredeyse yasalaşmış bir kavram haline gelen “aslına sadık kalarak” ibaresinin üzerine, bir de Kanunların ülke dışı kullanımları eklenerek, gözümüze yasal bir tutarsızlık olarak görünen bir İtalyan Mahkeme kararını incelemek istedik.
Somut durumda, İtalya’nın başlıca devlet galerinden olan Gallerie dell’Accademia (Galeri) ve İtalyan Kültürel Miras Bakanı tarafından müştereken, oyuncak sektöründe faaliyet gösteren Alman Ravensburger AG, Ravensburger Verlag GmBH ve Ravensburger S.r.l. Şirketleri’ne (Ravensburger) karşı dava açılmıştır. Dava sonucu,Venedik Mahkemesi İkinci Dairesi tarafından, 24 Kasım 2022 tarihinde, 5317/2022 sayılı karar ile, İtalyan sanatçı Leonardo da Vinci tarafından 1490 yılında çizilmiş olan ikonik Vitruvius Adamı adlı eserin görüntüsünün kullanıldığı ve 2009 yılından bu yana satışı yapılan Ravensburger yapbozlarının satış ve pazarlamasının durdurulmasına hükmedilmiştir. Yani, kamu malı haline gelmiş bir eserin, ticari amaçlarla kullanılması yasaklanmış ve Ravensburger’in Mahkeme kararına uymakta geciktiği her gün için 1.500 Euro ceza ödemesine karar verilmiştir.
Bu kararda, yüzlerce yıl önce yapılmış olduğundan, telif hakkı süresinin dolduğu aşikar olan bir eserin herhangi bir ticari ürün üzerinde kullanılmadan önce, Galeri’nin izninin alınması gerektiği savunulmuştur. Zira, eser fiziken bu Galeri tarafından sergilenmekte ve bu sebeple Galeri, ticari kullanımda söz sahibi olduğunu iddia etmektedir. Ravensburger ise bu eserin kamu malı olduğunu savunarak, yapboz üretiminin ve satışının hukuka aykırı olmadığını iddia etmektedir.
Görüldüğü üzere kararda, asıl incelenmesi gerektiğini düşündüğüm “eserin aslına uygunluğu” konusu hiç ele alınmamış olmakla, sadece ve sadece eserin mülkiyet hakkı üzerinde durulmuştur.
İlk bakışta, bir telif hakkı ihlali gerekçesi ile açılmış gibi görünen bu davanın kalbinde, kamu malı haline gelen sanat eserlerinin ticarileştirilme/dijitalleştirilme niyetinin ülke üstü hukuki mesele olup olmadığı yatmaktadır.
Venedik Mahkemesi’nin aldığı kararın hukuki dayanağı İtalyan Kültürel Miras ve Peyzaj Kanunu (Kültürel Miras Kanunu) olduğu görülmektedir. Kanun’un 106. maddesi ve devamında, “kamu bölgesel organları veya kültürel kurumların, emaneten sahip oldukları kültürel varlıkların kullanımına ve çoğaltılmasına izin vermek için imtiyaz ücreti talep edebilecekleri ve her halükarda bu tür kullanımların söz konusu sanat eserlerinin kültürel amacıyla uyumlu olup olmadığını değerlendirebilecekleri” belirtilmektedir. Madde 108’e göre ise, bu ücretler, çoğaltma amaçlarına ve araçlarına bağlı olarak, kullanım sahibine sağlanan ekonomik faydalara göre hesaplanabilmektedir. Özetle, bu kanun, İtalya’daki kamu kurumlarına, telif hakkı statülerine bakılmaksızın ikonikleşmiş sanat eserlerinin ticari çoğaltılmaları için imtiyaz/telif ücreti talep etme ya da bunları tamamen yasaklama yetkisi vermektedir. Yani, bu dava, 22 Nisan 1941 tarihli ve 633 sayılı İtalyan Telif Hakları ve Komşu Hakların Korunması Hakkında Kanun’un (İtalyan Telif Kanunu) 25. maddesinde belirtilmiş olan “Bir eserin kullanım hakları, eser sahibinin yaşamı boyunca ve ölümünden sonraki yetmişinci takvim yılının sonuna kadar devam eder” hükmünü yok sayarak, İtalyan Kültürel Kanunu’na dayandırılmıştır. Bu sebepten, sübjektif olduğunu düşündüğüm bu karar, yasal bir tutarsızlık olarak içtihatlaşmaya mahkumdur.
Ayrıca, bu dava, İtalyan Kültürel Miras Kanunu’nun mahkeme sistemi aracılığıyla ülke dışında yürütülen faaliyetlere ilk kez uygulanmasıdır.
Kararda belirtildiği üzere, Galeri, 10 yıl süresince sessiz kalmış olmakla birlikte, 2019 yılında Ravensburger’e bir ihtarname göndermiş ve Vitruvius Adamı çiziminin görüntüsünü yapbozlarında kullanabilmesi için Kültürel Miras Kanunu uyarınca öngördükleri %10’luk telif ücretini ödemesini talep etmiştir.
İtalyan Mahkemesi, davalı Ravensburger tarafından yapılan ve Kültürel Miras Kanunu’nun sadece İtalya’daki faaliyetlere uygulanabileceği itirazı da dahil olmak üzere çeşitli itirazları reddetmiştir. Mahkeme, eser reprodüksiyonuna ilişkin oluşacak aksi bir durumun, Venedik’te bulunan asıl eserin imajını zedeleyeceğini ileri sürmüştür. Bir İtalyan Mahkemesi, İtalyan Kültürel Miras Kanunu’nu, İtalya dışındaki faaliyetlere, adeta bir uluslararası yasa imiş gibi uygulamıştır. Bunun gerekçesini de en basit hali ile bir imaj zedelenmesi olarak tanımlamıştır. Bu, günümüz koşullarında son derece paternalist ve aşırı korumacı bir tutumdur.
Kültürel miras alanında önemli bir merkez olan İtalya’nın bu zenginliğinin sebebi, koruma geleneğini düzenlemek için çalışılmış sofistike yasal ve kurumsal sistemlerinden de kaynaklanmaktadır. Ülkenin yürüttüğü kampanyaların özü kültürel varlıkların kaynak ülkeden başka pazar ülkelerine özellikle de İngiltere ve ABD’ye aktarılmasıyla ilgilidir.[1]
İtalya bu ve buna benzer davalarla kültürel mirasını yönetmeye çabalayadursun, dijital iletişim bağlamında kültürel miras yönetimi konularını ele alan Avrupa Birliği Komisyonu tam aksi yönde kararlara imza atmaktadır.
Bu bağlamda, Avrupa Komisyonu 2006 yılında ilk ve 2011 yılında ikinci Tavsiye Kararlarını yayımlayarak, Üye Devletleri kültürel mirasın dijitalleştirilmesi ve ağ oluşturulması projelerini teşvik etmek amacıyla düzenleyici sistemlerini gözden geçirmeye teşvik etmiştir.
İtalyan Mahkemesi ise, 2009 yılından bu yana üretim ve satışı devam eden bir ürünü, 2019 yılında birdenbire koruma altına almaya karar verilmesini olağan görerek, pek de objektif olmadığını düşündüğüm bu hükme varmıştır.
Bir Avrupa Birliği Direktifi olan, Dijital Tek Pazarda Telif Hakları Yönergesi (Directive on Copyright in the Digital Single Market) madde 14, kamu malı olan görsel sanat eserlerinin çoğaltılmasının, çoğaltma orijinal bir yaratıcı çalışma olmadığı sürece telif hakkı veya bağlantılı haklara tabi olamayacağını belirtmektedir. Mahkeme, İtalyan Telif Kanunu’nu görmezden geldiği gibi, AB Direktifine de aykırı bir karara varmıştır. Kamu malı eserlerin “aslına uygun” çoğaltımlarının aslına uygunluğunu incelemek yerine, Direktifin amacını da bir kenara koyarak, ulusal miras kanunlarına dayanmış ve 500 yıllık bir eser üzerinden münhasır hak talep etmiştir.
Böyle bir davanın konusunun, ancak ve ancak çoğaltılan eserin “aslına sadık kalınarak”, “orijinal amacına uygun” olup olmadığı üzerinde olması gerektiği kanaatindeyim. Bir Galerinin, yarım asırlık bir eseri fiziken sergilediği için, telif haklarının elinde olduğu iddiası ile imtiyaz haklarını dilediği gibi uygulamaya koyduğu bu kararı sübjektif ve yasal olarak tutarsız buluyorum.
Yazımı, daha ziyade FARO olarak bilinen, Avrupa Konseyi Kültürel Mirasın Toplum için Değeri Çerçeve Sözleşmesi’nin, “kültürel mirastan yararlanma ve zenginleşmesine katkıda bulunma” (Madde 4) ve ekonomik olduğu kadar siyasi, sosyal ve kültürel kalkınma süreçlerini teşvik etme (Madde 8) gibi bireysel ve kolektif hakları tanıyan ilkeleri, Kongre Kütüphanesi veya New York Halk Kütüphanesi, Getty Araştırma Enstitüsü, Rijksmuseum, İspanya Ulusal Kütüphanesi, Stockholm Ulusal Müzesi ve Danimarka Ulusal Galerisi gibi dünya çapında giderek artan sayıda kültür kurumuna ilham vermiş ve benimsenmiş olan şu slogan ile bitirmek isterim: “Bu sizin kültürel mirasınız. Onu kullanın!”[2]
Bilindiği üzere Sınai Mülkiyet Kanunu’nun (SMK) 9 ve 26’ncı maddeleri, tescilli bir markanın kullanılması gerekliliğini vurgulamakta olup, SMK’nın 9’uncu maddesi, kullanmama için haklı bir nedeni yoksa marka sahibinin tescil tarihinden itibaren beş yıl içinde markayı ciddi biçimde kullanmasını öngörmektedir. Kanunun 26’ncı madde hükmü ise, bu sürenin sonunda markanın kullanılmadığının tespiti halinde üçüncü kişilerin talebi üzerine markanın iptaline karar verilebileceğini düzenlemektedir. Bu hükümler, tescilli markaların ekonomik hayatta aktif olarak kullanılmasını teşvik ederken, kullanılmayan markaların ise iptal edilerek piyasada haksız rekabete yol açmasını önlemeyi amaçlamaktadır.
Ancak uygulamada, markanın kullanılmaması nedeniyle Türk Patent ve Marka Kurumu (TÜRKPATENT) veya Mahkemeler nezdinde iptal edilmesini bertaraf etmek veya aleyhe açılan davanın sonuçlarından kurtulmak amacıyla kötü niyetli marka başvuruları yapılmaktadır. Bu tür başvurular genel olarak “markanın yedeklenmesi” (repeat trademark, repeat application) olarak adlandırılmaktadır. Yakın zamanda verilen bir Yargıtay bozma ilamında da bu konu ele alınmıştır.
Karara konu olayda, İstanbul 2. Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesinin 2014/242 E., 2016/23 K. sayılı ilamı ile “BİRUNİ” (177751) ibareli markanın 41. sınıftaki bazı hizmetler yönünden kullanılmaması nedeniyle iptaline karar verilmesinden beş gün sonra, aynı esas unsurun farklı tali unsurlarla birlikte kullanılması suretiyle, iptale konu mal ve hizmetler bakımından yapılan yeni bir marka başvurusunun, başvuru sahibince markanın yedeklenmesi amacı güdüldüğü ve başvurunun kötü niyetli olduğu kabul edilmiştir.
Somut olayda başvuru sahibi tarafından TÜRKPATENT nezdinde, 2016/20794 sayılı ve “BİRUNİ AKADEMİ + Şekil” ibareli marka için 41. sınıfta yer alan “Eğitim ve öğretim hizmetleri. Sempozyum, konferans, kongre ve seminer düzenleme, idare hizmetleri. Spor, kültür ve eğlence hizmetleri (sinema, spor karşılaşmaları, tiyatro, müze, konser gibi kültür ve eğlence etkinlikleri için bilet sağlama hizmetleri dahil). Dergi, kitap, gazete vb. gibi yayınların basıma hazır hale getirilmesi, okuyucuya ulaştırılmasına ilişkin hizmetler (global iletişim ağları vasıtasıyla anılan hizmetlerin sağlanması da dahil).” hizmetleri yönünden bir başvuru yapılmıştır. Başvuruya ilişkin olarak, “BİRUNİ” esas unsurlu başkaca markalar mesnet gösterilerek yapılan itiraz, Yeniden İnceleme ve Değerlendirme Kurulu’nca (YİDK) “… 177751 sayılı marka hakkında devam eden hükümsüzlük davasının olası sonuçları ortadan kalkabileceğinden, başvurunun söz konusu davanın başvuru sahibi açısından olası menfi sonuçlarını bertaraf etmek amacıyla, kötü niyetle yapıldığı kanaatine varılmıştır” gerekçesiyle kabul edilmiş ve 2017-M-7975 sayılı YİDK kararı ile 2016/20794 sayılı marka başvurusu reddedilmiştir.
Akabinde başvuru sahibi tarafından Ankara 4. Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesinde dava açılmış, Mahkemece davacı tarafın “BİRUNİ” (177751) ibareli markanın iptali halinde, bu kararın sonucunu etkisiz kılmak amacıyla başvuruda bulunduğu, bu durumun Mahkeme kararların uygulanmasını önleyecek nitelikte olduğu ve asli unsurun aynı veya ayırt edilemeyecek derecede benzerinin marka olarak yeni bir başvuruya konu edilmesinin gerek 556 sayılı KHK’nın 35’inci, gerekse 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (4721 sayılı Kanun) 2’nci maddesi kapsamında iyi niyetli bir davranış olmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Söz konusu karara karşı istinaf kanun yoluna başvurulması neticesinde Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 20’inci Hukuk Dairesi, Türk Medeni Kanunu hükümleri uyarınca iyi niyetin asıl, kötü niyetin ise istisna olması nedeniyle davalının kötü niyetli olduğunun kanıtlanması gerektiği, marka hukukunda genel olarak kabul gören anlayışa göre, tescil yoluyla sağlanan marka korumasının amacına aykırı biçimde kötüye kullanılması yoluyla başkasının markasından haksız olarak yararlanmak veya gerçekte kullanılmayıp yedekleme, marka ticareti yapmak amacına ya da şantaja yönelik başvuru ve tescillerin kötü niyetli olarak kabul edildiği, buna göre sırf marka başvurusunun davalının kötü niyetli sayılmasına olanak tanımadığı, diğer yandan davacının önceki markası için kullanmama nedenine dayalı hükümsüzlük davasının açılmasının da bu durumu değiştirmeyeceği, davacının kötü niyetli olduğuna dair bir delilin de dosya kapsamında bulunmadığı gerekçesiyle istinaf başvurusunun kabulü ile ilk derece mahkemesi kararının kaldırılmasına karar vermiştir (Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 20. Hukuk Dairesinin 16/12/2021 tarih, 2020/507 Esas ve 2021/1608 Karar).
Kararın temyiz edilmesi üzerine Yargıtay, “Davacının önceki tarihli 177751 sayılı markası, münhasıran ” BİRUNİ” ibaresinden oluşmakta olup 41. sınıfta tescillidir. Davaya konu marka başvurusu ise “BİRUNİ AKADEMİ” ibaresinden ve şekil unsurundan oluşmakta olup başvuru, bu ibarenin 41. sınıfta yer alan hizmetlerde tescili için yapılmıştır. Davacının önceki tarihli markasıyla işbu davaya konu markanın esas unsurları aynı olduğu gibi başvuru, önceki marka hakkındaki davada kullanmama nedeniyle iptal edilen hizmetleri aynen içermektedir. Davacının, kullanmama nedeniyle iptal edilen markasında yer alan esas unsuru, karardan sadece beş gün sonra ve üstelik de kullanmama nedeniyle iptal edilen sınıflarda tescil ettirmek için yaptığı başvurunun, kullanmama nedeniyle aleyhine açılan davanın sonuçlarından kurtulmak, iptal kararının kesinleşmesi durumunda kararın uygulanmasını engellemek ve yedekleme amacı taşıdığı aşikar olup bu amaçlarla yapılan bir marka başvurusunun kötü niyetle yapıldığının kabulü gerekir.
İstanbul 2. Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesinin 177751 sayılı markanın kullanmama nedeniyle iptaline hükmettiği 2014/242 E., 2016/23 K. sayılı kararının, taraf vekillerince temyiz edildiği, Dairemizin 19.03.2018 tarih, 2016/8543 E., 2018/2067 K. sayılı kararıyla, davanın yasal dayanağını oluşturan 556 sayılı KHK’nın 14 üncü maddesinin Anayasa Mahkemesinin 06.01.2017 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 14.12.2016 tarih, 2016/148 E., 2016/189 K. sayılı kararı ile iptal edildiğine işaret edilerek hükmün bozulmasına karar verildiği, Mahkemece bozmaya uyularak, davanın konusuz kaldığından bahisle esas hakkında karar verilmesine yer olmadığına karar verildiği, hükmün henüz kesinleşmediği ve 177751 sayılı markanın halen ayakta olduğu anlaşılmaktadır. Ancak Anayasa Mahkemesinin iptal kararı sebebiyle davacının önceki tarihli markasının halen ayakta olmasının sonuca bir etkisi bulunmamakta, bu durum başlangıçta var olan kötü niyeti ortadan kaldırmamaktadır. Zira başvurunun yapıldığı tarih itibariyle 556 sayılı KHK’nın 14’üncü maddesi halen yürürlükte olup başvuru, yukarıda da ifade edildiği üzere iptal kararının olası menfi sonuçlarından kurtulmak amacıyla yapılmıştır.Başka bir deyişle, kullanmama nedeniyle iptal davasının davacının aleyhine sonuçlanmaması, davaya konu marka başvurusunun, kullanmama nedeniyle aleyhine açılan davanın sonuçlarından kurtulmak, iptal kararının kesinleşmesi durumunda kararın uygulanmasını engellemek ve yedekleme amacıyla yapıldığı gerçeğini değiştirmemektedir” gerekçeleri ile temyiz olunan Bölge Adliye Mahkemesi kararının bozulmasına karar vermiştir (Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin 05/02/2024 tarih, 2022/6161 Esas ve 2024/741 Karar). Bölge Adliye Mahkemesince de Yargıtay ilamına uyulmuş ve davanın reddine karar verilmiş olup yargılama süreci devam etmektedir.
Anılan karar kapsamında üzerinde durulması gereken bir diğer konu ise, Anayasa Mahkemesinin 14.12.2016 tarihli ve 2016/148 E., 2016/189 K. sayılı ilamı ile 556 sayılı KHK’nın 14’üncü maddesinin iptal edilmesine karşın, iptal kararının daha önceki tarihli bir marka başvurusunun kötü niyetle yapıldığı gerçeğini değiştirmeyeceği hususudur. Nitekim bu karar ile başvurunun yapıldığı tarih itibariyle kötü niyetin varlığı halinde, bunun esas alınacağı, sonraki tarihte gelişen hukuki ya da maddi olguların ve aynı doğrultuda anılan iptal kararının sonucunun davanın esasına etki etmeyeceği, yani kötü niyetin hiçbir şekilde korunmayacağı vurgulanmaktadır. Yargılama süreci ile ilgili olarak ise Bölge Adliye Mahkemesince de Yargıtay ilamına uyularak davanın reddine karar verilmiş ve yargılama süreci de devam etmektedir.
Yargıtay’ın vermiş olduğu bu kararın, somut olaydan bağımsız olarak belirlediği ilkelerle “markanın yedeklenmesi” konusuna ilişkin bakış açısını ortaya koyması adına son derece önemlidir. Nitekim bu içtihat “marka yedeklemesinin kötü niyet olduğu” hususunu vurgulayan “Monopoly” (22/07/2019, R 1849/2017-2) ve “Pelikan” (13/12/2012, T-136/11, Pelikan, EU: T:2012:689) gibi yabancı mahkeme kararları ile de uyumludur.
Anılan kararın, Türk marka hukukunda kötü niyetli olarak yedekleme amacıyla yapılan marka başvurularının engellenmesi ve marka haklarının kötüye kullanılmasının önlenmesi açısından önemli bir karar olduğu değerlendirilmekte ve marka haklarının kötüye kullanılmasının önlenmesi için ciddi bir iradenin ortaya konulduğunu göstermektedir. Bu karar, Türkiye’deki markaların kullanılmaması durumunda iptal edilebileceğini ve bu iptallerin olumsuz sonuçlarından da kaçınmak amacıyla yapılan başvuruların, somut olayın durumuna göre kötü niyetle yapılmış sayılabileceğine dair önemli bir karardır.
Mikroorganizmaların endüstriyel olarak üretilip kullanılması ile biyolojik materyal içeren buluşların, dolayısıyla patentlerin sayıları da her geçen gün artış göstermektedir. Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü (WIPO-World Intellectual Property Organization)’nün 2023 yılı verilerine göre biyoteknolojik buluşlar 2011-2021 yılları arasında ortalama %6.4 oranında artış göstermiştir.[1]
Biyolojik materyaller çoğunlukla ziraat ve tıpta kullanılıyor olsa da, günlük hayatımızda da maya, bakteri gibi küçük mikroorganizmalar sayesinde peynir, sirke ve şarap gibi birçok ürünü üretebilmekteyiz.
6769 Sınai Mülkiyet Kanunu (SMK) 2. maddesinde biyolojik materyal “Genetik bilgi içeren ve kendi kendine üreyebilen ya da bir biyolojik sistemde üretilebilen herhangi bir maddeye BİYOLOJİK MATERYAL denir.” diyerektanımlanmaktadır.
Yine SMK madde 92- (1)’de “Buluş, buluş konusunun ilgili olduğu teknik alanda uzman bir kişi tarafından buluşun uygulanabilmesini sağlayacak şekilde yeterince açık ve tam olarak patent başvurusunda, tarifname, istemler ve tarifnamede veya istemlerde atıf yapılan resimlerle açıklanır.” tanımı bulunmaktadır.
Buluşun net bir şekilde açıklanmış olması, patent verilebilmesi için şarttır. Ancak patent başvurusu biyolojik materyal, mikroorganizma kullanımını içeriyorsa; yazılı olarak açıklamak yeterli olmayacağından, yaşayan mikroorganizmanın ilgili uzman tarafından incelenebilmesi patentlenebilirlik için büyük önem taşımaktadır.
Bu durum SMK madde 92- (2)’de şu şekilde açıklığa kavuşturulmuştur:
“(2) Buluş, toplum tarafından erişilemeyen ve patent başvurusunda ilgili teknik alandaki uzman tarafından buluşun uygulanmasına yeterli olacak şekilde tanımlanamayan bir biyolojik materyalle ilgiliyse veya bu materyalin kullanımını içeriyorsa bu materyalin tevdi edilmesi hâlinde, buluşun birinci fıkraya uygun olarak açıklandığı kabul edilir.”
İlgili maddede belirtilen “materyalin tevdi edilmesi”, halka açık olmayan, mikroorganizma örneğinin Budapeşte Anlaşması uyarınca kabul edilen bir tevdi kuruluşuna (IDA – International Depositary Authority – Uluslararası Tevdi Kurumu) teslim edilmesi gerektiğini belirtmektedir.
Budapeşte Anlaşması nedir?
Budapeşte Anlaşması, 28 Nisan 1977’de Budapeşte’de yapılmış. 26 Eylül 1980’da revize edilmiştir. Türkiye’de ise anlaşma, 1998 yılında onaylamış ve yürürlüğe girmiştir. Budapeşte Anlaşması, Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü (WIPO) ve Avrupa Patent Ofisi (EPO) tarafından da kabul edilen ve biyolojik materyal içeren patent başvurularında tevdi uygulamasını düzenleyen uluslararası bir anlaşmadır. Bu anlaşma ile biyolojik materyallerin güvenli ve standart bir şekilde depozito olarak saklanması, paylaşılması amaçlanmıştır.
25 Nisan 2024 itibariyle 50 adet Uluslararası Tevdi Kuruluşu vardır. Tevdi Kuruluşlarına ilişkin güncel bilgilere (Tevdi kuruluşu ünvanları, bulundukları ülkeler ve kabul ettikleri materyal türlerine) https://www.wipo.int/budapest/en/idadb/index.jsp bağlantısından ulaşılabilmektedir.
Biyolojik materyallerin IDA’ya tevdi edilmesi her bir mikroorganizmanın anlaşmada öngörülen prosedürlerce saklanması, talep edildiğinde sağlanması; tek tip bir sistem üzerinden ilerlendiği için mikroorganizmaların güvenliğini arttırmaktadır. Ayrıca başvuru yapılacak ülkelere ayrı ayrı mikroorganizma örneği sunulmasındansa tek bir sistem üzerinden ilerlenmesi başvuru sahibine maliyet avantajı da sağlamaktadır.
IDA, bir numune alındığında başvuru sahibinden numuneye ilişkin formlar doldurmasını talep edecektir. Bu formlar, başvurulan IDA’ya göre değişiklik göstermektedir. IDA tarafından, bu bilgiler ışığında alınan biyolojik materyalin yaşayabilirliği ve saflığı kontrol edilir. Kontrol süresi biyolojik materyalin türüne, mikroorganizma türüne bağlı olarak değişiklik göstermektedir. Ardından IDA tarafından tevdi makbuzu ve yaşayabilirlik beyanına ilişkin form (BP/4 ve BP/9) düzenlenir. Bu bilgilere tarifname içerisinde atıfta bulunulmalıdır. İlgili formların resmi kurumlarca talep edilmesi durumunda, başvuru sahibi ilgili belgeleri sağlamakla yükümlüdür.
2001 yılından itibaren biyolojik materyallerin başvuru sahibi dışında bir kişi tarafından tevdi edilmesi kabul edilmektedir. Başvuru sahibi bu gibi durumlarda tevdi eden kişinin adını ve adres bilgilerini başvuruda belirtmelidir. Uluslararası başvurularda ilgili kuruma (EPO/WIPO’ya) tevdi eden kişiye ilişkin bilgileri belirten bir beyan sunmalıdır. Aynı şekilde tevdi sahibi başvuru sahibine, tevdi ettiği biyolojik materyale başvuru içerisinde atıfta bulunma ve biyolojik materyali kamuya açıklama izni verdiğine dair bir beyanda bulunmalıdır. İlgili beyanlar uluslararası patent ofislerine başvuru tarihinden (varsa rüçhan tarihinden) itibaren 16 ay içerisinde sunulmalıdır (Rule 31(1)(d) EPC).
Patent başvurusuna konu olan biyolojik materyaller, patent başvuru tarihinden itibaren koruma süresince ulaşılabilir olmalıdır. Eğer bir numune artık tevdi kurumunda mevcut değilse, yeni bir tevdi işlemi gerçekleştirilmelidir. Tevdi kurumu tarafından yapılan bildirime istinaden 3 ay içinde veya patent bülteninde, kullanılamadığının yayınlanmasından itibaren 3 ay içinde yeni numune tevdi edilmelidir. Yeni numune, yeni verilen numune ve orijinal numunenin aynı olduğuna dair imzalı beyan ile tevdi kurumuna teslim edilmelidir. Yeni numune bilgilerini içerecek şekilde tarifname değiştirilmelidir.[2]
Eğer başvuru yapılmış ise yeni tevdi bilgileri, tevdi tarihinden itibaren 4 ay içinde patent başvuru numarası belirtilerek resmi patent ofisine iletilmelidir (Rule 34 EPC).
Başvuru sahibi EPO ve bazı ulusal ofislerde ilgili numuneye erişimin bir uzman ile sınırlanmasını talep edebilmektedir. Başvuru sahiplerinin böyle bir isteği olması durumunda koruma talep edilen ülkelerin ulusal mevzuatlarının gözden geçirilmesi faydalı olacaktır.
Biyolojik materyallerin IDA’ya tevdii, başvuru öncesinde veya en geç başvuru tarihinde yapılmalıdır. Aksi takdirde patent başvurusu, buluşun yeterince açıklanmaması nedeniyle reddedebilir.
Uluslararası patent başvurularında başvuru sahibi tevdi edilen biyolojik materyale ilişkin;
Tevdi kurumunun adı,
Erişim numarası
Tevdi tarihi
bilgilerine tarifname içerisinde atıfta bulunarak mutlaka yer vermelidir.
Ek olarak PCT başvurularında ilgili bilgiler aşağıdaki tarihlerden hangisi önce son buluyorsa, o tarihte;
Varsa rüçhan tarihinden itibaren (yoksa başvuru tarihinden itibaren) 16 ay içinde,
Erken yayım talebi var ise yayım tarihinden önce veya
3. kişilerce başvurunun incelenmesinin talep edilmesinden itibaren 1 ay içinde
WIPO’ya sunulmalıdır.
Eğer başvuru sahibi 16 ay içerisinde ilgili bilgileri uluslararası patent ofisine iletmemiş ise ve tevdi bilgileri başvuru yayınından önce alınmışsa, tevdi bilgileri başvuru ile birlikte yayımlanır. Şayet ilgili hususlar teknik yayın tamamlandıktan sonra alınmışsa bilgilerin alınma tarihi ve yukarıda belirtilen bilgiler belirlenen ofislere resmi kurum tarafından bildirilir. (WIPO – Rule 13bis, Rule 31(2)(a) EPC.)
Patent başvurularında prosedürel süreçlerin takibi başvurunun devamlılığı için kritik önem taşımaktadır. Biyolojik materyal içeren başvurularda, bu süreçlere eklenen yeni prosedürler olması sebebiyle dikkat edilmesi gereken yeni hususlar ortaya çıkmaktadır. Başvuru öncesinde buluşun açıklığının dikkatlice değerlendirilerek başvurudan en az birkaç ay önce biyolojik materyalin tevdi edilmesi ve resmi kurumlara ilgili bilgilerin bildirilmesi başvurunun reddedilmemesi için önemli adımlardır.
UYARI: Bu yazıdaki değerlendirmeler yazarın kişisel görüşlerini yansıtır ve hiçbir şekilde TÜRKPATENT’in resmi görüşünü temsil etmez.
Giriş
Bilim ve teknolojide çok sayıda başarılı insanımız ve şirketimiz var. Cumhuriyetin 100. Yılında 100 Türk Patenti [i], Türk Triadik patentler [ii] , Dünya Çapında En Çok Patente Sahip Türk Mucitler[iii], Dünya Çapında En Çok Patente Sahip Türk Kadın Mucitler[iv] başlıklı önceki yazılarımda örneklerle bunu göstermeye çalıştım. Ancak bilim ve teknolojiye yön veren bir ülke olabilmek için önümüzde çok yol olduğunu da biliyoruz.
Ülkemizde son yıllarda teşvikler, yarışmalar, seminerler, eğitimler yoluyla toplumun patent konusunda bilgilenmesinde büyük ilerleme kaydedildi ve patent başvuru sayılarında ciddi artış yaşandı. Sırada ise patent kalitesinin artması var. Ülkemizin dünya sıralamasında nicelik olarak öne çıktığı gibi nitelik olarak da en yukarılarda olmasını sağlamalıyız. Patent açısından bize düşen ülke olarak daha kaliteli patentler üreterek ülkemize değer kazandırmak olmalıdır. Peki patent kalitesini nasıl arttırabiliriz?
Bir ülkede patent kalitesini etkileyen temel faktörler üç ana başlık altında toplanabilir:
Patent Ofisinin araştırma-inceleme ve değerlendirme kalitesi
Verilen teşvikler ve alınan ücretler
Mahkemelerin değerlendirme kalitesi
Bu sayılanlar dışında patent kalitesini etkileyen başka faktörler olsa da bu yazıda çoğunlukla birinci faktör üzerinden patent kalitesi değerlendirilecektir. Örnek olarak son zamanlarda gündem olan Avrupa Patent Ofisi’ndeki (EPO) kalite sorunları tartışılacaktır. TÜRKPATENT’in değerlendirmesini en iyi yapacak olanlar onun paydaşları olduğundan bu değerlendirmeyi onlara bırakıyorum.
Patent Kalitesi ve Önemi
Patentler bir ülkenin inovasyon gücünün bir ölçütüdür. Rakamların bize söyleyemediği şey ise, bu patentlerin gelecekte ilaç, elektronik, mühendislik sistemleri veya diğer yeni ürünlerin piyasaya sürülmesi için ne kadar önemli olacağıdır.[v]
Patent kalitesi birçok farklı paydaş tarafından kullanılan ancak kolay tanımlanamayan bir kavramdır. Bu konuda çeşitli bakış açıları vardır:
– Patent ofisleri patent kalitesini genellikle standart ve zamanında sonuçlanan patent araştırma ve inceleme prosedürleri açısından düşünürler.
– Şirketler, hedeflenen fikri mülkiyet stratejilerini desteklemek için amaca uygunluğa odaklanan, kendilerine özgü bir patent kalitesi anlayışına sahiptir.
– Fikri mülkiyet kullanıcıları ise patent kalitesini, patent sistemi tarafından üretilen olumlu ekonomik sonuçlar kümesi olarak anlayabilir.
Bir ülkede verilen patentlerin kalitesi düştüğünde, patent almaması gereken çok sayıda patent piyasayı olumsuz etkilemeye başlar. İnsanlar zamanla üretime ve yeni icatlar yapmaya odaklanmak yerine bülten takip etmek, itiraz etmek, mahkemeye vermek ve mahkemeye verilmekle uğraşırlar.
Kaliteli mi Değerli mi?
Kaliteli patentler genellikle, yasal olarak uygulatılabilir (enforceable), lisanslanabilir veya başka bir şekilde itibarı olan geçerli patentlerdir. Kaliteli patentlerden oluşan bir ekosisteme ulaşmak için, tam ve kapsamlı önceki teknik araştırmasının yanı sıra patent ofisleri tarafından yenilik ve buluş basamağına ilişkin tam ve kapsamlı inceleme yapılmasına ihtiyaç vardır.[vi]
Bazen, patent kalitesi ile patentin değeri birbirine karıştırılabilir. Ancak bir patentin değeri ile kalitesi aynı şey değildir. Patent sisteminin kaliteli patentler üretmesi ve buna teşvik etmesi gerekir. Aksi halde “aşırı geniş” koruma kapsamına sahip patentler patent sisteminin kötü işlemesine neden olabilir. Bu tür patentler bu halleriyle değerli görülebilirler ancak kaliteli bir patent oldukları söylenemez. Benzer şekilde, çok dar tanımlanmış patentler kaliteli bir inceleme safhasından geçerek belge olmuş olsa da daha az değerli olma eğiliminde olabilir.[vii] Kaliteli bir patent, istemlerinde açıklık sorunu olmayan, tarifnamesi yeterli, patentlenebilirlik kriterleri iyi değerlendirilmiş bir patenttir. Değerli patentler ise piyasada karşılığı olan ve ticari başarı kazanan, başkalarına karşı uygulanmak suretiyle avantaj sağlayan patentlerdir. Hem kaliteli hem de değerli patentler en çok istenen patent türüdür.
Peki her değerli patent iyi midir? Sisteme zararı olabilir mi? Kökeni A.B.D.’de 35 U.S.C. § 102’ye dayanan ‘102 blocking’ (yenilik engelleyici) kavramı, bir patentin ortaya koyduğu yenilik sayesinde gelecekteki patentleri engelleme yeteneğini ifade eder. Bir yandan bu, bir patentin yenilikçiliğinin ve gücünün bir işaretidir – kendi alanında öncü olduğunun açık bir göstergesidir. Genellikle tanınmayı ve saygıyı hak eden çığır açan bir buluşun işareti olarak görülür.
Ancak, madalyonun diğer yüzü bazı karmaşıklıkları ortaya çıkarmaktadır. Kalitenin bir ölçütü olarak yalnızca “yenilik engelleyici”liğe güvenmek yanıltıcı olabilir. Bu tür her patent ticari başarı veya önemli teknolojik ilerleme ile sonuçlanmaz. Hatta bazıları aşırı geniş veya muğlak istemler yaratarak inovasyonu tıkayabilir ve belirli alanlardaki ilerlemeyi engelleyebilir. Dahası, bu kriter farklı sektörler ve teknolojiler arasında önemli ölçüde değişiklik gösterebilir. Biyoteknoloji alanında “yenilik engelleyici” olarak kabul edilen bir kriter, yazılım patentlerinde aynı ağırlığa sahip olmayabilir.
Bilinen tekniğin üzerine çıkacak buluşlar ortaya koyabilmek için mevcut tekniği iyi bilmek önemlidir. Geçmişte Japonya, yakın tarihte Güney Kore ve Çin önce taklit ederek mevcut tekniği iyice özümsemişler, ardından mevcut tekniğin üzerine çıkacak buluşlar ortaya koymaya başlamışlardır.
Ülkemizde son yıllarda patent başvuru sayılarının arttırılması için pek çok şey denendi. Teşvikler, yarışmalar, eğitimler, okullarda teknoloji tasarım dersleri vb. ile patent/buluş yapma bilinci tabana yayılmaya çalışıldı. Bütün bunlar elbette çok sevindirici ancak maalesef yeterli değil, zira daha temel sorunlarımız var.
PISA (Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı) OECD tarafından üçer yıllık dönemler hâlinde, 15 yaş grubundaki öğrencilerin kazanmış oldukları bilgi ve becerileri değerlendiren bir araştırmadır.[x] Türkiye’de uzun zamandır okullarda PISA testleri yapılmakta ve elde edilen sonuçlara göre ülkemiz okuduğunu anlama, problem çözme, matematik ve fen bilgisi konularında maalesef son sıralarda yer almaktadır.[xi] Bahsi geçen alanlar tam da bir mucidin icat yapması için gereken özelliklerdir. PISA sonuçlarında yüksek sıralarda bulunan ülkelerle Global Innovation Index sıralamasında en yüksekte bulunan ülkelerin aynı ülkeler olması şaşırtıcı değildir. Bu alanlarda diğer ülkelerden geride kalınmasının buluş kalitesine doğrudan etki edeceği aşikârdır. Bu düzelmeden teknolojik açıdan gelişmiş bir ülke olmak mümkün olmayacaktır.
Eğitim sistemimizin problemleri bu yazının konusunu aşar, zaten ben bu konuda uzman da değilim. Ancak bu yazıda eğitimden bahsetmemin sebebi, bazı şeyler çözülmeden ne yaparsak yapalım istediğimiz hedeflere ulaşamayacağımızı vurgulamak içindir. Su tesisatında tıkanıklığa neden olan sorunu çözmek yerine musluğu yenileyerek suyun daha gür akmasını bekleyemeyiz. Benim bu yazıda patent ile ilgili önerilerim ancak musluğu nasıl yenileyeceğimiz üzerine maalesef.
Elbette ülkemizde çok başarılı insanlar yetişiyor ama maalesef bunlar oransal olarak çok az ve çoğunlukla kişisel çabalarla başarı kazanabiliyorlar. Eğitim sistemi yetersiz olduğundan bu başarılar genele yayılıp bir bilgi ekosistemine dönüşemiyor. Yetişen başarılı insanlarımız da yeterli destek ve imkânı bulamadığı için yurtdışına gidiyor. Daha önce yayınladığım dünyada en çok patente sahip Türk mucitler listelerini inceleyenler fark etmiştir ki listelerdeki mucitlerin çok azı (%9) Türkiye’de çalışmaktadır.[xii] Dünyanın ileri gelen teknoloji ülkelerinden biri olmak istiyorsak varımızı yoğumuzu eğitime (okul öncesinden itibaren) adamaktan başka şansımız olmadığına inanıyorum. Çocuklarımızı eleştirel düşünme, iş birliği, zihinsel esneklik, inisiyatif alma, iletişim ve bilgiyi işleme becerilerini kazanacak şekilde eğitmeliyiz ki[xiii] farklı bakış açıları geliştirerek yeni icatlar ortaya koysunlar.
Patent Kalitesini Etkileyen Faktörler
Bir patentin kalitesini tespit etmeye yarayan bazı göstergeler şunlardır[xiv]:
Süreçle ilgili göstergeler: patent ailesi, diğer ülkelerdeki aile üyelerinin belge alıp almaması, ulusal ve uluslararası alanda patent alıp almaması, patente itiraz edilmiş olup olmaması, hızlandırılmış inceleme talep edilmiş olup olmaması
Patentin metni ile ilgili göstergeler: istem sayısı, istem kategorileri
Bir patentin değeri tespit edilirken ise, koruma değeri, transfer (devir) değeri ve stratejik değeri vb. göz önüne alınır. Değerleme maliyet, gelir veya pazar yaklaşımına göre yapılabilir.[xv]
Patent kalitesi, çeşitli vasıtalardan etkilenen karmaşık bir konudur. Bu vasıtalar üç ana kategoriye ayrılabilir: Mevzuat, mahkemeler ve patent alma süreci.
Mevzuat, patent sisteminde büyük değişiklikler yapma kabiliyetine sahip olduğu için bu vasıtaların en güçlüsüdür. Örneğin, bir ülkenin Meclisi neyin patent koruması için uygun olup olmadığını tanımlama ve Patent Temyiz Kurulu gibi kurumlar oluşturma yetkisine sahiptir.
Mahkemeler de yasayı yorumlamaktan ve patent sistemindeki belirsizliği etkileyebilecek kararlar almaktan sorumlu oldukları için patent kalitesinin şekillendirilmesinde önemli role sahiptir.
Patent alma süreci ise, patent başvurularının Patent Ofisi tarafından incelenmesinin yanı sıra patent uzmanları ve başvuru sahipleri için mevcut olan teşvikleri ve kaynakları da içerir. Bu kategorideki politika vasıtaları arasında Patent Ofisine kaynak tahsisi, patent uzmanlarının yasayı doğru bir şekilde uygulamaları için teşvikler ve patent araştırma sürecini iyileştirmek için yeni teknolojilerin kullanılması yer alabilir. Patent kalitesi için sıklıkla göz ardı edilen bir politika vasıtası ise patent ücretlerinin kullanılmasıdır. Uygun ücretler belirleyerek, başvuru sahiplerini daha yüksek kalitede bilgi sağlamaya teşvik etmek ve düşük kaliteli patent başvurularının yapılmasını caydırmak mümkün olabilir. Ancak günümüzde ülkeler daha çok başvuru yapma yarışına girdiği için, bunun tersine, başvuru yapmayı kolaylaştırmak ve daha ucuz hale getirmenin ve teşvik etmenin yollarını aramaktadır.
Genel olarak, patent kalitesinin iyileştirilmesi, mevcut çeşitli politika vasıtalarının dikkatli bir şekilde incelenmesini ve patent sisteminin karşılaştığı belirli zorlukları ele almak için hedeflenen stratejilerin geliştirilmesini gerektirir.[xvi]
Şimdi patent kalitesini etkileyen en önemli faktörleri detaylandıralım.
Patent Ofisinin araştırma-inceleme ve değerlendirme kalitesi
Bir patent ofisinin temel görevi araştırma-inceleme sürecinin kaliteli ve sorunsuz bir şekilde işlemesini sağlamaktır. Başvuru sayısını arttırmak, ülkenin buluş yapma kapasitesini arttırmak bir patent ofisinin tek başına gerçekleştirebileceği hedefler değildir.
Bu nedenle, bu bölümde bir patent ofisinin temel görevi olan araştırma-inceleme sürecinin patent kalitesi üzerine etkileri irdelenecektir. Bir patent ofisinde kalite nasıl sağlanır, nasıl kaybedilir bunları canlı bir örnekle, Avrupa Patent Ofisi (EPO) üzerinden göstermeye çalışacağım.
Patent Ofisleri gerçekleştirilen buluşun kalitesine doğrudan etki edemese de verilen patent belgelerinin kalitesini belirleyebilir. Daha kaliteli araştırma/inceleme raporları düzenlenmesi verilen patent kalitesini doğrudan etkileyecektir. Bu aynı zamanda başvuru sahibinin buluşuyla ilgili doğru karar vermesine de yardımcı olacaktır.
Patent ofisinin yüksek kalitede iş yapması, Mahkemelere düşen iş yükünü azaltacak ve yargı sürecini de kısaltacaktır.
Son birkaç yıla kadar dünyanın en kaliteli raporlarını düzenleyen patent ofisleri sorulsa, pek çok paydaş neredeyse tereddütsüzce EPO’yu bu ofisler arasında gösterirdi. Ancak son yıllarda EPO’da rapor kalitelerinde ciddi düşüş olduğuna yönelik bulgular pek çok paydaş (EPO uzmanları, patent vekilleri ve başvuru sahipleri) tarafından sıklıkla dile getiriliyor. Buna rağmen EPO üst yönetiminin bütün bu itirazları reddettiği, ancak aksini ispatlayacak ya da kendilerini destekleyecek herhangi bir veri ya da argüman da ortaya koymadığı görülmektedir. EPO’nun her defasında en yüksek kalitede ürün ve hizmet sunduğunu iddia etmesine rağmen son yıllarda iç işleyişindeki değişikliklerin nedenlerini ve sonuçlarını tartışmaktan kaçındığı söyleniyor.[xvii] EPO, kullanıcı memnuniyeti anketlerinin hala olumlu olduğunu iddia etmeye devam ediyor (bu anketlerin ya cevabı zaten bilinen sorular olduğu ya da kişiye yanlış cevap verme seçeneği sunmayan sorular olduğu iddia ediliyor), ancak gerçek sorunlar asla cevaplanmıyor. EPO’nun verdiği cevaplarda, dile getirilen endişelere hiç değinilmezken bu problemler ele alınıyormuş gibi yapılıyor ve verilen cevaplar sorulan sorularla örtüşmüyor. Karşı tarafça dile getirilen hususu yanlış nitelendirmek ve böylece alakasız (ya da anlamsız) açıklamalar dile getirilen endişelere cevap veriyormuş gibi sunuluyor. Yine sunulan istatistiklerin detaylarına yer verilmediği için sağlıklı bir çıkarım yapılamıyor.[xviii] Örneğin patent belge verme hazırlığına ayrılan sürenin % 230 arttığı söyleniyor ama bunu destekleyen bir veri bulunmuyor.
Bazen ofisler verilere farklı kriterler uygulayarak istatistiklerin amaçlarına uygun şekilde yorumlanmasını sağlayabilmektedir ancak günümüzde artık patent sisteminin paydaşları ortaya konan verileri kendi bünyelerinde sağlıklı bir şekilde de değerlendiriyorlar. Tabi ki ofisin detaylı istatistikleri sunduğunu ve yıllık bir faaliyet raporu olduğunu varsayıyoruz.
Bunun yanı sıra alınan kararlarla ilgili şeffaflık da önemli bir etken. Eğer patent ofisi aldığı kararları kamuya açmazsa, kamuyu bilgilendirme görevini yeterince gerçekleştirmiş olamaz.
EPO’daki kalite düşüşü Türk patent vekillerinin de gözünden kaçmamış, özellikle EPO nezdinde başvuru yapan vekiller tarafından çeşitli mecralarda bu konudaki tedirginlik konuşulmaya başlanmıştır.[xix]
EPO’da son yıllardaki değişiklikleri aşağıdaki gibi özetleyebiliriz[xx]:
– Bekleyen İş Yükünde Artış: EPO’da 2018-2022 arası dönemde, bekleyen patent başvurularında %7,54’lük bir artış olmuştur. İş yükünün artmasından dolayı daha fazla sayıda patent uzmanına ihtiyaç duyulduğu anlaşılmaktadır.
– Patent uzmanı sayısında azalma: EPO’da 2018-2022 arası dönemde patent uzmanlarının sayısı %7 oranında azalmıştır. Bekleyen başvurulardaki artışa rağmen, uzman sayısında düşüş olması inceleme kalitesinin sürdürülmesindeki potansiyel zorluklara işaret etmektedir.
– Karar Verme Süresinde Azalma: EP başvuruları için karar verme süresi 2019’dan 2022’ye kadar yaklaşık %10 azaltılmıştır, bu da daha hızlı, belki de daha az kapsamlı bir inceleme sürecine işaret etmektedir. EPO istatistiklerinde bir başvurunun patent belgesi alma süresi başvuru tarihinden itibaren hesaplanmayıp süreç parçalara ayrılarak tanımlanmaktadır. Patent belge alma süresi inceleme talebinden patent verme kararına kadar geçen süre olarak tanımlanmaktadır. Böylece süreç daha kısa gösterilmektedir. Üstelik belge olmayan başvuruların süreleri bu istatistiğe dahil edilmemektedir. Oysa başvuru tarihinden patent verme kararı tarihine kadar olan sürenin son beş yıllık ortalaması 53,9 ay (4,5 yıl) olmaktadır. Bu sürenin son dört yılda 5,3 ay azaldığı görülmektedir.[xxi]
– Azalan Bildirimler: Verilen EP patent başvurularının önemli bir kısmı (2022’de %48) hiç EPC m.94(3) Bildirimi almamıştır (olumlu raporla doğrudan patent kararı verilmiş). Bu da incelemenin derinliği hakkında soru işaretleri yaratmaktadır.
Aşağıdaki grafikten de görüleceği üzere patent belgelerinin %50’si doğrudan olumlu rapor düzenlenerek belge olmuştur. Patent başvurularının ortalama %68.2’sinin belge olduğu göz önüne alındığında, tüm başvuruların %34.1’ine herhangi bir bildirim yapılmaksızın doğrudan olumlu inceleme raporuyla patent verilmesi kararı alındığı görülmektedir.
– Bir Kalite Göstergesi Olarak İtiraz Sonuçları: Başarılı itirazların yüksek oranı (%76), EPO tarafından verilen patentlerin birçoğunun belge sonrası itirazlara dayanamadığını ve itirazların sadece %24’ünde patentin verildiği gibi kaldığını göstermektedir.
Burada itiraz oranı çok yüksek görülse de, itiraz sayısının belge sayısına oranının 2021’de %2.45 olduğu göz önüne alındığında, %76’lık itiraz kabul oranı tüm belgelerin %1,86’sının o yıl hükümsüz kılındığını göstermektedir. Bu da yıllık yaklaşık 2000 patentin hükümsüz kılındığı anlamına gelmektedir.[xxii]
İtiraz süreci hem çok masraflı hem de uzun olduğu için itiraz sahipleri yalnızca gerçekten karşılığı alınacak durumlarda itirazda bulunuyorlar. İtiraz oranlarının oldukça düşük olmasının bir nedeni de buna bağlanabilir. İtirazın daha kolay yapılabilmesi durumunda daha fazla itiraz ve daha fazla hükümsüzlük söz konusu olabilir.
Bir şeyin daha verimli olması, her zaman daha iyi olduğu anlamına gelmez.
EPO, ‘kalite taahhüdü’nün üç temel dayanağı olduğunu ifade ediyor: yüksek eğitimli ve deneyimli uzmanların inceleme yapması, en yeni araştırma inceleme araçlarının kullanılması ve paydaşlardan geri bildirim toplamak için çeşitli yolların kullanılması. Ayrıca EPO Kasım 2023’ten bu yana artık İnceleme Bölümündeki üç uzmanın da başvuruların araştırma aşamasında sürekli olarak yer aldığını belirtmiştir.[xxiii] Ancak bunun nasıl yapılacağı ya da uzmanlara bunun için ekstra bir süre verilip verilmeyeceği belirsizdir.
EPO’nun ‘kalite taahhüdü’ aslında kaliteyi tanımlamıyor. Amacın ‘yüksek kaliteli patentler ve hizmetler’ sunmak olduğunu söylüyor ve EPO’nun bunu başarmak için izlediğini söylediği bir sürü önlemin ana hatlarını çiziyor. Bu konuda yanlış bir şey yok. Açıkçası havalı sözler iyi ve rahat hissettiriyor, ancak parmakların arasından kayıp gidiyor ve günlük uygulamada bunların ne anlama geldiğini gerçekten söyleyemiyor. “En üst düzeyde yasal kesinlik ve öngörülebilirliğin” nasıl sağlandığı detaylandırılmıyor.[xxiv]
EPO kalite göstergelerinde[xxv] veya EPO Patent Kalite Tüzüğündeki[xxvi] ortak temanın şunlar olduğu görülmektedir: verimlilik, zamanındalık ve üretkenlik. Bunların hepsi, iyi işleyen bir patent ofisinin başvuru sahipleri tarafından beklenebilecek, patent belge verme sürecinin şekli yönleri veya operasyonel mükemmellik yönleridir. Ancak bunlar içeriğe veya kapsamlı esasa yönelik araştırmalara veya incelemelere yönelik değildir.
