Etiket: gökhan ergül

COĞRAFİ İŞARETLERİN DENETİM SÜRECİNE DEPREMİN ETKİSİ

Yaşadığımız deprem felaketi başta depremden etkilenen bölge insanı olmak üzere hepimizi ve hayatımızın her alanını olumsuz yönde etkilemiştir. İnsanların ihtiyaçlarının karşılanabilmesi ve yaşanan acıların bir nebze de olsun azaltılabilmesi, bölge için sürekli biçimde farkındalık yaratmak ve unutulmalarını engellemekle mümkün olabilecektir. 

Ankara Barosu Fikri Mülkiyet ve Rekabet Hukuku Kurulu tarafından gerçekleştirilen “Fikri Mülkiyet Perspektifinden Deprem” konulu panel, depremin etkileri hakkında farkındalık yaratması, konunun bu boyutuyla gündeme alınması açısından son derece faydalı olmuş, farklı konuların deprem özelinde ele alınmasını ve tartışılmasını sağlamıştır. Söz konusu panel kapsamında katkı vermeye çalıştığım bölümdeki kişisel değerlendirmeler ise bu yazının içeriğini oluşturmaktadır. Coğrafi işaret denetim sisteminin yapısı, sonuçları, bu sistemin deprem bölgelerinde yaratabileceği olası sorunlar ve bu sorunlara yönelik çözüm önerilerinin neler olabileceği, incelenmesi gereken önemli konu başlıkları olarak karşımıza çıkmaktadır.

Deprem bölgesindeki temel insani ihtiyaçların karşılanması tartışmasız olarak ilk yapılması gerekendir. Ancak, bölgenin yeniden ayağa kaldırılması, orta ve uzun vadede kalkınmanın ve istihdamın oluşturulmasıyla mümkün olabilecektir.   

Denetim süreci başta olmak üzere coğrafi işaretlerle ilgili süreçlerin doğru yürütülmesi o bölgelerin ekonomik olarak toparlamasında, insanların yaşadıkları yerlere dönebilmelerinin sağlanmasında ve kendi kendilerine yetebilir hale gelmelerinde son derece önemlidir. Zira Türkiye’de tescilli coğrafi işaretlerin %24,2’si depremden etkilenen şehirlerimiz adına tescillidir[1]. Diğer bir ifadeyle, Türkiye’deki tescilli coğrafi işaretlerin yaklaşık dörtte biri depremden etkilenen şehirlerimizden kaynağını alan ürünlere aittir. Bunların dışında deprem bölgesindeki illerimizden başvurusu yapılan ve tescil işlemleri devam eden coğrafi işaretler de bulunmaktadır.  

Bilindiği gibi coğrafi işaretler Avrupa Birliği (AB) nezdinde de tescil edilmektedir. Hali hazırda AB nezdinde dokuz coğrafi işaretimiz tescil edilmiştir. Bunlar;  Antep Baklavası, Aydın İnciri, Aydın Kestanesi, Bayramiç Beyazı, Malatya Kayısısı, Milas Zeytinyağı, Taşköprü Sarımsağı, Giresun Tombul Fındığı ve Antakya Künefesidir[2]. Görüleceği üzere, AB nezdinde tescilli dokuz coğrafi işaretten üçü de depremden etkilenen şehirlerimizden kaynağını alan ürünlere aittir. Tüm veriler bizlere bölge için coğrafi işaretlerin ne kadar önemli olduğunu göstermekle beraber, Türkiye’deki coğrafi işaret sistemi için de bölgenin ne kadar önemli olduğuna işaret etmektedir.