Tüm tedbirler, hız ve zamanlılık da dahil olmak üzere iç süreçlerin ve bunların etkinliğinin iyileştirilmesine çok fazla odaklanmıştır. Bu durumun verilen patentlerin gerçek kalitesini arttırdığı söylenemez.[xxvii] “Bütüncül Yaklaşım” (holistic approach) gibi anlamsız moda sözcükler kullanılarak sorunlar yanlış yansıtılmakta, performans değerlendirmesi ve kariyer ilerlemesi amacıyla gün/ürün bazında katı verimlilik hedeflerinin varlığı gizlenmektedir.[xxviii]
2023 tarihli EPO’daki bazı iç yazışmalarda Direktörler tarafından patentin açıklığının[xxix] esas bir öncelik olmadığının ve buluş basamağının derinlemesine incelenmesine gerek olmadığının ifade edildiğine dair gazete haberleri çıktı.[xxx] Bunun üzerine bazı EPO patent vekilleri bu konuda birtakım veriler topladı ve Ocak 2023 ve Mart 2023 tarihli iç yazışmaları ele geçirdiler. Direktörlerin uzmanlara gönderdiği bu e-postalarda özetle her şeyden önce en önemli şeyin üretim olduğu, kalite gibi karmaşık konulara çok girilmemesi öğütleniyor. Uzmanların ve direktörlerin maaşının doğrudan belirli bir üretim sayısına bağlı olduğuna yönelik imalarda bulunuluyor. Ancak bu, daha önce de EPO’dan istenmesine rağmen EPO’nun patent uzmanlarına yönelik teşvikleri yayınlamaması nedeniyle teyit edilememektedir. Yazışmalarda ayrıca uzmanların hedeflerinin günlük olarak geçen yıla ve hedeflere göre kıyaslanarak takip edildiği, takım liderlerine hedeflerinde geride kalanlara yönelik aksiyon alması için talimat verildiği vb. görülmektedir.[xxxi]
Bu e-postalar EPO Başkan Yardımcısı (VP1) ve COO’ya kopya olarak (cc) gönderilmiştir, dolayısıyla bu, gönderenlerin içeriklerinin üst yönetim tarafından tamamen desteklendiğinden emin olduklarını göstermektedir.[xxxii]
Peter Drucker’e göre “Bilgiye dayalı bir iş, elle yapılan (bedensel) işler gibi ölçülemediği için, bir bilgi çalışanına doğru işi yapıp yapmadığı ve ne kadar iyi yaptığı birkaç basit kelimeyle söylenemez.” Bir başka deyişle, bir patent uzmanının yaptığı işin kalitesini ölçmek için yalnızca sayısal araçlar yeterli olmayacaktır. Yıllık hedeflere, sayılara bu kadar odaklanmak kaliteyi göz ardı etmeye yol açmaktadır.
Bir EPO direktörü gönderdiği bir e-postada EPC’de kalite kontrol seçeneklerinin mükemmel olmayacağımızı bilerek tasarlandığı, bu nedenle garantili mükemmellikte ısrar eden bir patent uzmanının EPC ile uyumlu çalışmadığını ileri sürmektedir. EPC’nin hazırlık çalışmaları (Travaux Préparatoires) ise bunun tersini söylemektedir. ‘En yüksek garantileri’ sağlayacak şekilde kurulması amaçlanan bir sistemin özünün saptırıldığı anlaşılmaktadır. Ve bu durum sorumluluğun dağıtılmasının (Diffusion of responsibility) iyi bir örneğidir[xxxiii] (Bir kişinin, diğer görgü tanıkları veya şahitler varken eylem veya eylemsizlik için sorumluluk alma olasılığı daha düşüktür. Benim ne yaptığım gerçekten önemli değil; başkası nasıl olsa ilgilenir).
2022 EPO Kalite Raporundaki 800’den fazla dosya üzerinde yapılan istatistiklerde dosyaların %23,4’ünün hatalı karardan geri döndüğü görülmektedir.[xxxiv] Başvuruların dörtte birinde sorun olması ciddi bir problemi işaret etmektedir. Atılan e-postalardaki üretim hedefine nasıl ulaşılacağına dair uygulamalı tavsiyeler kalite açısından endişe vericidir çünkü EPO’nun en yüksek düzeyde yasal kesinlik ve öngörülebilirlik sağlama amacına aykırıdır. Bu tavsiyeler Kılavuz İlkeler (EPO Guidelines) ile de tutarsızdır.
Patent Bloglarında kalite ile ilgili yazılan makalelere yapılan yorumlardan birini buraya aynen aktarıyorum:
“Başkan bu yıl için bir “yayın hedefi” belirledi, yani bu yıl belirli sayıda patentin verilmesi bekleniyor. Bunun nereye varacağı merak konusu. Yönetim için en önemli rakam, normalde hedefin altında olan “üretim”. “Kalite” mi? Sık sık konuşuluyor, ancak bunun için harcanacak zaman yok. En iyi haliyle onay kutusu kültürü.””[xxxv]
Eski bir EPO uzmanı olduğunu belirten birine ait bir başka yorum ise şöyle:
“…EPO’nun “patent belge verme hazırlığına ayrılan süre % 100’den % 230’a çıktı” iddiası doğrudur, çünkü bugünlerde bir belge kararı vermek için çok sayıda form doldurmak ve tarifnamenin uyarlanmasını iki kez kontrol etmek (kolayca “kalitesi kontrol edilebilen” ancak işleyen bir zihne sahip olan herkesin hiçbir değeri olmadığını anladığı şeyler) ve karar üzerine – çoğunlukla cevap mektuplarınızdan kopyalanmış – inceleme bölümü üyelerinin okumak için sıfır zamanı olduğu uzun açıklamalar yazmak zorunda kalıyoruz. Ve daha şimdiden en tepeden “uzmanlar arasında işbirliği”nin zorunlu olacağına dair söylentiler duyuyoruz. Daha fazla toplantı, daha fazla kontrol, daha fazla form. Gerçekten araştırma yapmak, yenilik ve buluş basamağını değerlendirmek için daha da az zaman kalacak. Bilgisiz yöneticilerin tanrılaşması.Endişelenmeyin, EPO kalitesinin ne olursa olsun evrenin en iyisi olduğunu ve öyle kalacağını açık ve net bir şekilde göstermek için haklı sorularınıza yanıt olarak daha fazla işe yaramazlık katmanı getirilecek. Her şey bitti. EPO artık beceriksiz politikacılar tarafından yönetilen başka bir kurum. Battistelli kâbusunun başlangıcında sizi uyarmaya çalıştığımızda bize yardımcı olmalıydınız.”[xxxvi]
Yeni işe başlayan EPO uzmanları eskiden olduğu gibi artık daimi sözleşmeli alınmıyor ve devlet memuru gibi korunmuyorlar. Bunun yerine, EPO’nun onlara hala ihtiyaç duyması ve performanslarından memnun olması halinde yenilenebilir beş yıllık sözleşmeyle işe alınıyorlar. Burada asıl soru, performansın nasıl tanımlandığıdır. Dahası, birçok ulusal ofiste patent başvuruları, daimi memur olarak atanmış olmaları nedeniyle bağımsızlıkları güvence altına alınmış olan devlet memurları tarafından incelenmektedir. EPO ise “Genç Profesyoneller” ve ulusal ofislerden geçici görevlendirilen uzmanlardan yararlanarak yeni uzman almanın alternatiflerini buluyor ve sistemin giderek kar maksimizasyonu üzerine kurulduğu izlenimini kuvvetlendiriyor.
EPC’nin 50. Yılında EPO “teknikte uzman kişi”yi görmezden mi geliyor?[xxxviii]
EPO Merkezi Personel Komitesi, üst yönetime 19.02.2024’te gönderdiği açık mektupta üretim hedeflerinin ve iş baskısının son on yılda durmaksızın arttığını, personelin Kuruma bağlılığının azaldığını, psikososyal risklerin yüksek oranda görüldüğünü ve patent kalitesi konusunda endüstriden gelen eleştirilerin arttığını belirtmiştir.[xxxix] Buna göre EPO yönetimi beş yıllık sözleşmeler, Genç Profesyoneller (Young Professionals) gibi istihdam mekanizmalarını personel üzerinde baskı yapmak amacıyla kullanarak araştırma-inceleme kalitesinin kaybedilmesine neden olmaktadır.
Açık mektupta EPO üst yönetiminden şunları yapması istenmektedir:
– Personel girdisini, gerçek mevcut iş kapasitesini ve çevresel ancak temel görevler (eğitim, toplantılar, sınıflandırma, vb…) için gereken zamanı dikkate alan baştan aşağı gerçek bir planlama uygulanmalıdır;
– Özellikle temel görevleri yerine getiren personel (patent uzmanları ve formalite uzmanları) alımı arttırılmalıdır;
– Sağlam ve gerçek bir kalite yönetimi (DQA) yeniden tesis edilmelidir;
– Kariyer ve performans yönetim sistemleri EPC ile uyumlu, yasal olarak sağlam patentler sunmayı şeffaf bir şekilde tanımak, teşvik etmek ve ödüllendirmek için gözden geçirilmelidir; ve
– Kurumun EPC’nin gerekliliklerini karşılayan yasal olarak sağlam patentler vermek olan görevi önceliklendirilmelidir.
Pek çok şirket kötü kalitedeki patentlere yatırım yapmak istemez. Zira patentler bir firmanın en değerli varlıklarıdır, yani entelektüel başarılarını korur ve yeniliklerinin temelini oluşturur. Bu nedenle, kötü patentlerle ilgilenmezler ve paralarını bu tür patentler için harcamak istemezler. Son beş yılda EPO’daki patent verme oranları yaklaşık %60’tan %70’in üzerine çıkarken, Temyiz Kurulları önündeki ret oranları da aynı dönemde artmıştır.[xl] EPO Temyiz Kurulu kararlarının yaklaşık %90’ı söz konusu patenti ya tamamen ya da kısmen hükümsüz kılmaktadır. Kararların çoğu, ilk aşamada (araştırma aşamasında) bulunabilecek ve bulunması gereken önceki tekniğe dayanmaktadır. Bu, kalitenin düştüğünün açık bir işaretidir. Patent uzmanlarının çalışma koşulları, bir patenti reddetmek yerine vermeyi teşvik etmektedir, çünkü bir ret daha fazla zaman ve çaba (gerekçe) ve nihayetinde sözlü bir görüşme (oral hearing) gerektirmektedir. Uzmanların normal görevleri dışındaki faaliyetlere katılması durumunda (eğitim, proje vb.) prensip olarak sayı hedeflerinin değişmediği de belirtilmektedir.[xli] Süreç verimliliği, zamanındalık ve üretkenlik üzerinde bu denli büyük bir baskı varken, patent uzmanlarının kapsamlı ve yüksek kalitede araştırma ve inceleme yapma şansı neredeyse hiç yoktur. Bu nedenle, uzmanlara sunulan teşviklerin ve çalışma koşullarının beklenen kaliteyi sunabilecekleri düzeye geri getirilmesi gerekir.[xlii]
Son yıllarda teknolojilerin karmaşıklaşmasıyla patent başvurularının hazırlanması da daha karmaşık hale geldi. Örneğin Siemens, 2011 yılına kıyasla patent başvurularının hazırlanması için yaklaşık %30-35 daha fazla zaman harcamaktadır. Öte yandan aynı zaman zarfında EPO’da patent uzmanlarının etkinliği ve verimliliği %50 oranında arttırılmış, üretimleri iki katına çıkmıştır. Bu da kendi adına konuşan bir uçurum yaratıyor: bir yanda taslak hazırlama, diğer yanda patentleri araştırma ve inceleme için yapılan zaman yatırımında bir dengesizlik var. Şirketler kendi inovasyonlarını korumaya odaklanmak yerine, Temyiz Kurulu kararlarının analizinin gösterdiği gibi, geçersiz olması gereken veya çok geniş olarak verilmiş çok sayıda patentin “Freedom to Operate” analizini yapmakla uğraşıyorlar.[xliii]
Siemens’in fikri mülkiyet baş danışmanı ve Industry Patent Quality Charter’ın (IPQC) kurucusu Beat Weibel’e kulak verelim:
“…Düşük kali̇te patentler zararlıdır. Bu konuda bir start-up şirketinden örnek verelim: Küçük bir ekipleri ve sadece iki patent vekilleri var ve sistemden gerçekten bıktıklarını çünkü uğraşmak zorunda oldukları alanda çok fazla düşük kaliteli, geçersiz patent olduğunu söylediler. Kendi inovasyonlarını korumaya odaklanmak yerine, Temyiz Kurulu kararlarının analizinin gösterdiği gibi, tüm enerjilerini geçersiz veya çok geniş olarak verilmiş çok sayıda patentin “Freedom to Operate” analizini yapmak için harcıyorlar. Bu durum büyük şirketler için de geçerlidir. Bir proje pekala yürütülmeyebilir çünkü alanın analizi binlerce patentten oluşan bir manzara gösterirse, o zaman yönetim şöyle düşünür: oraya gitmiyoruz çünkü orası zaten engellenmiş durumda. Ama bu patentlerin hepsi geçersizse, o zaman bu alana girmemek şirkete gerçekten zarar verir. Kısaca ifade etmek gerekirse, bazen EPO da dahil olmak üzere patent ofislerinin birçoğunun iş modellerinin en verimli şekilde mümkün olduğunca çok yıllık gelir yaratmak olduğunu düşündüklerini hissediyorum. Ancak bizim istediğimiz bu değil. Hem toplumun hem de endüstrinin geçerli ve uygulanabilir patentlere ihtiyacı var. İş modeli şu olmalıdır: mümkün olduğunca çok sayıda ve verimli bir şekilde nasıl patent verebiliriz değil, en iyi geçerli ve uygulanabilir (enforcable) patentleri nasıl meydana getirebiliriz.”[xliv]
EPO Çalışanları Birliği (SUEPO) de Şubat 2024’te kalite konusundaki çekincelerini açıklamış ve bu konudaki olumsuzlukların artarak devam ettiğini bildirmiştir.[xlv]
Ancak Mart 2024’te EPO Başkan yardımcısı patent kalitesine yönelik eleştirileri bir kez daha şiddetle reddetmiş ve EPO’nun “tek bir bakış açısı”nı ve “24 başvuru sahibinin ticari çıkarları”nı temsil ettiğine inandığı IPQC ile yapılan toplantılara son verme kararını savunmuştur.
EPO Başkanının 2022’de Noel konuşması sırasında “son zamanlarda kalitemizle ilgili bazı yorumlar yapıldığından” bahsederek, “kalitenin azınlığın hoşnutsuzluğu değil, çoğunluğun takdiri olduğunu” savunması kalite sistemine bakış açısını göstermesi açısından önemlidir.
2010’dan beri yönetimde olan son iki başkanın kaliteyi dosya tamamlama sayılarına indirgeyen yönetim anlayışlarının da etkisiyle EPO’nun patent süreçlerinde ciddi anlamda kalite düşüklüğü meydana geldiği görülmektedir.[xlvi] Bir patent ofisinin görevi daha çok belge verip daha çok yıllık ücret elde ederek daha çok para kazanmak değil, bir patentin gerçek değerinin getirdiği genel ekonomik canlanmayı sağlamaktır. Giderek politikleşen EPO üst yönetiminin yaptıklarının doğru olduğuna inanma eğiliminde oldukları, kalitede önemli bir düşüşün (kullanıcı huzursuzluğunda önemli bir artışla birlikte) bariz işaretlerini tespit edememelerinden anlaşılmaktadır. Bu, Yönetimin bir patent uzmanının işinin nelerden oluştuğu konusunda en ufak bir fikre sahip olmadığının bir kanıtı olarak gösterilmektedir. Çok sayıda kullanıcı şikâyeti çok sayıda kanıtla desteklenirken, bu şikâyetlere yalnızca kaçamak, sayılar ve yüzdelerle ilgisiz veya anlamsız yanıtlar verme stratejisi, kullanıcıları daha da kızdırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Ancak EPO’nun hizmetleri popüler olmaya devam ettiği sürece, EPO yönetiminin farklı bir şey yapmak için herhangi bir teşviki olduğunu görmek zordur.[xlvii] Zira başvuru sahipleri ve patent vekilleri EPO’ya karşı tutum almaktan çekiniyor da olabilirler. Ya da bazıları için sistemin kalitesizliği ya da başvuru sayılarının fazlalığı onların işlerine geliyor olabilir. Ancak tüm paydaşlar patent ekosisteminin sağlıklı işlemesi için çabalamalıdır. Aksi halde günübirlik kazanç için üreme dönemi olup olmadığına bakmaksızın avlanan balıkçıların bir süre sonra avlayacak balık bulamaması gibi mucitlerin patent alma isteğini yok edebilirler.
EPO’nun son yıllarda yaşadıklarından kuşkusuz diğer patent ofislerinin çıkaracağı çok dersler vardır.
IPQC Patent Kalitesini Artırmaya Yönelik Önlemleri şöyle özetlemektedir:[xlviii]
1- EPO’nun süreçleri, süreleri ve hedefleri şu şekilde olmalıdır:
Araştırma stratejisinin şeffaflığı da dahil olmak üzere eksiksiz ve kapsamlı araştırma yapılmalıdır.
Eksiksiz ve kapsamlı inceleme yapılmalıdır.
Açıklık sorunları erken ve sağlam bir şekilde ele alınmalıdır.
İtiraz Daireleri ve Temyiz Kurullarının kararları arasındaki tutarlılığın artırılması sağlanmalıdır.
İnceleme birimleri yeniden hayata geçirilmelidir.
2- EPO’daki çalışma koşulları şu şekilde olmalıdır:
Uzmanların deneyimi ve dil becerileri takdir edilmeli, onlara daha iyi şartlar sağlanmalıdır.
Uzmanların Kurumda kalma motivasyonu kazanmasına öncelik verilmelidir.
Uzmanların eğitimi teknolojik gelişmelere ayak uyduracak şekilde ve Endüstri ile ortaklaşa yapılmalıdır.
Yeni uzmanların etkin bir şekilde işe alınması ve onlara mentorluk yapılması sağlanmalıdır.
3- Kullanıcı Geri Bildirim sistemi etkili hale getirilmelidir.
Sadece geçerli ve uygulanabilir (enforcable) patentlerin inovasyonu teşvik etme amacını yerine getirebileceği unutulmamalıdır.
IPQC’nin Eylül 2022’de yazdıklarından devam edelim:
“Yüksek geçerlilik şansına sahip patentlerin verilmesi, patent davalarında tutarlı, öngörülebilir ve verimli mahkeme kararları patent sisteminin iyi işlemesi için çok önemlidir. Başvuru sahibinin başvuru taslağını hazırlamasından EPO da dahil olmak üzere patent ofislerinin kapsamlı incelemesine kadar patentleme sürecinin sonucu, güvenilir geçerliliğe sahip patentler olmalıdır. Bunun olmaması halinde ciddi sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Örneğin, ikiye bölünmüş Alman patent mahkemesi sistemi, bir yandan BPatG’nin yavaş kararları ve diğer yandan Hukuk Mahkemelerinin ihlal kararlarının göreceli hızından kaynaklanan “ihtiyati tedbir boşluğu” yaratmaktadır. Bu boşluk, endüstri için önemli bir belirsizlik ve çarpık sonuçların yanı sıra patent sisteminin kullanıcıları ve gözlemcileri arasında eleştiri yaratmaktadır. Patentler, belge verildiği andan itibaren daha güvenilir bir şekilde prima facie geçerli kabul edilebilirse bu belirsizlik önemli ölçüde azalacaktır.
Bununla birlikte, durumu iyileştirme yükü, örneğin inceleme ve dava süreçlerini iyileştirerek ve mahkemeler için gerekli kaynakları sağlamak sadece yetkililerin üzerinde değildir. Sistemin kullanıcıları da fikri hak üretimi ve portföy yönetimlerini nicelikten ziyade patent kalitesine odaklayarak patent sisteminin verimliliğine ve şeffaflığına katkıda bulunmalıdır.”
2. Verilen Teşvikler ve Alınan Ücretler
Bir ülkede teşvik veya vergi indirimi sağlayarak patent başvurularını arttırmak mümkündür. Ancak, başvuru yapmaktaki gerçek motivasyon katma değer getirecek buluş yapma isteği olmadıkça o ülkede patent sisteminin başarıya ulaştığı söylenemez. Bu bakımdan bir ülkede kaliteli bir patent sisteminin oluşması için başvuru sahiplerinin de patent kalitesinin artması yönünde talebi olmalıdır. Salt istatistik arttırmak, teşvik elde etmek ya da başkalarını engellemek tek strateji olursa başvuru sahipleri kaliteli bir sisteme ihtiyaç da duymazlar.
IPQC’ye üye şirketler aşağıdaki Sanayi Patent Kalite Tüzüğüne gönüllü olarak bağlı kalacaklarını beyan etmiştir.[xlix] Kaliteli bir patent sisteminin oluşması için, bu hususların patent başvurusu yapan firmaların da düsturu olmasında fayda vardır:
Patent kalitesi fikri mülkiyet sisteminin sağlığı açısından çok önemli bir unsurdur. Çok sayıda patent başvurusu yapmak ne maliyet etkindir ne de birincil hedeftir.
Patent başvurularımızda, şirketimizin ve müşterilerimizin ürün ve hizmetlerini geliştirmek için sürekli değer katan buluşlara odaklanılmalıdır.
Patent başvuru istatistiklerinde üst sıralarda yer almak firmaların önceliği olmamalıdır.
Firmalar patent portföylerini düzenli olarak gözden geçirmeli ve mevcut patentlerin sayısını işlerini desteklemek için gereken sayıya uyarlamalı, böylece sınai mülkiyet sisteminde başkaları için de yer açmalıdır.
Yanıltıcı veya tutarsız ifadelerden kaçınarak, iyi tanımlanmış bir koruma kapsamı ile açıkça yazılmış, belirsizlik içermeyen patentler için çabalayarak kamu için doğru bilgi sağlanmalıdır.
Teşvikler, vergi indirimleri patent başvuru sayılarını arttırmada önemli enstrümanlardır. Ancak bunlar bir bakıma kamunun kaynakları olduğu için verimsiz harcanmamalıdır. Körü körüne niceliksel göstergelerin peşinden gitmek ciddi anlamda işletmelerin yenilikçiliğini engeller, kamu kaynaklarını israf eder ve patent sistemini zayıflatır. Teşvik verilmemelidir demiyorum, elbette verilebilir ancak sırf başvuru sayısını arttırmak amacıyla teşvik verildiğinde, bir süre sonra görülüyor ki buluşların yarısından fazlası ya daha ilk yıllık ücretini yatırmadığı için geçersiz sayılmış ya da terk edilmiş oluyor.[l] Bundan da anlaşılıyor ki çoğu başvuru sahibi buluşunun teknik yönüyle ilgili bir gelir beklentisi olmadan sadece başvuru yapmak için başvuru yapıyor. Bu bakımdan teşvik verilecek buluşlar iyi seçilmelidir. Eşitlik olsun diye her buluşa teşvik verilmesi zaman içinde buluş kalitesinin düşmesine neden olmaktadır.
Sınırsız bir teşvik sistemi kurmuş olduğumuzu farz edelim. Varsayalım ki her başvuru sahibine karşılıksız ve sınırsız destek verilsin ve böylece her başvuru sahibi hiç para harcamadan ABD, Japonya ve EPO’ya başvuru yapma fırsatı bulsun. Böylece amacımız triadik patent sayımızı arttırmak olsun. Eğer buluş kalitesinde bir artış olmaksızın sırf bu tür bir destekle yola çıkarsak başvurularımızın çoğunun ilgili ofislerde patent alamaması söz konusu olacaktır, ya da çok dar bir koruma ile alınan patent, girilen ülkelerde hiçbir ticari getiri sağlamayacaktır. Bu bakımdan triadik patent sayımızı arttırmak için en önemli hedefimiz buluş kalitesinin artması olmalıdır.
Görüldüğü üzere, sadece başvuru aşamasındaki teşvikler değil, belge alındıktan sonra verilecek teşvikler de zamanla sırf patent alabilmek için çok dar bir koruma kapsamı ile neredeyse değersiz patentler elde etmeye yol açabilmektedir.
Teşvik sistemini doğru bir şekilde kullanarak başarıya ulaşmış ülkeler arasından patent ekosistemi bize yakın olanlar incelenerek onlardan örnek alabiliriz.
Patent kalitesini arttırmada kullanılan enstrümanlardan biri de patent ofisinin yaptığı işlemler karşılığında aldığı ücretlerdir (araştırma, inceleme rapor ücretleri, başvuru ücreti, yıllık ücretler vb.). Bu ücretlerin yüksek olması durumunda başvuru sahipleri daha az başvuru yapma eğiliminde olmakta ve yalnızca geri dönüşü en iyi olacağını düşündükleri buluşlar için başvuru yapmaktadır. Bu da bir bakıma başvuru sahiplerini dolaylı olarak patentlerle ilgili kendi kalite kontrollerini yapmaya teşvik etmektedir. Verilen teşvik ve indirimlerle patent ücretlerinin çok düşürülmesi ise tersi bir etki yapmaktadır.[li]
3. Mahkemelerin değerlendirme kalitesi
Bir ülkede patentlerin kalitesini Mahkemeler de etkiler. İyi çalışan bir yargı sistemi hem patent hakkının korunmasını garanti altına alır hem de haksız verilmiş patentlerin hükümsüzlüğünü sağlayarak sistemi korur. Ülkemizde patentle ilgili yargı sürecinde de çeşitli sorunlar bulunmaktadır ancak bu yazıda detaya girilmeyecek olup, değerlendirmeyi ilgililere bırakıyorum.
Sonsöz
Nicelik mi, nitelik mi daha önemlidir? Bulunduğunuz duruma göre cevap değişebilir, ancak bir patent ofisi için nitelik her zaman ön planda olmalıdır. Zira sağlıklı işleyen bir patent sistemi için tutarlı ve öngörülebilir patent sürecinin önemi büyüktür.
Daha kısa sürede yanlış bir cevap mı almak istersiniz, daha uzun sürede doğru bir cevap mı?
Bir işin hızlı bitirilmiş olması o işin iyi yapıldığını garanti etmez. Elbette herkes işinin hızlı bitirilmesini ister ama iş düzgün yapılmamışsa, hızlı olmasının bir anlamı kalmaz.
Bir kütüphanede çalışan ve kitapları raflara yerleştirmekle görevli birini düşünelim. Görevlinin kullanıcıların iade ettiği kitapları ve yeni alınan kitapları işini daha çabuk bitirmek için sınıflandırma kodlarını dikkate almaksızın rasgele raflara dizdiğini farz edelim. İşini gerçekten çok hızlı yapıyor ama yapması gerektiği gibi değil. Üstelik yarattığı kaosu düzeltmesi çok daha fazla zaman ve çaba gerektirecek. Aradığınız kitap bambaşka bir yerde olabilir ve onu bulmanız için belki bütün rafları kontrol etmeniz gerekecek.
Patent araştırma inceleme işlemleri de buna benzer. Üstelik yapılan hatalar/eksiklikler bazen yıllar sonra ortaya çıktığı için, durumun vahametini zamanla sistem çökme noktasına geldiğinde ancak anlayabilirsiniz.
Patent sürecini kısaltmaya çalıştıkça, iş yükünün katlanarak arttığını görüyoruz. Diğer parametrelerden arındırılmış basit bir örnek verelim. Bir ofiste ayda 1000 araştırma raporu, 1000 tane de inceleme raporu düzenlendiğini varsayalım. Bir başka deyişle aylık iş yapma kapasitesi 2000 rapor olsun. Bekleyen iş yükünü azaltmak adına araştırma yapma hızını iki katına çıkardığımızı farz edelim. 2000 araştırma raporu, kısa sürede 2000 inceleme talebi üretecektir. İş yükü birikimine engel olmak için 1000 olan inceleme raporu kapasitesini de iki katına çıkarmamız gerekeceğinden inceleme hızını da arttırmak zorunda kalacağız. Ve sonuçta bu bir kısır döngüye dönüşecektir. İşleri hızlandırmaya çalıştıkça itirazlar da artacak, genele bakıldığında süreç eskisinden bile daha uzun ve meşakkatli olacaktır.
Buradaki “işleri hızlandırma” aslında tam anlamıyla bir yanılgıdır. Zira aslında olan “yapılması gereken işin daha sonraya ertelenmesi”dir. Uzman araştırma aşamasında hızlı bir araştırma yaparak, normalde bulabileceği öldürücü dokümanı bulamamakta, bu sayede başvuru belge olmakta, sonra belgeye itiraz eden üçüncü kişiler uzmanın aslında bulması gereken dokümanı itiraz aşamasında sunmakta ve bu aşamada itiraz birimi kendisine aslında hiç gelmeyebilecek olan bir işi, uzmanın ilk başta yapması gerekeni, yapmak zorunda kalmaktadır. Sürecin geneline bakıldığında, değil işlerin hızlanması, aslında yavaşladığı ve belirsizleştiği anlaşılmaktadır.
Ne zaman patent kalitesinin artması için kaliteli bir araştırma-inceleme sürecine ihtiyaç olduğu söylense hemen kalite ve hız arasında bir denge olması ve sürecin uzamasının da sisteme zararı olacağı ileri sürülür. Bu bakış açısı yanlış değildir ancak kalitesizliği savunanlar tarafından şiddetle ve bağlamından koparılarak savunulduğunda geçerliliğini yitirmektedir. Zira süreyi azaltmanın tek yolu kaliteyi düşürmek değildir. Patent ofisleri kâr amacı gütmeyen (en azından birincil amacı bu olmayan) devlet kurumları olduğu için daha iyi şartlarda daha çok uzman istihdam etmelerinin önünde bir engel yoktur, kârlarından zarar etmek onları iflasa sürüklemeyecektir. Aksine kamuya hizmeti daha iyi hale getirecektir.
Kalitenin arttırılması ve buna bağlı oluşacak iş yükünün azaltılması için uzman sayısını arttırmak ve uzmanların daha iyi şartlarda çalışmasını sağlamak en geçerli çözüm olarak görülmektedir. Gelişen yapay zeka araçlarının uzmanların yaptığı işleri kolaylaştırmada kullanılması da önemlidir.
Uzmanların yaptığı işe yönelik kontrol mekanizmasının iyi işlemesi her alanda olduğu gibi patent sisteminde de çok önemlidir. Nasıl ki trafik kurallarına uyulup uyulmadığı kontrol edilmezse kazalar artar ve trafik bir keşmekeşe dönüşürse, patent sisteminde de kontrol mekanizması iyi işlemediğinde kalitesiz patentler sistemi felç eder.
Patent bilinci oluşmaya başlayan ülkemizde sıra artık daha değerli patentler üretmeye gelmiştir. Bunun nasıl yapılacağı ise üzerinde ciddi kafa yorulmasını ve detaylı plan yapılmasını gerektirir. Temel eğitimin iyileştirilmesi ve topyekûn inovasyon seferberliği ile bir teknoloji ülkesi olma şansını yakalayabiliriz.
Gelişmiş ülkelerle kıyasladığımızda, bir inovasyon toplumu olabilmemiz için şu anki patent başvuru sayısından 4-5 kat fazla başvurumuz olması gerektiğini görüyoruz. Ancak şu an sadece başvuru sayısına odaklanırsak patent sistemini işlemez hale getirebiliriz. Son yıllarda artan başvuru sayıları, kanun değişikliğinin getirdiği faydalı modele araştırma raporu düzenleme yükü, PCT uluslararası araştırma otoritesi olmanın getirdiği sorumluluklarla birleşince ciddi iş yükü birikimi oldu. Bu birikimin daha da artması sistemin işlemez hale gelmesine neden olabilir.
Japon Patent Ofisi’nin (JPO) eski üst düzey yöneticilerinden biriyle yaptığım bir görüşmede, geçmişte bir noktada patent başvuru sayılarının gereğinden fazla sayıya ulaştığını ve sağlıklı bir şekilde yönetilebilir olmaktan çıktığını söylemişti. Patent sürecinin sonucunu almak için yıllarca beklenmesi gerektiği durumdan piyasanın ve sistemin olumsuz etkilenmemesi adına inisiyatif alarak Japonya’nın en büyük patent başvuru sahiplerini kuruma davet etmişler ve onlardan birincil amaçlarının çok başvuru yapmak değil, değer katan buluşlara öncelik vermek olmasını istemişler. Bu çağrı karşılık bulmuş olacak ki son döneme bakıldığında diğer büyük ofislere oranla en az artışın JPO’da olduğu (hatta başvuru sayılarının azaldığı) görülmektedir.[lii]
Kalite sistemi deyince akla ilk gelen ülke genellikle Japonya olur. Pek çok alanda Japonların geliştirdiği kalite sistemleri dünyada yaygın bir şekilde kullanılır. Patent alanında da Japon patent kalite standartları yüksektir ve örnek alınacak pek çok uygulamaları vardır. WIPO’da PCT’nin kalite kontrolden sorumlu biriminin neredeyse tümüyle Japonlardan oluşması da tesadüf değildir. Bu bakımdan patent kalitesi üzerine bir yazı yazıp da Japon Patent Ofisi’nden bahsetmemek doğru olmazdı, ancak zaten uzun olan yazıyı okunamaz hale getirmemek için JPO’yu bir başka yazıda incelemekte fayda var.
Buluş kalitesinin arttırılması ise tek başına Patent Ofislerinin elinde olmayıp, ancak tüm paydaşların ortaklaşa çalışmasıyla gerçekleşebilir. Bu da bir ekosistemin varlığını gerektirir.
Her şeyi kısa yoldan ve kısa sürede yapmayı istiyoruz, önümüze çok güzel hedefler koyuyoruz, ancak kervanı yolda düzmeye çalışıyoruz. Detaylı planlama yapmadan, altyapı oluşturmadan yapılan işlerin devamı gelmiyor. İsterseniz ciddi yatırım yaparak dünyanın en iyi musluğunu üretin, musluğu takacağınız tesisatın altyapısı planlanmamışsa, tesisatı yapacak ustalarınız yoksa, musluğunuz istediğiniz kadar iyi olsun, evinize suyu ulaştıramazsınız. Yapılan iş, harcanan emek amacına ulaşmamış olur.
[xx] Patent Quality and Examination Efficiency at the EPO: An Objective Analysis by ipQuants AG, Tony Afram, Gianluca Tarasconi and Vasileios Vasileiadis, December 2023, ipQuants AG, chaffhausen, Switzerland, s.1.
[xxi] Patent Quality and Examination Efficiency at the EPO: An Objective Analysis by ipQuants AG, Tony Afram, Gianluca Tarasconi and Vasileios Vasileiadis, December 2023, ipQuants AG, chaffhausen, Switzerland, s.9.
[xxii] Patent Quality and Examination Efficiency at the EPO: An Objective Analysis by ipQuants AG, Tony Afram, Gianluca Tarasconi and Vasileios Vasileiadis, December 2023, ipQuants AG, chaffhausen, Switzerland, s.12, 13, 15.
[xxxviii] EPO Merkezi Personel Komitesi’nin açık mektubunda kullandığı bu ifade bir ironiyi ortaya koyuyor. EPO üst yönetiminin patent kalitesi konusunda “teknikte uzman kişi” olan EPO uzmanlarını dinlemediğine atıf yapılıyor.
[xlvi] Son yıllarda EPO personeline yönelik yapılan hak ihlalleri ile ilgili çok sayıda şikayet söz konusu olmuş, hatta ILO’nun kararıyla EPO Yönetimi uygulamalarında haksız bulunmuştur. İlgilenenler için birkaç yazıyı buraya ekliyorum:
IPR Gezgini Ankara buluşmasına sadece bir hafta kaldı. Sondan bir önceki hatırlatmamızı yapıyoruz.
2024 yılı ilkbaharında İstanbul’da bir buluşma yapmıştık, ama asıl göz ağrımız olan ve beşincisini düzenleyeceğimiz Ankara etkinliğini sonbahara saklamıştık.
Ankara buluşmamız için programı uygun olan herkesi, 3 Ekim Perşembe akşamı bizlerle birlikte olmaya davet ediyoruz.
Detaylar aşağıda!
Fikri Haklar camiamız 3 Ekim Perşembe akşamı Ankara’da yapılacak IPR Gezgini buluşmasında yeniden bir araya gelecek!
Daha önceki buluşmalarımızda birbirlerini özleyen IP severlerin yeniden görüşmelerine, birçok yeni tanışmaya ve uzun sohbetlere vesile olmuştuk. Tekrarını herkes bekliyordu ve o gün yaklaşıyor.
Soğuk günler gelmeden 2024 yılı IPR Gezgini Ankara buluşmasını 3 Ekim Perşembe akşamı saat 19.00’da başlayacak şekilde yapacağız.
Buluşma mekanımız son üç buluşmamızı yaptığımız Passkal olacak (https://www.instagram.com/passkalpub/ — Tunalı Hilmi Cad, Park İçi No:114/J D:1 – En basit tarif: Tunalı’nın sonunda Kuğulu Park’a gelmeden sağa dönüyorsunuz, Kıtır’ın yanındaki merdivenlerden inerek Passkal’a ulaşıyorsunuz). Geçen buluşmada olduğu gibi işletme bize kendimize ait bir alan tahsis edecek (Bize tahsis edilecek alanın tavanı açılıp kapanabiliyor ve tavan açık olduğu (yağmur yağmadığı) sürece havadar bir mekanda olacağız).
Konsept: Bolca IP sohbeti, yeniden kavuşanlar, ilk kez tanışanlar, IPR Gezgini hakkında her şey, sitenin yazarları ve okurları, beklentiler, Türk IP camiası gelişmeleri, IP dedikoduları… Önceden belirlenmiş menü, katılım ücreti yok; herkes kendi yediğini – içtiğini öder.
Katılım taleplerini Ekim ayı başına dek almaya devam edeceğiz. Taleplerde kişi sayısını ve katılımcıların adlarını bildirmeyi unutmayın lütfen.
Katılım talebinizi iprgezgini@gmail.comadresine e-postayla veya sosyal medya hesaplarımıza mesaj yoluyla bildirebilirsiniz. Talebi almamızın ardından sizi katılımcı listesine ekleyeceğiz.
Önemli Not: Katılım için ismini bildirip sonradan hiç bilgi vermeden gelmeyenlere bozuluyoruz, çünkü anlaştığımız yerlere yaklaşık kişi sayısı bildiriyoruz ve onlara karşı mahçup olmak istemiyoruz. Kayıt yaptırmanıza rağmen katılamayacaksınız lütfen bize önceden bilgi verin.
Moda endüstrisinde ürün tasarımlarının korunması, fikri mülkiyet hukuku açısından oldukça karmaşık bir konu olmasının yanı sıra kıyafet, ayakkabı gibi tasarımların kopyalanması birçok markanın karşılaştığı yaygın bir sorundur. Tasarımcılar ve markalar, ürünlerini koruma altına almak için çeşitli fikri mülkiyet haklarına başvurmaktadırlar. Ancak her ülkenin fikri mülkiyet hukuku uygulamaları ve koruma kapsamları farklılık gösterebilmektedir.
Öte yandan gelişen teknoloji ve sosyal medya ile birlikte “taklitçilik” de hayli fazla şekilde artmaya başlamış; taklit ürünlere “muadil” adı altında daha masum bir izlenim kazandırma çabası içerisine girilmiştir. Tasarımcılar ve markalar için bu masumlaştırma çalışmaları sebebiyle ürünlerini ve markalarını korumak adına daha büyük bir mücadeleye başlamışlardır.
Ganni’nin 2021 yılında piyasaya sürdüğü “Buckle Ballerina” modeli de bu tarz bir koruma mücadelesinin bir örneğidir. Ganni, bu ayakkabı modelinin taklit edilmesiyle karşı karşıya kalmış ve Steve Madden’e karşı Danimarka Denizcilik ve Ticaret Yüksek Mahkemesi’nde (Danimarka Denizcilik ve Ticaret Yüksek Mahkemesi 09.08.2024 tarihli BS-25562/2024-SHR sayılı Ganni A/S v. Steve Madden Ltd. & Steve Madden Europe B.V.kararı) dava açmıştır. Dava, tasarım hakkı ihlali ve haksız rekabet iddialarını içermektedir. Bu tür davalar, moda tasarımlarının özgünlüğünü ve ticari değerini koruma çabası açısından önemlidir ve aynı zamanda moda endüstrisinde taklitçilik ile mücadelede önemli bir yol haritası oluşturmaktadır.
Bu yazımızda bahse konu uyuşmazlığı, tarafların iddia ile savunmalarını, mahkemenin kararı verirken dayandığı argümanları inceleyeceğiz. Yine uyuşmazlığın tüketici tarafından değerlendirmesine de yer vereceğiz.
1. Uyuşmazlığın Taraflarına Genel Bakış
Ganni A/S, Danimarka menşeli, çağdaş ve özgün tasarımlara sahip olan bir hazır giyim moda markasıdır. 2000 yılında Danimarkalı bir galeri sahibi Frans Truelsen tarafından kurulan marka, 2010’ların sonlarına doğru bir tasarımcı markası olarak kült bir popülerlik kazanmaya başladı ve devamında kendi kategorisinde büyük başarı sağladı. Halihazırda marka özellikle Kopenhag ve diğer Avrupa şehirlerinde mağazalara sahip olmakla birlikte tam anlamıyla “şahsına münhasır” tasarımlarıyla dikkat çekmektedir.
Steve Madden Ltd. ise özellikle ayakkabı olmak üzere moda aksesuarları pazarlayan New York merkezli bir şirkettir. Steve Madden ayrıca Anne Klein ve Superga gibi çeşitli markaların lisans sahipliğini yapmakta olup, merkezi olan Amerika’da “ayakkabı sektörünün en ikonik markalarından biri” olarak gösterilmektedir ve dünya çapında 80’den fazla ülkede mağazalara sahiptir.
Ancak her ne kadar Steve Madden kendini “yaratıcı, yenilikçi, benzersiz” tasarımların öncüsü bir marka olarak tanımlamakta ve başarısını özgünlük ve bireyselliği benimsemeye borçlu olduğunu belirtse de markanın aşağıda da inceleyeceğimiz uyuşmazlık gibi; moda ve fikri mülkiyet çevrelerinde “skandal” olarak tanımlanabilecek pek çok uyuşmazlığın tarafı olduğu görülmektedir.
2. Uyuşmazlık, Öne Sürülen İddialar ve Savunmalar
Ganni, popüler Buckle Ballerina ayakkabısının telif hakkının ihlal edildiği iddiasıyla ilgili olarak Steve Madden’e karşı Danimarka Denizcilik ve Ticaret Yüksek Mahkemesi’nde dava açtı. Steve Madden, Grand Ave isimli ayakkabısıyla Ganni’ye ait tasarımı kopyalamakla suçlanmaktaydı. Mahkeme 9 Ağustos 2024’te taraflar arasında görülen davada kararını açıkladı.
Ganni kendi tasarımı olan ayakkabıların, “önemli bir tasarım” olduğunu düşündüğü için EUIPO nezdinde 015030614-0001 tasarım kayıt numarası ile Ağustos 2023’te tescil ettirmiştir. Uyuşmazlıkta Ganni, “Buckle Ballerina” ayakkabısının telif hakkıyla korunduğunu belirterek, uzman görüşleriyle bu iddiasını destekledi ve Steve Madden’a karşı ihtiyati tedbir talebinde bulundu. Ayrıca Ganni, ayakkabı tasarımının Danimarka Rekabetin Önlenmesi Kanunu (haksız rekabet yasası) kapsamında korunduğunu ve tasarımın “orijinal bir eser” olduğunu savundu. Steve Madden’in Grand Ave ayakkabısının Buckle Ballerina‘ya çok benzediğini, fiyatının çok daha düşük olduğunu ve bu durumun Ganni’nin satışlarını olumsuz etkilediğini, haksız rekabet oluşturduğunu belirtti. Yine Ganni, bu ayakkabı ve tescil süreçleri için çok büyük miktarlarda paralar harcadığını ekleyerek başka şirketler tarafından tasarım haklarının sömürülmesini istemediklerini, bu ayakkabıyı Steve Madden gibi kopyalayan çok kişinin olduğunu, Ganni’nin bu şahıslara karşı öncelikli olarak satışı-üretimi durdurma ve satıştan-üretimden vazgeçme mektubu gönderdiğini ve bunun üzerine dostane şekilde anlaştığı pek çok firma olduğunu ancak S. Madden tarafının bu şekilde anlaşmaya olumlu bakmadığını belirtti.
Steve Madden ise telif hakkı ve tasarım korumasına karşı çıkarak trendleri takip eden bir marka olduklarını ve piyasada benzer başka ayakkabıların bulunduğunu öne sürdü. Madden, kendilerinin “Grand Ave” olarak adlandırdığı bu ayakkabı modelinde kendi tasarımcılarının, 2023-2024 yıllarında geçerli olan bir trendin parçası olarak metal halkalar kullanmayı tercih ettiğini belirtti. Hatta öyle ki Grand Ave ayakkabılarının Steve Madden’in uluslararası ekibi tarafından tasarlandığını ve bu davadan önce 5-6 kişiden oluşan tasarım ekibinin Ganni’yi hiç duymadığından bahsetti.
Öte yandan Steve Madden, Danimarka Rekabetin Önlenmesi Kanunu uyarınca koruma iddiasına ilişkin olarak Ganni’nin şu özelliklere sahip bir ayakkabı tasarımı için koruma talep edemeyeceğini özetle Ganni’nin bahse konu hususları tekelinde bulunduramayacağını savundu:
Dış tabanın ayakkabının geri kalanından daha geniş olması ve farklı bir renkte olması,
Ayakkabının bej renkli iç tabana sahip olması ve bunun etrafının farklı bir renkte bir kenarla çevrilmiş olması,
Ayakkabının parlak deri yüzeye (rugan-patent deri) sahip olması.
Ayrıca Steve Madden tarafından ayakkabılar arasında önemli bir fiyat farkı olduğuna dikkat çekildi ve bu sebeple söz konusu ayakkabıların ticari olarak eşdeğer veya ikame olarak görülmemesi gerektiği savunuldu.
Yine Steve Madden, markasının değeri göz önünde bulundurularak, herhangi bir yasaklama kararı çıkması durumunda, en az 1 milyon € teminat karşılığında tedbir uygulanması gerektiğini de belirtti.
3. Mahkemeden Çıkan Karar
Tüm bu savunma ve iddiaların neticesinde Danimarka Denizcilik ve Ticaret Mahkemesi 09.08.2024 tarihinde kararını açıklayarak, davacı Ganni’ye ait Buckle Ballerina modelinin Kasım 2021’de piyasaya sürüldüğünü, bu ayakkabıların özgün ve uygulamalı bir “sanat eseri” olduğunu, telif hakkı korumasına uygun olduğunu ve bu tasarımın entelektüel ve de benzersiz bir ifadeye sahip olduğunu tespit etti. Ayakkabının “punk” esintili tasarım unsurları ve görsel ifadesi, telif hakkı koruması için yeterince orijinal olarak kabul edildi. Yapılan inceleme ve değerlendirmelere dayanarak Steve Madden’in Grand Ave ayakkabısının, Ganni’nin Buckle Ballerina‘sının yakından taklit ettiğini tespit etti. Mahkeme, Buckle Ballerina‘nın bilinen tasarım unsurlarının Steve Madden’in ayakkabısında da aynı bütünsel etkiyi yaratan bir şekilde bulunduğunu da vurguladı.
Ayrıca mahkeme, tasarım uzmanlarından alınan ifadelere dayanarak, Steve Madden’ın Grand Ave ayakkabısının Ganni’nin ürünüyle çok fazla benzerlik taşıdığına karar verdi. Uzmanlar da Ganni’nin ayakkabının yalnızca işlevsel bir üründen daha fazlası olduğu iddiasını destekleyerek telif hakkı korumasını hak eden orijinal bir yaratıcı çalışma olduğunu belirtti ve iki tasarımın genel izleniminin çok benzer olması nedeniyle Steve Madden’in ayakkabısının potansiyel olarak tüketicileri şaşırtabileceğini söyledi.
Tüm bunların ışığında mahkeme, Steve Madden’in hem telif hakkı yasasının 2. maddesi hem de pazarlama yasasının 3. maddesi uyarınca Ganni’ye ait Buckle Ballerina üzerindeki haklarını ihlal ettiğini kanıtladığını belirtti. Bu kararla Steve Madden’in, Grand Ave ayakkabısını Danimarka’ya ithal etmesi, satması, pazarlaması ve ihraç etmesi yasaklandı.
4. Kararın Nedenleri ve Mahkemece Esas Alınan Değerlendirme Kriterleri
Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın (“ABAD”) Cofemel kararının telif hakkı ve moda ile ilgili endüstrinin yasal düşüncesini değiştirmesinden sonra mahkemece verilen bu kararda, tasarımın özgünlüğü ve ayakkabının tasarımcının özgür ve yaratıcı seçimlerinin sonucu olması gerçeği ile tasarımın pazar konumu, tüketici nezdinde yeri ve ayırt ediciliği gibi birkaç farklı faktör de incelenmiştir. Mahkemece kararın nedenleri;
Buckle Ballerina’nın Özgünlüğü: Mahkeme, ayakkabının tasarımındaki özgün öğeler, renklerin kullanımı ve genel görünümün diğer benzer ayakkabılardan farklı olduğunu belirterek, bu ayakkabının telif hakkı ile korunabilecek bir eser olduğunu kabul etmiştir.
GRAND AVE’nin Taklidi: Mahkeme, GRAND AVE ayakkabısının Buckle Ballerina‘ya çok benzemesi, aynı tasarım öğelerini kullanması ve tüketicileri yanıltıcı olması nedeniyle, bu ayakkabının telif hakkı ihlali oluşturduğuna karar vermiştir.
Marka Hakları: Mahkeme ayrıca, Buckle Ballerina ayakkabısının piyasada tanınan bir marka haline geldiğini ve tüketiciler tarafından GANNI ile özdeşleştirildiğini belirterek, marka haklarının da ihlal edildiğini tespit etmiştir.
5. Tüketici Nezdinde Durum: Taklit, Muadil ve İlham
Ganni A/S’de grup genel danışmanı ve Ganni SAS’ta genel müdür olan Louise Koustrup’un “TikTok’ta içerik üreticilerin müşterilere neden Ganni ayakkabısının yerine Steve Madden ayakkabısını almaları gerektiğini açıklayan birçok video izlediği” yönündeki beyanı kanaatimizce uyuşmazlıktaki en can alıcı ve üzerinde konuşulması gereken nokta olmuştur. Uyuşmazlığa konu iki ayakkabıya dair sosyal medya platformlarında pek çok içerik üretilmiştir. Sosyal medyadaki bu video ve paylaşımlarda değinilen en önemli konu Steve Madden ayakkabılarının Ganni tasarımının yanında yarı fiyatına satılması olmuştur. Bu husus Ganni açısından büyük bir sorun oluşturmaktadır, çünkü tüketiciler daha ucuz alternatifleri bulduklarını gördüklerinde Buckle Ballerina ayakkabısını almamışlar ve bu durum Ganni’nin satışlarını olumsuz etkilemiştir.
Ganni tarafından uyuşmazlıkta bu hususa değinilmesi de son derece önemlidir. Nitekim sosyal medyanın halihazırda tüketim alışkanlıklarını değiştirdiği, markalar için en büyük reklam alanı haline geldiği, tüketicilerin geri dönüşlerini alabildikleri bir mecra olduğu ve satışların büyük kısmının tüketicilerin sosyal medyadan etkilenerek yaptığı düşünüldüğünde TikTok, Instagram gibi sosyal medya platformlarında bu ayakkabılara yer verilmesinin satışlarda büyük etki yapacağı da açıktır.
Özellikle TikTok’ta bu iki ayakkabıya ilişkin pek çok video paylaşılmış, içerik üreticileri tarafından her iki ayakkabının karşılaştırıldığı görülmüştür. Ancak videolarda, Steve Madden ayakkabıları için tüketiciler nezdinde yapılan betimlemeler son derece dikkat çekicidir. Nitekim bazı kullanıcılar Madden ayakkabılarını Ganni’nin Buckle Ballerina ayakkabısına “dupe” (muadil) olarak nitelendirirken bazıları ise bu durumu “Steve Madden’in Ganni’den İlham alan (inspired) Ayakkabıları” olarak değerlendirmiştir.
Öte yandan çok küçük bir kesim ise bu durumun neden yasal olduğu konusunu tartışmış ve Steve Madden’i “copycat” (taklitçi) olarak nitelendirmiştir.
Sosyal medyada ayakkabıların bu şekilde konuşulmasının neticesinde tüketici nezdinde Steve Madden ayakkabıları, Ganni’ye “muadil” olarak görülmüş ve Ganni yerine Steve Madden’in alınması yönünde bir eğilimin oluşturulmasına neden olmuştur. Buna en büyük etkenin ise Steve Madden ayakkabılarının Ganni modeliyle ayırt edilemeyecek kadar benzer oluşu ve fiyatının neredeyse 1/3’ü kadar olması gösterilmektedir.
Kanaatimizce bu durum taklitçiliğin ve fikri mülkiyet ihlallerinin marka ve tasarımcıya verdiği zararı gözler önüne koyan en somut örneklerden biridir. Dünya çapında artan enflasyon ve ekonomik krizler ile alım gücündeki azalış, insanları daha ucuza yönlendirmeye başlamış ve tasarımcı ürünlerini satın alamayan tüketici, tasarımların taklit veya daha masum bir söyleyişle “muadil” hallerini satın almaya yönelmiştir. Sosyal medyanın etkisiyle bu muadil ürünlere olan yaklaşım daha da artmış ve muadil olarak adlandırdıkları ürünlere taklit ürünlerden farklı olarak yumuşak bir bakış yöneltilmiştir. Ancak tıpkı uyuşmazlığa konu Steve Madden ayakkabıları gibi, tüketiciler tarafından “muadil” olarak adlandırılan bu tarz ürünlerin büyük kısmının taklit ürünlerden bir farkı olmayıp muadil kelimesi günümüzde taklidin masum adı olarak kullanılır hale gelmiştir. Muadil her ne kadar denk, eşit ve eşdeğer demek olsa da bahse konu ürünlerin tescilli, orijinal tasarıma denk olduğunu söyleyebilmek mümkün değildir. Bu sebeple günümüzde muadil olarak adlandırılan ürünlerin tasarım ve fikri mülkiyet hakkı ihlaline sebep olduğu, üzerinde logonun bulunmamasının o ürünü “taklit” olmaktan çıkarmadığını belirtmekte fayda vardır.
Geçtiğimiz hafta duyurduğumuz IPR Gezgini Ankara Buluşması için ikinci hatırlatmamızı yapıyoruz.
2024 yılı ilkbaharında İstanbul’da bir buluşma yapmıştık, ama asıl göz ağrımız olan ve beşincisini düzenleyeceğimiz Ankara etkinliğini sonbahara saklamıştık.
Ankara buluşmamız için programı uygun olan herkesi, 3 Ekim Perşembe akşamı bizlerle birlikte olmaya davet ediyoruz.
Detaylar aşağıda!
Fikri Haklar camiamız 3 Ekim Perşembe akşamı Ankara’da yapılacak IPR Gezgini buluşmasında yeniden bir araya gelecek!
Daha önceki buluşmalarımızda birbirlerini özleyen IP severlerin yeniden görüşmelerine, birçok yeni tanışmaya ve uzun sohbetlere vesile olmuştuk. Tekrarını herkes bekliyordu ve o gün yaklaşıyor.
Soğuk günler gelmeden 2024 yılı IPR Gezgini Ankara buluşmasını 3 Ekim Perşembe akşamı saat 19.00’da başlayacak şekilde yapacağız.
Buluşma mekanımız son üç buluşmamızı yaptığımız Passkal olacak (https://www.instagram.com/passkalpub/ — Tunalı Hilmi Cad, Park İçi No:114/J D:1 – En basit tarif: Tunalı’nın sonunda Kuğulu Park’a gelmeden sağa dönüyorsunuz, Kıtır’ın yanındaki merdivenlerden inerek Passkal’a ulaşıyorsunuz). Geçen buluşmada olduğu gibi işletme bize kendimize ait bir alan tahsis edecek (Bize tahsis edilecek alanın tavanı açılıp kapanabiliyor ve tavan açık olduğu (yağmur yağmadığı) sürece havadar bir mekanda olacağız).
Konsept: Bolca IP sohbeti, yeniden kavuşanlar, ilk kez tanışanlar, IPR Gezgini hakkında her şey, sitenin yazarları ve okurları, beklentiler, Türk IP camiası gelişmeleri, IP dedikoduları… Önceden belirlenmiş menü, katılım ücreti yok; herkes kendi yediğini – içtiğini öder.
Duyurumuzu erken yapıyoruz, çünkü şehir dışından katılmak isteyenler, planlarını ayarlaması gerekenler olacaktır. Gelecek günlerde birkaç hatırlatma daha yapacağız.
Katılım taleplerini Ekim ayı başına dek almaya devam edeceğiz. Taleplerde kişi sayısını ve katılımcıların adlarını bildirmeyi unutmayın lütfen. Katılımcı sayısını biraz kestirebilmek adına bize ne kadar erken haber verirseniz o denli mutlu oluruz.
Katılım talebinizi iprgezgini@gmail.comadresine e-postayla veya sosyal medya hesaplarımıza mesaj yoluyla bildirebilirsiniz. Talebi almamızın ardından sizi katılımcı listesine ekleyeceğiz.
Önemli Not: Katılım için ismini bildirip sonradan hiç bilgi vermeden gelmeyenlere bozuluyoruz, çünkü anlaştığımız yerlere yaklaşık kişi sayısı bildiriyoruz ve onlara karşı mahçup olmak istemiyoruz. Kayıt yaptırmanıza rağmen katılamayacaksınız lütfen bize önceden bilgi verin.
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı ile Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından üç yıllık periyotları kapsayacak şekilde her yıl hazırlanan ve Cumhurbaşkanı Kararı ile yürürlüğe konulan Orta Vadeli Programlar; makro ekonomik politikaların, tahminlerin ve hedeflerin belirlendiği ve merkezi yönetim bütçesinin hazırlanma sürecini başlatan bir politika belgesidir.[1] Bu kapsamda söz konusu belge ile ilgililere; hangi alanlarda, ne gibi eylemlerin gerçekleştirileceği konusunda da bir öngörü sağlamaktadır.
2025-2027 yıllarına ilişkin Orta Vadeli Plan (OVP), 05.09.2024 tarihli ve 23653 Mükerrer Sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan 05.09.2024 tarihli ve 8906 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile onaylanmıştır. Geçmiş yıllarda da olduğu gibi OVP’de fikrî ve sınai mülkiyet haklarına ilişkin bölümler de yer almaktadır.
OVP’nin makro ekonomik hedefler ve politikalara ilişkin ana bölümünün “büyüme” hedef ve politikalarına ilişkin kısmında, Ar-Ge yenilik ekosistemi ele alınmıştır. Bu ekosistem içerisinde Ar-Ge temelli yatırımların ve girişimciliğin desteklenmesi ve yenilik ekosisteminin güçlendirilmesi hedeflenmektedir. Fikrî mülkiyet varlıklarının yüksek teknolojili ve katma değerli üretime katkısının artırılması amacıyla patent, marka ve tasarımlara ilişkin değerleme, finansmana erişim ve ticarileştirme mekanizmalarının güçlendirilmesi belirtilen hedefe ulaşmak için yapılacak çalışmalar arasında düzenlenmiştir.
OVP’nin makro ekonomik hedefler ve politikalara ilişkin ana bölümünün “iş ve yatırım ortamı” hedef ve politikalarına ilişkin kısmında, düzenleyici çerçevenin iyileştirilmesi ele alınmıştır. Bu iyileştirme kapsamında; iş ve yatırım ortamında düzenleyici çerçevenin iyileştirilerek yatırımcı güveninin, öngörülebilirliğin ve istikrarın artırılması hedeflenmektedir. Fikrî mülkiyet sisteminde toplumsal bilinci ve farkındalığı artırmak üzere hukuki altyapının güçlendirilmesi, fikrî mülkiyet haklarının oluşmasını destekleyen ekosistemin geliştirilerek bu hakların ticarileştirilmesinin hızlandırılması belirtilen hedefe ulaşmak için yapılacak çalışmalar arasında düzenlenmiştir.
OVP’nin iki farklı bölümünde fikrî ve sınai mülkiyet haklarına değinilmiş, temel olarak alana ilişkin bilincin artırılması ile hakların değerlemesinin yapılması, finansman erişiminin sağlanması ve hakların ticarileştirilmesinin hızlandırılması hedef ve politika olarak belirlenmiştir. Anılan hedeflere ulaşılmasını temenni ederiz. Bunun yanında hakların elde edilme aşamasından sonraki döneme ilişkin hedef ve politikaların yanında, hakların elde edilmesi ve korunması aşamasında yaşanan sorunların önüne geçecek hedef ve politikaların da programlara dâhil edilmesinin fikrî ve sınai mülkiyet haklarından beklenen faydanın artırılmasına katkı sağlayacağını değerlendirmekteyiz.
Geçtiğimiz hafta duyurduğumuz IPR Gezgini Ankara Buluşması için ilk hatırlatmamızı yapıyoruz.
2024 yılı ilkbaharında İstanbul’da bir buluşma yapmıştık, ama asıl göz ağrımız olan ve beşincisini düzenleyeceğimiz Ankara etkinliğini sonbahara saklamıştık.
Ankara buluşmamız için programı uygun olan herkesi, 3 Ekim Perşembe akşamı bizlerle birlikte olmaya davet ediyoruz.
Detaylar aşağıda!
Fikri Haklar camiamız 3 Ekim Perşembe akşamı Ankara’da yapılacak IPR Gezgini buluşmasında yeniden bir araya gelecek!
Daha önceki buluşmalarımızda birbirlerini özleyen IP severlerin yeniden görüşmelerine, birçok yeni tanışmaya ve uzun sohbetlere vesile olmuştuk. Tekrarını herkes bekliyordu ve o gün yaklaşıyor.
Soğuk günler gelmeden 2024 yılı IPR Gezgini Ankara buluşmasını 3 Ekim Perşembe akşamı saat 19.00’da başlayacak şekilde yapacağız.
Buluşma mekanımız son üç buluşmamızı yaptığımız Passkal olacak (https://www.instagram.com/passkalpub/ — Tunalı Hilmi Cad, Park İçi No:114/J D:1 – En basit tarif: Tunalı’nın sonunda Kuğulu Park’a gelmeden sağa dönüyorsunuz, Kıtır’ın yanındaki merdivenlerden inerek Passkal’a ulaşıyorsunuz). Geçen buluşmada olduğu gibi işletme bize kendimize ait bir alan tahsis edecek (Bize tahsis edilecek alanın tavanı açılıp kapanabiliyor ve tavan açık olduğu (yağmur yağmadığı) sürece havadar bir mekanda olacağız).
Konsept: Bolca IP sohbeti, yeniden kavuşanlar, ilk kez tanışanlar, IPR Gezgini hakkında her şey, sitenin yazarları ve okurları, beklentiler, Türk IP camiası gelişmeleri, IP dedikoduları… Önceden belirlenmiş menü, katılım ücreti yok; herkes kendi yediğini – içtiğini öder.
Duyurumuzu erken yapıyoruz, çünkü şehir dışından katılmak isteyenler, planlarını ayarlaması gerekenler olacaktır. Gelecek günlerde birkaç hatırlatma daha yapacağız.
Katılım taleplerini Ekim ayı başına dek almaya devam edeceğiz. Taleplerde kişi sayısını ve katılımcıların adlarını bildirmeyi unutmayın lütfen. Katılımcı sayısını biraz kestirebilmek adına bize ne kadar erken haber verirseniz o denli mutlu oluruz.
Katılım talebinizi iprgezgini@gmail.comadresine e-postayla veya sosyal medya hesaplarımıza mesaj yoluyla bildirebilirsiniz. Talebi almamızın ardından sizi katılımcı listesine ekleyeceğiz.
Önemli Not: Katılım için ismini bildirip sonradan hiç bilgi vermeden gelmeyenlere bozuluyoruz, çünkü anlaştığımız yerlere yaklaşık kişi sayısı bildiriyoruz ve onlara karşı mahçup olmak istemiyoruz. Kayıt yaptırmanıza rağmen katılamayacaksınız lütfen bize önceden bilgi verin.
Televizyonlar, bilgisayarlar, internet, kameralı telefonlar, arkadaşlarımızla sınırlı sosyal medya hesapları, tanıdık tanımadık herkese ulaşabildiğimiz sosyal medya platformları, yapay zeka, robotlar derken; sosyal hayatımızın bir görünümü olan fikri mülkiyet dünyasında sanal dünyanın yeri geçtiğimiz yıllarda bir hayli dikkat çekmişti.
Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi (“EUIPO”) tarafından yayınlanan kılavuzlarda, fiili olarak bizim uygulamamızda ve pek çok çalışma ve bildiride kendine yer bulan “sanal mallar” bu sefer de EUIPO tarafından verilen bir kararda karşımıza çıkmaktadır. Elbette ki bu dosya sanal malların niteliğinin tartışıldığı ilk dosya değil, ancak hem çok yeni bir karar olması ve hem de çok temel bir karşılaştırmaya değinmesi sebebiyle önem arz etmektedir. Üstelik, bu dosyada yapılan markalar arasındaki benzerlik incelemesinin de dikkate alınmaya değer olduğu kanaatinde olduğumdan; burada kısaca bu hususa da değineceğim.
Dosyaya konu; 3, 9, 14, 18, 25 ve 35. sınıflardaki mal ve hizmetleri kapsayan Avrupa Birliği (“AB”) marka başvurusu Vinicio S.R.L’e ait iken, 3 ve 4. sınıflardaki malları kapsayan bir diğer AB markası olan Artessence FZC’ye aittir.
Artessence kendi markasına dayalı olarak “Vinicio” marka başvurusunun yayımına 3. sınıftaki tüm mallar ve 35. sınıftaki kimi hizmetler bakımından itiraz etmiştir. Yapılan inceleme sonucunda, itirazın bir kısım mal ve hizmetler için kabulüne karar verilmiş ve bu anlamda itiraz kısmen kabul edilmiştir.
İtirazın kabul edildiği bir kısım mal ve hizmetler, gerçek/ fiziki hayata dair mal/ hizmetler bakımındandır. Sanal malların satışı hizmetleri ile gerçek hayata dair mallar arasında karıştırılma ihtimali yaratır seviyede bir benzerlik olmadığı değerlendirildiğinden, bu kapsam açısından karıştırılma ihtimali gerekçeli itiraz kabul edilmemiştir.
Dosyada yapılan değerlendirmeler özetle şu şekildedir:
a. Sanal mallar ile fiziki hayata yönelik mal/ hizmetlerin karşılaştırılması bakımından
İtiraza konu marka başvurusunun kapsamında yer alan sanal dünyaya yönelik bir kısım malların satışı hizmetleri ile itiraza dayanak markanın kapsamında yer alan fiziki dünyaya yönelik mallar arasında benzerlik değerlendirilmesi şu şekilde yapılmaktadır:
Sanal mallar, genel olarak, sanal ortamlarda ticaret sırasında kullanılması amaçlanan fiziksel olmayan öğeler olarak tasvir edilmektedir ve buna göre (i) gerçek dünyadaki malları tasvir etmeleri, (ii) gerçek dünyadaki malların işlevlerini taklit etmeleri, (iii) gerçek dünyada eşdeğeri olmayan nesneleri temsil etmeleri mümkündür.
Somut olayda karşılaştırmaya konu sanal malların satışı hizmetleri ile fiziki dünyaya yönelik mallar birbirinin karşılığı gibi görünse de, bu husus benzerliği kabul etmek için tek başına yeterli değildir. “Sanal mallar” kavramı çok yeni olmamakla birlikte, çok eski bir kavram da değildir ve son zamanlarda gündemde daha çok yer almaktadır; haliyle sanal mallar ve sanal dünyaya yönelik ve bu alanda henüz belirli bir piyasa uygulamasının yerleşik olduğu varsayılamamaktadır.
Somut olayda, söz konusu sanal ve fiziki mal/ hizmetler karşılaştırıldığında; bunların niteliği, amacı ve kullanım yöntemi ve hizmetler aynı değildir. Ayrıca, belirli durumlarda belirli malların perakende hizmetleri ile diğer belirli mallar arasında, tüketicinin bakış açısına göre piyasada aralarındaki olası yakın bağlantı nedeniyle bir tamamlayıcılık bulunabilmesine rağmen, somut olayda böyle bir bağlantı ve dolayısıyla tamamlayıcılık yoktur. Hatta 35. sınıfta yer alan ihtilaf konusu hizmetlerinin kapsamına giren sanal mallara ilişkin olarak re’sen herhangi bir piyasa uygulaması da bulunmamaktadır. Nitekim sanal malların ve gerçek dünyadaki karşılıklarının aynı dağıtım kanalları üzerinden bir araya getirilip satışa sunulmasının geleneksel olup olmadığı iyi bilinen bir gerçek değildir.
Bununla birlikte, gerçek dünya malları ve bunların sanal muadilleri aynı mal kategorisinin parçası değildir: Gerçekten de, sanal malların gerçek dünya mallarının işlevlerini tasvir edebilmesi veya taklit edebilmesi, onları gerçek dünyadaki mallarla özdeş kılmamaktadır. Paralel olarak, belirli bir ürünün gerçek dünyadaki bir malın sanal eşdeğeri olması, benzerlik tespiti için tek başına yeterli değildir.
Bu sebeple de tarafların ilgili mal ve hizmetlerin hangi açılardan benzer olduğunu gösteren argüman ve deliller sunması büyük önem taşımaktadır. Örneğin sanal ve gerçek dünya mallarının aynı dağıtım kanalları üzerinden ticaretinin olağan olup olmadığı veya bunların ne ölçüde aynı ilgili halkı hedef alabileceği konusunda öneride bulunabilecek argüman veya kanıt bulunması gerekmekle birlikte, somut olayda bunlar söz konusu değildir.
b. Kapsam benzerliği bakımından
Mal ve hizmetlerin farklı sınıflarda yer alması benzer olmadıkları anlamına gelmemektedir; aksine, benzerlik incelemesi ilgili mal ve hizmetlerin doğası ve amacı dikkate alınarak yapılmalıdır. Nitekim söz konusu markaların kapsadığı mal veya hizmetleri karşılaştırmak için, bu mal ve hizmetlerle ilgili tüm faktörler dikkate alınmalıdır. Bu faktörler, diğer pek çok unsurun yanı sıra, ilgili mal/ hizmetlerin doğasına, amaçlanan amacına, kullanım yöntemlerine, rekabet içinde mi yoksa tamamlayıcı mı olduklarına yönelik olabilmektedir.
Bu açıdan yapılan değerlendirme sonucunda, 3. sınıftaki kimi mallar birbiri ile aynı kimi ise yüksek derecede benzer bulunmaktadır. 35. sınıftaki kimi hizmetler ise, tamamlayıcı olmaları sebebiyle, birbirileri ile benzer bulunmaktadır. Bu değerlendirmede, ilgili tüketici kesiminin aynı/ benzer olduğu değerlendirilmektedir.
c. Marka benzerliği bakımından
Marka benzerlik incelemesi markanın tüm unsurları dikkate alınarak bütüncül bir şekilde yapılmalıdır. Somut olayda, örneğin Fransızca konuşulan bölgeler bakımından, “INITIO” ve “VINICIO” ibarelerinin bir anlam ifade etmediği görüldüğünden inceleme bu kapsamda yapılmaktadır.
markasında yer alan “PARFUMS PRIVÉS” ibaresi, “özel parfüm” şeklinde algılanmaya uygundur ve parfüm/ koku gibi mallar bakımından tanımlayıcı/ güçsüz bir ibaredir. Üstelik markadaki yazılış şekli de bunu işaret etmektedir. Haliyle, markadaki esas unsurun “INITIO” olduğu değerlendirilmektedir.
“INITIO” ve “VINICIO” markaları sadece başta yer alan ek “V” harfi ve ortada yer alan “T/ C” harfleri bakımından farklılaşmaktadır. Her ne kadar markaların başlangıç kısmındaki benzerliğin daha önemli olduğu kabul edilse de, her dosyada bunun istisnasız şekilde uygulanması söz konusu değildir. Markaların genel izlenimi düşünüldüğünde, somut olayda düşük-orta seviyede görsel bir benzerlik vardır.
İşitsel olarak markada yer alan “T” ve “C” sesleri Fransızca’da aynı şekilde telaffuz edilmektedir. Bu açıdan bakıldığında, markalar sadece başlangıç kısmındaki “V” sesi bakımından birbirinden ayrışmakta olduğundan, markalar işitsel olarak yüksek derecede benzerdir.
İbarelerin bir anlamı olmadığından, kavramsal olarak birbirinden farklıdır.
Görüldüğü üzere, söz konusu karar ile sanal mal/ hizmetler ve gerçek dünyaya ait mal/ hizmetler bakımından anlamlı bir değerlendirme yapılmış, iddia edenin ispat yükü vurgulanmış ve uzun vadede dosyalara ışık tutacak bir karar verilmiştir.
IPR Gezgini Ankara Buluşmalarının beşincisinin takvimi belli oldu!
2024 yılı ilkbaharında İstanbul’da bir buluşma yapmıştık, ama asıl göz ağrımız olan Ankara etkinliğini sonbahara saklamıştık.
Ankara buluşmamız için programı uygun olan herkesi, 3 Ekim Perşembe akşamı bizlerle birlikte olmaya davet ediyoruz.
Detaylar aşağıda!
Fikri Haklar camiamız 3 Ekim Perşembe akşamı Ankara’da yapılacak IPR Gezgini buluşmasında yeniden bir araya gelecek!
Daha önceki buluşmalarımızda birbirlerini özleyen IP severlerin yeniden görüşmelerine, birçok yeni tanışmaya ve uzun sohbetlere vesile olmuştuk. Tekrarını herkes bekliyordu ve o gün yaklaşıyor.
Soğuk günler gelmeden 2024 yılı IPR Gezgini Ankara buluşmasını 3 Ekim Perşembe akşamı saat 19.00’da başlayacak şekilde yapacağız.
Buluşma mekanımız son üç buluşmamızı yaptığımız Passkal olacak (https://www.instagram.com/passkalpub/ — Tunalı Hilmi Cad, Park İçi No:114/J D:1 – En basit tarif: Tunalı’nın sonunda Kuğulu Park’a gelmeden sağa dönüyorsunuz, Kıtır’ın yanındaki merdivenlerden inerek Passkal’a ulaşıyorsunuz). Geçen buluşmada olduğu gibi işletme bize kendimize ait bir alan tahsis edecek (Bize tahsis edilecek alanın tavanı açılıp kapanabiliyor ve tavan açık olduğu (yağmur yağmadığı) sürece havadar bir mekanda olacağız).
Konsept: Bolca IP sohbeti, yeniden kavuşanlar, ilk kez tanışanlar, IPR Gezgini hakkında her şey, sitenin yazarları ve okurları, beklentiler, Türk IP camiası gelişmeleri, IP dedikoduları… Önceden belirlenmiş menü, katılım ücreti yok; herkes kendi yediğini – içtiğini öder.
Duyurumuzu erken yapıyoruz, çünkü şehir dışından katılmak isteyenler, planlarını ayarlaması gerekenler olacaktır. Gelecek günlerde birkaç hatırlatma daha yapacağız.
Katılım taleplerini Ekim ayı başına dek almaya devam edeceğiz. Taleplerde kişi sayısını ve katılımcıların adlarını bildirmeyi unutmayın lütfen. Katılımcı sayısını biraz kestirebilmek adına bize ne kadar erken haber verirseniz o denli mutlu oluruz.
Katılım talebinizi iprgezgini@gmail.comadresine e-postayla veya sosyal medya hesaplarımıza mesaj yoluyla bildirebilirsiniz. Talebi almamızın ardından sizi katılımcı listesine ekleyeceğiz.
Önemli Not: Katılım için ismini bildirip sonradan hiç bilgi vermeden gelmeyenlere bozuluyoruz, çünkü anlaştığımız yerlere yaklaşık kişi sayısı bildiriyoruz ve onlara karşı mahçup olmak istemiyoruz. Kayıt yaptırmanıza rağmen katılamayacaksınız lütfen bize önceden bilgi verin.
İtalya’da kurulmuş pastacılık üzerine faaliyet gösteren Pasticceria Cristiani Sas di Sergio Cristiani & C firması, Georgi Kirov adına Avrupa Fikri Mülkiyet Ofisi (EUIPO) nezdinde 14., 16., 21., 35. ve 43. sınıflarında tescilli “CRISTIANI” markasının Avrupa Birliği (AB) Marka Tüzüğü’nün 58(1)(a) maddesi uyarınca beş yıl kesintisiz kullanılmaması nedeniyle tescilli olduğu birtakım mal ve hizmetler bakımından iptal edilmesini talep etmiştir.
Pasticceria Cristiani Sas di Sergio Cristiani & C firması tarafından EUIPO’ya yapılan bu iptal başvurusu doğrultusunda ilgili markanın kısmen iptal edilmesine karar verilmiş olup, “CRISTIANI” markasının sahibi Georgi Kirov tarafından bu iptal kararına karşı yapılan itiraz neticesinde Genel Mahkeme tarafından yapılan yargılama sonucunda verilen kararın uygunluğuna hükmedilerek davanın reddine karar verilmiştir.
Olay
Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD) Genel Mahkemesinin Yedinci Dairesi’nin kararına konu olayda, Georgi Kirov (“Başvuru Sahibi”), 26 Kasım 2014 tarihinde aşağıdaki markanın tescili için EUIPO’ya başvuruda bulunmuştur:
Söz konusu işaret, 28 Mayıs 2015 tarihinde 013498381 tescil numarası ile, 15 Haziran 1957 tarihli Markaların Tescili Amacıyla Mal ve Hizmetlerin Uluslararası Sınıflandırılmasına İlişkin Nice Anlaşması’nın 14., 16., 21., 35. ve 43. sınıflarda yer alan mal ve hizmetler için tescil edilmiştir.
İtalya’da kurulmuş pastacılık üzerine faaliyet gösteren Pasticceria Cristiani Sas di Sergio Cristiani & C firmasıise 3 Haziran 2020 tarihinde Başvuru Sahibi’ne ait markanın tescil edildiği mal ve hizmet sınıflarının bir kısmı bakımından iptal edilmesi için EUIPO’ya başvuruda bulunmuştur. Buna göre, Pasticceria Cristiani Sas di Sergio Cristiani & C firması Başvuru Sahibi adına tescilli CHRISTIANI markasının aşağıda belirtilen mallar ve hizmetler için kullanılmadığını ileri sürmüş ve 2017/1001 sayılı AB Marka Tüzüğü (“2017/1001 sayılı Tüzük”)’nün 58(1)(a) maddesine dayanarak iptal edilmesini talep etmiştir:
16. Sınıf – Kağıt; karton; endüstriyel kağıt ve karton; kağıt kutular; kağıt mendiller ve havlular; kağıttan çelenkler, flamalar ve figürler; süslenmiş kağıtlar; kağıt ve kartondan sanat eserleri.
43. Sınıf – Kafeterya hizmetleri; restoran hizmetleri; yiyecek-içecek hizmetleri.
Başvuru Sahibi, tescilli markasının iptali için yapılan bu başvuru üzerine sunmuş olduğu 19 Ekim 2020 tarihli dilekçesinde, ilgili beş yıllık dönem boyunca ihtilaflı markanın gerçek kullanımını kanıtlamak üzere belgeler sunmuştur.
25 Mart 2022 tarihinde, EUIPO İptal Dairesi, Pasticceria Cristiani Sas di Sergio Cristiani & C firmasının iptal başvurusunu kabul etmiş ve yukarıda belirtilen mal ve hizmetler bakımından ihtilaflı markayı kısmen iptal etmiştir. İptal kararına karşın Başvuru Sahibi, EUIPO Temyiz Kurulu nezdinde itiraz etmiş ve ilgili markanın 43. sınıfta yer alan hizmetler bakımından iptal edilmesi kararının kaldırılmasını talep etmiştir.
İnceleme sonucunda EUIPO Birinci Temyiz Kurulu, “CHRISTIANI” şekil markasının 43. sınıfta yer alan kafeterya, restoran ve yiyecek-içecek hizmetleri için yeterli ölçüde kullanılmadığına hükmederek markanın ilgili hizmetler bakımından iptal edilmesi kararını onamıştır.
Başvuru Sahibi, Avrupa Birliği’nin İşleyişi Hakkında Antlaşma (TFEU)’nın 263. Maddesi uyarınca açtığı dava ile Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi (EUIPO) Birinci Temyiz Kurulu’nun 16 Ocak 2023 tarihli kararın (R 835/2022-1) iptalini talep etmiştir.
Yargılama Süreci
Başvuru Sahibi, Genel Mahkeme nezdindeki davasında esas olarak iki hukuki iddiaya dayanmaktadır:
Başvuru Sahibi, ilk olarak, 2017/1001 sayılı Tüzüğün 58(1)(a) maddesinin ve teşebbüs serbestisini düzenleyen Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı’nın (“Şart“) 16. maddesinin ihlal edildiğini iddia etmektedir.
İkinci iddiada ise Başvuru Sahibi, itirazı sonucundaki karara ilişkin gerekçe gösterme yükümlülüğü ile etkili çözüm yolu ve adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmektedir.
Başvuru Sahibi, sunmuş olduğu delillerin ihtilaflı markanın iptal edilen hizmetlerle bağlantılı olarak gerçek kullanımını kanıtlamaya hizmet etmediği ve kullanmama için uygun bir nedene dayanamayacağına ilişkin Temyiz Kurulu tespitinin 2017/1001 sayılı Tüzüğün 58(1)(a) maddesini ihlal ettiğini ileri sürmektedir.
2017/1001 sayılı Tüzüğün 58(1)(a) maddesi; bir Avrupa Birliği markası sahibinin haklarının, EUIPO’ya yapılan başvuru üzerine veya ihlal davalarında bir karşı dava olarak, markanın beş yıllık kesintisiz bir süre içinde tescil edildiği mal veya hizmetlerle bağlantılı olarak Avrupa Birliği’nde gerçek anlamda kullanılmaması ve kullanılmaması için haklı bir neden bulunmaması halinde iptal edilebileceğini öngörmektedir.
Yapılan yargılama sürecinde esasen tartışılan konulardan biri olarak, “gerçek kullanım” kavramının yorumlanırken, amacın bir teşebbüsün ticari başarısını değerlendirmek veya ekonomik stratejisini gözden geçirmek olmadığı ve marka korumasının markaların büyük ölçekli ticari bir kullanım durumunda sağlanması ile sınırlandırmayı amaçlamadığının dikkate alınması gerektiği belirtilmiştir.
2017/1001 sayılı Tüzüğün 19(1) maddesi uyarıncaiptal işlemlerinde geçerli olan kullanım kanıtı, markanın tescil edildiği mal veya hizmetler için kullanım yeri, zamanı, kullanımın kapsamı ve niteliği ile ilgili olması gerekmektedir. Aynı Tüzüğün 97(1)(f) maddesine atıfta bulunulduğu üzere bu kullanımın ispatı ise ambalajlar, etiketler, fiyat listeleri, kataloglar, faturalar, fotoğraflar, gazete reklamları ve yazılı beyanlar gibi destekleyici belge ve kalemlerin sunulması ile sınırlı bulunmaktadır.
Mevzuattan da anlaşılacağı üzere, markanın, tescil edildiği mal veya hizmetlerin kaynağını garanti etmek olan temel işlevine uygun olarak, bu mal veya hizmetler için bir çıkış noktası oluşturmak veya korumak amacıyla kullanılması halinde, bir markanın gerçek kullanımı söz konusudur. Gerçek kullanım, yalnızca markanın sağladığı hakları koruma amaçlı göstermelik kullanımı içermeyeceği gibi markanın kullanımı olasılıklar veya karineler yoluyla da kanıtlanamaz. Ayrıca, markanın gerçek ve yeterli kullanımına ilişkin koşul, markanın kamuya açık ve dışa dönük olarak somut ve objektif biçimde kullanılmasını gerektirmektedir.
Bu bağlamda, itiraz edilen markanın kullanımının gerçek olarak kabul edilmesi için, kullanımın her zaman niceliksel olarak önemli olması gerekmemekle birlikte kullanım tespitinde ihtilaflı markanın bulunduğu malların cirosu ve satış hacminin de mutlak bir kriter olarak değerlendirilemeyeceği ifade edilmektedir. Buna göre, markanın iş hacmi, üretim veya pazarlama kapasitesi veya markayı kullanan teşebbüsün çeşitlendirme derecesi ve ilgili pazardaki mal veya hizmetlerin özellikleri gibi diğer ilgili faktörlerle ilişkili olarak da kullanımın incelenmesi gerekmektedir.
Bir AB markasının kullanımının gerçek olarak kabul edilmesi için markanın geniş bir coğrafi alanda kullanılması gerekli olmayıp markanın kullanıldığı ilgili ürün veya hizmetin ve bu ürün ve hizmet pazarının özelliklerine bağlı olarak tek bir Üye Devlette veya bir Üye Devletin topraklarının sadece bir kısmında kullanılması halinde de bir AB markasının gerçek kullanımından söz edilebilecektir. Dolayısıyla geniş bir çerçevede koruma sağlayan AB markasının tek bir Üye Devlette veya bir Üye Devletin topraklarının sadece bir kısmında kullanılmasının, Avrupa Birliği içindeki kullanımın gerçek olmasını kendi başına engellemeyeceği belirtilmiştir.
İspat yükümlülüğü ile ilgili olarak, yürütülen yargılamada, bir markanın iptaline yönelik işlemlerde, kural olarak, söz konusu markanın gerçek kullanımını ortaya koymanın EUIPO’nun değil marka sahibinin görevi olduğu açık bir şekilde teyit edilmiştir. Buna göre, AB markası sahibinin, EUIPO tarafından belirlenen süre içerisinde söz konusu markanın gerçek kullanımına veya kullanılmamasına ilişkin haklı nedenlere ilişkin herhangi bir kanıt sunmaması veya sunulan kanıt veya nedenlerin açıkça ilgisiz veya yetersiz olması halinde, AB markası iptal edilecektir.
Başvuru Sahibi tarafından itiraz edilen kararda, Temyiz Kurulu, iptal başvurusunun 3 Haziran 2020 tarihinde yapılmış olması nedeniyle, başvuru sahibinden 3 Haziran 2015 ile 2 Haziran 2020 tarihleri arasında ihtilaflı “CHRISTIANI” markasının gerçek kullanımını kanıtlaması gerektiğine karar vermiştir. Ancak, Başvuru Sahibi, 2017/1001 sayılı Tüzük Madde 47(2) ve Madde 58’de atıfta bulunulan beş yıllık ek sürenin, ihtilaflı markanın 28 Mayıs 2015 tarihinde tescil edilmiş olmasına rağmen, 28 Mayıs 2020 tarihinde değil, 15 Ağustos 2020 tarihinde sona erdiğini ileri sürmüştür.
Başvuru Sahibi, söz konusu beş yıllık sürenin 13 Mart 2020 ile 1 Haziran 2020 tarihleri arasında 79 gün boyunca durduğunu ve bu süre zarfında Bulgaristan’da ve Avrupa Birliği’nin geri kalanında COVID-19 salgınından kaynaklanan kısıtlamalar, özellikle de Bulgaristan’da kararlaştırılan restoran ve kafeteryaların kapatılması kararının ihtilaflı markanın söz konusu hizmetlerle bağlantılı olarak kullanılmaması için haklı bir neden olduğunu iddia etmektedir. Dolayısıyla, Başvuru Sahibi, Pasticceria Cristiani Sas di Sergio Cristiani & C firması tarafından yapılan iptal başvurusunun 3 Haziran 2020 tarihinde, yani beş yıllık sürenin sona ermesinden önce yapıldığı için kabul edilemeyeceği argümanını sunmuştur.
Başvuru Sahibi tarafından itiraz edilen Temyiz Kurulu kararında, 79 gün boyunca bu hizmetlerin sağlanamadığına dair hiçbir şüphe olmamakla birlikte, bu 79 günün kullanım ispatını gerektiren beş yıllık süre içerisinde nispeten kısa bir zaman dilimini oluşturduğu ve bu nedenle markanın kullanılmamasına yönelik “haklı bir neden” olarak kabul edilemeyeceği belirtilmiştir. Kararın devamında, Başvuru Sahibi tarafından sunulan kanıtların hiçbirinin Başvuru Sahibi’nin, ihtilaflı markanın otel hizmetlerinden bağımsız olarak ‘restoran’ hizmetleriyle ilgili olarak kullanmaya başlamayı amaçladığını göstermediği ifade edilmiştir. Ayrıca, Temyiz Kurulu tarafından markanın kullanımına ilişkin yapılan inceleme kapsamında COVID-19 salgını kısıtlamalarının ilgili olduğu dönemin çoğunun, düşük sezonda, yani Mayıs-Eylül ayları dışında olduğunu gözlemlemiş ve itiraz edilen markanın gerçek kullanımının kanıtlanması gereken tarihle ilgili olarak mevzuata aykırı bir durum olmadığı sonucuna ulaşılmıştır.
2017/1001 sayılı Tüzüğün 58(1) maddesi anlamında markanın kullanılmaması için “haklı nedenler” olarak belirtilen nedenlerin yalnızca bir markayla yeterince doğrudan ilişkisi olan ve markanın kullanımını imkansız veya makul olmayan hale getiren ve marka sahibinin iradesinden bağımsız olarak ortaya çıkan engeller olması gerekmektedir.
Halbuki itiraz edilen kararda, Temyiz Kurulu, Başvuru Sahibi’nin “kafeterya” ve “restoran” hizmetleriyle bağlantılı olarak iptali talep edilen markanın gerçek kullanımını kanıtlayamadığını tespit etmiştir. Özellikle, gerçek kullanıma ilişkin kanıtlarla ilgili olarak, ilk olarak, “kafeterya” ve “restoran” hizmetlerinin otel hizmetlerinden bağımsız olarak değil, onlara yardımcı hizmetler olarak sunulduğunu tespit etmiştir. İkinci olarak, Başvuru Sahibi tarafından otel hizmetlerine yönelik web sitelerinden alınan ekran görüntüleri gibi sunulan kanıtların, bu hizmetlerin otel hizmetlerine yardımcı olarak kabul edilip edilmediğine bakılmaksızın, işaretin tescilli haliyle bu hizmetlerle bağlantılı olarak kullanıldığına atıfta bulunmadığı anlaşılmıştır. Üçüncü olarak, önceki iki değerlendirmeden bağımsız olarak, Temyiz Kurulu, restoranın günlük mali raporlarının çok sınırlı bir günlük ciro gösterdiğini ve Avrupa Birliği’ndeki yiyecek ve içecek hizmetleri sektörünün büyüklüğü göz önünde bulundurulduğunda, bu çok sınırlı kullanım yoğunluğunun, yüksek kullanım sıklığı ve geniş coğrafi kapsam gibi diğer faktörlerle telafi edilmesi gerektiğini, ancak durumun böyle olmadığını belirtmiştir. Son olarak ise, Başvuru Sahibi’nin, otel hizmetlerinden bağımsız olarak sağlanıp sağlanmadığına bakılmaksızın, markanın “yemek hizmetleri” ile bağlantılı olarak kullanıldığına dair herhangi bir kullanım kanıtı sunmadığını gözlemlemiştir.
Başvuru Sahibi, söz konusu markanın “kafeterya” ve “restoran” hizmetleriyle bağlantılı olarak gerçek kullanımını kanıtlamaya hizmet eden bir lisans sözleşmesi sunduğunu iddia etmektedir. 2017/1001 sayılı Tüzük Madde 18(2) uyarınca, bir markanın sahibinin rızası ile kullanılmasının, marka sahibi tarafından kullanım olarak kabul edileceği belirtilmektedir. Ancak, ilgili düzenleme uyarınca, bir lisans sözleşmesinin varlığı, tek başına, söz konusu markanın piyasada fiilen kullanıldığını göstermez. Lisans sözleşmesi ile markanın kullanım hakkını alan lisans sahibi tarafından da markanın kullanılması gerekmekte olup, Başvuru Sahibi tarafından, ihtilaflı markanın lisans sahibi tarafından kullanıldığına dair herhangi bir kanıt sunmamış olduğu görülmüştür.
Gerekçe gösterme yükümlülüğünün ihlal edildiğine ilişkin olarak Başvuru Sahibi, Temyiz Kurulu’nun neden EUIPO yönergelerinden ayrıldığını açıklamadığını ve bu yönergelere göre, beş yıllık ek sürenin 79 günlük bir süre için uygun bir kullanmama nedeni olması sebebiyle durdurulması gerektiğini belirtmektedir. Ayrıca, Başvuru Sahibi, gerekçelerin belirtilmemesinden, Temyiz Kurulu’nun, Şart’ın 47. maddesinde öngörülen etkili başvuru ve adil yargılanma hakkını da ihlal ettiğini ileri sürmüştür. Bununla birlikte, Temyiz Kurulu’nun, lisans sözleşmesinin neden ihtilaflı markanın kullanımını kanıtlamaya hizmet etmediğini yeterince açıklamadığını iddia etmektedir.
Gerekçe belirtme yükümlülüğü ile ilgili olarak, 2017/1001 sayılı Tüzüğün 94(1) maddesinin ilk cümlesinin EUIPO kararlarının dayandığı gerekçeleri belirtmesi gerektiğini öngördüğü unutulmamalıdır. Şart’ın 41(2) maddesinde belirtilen iyi yönetim hakkından da kaynaklanan bu yükümlülük, ilgili kişilerin haklarını savunabilmeleri için alınan tedbirin gerekçesini bilmelerini ve AB yargısının ilgili kararın yasallığını gözden geçirme yetkisini kullanmasını sağlamak gibi ikili bir amaca sahiptir. Bu yükümlülük, gerekçe beyanının, söz konusu tedbiri kabul eden kurum tarafından izlenen gerekçeyi, bu gerekçenin ilgili tüm gerçeklere ve hukuk noktalarına girmesine gerek olmaksızın, açık ve net bir şekilde ortaya koymasını gerektirmektedir.
Bu bağlamda, Temyiz Kurulu, itiraz konusu kararda 79 günün nispeten kısa bir süre teşkil ettiğini, bu 79 günlük sürenin çoğunun düşük sezonda gerçekleştiğini ve Başvuru Sahibi tarafından sunulan söz konusu hizmetlerin kapsamının ve restoranın sınırlı kapasitesi göz önünde bulundurulduğunda bu gerekçenin markanın kullanılmaması hususunda bir uygunluk nedeni olarak kabul edilemeyeceğini 2017/1001 sayılı Tüzüğün 58(1) kapsamında açıklayarak yeterli bir gerekçe sunduğunu ifade etmektedir. Lisans sözleşmesiyle ilgili olarak ise yine Başvuru Sahibi’nin itiraz edilen markanın lisans sahibi tarafından kullanıldığına dair herhangi bir kanıt sunmadığını ve lisans sahibinin itiraz edilen markayı kullandığına dair bir kanıt olmaksızın, bir marka lisans sözleşmesinin tek başına markanın kullanılması anlamına gelmediğini vurgulayarak gerekçe gösterme yükümlülüğünü yerine getirdiğini açıklamaktadır.
Sonuç
Genel Mahkeme tarafından yürütülen yargılama sonucunda; yukarıda açıklanan nedenlerle Temyiz Kurulu’nun Başvuru Sahibi’nin iddia ettiğinin aksine gerekçe belirtme yükümlülüğünü ihlal etmediğine ve dolayısıyla Şart’ın 47. maddesi uyarınca etkili başvuru ve adil yargılanma hakkını da ihlal etmediğine kanaat getirilmiş ve Başvuru Sahibi adına tescilli “CHRISTIANI” markasının 43. sınıfta yer alan hizmetler bakımından iptal edilmesine ilişkin karara karşı açılan davanın reddedilmesine karar verilmiştir.
Çalışan buluşlarına ilişkin olarak mevzuatta öngörülen tahkim yolunun zorunlu mu yoksa ihtiyari mi olduğu, bu kapsamdaki uyuşmazlıklarda doğrudan dava açma imkânının olup olmadığı hususunda zaman zaman sorularla karşılaşmaktayız. Bu konuda, daha önce farklı kaynaklarda da kısmen paylaşılan yargı sürecinin ve sonucunun tamamının paylaşılmasının ve Danıştay görüşünün ortaya konulmasının faydalı olabileceği düşünülmektedir.
Bilindiği üzere, Çalışan Buluşlarına, Yükseköğretim Kurumlarında Gerçekleştirilen Buluşlara ve Kamu Destekli Projelerde Ortaya Çıkan Buluşlara Dair Yönetmelik 29/09/2017 tarih ve 30195 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Bu Yönetmelik’in 1., 2., 3., 12., 13., 14., 15., 16., 17., 18., 21., 22., 24. maddelerinin tamamının, 10. maddesinin 2. ve 3. fıkralarının, 11. maddesinin 2. fıkrasının ikinci cümlesi ile 3. fıkrasının ikinci, üçüncü ve dördüncü cümlelerinin ve 23. maddesinin 2. fıkrasının yürütmesinin durdurulması ve iptali istemiyle Danıştay 10. Dairesi’nin 2017/3748 esasına kayden dava açılmıştır.
İptali talep edilen düzenlemelerden “Bedelin taraflarca belirlenmesi” başlıklı 11 inci maddesi ile “Uyuşmazlığın çözümlenmesi” başlıklı 24 üncü maddesinin zorunlu tahkime ilişkin hükümler içerdiği görülmektedir. Nitekim 11 inci maddenin ikinci fıkrasında “(2) Hizmet buluşunun birden çok çalışan tarafından gerçekleştirilmiş olması halinde bedel ve bedelin ödeme şekli, birinci fıkraya uygun olarak her bir çalışan için ayrı ayrı belirlenir. Tarafların anlaşamamaları halinde uyuşmazlık tahkim yoluyla çözümlenir.” hükmüne; 24 üncü maddenin birinci fıkrasında “(1) Çalışan ve işverenin, bu Yönetmelik hükümlerine göre ödenecek bedelin miktarı ve ödenme şekli üzerinde, işveren hizmet buluşu üzerinde tam hak talebinde bulunmuşsa patent veya faydalı model verildiği tarihten, kısmi hak talebinde bulunmuşsa işverenin buluştan yararlanmaya başladığı tarihten itibaren iki ay içinde anlaşamamaları halinde uyuşmazlık bu Yönetmelikteki hesaplamalar kapsamında tahkim yoluylaçözümlenir.” ve dördüncü fıkrasında “(4)Çalışan ile işveren arasında ve çalışanların kendi arasında bu Yönetmelik hükümlerine göre doğan uyuşmazlıklar tahkim yoluyla çözümlenir.” hükümlerine yer verilmiştir.
Açılan davada esasen, söz konusu düzenlemelerin 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanun’un 115 inci maddesinin on birinci fıkrasında yer alan “(11) Çalışan buluşları ile ilgili bedel tarifesi ve uyuşmazlık hâlinde izlenecek tahkim usulü yönetmelikle belirlenir.” düzenlemesine aykırı olduğu, Kanunda zorunlu tahkim usulünün öngörülmemesine karşın Yönetmelik ile zorunlu tahkim usulünün benimsendiği iddia edilmiştir. Yapılan savunmalarda da özetle Kanunda ve Yönetmelikte yer alan düzenlemenin zorunlu tahkime ilişkin olduğu ve hukuka aykırılık bulunmadığı ifade edilmiştir.
Danıştay 10. Dairesi tarafından, 04/07/2018 tarihinde, “Yönetmeliğin 11. maddesinin 2. fıkrasının 2. cümlesinin, 24. maddesinin 1. fıkrasında yer alan “tahkim yoluyla” ibaresinin ve 4. fıkrasının YÜRÜTMESİNİN DURDURULMASINA, diğer maddeler yönünden ise yürütmenin durdurulmasına karar verilebilmesi için gerekli olan koşulların bu aşamada gerçekleşmediği anlaşıldığından, yürütmenin durdurulması isteminin reddine,” karar verilmiştir (Danıştay Onuncu Dairesi’nin 04/07/2018 tarihli, E:2017/3748 sayılı kararı). Söz konusu karara karşı itiraz edilmiştir. Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu tarafından yapılan incelemede, “6769 sayılı Kanunun 115. maddesinin 11. fıkrasında yer alan uyuşmazlık halinde tahkim usulünün izleneceğine ve bu tahkim usulünün Yönetmelikle belirleneceğine ilişkin emredici hüküm uyarınca, Kanunun 165. maddesinin yönetmelik hazırlama yetkisini verdiği davalı idarelerden Türk Patent ve Marka Kurumu tarafından hazırlanarak yürürlüğe konulduğu, ayrıca Yönetmelikte hangi hallerde tahkime başvurulacağı düzenlenmekle beraber, tahkime başvurulması halinde 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu ve 4686 sayılı Milletlerarası Tahkim Kanunu hükümlerinin uygulanacağının kurala bağlanması karşısında, söz konusu düzenlemelerde hukuka aykırılık bulunmamaktadır.” gerekçesiyle, Danıştay Onuncu Dairesi kararının yürütmenin durdurulmasına ilişkin kısmının kaldırılmasına, yürütmenin durdurulması isteminin reddine karar verilmiştir (Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’nun 19/12/2018 tarihli, YD İtiraz No: 2018/591 sayılı kararı).
Danıştay 10. Dairesi tarafından uyuşmazlığın esası bakımından yapılan incelemede, “Uyuşmazlıkta, dayanak Kanun hükmü ile bedelin ve ödeme şeklinin işveren ile çalışan arasında imzalanan sözleşme veya benzeri bir hukuki işlem ile belirlenebileceği ve çalışan buluşları ile ilgili olarak bedel tarifesi ve uyuşmazlık halinde izlenecek tahkim usulünün Yönetmelikle belirleneceği kurala bağlanmıştır. 6769 sayılı Kanun, çalışan buluşlarında uyuşmazlık çıkması halinde çözümünün tahkim ile yapılacağını açıkça ortaya koymuş, “tahkimle çözümlenmesi hali” gibi bir olasılık sunmamış,seçimlik bir yol öngörmemiş, tahkimle çözüleceğinin kabulü ile tahkimin usulünün düzenlemesini Yönetmeliğe bırakmıştır.
Bu durumda; dava konusu Yönetmeliğin, 6769 sayılı Kanun’un 115. Maddesinin 11. fıkrasında yer alan uyuşmazlık halinde tahkim usulünün izleneceğine ve bu tahkim usulünün Yönetmelikle belirleneceğine ilişkin emredici hüküm uyarınca, Kanun’un 165. maddesinin yönetmelik hazırlama yetkisini verdiği davalı idarelerden Türk Patent ve Marka Kurumu tarafından hazırlanarak yürürlüğe konulduğu, ayrıca Yönetmelikte hangi hallerde tahkime başvurulacağı düzenlenmekle beraber, tahkime başvurulması halinde 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu ve yabancılık unsuru taşıyan ihtilaflarda ise 4686 sayılı Milletlerarası Tahkim Kanunu hükümlerinin uygulanacağının kurala bağlanması karşısında, söz konusu düzenlemelerde hukuka aykırılık bulunmamaktadır.” gerekçesiyle davanın ve iptal taleplerinin reddine karar verilmiştir (Danıştay Onuncu Dairesi’nin 26/11/2020 tarihli ve 2017/3748 E., 2020/5479K. sayılı kararı). Kanunda zorunlu tahkimin düzenlendiği, Yönetmeliğin bu konudaki hükümlerinin hukuka aykırı olmadığı tespit edilmiştir.