Coğrafi işaretler, belirli bir yöreyle özdeşleşmiş ürünleri gösteren işaretlerdir. Bu işaretlerin en önemli işlevlerinden birinin ekonomik olarak yarattıkları katma değer olduğu bilinmektedir. Bu işaretler, ürünün diğer ürünlerden ayırt edilmesini sağladıkları gibi pazarlama aracı olarak da kullanılmaktadır. Bu boyutuyla coğrafi işaretlerin birer reklam ve tanıtım aracı oldukları görülmektedir. Ürünleri ön plana çıkararak tercih sebebi haline getirmekte ve bir pazar alanı yaratmaktadırlar. Bu yönüyle coğrafi işaretlerin yerel üretimi ve kırsal kalkınmayı destekleyen yönü olduğu görülmektedir. Öte yandan bölgelere yönelik turizmin artmasına da katkı vermektedir. Depremden etkilenen bölgelerden kaynaklanan tescilli coğrafi işaretler incelendiğinde, herkesin bildiği, kullandığı, tercih ettiği, katma değeri yüksek ürünler oldukları ve pazarda önemli bir yer tuttukları görülecektir. Öte yandan, Hatay, Adana, Şanlıurfa gibi şehirlerimiz gastronomi turizminin de yoğun olduğu yerlerdir.  

Coğrafi işaretlerin beklenen faydayı sağlayabilmeleri, işlevlerini yerine getirebilmeleri, sağlıklı işleyen bir denetim sisteminin kurulması ve denetimlerde sürekliliğin sağlanmasıyla mümkündür. Üretim metodunu ve kaliteyi garanti altına almak, denetimlerin etkin şekilde gerçekleştirilmesine bağlıdır. Aksi durum, ürünlerin yapısının ve kalite algısının bozulmasına, coğrafi işaretin ekonomik değerinin ortadan kalkmasına neden olabilecektir. Ancak, denetimlerin sürekliliği deprem gibi olağan dışı dönemlerde tartışılması gereken önemli bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Tüm sorunların tespit edilebilmesi ve deprem özelinde değerlendirmelerin yapılabilmesi ise denetim sisteminin mevzuattaki mevcut halinin incelenmesiyle mümkün olabilecektir.

Denetimler, Türk Patent ve Marka Kurumu tarafından yeterliliği onaylanarak sicile kaydedilen denetim merci tarafından yerine getirilir. Denetim raporlarının Kuruma sunulmasından ve denetim ile ilgili süreçlerin uygun şekilde yürütülmesinden ise tescil ettiren sorumludur. Kanun’da denetimlerin sürekli şekilde yapılması öngörülmüş, eksik ve usulüne uygun denetim yapılmaması yaptırıma bağlanmıştır. Kanun’un 49’uncu maddesi “Denetim raporlarının incelenmesi sonucunda eksiklik varsa tescil ettirene bildirilerek altı ay içinde eksikliğin giderilmesi istenir. Eksikliğin süresi içinde giderilmemesi veya denetim faaliyetinin usulüne uygun olarak yerine getirilmediğinin tespit edilmesi hâlinde 43 üncü madde hükmü uygulanır.” hükmünü içermektedir. Buna göre, denetimlerin usulüne uygun yapılmaması veya eksikliklerin süresi içerisinde giderilmemesi durumunda tescil ettirende değişiklik yapılmasına ilişkin prosedür işletilecektir. Kanun’un 43’üncü maddesine göre, denetimin usulüne uygun yapılmadığına ilişkin Kurum tespiti Bültende yayımlanır. Yayım tarihinden itibaren üç ay içinde, Kanun’da belirtilen şartları taşıyan ilgililer tarafından tescil kayıtlarında değişiklik talebinde bulunulabilir. Usulüne uygun talep yapılması durumunda, denetimi yerine getirmeyen coğrafi işareti tescil ettiren değiştirilir ve işlem Sicile kaydedilir. Bültende yayımdan itibaren üç aylık süre içerisinde ilgililer tarafından talep yapılmaması veya yapılan taleplerin uygun bulunmaması hâlinde coğrafi işaret hakkı sona erer ve bu durum Bültende yayımlanır.

Denetim sistemi incelendiğinde, denetim yapılmamasının coğrafi işaret hakkının sona ermesine kadar giden kademeli bir yaptırıma bağlandığı görülmektedir. Coğrafi işaret hakkının sicilden terkin edilmesi gibi ağır bir sonuçla karşı karşıya kalınması mümkündür.