Aynı kararda, iptal talep edilen diğer maddeleri de kapsayacak şekilde yapılan genel değerlendirmede “Bu durumda, 6769 sayılı Kanun ile bedel ve ödeme şeklinin işveren ile çalışan tarafından belirlendiği, bedelin belirlenmesinde ise; hizmet buluşunun ekonomik değeri, çalışanın işletmedeki görevi ve işletmenin hizmet buluşunun gerçekleştirilmesindeki katkısının dikkate alınmasının öngörüldüğü ve çalışan buluşları ile ilgili olarak bedel tarifesinin Yönetmelikle düzenleneceğinin kurala bağlandığı, bu yönüyle yukarıda açıklandığı üzere Kanun’un verdiği yetkiye istinaden, Kanunla belli edilen kriterler doğrultusunda buluş bedelinin hesaplama usul ve yöntemlerinin detaylandırıldığı Yönetmeliğin iptali istenilen düzenlemelerinde Kanun’u aşan veya Kanun’la çelişen bir yön bulunmadığı anlaşılmaktadır. Bu itibarla, Yönetmeliğin dava konusu düzenlemelerinde hukuka aykırılık görülmemiştir.” tespitlerine yer verilerek, iptali talep edilen hükümlerin hukuka aykırı olmadığına karar verilmiştir.
Söz konusu karara karşı davacı tarafından temyiz yoluna gidilmiştir. Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu tarafından yapılan inceleme neticesinde; davanın reddine ilişkin kararın hukuka uygun olduğu, temyiz dilekçesinde ileri sürülen iddiaların kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte olmadığı tespit edilmiş, gerekçeleri yerinde olduğu belirtilen Danıştay Onuncu Dairesinin 26/11/2020 tarih ve E:2017/3748, K:2020/5479 sayılı kararının onanmasına kesin olarak karar verilmiştir. (Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’nun 28/02/2022 tarihli ve 2021/2395 E., 2022/679 K. sayılı kararı).
Sonuç olarak, 6769 sayılı Kanunda öngörülen tahkim düzenlemesinin zorunlu tahkim kapsamında olduğunun ve bu yöndeki Yönetmelik hükümlerinin kanuna uygun olduğunun Danıştay tarafından da tespit edildiği, söz konusu kararın kesinleştiği görülmektedir.
Fikri haklar camiamızın öncü ve sevilen isimlerinden Erkan Sevinç’i kaybetmenin üzüntüsünü yaşıyoruz. Bu yazı Erkan Sevinç’e sevgi ve saygımızı sunmak amacıyla kaleme alınmıştır.
8 Ağustos Perşembe sabahı Türk fikri haklar camiasında üzücü bir haber yayılmaya başladı. Birçoğumuzun tanıdığı ve sevdiği, kişisel olarak tanımayanların da mutlaka ismini duymuş olduğu meslektaşımız/arkadaşımız Erkan Sevinç henüz 50’li yaşlarının başında beklenmedik şekilde hayatını kaybetti.
Ölüm haberleri her halde üzücü olsa da genç ve beklenmedik olanların daha sarsıcı olduğu şüphesiz. Dolayısıyla, haberi alan tüm meslektaşlarımız, Erkan’ı yakından veya uzaktan ne şekilde tanırlarsa tanısınlar derin bir üzüntüye kapıldılar. Geçtiğimiz Perşembe gününden başlayarak meslektaşlarımız ve fikri haklar platformları tarafından sosyal medyada yapılan paylaşımlar hiç şüphesiz Erkan’ın ne denli sevildiğinin ve takdir edildiğinin göstergesi oldu.
Bu kısa yazı her ne kadar yeterli olmayacaksa da, Erkan Sevinç’i fikri haklar anlamında tanıtacak olursak:
Türk ve Avrupa Patent Vekili, Avrupa Birleşik Patent Mahkemesi (UPC) Vekili unvanlarına sahip Erkan Sevinç, İstanbul Patent firmasının yönetici ortağı olarak 25 yılı aşkın süredir fikri haklar camiamıza katkı vermekteydi. Erkan’ın camiamıza katkıları alandaki sivil toplum kuruluşları bağlamında da karşımızdaydı, kendisi AIPPI Türkiye ve LES Türkiye derneklerinin kurucu üyesi olmasının yanısıra FICPI ve EPI üyesiydi. Erkan’ın en önemli katkılarından birisi de 25 yılı aşkın süre boyunca bilgilerini paylaştığı, bir anlamda yetiştirdiği yüzlerce patent vekilinin şu an piyasada aktif biçimde faaliyette olmasıdır. Tüm bunlara ilaveten, Mahkemeler nezdinde hazırladığı çok sayıdaki bilirkişi raporu da kendisinin alanımıza katkıları arasında sayılmalıdır.
IPR Gezgini’nin pandemi yıllarında Clubhouse platformunda düzenlediği fikri haklar buluşmalarının birine de katılan Erkan, bilgi birikimini bizlerle de paylaşma nezaketini göstermişti.
Sözü bu noktada Erkan’ı en yakından tanıyan İstanbul Patent’teki çalışma arkadaşlarına bırakıyor ve onlar adına sunulan satırları sizlere aktarıyoruz:
Nefes almanın bile canımızı yaktığı, karmakarışık duygular içinde olduğumuz bu günlerde Erkan’a dair yazacaklarımız hem yetersiz hem eksik kalacak. İyiniyetli, sağduyulu, alçakgönüllü, soğukkanlı, çalışkan kişiliğinle her birimizin hayatına ayrı ayrı dokundun. Sen ki her zaman adil olmaya özen gösterirdin ama sonsuzluğa gittiğin bu zamansız yolculuk hiç adil olmadı. Keşkelerimizle, hayal kırıklıklarımızla ve hafızalarımıza kazınmış anılarımızla yapayalnız kaldık. Huzur içinde uyu.
Erkan Sevinç’i fikri haklar camiamıza sağladığı katkılar ve bıraktığı unutulmayacak izler bağlamında andığımız yazıyı bitirirken; ailesine, sevenlerine ve İstanbul Patent’e baş sağlığı ve sabır diliyoruz. Hatıranın önünde saygıyla eğiliyoruz, huzur içinde uyu…
Uyuşmazlık konusu, 17 Ekim 2002 başvuru ve 21 Ocak 2005 tescil tarihli ve Anheuser-Busch LLC şirketine (“Marka Sahibi”) ait olan, 32. sınıftaki “bira” ürünlerini kapsayan “ULTRA” kelime unsurundan oluşan Avrupa Birliği marka tesciline ilişkindir.
24 Haziran 2020 tarihinde Amstel Brouwerij BV şirketi (“Hükümsüzlük Talebi Sahibi”), ilgili marka tescilinin ayırt edicilikten yoksun olması sebebiyle hükümsüzlüğüne ilişkin talepte bulunmuş ve Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi (“EUIPO”) İptal Birimi ilgili talebi tümden reddetmiştir. Bunun üzerine hükümsüzlük talebini 11 Aralık 2021 tarihinde EUIPO Temyiz Kurulu’na taşıyan Hükümsüzlük Talebi Sahibi’nin karara karşı itirazları Temyiz Kurulu tarafından da reddedilmiş olup, bu sefer Hükümsüzlük Talebi Sahibi dosyasını Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD) Genel Mahkemesi önüne taşımıştır.
Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD) Genel Mahkemesi Nezdindeki İddia ve Savunmalar
i-Hükümsüzlük Talebi Sahibi’nin İddiaları
Hükümsüzlük Talebi Sahibi, ABAD Genel Mahkemesi önüne taşıdığı temyiz başvurusunu temelinde iki farklı argümana dayandırmıştır:
2017/1001 Sayılı Birlik Markası Tüzüğü’nün (“Tüzük”) 7(1)(b) maddesinin ihlali.
Haklı beklenti ve hukuki belirlilik ilkelerinin ihlali.
Hükümsüzlük Talebi Sahibi iddialarında özetle, talebe konu marka tescilinin övgü anlamına gelen bir ifadeden ibaret olduğunu ve bu kapsamda bir markanın temel işlevlerinden birisi olan tescil kapsamındaki ürün ve/veya hizmetlerin kaynağını belirtme işlevinden yoksun olduğunu dile getirmiştir. Hükümsüzlük Talebi Sahibi ilgili tüketici kitlesinin “ultra” kelimesini, tescile konu ürünlerin kaynağını gösteren bir ibareden çok ilgili ürünlerin olumlu veya üstün karakteristik özelliklerini vurgulayan tanıtıcı bir ibare olarak algılayacağını, bu durumun da hükümsüzlük talebine konu marka tescilinin ayırt edici özelliği haiz olmadığını gösterdiğini belirtmiştir.
Ayrıca Hükümsüzlük Talebi Sahibi, EUIPO Temyiz Kurulu’nun yaptığı incelemede “ultra” kelimesinin yalnızca bir ön ek olarak değil, tek başına kullanıldığında da tanıtıcı bir ibare olarak övgü anlamına geldiği konusunu tespit edemediğini iddia etmiş, bu anlamda Temyiz Kurulu’nun “ultra” kelimesinin yalnızca ön ek olarak kullanıldığında ayırt edicilikten yoksun olduğu şeklindeki değerlendirmesinin hatalı olduğunu ifade etmiştir. Hükümsüzlük Talebi Sahibi, bu iddialarının EUIPO Kılavuzu ile de desteklendiğini belirterek hükümsüzlük talebine konu marka tescilinin başka bir ibare ile birlikte kullanılsın veya kullanılmasın, Avrupa Birliği markası olarak tescil edilemeyeceğini ileri sürmüştür. Bu iddialarını ise “extra” kelimesine ilişkin emsal kararlar ile destekleyen Hükümsüzlük Talebi Sahibi, “ultra” kelimesinin eş anlamlısı olan “extra” ibaresine ilişkin emsal kararların da huzurdaki uyuşmazlığa uygulanabileceğini ifade etmiştir.
ii- EUIPO ve Marka Sahibi’nin Savunmaları
Genel Mahkeme önünde görülen temyizde EUIPO ve Marka Sahibi, “extra” ve “ultra” kelimelerinin anlam olarak her ne kadar benzer olsalar da birebir aynı anlamı ifade etmediklerini zira dil bilgisi kuralları anlamında “ultra” kelimesinin aksine “extra” kelimesinin tek başına da kullanılabildiğini savunmuş, Marka Sahibi bu kapsamda EUIPO Temyiz Kurulu’nun vermiş olduğu kararın yerinde olduğunu ve hükümsüzlük talebine konu markanın tek başına kullanıldığında ayırt edici niteliği haiz olduğunu belirtmiştir.
Ayrıca Marka Sahibi, “ultra” ibaresinin tek başına kullanıldığında tescile konu ürünleri kesin ve açık bir şekilde tanımlamadığını belirterek ilgili ibarenin ayırt edici olduğunun da altını çizmiştir.
Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD) Genel Mahkemesi’nin Değerlendirmeleri
Genel Mahkeme, Tüzük m. 7(1)(b) hükmünün, bir markanın ayırt edici özelliği haiz olmasının, ilgili ibarenin tescilinin talep edildiği ürün ve hizmetlerin kaynağının belirlenmesi ve bu ürün ve hizmetlerin, diğer işletmeler tarafından sunulan ürün ve hizmetlerden ayırt edilebilmesi anlamına geldiğini belirtmiştir. Dahası, bir markanın ayırt edici olup olmadığı değerlendirmesinde ilk olarak ilgili ifadenin tescili talep edilen ürün ve hizmetler bakımından ayırt edici olup olmadığı, sonrasında da ilgili tüketici kitlesinin markayı algılama biçimine bakılması gerektiği ifade edilmiştir. Genel Mahkeme, somut olayda hükümsüzlük talebine konu markanın 32. sınıfta yer alan “bira” ürünlerinde tescilli olduğunu ve bu ürünler bakımından ilgili tüketici kitlesinin tüm tüketiciler olarak ele alınması gerektiğini değerlendirmiştir.
Sonraki aşamada emsal kararları değerlendiren Genel Mahkeme, yerleşik içtihat uyarınca en basit pazarlama ifadesinin dahi bir noktaya kadar tescili talep edilen ürün ve hizmetlerin kaynağını belirtmeye elverişli olabileceğini, ancak bunun sadece ilgili ifadenin sıradan bir pazarlama ifadesinden ziyade belirli bir seviye özgünlükte olduğu ve ilgili tüketici kitlesinin ilgili ibareye kişisel yorumlarını ekleyebildiği hallerde mümkün olacağını değerlendirmiştir.
Bu kapsamda Genel Mahkeme, marka olarak tescil edilmek istenen bir ifadenin ilgili tüketici kitlesi tarafından pazarlama ifadesi olarak yorumlandığı hallerde ayırt edici olmadığına kanaat getirileceğini belirtmiş, ancak ilgili ifadenin pazarlama fonksiyonunun dışında tescili talep edilen ürün ve hizmetlerin kaynağını akıllara getirdiği durumda ayırt edici olacağını ifade etmiştir.
Genel Mahkeme incelemelerinde ilk olarak incelemeye konu zaman dilimini belirlemiş, bu kapsamda yapılacak tüm değerlendirmelerin hükümsüzlük talebine konu marka başvurusunun yapıldığı 2002 yılı olduğuna kanaat getirmiştir. Genel Mahkeme, değerlendirmeye esas tarihte Genel Mahkeme’nin emsal kararlarında halihazırda “ultra” kelimesinin ön ek olarak kullanıldığında bir ürünün özelliklerini veya kalitesini pekiştirdiğinin tespit edildiğine dikkat çekmiş, EUIPO Kılavuzu’nda da bir ürün veya hizmetin olumlu özelliklerini gösteren ifadelerin, tanımlayıcı bir ifade ile kullanıldığında da tek başına kullanıldığında da marka olarak tescil edilmesinin mümkün olmadığının ifade edildiğini belirtmiştir. Yine, değerlendirmeye esas tarihte EUIPO’nun yerleşik uygulamasının da neredeyse sistematik denebilecek şekilde “ultra” kelimesinin başka bir ifade ile kullanıldığında da tek başına kullanıldığında da tescil başvurularının reddedildiği yönünde olduğu tespit edilmiştir.
Devamında, dosyada mevcut çeşitli sözlükler incelendiğinde de “ultra” kelimesinin hem ön ek, hem de tek başına kullanılabilen bir ibare olduğu tespit edilmiş, ayrıca değerlendirmeye esas tarihte mevcut olan emsal kararlar incelendiğinde de “ultra” kelimesinin ön ek veya tek başına kullanıldığında “extra” kelimesi ile eş anlamlı olduğu değerlendirilmiştir. Bu kapsamda Genel Mahkeme’nin halihazırda “extra” kelimesinin ayırt edici bir ibare olmadığına yönelik değerlendirmelerde bulunduğu emsal kararlara da Genel Mahkeme dikkat çekmiştir.
Tüm bu açıklananlar uyarınca Genel Mahkeme, Hükümsüzlük Talebi Sahibi tarafından dosyaya sunulanlardan açıkça görüldüğü üzere tek başına veya başka bir kelime ile kullanıldığında “ultra” kelimesinin, ticari hayatta çok geniş bir ürün ve hizmet yelpazesi için genel ve jenerik bir anlamı ifade edebildiğinin ve genel tüketici kitlesi tarafından da gündelik hayatta biralar da dahil olmak üzere çeşitli ürün ve hizmetleri tanımlamak için kullanıldığının açık olduğunu değerlendirmiştir. “Ultra” ibaresinin ilgili tüketici kitlesi nezdinde söz konusu ürünlerin kaynağını işaret etmekten ziyade bu ürünlerin rakiplerinden üstün olduğu şeklinde bir çağrışım yapacağını belirten Genel Mahkeme, “ultra” ibaresinin tescil konusu 32. sınıftaki bira ürünlerinin kaynağını göstermek için yeterli olmayacağına hükmetmiştir.
Hükümsüzlük talebine konu marka tescilinin şekil (stilize yazım biçimi) olarak da ayırt ediciliğe sahip olmadığının zira şekil unsurunun da stilizasyon olarak farklı ve ayırt edici olmadığının, dolayısıyla ilgili tüketici kesiminin dikkatinin “ultra” kelimesine yoğunlaşacağının altını çizen Genel Mahkeme, itiraza konu marka tescilinin bir bütün olarak değerlendirildiğinde pazarlama amaçlı kullanılan, genel ve jenerik bir ifadeden öteye gidemediğine hükmetmiştir.
Son olarak ise “ultra” kelimesinin tescile konu ürünler bakımından ayırt edici olup olmadığı konusunu değerlendiren Genel Mahkeme, itiraza konu markanın kelime unsurunun 32. sınıftaki “bira” ürünleri açısından da ayırt edici niteliği haiz olmadığını değerlendirmiş, ilgili ürünler için “ultra” kelimesinin kullanımının tek bir kişinin tekeline bırakılamayacağına kanaat getirerek Tüzük m. 7(1)(b) hükmü uyarınca markasının Avrupa Birliği markası olarak tescil edilemeyeceğine hükmetmiştir.
Tüm bu değerlendirmeler sonucunda Hükümsüzlük Talebi Sahibini’nin bir diğer argümanı olan haklı beklenti ve hukuki belirlilik ilkelerinin ihlali konusunda herhangi bir değerlendirmeye ihtiyaç olmaksızın itiraza konu markanın hükümsüzlüğüne karar verilmiştir. Tarafların Genel Mahkeme kararını bir üst merci olan Avrupa Birliği Adalet Divanı’na taşımaları da mümkündür.
Sonuç ve Değerlendirme
ABAD Genel Mahkemesi, 12 Haziran 2024 tarihli T-170/23 sayılı Ultra kararında bir markanın tescilinin re’sen ret nedenlerinden olan “ayırt edicilikten yoksunluk” hususuna ilişkin önemli bir değerlendirme gerçekleştirmiş, bu kararında ayırt edicilik değerlendirmesinde göz önünde bulundurulan temel prensiplerin altını çizmiştir.
Buna göre bir markanın ayırt edici olup olmadığı ilk olarak tescile veya başvuruya konu ibarenin taşıdığı genel anlam, sonrasında ilgili ibarenin söz konusu ürün ve/veya hizmetler bakımından taşıdığı anlam ve son olarak da ilgili tüketici kitlesinin anlayışı bakımından değerlendirilmeli, her somut olay kendi şartlarında incelenmelidir.
Yine, Genel Mahkeme’nin değerlendirmelerinden de görüldüğü üzere, markanın ayırt ediciliğinin değerlendirilmesinde yol gösterici olarak o ülkenin ilgili kurum ve kuruluşları tarafından yayınlanan kılavuz ve rehberler, emsal yargı kararları ve yine sözlükler gibi çeşitli kaynaklar yol gösterici olacaktır.
Kimilerine göre, “Başka bir zamana aitmiş gibi değil, başka bir zamanın bizzat kendisiymiş gibi kokan,” 1929 orijinli bir parfüm Joy. Tabii parfümle ilgili ayrıntılara girmeden önce parfümün marka sahibine, yani Jean Patou’ya bir göz atacağız.
“Jean Patou 1880 yılında Normandiya’da doğuyor, I. Dünya Savaşı öncesinde Paris’e taşınıyor ve küçük bir terzi dükkânı açıyor.
Henüz o yıllarda moda dünyasına damga vuracak yaratıları gündemde olmasa bile farklılığı gene de oldukça belirgin Patou’nun. Bir gün dükkânına gelen New Yorklu bir tüccara bir-iki elbise satmayı umarken, adamın bütün koleksiyonu satın aldığını görünce kendi de buna inanmaya başlıyor. Küçük terzi dükkânından çıkarak diğer moda devleriyle onların düzeyinde bir rekabete niyetlendiğindeyse, bu kez karşısına seferberlik emri ve askerlik görevi çıkıyor, dolayısıyla bu kararını ertelemek zorunda kalıyor. Savaş yıllarını yüzbaşı rütbesiyle cephede, hem de bizim buralarda, Çanakkale’de siperlerin içinde aktif olarak geçirip dolu dolu savaşı yaşadıktan sonra, 1918’de Paris’in St. Florentin Sokağı’nda ilk butiğini açıyor ve bu butikle beraber ismi dünya çapında bir şöhrete, cüzdanı da içine para sığdırılamayan bir şişkin deri aksesuara dönüşüyor.
Jean Patou’nun ismi ve kreasyonları, çok kısa sürede rakipleri Chanel veya Molyneux kadar etkileyici bir hal alıyor. Ancak o, sadece kıta Avrupası’nın değil, yeni gelişen zengin Amerika’nın da tasarımlarıyla keşfedilmesi gerektiğine inanıyor. Bir gün butiğine gelen bir Amerikalı müşteri kendisine göstermek için kıyafet giyinen genç Fransız mankenlere bakıp, “Evet, elbiselerin hepsi çok güzel görünüyorlar ama asıl sorun, benim vücudumda nasıl duracaklar? Fransız ve Amerikalı kadınların vücut tipleri çok farklı. Fransızlar daha kısa ve yuvarlak hatlı, bizlerse daha uzun ve daha düz vücutlara sahibiz,” diyor. Patou fısıltıyla dile getirilen bu yorumu kaçırmıyor tabii. Hemen kararını veriyor ve yeni zengin, genç Amerikalı kadınlar için, uzun ve ince fiziklerine uygun, rahat (hatta spor) yeni bir kadın tipi yaratmaya soyunuyor.
Hem Amerikan pazarının büyüklüğü ve zenginliğini göz önüne alarak, hem de savaş sonrası yıllarının değişiklik bekleyen kadın tüketicileri için tasarım ve sunumda beklentileri öngörerek bir dizi ilki başlatıyor. Giysinin kumaşından ve deseninden hanımlar için tasarlanmış kravatlar bu ilklerden biri. 1921’de Wimbledon kortlarında diz boyu etek, saç bandı ve kolsuz hırka, yani yelekle ilk kez görülen kadın tenisçi kıyafeti de gene onun buluşlarından biri.
Aslında Patou’nun bugüne kadar kalan tasarımı veya yaşayan ve yaygın bir giyim markası olarak ismi maalesef yok. Ancak ünlendiği dönemde markasıyla satışa sunduğu bir parfüm var ki yüzyılın en önemli ilk beş parfümünün arasında hâlâ yer alıyor. Bir fikir vermesi açısından söyleyeyim, Joy isimli bu parfüm, 1929’da yaratılmış olmasına rağmen 2000 yılında (yani piyasaya çıktıktan tam 71 yıl sonra) dünyanın en iyi parfümü seçildi.
Efendim, 1925 yılında Jean Patou, butiğinin imzasıyla parfüm satmaya başlıyor. İlk parfümleri bir üçleme. Birbirini takip eden isimleriyle de bir aşk hikâyesini anlatan bu parfümler, sırasıyla Amour Amour, Que sais-je ve Adieu Sagesse; yani “Aşk, Aşk”, “Ne biliyorum ki?” ve “Elveda Sağduyu.”. Bir de ünlü Le Sien’i var Patou’nun, ünü de modern zamanların ilk üniseks parfümü olmasından kaynaklanıyor.
Patou, giysilerde yakaladığı değişik havayı parfümlerde yakala yamadığının farkında. Bu nedenle o güne kadar olandan farklı bir parfüm yakalamak amacıyla parfüm başkenti olarak bilinen Grasse’a doğru yola çıkıyor. Yanında bir nevi danışman ve basın sözcüsü olarak kullandığı Elsa Maxwell var. Elsa Maxwell, o zamanlar için dünya sosyetesine yön veren çok önemli bir isim, çünkü çok okunan bir dedikodu köşesinin sahibi.
Elsa ve Jean, Grasse’a gidiyorlar ve yaratıcılığıyla ünlenmiş pek çok parfümörü ziyaret edip, numunelerini kokluyorlar. Üç gün süren bu parfüm ve parfümcü avının sonunda daha önce Jean’ın bordroya alarak kendi markasına bağladığı parfümör Henri Alméras’a da uğruyorlar ve son bir umut onun hazırladığı formülleri kokluyorlar.
Yüzlerindeki hayalkırıklığı yerini çaresizliğe bırakmak üzereyken kendisi de ilginç bir kişilik olan Henri Alméras kokusal hiçbir önerisinin beğenilmemesine bayağı kızmış durumda. Son numune şişeciği de yüz buruşturularak masaya geri konduğunda, Alméras dayanamayıp hiddetle patlıyor ve masasının en alt çekmecesinden çıkardığı bir başka şişeciği burunlarına doğru tehdit edercesine sallıyor: “Onu beğenmiyorsunuz, bunu beğenmiyorsunuz… Alın koklayın. Eğer bunu da beğenmiyorsanız, zaten siz bu işten hiç anlamıyorsunuz demektir kardeşim!” diyor.
Şişenin kapağını açan Jean Patou parfümü koklamasıyla birlikte iskemlesine “Lönk!” diye çöküyor. Gözleri kapanıyor ve az önce gerim gerim gerilen yüz kasları gevşeyiveriyor. “Nefis bir şey bu!” diyor. “Budur işte benim aradığım! Nefis, nefis, nefis…” Henri Alméras da yerine oturuyor ve “Nefis tabii… Bulunabilecek en iyi ve pahalı esans yağlarından hazırlandı. Maalesef bu kadar nefis olmasına rağmen sen bunu satamazsın, çünkü maliyeti çok fazla ve ticari olarak kârlı değil” diyor.
Bu aşamada Elsa Maxwell devreye giriyor ve “Bu senin bakış açın Henri. Biz bunu ‘dünyanın en pahalı parfümü’ diye satacağız.Böyle bir sunum, bizim marka kimliğimize de uyuyor. Parfümün adını da Joy koyacağız. Bu ismin dünyanın her yanında neşe, sevinç ve mutluluğu barındıran bir anlamı var. Bu parfüm, parfüm satılan her yerde mükemmelliğin sembolü olacak ve Rolls Royce araba dünyası için ne anlama geliyorsa, Joy da parfüm dünyası için aynı anlama gelecek,” diyor. Ancak Jean de Moüy, yani Patou’nun yeğeni, bu iddiayı pek kabullenmiyor ve “Patou modaevinde her şeye olduğu gibi isme de Jean karar verirdi,” diyor.
Henri Alméras ünlü ve son derece becerikli bir parfümör. Malzemeden çok iyi anlıyor, çok da titiz. Alméras, işin yaratım kısmına olduğu kadar üretim ve maliyet kısmına da oldukça hakim. Bu nedenle ilk numuneden esas parfüme giden yolda pek çok kez takışıyorlar Jean Patou’yla. Ne var ki bugünlerde yaşadığımız örneklerin tersine, Joy örneğinde maliyeti yok sayan markanın sahibi, maliyet konusunda sürekli uyarıda bulunan da parfümör oluyor.
Sonunda bu iki dik kafalı ilginç kişiliğin çekişmesi, bugünkü Joy’u Joy yapan noktada buluşuyor. Ortaya çıkan parfüm, ağırlıkla yasemin ve gül üzerine inşa edilmiş, c-14, yani şeftali aldehyde’i sümbülteber ve ylang ylang ile beslenmiş, hemen iris notasının ardından gelen ve nispeten zayıf tutulan baz notalardaysa misk, sandal ağacı ve civet üzerine oturtuluyor. Başlangıçta taze ve yeşil notalar taşıyan şeftaliyle Bulgar gülü neredeyse aynı anda hissediliyor, daha sonra da o ilahi bileşime, yani gül ve yaseminin muazzam dengesine geçiliyor. Bu parfüm, “baz notası olmayan parfüm” diye de biliniyor, zira o ilk numune koklatıldığında Elsa Maxwell ile Jean Patou’yu çarpan floral akor, yani gül ve yaseminin birlikteliği, başından sonuna parfümün ana karakterini veriyor.
Deminden beri “pahalı”, “ağır” falan diyoruz ya, daha net canlandırabilmeniz için söylüyorum; genel kabule göre 30ml’lik bir Joy parfüm şişesinin içinde tam 10 bin Fransız yasemin çiçeğinin ve 336 Bulgar gülünün özü yer alıyor. İnanılmaz bir rakam gerçekten!
İşin ilginci, yıllar geçip, Patou 1936’da ölüp, modaevinin parfüm bölümü veraset yoluyla intikal üstüne intikal yaşayıp, sonunda da Procter & Gamble’ın eline geçmiş olmasına rağmen, hâlâ başında Patou’nun ikinci nesil kuzeni vardı ve uzun yıllar formülünde hiçbir değişiklik olmadan üretildi. Kuvvetli ve ağır bir parfüm örneğidir, sürüldüğünde en az sekiz saat ten üzerinde etkisini sürdürür. Eau de toilette ve parfümünün formül ve kokuları, bütün seçkin parfümlerin versiyon farklarında olduğu gibi, çok az farklar taşır. Eau de toilette’inde gül daha fazla hissedilirken, parfümünde açılış o kadar yeşil değildir ve yasemin ağırlığı daha fazla kendini belli eder. Parfümün teninizdeki son anları daha baharlı ve hayvansıdır ki bunu da muhtemelen yaseminin içindeki indole molekülüyle birleşen civet’e borçludur.
Piyasaya sürülüşü de ayrı bir hikâye Joy’un. Çıkış yılı 1929 demiştim, hatırlarsanız. O yıllar Amerika’nın en büyük ekonomik buhranını yaşadığı yıllar. Bu buhran en başta lüks tüketim ürünlerini, dolayısıyla Jean Patou’yu da çarpıyor. Ancak Patou’nun kesesi sağlam ve ekonomik bunalım başladığında var olan şirket yapısı fazla değişmiyor. Değişmiyor dediğim, küçük bir terzi dükkânıyla başlayan terzilik ve modacılık macerası, 1.000 çalışanı barındıran dev bir yapıya dönüşmüş durumda.
Patou, servetini yitiren veya zor durumda kalan yahut tüketimini kısmak mecburiyetini hisseden her eski seçkin müşterisinin evine, kapısına, özel bir ulakla küçük birer paket gönderiyor.Paketin içinde bir küçük kristal şişe ve şişeye iliştirilmiş minik bir kart, kartın üzerinde de JP amblemiyle Joy kelimesinden başka hiçbir ifade yok. Tabii bu ayrıcalıklı dağıtımdan nasibini alan eski müşteriler, sıkıntılı günleri atlatıp kendilerine geldiklerinde Patou’nun kapısını ikinci şişeyi satın almak maksadıyla tekrar çalıyorlar. Parfüm âleminde Joy, “1930 krizine direnen parfüm” olarak da biliniyor ve bu yaftayı taşımasının sebebi, az önce anlattığım bu ilginç lansman kampanyası.
Şişesi, başta belirgin ve karakteristik değil, yani o an piyasadan alınan şişelere etiket vurularak satılıyor. Ancak daha sonra Baccarat Kristalleri fabrikasına ihale ediliyor ve mimar Louis Sue tarafından tasarlanan basık dörtgen karakterli, kristal kapaklı şişe standart hale geliyor. Standart hale gelen kristal Baccarat şişenin üzerindeyse altın bir etiket var. Ancak kâğıt üzerine altın yaldızla boyanmış değil bu etiket, gerçekten altın varak, yani ince bir altın yaprak üzerine basılmış. Evet, her kristal şişe tek tek elle üretiliyor ve elle dolduruluyor. Her şişe kapağıyla beraber tek üretildiği için kristal kapaklar da sadece beraber üretildiği şişeye uyuyor, başkasına uymuyor.
2011 yılında P&G, Patou markasını İngiliz SA Designer Parfums Ltd. şirketine sattı. Bu şirket, aynı zamanda Jean-Louis Scherrer,Worth, Aigner ve Porsche Design parfüm markalarının da sahibi.” (VEDAT OZAN, KOKULAR KİTABI, PARFÜMLER, sayfa 163-177).
Yukarıdaki harika bilgiler Sn. VEDAT OZAN’ın KOKULAR KİTABI serisinin PARFÜMLER cildinden alınmıştır. İlk basıldığında kitabı okurken Jean Patou ve JOY’un hikayesi ilgimi çekmişti. Bu yazıyı yazarken rica ettiğimde Vedat Bey kitabından alıntı yapmama izin verdi ve hatta kitabın JOY ile ilgili bölümünü bana maille gönderdi. Kendisine bir kez daha çok teşekkür ediyorum. Hemen söyleyeyim yazının başlığında geçen JOY’UN BİTMEYEN HİKAYESİ de Vedat Bey’den ödünç alınmıştır!
Görüyorsunuz JOY 1929 yılında yaratılmış. Ama sene olmuş 2024, yani neredeyse aradan 100 yıl geçmiş, bu kadar sene sonra JOY hala tanınmış bir marka mı? Bakalım Kneipp GmbH v EUIPO ve Jean Patou arasındaki ihtilafa ilişkin 24 Nisan 2024 tarih ve T‑157/23 numaralı kararında Genel Mahkeme bu konuda ne demiş, aşağıya buyurunuz.
OLAYLARIN SAFAHATI
2019 yılında Kneipp GmbH, EUIPO nezdinde “Joyful by nature” markasıiçin 3, 4, 35 ve 44. sınıflarda başvuru yapar. Başvuru 3. sınıfta kozmetikler, bakım ürünleri, parfümler, oda kokuları diye kısaltabileceğimiz ürün gruplarını/alt sınıfları , 4. sınıfta parfümlü-kokulu mumları, 35. sınıfta genel kapsamlı (sektör belirtmeksizin) pazarlama -promosyon- reklamcılık hizmetleri ile kozmetiklerin/parfümlerin/kokuların/ ev kokusu aletlerinin/kokulu mumların satışı hizmetlerini ve 44. sınıfta hijyen ve güzellik bakım hizmetlerini kapsamaktadır.
Jean Patou EUIPO nezdinde 03. sınıfta 2016 yılında tescil edilmiş 14790232 numaralı JOY markası dahil önceki haklarına dayalı olarak başvuruya itiraz eder.
EUIPO İtiraz Birimi muterizin JOY markasının ününü göz önüne alarak itirazı tümden kabul eder.
Başvuru sahibi üst itirazda bulunur. EUIPO Temyiz Kurulu, İtiraz Birimi’nin kararını sadece 35. sınıfta aşağıdaki hizmetler yönünden kısmen kaldırır ve diğer mal ve hizmetler için onar;
“Pazarlama ve tanıtım hizmetleri; ticari, promosyon ve/veya reklam amaçlı müşteri sadakat hizmetleri; teşvik programları, bonus programları ve müşteri sadakat programlarının organizasyonu, yürütülmesi ve izlenmesi; katılımcıların indirim üyelik kartı kullanarak mal ve hizmetlerde indirim elde etmelerini sağlayan bir indirim programının yönetimi; reklam; numune dağıtımı; internet dahil olmak üzere reklam, pazarlama ve tanıtım materyallerinin sevkiyatı ve dağıtımı; ürün tanıtımları ve ürün sergileme hizmetleri.”
Temyiz Kuruluna göre muteriz sunduğu deliller ile JOY markasının AB’de parfümler ve kokular için güçlü bir itibara/üne sahip olduğunu ispat etmiştir, konu markanın tescili halinde başvuru sahibi bu ünden haksız fayda sağlayacaktır.
Başvuru sahibi dosyayı Genel Mahkeme’ye taşır ve aşağıdaki dört konuda EUIPO’nun değerlendirmelerinin hatalı olduğunu ileri sürer;
1- Önceki muteriz markası tanınmış mıdır?
2- Markalar benzer midir?
3- Markalar arasında bağlantı olduğu izlenimi doğru mudur?
4- “Joyful by nature” markası, muterizin JOY markasının ününden haksız yararlanacak mıdır?
Patou itirazında 2017/1001 nolu AB Marka Tüzüğü’nün bizim SMK’da ki 6/1 maddesinin muadili olan 8(1) maddesine ve yine SMK’da ki 6/5 maddesinin muadili olan 8(5) maddesine dayanıyor. Tüzüğün 8(5) maddesine göre; sonraki markanın mal veya hizmetlerinin aynı veya benzer olup olmadığına bakılmaksızın + markalar aynı veya benzer ise + önceki Topluluk Markası Birlik içinde veya ulusal marka ilgili Üye Devlette bir itibara sahip ise + sonraki markanın haklı bir sebep olmaksızın kullanılması önceki markanın ayırt edici karakterine veya ününe zarar verecekse veya itibarından haksız fayda sağlayacaksa sonraki başvuru itiraz üzerine reddedilecektir.
Dosyada hem EUIPO hem de Mahkeme başvuruya konu mal ve hizmetlerin tüketicisinin genel tüketici grubu olduğu ve önceki markanın ününün AB içerisindeki değerlendirilmesinde dikkate alınan Fransa’nın Birlik’in önemli bir bölümünü oluşturduğu konusunda mutabık. Bu değerlendirmelere başvuru sahibinin de bir itirazı yok, dolayısıyla bu konularda bir tartışma yok.
İNCELEMELER
Muterizin JOY markası meşhur mudur ve bu konudaki ispat yükü hakkında
Başvuru sahibine göre;
— Muteriz, Temyiz Kurulu’na JOY markasının Fransa’da meşhur olduğuna dair delil sunamamıştır, ki böyle bir incelemede en dikkate alınabilecek deliller pazar payına dair olanlardır ama muterizin bu hususta bir delili yoktur.
— Muterizin JOY markalı parfümleri sadece seçilmiş ve önde gelen lüks ürün perakendecileri vasıtayla satılmaktadır. Bu satıcılar ilgili toplum kesiminin çoğunluğuna ulaşmamaktadır.
— Dolayısıyla, sadece JOY markasının tarihsel ünü göz önüne alınarak markanın (halen) tanınmış-meşhur olduğu görüşüne varılamaz, bugün toplumun ciddi bir kesimi bu markanın ve JOY markalı parfümlerin farkında dahi değildir.
— Düşük satış rakamları da Fransa’da ilgili tüketicinin ciddi bir bölümü nezdinde JOY markasının bir ünü olmadığını göstermektedir. Markayı taşıyan ürünler özellikli 2016, 2017 ve 2018 yıllarında düşük bir ciro yaratmıştır ki zaten 2016’dan beri satışlarda düşüş olduğu görülmektedir.
Mahkeme evvela önceki markanın itibarı/ünü yönünden incelemede gözönüne alınacak hususları, içtihatlara da atıfla, şöyle işaret ediyor;
— Bir markanın tanınır olduğunun kabulü için, markanın kapsadığı mal veya hizmetlerle ilgili olarak toplumun önemli bir kesimi tarafından tanınması gerekir. Burada özellikle markanın pazar payı, kullanımın yoğunluğu, coğrafi yaygınlığı ve süresi ile markanın tanıtımına yapılan yatırımın büyüklüğü gibi olaya ilişkin tüm faktörlerin dikkate alınması gerekir. Ancak, markanın ilgili kesimin belirli bir yüzdesi tarafından tanınması veya bunun kapsadığı tüm bölgede geçerli olması gibi bir zorunluluk yoktur, yeter ki bu itibar o bölgenin önemli bir kısmında mevcut olsun.
— Yukarıda sayılan faktörler örnek niteliğindedir, yani tanınmışlığın kabulü için tüm bu unsurların birlikte var olması zorunlu değildir. Değerlendirmede tüm deliller birlikte değerlendirilir. Sunulan her bir delil tek başına bu faktörlerin varlığını kanıtlamak için yeterli olmayabilir, ama delillerin bileşimi-bütünü gerekli olguların tespitine olanak sağlayabilir.
— Önceki markanın tanınmışlığı sonraki markanın başvuru tarihinde mevcut olmalıdır. Lakin, bu tarihten sonraki bir tarihi taşıyan belgeler, başvuru tarihindeki duruma ilişkin sonuçlar çıkarmaya olanak sağlıyorsa bunların delil değeri taşımadıkları iddia edilemez. Bir markanın tanınmışlığı-ünü-prestiji-itibarı genellikle aşama aşama kazanıldığından, bu tarihten bir süre önce veya sonra düzenlenmiş bir belgenin yararlı bilgiler içerebileceği otomatik olarak göz ardı edilemez. Böyle bir belgenin delil değeri, kapsanan dönemin başvuru tarihine yakın veya uzak olmasına bağlı olarak değişiklik gösterebilir.
Akabinde Mahkeme Olaya İlişkin Şu Noktalara Dikkat Çekiyor;
— İtiraz edilen markanın başvuru tarihi 29 Kasım 2019. EUIPO Temyiz Kurulu muterizin sunduğu tüm delilleri değerlendirerek JOY markasının parfümler ve kokularla ilgili olarak, en azından Fransa’da, güçlü bir tanınmışlığı olduğuna kanaat getirmiş. Sunulan deliller arasında şirket yetkilisinin beyanı, JOY markasına dair yapılmış lisans anlaşmaları, ürün fotoğrafları, web sayfalarından alınmış görseller, marka ve markayı taşıyan parfüm/kokularla ilgili yayımlanmış sayısız yazı, kitaplardan alıntılar, reklamlar, twitler, pek çok fatura bulunuyor.
— Başvuru sahibine göre Fransa dışındaki AB ülkelerinde JOY markasının ününü kanıtlamaya yönelik deliller olayla ilgili değil. Mahkeme aynı fikirde değil. Temyiz Kurulu markanın ‘en azından Fransa’da’ bir üne/itibara sahip olduğunu ve bu ülkenin Avrupa Birliği topraklarının önemli bir bölümünü oluşturduğu” tespitinde bulunmuş fakat bu durum diğer Üye Devletlere ilişkin delillerin rabıtasız olduğu anlamına gelmez, aksine, bu tip deliller özellikle önceki markanın itibarının coğrafi kapsamını göstererek Temyiz Kurulu’nun bulgusunu daha da desteklediğinden dikkate alınmalıdır.
— EUIPO nezdinde muteriz JOY adlı parfümün 2000 yılında İngiltere FiFi Ödülleri tarafından ‘Yüzyılın Kokusu’ seçildiğini gösteren çok sayıda çevrimiçi makale ve JOY parfümünün 1990 yılında söz konusu vakfın ‘Şöhretler Salonu’na alındığını belirten Fragrance Foundation’ın web sitesinin ekran görüntüsünü sunmuş. Temyiz Kurulu’nun belirttiği gibi, diyor Mahkeme, bu ödüller prestijli ödüller olup, önceki markanın uzun süreli kullanımını ve ilgili halk tarafından tanındığını gösterir.
— Muteriz EUIPO’ya kitaplardan, makalelerden ve basın kupürlerinden çeşitli alıntılar sunmuş. Bu alıntıların, özellikle Fransa’da olmak üzere, ilgili halkın önemli bir kesiminin JOY markalı parfümü tanıdığını ve önceki markanın parfümler ve kokular için kullanıldığını gösterdiğine işaret ediyor. Sunulan çok sayıda makale alıntısı, özellikle 2013, 2014, 2016 ve 2017 yıllarına ait ve Belçika, Bulgaristan, Almanya, Estonya, İtalya, Portekiz ve ağırlıklı olarak Fransa gibi çeşitli Üye Devletlerde, Elle, Grazia, Gala veya Vogue gibi ulusal veya uluslararası öneme sahip moda ve güzellik dergilerinde yayımlanmış yazılardan oluşuyor. 2015 ile 2017 yılları arasındaki birkaç makalede, JOY “tüm zamanların en çok satan ikinci parfümü“, “dünyanın en popüler ve başarılı kokularından biri” ve “tüm zamanların en çok satan kokusunun güçlü bir rakibi” olarak tanımlanmış. Parfümeri üzerine yazılmış birkaç kitapta JOY parfümünden bahsedilmekte ve parfüm için “dünyanın beş büyük parfümünden biri”, “ölmeden önce koklamanız gereken 111 parfümden biri” veya “şimdiye kadar yaratılmış en büyük çiçeksi parfümlerdenbiri” gibi tanımlamalar kullanılmış. Ayrıca, 2013 ile 2015 arasındaki döneme ait bir dizi ‘tweet’ JOY markasının sosyal medyadaki varlığını gösteriyor.
— EUIPO Temyiz Kurulu’nda muteriz markayı tanıtmak amacıyla yalnızca yazılı basında değil, aynı zamanda televizyonda da önemli maliyetle gerçekleştirdiği 2013, 2014 ve 2018 yıllarındaki reklam kampanyalarına ait 27 fatura sunmuş. Diğer yandan yukarıda bahsedilen faktörler, 2013 ile 2018 yılları arasında çeşitli Üye Devletlerde JOY markalı ürünlerin satışını gösterir on binlerce Avro tutarında çok sayıda fatura ile desteklenmiş.
— Mahkemeye göre hem EUIPO’da hem de yargılamada muteriz JOY markasının pazar payını en azından 2018 yılına kadar sürdürmek için sürekli çabaladığını ispat etmiş durumda. Muteriz JOY markasını genel halk kitleleri ve özellikle Fransız tüketicisi nezdinde tanıtmak için önemli çaba ve yatırımlar yapmış; bunlar önemli reklam kampanyaları şeklinde ve AB genelinde geniş bir şekilde dağıtılan gazete ve dergilerde medya varlığı olarak ortaya çıkmış + özellikle parfümler ve ‘eaux de parfums’ satışlarına dayanan satış faturaları gibi deliller de aranan faktörleri destekleyerek, önceki markanın bu bölgedeki geniş coğrafi kapsamını gösteriyor.
— Ayrıca JOY markalı parfümün kazandığı prestijli ödüllere de kararda atıf yapılıyor ve bu ödüllerin markanın AB’nin önemli bir kısmında genel halk kitlesi tarafından geniş çapta tanındığını kanıtlamayı mümkün kıldığı ve hatta bu ödüllerin birkaç yıl öncesine kadar devam ettiğinin altı çiziliyor. Evet diyor Mahkeme, doğru, satış rakamları 2013 ile 2018 yılları arasında düşmüş görünüyor ve bu durumda önceki markanın geçmişte yüksek bir itibara sahip olmakla birlikte bu itibarın yıllar içinde azalmış olabileceği varsayılabilir, ama şu var ki bu durum 2019 yılında yani sonraki markanın başvuru tarihinde hala varlığını sürdüren belirli bir “yaşayan” itibarın olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Ezcümle; Mahkeme yukarıdaki delilleri bir bütün halinde inceledikten sonra bu delillerin AB’nin önemli bir kısmında, özellikle Fransa’da, 3. sınıftaki parfümeri ve kokular alanında JOY markasının itibarının-tanınmışlığının bulunduğu kanaatine varıyor.
Başvuru sahibinin kısaca “şimdiki insanlar JOY’u nereden bilsin” şeklinde özetlenebilecek bir argümanı vardı hatırlarsanız. Kendisine göre ilgili halk kesiminin önemli bir kısmı 18 ila 29 yaş arasındaki yetişkinlerden/gençlerden oluşuyor, bunların çoğu JOY parfümü ödüller kazandığı zaman daha doğmamıştı bile, o dönemdeki ödüller ve kitaplarda bahsi geçenler gibi tarihsel olaylardan nereden haberleri olsun, bu kitleyi itibar/tanınmışlık değerlendirmesinde dikkate almamak gerekir. Mahkemeye göre ise bu iddia temelsiz çünkü; ilgili halkın belli bir kısmı geçmişte alınan ödüller ve halkın teveccühüyle tanışmadan da önceki markanın uzun süreli itibarından haberdar olabilir ve örneğin dijital reklamcılık, reklam panoları veya basılı yayınlar aracılığıyla o markayla temas kurabilir. Dahası, diyor Mahkeme, AB yargısı zaten bir ‘tarihsel’ markanın artık kullanılmadığı durumlarda bile ‘kalan/yaşayan’ itibarının korunabileceği olgusunun dışlanamayacağını kabul etmiş durumda.
Yine başvuru sahibi ilgili halkın önemli bir kısmının lüks perakende satış noktalarını sık sık ziyaret etmediğini, bu nedenle sadece seçkin ve önde gelen lüks perakendeciler tarafından satılan JOY parfümünü tanıyamayacağını iddia etmişti. Mahkeme bu görüşe de katılmıyor ve halkın bir çok değişik yolla bir markadan haberdar olabileceğini ki bu yollardan biri ürünlerin satıldığı perakende satış noktalarını ziyaret etmek olsa da bunun dışında yukarıda açıklanan diğer yollarla da bir markayı öğrenebileceğinin altını çiziyor + lüks markalı ürünleri satın alma gücü olmayan genel halk kitleleri bile genellikle bu ürünlere maruz kalır ve onlarla tanışır-bunlara aşina olur diyor.
Başvuru sahibinin en fazla üstünde durduğu hususlardan biri JOY markasının pazar payının ispat edilememiş olması idi. Mahkeme pazar payının ispat edilememesi illa da markanın bir ünü/itibarı/tanınmışlığı olmadığı anlamına gelmez diyor. Burada Mahkeme tanınmışlık değerlendirmesinde tüm faktörlerin birlikte var olmasının mecburi olmadığı ve olayla ilgili faktörlere bütün olarak bakılacağı anlayışına dikkat çekiyor ve diğer faktörlerin JOY markasının üne sahip olduğunu ispat ettiğini belirtiyor.
Başvuru sahibine göre Temyiz Kurulu önceki markanın bir itibara sahip olduğunu “varsaydı” ve hatalı biçimde JOY markasının itibarında 2018 ile 29 Kasım 2019 tarihleri arasında önemli bir kayıp olduğunu ispat yükünü başvuru sahibine yükledi. Yani başvuru sahibi EUIPO ispat yükünü hatalı biçimde yer değiştirdi iddiasında bulunuyor. Mahkemeye göre ise; EUIPO konu başvurunun 29 Kasım 2019 tarihinde yapıldığını, sunulan delillerin çoğunun 2013 ile 2017 arasındaki döneme ait olduğunu ve bazılarının 1990, 2000 veya 2006 tarihlerine kadar uzandığını, delillerin muterizin pazar payını koruma çabalarına dair 2018 yılına ait göstergeler içerdiğini, “ün kaybının nadiren tek bir olay olarak meydana geldiğini, genellikle uzun zaman boyunca devam eden bir süreç olduğunu, ünün çoğunlukla yıllar içinde inşa edildiğini ve aç kapa yapar gibi yok olmayacağını” ve kısa sürede ciddi bir ün kaybı yaşandığı iddiasındaysa bu iddiayı ispat yükünün başvuru sahibinde olduğunu belirtmiş. Yani, diyor Mahkeme, EUIPO sana demişki madem sen ünün kısa sürede yok olduğunu iddia ediyorsun o zaman iddianı ispatla, ki bu ispat yükünün yer değiştirmesi değildir.
Bu dosyada Mahkemenin söylediği en önemli hususlardan biri şu bence; İçtihatlarda belirtildiği gibi, bir markanın itibarının genellikle aşamalı olarak kazanıldığı göz önüne alındığında, sonraki markanın tescil başvurusunun yapıldığı tarihten önce veya sonra düzenlenmiş bir belgenin yararlı bilgiler içerebileceği otomatikman yok sayılamaz. Aynı mantık, itibar-ün-tanınmışlık kaybı için de geçerlidir, çünkü ün/itibar kaybı da genellikle aşamalı olarak gerçekleşir. Bu noktada sunulan bir belgenin delil değeri, kapsadığı dönemin başvuru tarihine yakınlığı veya uzaklığına bağlı olarak değişkenlik gösterebilir. Bu bağlamda sırf itiraza konu başvurunun başvuru tarihinden 5 yıl önceye ait diye bir delilin gözardı edilmesi gerekmez.
Markaların Benzerliği
EUIPO Temyiz Kurulu’na göre JOY markasının ayırt ediciliği ortalama düzeyde. Kurul taraf markalarında yer alan ‘joy’ (neşe) unsurunun ‘büyük zevk ve mutluluk hissi’ olarak anlaşılacağını + tanınmış bir markanın en azından kullanım yoluyla kazanılmış ayırt edici niteliğe sahip olması gerektiğini + ilgili toplum kesimi açısından “joy”un anlamı göz önüne alındığında önceki markanın doğuştan gelen bir ayırt edici niteliğe sahip olduğunu, çünkü ‘joy’ kelimesinin muterizin tescili kapsamındaki malların herhangi bir özelliğine açıkça atıfta bulunmadığını yani ‘joy’ kelimesinin anlamının, uyuşmazlık konusu malların herhangi bir nesnel özelliğinden yeterince uzak olduğunu ve ortalama düzeyde doğuştan gelen bir ayırt ediciliğe sahip olduğunu belirtmiş. Yine Kurul’a göre “joyful by nature” (doğası gereği neşeli) ifadesi ‘doğal olarak neşeli’ veya ‘doğal olarak neşelenmeye eğilimli’ anlamına geliyor ve ‘by’ ile ‘nature’ kelimeleri sadece açıklama getirdiğinden, markanın odak noktası ‘joyful’ (neşeli) oluyor ki buda markaları benzer kılıyor.
Başvuru sahibi EUIPO’nun bu değerlendirmelerine, elbette ki, katılmıyor ve diyor ki; muteriz JOY markası için başvuru yaptığı tarihte (2015 yılında) kullanım yoluyla ayırt edicilik kazandığını iddia etmedi + benim sunduğum deliller “joy” ve “joyful” ibarelerinin kozmetik endüstrisinde tanımlayıcı olduğunu ispat ediyor + parfümler, kozmetik amaçlarla kullanılan mallardır ve amaçları tüketiciye neşe (joy) vermektir, o yüzden “joy” kelimesi parfümler ve kokular için malın karakteristiğini gösteriyor +tüketiciler benim markamı “joyful” ve ”by nature” diye ikiye ayırmaz ve ayrıca markanın içerisinden “joy” kelimesini de kesip ayırmaz, yani markalar arasında benzerlik yok.
Mahkemeye göre başvuru sahibinin kullanım yoluyla ayırt ediciliğe dair iddiaları mesnetsiz, çünkü; bir defa, itibarlı/ünü olan bir markanın ayırt edici karakteri vardır, en azından kullanım yoluyla bunu elde etmiştir. Ayrıca 8(5) maddesinde bu maddeye dayalı bir itiraz ileri sürmek için dayanak markanın kullanım yoluyla ayırt edicilik kazandığının ispatlanması gibi bir gereklilik bulunmuyor, böyle bir inceleme ancak mutlak ret nedenleri yönünden yapılacak bir incelemede yani markanın tescili aşamasında dikkate alınabilir.
Başvuru sahibinin “joy” kelimesinin tanımlayıcı olduğu iddianı da kabul etmiyor, Mahkeme ve EUIPO’nun “joy” kelimesi parfüm ve kokular mallarının karakteristiğinden yeterince uzaktır diye özetlenebilecek görüşüne katılıyor.
Başvuru sahibi ‘joyful’ (neşeli) teriminin kozmetik sektöründe tanımlayıcı olarak kullanıldığını ve ekonomik aktörlerin mallarını tanımlamak için ‘joyful’ ve ‘nature’ (doğa) gibi terimleri kullandıklarını iddia ediyordu ya, Mahkeme burada ters köşe yaparak diyor ki; bu argüman senin menfaatine değil, durum dediğin gibiyse zaten o zaman senin markan tamamiyle tanımlayıcı ve sırf bu sebeple tescil edilmemeli!
Başvuru sahibinin tüketici kalkıpta benim markamı parçalara ayırmaz ve içinden “joy” kelimesini ayrıştırmaz argümanını da kabul etmiyor. Mahkemeye göre; ‘joyful’ (neşeli) kelimesinin somut ve iyi bilinen bir anlamı olduğu için, Temyiz Kurulu’ nun da doğru bir şekilde belirttiği gibi, ‘by nature’ (doğası gereği) ifadesi yalnızca ‘joyful’ kelimesini açıklayıcı nitelikte olduğundan bu ayrım doğal olarak gerçekleşecektir.
Temyiz Kurulu her iki taraf markasının da ortalama derecede ayırt edici olduğuna karar vermiş, Mahkeme de bugörüşe katılıyor.
Temyiz Kurulu; ‘joy’ (neşe) ve ‘joyful’ (neşeli) kelimelerinin eşanlamlı olması ve iki markanın, biraz farklı bir şekilde de olsa, büyük zevk ve mutluluk hissiyle ilgili aynı mesajı iletmesi sebebiyle aralarında kavramsal olarak belli seviyede bir benzerlik olduğuna karar vermiş. Başvuru sahibinin bu değerlendirmeye bir itirazı yok zaten.
Bu durumda, diyor Mahkeme, markaların benzerliğine ilişkin EUIPO görüşü hatalı değil.
İlgili Toplum Kesiminde Markalar Arasında Bir Bağlantı Olup Olmayacağı Hakkında
EUIPO, ilgili tüketicilerin, başvuru konusu markayı kapsadığı mal ve hizmetlerle birlikte gördüğünde bu markayı muteriz markasıyla ilişkilendireceklerini, yani işaretler arasında zihinsel bir bağlantı kuracaklarına karar vermiş.
Başvuru sahibine göre; önceki markanın tanınmışlığı ve ayırt edici niteliği doğru bir şekilde değerlendirilmeden ilgili toplumun işaretler arasında ilişki kurup kurmayacağını değerlendirmek mümkün olamaz + özellikle kozmetik sektöründe, birkaç kelimeden oluşan, ‘joy’ kelimesini doğrudan içermeyen ancak ‘joyful’ kelimesini içeren bir işaretin üçüncü kişiler tarafından kullanılmasını önlemek için, önceki markanın ‘olağanüstü’ bir üne sahip olması gerekir, yoksa öyle belli seviyede bir ün ya da yüksek bir ün olması yeterli değildir.
Mahkemeye göre;
— 8(5) maddesinde belirtilen zararların oluşabilmesi için markalar arasında belli düzeyde bir benzerlik olması gerekir ki ilgili kesim bunları karıştırmasa bile ilişkilendirsin. İlişkilendirmenin tespiti için olaydaki ilgili tüm faktörler dikkate alınmalıdır. Bu faktörler arasında markaların benzerlik düzeyi, mal ve hizmetlerin doğası ve birbirilerine ne kadar yakın yada uzak oldukları, toplumun ilgili kesimi, önceki markanın ününün ne kadar güçlü olduğu, önceki markanın ayırt edicilik seviyesi ve bu ayırt ediciliğin doğuştan mı yoksa kullanım yoluyla mı elde edildiği gibi faktörler bulunur.
— Olayda markalar kavramsal, görünüm ve fonetik olarak benzer ve JOY markası AB’nin önemli bir bölümünde parfüm ve kokular için bir üne sahip. Dolayısıyla artık ayırt ediciliğin doğuştan gelip gelmediğinin ispatlanmasının bir önemi kalmıyor.
— 8(5) maddesi uyarınca markaların kapsamındaki mal ve hizmetler arasında doğrudan bir bağlantı olması gerekli değil. Kaldı ki başvuru sahibinin de taraf markalarının aynı piyasada veya güzellik sektörüne yakın sektörlerde kullanılacağı gerçeğine bir itirazı yok.
Önceki markanın ayırt edici karakterinden veya ününden haksız avantaj sağlanıp sağlanmadığı ve sonraki markanın kullanımına ilişkin iddia edilen haklı sebebin değerlendirilmesi
Başvuru sahibine göre; parfümler için JOY markasının ayırt ediciliği en azından düşük olduğundan dolayı kendisinin bu markadan haksız avantaj sağlaması mümkün değil ve tüketiciler “Joyful by nature” markası altındaki mallar ile karşılaştığında bunların kaynağının kendisi olduğunu anlayacaktır + kendisinin ve ilgili sektördeki diğer ekonomik aktörlerin ‘joy’, ‘joyful’, ‘natural’ veya ‘nature’ gibi kelimeleri kullanması gerekiyor çünkü bu kelimelerle ürünlerini tanımlıyor-işaret ediyorlar, yani bu ekonomik menfaatten dolayı ‘joy’ kelimesinin kullanımı önceki markadan önemli biçimde uzaklaştığında daha da belirgin hale geliyor.
Mahkeme bu konuda da pek başvuru sahibinden yana değil! Mahkemeye göre;
— Önceki markanın itibarından/ününden haksız avantaj sağlama” kavramı, yani “parazitlik”, o markaya verilen zararla ilgili değil. Kavram, üçüncü kişinin benzer veya aynı işareti haklı bir neden olmadan kullanması sonucu elde ettiği avantajla ilgili. Bu kavram özellikle, markanın imajının veya yansıttığı özelliklerin aynı veya benzer işaretle belirtilen mallara aktarılması sonucunda ünlü markanın itibarından açıkça faydalanılması durumlarını kapsar.
— Önceki markanın ayırt edici karakterinden veya itibarından haksız avantaj sağlama riski, ilgili kesimin–ürün veya hizmetlerin ticari kaynağını karıştırmadan—sonraki marka tarafından cezbedilmesi ve bu markayı taşıyan ürünü/hizmeti, tüketici önceki ünlü/itibarlı markaya benzer olduğu için satın aldığında ortaya çıkar. Böyle bir halde önceki marka sahibi markasının filli bir zarara uğradığını ispat etmek zorunda değildir, sadece prima facie biçimde gelecekte oluşabilecek muhtemel haksız avantaj veya zararı ispatlaması yeterlidir. Bu tür bir sonuç özellikle olasılıkların analiziyle yapılan mantıksal çıkarımlar temelinde ve ilgili sektördeki normal uygulamalar dikkate alınarak ve ayrıca olayın tüm diğer koşulları göz önüne alınarak belirlenebilir.
— Huzurdaki olayda haksız faydalanma konusunda EUIPO taraf markalarındaki mal ve hizmetler arasında bir bağlantı olduğunu ve bunların aynı/yakından ilgili güzellik-kişisel hijyen ve parfüm sektörlerine ilişkin olduğunu belirterek bu durumun özellikle önceki tanınmış markanın bazı olumlu özelliklerinin sonraki markanın mal ve hizmetlerine aktarılmasına olanak tanıyacağını söylemiş. EUIPO’ya göre bu durumda ilgili halk kesimleri sonraki markaya maruz kaldığında sonraki markanın önceki markadan haksız avantaj elde etme riski var, ki bu da haklı bir neden olmaksızın gerçekleşen kullanım sonucunda sonraki markanın önceki markanın ayırt edici karakteri veya güçlü tanınmışlığından haksız şekilde ekonomik bir yarar sağlamasına neden olacaktır, yani bu risk yüksektir.
JOY markasına ilişkin sunulan deliller ve özellikle alınan ödüller göz önüne alındığında markanın lüks ve istikrarlı bir imaja sahip olduğu görülüyor. EUIPO’nun markanın ününün korunması için muterizin ciddi bir çaba harcadığı ve ilgili toplum kesiminin işaretler arasında bağlantı kurması olasılığı bulunduğu tespiti doğru. Diğer yandan, Mahkemeye göre, başvuru sahibi tüketicilerin “joy by nature” markasını gördüğünde bunu sadece kendisiyle ilişkilendireceğini ispat edebilmiş değil. Dolayısıyla EUIPO’nun kararında bu yönden bir hata bulunmuyor, yani ortada gerçekten belirtilen risk mevcut.
— Ayrıca şöyle de bir durum var; Temyiz Kurulu’nun tespitine göre, başvuru sahibi EUIPO nezdinde konu markayı kullanmakta haklı bir sebebi olduğunu iddia etmiş değil. O vakit şimdi Mahkeme’de ‘joy’ kelimesini mallarını tanımlamak ve adlandırmak için kullanmakta bir kişisel menfaati olduğu ve bunun haklı bir sebep olduğu iddiasında bulunamaz. Sonuçta ‘joy’ kelimesi kozmetik ürünlerin pazarlanmasında kullanılması mutlaka gerekli bir kelime haline gelmiş değil, bu nedenle, başvuru sahibinin ürünlerini pazarlamak için illa ki bu kelimeyi kullanması gerekmez. Bu hususlar ışığında, başvuru sahibinin markayı kullanması halinde önceki markanın itibarından haksız faydalanma riski göz önüne alındığında, bu argüman markanın tescili için bir gerekçe olarak değerlendirilemez.
Sonuç; Davanın reddine.
Parfüm gibi karar değil mi! Nasıl ki bir parfümün kokusu tene yavaş yavaş yerleşir ve sonunda yine yavaş yavaş uçup yok oluyorsa, markası da aynı parfümün kendisi gibi ancak zamanla ününü kaybedebilir, yoksa öyle bir anda parmak şıklatır gibi yok olmaz diyor Genel Mahkeme!
Ne diyordu Vedat Bey kitabında “JOY tende aynı şekilde 8 saat kalabiliyordu”. Parfümün ünü de kendisi gibi zamanlara yayılmış görüyorsunuz, ve hikayesi hala bitmemiş!
Kamu düzenine ve genel ahlak ilkelerine aykırı işaretlerin hem Avrupa Birliği mevzuatı hem de Türk marka hukuku kapsamında tescil edilmesi mümkün değildir. Nitekim Sınai Mülkiyet Kanunu’nun (SMK) Marka Tescilinde Mutlak Ret Nedenleri başlıklı 5. maddesinin birinci fıkrasının (ı) bendi uyarınca “Kamu düzenine veya genel ahlaka aykırı işaretler” ve Avrupa Birliği Marka Tüzüğü’nün (EUTMR) Mutlak Ret Gerekçeleri başlıklı 7. maddesinin birinci fıkrasının (f) bendi uyarınca “kamu düzenine veya genel kabul görmüş ahlak ilkelerine aykırı olan markalar” tescil edilmeyecektir.
Markaların tescil edilebilmesi için belirli koşulların aranmasının yanı sıra, ahlaki değerlerin bir markanın tescil edilip edilemeyeceğini belirleyen bir kriter olarak değerlendirilip değerlendirilmeyeceğini; fikir, sanat ve düşünce özgürlüğünün ahlaki değerler karşısındaki konumunun ne olacağını ve bu terazide hangisinin daha ağır basacağını EUIPO Büyük Temyiz Kurulu (Grand Board of Appeal) tarafından verilen 16 Mayıs 2024 tarihli yeni COVIDIOT kararı çerçevesinde ele alacağız.
Bu noktada, Grand Board olarak da anılan EUIPO Temyiz Kurulu Büyük Kurulu’nun, dokuz üyeden oluşan ve Temyiz Kurullarının çözümlemekte güçlük çektiği, önemli bulduğu veya çelişki tespit ettiği meseleleri taşıdığı bir nevi üst kurul olduğu belirtilmelidir. Belirtilen Kurul, bu yazının devamında kısaca “Büyük Kurul” olarak anılacaktır.[1]
“Matthias Zirnsack” aşağıda görseli yer alan markanın tescili talebiyle Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi’ne (EUIPO) 20 Ağustos 2020 tarihinde başvuru yapmıştır:
Başvuru kapsamında yer alan mallar aşağıdadır:
6. Sınıf: Metal klipsler.
9. Sınıf: Bilgisayar oyun yazılımı; mobil uygulamalar.
28. Sınıf: Masa oyunları; oyuncaklar.
Yukarıda yer alan başvuruya karşı uzman, markanın ahlak ilkelerini ihlal ettiği gerekçesiyle Avrupa Birliği Marka Tüzüğü Madde 7(1)(f) uyarınca ilk olarak ret niyetini bildiren bir bildirim göndermiştir.
Belirtilen bildirimde ilk olarak, markanın kavramsal olarak incelemesi yapılmış ve ‘Covid’ ve ‘Idiot’ kelimelerinin birleşiminin Almanca ve İngilizcede tüketiciler nezdinde anlaşılabildiği; bu ibarelerin, çoğu hükümet tarafından uygulanan sosyal tecrit ya da zorunlu maske kullanımı gibi tüm tedbirlerin amaca yönelik, orantılı ve hatta gerekli olduğuna inanmayan insanların itibarını zedeleme vasfını taşıdığı ve bu nedenle bireyleri rencide etmesi muhtemel bir hakaret olarak algılandığı belirtilmiştir.
Bu değerlendirmeye karşı başvuru sahibi, ahlak ilkelerinin ifade özgürlüğü ve sanat özgürlüğü ile dengelenmesi gerektiğini, ‘COVIDIOT’ ibaresinin oyuncularının rekabet ettiği ve kazanmalarını temel alan bir oyun için başvurusunun yapıldığını belirtmiştir. Başvuru sahibi, “COVID” ve “IDIOT” kelimelerinin birleşiminden oluşan “COVIDIOT” ibaresinin ilk bakışta olumsuz ve hakaret içeren bir izlenim verdiğini, ancak bu ibarenin tescil edilmek istendiği oyunlar bağlamında ‘buzzword/trend’ haline geldiğini ifade etmiştir. Kamu algısının bu tarz konularda özgürleştiği ve sanat ile fikirlerin ironik olabileceği, ifade özgürlüğü ve sanat özgürlüğü kapsamında söz konusu marka başvurusunun korunabileceğinin de altı çizilmiştir.
Başvuru sahibinin görüşleri doğrultusunda başvuruyu inceleyen uzman, Ofisin toplumun temel değerlerine aykırı markalar yoluyla iş hedeflerini ilerletmek isteyen kişilere destek vermemesi gerektiğini, COVIDIOT ibaresinin çoğu hükümetin salgın bağlamında uyguladığı koruma tedbirlerine inanmayanları itibarsızlaştırdığını, marka başvurusunun bir “aptal” veya “ahmak” ile uğraşıldığını belirttiğini, bu nedenle kamuoyunun algısında başvuru sahibinin iddia ettiği gibi bir ifade özgürlüğünün söz konusu olamayacağını, marka başvurusunun reddedilmesinin markanın tescilsiz kullanımını engellemeyeceğini, bu nedenle sanat ve fikir özgürlüğünün kısıtlanmasının söz konusu olmayacağını belirterek marka başvurusunun kapsadığı tüm mallar bakımından reddedilmesine karar vermiştir.
Yukarıdaki gerekçelere dayanılarak verilen kararın ardından başvuru sahibi karara itiraz ederek hiçbir bireyin kişisel olarak saldırıya uğramadığını, COVIDIOT ibaresinin COVID-19 salgınına hicivli bir gönderme olduğunu, ibarenin tek başına ayırt edici olduğunu, “COVIDIOT” ifadesinin COVID-19 salgınıyla mücadele için bireysel önlemleri eleştiren tüm insanları değil, virüsü tamamen reddeden veya herhangi bir önleme karşı çıkan ve insanlara karşı dayanışma eksikliği ile davranan kişileri ifade ettiğini, bu ifadenin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 10. maddesi veya Avrupa Birliği Temel Haklar Bildirgesi’nin (“Bildirge”) 11. maddesi ile korunmakta olduğunu, ifade özgürlüğü değerlendirilerek karar verilmesi gerektiğini, Ofis kararının verildiği andaki durumda COVID-19’un ve dolayısıyla ‘COVIDIOT’ ifadesinin herhangi bir sarsıcı/tiksindirici (shocking karşılığı kullanılmıştır) anlamı haiz olmadığını ve gücünü yitirdiğini, benzer markaların tesciline izin verildiğini belirterek kararın iptali için Temyiz Kurulu nezdinde karara karşı itirazda bulunmuştur.
EUIPO Temyiz Kurulu adına ilk incelemeyi yapan raportör söz konusu markanın ayrıca EUTMR madde 7/1(b) kapsamında ayıt edici olmadığına ilişkin de değerlendirme yapılabileceğini belirtmiş ve başvuru sahibine bu yöndeki görüşlerini iletmesi için de süre verilmiştir.
İtirazın ifade özgürlüğü ile marka ret nedenlerinin çatışmasını içermesi nedeniyle konu önemli bulunmuş ve vakanın hukuki karmaşıklık derecesi ve önemi nedeniyle itiraz Büyük Temyiz Kurulu’na havale edilmiştir.
Bu noktada, IPR Gezgini’nde daha önceden H. Tolga Karadenizli tarafından yayımlanmış bir yazıdan alıntı yaparak Grand Board (Büyük Temyiz Kurulu) hakkında kısaca bilgi vermek isteriz:
“Bilindiği üzere AB Topluluk Marka ve Tasarımlarının tescil işlemlerinden sorumlu resmi kurum olan EUIPO’in son karar organı EUIPO Temyiz Kurulu (Boards of Appeal) olup, EUIPO nezdindeki mutlak ret nedenleri yönünden (7. madde) verilen kararlar, yayına itirazlar hakkında verilen İtirazlar Birimi kararları ile iptal/hükümsüzlük talepleri hakkında verilen İptal Birimi kararlarına karşı yapılan itirazlar EUIPO Temyiz Kurulu tarafından karara bağlanmaktadır. Temyiz Kurulu kararlarına karşı ise AB Adalet Divanı Genel Mahkemesi nezdinde dava açılabilmektedir.
Hukuki güçlükler arz eden veya Kurullar arasında farklı uygulamalar içeren bazı davalar ilgili Kurul tarafından Büyük Temyiz Kuruluna gönderilebilmektedir. Büyük Temyiz Kurulu, daimî üye olarak beş Kurulun Başkanları ve Kurulların üyeleri arasından seçilen diğer üyeler olmak üzere toplam dokuz üyeden oluşmakta olup, çok istisnai durumlarda itirazlar Büyük Temyiz Kurulu’na gönderilmektedir. Bu noktada Büyük Temyiz Kurulu tarafından verilen karar sayısının oldukça az olduğunu belirtmekte fayda vardır.”[2]
Bu aşamada üçüncü kişilere görüş sunmaları için davette bulunulmuş ve International Trademark Association / Uluslararası Markalar Birliği (INTA) tarafından aşağıdaki görüşler sunulmuştur.
INTA, görüşlerine başlarken öncelikli olarak ‘kamu düzeni’ ve ‘ahlak ilkeleri’ terimlerinin doğaları gereği muğlak ve belirsiz olduğunu, bu nedenle de somut olaylar bazında tutarsız uygulamaların risk taşıdığını ve her bir uzmanın kişisel görüşlerini uygulamasının riskli olduğunu ifade etmiştir. Buna ilaveten EUTMR Madde 7(1)(f) uygulamasının, uzmanın kişisel görüşüne ya da soyut olarak genel ahlaka bağlı olarak değil, çoğunluk tarafından kabul edilen ilkelere göre yorumlanması ve ‘kabul edilmiş’ ahlak ilkelerine odaklanılması gerektiği belirtilmiştir.
Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD) ahlaka ilişkin olumsuz ilkelerin belirlenmesine yönelik prosedür ile ilgili olarak ‘Fuck Ju Göthe’ kararında; genel ahlak ilkeleri açısından bir ihlal tespit edilirken sözlüklere bakmaktan ve edebiyat ve medya kullanımlarından daha fazlasına ihtiyaç olduğunun altını çizmiştir. Söz konusu karar ile bir markanın reddedilmesinin ifade özgürlüğü hakkını olumsuz etkilemeyeceği, zira bu durumun başvuru sahibinin mallarını ilgili marka altında sunma imkanını engellemeyeceği yönündeki önceki görüşten dönülmüştür. Buradan hareketle ABAD’a göre, bir markanın tescil edilmesinin engellenmesi durumu, sadece ifade özgürlüğünü sınırlayan bir durum olmayıp, aynı zamanda markada yer alan ibarenin başkaları tarafından kullanımının da serbest bırakılmasıdır.
Bunlara ek olarak anayasal bir hak olan ifade özgürlüğünün bir markanın tescil edilmemesi durumunda dahi etkilenebildiği ve ifade özgürlüğünün herhangi bir şarta bağlanması halinde niteliğinin etkilenebileceği belirtilmiştir.
Büyük Temyiz Kurulu incelemesinde, aşağıda yer verilen genel yaklaşım esas alınmıştır:
Adalet Divanı, “Fack Ju Göhte” kararında, kabul edilmiş ahlak ilkelerinin nasıl belirleneceğine ilişkin kuralları ortaya koymuştur. Bu kapsamda Genel Mahkeme’nin daha önce verdiği kararların bu kriterleri belirlemede yol gösterici nitelikte olduğu belirtilmiştir. (Intertops, Paki, Device of the Coat of Arms of the Soviet Union, ¡Que buenu ye! Hijoputa, Ficken, Ficken Liquors, Curve, OSHO, La Mafia se Sienta a la Mesa, Pablo Escobar).
ABAD, kabul edilen ahlak ilkeleri bağlamında kamunun ilgili kesiminin algısını değerlendirmeyi mümkün kılabilecek faktörlere atıfta bulunmuş ve bu faktörlere örnek olarak aşağıdakileri belirtmiştir:[3]
– Mevzuat,
– İdari uygulamalar,
– Kamuoyu,
– İlgili kamuoyunun geçmişte bu işarete veya benzerlerine vermiş olduğu tepkiler.
ABAD tarafından kamu düzeni ve ahlaki ilkeler bağlamında verilmiş olan ve yine EUIPO tarafından belirlenen ilkeleri oluşturan kararlardan bazıları aşağıda okuyucularımızın dikkatine sunulmaktadır.
1- Fack Ju Göhte
Bu kararda “Fack Ju Göhte” ibareli marka başvurusu, Almanca’da “Fuck You Goethe” anlamına geldiği ve ahlaka aykırı olduğu gerekçesiyle EUIPO tarafından reddedilmiştir. Başvuru sahibi “CONSTANTIN FILM PRODUKTION GMBH” marka başvurusunun reddine dair verilen karara itiraz etmiş, ancak EUIPO Temyiz Kurulu ve ABAD genel Mahkemesi ret kararını onamıştır. Adalet Divanı Hukuk Sözcüsü, EUIPO ve Genel Mahkeme’nin kararlarının ifade özgürlüğünü göz ardı ettiğini belirterek kararların iptal edilmesi gerektiğini savunmuş ve markaların genel ahlak ilkeleri değerlendirmesinin somut sosyal bağlamda yapılması gerektiğini vurgulamıştır. Sonuç olarak yukarıda belirtilen gerekçelerle, EUIPO ve Genel Mahkeme tarafından verilmiş kararlar Adalet Divanı tarafından bozulmuştur. [4]
2- Pablo Escobar
COVIDIOT kararında da sıkça bahsi geçen Escobar kararında; ESCOBAR INC.’nin “Pablo Escobar” markası için EUIPO’ya yapmış olduğu başvuru, kamu düzeni ve ahlaki ilkelere aykırılık gerekçesiyle reddedilmiştir. İtirazları değerlendiren Genel Mahkeme, Pablo Escobar’ın uyuşturucu baronu ve narko-terörizm sembolü olarak algılanması hususlarının ESCOBAR markasının tescilini engelleyebileceğini belirtmiştir. Mahkeme, değerlendirme koşulları arasında AB’nin tüm üye devletlerinde ortak olan ahlak ilkelerinin dikkate alınması gerektiğini vurgulayarak Escobar’ın popülaritesinin, kamuoyundaki olumsuz algıyı değiştirmediğini belirtmiştir. Son derece güncel olan bu kararla birlikte kamu düzeni ve ahlak ilkelerinin, popüler kültürdeki tanınmışlık ve popülariteden daha önemli olduğunu ortaya konmuştur.[5]
3- Fuct
Erik Brunetti’nin sahibi olduğu FUCT markası hakkında verilen karar akabinde, ABD Yüksek Mahkemesi, Haziran 2019’da “ahlaksız” veya “skandal” kelimeler ve semboller üzerindeki marka yasağını iptal etmiştir. Yüksek Mahkeme, bu kriterlerin hükümetin, ifade özgürlüğünü fikir veya görüşe dayalı olarak cezalandırmasına ve ayrımcılığa sebep olmasına yol açtığını ifade etmiştir. Bu kararla, ahlak ilkeleri ve kamu yararı gerekçesiyle marka tescilinin reddedilmesinin anayasal koruma altındaki ifade özgürlüğüne aykırı olduğu vurgulanmıştır.[6]
4- La Mafia se sienta a la mesa
Kamu düzeni ve genel ahlaka aykırı olduğu gerekçesiyle “La Mafia se sienta a la mesa” markası EUIPO tarafından hükümsüz kılınmıştır. İtalya hükümeti, “Mafia” ibaresinin suç örgütleriyle ilişkilendirildiğini ve bu kelimenin kullanımıyla İtalyan mutfağının olumlu imajının manipüle edileceğini savunmuştur. Her ne kadar marka sahibi bu karara itiraz etse de EUIPO Temyiz Kurulu itirazı reddetmiştir. Sonrasında ABAD Genel Mahkemesi de EUIPO’nun kararını onaylayarak, “La Mafia” ibaresinin suç örgütlerini hatırlatması nedeniyle kamu düzenine ve genel ahlaka aykırı olduğuna karar vermiştir.[7]
5- Cannabis Store Amsterdam
ABAD Genel Mahkemesi, “Cannabis Store Amsterdam” markasıyla ilgili davada, “Cannabis” kelimesinin ve stilize kenevir yapraklarının uyuşturucu maddeyi çağrıştırdığına ve bu nedenle markanın kamu düzenine aykırı olduğuna karar vermiştir. Mahkeme, markanın sadece ilgili ürün ve hizmetleri sunulan kişiler değil, genel halk tarafından da olumsuz şekilde algılanacağını belirtmiş ve uyuşturucu maddelere açık ve dolaysız bir referans yapılmasının kamu düzenine aykırı olduğunu vurgulamıştır.[8]
COVIDIOT Markasının Değerlendirilmesi
EUIPO Büyük Temyiz Kurulu kararında, marka incelenirken ilk bakışta göze çarpan ve tüketicinin dikkatini çekecek kısmın koyu siyah karakterlerle yazılı IDIOT ibaresi olduğuna vurgu yapılmıştır. Ardından, COVID ibaresinin Corona Virüs isimli, hayli bulaşıcı ve ölümcül olan bir hastalığı belirttiği ve bu ibarenin Avrupa Birliği’nin her yerinde kullanıldığı ifade edilmiştir. Kararda COVID-19 hastalığı açıklanarak, hastalığın etkisinin büyüklüğü belirtilmiştir. Ayrıca, COVIDIOT ibaresinin, başvuru sahibinin iddia ettiğinin aksine, “COVID-19’un yayılmasını önlemek için tasarlanmış sosyal mesafe kurallarına uymayı reddederek diğer insanları rahatsız eden bir kişi” olarak Oxford sözlüğünde, “COVID-19 bulaşıcı hastalığını yayma riski taşıyan aptalca davranışlarda bulunan biri” olarak Cambridge sözlüğünde, “COVID-19 salgını sırasında kamu güvenliğine ilişkin yönergeleri ve kuralları göz ardı eden, gereksiz yere malzeme istifleyen vb. kişi” olarak Collins sözlüğünde ve “kamu sağlığı ve güvenliğine ilişkin uyarıları dikkate almayan biri” olarak ise Urban sözlüğünde yer edindiği ifade edilmiştir. Söz konusu tanımlara uygun olarak da başvuru sahibi her ne kadar kimsenin aşağılanmadığını iddia etse de kararda yer verildiği ve açıkça görülebildiği üzere marka başvurusunda “soytarı şapkası” kullanılmış olup , soytarı şapkası açıkça bir “aptalı/ahmağı” sembolize etmektedir. Bu hususlar ve hepimizi neredeyse 2 yıl boyunca evimize hapseden COVID hastalığının etkileri ve önemi, kararda ayrı bir başlık olarak “Tüm Zamanın En Ölümcül Pandemilerden Birinin Önemsizleştirilmesi” başlığı altında incelenmiş olup yukarıda da kısaca bahsedildiği üzere daha da detaylandırılarak marka başvurusunun oyun ticaretinde kullanılmasının pandeminin ciddiyetini küçümsemekte ve dolayısıyla bu hastalığın Avrupa Birliği’nin temel değerlerine verdiği ciddi zararı önemsizleştirmekte olduğu ifade edilmiştir. Dolayısıyla, başvuru sahibinin bu ibarenin kimseyi sarsmayacağına/tiksindirmeyeceğine (shocking karşılığı kullanılmıştır) dair yaptığı savunmaya karşılık olarak Temyiz Kurulu, ihtilaflı markanın sadece bu salgının mağdurlarını ve ailelerini değil, aynı zamanda AB topraklarında bu markayla karşılaşan ve ortalama hassasiyet ve tolerans eşiğine sahip herhangi bir kişiyi rencide etmesinin muhtemel olduğunu ifade etmiştir.
Mal ve Hizmetler Bakımından
“COVIDIOT” markasının kullanımı, başvuru kapsamındaki mallara (metal klipsler (Sınıf 6); bilgisayar oyun yazılımları ve mobil uygulamalar (Sınıf 9); masa oyunları ve oyuncaklar (Sınıf 28)) ilişkin olarak uygunsuz ve saldırgan kabul edilmiştir. Bu markanın oyun ve oyuncaklarla ilişkilendirilmesi, pandemiden etkilenenler için incitici olarak değerlendirilmiş ve travmayı oyuna indirgeyerek önemsizleştirdiği belirtilmiştir. Mobil uygulamalar için ise pandemiyi önemsizleştirme riskinin daha da büyük olduğu belirtilerek genel olarak başvuru insan onuruna ve ahlaka aykırı olarak görülmüştür.
Temel Hak ve Özgürlüklerin Etkisi ile İfade ve Sanat Özgürlüğü Bakımından
Başvuru sahibi savunmasını sanat özgürlüğü, hiciv ile ilgili olarak temel haklara ve özellikle de ifade özgürlüğüne dayandırmıştır. Bu durum, temel hak ve özgürlüklerin marka başvurularının incelenmesinde önemli bir yer tuttuğu göstermektedir. “Fack Ju Göhte” kararında; Avrupa Birliği Marka Tüzüğü doğrultusunda, bir markanın ahlak ilkeleri çerçevesinde reddedilmesi gerektiren sınırlar tanımlanmıştır. Temel haklardan olan başvuru sahibinin hakları ile kamu menfaatlerini koruyan hakların ise dengelenmesi ve ahlak ilkelerinin temel haklar ışığında yorumlanması gerekliliği de vurgulanmıştır. Aynı zamanda mahkeme, ifade özgürlüğünün marka hukukunda yeri olduğunu kabul etmekle birlikte, ifade özgürlüğünün marka hukukundaki ağırlığının sanat, kültür ve edebiyat gibi alanlara kıyasla daha az önemli olduğu görüşünü ortaya koymuştur.
Ayrıca, ifade özgürlüğü, Avrupa Birliği Antlaşması’nın 2. maddesinde özetlenen Avrupa Birliği değerlerinde de yansıtıldığı üzere, demokratik ve çoğulcu bir toplumun temel taşlarından biridir. Temel Haklar Bildirgesi’nin11. maddesi bu özgürlüğü siyasi tartışmalarda görüş bildirmenin ötesine taşıyarak, ticari ifadeyi de kapsayacak şekilde bilgi ve fikir alma ve ifade etme özgürlüğünü olarak düzenlemiştir. Mevcut davada inceleme; vatandaşların refahının, ekonomik çıkarlarının, dayanışmanın, karşılıklı saygının, sağlık ve yaşamın korunmasına odaklanarak yapılmıştır.
Başvuru sahibi, markasının tanınmış bir sanatsal ifade olan hiciv biçimi olduğunu ileri sürerek Avrupa Birliği Temel Haklar Bildirgesi’ninsanat ve bilim özgürlüğünü güvence altına alan 13. maddesi uyarınca koruma talep etmiştir. Ancak, abartma ve çarpıtma ile karakterize edilen hiciv, sosyal meseleleri kışkırtmayı ve yorumlamayı amaçlamış olup sanat tam olarak tanımlanmamış olsa da her kışkırtıcı figüratif markanın sanat veya hiciv olarak nitelendirilmediği görülmektedir. Söz konusu basit figüratif işaretin sanatsal eşiği karşılamadığı ve başvuru sahibinin sanatsal niyetinin dosya kapsamında kanıtlanmadığı tespit olunmuştur. Ayrıca, halkın işareti sanat olarak algıladığına dair bir göstergenin bulunmadığına işaret edilmiş ve bu nedenle, başvurunun 13. maddenin koruması altına girmeyeceği, girmiş olsaydı bile, Bildirge’nin 52(1) maddesi ve Avrupa Birliği Marka Tüzüğü 7(1)(f) maddesi tarafından getirilen sınırlamalara tabi olacağı hüküm altına alınmıştır. Sonuç olarak başvurusu yapılan markanın reddedilmesi gerektiği, çünkü ihtilaflı mallar için marka olarak kullanıldığında, gelmiş geçmiş en ölümcül salgınlardan birini, insan onuruna ve kabul edilmiş ahlak ilkelerine aykırı bir şekilde önemsizleştirdiği belirtilmiştir.
Ayırt Edicilik Bakımından
Büyük Temyiz Kurulu, başvurunun ayırt edici nitelikten yoksunluk gerekçesiyle de reddedilebileceği yönündeki yaklaşımı paylaşmış ve başvurunun ret nedenleri arasına ayırt edicilikten yoksunluğu da eklemiştir. “COVIDIOT” kelimesinin medyada ve sosyal ağlarda sıkça kullanılması, ticari bir kökenden ziyade belirli bir tarihi olayla bağlantılı bir terim olarak rolünü pekiştirmektedir ve başvuru sahibinin “Covid” ve “Idiot” arasındaki kelime oyununun ayırt edicilik kattığı iddiasına rağmen, bu açıklama yerinde ve yeterli görülmemiştir. Markanın siyasi ve sosyal çağrışımlarının, metal klipsler, bilgisayar oyun yazılımları, mobil uygulamalar ve masa oyunları gibi malların kökenini belirttiği şeklinde algılanmasını engellediği ortaya konmuştur.
Sayılan tüm tespitler çerçevesinde Büyük Temyiz Kurulu, başvuru sahibinin itirazını reddetmiştir. Kararın dayandığı temel tespitler; ölümcül bir virüsün adının bir oyun adı olarak önemsizleştirilmesi ve başvuru sahibinin salgından haksız bir kazanç elde etmek istemesi nedeniyle markanın ahlaka aykırı olarak algılanabilmesidir. Ayrıca, markayı oluşturan ibarenin, kamusal pandemiye ilişkin verilen mesajları önemsizleştiren ve bu önlemlerin ihlalini teşvik eden bir terime dönüşmesi halinde kamu politikasının ihlali anlamına gelebileceği de belirtilmiştir.
Sonuç
Markaların ahlaki değerler ve kamu düzeni kapsamında tescil edilebilirliği tartışılırken, sadece marka hukuku değil, aynı zamanda ifade özgürlüğü çerçevesinde de değerlendirilme yapılması gerekmektedir. Dolayısıyla, bir markanın tescil edilmesi sürecinde ifade, düşünce ve sanat özgürlüğünün kapsamı, ahlaki değerler ile çakışabilmektedir ve bu durum bir sınırlama olarak değerlendirilebilecektir. Bu nedenle, ahlaki değerler ve kamu düzeni gibi subjektif kavramların objektif kriterler belirlenerek incelenmesi hem ifade özgürlüğü açısından hem de kararların bir bütünlüğe sahip olması açısından önemlidir.
EUIPO Büyük Temyiz Kurulu, bu karar kapsamında bazı kriterleri ortaya koyarak herkesi evine hapseden, toplumu derinden etkileyen ve tüm dünyayı kasıp kavuran, hayatlarımızı değiştiren ve kayıplar verdiren pandemi döneminin isminden esinlenerek oluşturulmuş marka başvurusu için bir değerlendirme yapmışsa da kararın bir noktada özgürlükleri sınırlamaya yönelik bir karar olduğunu yönünde görüşler de mevcuttur. Bu yazıyı kaleme alanlar olarak biz de Büyük Temyiz Kurulu kararının özgürlükleri sınırlandırma eşiğini aştığını düşünmekteyiz.
Değerli okuyucuların dikkatine! Bu yazımız diyetinizi bozabilir 😊
İrlandalı hamburger zinciri Supermac Ltd., McDonalds’a ait olan “BIG MAC” markasına karşı 29, 30 ve 42. sınıflardaki mal ve hizmetler için kullanmama nedeniyle iptal talebinde bulunmuş ve Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi (“EUIPO”) İptal Birimi, “BIG MAC” markasının kullanımının ispat edilemediğini değerlendirerek 29, 30 ve 42. sınıflardaki tüm mal ve hizmetler için iptaline karar vermişti[1].
İptal Birimi’nin kararını EUIPO Temyiz Kurulu’na götüren McDonald’s, kısmi bir zafer elde etmiş Temyiz Kurulu ilgili sınıflardaki birtakım mal ve hizmetler için “BIG MAC” markalarının ciddi bir biçimde kullanımının ispat edildiğini değerlendirmişti.
Bu sefer Temyiz Kurulu kararını Avrupa Birliği Genel Mahkemesi (“Genel Mahkeme”) önüne götüren Supermac Ltd. oldu ve Genel Mahkeme’nin 05.06.2024 tarihli kararı ile McDonald’s daha büyük bir kayıpla karşı karşıya kaldı.
Genel Mahkeme, Temyiz Kurulu’nun kararını kısmen kaldırdı ve “BIG MAC” markasının Temyiz Kurulu kararı ile daha önceki karar ile iptal edilenlerin yanı sıra ‘Tavuklu sandviçler’; ‘Kümes hayvanı ürünlerinden hazırlanan gıdalar’, ‘Tüketime ve arabaya servis tesislerine hazırlanan yiyecek ve içeceklerin sağlanmasıyla uğraşan restoranların ve diğer kuruluşların veya tesislerin işletilmesiyle verilen veya bunlarla ilişkili hizmetler; hazır gıdaların hazırlanması hizmetleri’ bakımından da iptaline karar verdi.
UYUŞMAZLIĞIN GEÇMİŞİ
İrlandalı Supermac Ltd. 2017 yılında McDonalds’ın “BIG MAC” markalarına karşı başlattığı kullanmama nedeniyle iptal davasını EUIPO İptal Birimi’nde kazanmış ve Avrupa Birliği’nde tescilli olan “BIG MAC” markası 29, 30 ve 42. sınıflardaki aşağıda sayılan tüm mal ve hizmetler bakımından İptal Birimi’nin 11.01.2019 tarihli ve 14 788 C sayılı kararı ile iptal edilmişti:
29. sınıf: ‘Et, domuz eti, balık ve kümes hayvanı ürünlerinden hazırlanan gıdalar, etli sandviçler, balıklı sandviçler, domuzlu sandviçler, tavuklu sandviçler, konserve ve pişmiş meyve ve sebzeler, yumurta, peynir, süt, süt müstahzarları, turşular, tatlılar’;
42. sınıf: ‘Tüketim için ve arabaya servis tesisleri için hazırlanan yiyecek ve içeceklerin sağlanmasıyla iştigal eden restoranların ve diğer kuruluş veya tesislerin işletilmesi ve franchising verilmesiyle verilen veya bunlarla ilişkili hizmetler; hazır yiyeceklerin hazırlanması; bu tür restoran, işletme ve tesislerin başkaları için tasarlanması; Başkalarına ait restoranlar için inşaat planlaması ve inşaat danışmanlığı’
McDonald’s bu kararı Temyiz Kurulu önüne taşıyarak 14.12.2022 tarihli ve R 543/2019‑4 sayılı karar ile kısmi bir zafer elde etmiş, Temyiz Kurulu ise aşağıdaki mal ve hizmetler bakımından “BIG MAC” markalarının ciddi ve markasal kullanımının ispat edildiğini, bir diğer deyişle bu mal ve hizmetler bakımından “BIG MAC” markalarının iptal edilemeyeceğini değerlendirmişti:
29. sınıf: ‘Et ve kümes hayvanları ürünlerinden hazırlanan gıdalar, etli sandviçler, tavuklu sandviçler’;
42. sınıf: ‘Tüketim için ve arabaya servis tesisleri için hazırlanan yiyecek ve içeceklerin sağlanmasıyla uğraşan restoranların ve diğer kuruluşların veya tesislerin işletilmesiyle verilen veya bunlarla ilişkili hizmetler; hazır yiyeceklerin hazırlanması’.
Fakat bu sefer Supermac Ltd., Temyiz Kurulu kararını Genel Mahkeme önüne götürdü ve Genel Mahkeme, Supermac Ltd.’yi kısmen haklı buldu.
GENEL MAHKEME’NİN DEĞERLENDİRMELERİ
Tüm bu süreçlerin sonunda Genel Mahkeme 05.06.2024 ve T‑58/23 sayılı kararında, McDonald’s tarafından sunulan delillerin Temyiz Kurulu kararı ile iptal edilenlerden daha fazla mal ve hizmet için ciddi ve markasal kullanımı ispatlamaya elverişli olmadığını değerlendirdi.
Her bir sınıfta yer alan mal ve hizmet için ayrı ayrı değerlendirmelerde bulunan Genel Mahkeme öncelikle McDonald’s tarafından sunulan ve 2016 yılında Fransa’da “Grand Big Mac Chicken” ürünlerinin tanıtımına dair delilleri mercek altına aldı. Genel Mahkeme bu delillerin kullanımının miktarının sunulan bilgi ve belgelerden anlaşılamadığını; delillerde “Grand Big Mac Chicken” ürünlerinin fiyatına dair bilgilerin bulunmadığını; her ne kadar satışlarla ilgili birtakım veriler paylaşılsa da bu verilerin yıllara göre ayrılmamış olduğunu not ederek delillerin “BIG MAC” markasının ‘tavuklu sandviçler’ ve ‘Kümes hayvanı ürünlerinden hazırlanan gıdalar’ mallarında kullanımının ispatlanamadığını değerlendirdi.
Öte yandan Genel Mahkeme, “BIG MAC” markasının ‘et ürünlerinden hazırlanan gıdalar’ bakımından ciddi kullanımının ispat edildiğini değerlendirdi ve SuperMac Ltd.’nin iddialarının aksine ilgili sınıflandırmanın geniş bir sınıflandırma olmadığını da not etti. Özellikle de et ürünleri bakımından “BIG MAC” markalarına ciddi yatırımlar yapan McDonald’s için karar bu yönüyle sevindirici olsa gerek.
Fakat McDonald’s, 42. sınıftaki hizmetler bakımından olumlu sonuç alamadı. Gerek EUIPO ve gerek ise McDonald’s savunmalarında, “BIG MAC” markasının kapsamındaki 42. sınıftaki hizmetlerin esasen yiyecek ve içeceklerin sağlanması, restoran hizmetlerini belirttiğini iddia etmişlerse de Genel Mahkeme, “BIG MAC” markasının kapsamındaki hizmetlerin nihai tüketicilere hitap eden restoran hizmetleri değil profesyonellere hitap eden ve bir restoranın yönetilme veya işletilme şekline ilişkin hizmetler olduğunu belirtti.
Genel Mahkeme, McDonald’s eğer fast-food restoran hizmetlerine ilişkin olarak ihtilaflı markayı tescil ettirmek istediyse davaya konu başvurunun yapıldığı tarihte yürürlükte olan Nice Sınıflandırması’nın geçerli olacağını ve bu durumda 42. sınıftaki hizmetler arasında ilgili tarihte zaten ‘restoranlar’ ve ‘snack-bar’ hizmetlerinin bulunduğunu belirtti.
Bunlarla birlikte Genel Mahkeme bir parantez açtı ve “BIG MAC” markasının kapsamındaki 42. sınıftaki hizmetlerin, bir an için ‘fast-food restoran hizmetleri’ olarak anlaşıldığı düşünülse dahi, McDonald’s tarafından dosyaya sunulan delillerinin hiçbirinin söz konusu hizmetlerle ilgili olmadığını değerlendirdi. Son olarak Genel Mahkeme “BIG MAC” markasına ilişkin sunulan delillerden bu markanın yalnızca ‘etli sandviçler’ ile bağlantılı olarak kullanıldığının anlaşıldığını not etti.
Tüm bu değerlendirmeler neticesinde Genel Mahkeme, Temyiz Kurulu’nun kararını kısmen kaldırdı ve Avrupa Birliği nezdinde 000062638 sayı ile tescilli “BIG MAC” markasının, 29 ve 30. sınıflardaki ‘Tavuklu sandviçler’; ‘Kümes hayvanı ürünlerinden hazırlanan gıdalar’ ile 42. sınıftaki ‘Tüketime ve arabaya servis tesislerine hazırlanan yiyecek ve içeceklerin sağlanmasıyla uğraşan restoranların ve diğer kuruluşların veya tesislerin işletilmesiyle verilen veya bunlarla ilişkili hizmetler; hazır gıdaların hazırlanması hizmetleri’ bakımından da iptaline karar verdi.
SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Tarafların Genel Mahkeme kararını 2 ay 10 gün içerisinde Avrupa Birliği Adalet Divanı önüne götürme hakkı bulunmakla birlikte, şu ana kadar herhangi bir temyiz başvurusu yapılmamış olarak görünmekte. Eğer uyuşmazlık Adalet Divanı önüne taşınırsa, Adalet Divanı son ve nihai kararı vererek uyuşmazlığı sonlandıracak.
Eğer karar temyiz edilmezse veya Adalet Divanı olası bir temyizi reddeder ise Avrupa Birliği’nde “BIG MAC” markası, yalnızca 29. sınıfta: ‘Et ürünlerinden hazırlanan gıdalar, etli sandviçler’ ve30. sınıf: ‘Yenilebilir sandviçler, etli sandviçler’ bakımından tescilli kalmaya devam edecek. Tabii McDonald’sın Avrupa Birliği üye ülkelerindeki fikri mülkiyet ofislerinde ayrıca almış olduğu diğer marka tescilleri bu karardan etkilenmeyecek. Nitekim McDonald’s yakın zamanda yaptığı açıklamasında bu kararın, “BIG MAC” markalarını kullanmalarını engellemeyeceğini de belirtmişti[2].
Bir önceki yazımızda not ettiğimiz gibi bu kararın önemli göstergelerinden biri, tanınmış marka sahiplerinin dahi kullanmama nedeniyle iptal davası ile karşılaştıklarında sunacakları delillerin son derecede önemli olduğu ve bu kullanımlarının yerini, zamanını ve miktarını içeren deliller sun(a)madıkları takdirde, markalarını kaybetme riski ile karşı karşıya kalabilecekleridir.
Bu kararın bir diğer önemi ise Supermac Ltd. CEO’sunun da belirttiği gibi “dünya çapındaki küçük işletmeler için önemli bir zafer” olmasıdır. Nitekim EUIPO ve Genel Mahkeme, tüm dünyanın yakından bildiği “BIG MAC” markalarının kapsamında yer alan birtakım emtialar bakımından iptal edilebileceğini, zira her ne kadar bu marka son derece tanınmış olsa da buna dayalı olarak McDonald’s’ın markayı kullanma zorunluluğunun ortadan kalkmadığını göstermektedir.
Bu kararın Adalet Divanı önüne götürülmesinin kuvvetle muhtemel olduğunu değerlendiriyor ve hikayenin sonunu heyecanla bekliyoruz!
[1] Bu kararla ilgili 25 Ocak 2019 tarihli detaylı yazımıza da “Kullan Ya Da Kaybet! – McDonald’s’a ait “BIG MAC” markasının tescili ciddi kullanımı ispatlanamadığı için iptal edildi” başlığı ile IPR Gezgini’nden bu linkten ulaşmak mümkündür.
Olimpiyat oyunlarının kalbi bu yıl 26 Temmuz ilâ 11 Ağustos tarihleri arasında Paris’te atacak. Bu yazıda dünyanın dört bir yanındaki spor tutkunları tarafından heyecanla beklenen bu etkinliğe ait sembollere ve perde arkasındaki güçlü fikri mülkiyet koruma kalkanına değinilecektir.
Günümüzde gerçekleştirilen oyunların kaynağının M.Ö. 776 ilâ M.S. 393 yılları arasında Olympia’da düzenlenen Antik Olimpiyat Oyunları olduğu ifade edilmektedir[1]. 1800’lü yılların başlarında, Yunanistan halkının talebiyle bu oyunları canlandırmaya yönelik bazı girişimlerde bulunulsa da uluslararası alanda böyle bir organizasyonun düzenlenmesi fikri Pierre de Coubertin tarafından gündeme getirilmiştir. Coubertin’in23 Haziran 1894 günü Paris, Sorbonne’da organize ettiği kongrede öne sürdüğü bu fikir uygun bulunmuş ve ilk etkinlik 1896 yılında Atina ev sahipliğinde gerçekleştirilmiştir[2].
Dünya çapında güçlü bir etkiye sahip olan Olimpiyat Oyunları İsviçre’nin Lozan kentinde yer alan Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC) tarafından organize edilmektedir. Kâr amacı gütmeyen ve bağımsız bir kuruluş olan IOC’nin misyonu, dünya genelinde sporcuları teşvik etmek ve Olimpiyat Hareketi’ne liderlik etmektir. Bu amaçla IOC’nin her gün dünya genelindeki sporculara ve spor organizasyonlarına destek olarak 4.2 milyon ABD Doları aktardığı belirtilmektedir[3]. IOC sağladığı bu maddi döngüyü devam ettirebilmek adına çeşitli gelir kaynakları oluşturmuştur. Bu kaynağın önemli bir kısmının Olimpiyat Oyunları kapsamındaki fikri mülkiyet varlıklarının stratejik kullanımından elde edildiği ifade edilmektedir[4].
Olimpiyatlar bilindiği üzere IOC tarafından bir ev sahibi şehrin seçilmesiyle başlamaktadır. Bu organizasyonun kendi şehrinde gerçekleştirilmesini isteyen ülkeler IOC’ye ev sahipliği yapma ilgilerini ifade etmektedirler. Adaylık prosedürünün bir parçası olarak şehirler tarafından sunulan dosyada, telif hakkı korumasına uygun şekilde meydana getirilen edebi, sanatsal ve görsel-işitsel eserlerin, marka ve endüstriyel tasarım korumasından faydalanabilecek logolar, tasarımlar, amblemler ile sloganların ve etkinliğin gerçekleştirilmesiyle ilgili diğer bilgilerin detayları yer almaktadır. Seçilen şehrin tüm dosya kapsamındaki maddi ve manevi sembolleri, fikri mülkiyet koruması altına alınmaktadır.
İlgili yılda, Olimpiyat Oyunlarının gerçekleştirileceği ev sahibi olarak belirlenen ülkenin Ulusal Olimpiyat Komitesi ve ilgili şehir, “Ev Sahibi Şehir Sözleşmesi” (HCC) olarak bilinen bir anlaşmayı imzalayıp Olimpiyat Oyunları Organizasyon Komitesini (OCOG) kurmaktadır. Bu komite belirlenen ev sahibi şehirde yasal bir varlık haline gelmektedir. IOC daha sonra OCOG’ye fikri mülkiyet korumalı varlıkları kullanma izni vererek sponsorlarla iç ticari ilişkiler kurma yetkisi tanımaktadır. Bu da Olimpiyat oyunlarının gerçekleştirilmesine yönelik maliyetleri desteklemek için gelir elde edilmesine katkı sağlamaktadır.
Günümüzde Olimpiyat Oyunları, bir spor organizasyonundan çok daha fazla şey ifade etmektedir. Bu organizasyon hem ev sahibi ülkede hem de uluslararası alandaki çeşitli işletmeler için gelir kaynağı haline gelmiştir. Pek çok işletme bu organizasyonda sponsor olabilmek için ciddi yatırımlar yapmaktadır. Örneğin, lüks devi LVMH’nin 2024 Oyunları’nı sponsorluğu kapsamında yaklaşık 130 milyon sterlin ödediği bildirilmekle birlikte bu ay sonunda başlayacak oyunlardan elde edilecek sponsorluk gelirlerinin 1.08 milyar sterlini aşması beklenilmektedir[5].
Ayrıca bu sene Türkiye için de bir ilk yaşanmaktadır. Aralık 2023’te yapılan açıklamaya göre Trendyol, Olimpiyatlarda IOC’nin ilk Türk partneri olarak yer alacaktır[6].
Anlaşılacağı üzere tüm bu sponsorluk yarışının en önemli amaçlarından biri, Olimpiyat Oyunları kapsamında ilgili markanın Olimpiyat sembolleri ile yan yana özgürce kullanarak bu alanda elde edilecek maddi kazanca ortak olabilmektir. IOC, şirketlere Olimpiyat Oyunları ile ilgili sembolleri pazarlamak ve reklam yapmak için münhasıran kullanma hakkı karşılığında finansal destek ve ayni katkılar karşılığında resmi ortaklıklar sunmaktadır.
Peki bu Olimpiyat Sembolleri nelerdir?
İlk defa 1908 yılında “Annuaire du Comité International Olympique” başlığı altında yayımlanan Olimpiyat Şartnamesi, Olimpiyatlarla ilgili temel prensiplere yönelik IOC tarafından benimsenen kurallar ve iç yönergeleri içeren kurallar bütününü içermektedir. Güncel Olimpiyat Şartnamesi’nin 7.4 maddesinde[7] yer verilen Olimpik Mülklerin tüm haklarının IOC’ye ait olduğu hüküm altına alınmıştır. Bu mülkler sırasıyla şunları içermektedir:
Olimpiyat Adı: Olimpos Dağı’ndan gelen[8] Olimpiyat (Olympic) ismi IOC tarafından marka olarak koruma altına alınmıştır. Ayrıca bu koruma genel olarak halkın zihninde korunan işaretlerle ilişki kurabilecek kadar benzer kabul edilen ibareleri de kapsamaktadır. Bunların yanı sıra ev sahibi Şehir + Yıl kombinasyonları da marka koruması altına alınmaktadır. Günümüzde Olimpiyat sembolleriyle fikri mülkiyet koruması o kadar önemli hale gelmiştir ki ülkeler henüz resmi olarak davet edilmedikleri ön aşamada dahi bu tescilleri gerçekleştirebilmektedir. Örneğin “PARIS 2024” ifadesi ve bu ibareyi içeren çeşitli işaretler 2016-2017 gibi erken bir tarihte kaydedilmiştir[9].
Bunun yanı sıra Olimpiyatlarda yarışacak olan ülkelerin de ulusal takımlarının kullanacakları ibareleri etkinliğin birkaç yıl öncesinden tescil ettiği görülmektedir. Örneğin ülkemizi Olimpiyatlarda temsil edecek olan “Team Türkiye” ibaresi 2021 yılında Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi adına tescil edilmiştir[10].
Olimpik sembol: “Olimpiyat halkaları” olarak da bilinen bu sembol, mavi, sarı, siyah, yeşil ve kırmızı renkli birbirine geçen beş halkadan oluşmaktadır. Bu sembol, 1913 yılında Olimpiyatların başlamasına öncülük eden Coubertin tarafından oluşturulmuştur. Bu eşit boyuttaki beş halkanın beş yerleşik kıta olan Avrupa, Asya, Afrika, Okyanusya ve Amerika’yı temsil ettiği ifade edilmektedir[11].
1981 yılında, Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü (WIPO) aracılığıyla hazırlanan Nairobi Antlaşması ile elli iki devlet bu iç içe geçmiş beş halka sembolünün IOC’nin izni olmadan ticari amaçlarla kullanıma karşı korumayı taahhüt etmiştir. Bu anlaşmaya üye olmayan ülkeler ise bu sembollerin korunmasını ulusal boyuttaki yasal düzenlemelerle gerçekleştirmektedir. Örneğin Türkiye Nairobi Antlaşmasına üye değildir; ancak 3796 sayılı İstanbul Kentinde Yapılacak Olimpiyat Oyunları Kanunu’nun 18.maddesi kapsamında ilgili sembol, koruma altına alınmıştır.
Maskotlar: 1972 yılında Almanlar tarafından tanıtılan resmi maskot Waldi’den bu yana maskotlar Olimpiyat oyunlarının bir parçası haline gelmiştir. Maskotlar da tıpkı Olimpiyat adları gibi fikri mülkiyet stratejisinin bir gereği olarak çok önceden tescil edilmektedir[12].
Bayrak: Koruma altındaki bir diğer sembol olan Olimpik Bayrak, kenarı olmayan beyaz bir arka plana sahiptir. Beş renkli iç içe halkalar da bayrağın ortasında bulunmaktadır. Coubertin, halkaların renklerinin arka plan rengi beyaz ile birlikte, her rakip ülkenin bayrağını oluşturan renkler olduğunu belirtmiştir[13]. (İsveç’in mavisi ve sarısı, Yunanistan’ın mavisi ve beyazı, Fransa, Birleşik Krallık, Amerika Birleşik Devletleri, Almanya, Belçika, İtalya ve Macaristan’ın üç renkli bayrakları ve İspanya’nın sarı ve kırmızısı gibi…)
Motto: Coubertin tarafından önerilen Latince “Citius, Altius, Fortius” (Daha Hızlı, Daha Yüksek, Daha Güçlü) sloganı Olimpiyat Şartnamesinde korunan semboller arasında yer almaktadır. 2021 yılında sloganın sonuna ‘Birlikte’ kelimesi de eklenmiştir[14].-“Citius, Altius, Fortius – Communiter”
Marş: Spiro Samara tarafından 1896’daki ilk modern Olimpiyat için bestelenen Olimpiyat Marşı, 1960’tan beri her oyunda resmi Olimpiyat marşı olarak kullanılmaktadır. (Bir dönem her organizasyon için ayrı beste ve yarışma gibi uygulamalar gerçekleştirilse de sonradan bu uygulamalardan vazgeçilmiştir.)
Olimpik ateş ve meşaleler: Olimpiyat Oyunları’na geri sayımın başladığını belirten bir sembol olarak Olympia’da yakılan bu ateş, bu yıl da Paris’te gerçekleştirilecek olan Olimpiyat Oyunlarının geri sayımı için 16 Nisan 2024’te yakılmıştır[15].
Bu ateşin taşıyıcısı olan Olimpiyat Meşalesi, gerçekleştirilen her olimpiyat dönemi için özel olarak tasarlanmakta olup tasarım, telif hakkı ve patent (bkz. JP2018071896A) gibi fikri mülkiyet hakları çerçevesinde koruma altına alınmaktadır. Öte yandan açılış töreninde Olimpiyat stadyumunda Olimpiyat Meşalesini taşıyan Olimpiyat Kazanı da fikri mülkiyet hakları çerçevesinde korunmaktadır.
Sayılan bu sembollerin yanı sıra koruma altındaki bir diğer fikri mülkiyet varlığı da yayın haklarıdır. IOC’nin gelirinin yaklaşık %73’ünü oluşturan yayın haklarının en değerli fikri mülkiyet varlığı olduğu ifade edilmektedir[16]. IOC tarafından kurulan Olympic Broadcasting Services (OBS) Olimpiyat yayınlarına ait içeriğin üretimini gerçekleştirmektedir. Sonrasında bu içerik, belirli bir ödeme karşılığında yayın hakkını elde eden BBC gibi ulusal yayıncılar ve medya kuruluşları aracılığıyla ilgili kanallarda yayınlanabilmektedir. Dolayısıyla Olimpiyat Oyunlarındaki tüm performanslar fikri mülkiyet hakları kapsamında koruma altındadır.
Olimpiyat varlıklarının korunmasında IOC tarafından gösterilen hassasiyete çeşitli ülkeler de kendi ulusal yasalarıyla destek olmuştur. Bu yasalarla sadece Olimpiyat mülklerinin korunması değil, aynı zamanda Olimpiyat Oyunları kapsamında yürütülen ticari faaliyetlerdeki haksız rekabet ile mücadele edilmesi ve özellikle Olimpiyat mekanları ve çevresindeki reklamların tek elden yönetilebilmesi hedeflenmiştir. Bu yönde ortaya çıkan ilk özel mevzuat Montreal 1976 Olimpiyat Oyunları öncesinde Kanada’da kabul edilmiştir. Sidney 2000 Olimpiyat Oyunları’ndan itibaren de tüm ev sahibi ülkeler bu tür mevzuatlara başvurmuştur[17]. Ancak 2008 Pekin Olimpiyatlarından itibaren ulusal yasalarla sağlanan korumanın arttırıldığı ifade edilmektedir[18].
Son zamanlarda bu korumanın özellikle Olimpiyat marka korumasının sınırları zorladığı tartışılmaktadır. Öyle ki Olimpiyatların gerçekleştirileceği ülke halkı şayet Olimpiyat sembollerine yönelik koruma sisteminden haberdar değilse güçlü yaptırımlarla karşılaşabilmektedir. Örneğin 2012 Londra Olimpiyatlarında kendi ülkesindeki Olimpiyat coşkusunu paylaşmak isteyen bir çiçekçi, kağıtlardan tasarladığı Olimpiyat Sembolünü dükkân vitrininde sergilediği için 20.000 sterlinlik bir para cezası riskiyle karşı karşıya kalmıştır. Aynı şekilde etlerini olimpiyat sergisi şeklinde düzenleyen yerel bir kasap, dükkanını kapatma yaptırımıyla karşılaşmıştır[19]. Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nin eski pazarlama direktörü ve aynı zamanda IOC tarafından gerçekleştirilen sponsorluk uygulamasının da fikir babası olan Michael Payne, marka koruma konusundaki bu aşırı titiz uygulamaların oyunlara zarar verme riski taşıdığını ifade etmiştir[20]. Dolayısıyla uygulamaların amacından sapma riski taşıdığı halkı Olimpiyat sevgisini benimsemekten uzaklaştırdığı görülmektedir.
Olimpiyat Hareketi’nin amacının, her türlü ayrımcılıktan uzak şekilde spor yoluyla barışçıl ve daha iyi bir dünya inşa etmeye katkıda bulunmak olduğu ifade edilmektedir[21]. Bu nedenle karşılıklı anlayış, dostluk ve dayanışma ruhunu zedeleyebilecek amacı aşan koruma önlemlerinden ziyade, bilhassa küçük işletmelere yönelik daha esnek ve hoşgörülü davranılmasına özen gösterilmesi önem arz etmektedir.
[18] Daniel A. Craig, “Bad Sports: Has Olympic Brand Protection Gone Too Far?, South Carolina Journal of International Law and Business: Vol. 9, Iss. 2, Article 7, 2013, s.376, https://scholarcommons.sc.edu/scjilb/vol9/iss2/7
2022 yılının Şubat ayında başlayan ve tüm dünyanın gözleri önünde gerçekleşen Rusya’nın Ukrayna işgalinin üzerinden yaklaşık 2,5 yıl geçti. Bu konunun fikri haklarla bağlantısı üzerine ilk yazımı 2022 yılının Mart ayında IPR Gezgini’nde yayımlamış ve küresel markaların sahiplerinden bazılarının aldıkları kararlar ile Rusya’nın bu kararlar karşısındaki tutumundan bahsetmiştim. Bugünkü yazımda ise, Avrupa Birliği (AB) Konseyi tarafından Rusya’ya karşı uygulanan yaptırımlar hakkında genel bilgi verip, fikri mülkiyet alanı ile ilgili yeni eklenen yaptırım maddelerinden bahsedeceğim.
AB Konseyi yaptırımları, gerçek veya tüzel kişi olması fark etmeksizin, yaptırımın hedefi kişilerin (“belirlenmiş kişiler”) fon veya ekonomik kaynaklarının her türlü kullanımını, erişimini, transferini engeller ve hiç kimse tarafından kullanılmamasını amaçlar. Fikri mülkiyet hakları, maddi olmayan ekonomik kaynaklardır, dolayısıyla onlar da bu tip yaptırımların konusu olabilir ve yaptırım uygulanması halinde, ilgili kurumların fikri mülkiyet haklarının kullanımını engellemesi veya bu haklara ilişkin taleplerin incelenmesini engellemesi söz konusu olabilir. AB Konseyi yaptırımları aynı zamanda, belirlenmiş kişilerin sahibi olduğu veya kontrol ettiği kişilere de aynı şekilde daha fazla fon veya ekonomik kaynak sağlanmasını yasaklayabilir. Çok basit olarak açıklamak gerekirse fikri haklar özelinde yaptırımlar, yasağın uygulandığı andan itibaren belirlenmiş kişilere ait veya onlar tarafından başlatılacak fikri haklarla ilgili herhangi bir işlemin Birlik kurumları veya AB üyesi ülkelerin ulusal kurumları nezdinde yapılamaması anlamına gelebilecektir. Aynı zamanda, bu yaptırımlar sadece AB Fikri Mülkiyet Ofisi (EUIPO) tarafından değil, AB’ye üye devletlerin ulusal marka/patent ofisleri tarafından da uygulanabilecektir. Bu çerçevede, yaptırım uygulanan belirlenmiş kişilerin fikri haklara ilişkin başvuru, lisans, devir, itiraz, patent raporu vs gibi tüm işlemleri kabul edilmeyecektir. Ancak fikri mülkiyet hakları, eğer NCA (National Competition Authorities – bkz: https://competition-policy.ec.europa.eu/antitrust-and-cartels/european-competition-network/national-competition-authorities_en) tarafından istenen şartlar sağlanır ise, donmuş kalmaları şartıyla yenilenebilecektir. Tüzüğe veya ulusal hukuka göre gerekli olmadıkça koruma altında fikri hakların geçersiz kılınması veya iptal edilmesi gerekmeyecektir, çünkü yaptırımların amacı belirlenen kişileri haklarından mahrum bırakmak değildir. Bir fikri mülkiyet hakkı, eğer yenilenmez ise bir hak kaybına neden olacağından, koşulların sağlanması şartıyla ve NCA da uygun görürse üye devletteki bir banka tarafından dondurulan fonların yenileme ücretini ödemek üzere serbest bırakılmasına izin verilebilir. (bkz: https://finance.ec.europa.eu/document/download/7072be27-ddc0-45d1-9f21-025aa9aff85a_en?filename=faqs-sanctions-russia-ipr_en.pdf )
Rusya ile ilgili yaptırımlar ise, Şubat 2022’de Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik askeri saldırısının ardından Rusya’nın ekonomik tabanını zayıflatmak, onu kritik teknolojilerden ve pazardan mahrum bırakmak amacıyla başlatılmıştı. AB Konseyi tarafından kabul edilen ilk paketler; çift kullanımlı ve savunmayla ilgili malların ihracatının yasaklanması, Rusya ile ticaret veya yatırım için kamu finansmanının engellenmesi, petrol rafinasyonuyla ilgili ihracatın kısıtlanması, havacılık sektörüne kısıtlamalar getirilmesi, Rusya’nın SWIFT sisteminden menedilmesi gibi çeşitli finansal faaliyetlerin yasaklanması tedbirlerini içeriyordu. Aynı yılın devam eden aylarında yaptırımlar genişletilerek Rus devleti mülkiyetindeki belirli işletmeler ve dört önemli Rus bankasıyla işlemler tamamen yasaklandı. Ardından demir ve çelik ürünleri ithalatı ile lüks mal ihracatı yasaklandı ve kömür yasağı, liman yasağı, karayolu taşımacılığı yasağı, petrol ithalatı yasağı dahil olmak üzere ek mali ve ticari hizmetlere yönelik başka önlemler uygulamaya konuldu. 2023 yılı boyunca Konsey, AB operatörlerinin Rusya’dan çekilmesini kolaylaştıracak önlemler gibi ek ticaret, ulaşım ve enerji önlemlerini uygulamaya koymaya devam etti ve Rus elmaslarına, çelik üretimine yönelik hammaddelere, işlenmiş alüminyum ürünlere ve diğer metal ürünlere yeni bir ithalat yasağı getirdi. (bkz: https://www.sanctionsmap.eu/#/main/details/61,26/?search=%7B%22value%22:%22%22,%22searchType%22:%7B%7D%7D)
Rus hükümeti ve mahkemeleri ise bu yaptırımlar karşısında şimdiye kadar AB üye devletlerinin fikri mülkiyet haklarını Rusya’da koruma dışı bırakacak şekilde gayri meşru karşı hareketlerde bulundu. Bu da Rus endüstrisi için aşırı bir rekabet avantajı sağladı ve Rus gelirlerine katkıda bulunarak Ukrayna’da savaş yürütmesine olanak sağladı. Bu nedenle yaptırımlar konusunda ara ara zaten güncellemeler yapılıyordu. En son yapılan ve bizi ilgilendiren güncelleme ise AB Konseyi tarafından 24 Haziran 2024 tarihinde yayımlandı. 2024/1745 sayılı Tüzük’le yeni eklenen 19. maddenin 5s fıkrası fikri haklarla ilgili yaptırımları içermektedir:
“Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi veya birliğe üye devletlerin kendi ulusal marka/patent ofisleri veya diğer kurumları; Rusya vatandaşları, Rusya’da ikamet eden kişiler, Rusya’da kurulu tüzel kişiler, Rusya’da kurulu kuruluşlar veya organlar tarafından veya sayılan bu sahiplik çeşitlerinden herhangi biriyle ortaklı olarak yapılacak yeni marka, patent, endüstriyel tasarım, faydalı model, coğrafi işaret başvurularını, herhangi bir talebi veya başvuruları kabul etmeyecektir.”
Bu maddeden anlaşılacağı üzere, AB Konseyi fikri hakların sahipliği hususunda Rusya ile ilgili en ufak bir ilişkisi olan başvuru sahiplerinin başvurularının kabul edilmesini engellemek amacındadır. Yani bu maddeye göre, yaptırımdan kurtulmak isteyen bir Rus vatandaşı/firması/kurumu/organı, örneğin bir Almanya vatandaşı/firması/kurumu/organı ile birlikte AB Fikri Mülkiyet Ofisi’ne veya birlik üyesi ülkelerin ofislerine başvuru yapacak olsa dahi bu başvuru kabul edilmeyecektir.
Yine eklenen bir diğer maddeye (5s(4)) göre, Dünya Fikri Mülkiyet Teşkilatı (WIPO)’nın, Avrupa Patent Ofisi (EPO)’nin ve WIPO üyesi ülkelerin ofislerinin de Rusya’dan gelecek fikri mülkiyet başvurularını kabul etmemesi için girişimler yapılacağı belirtilmiştir.
Bu yaptırımlar karşısında Rusya nasıl bir yol izleyecek, bunu şu anda tam olarak bilemiyoruz, ancak Rusya daha önceki yaptırımlara karşı ataklar yapıp, AB üye devletleri ofislerinden gelen başvuruları veya süreci devam eden işlemleri bir şekilde durdurmuş ve yukarıda bahsedildiği gibi bundan fayda bile sağlamıştır. Aynı şekilde Rusya Merkez Bankası, özellikle bankacılık ve finans sektörünü ilgilendiren önlemlerin etkisini nötralize etmek amacıyla mali verileri değiştirmek için özel bir finansal mesajlaşma hizmeti olan ‘System for Transfer of Financial Messages “(SPFS) geliştirmiştir.
Hem fikri haklar alanında hem diğer alanlarda uygulanan yaptırımların barışa giden yolda etkili olup olmayacağını şu anda bilmek mümkün değil. Taraflar arasında veya uluslararası toplum nezdinde yapılacak görüşmeler başta, uzlaşı için gösterilecek tüm çabaların barışa giden yolda etkili olmasını temenni ediyor ve işgalin bir an önce bitmesiyle kalıcı barışın sağlanmasını diliyorum. Umarım birkaç sene sonra bu konu hakkında yazacağım tek gelişme savaşın tamamen bittiğine dair olur.
Teknolojinin ilerlemesiyle birlikte, farklı sektörlerde hız, verim ve sürdürülebilirliğin sağlanması için teknoloji kullanımı arttı. Özellikle pandemi dönemiyle pekişen “uzaktan çalışma” ve “iş akışlarını otomasyonlaştırma” vizyonu, dijital dönüşümü zorunlu kıldı. Hukuk sektörü de özellikle uluslararası mecrada bu dönüşümün bir parçası haline geldi.
Hukuk teknolojileri, diğer adıyla “legaltech”, hukuki süreç ve hizmetlerin daha verimli hale getirilmesi için teknoloji kullanımıdır. Görev takip yazılımları, dosya yönetim programları ve dijital arşivler bunun öne çıkan örnekleridir. Hukuk ofislerinin kendi bünyesinde kullandığı sözleşme otomasyonları, dosya ve müvekkil takip uygulamaları, iş raporlama yazılımları da örnek olarak verilebilir.
Gartner’ın 2024 raporuna göre, mevcut durumda en yaygın kullanılan hukuk teknolojileri; hukuki araştırma ve arama motorları ile sözleşme ve hukuki durum tespiti (due diligence) dokümantasyon programlarıdır[1]. Hukuki iş kalemlerinin bütünüyle otomasyona dayandığı sistemler ise; iş yapış modeli (know-how) teşkil etmesi ve müvekkil gizliliği gibi kaygılar dolayısıyla, daha çok hukuk ofislerinin kendi bünyesinde yürütülmekte ve geliştirilmektedir.
Küresel hukuk teknolojisi (legaltech) pazarının 2025 yılında yaklaşık 25 milyar dolara ulaşması beklenmektedir[2]. Bu pazarın yoğunlaştığı bölgeler, Kuzey Amerika ve Avrupa Birliği’dir. Future Insights verilerine göre, pazardaki aktif legaltech sayısının 3000’i aştığı, bu firmaların önemli bir kısmının doğrudan veya dolaylı olarak fikri mülkiyet haklarına odaklandığı bilinmektedir.
Fikri mülkiyet hukuk teknolojileri, hukuki uyum, analiz, sözleşme otomasyonu gibi pek çok başlığın alt kategorisini oluşturmaktadır. Bu nedenle, farklı hizmetler ile girift bir yapıdadır. Ancak doğrudan bu alanda çalışan teknolojiler ele alındığında, dört ana grup altında toplandığı görülmektedir[3]:
1) Buluş Madenciliği (Invention Mining): Aralarındaki küçük farklara rağmen “invention harvesting” olarak da bilinen bu kategoride, korunmak istenen fikri varlığın tanımlanması, ideal korumanın tespit edilmesi ve geliştirilmesi amacıyla hukuk teknolojisi (legaltech) araçları kullanılır. Nihai amaç, fikri varlığın değerlemesini arttırmak için sürekli araştırma, takip, listeleme ve karşılaştırma yöntemlerinin otomatize edilmesidir. IP Copilot’ı örnek olarak verebileceğimiz bu kategoride, yapay zeka ve doğal dil işleme (NLP) modellerinin sıkça uygulandığı görülmektedir.
2) Araştırma ve İnceleme (Search & Review): Bu kategoride faaliyet gösteren teknolojiler; özellikle resmi sicillerde var olan, önceki tarihli haklara yönelik araştırma imkanı sunmaktadır. Ulaşılan sonuçların analiz edilmesi, örneğin bir markanın kelime unsurunun ilgili sınıfta bulunup bulunmadığının tespiti, inceleme aşamasını oluşturmaktadır. Clarivate’e ait Darts-IP’nin örneklerinden biri olduğu bu kategori; yapı itibariyle mevcut bir veri tabanı üzerinde araştırma ve veri seti yorumlama düzeninde çalışmaktadır.
3) Başvuru ve Takip (Filing & Docketing): Fikri mülkiyet haklarına ilişkin başvuru ve takip süreçlerinin yürütülmesi, son dönemde yükselişte olan bir kategoridir. Bu teknolojinin avantajı, başvuru süreçlerini hızlandırması, personel ve zaman maliyeti bakımından etkili olması ve işlemleri denetlenebilir hale getirmesidir. Anaqua ve Marcaria bu kategoriye örnek olarak verilebilir.
4) Portföy Yönetimi: Fikri mülkiyet varlıklarının takibi, başvuru ve tescil süreçlerindeki işlemlerin yürütülmesi, belgelerin yedeklenmesi ve lisans gibi üçüncü kişilerle ilişkilerin yönetilmesi; portföy yönetimini ifade etmektedir. Bu süreçlerin otomatik olarak takip edilmesini sağlayan teknolojiler, fikri mülkiyet portföy yönetim yazılımlarıdır. Dennemeyer ve Patsnap bu alanda faaliyet gösteren hukuk teknolojilerine örnektir.
Yukarıdaki kategorilerden görülebileceği üzere, fikri mülkiyet hukukundaki pek çok danışmanlık faaliyeti, hukuk teknolojileri ile desteklenebilmektedir. Bu teknolojiler sektörün dijital dönüşümü için pek çok çözüm sunarken, potansiyel dezavantajlar ve zorlukları da barındırmaktadır[4].
Öncelikle, fikri haklar; gerçek veya tüzel kişilerin kendi eser, ürün ve hizmetleriyle bütünleşmiştir. Her ne kadar tür ve mevzuat bakımından yakın olsa da, her fikri hak kendi içerisinde farklı bir akış ve ihtiyaç barındırır. Dolayısıyla; hukuk teknolojilerinin, her bireyin veya şirketin ihtiyaçlarına ve iş akışlarına uygun şekilde özelleştirilmesi gerekir.
Bununla beraber, fikri mülkiyet, teknoloji ve inovasyon ile iç içe bir alandır. Bu nedenle ortaya çıkarılmış olan bir teknolojinin, fikri mülkiyet ofislerinin karar ve rehberleri ile mevzuat değişikliklerine sürekli adapte olacak şekilde kurgulanması gerekir. Aksi durumda, ilgili teknolojinin doğruluğu ve güvenilirliği sorgulanabilecektir.
Aynı şekilde, fikri haklar doğası gereği gizliliği temin edilmesi gereken bir alandır. Dolayısıyla, müvekkillerin sağladığı verilerin sadece yetkili kişilerce yönetilmesi ve izinsiz erişime mahal verilmemesi kullanıcıların temel beklentisidir. Bunun için de gerekli siber güvenlik ve veri güvenliği tedbirlerinin alınmış olması önem arz etmektedir.
Sonuç olarak, hukuk teknolojileri her geçen gün çeşitlenen ve büyüyen bir ekosistemdir. Fikri mülkiyet haklarına ilişkin hukuk teknolojileri de her yıl sayıca artmakta ve müvekkil ihtiyaçlarına göre alt kategorilere ayrılmaktadır. Her ne kadar kullanım kapsamı, gizlilik ve güncellik hususları kaygı yaratsa da; gelecek yıllarda fikri mülkiyet haklarına ilişkin teknolojilerin artış göstereceği ve özellikle portföy yönetiminin daha etkili ve kolay hale geleceği görüşündeyiz.
Yazımızın ilk bölümü olan “MARKA TECAVÜZÜ vs. İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ – IKEA UYUŞMAZLIĞI – Bölüm I” (yazıya bu bağlantıdan erişebilirsiniz) başlıklı makalemizde Belçika Mahkemesi nezdinde görülen mobilya üretim devi Inter IKEA Systems B.V. (“IKEA”) ile bir siyasi partinin arasında geçen uyuşmazlığa, Belçika Mahkemesi’nin Avrupa Birliği Adalet Divanı’na (“ABAD”) yönelttiği sorulara ve bu sorulara ilişkin International Trademark Association (“INTA”) tarafından sunulan amicus brief (“öneri niteliğinde üçüncü kişi görüşü”) hakkında bilgilere yer verilmişti. Bizler de söz konusu IKEA uyuşmazlığına ilişkin yorum ve değerlendirmelerimizi paylaşmadan önce, Avrupa Birliği’ndeki (“AB”) ifade özgürlüğü yaklaşımının yanı sıra Türk Hukuku’ndaki yaklaşıma da yer vermenin önemli olduğunu düşündük ve bu yazımızda telif, marka, reklam ve haksız rekabet hukuku bakımından parodi kullanımına ve ifade özgürlüğüne yönelik mahkemeler ve Reklam Kurulu tarafından yapılan değerlendirmelere yer verdik.
AB’de yer alan 2017/1001 sayılı AB Marka Tüzüğü’nün giriş kısmının 21. paragrafında (“Tüzük”) ve 2015/2436 sayılı AB Marka Direktifi’nin giriş kısmının 27. paragrafında marka hukukunda ifade özgürlüğüne ilişkin üçüncü kişilerin markayı sanatsal kullanmaları halinde haklı kullanım istisnasına tabi olduğu açıkça belirtilmiştir. 2017/1001 sayılı Tüzük’ün giriş kısmında[1] bir markanın üçüncü kişiler tarafından sanatsal ifade amacıyla kullanılması, aynı zamanda sınai ve ticari konulardaki dürüst uygulamalara uygun olduğu sürece adil olduğunun kabul edilmesi gerektiği ve Tüzük’ün, başta ifade özgürlüğü olmak üzere temel hak ve özgürlüklere saygı gösterilmesini sağlayacak şekilde uygulanması gerektiği belirtilmiştir. AB düzenlemelerinin aksine Türk Hukuku’nda markaların parodi veya ifade özgürlüğü kapsamında kullanımına ilişkin herhangi bir düzenleme yer almamaktadır.
Parodinin haklı neden kavramı içerisinde değerlendirilmesine yönelik Türk Mahkemeleri nezdinde ortaya konulmuş fazlaca karar bulunmamakla birlikte, parodi kullanımının değerlendirildiği bir uyuşmazlığa, Turkcell tarafından reklamlarında kullanılan “4 Çeker” sloganının Avea tarafından “4 Çeker Ama Çok Yakar” şeklinde parodileştirilmesi konu edilmiştir[2]. Mahkeme önüne taşınan uyuşmazlıkta İstanbul 28. Asliye Ticaret Mahkemesi, reklam kampanyasına gönderme yapan parodi reklamın “haksız rekabete yol açan yanlış, yanıltıcı ve kötüleyici beyanlar taşıdığı ve tüketicileri aldatıcı ve yanıltıcı nitelikte olduğu, bu nedenle haksız rekabete yol açtığı” gerekçesiyle yayınlarının durdurulmasına ve bu söz konusu kullanımın haksız rekabet teşkil ettiğine karar vermiştir [3].
Benzer şekilde, yine Turkcell’in sabit numarası olan “532” sayılarının yer aldığı Avea’nın reklamında geçen “Zaten dünya sisteminde 5-3-2’ye yer yok! Bu sistemi değiştirelim, 5-3-2 olmuyor.” ifadesi üzerinde Reklam Kurulu’nun değerlendirmeleri neticesinde, ilgili reklamda Turkcell’in kötülendiği tespit edilmiştir[4].
Açıkçası görüldüğü üzere her ne kadar ilgili reklamlardaki kullanımlar parodi çerçevesinde değerlendirilebilecekse de Reklam Kurulu, reklamlarda herhangi bir rakibe yöneltilmiş bir ifade veya kullanım olduğunda rakip marka sahiplerinin haklarını koruma eğiliminde olup, bu ifadeleri ve kullanımları reklam hukuku şemsiyesi altında haksız rekabet ve kötüleme olarak değerlendirmiştir[5]. Zira Türk reklam hukukunda açıkça doğrudan karşılaştırmalı reklam yasağı düzenlenmiş olup, reklam hukukunda ifade özgürlüğü bakımından parodi istisnasının işletilmesi bir yana, rakiplerin kötülenmediği veya haksız rekabet durumunun oluşmadığı durumlarda da karşılaştırmalara izin verilmediği görülmektedir.
Diğer bir yandan, telif hukukuyla ilgili bir uyuşmazlıkta, mahkemenin telif hakkını parodi istisnasının önüne koyarak karar verdiği görülmektedir[6]. Zira kararda tecavüze konu kullanımların eserin tanınmışlığından ve ticari başarısından yararlanma amacının olduğu tespit edilerek tecavüzün varlığına karar vermiştir. Buradan da ticari etki doğuran bir kullanımın ifade özgürlüğü kapsamında olsa bile haklı kullanım olarak nitelendirilemeyeceği anlaşılmaktadır.
İfade özgürlüğünün korunması ile ilgili değerlendirme içeren en popüler kararlardan biri olan 09 Ocak 2019 tarihli Naif Şaşmaz kararında da Yurtiçi Kargo ibaresinin yanında “mağdurları” ifadesinin yer aldığı alan adının kullanımı ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilerek korunması mümkün görülmemiş; zira söz konusu kullanımın markanın ticari itibarını zedelediğine karar verilmiştir. “yurticikargomagdurlari.com” internet sitesi, başvuru sahibi tarafından ilgili kargo firmasından ayrılan çalışanların düşüncelerinin ve görüşlerinin yayınlanması için açılmış olup, kargo firması bu kullanımın tecavüz ve haksız rekabet oluşturduğunu iddia etmiştir[7]. İlgili kullanımın ticari amaç taşımadığı ve ticari etki doğurmadığı tespit edilmekle birlikte, kullanımın kargo şirketinin itibarını zedeleyeceği gerekçesiyle haksız rekabet bulunduğuna ve siteye erişimin engellenmesine karar verilmiştir. Yargıtay da bu kararı onamıştır. Sitenin sahibi Naif Şaşmaz ise verilen karar üzerine, fiiliyatta gerçekten kargo şirketinden mağdur olan işçilerin olduğunu ve bu mağduriyetlerin mahkeme kararlarıyla da ortaya konulmuş olduğunu belirterek, verilen bu karar ile eşitlik ilkesinin, haberleşme hürriyetinin, düşünce ve kanaat hürriyetinin, düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetinin ve adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürerek Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunmuştur[8].
Yazımızla ilgili olarak, ifade özgürlüğüne ilişkin yapılan değerlendirmede Anayasa Mahkemesi, başvuruya konu kararın kargo şirketinin ticari itibarının korunması noktasında devletin mülkiyet hakkını korumasına ilişkin pozitif yükümlülüğünü gerçekleştirdiğini ve haklar üzerinde adil denge gözetildiğini belirtilmiştir. Kısacası, ifade özgürlüğü ile marka hakkı/ticari itibar çatışmasında Anayasa Mahkemesinin de tercihi de marka ve ticari itibardan yana olmuştur.
Türk mahkemelerinin ve Reklam Kurulu’nun verdiği kararlar, parodi ve eleştirel ifadelerin haksız rekabet ve kötüleme olarak değerlendirildiğini göstermektedir. Bu durum, ifade özgürlüğünün sınırlandırılması anlamına gelmekte ve parodi gibi sanatsal ve eleştirel kullanımların önüne geçmektedir. Türk Hukuku’ndaki bu yaklaşımın aksine birinci yazımızda da belirtildiği gibi INTA, ABAD’ı yönlendirmek amacıyla sunduğu amicus brief’te eleştiri ve güldürü içeren kullanımlar ile hak sahipleri arasında adil bir dengenin sağlanması gerektiğinin altını çizmiştir. Görüldüğü üzere, Türk Hukuku’nda bu dengenin hak sahipleri bakımından daha ağır bastığı ve bu konuda Türk Mahkemelerinin daha sınırlı bir yaklaşım içerisinde olduğu görülmektedir.
IKEA uyuşmazlığının değerlendirmesi
ABAD tarafından Belçika Mahkemesi’nin kendisine yönelttiği sorulara karşı henüz bir karar verilmemişse de bizce, söz konusu uyuşmazlığa konu kullanımın ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmemesi daha ağır basabilecektir. Zira parodi istinasına konu edilmesi için kullanımın mizahi bir özelliğinin olması beklenmektedir[9]. “IKEA” markasının söz konusu kullanımının yüzlerde bir tebessüm bırakıp bırakmadığının tespiti ise ABAD’ın cevapları sonucunda yerel mahkeme tarafından tespit edilecektir. Ek olarak, bir markanın fonksiyonları göz önüne alındığında bu fonksiyonlara zarar verici bir kullanımın tecavüz teşkil edeceği düşünüldüğünde kamu nezdinde akıllarda soru işareti bırakacak bu kullanımın haklı neden olarak kabul edilmemesi bizleri şaşırtmayacaktır.
Bu noktada bir kullanımın parodi veya ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilebilmesi için kullanılan marka ile bağlantı ihtimalinin ortadan kaldırılması, belli bir düşüncenin ortaya konulması ve markanın fonksiyonlarına, tanınmışlığına ve ayırt edici niteliğine zarar verilmemesi gerekmektedir.
Her ne kadar siyasi parti “IKEA” markasını ticari amaçla kullanmamışsa da söz konusu kullanım “IKEA” markasını sulandırma, itibarını ve markanın kaynak gösterme fonksiyonunu zedeleme ihtimali içermektedir. Zira bu ihtimal de parodi savunmasının kabul edilebilir olmadığını işaret etmektedir[10]. Zira “IKEA” markasının broşürler üzerindeki yeni kullanımını gören kamuoyu, siyasi parti ile dünya mobilya devi IKEA arasında bir bağlantı olduğunu düşünmese bile, markanın tanınmışlığı, ayırt edici niteliği yine de zedelenebilecektir.
ABAD’ın kendisine yöneltilen sorulara vereceği cevaplar neticesinde “haklı neden” kavramının somutlaştırılmasına bir adım daha yaklaşabileceğiz. Siz okuyucularımızla bu gelişmeleri paylaşmak için gelişmeleri ve kararı sabırsızlıkla takip edeceğiz!
[2] Emre Ali Deliktaş, “Tanınmış Markanın Farklı Mal Ve Hizmetler Yönünden Korunabileceği Haller”, Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2018, s. 64.
[3] Çiğdem Yatağan Özkan, “Markayla Şaka Olur Mu? Marka Parodilerinin Hukuka Uygunluğu Üzerine Düşünceler.” Prof. Dr. Sabih Arkan’a Armağan,2019, s. 1372.
[4] Reklam Kurulu, 29.07.2011 tarihli ve D. 2011/982, T. No. 190 sayılı kararı.
[5] Baran Güney, “Türk Hukukunda Karşılaştırmalı Reklamlar”, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi, 2021, s. 77.
[6] Yargıtay 11. Hukuk Dairesi’nin 2013/11793 E., 2014/16523 K. sayılı kararı.
[9] Çiğdem Yatağan Özkan, “Markayla Şaka Olur Mu? Marka Parodilerinin Hukuka Uygunluğu Üzerine Düşünceler.” Prof. Dr. Sabih Arkan’a Armağan,2019, s. 1362-1363.
[10] Gül Büyükkılıç, “Marka Hukukunda Tanınmış Markanın Sulandırmaya Karşı Korunması” On İki Levha Yayıncılık, 2019.s. 613.
İfade özgürlüğü, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin[1] 10. maddesinde koruma altına alınmakla beraber ifade özgürlüğünün siyasi, sanatsal, ticari, vs. her türlü ifadeyi kapsadığı herkesçe bilinmektedir. Marka tecavüzü ve ifade özgürlüğünün değerlendirildiği iki yazılık serimizin ilk bölümünde, Belçika Mahkemesi nezdinde görülen mobilya üretim devi Inter IKEA Systems B.V. (“IKEA”) ile bir siyasi partinin arasında geçen uyuşmazlıktan bahsedeceğiz. Bu uyuşmazlığın temelinde marka tecavüzü ve ifade özgürlüğü kavramlarının dengelenmesi yer almaktadır. Bu yazımızı takiben Türk hukukunda marka tecavüzü, ifade özgürlüğü ve parodi kavramına karşı telif, marka ve reklam hukukundaki değerlendirmeleri ve emsal kararları içeren yazımız da okuyucularımız ile paylaşılacaktır. İkinci bölüm için takipte kalınız!
Öncelikle, uyuşmazlıkta ve yazımızda Avrupa Birliği’nde (“AB”) yer alan mehaz kanunlarla paralel olarak düzenlenen 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu’nun (“SMK”) 7/2(c) maddesinde yer alan “haklı sebep” kavramının tartışıldığını belirtmek okuyucular açısından daha faydalı olacaktır.
SMK’nın 7/2(c) maddesi çerçevesinde marka sahibinin, “Aynı, benzer veya farklı mal veya hizmetlerde olmasına bakılmaksızın, tescilli marka ile aynı veya benzer olan ve Türkiye’de ulaştığı tanınmışlık düzeyi nedeniyle markanın itibarından haksız bir yarar elde edecek veya itibarına zarar verecek veya ayırt edici karakterini zedeleyecek nitelikteki herhangi bir işaretin haklı bir sebep olmaksızın kullanılması.” halinde bu kullanımı engelleme yetkisi vardır. Aslında SMK madde 6/5’te nispi ret nedenleri arasında yer alan durum, marka hakkına tecavüz de oluşturmaktadır[2].
2017/1001 sayılı AB Marka Tüzüğü’nün 9. maddesinin 2. fıkrasına karşılık gelen bu hükümde, sıradan markalara nazaran tanınmış markaların sahip olduğu itibarın, ayırt ediciliğin korunması amaçlanmış ve bu markaların tanınmışlığından haksız yararlanılmasının önüne geçilmeye çalışılmıştır[3].
Uyuşmazlık konusu
Uyuşmazlığın geçmişinden bahsetmek gerekirse; Belçika’da yer alan Vlaams Belang isimli bir siyasi parti, göç politikası ile ilgili siyasi planlarını desteklemek amacı ile “Immigratie Kan Echt Anders” (“Göç Gerçekten Farklı Olabilir”) sloganını kullanmış ve görüldüğü üzere sloganda yer alan kelimelerin baş harflerini almak suretiyle tanınmış “IKEA” markasını broşürlerinde kullanmıştır. Aşağıda görselinde yer verilen kullanım sonucunda IKEA, marka haklarının tecavüze uğradığını iddia ederek tecavüzün tespitini ve durdurulmasını, tecavüz teşkil eden kullanımların bulunduğu materyallerin imhasını ve tazminata hükmedilmesini talep etmiştir.
Siyasi parti ise, bu kullanımların parodi ve mizah niteliğinde olduğunu, ifade özgürlüğü kapsamındaki kullanımın markanın üçüncü kişiler tarafından kullanımında haklı sebep teşkil ettiğini belirterek parti aleyhine açılan davaya karşı savunmasını ifade özgürlüğü kapsamında yapmıştır. Hatta bir basın toplantısında partinin sözcüsü tarafından broşürde yer alan “IKEA” ibaresinin açıkça İsveçli mobilya şirketi olan IKEA ile bağlantılı olmadığının vurgulandığı da görülmektedir.
Bu beyan ve savunmaların ardından Belçika Mahkemesi, ABAD’a söz konusu uyuşmazlıkla ilgili olarak siyasi ifadeler ve siyasi parodiler dâhil olmak üzere, ifade özgürlüğünün tanınmış markanın kullanımı bakımından “haklı sebep” teşkil edip etmeyeceğini, temel haklar bakımından çizilmesi gereken sınırın ne olduğunu sormuştur[4]. Zira bir temel özgürlük olan ifade özgürlüğünün sınırları da olabildiğince geniş olup, tecavüz iddiası bakımından akıllıca bir savunmadır.
Belçika Mahkemesi’nin ABAD’a yönlendirdiği soruların ardından International Trademark Association (“INTA”), ABAD’a amicus brief (öneri niteliğinde üçüncü kişi görüşü) iletmiştir. INTA, bir markanın ifade özgürlüğü kapsamında tamamen hicivsel olarak yapılan kullanımın genellikle ekonomik kazanç beklentisinin dışında yapıldığını ve dolayısıyla markanın ticaret sırasında kullanılmadığı anlamına geldiğini belirtmiştir. Lakin zaman zaman bu salt hicivsel kullanımların da markasal kullanım çerçevesinde değerlendirilebileceği ve markanın ticari kaynağını gösterme, iletişim ve tanıtım fonksiyonu bakımından bir markanın kullanımının o markanın ihlaline sebebiyet verebileceğini belirtmiştir[5]. Zira AB içtihatlarında da marka hakkına tecavüz iddiasının bulunduğu durumlarda tecavüz iddiasına konu kullanımın, markanın bütün fonksiyonları üzerindeki etkisi düşünülerek değerlendirme yapılmaktadır.
Üçüncü bir kişi tarafından markanın kullanımının ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilebilmesi hususu, mehaz kanunların açıklama bölümünde sanatsal ifadenin dürüst ticari ilkeler sınırları içerisinde kalması halinde marka tecavüzüne yol açmayacağı şeklinde belirtilmektedir. Bunun yanında sanatsal ifade dâhil hiçbir ifade türünün hükümlere açıkça dâhil edilmediği görülmektedir. Bu noktada INTA, ifade özgürlüğünün şüphesiz olarak marka tecavüzünü ortadan kaldırmadığını, işbu temel özgürlük ile marka sahibinin mülkiyet hakkı arasında “adil bir denge” kurulması gerektiğinin altını çizmiştir.
Adil dengenin sağlanması noktasında markayı kullanan kişinin söz konusu markaya zarar vermekten kaçınması, kamu nezdinde kullanıcı ile markanın sahibi arasında bağlantı kurulması ihtimalinin söz konusu olmaması gerekmektedir. Aynı zamanda markanın, kullanım amacının diğer bir deyişle, kamu nezdinde ekstra dikkat çekme amacıyla kullanılıp kullanılmadığının da değerlendirilmesi gerekmektedir. INTA, somut olay bakımından siyasi partinin “IKEA” markası kullanılmaksızın da göç ile ilgili politikalarını kamuya iletebileceğini belirtmiştir.
İşbu uyuşmazlık, söz konusu siyasi partinin ilk kez mahkeme önüne getirildiği uyuşmazlık değildir. 2014 yılında aynı siyasi parti, telif hakları bakımından parodi istisnasının ele alındığı bir uyuşmazlıkta da davalı koltuğuna oturmuştur. Aşağıda sol tarafta görseline yer verilen karikatür, 1961 yılında Willy Vandersteen tarafından ortaya konulmuş “Suske en Wiske” isimli bir çizgi romanından; sağ tarafta yer alan kullanım ise yine aynı siyasi partinin üyesi olan Johan Deckmyn tarafından yaptırılan bir takvim kapağından alınmıştır[6].
Deckmyn, bu kullanımın siyasi parodi mahiyetinde olduğunu ve telif hakkı korumasının istisnasını teşkil ettiğini belirtmiştir. Aynı şekilde Belçika Mahkemesi ABAD’a parodi istisnasının sınırlarını sormuş, ABAD ise ifade özgürlüğü ile parodi istisnası arasında adil bir denge kurulması gerektiğini[7] ve parodinin ancak, korunan bir fikri mülkiyet ürününü çağrıştırması ama ondan önemli ölçüde farklı olması ve bir mizah veya alay ifadesi oluşturması gerektiğini de belirtmiştir.
INTA, ABAD’ın önceki uyuşmazlıkla ilgili verdiği bu görüşünün telif haklarıyla ilgili olduğunu ve marka hakkına tecavüz incelemesinde aynı kriterlerin uygulanması halinde, parodinin ihlal edici olmayan kullanım olarak nitelendirilebilmesi için ifade özgürlüğünün koruması altında olan bir mesajı iletmeye veya bir görüşü ifade etmeye hizmet etmesi gerektiğini belirtmiştir.
INTA tarafından davaya konu kullanıma bakıldığında söz konusu kullanımın “IKEA” markasını çağrıştırdığı ve kamu nezdinde, mobilya devi IKEA’nın söz konusu siyasi parti ile işbirliği yaptığına yönelik yanlış bir algının oluşmasının da muhtemel olduğu belirtilmiştir. Bu nedenle bizim de katıldığımız üzere INTA, kullanımda mizah unsurunun yer almadığı ve taraflar arasında bağlantı bulunmadığını gösterir bir unsurun yer almadığı düşünüldüğünde söz konusu kullanımın parodi çerçevesinde değerlendirilemeyeceğini belirtmiştir.
Parodi Kapsamında Değerlendirilmiş Olan Kullanımlar
Peki, hangi markasal kullanımlar parodi çerçevesinde değerlendirilmiştir? Örneğin, Greenpeace/Esso davasında Greenpeace[8], Esso’nun küresel ısınmaya karşı önlem almadığını belirtmek ve bu durumu eleştirmek amacıyla “stop E$$O” ve “boycott E££O” şeklinde kullanımlarda bulunmuştur. Fransız Yüksek Mahkemesi de bu kullanımların belli bir mesaj vermeye yönelik olduğunu ve bu nedenle de ifade özgürlüğü kapsamında korumanın sağlanması gerektiğine karar vermiştir[9].
Yukarıda yer verilen parodi kullanımı sosyal mesaj içeren bir kullanımdır. Markaların bir mesaj iletmek amacıyla mizahi kullanımına aşağıdaki kullanımlar da örnek olarak verilebilir. Sizler de fark edeceksiniz ki bu kullanımlarda iltibas ihtimali olup olmadığı akıllara gelmemekte ve aslında kullanımlar ile bir mesaj iletilmek istenmektedir[10]:
INTA, bir markanın siyasi ifadenin bir parçası olarak kullanılmasının marka hakkına tecavüz teşkil edip etmediğinin değerlendirilmesi noktasında ABAD’ı yönlendirmek amacı ile;
Markanın kullanım şeklinin, marka sahibinin rıza olsun ya da olmasın, markayı gerçekte kimin kullandığı konusunda kamuoyunu yanıltarak markaya zarar verip vermediği,
Kullanıma konu edilen marka ile iletilmek istenen mesaj arasında bağlantı olup olmadığı,
hususlarının dikkate alınması gerektiğini belirtmiştir. Kısacası INTA, marka sahibi ile ilgili kullanım arasında herhangi bir bağlantı bulunmadığı ve markanın kullanılma nedeninin marka sahibinin itibarından yararlanmak olduğu, markanın ayırt ediciliğine veya itibarına zarar verdiği durumlarda kullanımda “haklı bir neden” olduğundan bahsedilemeyeceğini savunmuştur. Dolayısıyla, davaya konu kullanımın ifade özgürlüğü çerçevesinde gerçekleştirildiğinin kabul edilebilmesi için davalının bu kullanımın adil ve dürüst kullanımlara uygun olduğuna karar verilmesi gerekmektedir.
Yazımızın devamı olarak, Türk Hukuku’ndaki değerlendirmeleri ve yukarıda bahsettiğimiz IKEA uyuşmazlığına ilişkin yorum ve değerlendirmeleri okumak için MARKA TECAVÜZÜ VS. İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ-TÜRK HUKUKU’NDAKİ DURUM & IKEA UYUŞMAZLIĞININ DEĞERLENDİRİLMESİ – Bölüm II başlıklı yazımızı takip etmeyi unutmayın!
[2] Uğur Çolak, “Türk Marka Hukuku”, Oniki Levha Yayıncılık, 2018, s. 486.
[3] Arzu Oğuz, “Yargı Kararları Işığında Tanınmış Marka İtirazında Haklı Sebep Kavramı”, İnönü Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt 9, Sayı 1, 2018, s. 440.
Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi (“EUIPO”) 04.08.2023 tarihinde aşağıda görseli verilen 18 895 734 sayılı pozisyon markasını (“Marka Başvurusu”), tescil edilmek istendiği 25. sınıftaki, “Ayakkabılar, mokasen ayakkabılar, babouche mokasenler, sabotlar” ürünleri açısından ayırt edici karaktere sahip olmadığı gerekçesi ile reddetmiştir
EUIPO, ret kararına gerekçesinde ilk olarak Avrupa Birliği Marka Tüzüğü (“Tüzük”) m.7/1 uyarınca, markanın ayırt ediciliğinin tespitinde:
Markanın tescil edilmek istendiği ürün ve hizmetler
İlgili tüketici kitlesinin dikkat düzeyi ve de
Markanın asıl işlevi olan kaynak gösterme fonksiyonun gerçekleşip gerçekleşmediğini değerlendirmiştir.
Bu itibarla, eğer bir marka ilgili ürün ve hizmetler açısından, ilgili tüketici kitlesi nezdinde, asli işlevi olan kaynak gösterme fonksiyonunu gerçekleştirmiyorsa, ilgili marka ayırt edicilikten yoksun sayılmaktadır.
EUIPO, aynı zamanda somut olaya konu ürünlerin hedef tüketici kitlesinin, ortalama seviyede bilinç ve dikkat düzeyine sahip olduğu ve bu olayda ilgili markanın pozisyon markası olarak kabul edilmesi için ürünün kendisinden farklı bir marka olarak algılandığını ortaya koyabilmesi gerektiği değerlendirmelerinde bulunmuştur.
EUIPO’ya göre, Marka Başvurusu, başvuruya konu mal ve hizmetlerin ticari kaynağına işaret etmemektedir. Pozisyon markası olarak tescil edilmek istenen ibare, sadece dekoratif nitelikte unsurlar içermektedir ve ürünün kendisinden farklılaşmamaktadır. Ayrıca, Marka Başvurusu’nda yer verilen ayakkabıların üst kısmındaki dekoratif unsurların da ilgili ürün ve sektör açısından oldukça yaygın olduğu ve ayırt edici niteliğe haiz olmadığı vurgulanmıştır.
Bu itibarla EUIPO, Marka Başvurusu’nun unsurlarının yalnızca dekoratif unsurlardan oluşması ve mal ve hizmetlerin hitap ettiği ilgili tüketici kesimi nezdinde markanın kaynak gösterme fonksiyonunu yerine getirmeyeceği gerekçesi ile Avrupa Birliği Marka Tüzüğü (“Tüzük”) m.7/1 uyarınca Marka Başvurusu’nu reddetmiştir.
Başvuru Sahibi’nin Argümanları
Bahsi geçen ret kararın akabinde başvuru sahibi LORO PIANA S.P.A. (“Başvuru Sahibi”) , 18 Aralık 2023 tarihinde EUIPO’nun kararına itirazda bulunmuştur.
Başvuru Sahibi öncelikle ayakkabı sektöründe basit çizgi ve şekillerin ayakkabının dış kısmında kullanılmasının genel uygulama sayıldığını ve ilgili tüketicilerin, bahsi geçen şekilleri uzak mesafeden bile seçebildiğini belirtmiştir. Bu itibarla Marka Başvurusu’nda yer alan işaretler, ilgili tüketici kesimi açısından ayırt edici nitelik taşımaktadır.
Başvuru Sahibi aynı zamanda EUIPO’nun İtiraz Birimi’nin R 51/2006-4 sayılı dosyasına atıfta bulunmuştur. Emsal olarak sunulan bu dosyada aşağıda yer alan markadaki daire şeklinin pozisyonunun, boyutunun ve biçiminin, ortalama tüketiciyi ürünü üreten teşebbüse yönlendireceğine karar verilmiştir.
Başvuru Sahibi, yine EUIPO’nun İtiraz Birimi’nin R-2069/2020-4 sayılı dosyasını da emsal olarak itirazlarına sunmuştur. Atıfta bulunan dosya kapsamında, “ayakkabılarda belli tasarım, çizgi, geometrik şekil veya bunların kombinasyonlarının hep aynı pozisyonda yer almasının yaygın olduğu” belirtilmiş ve ortalama tüketicinin bu unsurları görmeleri üzerine ilgili markayı kolayca tanıyacakları da ifade edilerek aşağıda yer alan marka başvurusunun reddi kararı iptal edilmiştir.
Başvuru Sahibi aynı zamanda, Marka Başvurusu’nun spor amaçlı olmayan, günlük ayakkabılar açısından kullanılacağını ve de bu tür ayakkabılardaki şekil unsurlarının her zaman aynı pozisyonda, ayakkabının dış kısmında yer aldığını vurgulamıştır. Bu sayede ilgili şekiller uzaktan seçilebilmektedir.
Bu açıklamalara ek olarak Başvuru Sahibi, itirazları kapsamında Marka Başvurusu’na benzer/benzer unsurlar içeren çeşitli marka tescillerine de yer vermiştir:
– Gucci tarafından başvurusu yapılmış 3474971 sayılı, üç boyutlu marka:
– Hermes tarafından başvurusu yapılmış 1218393 sayılı üç boyutlu marka:
– Sergio Rossi tarafından başvurusu yapılmış 018153472 sayılı pozisyon markası:
– Livia Fodera tarafından başvurusu yapılmış 018734154 sayılı pozisyon markası:
Ayrıca Marka Başvurusu’na konu ürünlerin lüks ürün niteliğinde olduğu (700 EURO – 2.000 EURO tutarında ürünlerdir) ve bu sebeple ilgili tüketici kesiminin dikkat düzeyinin, lüks ürünler açısından bilgi sahibi olmaları sebebiyle daha yüksek olacağı da belirtilmiştir.
Aynı zamanda Marka Başvurusu’nda yer alan kilit ve kilit halkası şeklindeki metal süslerin 2005 yılından beri çeşitli ürünler üzerinde (çantalar, kıyafetler, ayakkabılar) kullanıldığı ve bu unsurların, sırasıyla 018840401 ve 018840443 numaralarıyla da üç boyutlu marka olarak EUIPO kapsamında tescil edildiği de belirtilmiştir. Bu nedenle, ilgili kullanımlar aracılığıyla Marka Başvurusu’nun doğal olarak ayırt edici olduğu kanıtlanmıştır.
Başvuru Sahibi itirazları kapsamında Marka Başvurusu’nda yer alan unsurların sahte ürün üreticileri tarafından kopyalandığını gösterir birçok emsal karar ve dosya sunmuştur ve de bir işaretin tecavüze konu olmasının o işaretin toplum tarafından bir marka olarak görüldüğünü açıkça ortaya koyduğunu vurgulamıştır.
İtiraz Argümanları’nın EUIPO Tarafından Değerlendirmesi
EUIPO, ilk olarak Tüzük’ün7/1 maddesi uyarınca ayırt edici niteliği bulunmayan işaretlerin marka olarak tescil edilemeyeceğini yeniden vurgulamıştır. Ayrıca, yerleşik içtihada göre de bir markanın tescil edilecek seviyede ayırt ediciliğe haiz olması için, ilgili tüketici nezdinde kaynak gösterme işlevi olması gerektiğini belirtmiştir.
EUIPO’ya göre, yukarıda belirtilen kriterler marka türlerine bağlı olarak değişmemektedir; ancak ilgili tüketici kesiminin algılayışı, marka türüne göre değişim gösterebilmektedir. Somut olaya konu Marka Başvurusu ise bir pozisyon markasıdır ve şekil ve üç boyutlu markalar ile benzerlik göstermektedir. Bununla birlikte bu benzerlik, ayırt ediciliğe ilişkin incelemeler açısından herhangi bir önem taşımamaktadır.
EUIPO, Başvuru Sahibi’nin argümanlarını değerlendirirken, ilk olarak ayakkabıların üzerinde dekoratif unsurların kullanılmasının yaygın olduğunu, ancak, ilgili tüketicinin algısının bir kelime markası ve bir şekil markası açısından aynı olmayacağını ortaya koymuştur. Nitekim bir ürünün şekli ve yapısından ilgili ürünün ticari kaynağını anlaşılması, kelime veya şekil markalarına kıyasen çok daha zordur. EUIPO’ya göre bu tür markalarda, ancak ilgili sektörün normlarından çok farklı olan ve bu şekilde asli işlevlerini gerçekleştirebilen markalar ayırt ediciliğe haiz olacaktır.
Bununla birlikte EUIPO, Marka Başvurusu’nun piyasada sıkça görülen ve basit dekoratif unsurlar içeren ürünlerin sadece bir başka çeşidi olduğunu ve işaretin pozisyonu ve sunumunun, sektördeki norm ve teamüllerden dikkat çekici bir şekilde farklılaşmadığını belirtmiştir. Bu itibarla, Marka Başvurusu’nun unsurları tek başlarına, tüketicilere ürünün ticari kökeni hakkında bilgi verme niteliğine sahip değildir ve ilgili tüketici bahsi geçen unsurlarda, sektördeki normlar ve teamüllerden farklı olarak herhangi bir ayırt edicilik göremeyecektir.
EUIPO aynı zamanda emsal olarak sunulan kararların da somut olaya örnek teşkil etmeyeceğini, bahsi geçen kararlardaki markaların küçük de olsa kelime unsurları içerdiğini vurgulamıştır. Kaldı ki marka tescili kapsamında gelen koruma, hem üç boyutlu elementleri hem de ilgili kelime unsurlarını bir bütün olarak kapsamaktadır. Bu itibarla, Sergio Rossi veya Livi Fodera, Başvuru Sahibi’ne benzer şekilde, ayakkabılarının salt taban kısmı veya dili için münhasır hak iddiasında bulunamayacaktır.
EUIPO ayrıca, Marka Başvurusu’nun kullanılacağı ürünlerin lüks ve yüksek fiyatlı olmasının tüketici kesiminin ilgisini artırabileceğini, ancak bu durumun Marka Başvurusu’nun Tüzük’ün 7(1) maddesi kapsamında markanın ayırt edici niteliğini artırmayacağını belirtmiştir.
EUIPO aynı zamanda Marka Başvurusu’nun uzun yıllardır sektörde aktif olarak kullanılıyor olmasının, markanın ayırt ediciliği ve tüketiciler tarafından nasıl algılanacağı konusunda herhangi bir anlam ifade etmediğini belirtmiştir. Kaldı ki Marka Başvurusu’nda yer alan, sektörde kullanıldığı ve AB tescili bulunduğu belirtilen kilit ve kilit halkası şeklindeki metal süslerin “LP” ve “LORO PIANA” kelime unsurlarını barındırdıkları ancak redde konu başvurunun ilgili ürünün ticari kaynağını gösterir herhangi bir kelime unsuru içermediği vurgulanmıştır.
EUIPO, Başvuru Sahibi tarafından yapılan sahte ürün açıklamalarının da somut olay açısından uygulanmayacağı değerlendirmesinde bulunmuştur. Nitekim birçok kıyafet, ayakkabı ve benzeri ürün, marka/tasarım korumasından yararlanmasa da sahteciler tarafından kopyalanmaktadır.
Sonuç
Bu değerlendirmeler ışığında EUIPO, Başvuru Sahibinin argümanlarının, işaretin ayırt edici niteliğe haiz olduğunu ve sektördeki normlardan ayrıştığını herhangi bir şekilde göstermediği sonucuna varmıştır. İşaret, sunum amacıyla eklenmiş çeşitli unsurlardan oluşmaktadır ki ortalama tüketici bu unsurları dekoratif olarak algılayacaktır. Bu sebeple ilgili işaret, markanın asli işlevini yerine getiremeyecek ve tüketiciyi markanın ticari kaynağına yönlendirmeyecektir.
Bu itibarla EUIPO, Başvuru Sahibi’nin itirazını ve 18 895 734 sayılı Marka Başvurusu’nu Avrupa Birliği Marka Tüzüğü’nün 7/1(b) maddesi uyarınca reddetmiştir.
Ülkemizde ve diğer ülkelerde sıklıkla tartışma konusu olan “şekil markaları”nın karşılaştırılması ile görsel ve kavramsal benzerliği hususları, bu yazıda Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD) Genel Mahkemesi tarafından verilen yeni bir karar çerçevesinde aktarılacak ve değerlendirilecektir.
Yazının konusu olan 25 Ekim 2023 tarihli T-773/22 sayılı Genel Mahkeme kararında hem şekil hem de kelime unsuru içeren başvurusu ile şeklinden oluşan itiraz gerekçesi marka arasındaki görsel, kavramsal ve bütüncül benzerlik hususları ve nihayetinde karıştırılma ihtimalinin bulunup bulunmadığı incelenmiştir.
EUIPO Süreci ve İhtilaf
“Contorno Textil, SL” aşağıda görseli yer alan markanın tescili talebiyle Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi’ne (EUIPO) başvuru yapmıştır:
Başvuru kapsamında yer alan mallar aşağıdadır:
25.sınıf: Giysiler, ayak giysileri, baş giysileri.
Başvuruya karşı “Harmont & Blaine SpA” EUIPO nezdinde tescilli olan ve aşağıda görseline yer verilen markasını mesnet göstererek itirazlarını sunmuştur:
İtiraza mesnet gösterilen marka kapsamında yer alan mallar aşağıdaki şekildedir:
25.sınıf: Giysiler, ayak giysileri, baş giysileri.
EUIPO İtiraz Birimi, Harmont & Blaine SpA’ nın yapmış olduğu yayıma itirazı kabul ederek, markaların kapsamında bulunan malların aynı olmasından ve markaların görsel ve kavramsal olarak benzer bulunmalarından hareketle, markalar arasında Avrupa Birliği Marka Tüzüğünün 8/1(b) maddesi uyarınca Fransa’daki ilgili ortalama tüketiciler açısından karıştırılma ihtimali bulunduğuna karar vermiştir.
Sonrasında başvuru sahibi, EUIPO İtiraz Birimi’nin yayıma itirazı kabul kararına karşı itiraz etmiş, ancak Temyiz Kurulu başvurunun reddedilmesi kararını yerinde bularak işbu karara itirazı reddetmiştir.
Bu karara karşı başvuru sahibi, ABAD Genel Mahkemesi nezdinde dava açmış ve Genel Mahkeme, 25/10/2023 tarihinde T‑773/22 sayılı kararıyla EUIPO’nun ret kararını onamıştır.
Genel Mahkeme kararında karşımıza çıkan önemli hususlar aşağıda okuyucularımıza aktarılacaktır.
Markaların Ayırt Edici ve Baskın Unsurları
Genel Mahkeme kararında öncelikle, markalar arasında benzerlik incelemesinin yalnızca markalarda yer alan unsurların tek tek karşılaştırılması suretiyle değil ve fakat markaların bıraktığı bütüncül izlenimin değerlendirilmesi suretiyle yapılması gerektiğini belirtmiştir. Somut olayda, başvurunun bir köpek türü olan “Dachshund”a ait bir şekil unsurunu içerdiği, ayrıca markada şekil unsurunun altında kişi ismi olan “GILBERT” ve Dachshund köpek türünün Fransızca karşılığı olan “TECKEL” kelime unsurlarının bulunduğu belirtilmiştir.
Davacı, Fransa’daki ortalama tüketicilerin markada yer alan görsel ve yazıyı görür görmez Dachshund köpek türünü akıllarına getirmeyeceğini, özel olarak dikkatlerini şekil unsuruna vermeyeceklerini, şekil unsurunun yalnızca dekoratif bir özellik içerdiğini belirtmiştir.
Davacı şekil unsurunun ayırt ediciliğinin bulunduğunu belirtmiş olsa da, bütüncül incelemeden kaynaklı olarak Temyiz Kurulu, GILBERT ve TECKEL kelimelerinin marka görselinde baskın olarak koyu ve siyah şekilde yer alması, TECKEL kelimesinin “Dachshund” köpek türünün Fransızca karşılığı olması, bu köpek türünün “sosis köpek” olarak bilinmesi ve köpek türleri arasında sosise benzer bacakları ve vücuduyla en kolay tanınabilir tür olması hususlarından hareketle, TECKEL ibaresinin de markalar arasındaki bağlantıyı güçlendirdiğini belirtmiştir.
Belirtilmesi gereken önemli bir husus da mahkemenin, tescil edilmek istenen mal ve hizmetlerin markanın görselinde yer alan köpek cinsi ile bir ilinti olmaması nedeniyle, EUIPO’nun markanın ayırt edici gücü hususundaki yaklaşımını da haklı bulduğu hususudur.
Markaların Görsel ve Kavramsal Benzerliği
Temyiz Kurulu, markaların basit tek renk (siyah ve beyaz) olarak oluşturulmaları, her ikisinin de Dachshund köpek türünü içermeleri, markaların ikisinde de markada yer alan görsellerin birbirlerinden ayırt edilmelerini sağlayacak herhangi bir kişiselleştirilmiş unsurlarının olmaması gibi hususları göz önünde bulundurmuştur ve markalar arasındaki farklılığın köpeklerin görselde yerleştirilişleri ile oluştuğu ve bunun tek başına yeterli olmadığını belirterek markaları görsel açıdan düşük derecede benzer bulmuştur.
Kararda, markaların genel açıdan yalnızca GILBERT TECKEL kelimelerinde ayrıştırıldığına da yer verilmiştir. Davacı, köpeklerin yalnızca baş, kulak, vücut, bacaklar ve kuyruk gibi temel bir köpek uzuvlarına sahip olması nedeniyle benzerlik içerdiğine ve Dachshund köpek ırkının tekele benzer geniş bir münhasır hakkın tek bir kişiye bırakılamayacağına görüşündedir.
Davacı devamla, marka görselinde yer alan köpeklerin kuyruk ve kulak kısımlarının ve köpek şekillerinin yerleştirilişlerinin zıt şekillerde olduğu; marka görsellerinin birinin siyah renkle ve diğerinin beyaz arka plan üzerinde köpek figürünün dış kısmının siyah renk ile kontürlenmiş şekilde çizilmesi ile oluşturulmuş olduğu gibi nedenlerle markaların genel görünüm itibarıyla birbirlerinde farklılaştıklarını belirtmiştir.
İşbu argümanlar karşısında mahkeme, Temyiz Kurulu’nun kararına atıfta bulunarak davacının markalarının itiraza mesnet gösterilen markaya benzemediğine dair olan davacının iddialarını reddetmiştir.
Davacının bir diğer iddiası olan tekelleşme konusunda mahkeme, incelemenin esasen başvuru ve itiraz gerekçesi markanın içerdikleri görsel ve kavramsal benzerliklere yönelik olarak yapıldığını belirtmiştir. Buna ilaveten, başvuru sahibi tarafından sunulan Dachshund cinsi bir köpeği temsil eden figüratif bir öğe içeren önceden tescil edilmiş sekiz markanın, bu köpeğin temsiline yönelik bir tekelin olmadığını kendiliğinden gösterdiğini belirterek bu iddiaları da yerinde görmemiştir.
Temyiz Kurulu kararında, önceki tescilli markanın bir Dachshund görseline sahip olması ve sonraki markanın da GILBERT isimli bir Dachshund görseli içermesinden kaynaklı olarak kavramsal benzerlik yüksek bulunmuştur. Mahkeme de Temyiz Kurulunun markalar arasındaki yüksek derecede kavramsal benzerlik bulunduğuna dair olan bu değerlendirmesini haklı bulmuştur.
Karıştırma İhtimali Bakımından
Davacının, markalar arasındaki benzerliğin tüketiciler nezdinde bir karıştırılma ihtimali yaratmayacağına yönelik argümanları karşısında mahkeme, görsel ve kavramsal benzerliğin incelenmesi gerektiğini belirtmiştir. Yukarıda detaylıca açıklandığı üzere; her iki taraf markalarının da 25. sınıfta aynı/benzer malları içermeleri, görsel açıdan düşük ve kavramsal olarak yüksek derecede benzerlik göstermeleri, önceki tarihli markanın ayırt edici karakteri haiz olması, ilgili tüketici kesimince markaların ilişkilendirilebilmeleri gibi durumların 2017/1001 Tüzüğü’nün 8/1(b) maddesi kapsamında değerlendirildiğinde, markaların ilgili tüketici grubu nezdinde karıştırılma ihtimali yaratacağı sonucuna varılmıştır. Belirtilen nedenlerle de Temyiz Kurulu’nun aynı yöndeki değerlendirmeleri, mahkemece yerinde bulunmuştur.
Özetle, şekil markalarında uygulamada da görüldüğü üzere markaların yalnızca içerdikleri şekiller veya kelimeler nezdinde değil, fakat bir bütün olarak incelenmeleri gerektiği, markanın içerdiği kelimelerin anlamlarının şekil unsurunun anlamını (kavramsal karşılığını) akla getirecek şekilde mi kullanıldığı yoksa markaya farklı bir anlam mı kattığı, marka başvurularının eski tarihte tescilli markalardan farklılaşarak ve daha da öznel hale getirilerek tescil ettirmesinin marka koruması kapsamında önem arz ettiği gibi hususlar Genel Mahkeme kararında belirtilmiştir.
Son olarak belirtmek gerekir ki; markaların içerdiği şekil unsurları görsel olarak farklılıklar içerse de, bunların kavramsal karşılıklarının aynı olması, kimi durumlarda markaların benzer bulunması sonucuna yol açabilecektir. Bu tip bir benzerlik; malların/hizmetlerin aynılığı/benzerliği başta olmak üzere, karıştırılma olasılığı incelemesine ilişkin diğer faktörlerin de değerlendirilmesi neticesinde, sonraki tarihli markanın reddedilmesi/hükümsüz kılınması gibi sonuçlara yol açabilecektir. Bu çerçevede, marka başvurularının yapılmasından önce gerçekleştirilen ön araştırmanın şekil unsurlarını da içerecek şekilde yapılması birçok durumda potansiyel riskleri engelleyebilecektir.
Avrupa Birliği’nde (AB’de) tarım dışı ürünlere de coğrafi işaret koruması sağlanması konusunda ilk kez, 10 Aralık 2020 tarihinde IPR Gezgini’nde yayımlanan “Avrupa Birliği’nin Coğrafi İşaret Sisteminde Önemli Gelişmeler” başlıklı yazımızda yer vermiştik. Özetle diyebiliriz ki; AB Komisyonu İç Pazar, Sanayi, Girişimcilik ve KOBİ Genel Müdürlüğü, coğrafi işaret korumasının tarım dışı ürünlere genişletilmesine yönelik çalışmalarda esas olarak, 2009 yılından itibaren yayımlanan çalışmaları dikkate almış olup konunun mihenk taşını, 2014 yılında hazırlanan AB Komisyon Raporu (Commission green paper) ile 2015 yılında AB Parlamentosunca onaylanan rapor (initiative report) oluşturmuş.
Süreç içinde atılan diğer önemli adımların sonucunda, uzun süredir merakla beklenen yasal düzenleme, 27.10.2023 tarihinde AB Resmi Gazetesinin L serisinde yayımlandı.
18.10.2023 tarihli ve 2023/2411 sayılı AB Tüzüğü, tarım dışı ürünlerde coğrafi işaret koruma şartlarını düzenlerken, AB Markasına ilişkin 2017/1001 sayılı Tüzük ile AB’nin Cenevre Metnine katılımına ilişkin 2019/1753 sayılı Tüzükte bazı değişiklikler yapıyor.
AB’de gıda-tarım ürünleri ile şaraplarda “korunan menşe adı (Protected Designation of Origin)” için “PDO” ve “korunan mahreç işareti (Protected Geographical Indication)” için “PGI” kısaltmaları, distile alkollü içkilerde ise “GI” kısaltması kullanılmakta.
AB’de coğrafi işaretlerin korunmasıyla ilgili işlemler, ürün grupları bakımından iki kurum tarafından paylaşılmıştır:
AB Komisyonu: gıda-tarım ürünleri ve şaraplar (PDO ve PGI) ve distile alkollü içkiler (sadece GI)
AB Fikri Mülkiyet Ofisi – EUIPO: tarım dışı ürünler (sadece GI)
2023/2411 sayılı Tüzüğün kapsamında sadece “sanat ürünleri ve endüstriyel ürünler (craft and industrial products) yer almakta olup bu ürünler, genel olarak “tarım dışı ürünler” (non-agri products) olarak tanımlanabilirler. Bu ürünlere sağlanacak coğrafi işaret koruması, sadece mahreç işareti şeklinde olacak.
2023/2411 sayılı Tüzüğün tüm kapsamının bu yazıda irdelenmesi mümkün değil ancak dikkati ilk çeken hususları aşağıda özetliyoruz.
2023/2411 sayılı Tüzük 16 Kasım 2023 tarihinde yürürlüğe girdi ancak uygulanması, 1 Aralık 2025’te başlayacak. Bu tarihten sonra, tarım dışı ürünler için başvuru ve araştırma yapma konularında bilgi sağlayacak “GIportal” ile AB düzeyindeki kayıt sistemi olacak “GIregister” da hizmete açılacak. Ayrıca, gıda-tarım ürünleri, şaraplar ve distile alkollü içkiler için hâlihazırda önemli bir kaynak oluşturan “GIview” veri tabanı, tarım dışı ürünleri de kapsar hale gelecek.
2023/2411 sayılı Tüzüğe göre “sanat ürünü”; tamamen elle; manuel veya dijital araçlarla ya da manuel katkının bitmiş ürünün önemli bir bileşeni olduğu durumlarda mekanik yollarla üretilen üründür. “Endüstriyel ürün” ise, seri üretim ve makine kullanımı da dâhil olmak üzere standart bir şekilde üretilen üründür. (Madde 4). Bu kapsamda doğal taşlar, ahşap işleri, mücevherat, tekstil, dantel, çatal bıçak takımı, cam, porselen, post ve deriler vb. ürünler, bu korumadan yaralanabilecek ürün yelpazesini oluşturur. Ancak bu ürünlerin aşağıdaki temel kriterleri karşılamaları esastır.
Ürün, belirli bir yer, bölge veya ülkeden kaynaklanmalı. (coğrafi sınır)
Ürünün kalitesi, itibarı veya diğer özellikleri esas olarak coğrafi kökenine atfedilebilir olmalı.
Üretim adımlarından en az biri coğrafi sınırda gerçekleşmeli.
Kamu düzenine aykırılık durumunda coğrafi işaret koruması sağlanmaz. (Madde 6)
Tüzüğün amaçları arasında açıkça, sürdürülebilir ürünler hakkındaki toplumsal talebin gözetildiği bir sistem kurulabilmesi yer almakta. (Madde 2.a)
EUIPO, sanat ürünleri ve endüstriyel ürünler bakımından tescil, koruma ve denetimin yanı sıra Cenevre Metni kapsamındaki işlemler bakımından da resmi otorite. (Madde 1)
Tüzük uyarınca sağlanacak koruma üreticilerin; ürünlerin piyasaya sunulması, etiketlenmesi, ürün güvenliği, tüketicinin korunması ve piyasa gözetimi konuları başta olmak üzere AB’nin ilgili yasal düzenlemelerine uyma yükümlülüğünü ortadan kaldırmıyor. (Madde 3.3)
Tescil aşamaları Tüzüğün, ilgili AB üyesi ülkede gerçekleşecek olan Madde 12’den 16’ya kadar olan kısımları bakımından “ulusal düzeyde” (national level), 21.’den 30. maddeye kadar olan kısımlar bakımından ise AB düzeyinde uygulanacak. AB üyesi ülkeler, 19. Maddeye dayanarak derogasyon talep ederse bu durumda tek yetkili mercii EUIPO olacak. Tescil süreçleriyle ilgili idari yükler asgari düzeyde tutulacak. (Madde 7)
Her bir AB üyesi ülke, tescilin ulusal fazının gerçekleştirilmesinden sorumlu olacak yetkili otoritesini (competent authority) belirleyip 1 Aralık 2025 tarihine kadar AB Komisyonuna ve EUIPO’ya bildirecek. Başvurular elektronik olarak yapılacak. (Madde 12 ve 13)
Başvuru yapma hakkı üretici gruplarına ait ancak diğer üreticiler bir araya gelip başvuru yapmak istemezlerse, bu konuda istekli olan tek bir üretici de başvuru yapabilecek. Coğrafi sınırdaki yerel ve bölgesel otoriteler, başvurunun hazırlık safhasında ve sonraki aşamalarda başvuru yapana destek sağlayabilecekler.
Madde 12’de belirtilen tescil için yetkilendirilmiş ulusal otorite ile Madde 50’de belirtilen denetim otoritesi dışında kalmak üzere, yerel veya bölgesel otorite yahut üye ülke tarafından belirlenen özel bir kuruluş da başvuru yapabilecek ancak bu durumda makul gerekçe ileri sürülmeli. (Madde 8)
Objektif olan, ayrımcılık içermeyen, AB düzeyinde ve ulusal düzeyde ilgili yasal düzenlemelere uygun olan ürün şartnamesinin temel olarak içermesi gereken unsurlar, tarım ürünleri hakkındaki şartlarla benzer durumda. İlave olarak, başvuruya konu adın kaynaklandığı ülke dışındaki bir veya birkaç AB üyesinde ya da üçüncü ülkelerde gerçekleşen bireysel bir üretim aşaması varsa bu durumun açıkça belirtilmesi ve buna ilişkin denetim koşulunun da sağlanması gerekiyor. (Madde 9)
Başvuru yapma belgesi olan “tek belge” (single document) hazırlanırken, başvuru yapan mikro, küçük veya orta ölçekli işletmelerse, talep üzerine yetkili otoriteler teknik destek sağlayabilecek. Ancak bu durum, başvuru yapma hazırlığı konusunda başvuru yapanın sorumluluğunu ortadan kaldırmadığı gibi, başvuru hakkında yetkili otorite tarafından verilecek kararı hiçbir koşulda etkilemeyecek. (Madde 10)
Başvuruda bulunabilecek eksiklikler için belirli bir süre verilecek ve uygun bulunan başvurular, 2 aydan az olmamak kaydıyla ulusal itiraz prosedürüne tabi tutulacak. İtiraz edilmesi halinde taraflara 2 aylık görüşme süresi tanınacak, bu süre içinde talep edilmesi halinde 3 aya kadar ek süre verilecek. İtiraz gerekçeleri: Tüzükte belirtilen şartlara uygun olmama; jenerik terim haline dönüşme (Madde 42); başvurusu / tescili gerçekleşmiş önceki coğrafi işaret ile eşsesli (homonymous) olma (Madde 43); tanınmış / iyi bilinen marka ile benzer olma (Madde 44.2) veya ticaret sırasında kullanılan benzer bir ismin / markanın varlığına zarar verme yahut coğrafi işaret başvurusunun yayımından en az 5 yıl önce piyasaya yasal olarak sunulmuş ürünlerin varlığına zarar verme olarak özetlenebilir. (Madde 14 ve 15)
İtiraza dayanak oluşturacak ürün şartnameleri elektronik olarak yayımlanacak ve itirazlar hakkında verilen kararlar kamu erişimine açık olacak. (Madde 16)
Madde 14, 15 ve 16 ile ilgili olarak üye ülkeler, gerekli tüm bilgileri içeren etkili bir idari süreç oluşturup kamu erişimine sunacaklar. Bu kapsamda üye ülkeler, AB Komisyonu ve EUIPO, Madde 35 uyarınca oluşturulacak Danışma Kurulu ile iletişim içinde olacak. (Madde 18)
Tarım dışı ürünlerle ilgili ulusal coğrafi işaret koruma sistemi bulunmadığını gösteren kanıtlar ile, bu tür ürünler için coğrafi işaret koruması sağlanmasına ilişkin yerel talebin az olduğunu gösteren unsurlarla birlikte 30 Kasım 2024 tarihine kadar derogasyon talebinde bulunan üye ülkeler, tescil için ulusal yetkili otorite belirleme şartından muaf olabilecek. Ancak süreç içinde söz konusu üye ülkeden fazla sayıda başvuru yapılırsa AB Komisyonu derogasyon kararını geri çekebilecek. (Madde 19)
Hakkında derogasyon kararı bulunan AB üyesi ülkenin başvuruları doğrudan EUIPO’ya yapılacak ve bu durumda Madde 25 hükümleri uygulanacak (direct registration procedure). Ancak bu madde, AB üyesi olmayan yani üçüncü ülkeler için uygulanmayacak. (Madde 20)
AB düzeyindeki tescil prosedürü; AB üyesi ülkenin yetkili otoritesi tarafından tamamlanan ulusal aşamayı; Madde 20 kapsamındaki doğrudan yapılan başvuruları ve üçüncü ülkelerden yapılan başvuruları kapsar. Ancak AB’nin taraf olduğu uluslararası anlaşmalar ile Cenevre Metni uyarınca işlem gören coğrafi işaretler bu kapsamda yer almazlar. (Madde 21)
Üçüncü ülke kaynaklı başvurular, söz konusu ülkenin yasal düzenlemelerine bağlı olarak doğrudan başvuru yapanlar veya yetkili otoriteler tarafından yapılabilir ancak her koşulda, başvuru yapanlar ve yetkili otoriteler birlikte tescil sürecinin tarafı olarak kabul edilecek. EUIPO’ya yapılacak tüm başvurular, Madde 67 ile düzenlenen dijital sistemi kullanacak. EUIPO başvuruları, “Birlik Sicili”nde (Union Register) yayımlayacak. AB Komisyonu, başvuruların hazırlanması, EUIPO’ya sunulması vb. hususlarda tasarrufta bulunma yetkisine sahip. (Madde 22)
EUIPO’ya iletilen başvurular, 6 ay içinde incelenecek ve makul nedenlerle inceleme süresi uzayacaksa durum başvuru yapana yazılı olarak bildirilecek. Başvurunun özellikle üçüncü ülke kaynaklı olması halinde, başvuru yapandan veya ilgili ülkenin yetkili otoritesinden ilave bilgi istenebilecek. İncelemeyi yapacak Coğrafi İşaretler Birimi, Danışma Kurulundan görüş talep edebilecek. Tespit edilecek eksikliklerin giderilme süresi 2 ay. İnceleme sürecini başarıyla tamamlayan başvuruların tek belgesi ile şartnamesine ilişkin referans, AB’nin tüm resmi dillerinde ve elektronik olarak AB Sicilinde yayımlanacak. (Madde 23)
Yayımlanan başvurulara karşı itiraz süresi 3 ay. İtiraz incelenebilir durumda ise, 2 ay içinde taraflar karşılıklı görüşmeye davet edilecek. Taraflara, anlaşmaya varılabilmesi için en fazla 3 ay süre tanınacak, bu süre içinde talep edilmesi halinde en fazla 3 ay ek süre verilecek. Coğrafi İşaretler Birimi, Danışma Kurulundan görüş talep edebilecek. Başvuru yapan, görüşmelerin tamamlanmasından itibaren 1 ay içinde sonucu EUIPO’ya bildirecek. Başvurunun yayımlanan bilgilerinde değişiklik olmuşsa EUIPO yeni bir inceleme yapacak ve uygun bulması halinde yeniden düzenlenmiş başvuruyu yayımlayacak. AB Komisyonu, itirazlarla ilgili her konuda uygulama yönetmelikleri düzenleyebilecek. (Madde 25)
AB Komisyonu; başvurunun tescilinin kamu düzenine aykırı olabileceği veya başvurunun tescilinin ya da reddedilmesinin AB’nin dış ilişkilerine veya ticaretine zarar verebileceği durumlarda, tescil prosedürünün herhangi bir aşamasında resen veya EUIPO ya da AB üyesi ülkenin yetkili otoritesinin talebi üzerine başvuru üzerinde karar verme yetkisini üzerine alabilecek. Bu hüküm, şartnamede değişiklik ve iptal durumlarında da uygulanacak. (Madde 30)
Tescilin iptali şartları arasında, tescilli coğrafi işareti taşıyan ürünün kesintisiz olarak en az 5 yıl piyasada bulunmaması yer almakta. (Madde 32)
EUIPO’nun kararlarına karşı 2 ay içinde yazılı olarak Temyiz Kuruluna başvuruda bulunulabilecek. (Madde 33)
Coğrafi İşaretler Birimi; başvuru inceleme, şartnamede değişiklik talebi inceleme, başvuru veya şartnamede değişiklik talebine itiraz, AB Siciline kayıt ve tescilin iptali talebini inceleme işlerinden sorumlu. İptal talebi, en az biri hukukçu olmak üzere 3 kişilik kurul tarafından incelenirken diğer işlemler, uygun yeterliğe sahip tek bir uzman tarafından yürütülebilecek. (Madde 34)
Danışma Kurulu: kalite kriterlerinin değerlendirilmesi; ürünün ün kazandığının tespiti; bir ismin jenerik hale dönüşüp dönüşmediğinin değerlendirilmesi; ürünle coğrafi sınır arasındaki ilişkinin incelenmesi; tüketici nezdinde karıştırma riskinin değerlendirilmesi; markalar, eşsesli isimler ve piyasaya sunulan ürünlerin meşru olup olmadığının değerlendirilmesi vb. konulardan sorumlu. Coğrafi İşaretler Birimi ile Temyiz Kurulu tarafından talep edildiği takdirde görüş verecek. Danışma Kurulu, yenilenebilir olarak en fazla 5 yıllığına görevlendirilen ve çıkar çatışması olmayan 3 kişiden oluşacak; kararları bağlayıcı olmayacak. Gerekli görülen durumlarda coğrafi işaretlerle veya başvuruya konu ürünle ilgili olarak yetkilendirilmiş uzmanlar (recognised experts) davet edilerek görüşleri alınabilecek. (Madde 35)
AB Markası sistemine ilişkin 2017/1001 sayılı AB Tüzüğünün 165. Maddesi kapsamında oluşturulan temyiz kurulunun görev kapsamına, bu yeni tüzük de dâhil oluyor. (Madde 36)
EUIPO; erişimi kolay ve makine tarafından okunabilir olan elektronik bir AB Sicili kuracak. Reddedilen başvurular ile iptal edilen tescillere ilişkin tüm kayıtlar sadece, ilgili işlemi takip eden 10 yıllık bir dönem için saklanacak. (Madde 37)
Coğrafi işaretlerin koruma kapsamı, jenerik hale dönüşme ve eşsesli coğrafi işaretler ile coğrafi işaret-marka ilişkisi konuları, AB düzeyinde tarım ürünleri için 2024/1143 sayılı AB Tüzüğü ile aynı şekilde düzenlenmiş durumda. (Madde 40, 42, 43 ve 44)
Üretilmiş bir ürünün (manufactured product) bir parçasını / bileşenini gösteren coğrafi işaret, tescil ettirenin izni olmaksızın söz konusu ürünün satış adında kullanılamayacak. (Madde 41)
Tarım ürünleriyle ilgili olarak 664/2014 sayılı AB Yönetmeliği kapsamında oluşturulan mahreç işareti amblemi, tarım dışı ürünler için de kullanılacak. (Madde 48)
AB ülkeleri, coğrafi işareti taşıyan ürünün tescile uygunluğunun sağlanmasını ve elektronik ticaret de dâhil olmak üzere piyasa gözetimini yapmak üzere; objektif, bağımsız, şeffaf, nitelikli personel ve gerekli teknik kaynaklara sahip olan denetim yetkilisi otorite belirleyecek. (Madde 49 ve 50)
Coğrafi işaretli ürünün üreticisi ürününü piyasaya sunmadan önce, bu Tüzüğün 1 numaralı ekindeki ayrıntılı formu kullanarak yetkili denetim otoritesine, ürünlerinin tescile uygun olduğuna dair “öz beyan” (self-declaration) sunacak. “Yeterlilik beyanı” niteliğindeki öz beyan, ürün piyasaya sunulduktan sonra her 3 yılda bir tekrar sunulacak. Ancak bu beyan, yetkili denetim otoritesinin denetim yapma zorunluluğunu ortadan kaldırmayacak. Öncelikle beyandaki bilgiler kontrol edilecek ve uygun bulunursa ürün üzerinde coğrafi işaretin kullanılabileceği onaylanacak. Ürünün piyasaya sunulmasından önceki ve sonraki aşamaları kapsayan denetimler, risk analizine dayalı olarak “yetkili denetim otoritesi” (kamu kurumları) veya bir/birkaç “ürün belgelendirme kuruluşu/gerçek kişi” tarafından yapılabilecek. (Madde 51). Denetime ilişkin yetkinin “ürün belgelendirme kuruluşuna/gerçek kişiye” devri ve diğer ilgili detaylar, Madde 55, 56 ve 57 ile düzenlenmiş durumda.
Üçüncü ülkelerinki de dâhil olmak üzere, denetime yetkili otoritelerin ve ürün belgelendirme kuruluşlarının isimleri ve iletişim bilgileri, EUIPO tarafından kamu erişimine sunulacak. (Madde 58)
Ürün belgelendirme kuruluşlarının, güncellenmiş versiyonları da dâhil olmak üzere aşağıdaki şartlardan birine göre, AB tarafından kabul edilen kurumlar tarafından akredite edilmiş olmaları gereklidir. (Madde 59)
EN ISO/IEC 17065 (ürün, süreç ve hizmet belgelendirme kuruluşları için şartlar), EN ISO/IEC 17020 (denetim yapan çeşitli türdeki kuruluşlar için şartlar) ve EN ISO/IEC 17025 (test ve kalibrasyon laboratuvarları için şartlar)
Uluslararası kabul gören diğer ilgili standartlar.
AB üyesi ülkeler, 1 Aralık 2025 tarihine kadar coğrafi işaret ihlalleri hakkında uygulayacakları cezaları AB Komisyonuna bildirecekler. (Madde 61)
Denetim ve ihlal konuları başta olmak üzere, AB üyeleri arasında karşılıklı yardım ve işbirliği öngörülmekte. (Madde 62)
Başvuru ve diğer işlemlere ilişkin ücret öngörme, üye ülkelerin inisiyatifine bırakılırken EUIPO, vereceği hizmetlerden ücret alacak. (Madde 65)
EUIPO’ya yapılacak talepler, AB’nin resmi dillerinden birinde olacak. (Madde 66)
EUIPO; başvuru ve diğer taleplerin sunulması ile gerekli bilgilerin yayımlanması için AB’nin tüm resmi dillerinde dijital bir portal oluşturacak. Portal, AB üyesi ülkeler tarafından yürütülecek ulusal aşamada da kullanılabilir nitelikte olacak. (Madde 67)
AB Komisyonu yürüteceği faaliyetlerde, Sanat Ürünleri ve Endüstriyel Ürünler Komitesi tarafından desteklenecek. (Madde 68)
2 Aralık 2026 tarihi itibarıyla, AB üyesi ülkelerde sanat ürünleri ve endüstriyel ürünler için sağlanmakta olan coğrafi işaret koruması sona ereceğinden, bu tarihe kadar AB Komisyonu ve EUIPO’ya bu Tüzükte öngörülen bildirimlerin yapılması gerekli. (Madde 70)
AB ülkeleri AB Komisyonuna, 2 Aralık 2026 yılından başlamak üzere her 5 yılda bir: denetimlerin sonuçlarını ve denetim stratejilerini; sunulan öz beyanların uygunluk durumlarını; yetkili otorite / ürün belgelendirme kuruluşlarınca yapılan denetimlerin durumlarını; piyasa gözetim faaliyetlerinin durumlarını; çevrimiçi gerçekleşen haksız kullanımları vb. hususları raporlayacak. (Madde 71)
AB Komisyonu, 2 Aralık 2030 yılından başlamak üzere her 5 yılda bir, bu Tüzüğün uygulanması hakkında rapor ve öneriler hazırlayacak. Raporda ayrıca, Tüzük uyarınca sağlanan korumanın coğrafi sınırda veya başka yerlerde yarattığı değer irdelenecek. AB Komisyonu 2 Haziran 2026 tarihine kadar, sanat ürünleri ve endüstriyel ürünlerin alan adı sistemindeki kötüye kullanımı hakkındaki fizibilite çalışmasının değerlendirmesini yapacak ve bulgularını, önerileriyle birlikte AB Parlamentosu ve Konseyine sunacak. (Madde 72)
2023/2411 sayılı AB Tüzüğünün uygulanmaya başlayacağı 1 Aralık 2025 tarihine kadar yapılması gereken önemli işlere yukarıda değindik. İlave olarak, uygulama yönetmeliği ile kılavuzların hazırlanmasının beklendiğini söyleyebiliriz.
Önemli bir başlangıç yapacak EUIPO’ya kolaylıklar dileriz.
Popüler Kültürün ve Kişisel Tanınmışlığın Kamuoyundaki Algıya Etkisi ve Buna İlişkin Kamu Düzeni/Genel Ahlak Değerlendirmelerine Işık Tutacak Bir Karar
Uyuşmazlığın geçmişi
Başvuru sahibi ESCOBAR INC. 30 Eylül 2021 tarihinde, “Pablo Escobar” ibaresini kelime markası olarak tescil ettirmek için Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi (EUIPO)’ne başvuruda bulunmuştur. Söz konusu marka başvurusu oldukça geniş bir mal ve hizmet listesi için tescil edilmek istenmiş ancak 1 Haziran 2022 tarihinde yapılan inceleme sonucunda, söz konusu başvuru Avrupa Birliği Marka Tüzüğü’nün 7/1-f maddesi uyarınca kamu düzenine ve ahlaki ilkelere aykırılık gerekçesiyle tüm mal ve hizmetler bakımından reddedilmiştir.
Ret kararı akabinde başvuru sahibi 26 Temmuz 2022 tarihinde kararın iptali için EUIPO Temyiz Kuruluna (“Temyiz Kurulu”) başvurmuş, ancak Temyiz Kurulu söz konusu başvurunun kamu düzenine ve kabul edilmiş ahlak değerlerine aykırı olduğu gerekçesiyle itirazları reddetmiştir.
Tüm idari sürecin tamamlanması akabinde başvuru sahibi Temyiz Kurulu tarafından verilmiş olan kararın, Tüzüğün 7/1-f maddesine aykırı olması, usulü bir itiraz olan yine Tüzüğün 94/1 maddesinin ihlal edilmiş olması ve AB Temel Haklar Şartı’nın 48/1 maddesinde yer alan “Masumiyet Karinesinin” ihlal edilmiş olması gerekçeleriyle Avrupa Birliği Adalet Divanı Genel Mahkemesine (“Genel Mahkeme”) başvurmuştur.
Yapılan bu itirazlar Genel Mahkeme tarafından incelenmiş ve 17 Nisan 2024 tarihli T‑255/23 sayılı kararla sonuçlandırılmıştır.
Söz konusu kararın ayrıntılarına geçmeden önce kararda da bolca atıfta bulunan Pablo Escobar’ın hayatına kısaca değinmemiz faydalı olacaktır. Özellikle geçtiğimiz yıllarda yayınlanmış olan Narcos dizisi ile birlikte bilmeyeni oldukça aza inmiş olan Pablo Escobar, 1 Aralık 1949 tarihinde Kolombiya’da doğmuştur. Söylenenlere göre yasa dışı işlerine gençlik yıllarında sahte diploma satarak başlamış ve bu yasa dışı fiillerini müzik seti kaçakçılığı, mezar taşı hırsızlığı ile araba hırsızlığı takip etmiştir. İlk kez bu fiillerinden dolayı tutuklanmış ancak bu tutukluluk onun, ileride dizilere konu olacak, 1970’li yıllarda kurulan Medellin kartelinin kilit adamı olmasının önüne geçememiştir. Söz konusu kartel ile birlikte zenginliğine zenginlik katmış ve kaçak olduğu dönemde kızını sıcak tutabilmek için 2 milyon doları yakmış olmasıyla zihinlere kazınmıştır.
Sadece yönettiği kartel ile değil sahip olduğu hayvanat bahçesinde 200’e yakın hayvan çeşidine ev sahipliği yapmasıyla akıllara kazınmıştır. Ölümü akabinde ise sahipsiz kalan su aygırlarının kontrolsüz çoğalması ile çiftliklerin birçoğu ve halk zarara uğramıştır.
Bahsi geçen ve dahası olan kötü ününün yanında yoksullar için yaptırdığı hastaneler, stadyumlar, konutlar sebebiyle halkın bir kısmı tarafından Robin Hood olarak anılmaktadır. Bu popülaritesi 1982 yılında yedek kongre üyeliğe seçilmesiyle kanıtlanmıştır. Ancak, suç faaliyetlerini ortaya döken bir kampanyanın sonucunda istifa etmek durumunda kalmıştır.
1991 yılında polise teslim olmayı kabul etti ve şartı kendi hapishanesini inşa etmesine izin verilmesiydi. Yetkililer tarafından kabul edilen bu talep sonucunda gece kulübü, saunası, şelalesi olan bir hapishane inşa edilmiş oldu. Fakat söz konusu lüks hapis hayatı uzun sürmedi daha az konforlu bir hapishaneye sevk edilirken kaçtı ve tekrar yakalanma süreci sırasında öldürüldü.
2017/1001 sayılı Tüzüğün 7/1-f maddesinin ihlali iddiasıyla ilgili itirazlar
Başvuran, kamu ahlakı ve ahlak ilkelerinin üye devletten üye devlete değişebileceğini, söz konusu ilkeleri Avrupa Birliği (“AB”) kapsamında genellemenin mümkün olmadığını, dolayısıyla yapılacak olan incelemelerde söz konusu ilkelerin dar yorumlanması gerektiği halde toplumun tamamına mal edilerek bir değerlendirme yapılmış olmasının yanlış olduğunu belirtmiştir.
Başvurana göre Temyiz Kurulu, İspanyol halkının, söz konusu markayı ahlaka aykırı olarak değerlendirip değerlendirmediğini incelememiş, bunun yerine 7/1-f maddesini oldukça geniş bir şekilde uygulamıştır. Oysaki Pablo Escobar, Kolombiya’da yoksul insanlar adına yapmış olduğu birçok hayırsever girişimleriyle bilinen, milyonlar tarafından izlenilen ve sevilen bir dizi ile yaşamı ele alınan ve Kolombiya’nın Robin Hood’u olarak anılan bir kimse olarak belirtilmiştir.
Kolombiya’nın Robin Hood’u göndermesinden yola çıkılarak, bu ibarenin Tüzüğün 7/1-f maddesine aykırı bulunmayarak tescil edilebilirliği sorgulanmış, benzer markaların AB genelinde tescilli olmasına karşın bu argümanların Temyiz Kurulu tarafından dikkate alınmamasının eksik bir değerlendirmeye sebep olduğu vurgulanmıştır. Çünkü başvurana göre benzer bir örnek olan Robin Hood karakteri her ne kadar hırsızlar ile özdeşleştirilmiş olsa da Pablo Escobar ibaresinin karşılaştığı sonuçlar ile karşılaşmamıştır.
2017/1001 sayılı Tüzüğün 94/1 maddesinin ihlali iddiasıyla ilgili itirazlar
Başvurana göre Temyiz Kurulu 7/1-f maddesine dayanarak ortaya koyduğu ret sebeplerini açık bir şekilde belirtme yükümlülüğünü yerine getirmemiş ve Tüzüğün 94/1 maddesini ihlal etmiştir. Temyiz Kurulunca yapılan incelemelerde, başvuran tarafından belirtilen aynı özelliklere sahip benzer tescillerin hiçbir şekilde dikkate alınmaması, mevcut davada aynı yönde bir karar vermenin gerekli olup olmadığının özel bir dikkatle irdelenmemesi sebepleriyle içtihada aykırı bir yargılama yapıldığı belirtilmiş ve usule itiraz edilmiştir.
AB Temel Haklar Şartı’nın 48/1 maddesinin ihlaline ilişkin itirazlar
Başvuran Temyiz Kurulu’nun kamu düzeni ve kabul edilmiş olan ahlak ilkeleri altında çok geniş bir takdir yetkisine sahip olduğunu ve bu yetkiyi kullanırken “Masumiyet Karinesinin” ihlal edildiğini ileri sürmüştür. Yapılan değerlendirmelerde, ilgili kamu ile başvuru sahibi arasındaki menfaat dengesinin göz ardı edildiğine vurgu yapmıştır. Başvurana göre, Pablo Escobar’ın herhangi bir mahkumiyeti bulunmamaktadır ancak mahkûm edilmeden önce polis tarafından öldürüldüğü için mahkûm edilmediği ön kabulü doğrultusunda taraflı davranıldığı ve kamu düzeni/ahlak ilkeleri altında orantısız bir yetki kullanıldığını belirtmiştir.
EUIPO savunmasında tüm itiraz gerekçelerinin haksız olduğunu belirtmiştir.
Genel Mahkeme tarafından yapılan değerlendirmeler
1. 2017/1001 sayılı Tüzük’ün 7/1-f maddesinin ihlali iddiasıyla ilgili olarak Genel Mahkeme; başvuranın ortaya attığı argümanları değerlendirmiş ve kamu düzeni/genel ahlak gibi ilkeler bakımından yalnızca AB’nin tüm üye devletlerinde ortak olan koşulların değil aynı zamanda her bir üye devletin söz konusu devletlerdeki ilgili kamuoyunun algısını etkilemesi muhtemelen olan özel koşulların da dikkate alınarak inceleme yapılması gerektiğini vurgulamıştır. Kaldı ki başvuran tarafından İspanyol halkının algısının dikkate alınmadığı belirtilmiş olmasına karşın, özellikle bu halkın algısının dikkate alındığı ve halkın ihmal edilemeyecek bir çoğunluğunun Pablo Escobar’ı uyuşturucu baronu olarak gördüğü ve narko-terörizm sembolü olarak algıladığı belirtilmiştir.
Pablo Escobar’ın atıfta bulunulan suçlarla ilişkilendirilmesi İspanya halkının azımsanmayacak çoğunluğu tarafından pek tabi AB üyesi ülkelerinin de tamamı bakımından etik ve ahlaki değerlere ters düştüğü inkâr edilemez bir gerçek olarak görülmüş ve Temyiz Kurulu tarafından yapılan değerlendirmelerde bu hususlar temellendirilmiştir.
Dolayısıyla, söz konusu markanın tescili halinde Pablo Escobar’ın lideri olduğu Medellin karteli tarafından zarara uğramış, can ve mal kayıplar vermiş binlerce insanın çektiği acıların önemsizleştirilmesi kabul edilebilir bulunmamıştır. Ortaya çıkan bu sonuçlar doğrultusunda, Pablo Escobarı’ın Kolombiya’nın Robin Hood’u olarak anılmasının, yaşanılanların görmezden gelinmesini mümkün kılmadığı ve değersizleştiremeyeceği belirtilmiştir.
2. İkinci olarak Tüzüğün 94/1 maddesinin ihlaline ilişkin itirazlar değerlendirilmiş ve Temyiz Kurulu’nun vermiş olduğu kararlarda tüm gerçeklere ve hukuki noktalara değinme yükümlülüğü olmaksızın açık ve net bir şekilde değerlendirmelerini ortaya koyma yükümlülükleri olduğunu ve bunun yerine getirildiği belirtilmiştir.
Kaldı ki Temyiz Kurulu’nun, tarafların kendilerine sunduğu her argüman hakkında görüş bildirmek zorunda olmadığını, belirleyici öneme sahip olgulara ve hukuki değerlendirmelere atıfta bulunulmasının yeterli olduğunu konuya ilişkin bir içtihada atıfta bulanarak belirtmiştir[1].
Somut olay bakımından redde gerekçe olan kamu düzeni ve kabul edilmiş olan ahlak ilkelerine aykırılığın açık ve net bir şekilde gerekçelendirildiği vurgulanmıştır.
Ek olarak, benzer markalar bakımından var olan tescillerin dikkate alınmadığı ve aynı yönde karar verilmediği itirazları bakımından ise eski yıllarda yaşamış, haklarındaki saldırganlık yönündeki kamu algısının zamanla azalmış olabileceği suçluların isimleriyle ilgili tesciller ile Pablo Escobar ibaresinin karşılaştırılabilir olmadığını, Temyiz Kurulu’nun verilmiş olan eski kararlar ile bağlı olmadığını, olsa dahi Pablo Escobar’ın popülaritesini ortaya koyan kanıtların, bu popülaritenin kamuoyu önünde iyi yönde olacağı anlamı taşımadığını belirtmiştir.
3. Son olarak, Genel Mahkeme AB Temel Haklar Şartı’nın 48/1 maddesine ilişkin itirazları değerlendirmiş ve verilen karar ile “Masumiyet Karinesi”nden sapılmadığını, tarafların menfaat dengesinin korunduğunu vurgulamıştır. Genel Mahkeme’ye göre Pablo Escobar’ın Kolombiya’da ya da herhangi bir Amerikan veya Avrupa mahkemesi tarafından mahkûm edilmemiş olmasına rağmen dönemin Kolombiya Hükümeti ile yapılan bir anlaşmanın parçası olarak gönüllü bir şekilde hapis yatmayı kabul etmiş olması, halk genelindeki algısını değiştirmemiş tam tersi söz konusu olduğu büyük acılara neden olan organize suçun saldırgan bir sembolü olarak algılanmasını tersi yönde etkilememiştir.
Tüm bu açıklamalar doğrultusunda Genel Mahkeme davanın reddedilmesine karar vermiştir. Bu noktada karar; popüler kültürü şekillendiren ve Dünya’nın bir çoğunluğu tarafından bilinen karakterlerin/kimselerin; diziler, belgeseller, filmler ile tanınmış hale gelmelerinin, sahip oldukları popülariteyi ve tanınmışlığı olumlu yönde etkilese de kamuoyu önündeki algıyı değiştirmediği ortaya konmuştur. Özellikle son yıllarda, katillere ilişkin belgesellerin, gerçek yaşanmış olaylara dayanan suç dizilerinin bu denli yaygınlaşmış ve talep görüyor olmasının; ele alınan karakterlerin kamu politikalarına ve genel ahlak ilkelerine aykırılıklarını etkilemeyeceği ortaya konmuştur.
Hem EUIPO hem ABAD tarafından yapılan değerlendirmelerde tanınmışlığın ve popülaritenin mutlaka olumlu olarak algılanmaması gerektiği ve lehe yorumlanarak kamu düzeni ile kabul edilen ahlak değerlere aykırılık hususlarını ortadan kaldırmasının mümkün olmadığı bir kez daha vurgulanmıştır.
Son durumda, Pablo Escobar’ın karşılaştığı problemler ile başa çıkma yolu olan “plata o plomo”[2]nun söz konusu başvuru için uygulanabilir olamaması sürecin başvuran lehine dönmesi imkansız hale getirmiştir.
13-24 Mayıs 2024 tarihleri arasında Dünya Fikri Mülkiyet Teşkilatı (WIPO)’nın Cenevre’deki merkezinde düzenlenen Diplomatik Konferans, fikri haklar alanında yeni bir uluslararası andlaşmanın kabul edilmesiyle sona erdi.
Türkçe resmi adı henüz duyurulmuş olmasa da, İngilizce adı “WIPO Treaty on Intellectual Property, Genetic Resources and Associated Traditional Knowledge” olan bu andlaşmayı yazı boyunca “Fikri Mülkiyet, Genetik Kaynaklar ve Bağlantılı Geleneksel Bilgi Hakkında WIPO Andlaşması” olarak anacağız.
Genetik Kaynaklar ve Geleneksel Bilginin fikri haklarla kesişimi alanındaki ilk uluslararası andlaşma olan “Fikri Mülkiyet, Genetik Kaynaklar ve Bağlantılı Geleneksel Bilgi Hakkında WIPO Andlaşması”, bu yönüyle dikkat çekicidir ve özellikle patent başvurularında, eğer varsa, genetik kaynakların ve geleneksel bilginin kökeninin açıklanması yükümlülüğünü getirmesi yönündeki hükümleriyle önem arz etmektedir.
Andlaşma hakkında uluslararası görüşmeler 2001 yılında başlamış ve 20 yılı aşkın süre boyunca andlaşmanın kabul edilebilmesi için çaba verilmiştir.
Giriş bölümüne ilaveten on yedi maddeden oluşan ve nispeten kısa sayılabilecek andlaşmanın, İngilizce tam metninin bu bağlantıdan görülmesi mümkündür.
Andlaşmanın birinci maddesinde, andlaşmanın amacı “(a) Genetik kaynaklara ve genetik kaynaklarla bağlantılı geleneksel bilgiye ilişkin olarak patent sisteminin etkinliğinin, şeffaflığının ve kalitesinin artırılması ve (b) Genetik kaynaklara ve genetik kaynaklarla bağlantılı geleneksel bilgiye ilişkin olarak yeni veya buluş niteliğinde olmayan patentlerin hatalı biçimde korunmasının engellenmesi” olarak tanımlanmıştır.
Andlaşmanın ikinci maddesinde tanımlar yer alırken, andlaşmanın can alıcı maddelerinin üçüncü ila altıncı maddeler olduğu görülmektedir.
Üçüncü maddenin birinci fıkrasının (a) bendi, patent başvurusuyla korunması talep edilen buluşun genetik kaynaklara dayanması halinde, taraf ülkelerin başvuru sahiplerine genetik kaynağın menşei ülkesini açıklama zorunluluğu getireceğini düzenlemektedir. Aynı fıkranın (b) bendi ise, (a) bendinde belirtilen ülkenin bilinmemesi halinde açıklama yükümlülüğünün genetik kaynağın kökenine (source of the genetic resources)[1] ilişkin olacağını belirtmektedir.
Üçüncü maddenin birinci fıkrasının (b) bendi, patent başvurusunda korunması talep edilen buluşun genetik kaynaklarla bağlantılı geleneksel bilgiye dayanması halinde, taraf ülkelerin başvuru sahiplerine genetik kaynaklarla bağlantılı geleneksel bilgiyi sağlayan yerli topluluğu veya yerel halkı açıklama zorunluluğu getireceğini düzenlemektedir. Aynı fıkranın (b) bendi ise, (a) bendinde belirtilen bilginin bilinmemesi halinde açıklama yükümlülüğünün genetik kaynaklarla bağlantılı geleneksel bilginin kökenine (source of the traditional knowledge associated with genetic resources)[2] ilişkin olacağını belirtmektedir.
Üçüncü maddenin diğer fıkraları, açıklanacak bilgiye ilişkin olarak andlaşma tarafı ülkelerin yükümlülüklerini düzenlemektedir ve beşinci fıkra ilgili ülke ofislerinin açıklamanın doğruluğunu onaylamakla (kontrol etmekle) yükümlü olmadığını düzenlemektedir. Bu noktada andlaşma boyunca Ofis tabiriyle anılan otoritelerin, andlaşma tarafı ülkelerde patent korunmasından sorumlu olan kamu otoriteleri olduğu da belirtilmelidir.
Andlaşmanın dördüncü maddesi, andlaşma hükümlerinin taraf ülkeler bakımından geçmişe yürümeyeceğini özellikle belirtmektedir. Buna göre, andlaşmanın ilgili taraf ülke bakımından yürürlüğe girmesinden önceki tarihlerde yapılmış patent başvuruları, andlaşma hükümlerinden etkilenmeyecektir.
Yaptırımları ve telafi yöntemlerini düzenleyen beşinci madde; her taraf devletin, üçüncü maddede belirtilen bilgi açıklama yükümlülüğünün sağlanmaması halinde uygun, etkili ve ölçülü idari ve yasal tedbirleri alabileceğini belirtmektedir. Buna karşın ikinci fıkraya göre, açıklama yükümlülüğün yerine getirilmemesine ilişkin yaptırımların uygulanmasından önce ilgili eksikliğin giderilmesi için imkan verilecektir. Bu fıkranın istisnası olan hal ise, beşinci madde mükerrer ikinci fıkrada (Article 5.2 (bis) yer almaktadır. Beşinci maddenin dördüncü fıkrasına göre, açıklama yükümlülüğünün yerine getirilmemesi, patent haklarının iptali, hükümsüzlüğü veya uygulanamaz kabul edilmesi için tek başına gerekçe teşkil etmeyecektir. Beşinci fıkraya göre ise, açıklama yükümlülüğüne ilişkin olarak hile içeren niyet tespit edilirse, her taraf devlet kendi ulusal mevzuatı uyarınca koruma sonrası yaptırımları kabul edebilecektir.
Andlaşmanın altıncı maddesi, genetik kaynaklara ve genetik kaynaklarla bağlantılı gelenek bilgiye ilişkin olarak taraf ülkelerin veritabanları kurabileceğini düzenlemektedir. Bu maddenin ikinci fıkrasına göre, bu tip veritabanları patent başvurularının araştırılması ve incelenmesi için Ofislere açık olacaktır.
Andlaşmanın kalan maddeleri, andlaşmanın yürürlüğe girişi, onaylanması, idaresi, revizyonu, taraf ülkelerin oluşturacağı birlik ve diğer idari konularla ilgilidir.
Diplomatik Konferans sonucunda andlaşma imzaya açılmıştır ve andlaşmayı imzalayan 15 ülkenin andlaşmaya taraf olma prosedürlerini tamamlamasının ardından “Fikri Mülkiyet, Genetik Kaynaklar ve Bağlantılı Geleneksel Bilgi Hakkında WIPO Andlaşması” yürürlüğe girecektir.
6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu (SMK) madde 90(4)’e bakıldığında, ulusal mevzuatımızın genetik kaynağa ve genetik kaynakla bağlantılı geleneksel bilgiye ilişkin açıklama yükümlülüğünü düzenlediği görülmektedir: “(4) Buluş, genetik kaynağa veya genetik kaynakla bağlantılı geleneksel bilgiye dayanıyorsa bu kaynağın nereden alındığına ilişkin açıklamaya, patent başvurusunda yer verilir.”
Uluslararası andlaşmanın diğer hükümlerine yönelik olarak, SMK’nın uyum düzeyi ise elbette daha detaylı ve teknik bir inceleme gerektirecektir.
Diplomatik Konferans’a ilişkin belgeler incelendiğinde, Türkiye’nin konferansa kalabalık bir delegasyonla katıldığı görülmektedir. Bu durum da konuya verilen önemin göstergesi olması anlamında önemlidir.
Türkiye’nin “Fikri Mülkiyet, Genetik Kaynaklar ve Bağlantılı Geleneksel Bilgi Hakkında WIPO Andlaşması”na katılım niyeti veya böyle bir niyet varsa öngörülen takvim hakkında şu an için bilgimiz bulunmamaktadır. Bununla birlikte; patent başvuruları/koruması yoluyla gerçekleştirilen biyokorsanlığın önüne geçme çabalarının uluslararası düzeydeki yansıması olan bu andlaşmanın ülkemizde de kamuoyunda karşılık bulacağını tahmin ediyoruz.
[1] Andlaşmanın ikinci maddesinde yer alan tanımlara göre: “Source of genetic resources” refers to any source from which the applicant has obtained the genetic resources, such as a research center, gene bank, Indigenous Peoples and local communities, the Multilateral System of the International Treaty on Plant Genetic Resources for Food and Agriculture (ITPGRFA), or any other ex situ collection or depository of genetic resources.
[2] Andlaşmanın ikinci maddesinde yer alan tanımlara göre: “Source of traditional knowledge associated with genetic resources” means any source from which the applicant has obtained the traditional knowledge associated with genetic resources, such as scientific literature, publicly accessible databases, patent applications and patent publications.
Yürürlüğe girmiş ve uygulanmakta olan bir kanun hükmünün, 18.10.1982 tarihli ve 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na (Anayasa) aykırı olup olmadığına ilişkin Anayasa Mahkemesi (AYM) tarafından yapılan inceleme, anayasa hukukunda “somut norm denetimi” olarak ifade edilmektedir.
Somut norm denetimi, Türk fikrî mülkiyet hukukunun aşina olduğu bir uygulamadır. Nitekim Kanun Hükmünde Kararnameler Dönemi’nde, mevzuatın çeşitli hükümlerine ilişkin somut norm denetimi yolu işletilmiştir. İncelemeye konu AYM kararı ise 22.12.2016 tarihli ve 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu’na (SMK) yönelik, bizim tespit edebildiğimiz, ilk somut norm denetimine ilişkindir.
Ankara 4. Fikrî ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesi tarafından görülmekte olan; tecavüzün tespiti, önlenmesi ve durdurulması istemiyle açılan bir dava sırasında; marka, patent veya tasarım hakkı sahibinin, kendi hakkından daha önceki rüçhan veya başvuru tarihine sahip hak sahiplerinin açmış olduğu tecavüz davasında, sahip olduğu sınai mülkiyet hakkını savunma gerekçesi olarak ileri süremeyeceğine ilişkin SMK m.155 hükmünün; mülkiyet hakkı, hak arama hürriyeti, eşitlik ve hukuk devleti ilkeleri bağlamında Anayasa’ya aykırı olduğu iddiasıyla somut norm denetimi yolu işletilerek, anılan hükmün iptali için AYM’ye itirazda bulunulmuştur.
AYM; 20.05.2024 tarihli ve 32551 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan 01.02.2024 tarihli ve E.2023/95, K.2024/34 sayılı kararı[1] ile, iptali talep edilen hükmün, mülkiyet hakkına, Anayasa m.13 hükmü kapsamında ölçülü bir sınırlama getirdiğini ve bu bağlamda hükmün Anayasa’ya uygun olduğunu belirtilerek, itirazın reddine oybirliğiyle karar vermiştir.
Anayasa m.152/4 hükmüne göre; AYM’nin, işin esasına girerek verdiği ret kararının Resmî Gazete’de yayımlanmasından sonra on yıl geçmedikçe aynın kanun hükmünün Anayasa’ya aykırılığı iddiasıyla tekrar başvuruda bulunulması mümkün değildir. Bu hüküm kapsamında somut norm denetimi, iptali talep edilen normun varlığının devamı için hem büyük bir risk oluşturma hem de üst düzey bir koruma sağlama potansiyelini de bünyesinde barındırmaktadır. SMK m.155 hükmü bu denetimden, hakkında on yıl boyunca iptal talebinde bulunulamama gibi bir hukuki zırh elde ederek geçmiştir. Önceki tarihli hakların etkisi, yasa koyucu tarafından değişiklik yapılması ihtimali saklı kalmak üzere, en azından 20.05.2034 tarihine kadar Türk fikrî mülkiyet hukukunda varlığını sürdürecektir.
Caramé Holding AG şirketi, 1 Mart 2016 tarihinde şekil markasının tescili için Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi (EUIPO)’ne başvuruda bulunmuştur. Marka başvurusu 3. sınıftaki aşağıdaki malları kapsamaktadır:
3. sınıf:Cilt, tırnak, dudak, göz ve saç temizliği, bakımı ve güzelleştirilmesi için müstahzarlar; parfümeri; kozmetik; dekoratif kozmetik ürünler; tırnak bakım ürünleri; saç bakım ürünleri; saç şekillendirme ürünleri.
Başvuru 25 Haziran 2016’da yayımlanmıştır. 25 Kasım 2016’da ise Oriflame Cosmetics AG şirketi, önceki tarihli 822 851 numaralı uluslararası marka tesciline dayanarak başvurunun yayımına karşı itirazda bulunmuştur. Dayanak marka, 3. sınıftaki “Sabunlar, parfümeri, uçucu yağlar, kozmetikler, saç losyonları, diş macunları” mallarını kapsamaktadır.
İtiraz sahibi, sunduğu mal ve hizmetlerde “O” logosunu işletmenin kaynağını göstermek amacıyla ticari olarak kullandığını belirtmiş ve söz konusu figüratif markanın sosyal medya hesaplarındaki varlığından ve görünürlüğünden bahsetmiştir.
Başvuru sahibinin kullanım ispatı talep etmesi üzerine itiraz sahibinden dayanak markalarını ciddi bir biçimde kullandığına dair delil sunması istenmiştir. İtiraz sahibi süresi içerisinde delillerini sunmuş fakat itirazı 4 Nisan 2022 tarihinde reddedilmiştir.
İtiraz sahibi karara karşı EUIPO Temyiz Kurulu nezdinde itiraz etmiştir. İtiraz gerekçesinde birçok tanınmış markanın iki türlü biçimde kullanıldığını, markanın kelime ve şekil unsuru olmak üzere bütün olarak ya da markanın kısaltmasıyla beraber yahut kısaltmaya denk gelen şekil unsuru ile tek başına kullanılmasının yaygın olduğunu iddia etmiştir. İtiraz sahibi, bu tür kullanımlara örnek olarak Nespresso, Carlsberg, FILA ve Disney marka kullanımlarını göstermiştir.
EUIPO Temyiz Kurulu, itiraz sahibinin dayanak markalarını ne tek başına ne de “ORIFLAME” ya da “ONE” kelime unsuruyla birlikte kullanmadığını değerlendirerek karara itirazı reddetmiştir.
Yayıma İtiraz Sahibinin ABAD Genel Mahkemesi Huzurundaki Temyizi
Yayıma itiraz sahibi EUIPO Temyiz Kurulu’nun kararını Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD) Genel Mahkemesi huzurunda temyiz etmiştir. EUIPO Temyiz Kurulu kararının, kullanım ispatı talebi ve hukuki sonuçlarını düzenleyen 207/2009 sayılı AB Marka Tüzüğü’nün 42. maddesinin 2. ve 3. paragraflarını ihlal ettiği yönündeki iddia ve bu nedenle iptal edilmesi gerektiği yönündeki talep, itiraz sahibinin temyiz başvurusunun içeriğini oluşturmaktadır.
İtiraz sahibi, sunduğu delillerin markanın ciddi kullanımını göstermeye yeterli olduğunu ve Temyiz Kurulu’nun dosyadaki delilleri yanlış ve eksik değerlendirdiğini ileri sürmüştür.
Ayrıca, dosyaya sunulan sosyal medyada kullanıma ilişkin delillerin ispat gücünün Kurul tarafından değerlendirilmesi gerektiğini belirtmiştir.
Genel Mahkemenin Kararı
ABAD Genel Mahkemesi ilk olarak itiraz sahibinin marka kullanımın ticari olup olmadığının ve ciddi kullanım olup olmadığının belirlenmesi gerektiğinin altını çizmiş ve itiraz sahibinin sunduğu aşağıdaki delillerin bu markanın ciddi kullanımını kanıtladığı görüşüne varmıştır:
Bazıları kozmetik ürünleri üzerinde olmak üzere söz konusu markanın kullanıldığını gösteren sosyal medya (örneğin Facebook, Instagram, YouTube ve Twitter) hesaplarından alınan ekran görüntüleri,
Dayanak markanın çeşitli kozmetik ürünlerinin kapağı üzerinde kullanıldığını gösterir 2013, 2014 ve 2015 tarihli Bulgaristan, Letonya, Litvanya ve Slovenya web sitelerinin ekran görüntüleri,
Dayanak markanın yer aldığı ve itiraz sahibi ile bir tenis oyuncusu arasındaki tanıtım ve ticari işbirliğine atıfta bulunan bir web sitesindeki 21 Şubat 2014 tarihli bir makalenin ekran görüntüsü,
Bir Çek web sitesinden alınan ve itiraz sahibinin dayanak markayı kozmetik malları üzerinde kullandığını gösterir 2015 tarihli bir makalenin ekran görüntüsü.
Nihayetinde Mahkeme, dayanak markanın sosyal medya hesaplarındaki kullanımına dair sunulan delillerin yeterli ispat gücünü haiz olmadığı değerlendirmesinin hatalı olduğunu kabul etmiş ve EUIPO Temyiz Kurulu kararını iptal etmiştir.
Ayrıca itiraz sahibinin sosyal medya hesaplarında yer alan ürün görüntülerinin, bunları pazarlayan işletme ile ilişkilendirilmesini mümkün kılıp kılmadığını değerlendirmeden karar verilmesinin hatalı olduğu sonucuna varmıştır.
Mahkeme tüm bu değerlendirmelerinde sosyal medya hesaplarındaki gönderilerin sadece abonelere veyahut takipçilere yönelik paylaşılmadığı tüm ziyaretçiler tarafından erişilebilir olduğuna da dikkat çekmiştir.
Sonuç
ABAD Genel Mahkemesi T-74/23 sayılı Oriflame kararı ile markaların sosyal medya hesaplarındaki kullanımına dayanan delillere ilişkin önemli ve birçok benzer olaya yol gösterebilecek nitelikte bir karara imza atmıştır. Zira Mahkeme, EUIPO Temyiz Kurulu’nca sosyal medya hesaplarından alınan ekran görüntüsü delillerine yeteri kadar önem atfedilmemesinin ve üzerinde durulmamasının yanlış bir uygulama olduğunun altını çizmiştir.
İtiraz sahibi tarafından sunulan delillerden de anlaşılacağı üzere Genel Mahkeme’nin bu kararı, sosyal medya hesaplarındaki tanıtım amaçlı yayınlanan gönderilerin dahi marka sahibinin ürünlerini tanımlamak için kullanıldığı takdirde ciddi bir kullanıma örnek olabileceklerini göstermiştir. Bu sebeple, söz konusu kararın gelecekteki kararları da şekillendireceği ve sosyal medya hesaplarından alınan görüntülere atfedilen ispat gücünün günden güne artacağı kanaatindeyiz.
Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi (EUIPO) Dördüncü Temyiz Kurulu, 5 Nisan 20234 tarih ve R 2246/2023-4 sayılı kararında, şeklinden oluşan marka başvurusunun tescil edilebilirliğini değerlendirmiştir. Söz konusu karara bu linkten ulaşılabilir.
Uyuşmazlığın özeti
Marka başvuru sahibi Skechers, 17 Şubat 2023 tarihinde aşağıdaki şekil markasının 25.sınıfta ayakkabılar için AB markası olarak tescilini istemiştir:
Dosyayı inceleyen uzman, 3 Mart 2023 tarihinde başvuru sahibine bildirim göndererek aşağıdaki hususlardan dolayı AB Marka Tüzüğü m. 7(1)(b) kapsamında markanın tescil edilebilir olmadığını belirtmiştir:
İlgili ortalama tüketici, bu işareti başvuru kapsamındaki mallar yönünden sadece bilgi verme amaçlı bir işaret olarak algılayacaktır.
Bu işaretle anlatılmak istenen ve tüketiciye verilen bilgi, ayakkabıların eğilip bağcık bağlamaya gerek olmadan doğrudan giyilebilecekleri şeklindedir. Dolayısıyla bu işaret, kaynak gösterme fonksiyonu içeren bir marka olarak görülmeyecek, sadece bir kullanım yönergesi/talimatı olarak algılanacaktır.
İşaretin yarattığı genel etki bir marka olarak mesaj vermek değil, resimler aracılığıyla yaratılan anlamlı işaret veya simge (resim yazı – “pictogram”) olarak tanımlanmıştır.
Bu nedenlerle de ayırt ediciliği haiz değildir.
Marka başvuru sahibinin bu bildirime karşı sunduğu cevaplar ise özetle aşağıdaki gibidir:
Uzman tescile itirazını yeterince iyi gerekçelendirememiştir. Zira işaret ima içermektedir ve belli bir miktar yorum gerektirmektedir. Mallarla ilgili olarak açık ve doğrudan bir anlamı bulunmamaktadır. Yaygın bir işaret olmadığı gibi yalnızca bir “pictogram” da değildir. Bu işaretin mallarla ilgili olarak doğrudan fark edilebilir bir anlamı olmadığı gibi anlamak için belli zihinsel adımlar (“mental steps”) gereklidir.
Piyasada bağcıklarla bağlanmayı gerektirmeyen ayakkabıların olduğu doğru olmakla birlikte, söz konusu işaretten alınabilecek tek mesaj bir kişinin yere doğru eğildiği veya uzandığıdır; bu da esasında ayakkabıdan bağımsız nedenlerden dolayı birçok anlama gelebilir. İşarette ayak görseli bile bulunmadığı gibi kollar da ayakların olacağı yeri hedef almamaktadır.
Ayrıca, UKIPO’nun Birleşik Krallık’taki ana dili İngilizce olan kişilerin algısını yansıtan aynı işaretin tescili kararı ve yine 25.sınıfta önceki tarihli var olan AB marka tescilleri de dikkate alınmalıdır.
Yine de uzman, 29 Eylül 2023 tarihinde aşağıdaki gerekçelerle AB Marka Tüzüğü’nün m. 7(1)(b) uyarınca marka tescil başvurusunun reddine karar vermiştir:
İşaretin ortalama tüketiciye ilettiği mesaj bilgi vericidir. ‘(bağlamaya) gerek olmadığı’ bilgilendirici mesajı, içinden çapraz bir çizgi geçen bir daire ile güçlendirilmiştir. Ayakkabılarla ilgili olarak işaret, kullanıcıların ayakkabıyı giymek için eğilmelerine gerek kalmadığının bir göstergesi olarak görülecektir çünkü bu ayakkabılar içine basarak/ayağı kaydırarak giymek üzere tasarlanmıştır ve bu durum başvuru sahibinin internet sitesinin ekran görüntülerinden de açıkça anlaşılmaktadır.
İşaret her ne kadar belli oranda stilize edilse de zihinsel hiçbir çaba harcamadan kullanım yönergesi veya talimatı olarak algılanacaktır.
Bahsi geçen önceki markalar bağlayıcı değildir ve karşılaştırılamaz. Yasalara aykırı olarak tescil edilen markalar iptal sürecine tabidir. Somut olayda marka başvurusu ayırt edici değildir.
Temyiz Kurulu kararı
Başvuru sahibi kararı temyiz etmiştir. Temyiz Kurulu kararı ve gerekçeleri ise aşağıdaki gibi özetlenebilir:
Yerleşik içtihatlara göre, bir işaretin AB Marka Tüzüğü m. 7(1)(b) amaçları doğrultusunda ayırt edici karaktere sahip olması için, tescil başvurusunda bulunulan mal veya hizmetlerin belirli bir kaynaktan geldiğini belirlemeye hizmet etmesi gerektiği, böylece markalı ürün veya hizmeti satın alan tüketicinin deneyimi olumluysa daha sonra tekrar bu malı veya hizmeti satın almak veya edinmek istemesi, olumsuz ise de yeniden edinmekten kaçınmak için fırsatı olması gerektiği belirtilmiştir.
AB Marka Tüzüğü m.7(1)(b) kapsamında resen reddedilmemesi için markada minimum düzeyde ayırt ediciliğin bulunmasının yeterli olacağı belirtilmiştir. Bu hüküm çerçevesinde, bir markanın ayırt edici karaktere sahip olabilmesi için, tescili istenen ürünlerin belirli bir teşebbüsten kaynaklandığının belirlenmesine ve dolayısıyla bu ürünlerin diğer teşebbüslerin ürünlerinden ayırt edilmesine hizmet etmesi gerekir.
Marka başvurusu kapsamındaki 25.sınıftaki ayakkabı mallarının genel tüketiciye hitap ettiği ve bu nedenle de dikkat seviyesinin ortalama olduğu belirlenmiştir. İşaret yalnızca şekilden oluştuğu ve yazı içermediği için tüm AB üye ülkeleri nezdinde herhangi bir dil farkı olmadan aynı şekilde algılanacağı not edilmiştir.
Temyiz Kurulu, uzmanın işaretin anlamını bilinene ve gözleme dayanan tahminin çok ötesinde değerlendirdiği konusunda başvuru sahibi ile aynı düşüncededir. Şekildeki çöp adamın ne yaptığı tam olarak anlaşılamamakla birlikte, daire içinde çapraz çizgiden bu yaptığının yasak olduğu veya bu harekete izin verilmediği açıktır.
Çöp adamın bir kolu figürün arkasına yerleştirildiği ve diğer kolu öne baktığı için, marka kapsamdaki mallar bakımından düşünüldüğünde dahi ayakkabı giymek veya üzerine basmak amacıyla eğildiğinin nasıl anlaşıldığı açık değildir. Örneğin bu hareket ancak çömelmek için eğilmeye başlamak gibi bir pozisyon olarak algılanabilir. İncelemeyi yapan kişi tarafından yalnızca şeklin kendisine atfedilen söz konusu mesajın, esasında ürün bağlamında ekstra adımlar veya yaratıcılık gerektirdiği anlaşılmaktadır. Kurul, soyut olarak bilgi verici olan ve somut bir bilgi işaretinden başka bir şeyi hayal etmenin zor olduğu işaretlerin var olabileceğini kabul etse de, burada aktarıldığı iddia edilen bilgiler, koşmak ya da yürümek eylemlerinin evrensel temsili gibi açık veya tam değildir. Dolayısıyla bu kadar net bir çıkarımın ilgili tüketici algısına yansıtılması mümkün değildir.
Çöp adam eylemi kolaylıkla tanımlanabilse ya da mallarla ilişkilendirilebilse bile işaret, tasvir edilen eylemin yasak olduğu duygusunu açık bir şekilde vermektedir. İzin verilmeyen bir eylem, uzmanın atfettiği gibi bir istifade, yani bağlamak için eğilmeye gerek kalmaması anlamına gelmemektedir.
Bu nedenle, mallarla ilgili bir bilgi işareti veya bu malların bazı fonksiyonlarını veya faydalarını gösteren bir “pictogram” veya fiili bir kullanım talimatı gibi genel bir izlenim bulunmamaktadır. Aktarılan mesaj temel, yaygın veya evrensel değildir ve bu şekilde de yorumlanmayacaktır.
Uzman esasında kendisi ne doğru ne de bilgilendirici olan bir ‘(bağlamaya) gerek yok’ mesajı yaratmıştır. Bu nedenle böyle bir mesaj, içinden çapraz bir çizgi geçen (yasaklayıcı) bir daire ile pekiştirilemez. Kurul, ayakkabılarla ilgili olarak, bu yönde açıklayıcı bir anlamsal mesajın bulunmaması karşısında bu işaretin ayakkabıların içine basarak/ayağı kaydırarak giymek üzere tasarlandığından kullanıcıların ayakkabıları giymek için eğilmelerine gerek olmadığına dair bir işaret olarak görüleceğini düşünmemektedir ve bu durumun internet sitesi ekran görüntülerinden de açıkça anlaşıldığı kanaatinde değildir.
Başvuru sahibinin de belirttiği gibi markanın AB Tüzüğü m. 7/1(b) kapsamında resen ret nedenini aşabilmesi için minimum düzeyde ayırt edicilik yeterli olduğundan ve somut olayda ilgili tüketicinin işareti ilgili mallar yönünden kaynak gösterme işlevi bulunan bir şekil markası olarak algılayacağından ret kararı kaldırılmış ve başvurunun tescil işlemlerinin devamına karar verilmiştir.
Bu doğrultuda, zaten işaretin kendiliğinden en azından minimum düzeyde ayırt ediciliği bulunduğuna karar verildiğinden, önceki diğer marka tescillerinin karşılaştırılmasına veya değerlendirilmesine gerek görülmemiştir.
Burada gerçekten uzman tarafından işaretin kendisinin ilgili mallar bakımından değerlendirilmesinin ötesinde bir inceleme yapıldığı, başvurulan şekilden ayakkabıların eğilmeye gerek olmadan giyilebileceği gibi bir anlamın bu ayakkabılar ile ilgili hali hazırda bilgi sahibi olup yaratıcı bir şekilde düşünmeden ortaya çıkamayacağı kanaatindeyiz. Şekil ilk görüldüğünde doğrudan zihinde canlanan anlam bu değildir. İşaretin üzerinde biraz düşünüp ne anlama geldiğinin yorumlanması gerekmektedir.
Aslında gerek kalmaması nedeniyle somut olayda üzerinde durulmamış olsa da Paris Sözleşmesi kapsamında önceki menşe ülke tescillerinin diğer taraf devletlerdeki ayırt edicilik değerlendirmesinde dikkate alınması gereken bir unsur olduğu da not edilmelidir. Zira Paris Sözleşmesi madde 4 mükerrer 6 gereği bir birlik ülkesinde tescil edilen markanın diğerlerinde de korunması ilkesi mevcut olup ayırt ediciliğin bulunduğuna ilişkin değerlendirmede bu önceki tarihli marka tescilleri önem teşkil edebilecektir.
Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi (EUIPO) Temyiz Kurulu, 19/12/2023 tarihinde Prada’nın ikonik üçgen deseninden oluşan marka başvurusuna ilişkin olarak, desenin ayırt edici olmadığı gerekçesiyle ret kararı verdi. Söz konusu karar, gerekçelerinin dayandığı kapsam ve sektörel olarak yapılan değerlendirmeler bakımından özellik arz etmektedir. Yazıda detaylı olarak ele alınacak kararın İngilizce metnine bu bağlantıdan erişilmesi mümkündür.
NELER YAŞANDI?
Prada, aşağıda görseline yer verilen desenin tescili için EUIPO’ya başvuruda bulunmuştur:
Başvuru kapsamında 3,9,14,16,18,24,27,28,35. sınıflara dahil mal ve hizmetler bulunmaktadır.
EUIPO ilk incelemesinde inceleme birimi uzmanı, başvurunun AB Marka Tüzüğü (EUTMR) 7(1)(b) uyarınca ayırt edici olmadığı gerekçesiyle ret kararı vermiştir. Ayırt edicilikten yoksunluk kararının başlıca nedenleri aşağıdadır:
Tüketici kitlesi bilinçli tüketici olarak kabul edilmiş ve başvuruyu oluşturan görsel, aynı üçgen şeklinin açık ve koyu renkli varyasyonlarının birbirini tekrar eden ve marka örneğinin tüm yüzeyine yayılmış hali olarak değerlendirilmiştir.
Ofis, bu tarz desenlerin genellikle tekstil / giyim sektöründe, kıyafetlerde sıklıkla kullanılan materyallerde, çantalarda, dekorasyonlarda ve dış paketlemelerde kullanıldığını ve bu nedenle hedeflenen tüketici kitlesinin başvuruyu tipik bir süsleme olarak değerlendireceğini ve marka olarak algılamayacağını tespit etmiştir.
Söz konusu marka başvurusu 3, 9, 14, 16, 18, 20, 24, 25, 27 ve 28. sınıflara dahil mallar bakımından yalnızca dekoratif bir süsleme ögesi olarak görülmüş, 35. sınıfa dahil hizmetler bakımındansa sıradan bir dekoratif öge olarak değerlendirilmiştir.
Başvuruyu oluşturan işaret ilgili tüketici kitlesini harekete geçirecek, dikkat çekici bir işaret olmadığı gibi, kolaylıkla anımsanan ticari bir köken de belirtmemektedir.
Tüm bu nedenlerle ilgili sınıflarda başvuruyu oluşturan desen ayırt edicilikten yoksun bulunmuştur.
Prada’nın Görüşleri ve Ret Kararı
Başvuru sahibi yukarıdaki değerlendirmeye aşağıdaki nedenlerle katılmamaktadır:
Prada günümüzde lüks tüketimde tanınmış markadır ve markanın lüks tüketimdeki sık kullanımı, reklamı, tanıtımı ve kalitesi ile dünya çapında da tanınmış bir marka haline gelmiştir. Tanınmışlık, sadece PRADA kelime markasıyla sınırlı değildir ve markanın ikonik logolarını da kapsamaktadır ve ikonik logolardan birisi de incelenen başvuruyu oluşturan desen şeklidir.
Prada’nın ters çevrilmiş eş kenar üçgen desenli tarihi logoları daha önce EUIPO nezdinde tescil edilmiştir. Bu desen ve şekil markaları başvuru sahibi tarafından satılan emtialarda, sadece markasal olarak değil, aynı zamanda marka iletişiminin temel unsuru olarak da kullanılmaktadır.
Prada söz konusu desenin uygulamalarını aşağıdaki örneklerle desteklemiştir:
EUIPO bünyesinde hali hazırda ters üçgen içeren logoların tescil edildiğini ve başvurunun tüketici nezdinde PRADA markasını kaynak olarak gösterdiği yönünde de savunma yapılmıştır.
Dosyayı inceleyen uzman bu argümanlara karşılık olarak;
Marka başvurusunun sektörde yer alan üçgen-eş kenar üçgen modellerinden önemli derecede ayrışmadığını ve ilgili tüketici kitlesinin siyah-beyaz sık tekrarlanan eş kenar üçgen desenini marka olarak hatırda kalıcı şekilde anımsamayacağını,
Ters üçgen logosunun iddia edildiği üzere yalnızca PRADA tarafından kullanılmadığını, örneğin logosunda GUESS tarafından da kullanıldığını, bu bakımdan şekil markalarının tescilinde önceki ofis uygulamalarından ziyade Avrupa Birliği yargı sistemi tarafından Birlik Marka Hukukunun yorumlanmasına göre karar verileceğini, başvuru sahibi tarafından sunulan delillerin söz konusu marka için hatırı sayılır bir kullanım olduğunu, ancak kullanım yolu ile ayırt ediciliği sağlamaya yetmeyeceğini belirtmiştir. Dolayısıyla, başvuru sahibinin karşı argümanlarına rağmen başvuru kapsadığı tüm mal ve hizmetler bakımından reddedilmiştir.
Prada’nın Karara İtirazı ve Gerekçeleri
Prada ret kararına karşı EUIPO Temyiz Kurulu nezdinde itiraz etmiştir. Prada’nın itirazları kısaca aşağıdaki argümanlara dayanmaktadır:
Başvuru sahibi tarafından kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik iddiasında bulunulmadığından, uzman tarafından bu yönden öne sürülen argümanlar ilgisizdir.
Başvuruya konu olan şekil özel bir şekildir ve desen markaları doğaları gereği genel olarak tekrar eden unsurlardan oluşmaktadır. Dolayısıyla, marka başvurusunun düzenli tekrar içeren unsurlardan oluştuğu genel gerekçesiyle reddedilemez.
Siyah ters tekrar eden üçgen kombinasyonu tüketici için çok özel ve alışılmadık bir görsel efekt yaratmaktadır ve bu efekt, dolu şekiller ile boş nötr aralıkların birbirini izlemesinden kaynaklanmaktadır.
Basit ve yaygın bir desenin, ticari menşei göstermesi halinde marka olarak tescil edilmesi mümkündür.
EUIPO nezdinde ters döndürülmüş eşkenar üçgen figürünün ret kararına konu olmaksızın, tescil edildiği göz önünde bulundurulduğunda, söz konusu şekil tek başına tescil ediliyor ise şeklin tekrar edilmiş halinden oluşan inceleme konusu başvurunun da tescil edilebileceği sonucuna varılmalıdır.
Uzman, başvurulan mallar için spesifik bir inceleme yapması gerekirken genel bir inceleme yapmıştır ve varılan “genel” sonuç yerinde değildir. Bu durum daha önceki benzer şekil markalarının tescil edilmesi ile de çelişkilidir.
Şeklin mallara ilişkin dekoratif etkisinden ziyade, şeklin marka olarak ticari bir menşe gösterip göstermediği incelenmelidir.
Markada kelime unsuru olsun olmasın, desenlerin ticari olarak kullanılması moda sektöründe ticari bir pratik haline gelmiştir ve ilgili tüketiciler genellikle aynı teşebbüsün mallarını/hizmetlerini sistematik olarak kullandıklarında, desen işaretlerine bir ayırt edicilik işlevi atfederler. Örneğin; Burberry, Louis Vuitton, Gucci, Fendi ve Céline gibi markalar yıllardır tescilli desenleri olan ürünler satmakta ve bu desenler halk tarafından menşe göstergesi olarak algılanmaktadır.
Başvuruyu oluşturan ikonik ters çevrilmiş eşkenar üçgen örneğinin, Prada’nın imzası niteliğinde olan ters çevrilmiş üçgen markalarının bir sonraki versiyonu olarak anlaşılacağı açıktır.
EUIPO Temyiz Kurulu Değerlendirmesi
Başvuru sahibinin karara itirazında sunulan gerekçeler, EUIPO Temyiz Kurulu tarafından incelenmiş ve aşağıdaki şekilde değerlendirilmiştir:
Temyiz Kurulu; başvuru sahibi tarafından sunulan ek moda bloğu alıntıları, blog makaleleri ve dergileri içeren belgeleri, karar verilmeden önce sunulmuş olmaları, itiraz nedenleri ile bütünleyici deliller olmaları ve sunulan kayıtların ilk bakışta itiraz ile alakalı görünmelerini göz önünde bulundurarak, itiraz sonucu için kesin bir kanı oluşturmamak kaydı ile değerlendirmeye dahil etmiştir.
EUTMR 7(1)(b) bendi uyarınca, bir markanın ayırt ediciliği incelenirken, markanın kaynak gösterme fonksiyonunu yerine getirmesi ve başvurulan mal veya hizmetler bakımından, başvuru sahibi teşebbüsün mallarının ve hizmetlerinin diğer teşebbüslerin mallarından ve hizmetlerinden ayırt edilmesini sağlaması beklenir.
Ayırt edici karakter incelemesi yapılırken, ürünün görünümünü içeren üç boyutlu markaların incelenmesi ile geleneksel markaların incelenmesi arasında herhangi bir ayrım olmasa da ilgili tüketicinin dikkat düzeyinin bu markalar için aynı olmayacağı da göz önünde bulundurulmalıdır.
Yine ilgili tüketicinin dikkat düzeyi başvurulan mallar / hizmetler göz önüne alınarak belirlenecektir. Potansiyel tüketici kitlesi, malların ambalaj veya şekillerinden oluşan markalar için, geleneksel markalarda olduğu gibi malların ticari kaynağına ilişkin varsayımda bulunma alışkanlığı kazanmamıştır. Bu bakımdan üç boyutlu bir markanın veya desenin ayırt ediciliğini kanıtlamak, geleneksel markalara göre daha zordur.
Yerleşik içtihatlara göre tescil için başvurulan şekil, koruma kapsamı talep edilen malların olası şekillerine ne denli yaklaşırsa ayırt ediciliği o denli düşük olur. Bu nedenle incelemede sektörün gelenekleri gözetilmeli ve sektörün geleneklerinden esaslı biçimde farklılaşan markaların ayırt ediciliği sağladığı kabul edilmelidir.
Üç boyutlu markalar bakımından belirlenen söz konusu içtihatlar, ürünlere uygulanacak desenlerden oluşan marka başvurularında da uygulama alanı bulacaktır.
Başvurunun kapsadığı mal ve hizmetlerin ortalama tüketicisi, normal düzeyde bilinçlenmiş ve dikkatli tüketicidir. İnceleme konusu başvuru bakımından bu dikkat düzeyi ürünlerin fiyatına ve pazarlama koşullarına göre orta-düşük dikkat düzeyi ile yüksek dikkat düzeyi arasında değişiklik gösterebilir.
Kurul, kararda tartışılan üçgen şekilli desenin temel ve sıradan bir kumaş veya tasarım stili olduğunu, tüketicilerin bu deseni sıradan bir atkı veya dış yüzey dokusu olarak algılayacaklarını, başvurunun reddedilen mallar ve hizmetler bakımından sıradan geometrik bir desen olduğunu ve herhangi bir farklılık göstermediğini belirtmiştir. İlk aşamada dosyayı inceleyen uzman internet üzerinden söz konusu şekillerin uygulandığı ekteki görseller ile de bu savını desteklemiştir:
Başvuru sahibi, işaretin EUTMR 7(3) kapsamında kullanım sonucu ayırt edicilik kazandığı savına dayanmamıştır. Bu bakımdan, başvuru sahibinin başvuruya konu desen şeklinin sektörel olarak düzenli kullanım ile ilgili tüketici nezdinde bir marka çağrışımı yarattığı iddiası değerlendirmeye alınmamıştır.
Başvuru sahibinin, önceki benzer temalı başvuruların kabul edildiği ve işbu başvuru bakımından bu yönde karar verilmesi gerekliliği yönündeki itirazı ise; EUIPO’nun önceki kararlarının değil, Birlik mahkemelerince yorumlandığı şekliyle Birlik Marka Mevzuatının incelemede esas alınması gerektiği gerekçesiyle reddedilmiştir.
SONUÇ
EUIPO Temyiz Kurulu, Prada tarafından başvurusu yapılmış ve sadece desen şeklinden oluşan başvurunun reddedilmesi yönündeki EUIPO kararını yukarıda detaylı biçimde aktardığımız gerekçelerle yerinde bulmuş ve başvuru sahibinin itirazını reddetmiştir. Başvuru sahibi, itirazında kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik iddiasına dayanmadığından, Temyiz Kurulu bu yönde inceleme yapmamıştır. Kanaatimce başvuru sahibinin, ciddi yatırımlar yaptığı ve yaygın biçimde kullanıldığı bilinen desen markasının reddedilmesi kararına karşı yaptığı itirazda kullanım sonucu kazanılmış ayırt edicilik iddiasına dayanmaması önemli bir eksikliktir. Buna ilaveten, desen şeklinden ibaret markaların ayırt ediciliği bakımından, üç boyutlu markalara ilişkin içtihatların uygulandığı görülmektedir ve kanaatimce incelenen karar içerdiği sektörel tespitler bakımından da önem arz etmektedir.