Denetim sisteminin kanundaki şekilde düzenlenmiş olması, özellikle deprem bölgesinde kaçınılmaz olarak bazı sorunları karşımıza çıkarabilecektir. Bunların en başında, kanunda yer alan düzenlemenin emredici nitelikte olması, işletilecek prosedür ve uygulanacak yaptırımlar konusunda Kuruma takdir yetkisinin verilmemiş olması gelmektedir. Bu, ortaya çıkan yeni durumlar karşısında aksiyon kabiliyetini sınırlandıran bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Yine Kanunda, mücbir sebeplerle ilgili bir istisnaya yer verilmediği, deprem gibi etkileri uzun döneme yayılabilecek, denetim faaliyetlerini etkileyebilecek veya denetimi fiilen imkânsız hale getirebilecek nitelikteki olaylar için istisna öngörülmediği görülmektedir. Denetimin haklı sebeple yapılamadığı durumlara ilişkin bir istisnaya da Kanunda yer verilmemiştir. Deprem gibi felaketlerde, denetim mercileri denetimi yapma kabiliyet ve kapasitelerini kaybedebilirler. Yine bu mercilerde görev alacak alanında uzman kişiler deprem nedeniyle hayatlarını kaybetmiş, bölgeden ayrılmış ve dönmek istemiyor olabilirler. Benzer durum denetlenecek kişiler yönünden de gerçekleşmiş olabilir. Söz konusu ürünlerin üreticilerinin kalmaması, bölgeyi terk etmeleri veya benzer nedenlerle üretimin fiilen yapılamaması gündeme gelebilir. Üretimin ortadan kalkması, bölgedeki tarım arazilerinin bu vasıflarını yitirmesinden de kaynaklanabilir. İklim ve toprak yapısında değişiklik meydana gelmiş ve denetim süreci içerisinde geçici de olsa üretim imkânı ortadan kalkmış olabilir. Mevcut düzenlemelerde bu tür olası sorunlara karşı bir çözümün olmadığı, Kanun’da, denetimlerin sürekliliğinin esas alındığı ve gerekli denetimlerin yapılmamasının doğrudan bir yaptırıma bağlandığı görülmektedir. Olağan dönemlerde denetimin sürekli olması gerektiği açıktır. Ancak bu tür olağanüstü dönemlerde denetimin sürekliliğinin esas alınması hem başlı başına bir sorun, hem de diğer sorunların kaynağı haline gelebilmektedir.

Denetim sisteminden kaynaklanabilecek sorunlarını en aza indirmek ve yaptırımlarla karşılaşmamak adına ne tarz tedbirler alınabilir?

Bilindiği gibi depremden etkilenen yerlerde, 8/2/2023 tarihli ve 6785
sayılı Cumhurbaşkanı kararıyla üç ay süreyle olağanüstü hal (OHAL) ilan edilmiştir. Akabinde çıkarılan Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle de tedbirler alınmaya başlanmıştır. Bu kapsamda çıkarılan 11/2/2023 tarih ve 120 sayılı Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle hak düşürücü sürelerin durdurulmasına yönelik tedbirler alınmıştır. Bu tedbir kapsamında Kurumun internet sitesinde de gerekli ilan yapılmış, diğer birtakım sürelerin yanında denetim raporlarının sunulmasıyla ilgili sürelerin durduğu da ilan edilmiştir. Yapılan düzenleme hızlı bir şekilde aksiyon alınmasını sağlamıştır. Düzenlemeyle alınan tedbirin gerekli ve yararlı bir çözüm olduğu görülmektedir. Bu düzenleme özellikle, denetimleri yapılmış ancak raporları hazırlanarak henüz Kuruma sunulmamış olan coğrafi işaretler yönünden önemli bir tedbir olmuştur. Ancak, depremin etkilerinin uzun döneme yayılmış olması, denetimlerin ise süreklilik arz etmesi nedeniyle bu tedbirin kalıcı bir çözüm olarak kabul edilmeyeceği değerlendirilmektedir. OHAL dönemiyle sınırlı etki doğuran, kendi içerisinde dahi süre sınırı taşıyan düzenlemelerin SMK’da yer alan sisteme etkin bir çözüm sunmadığı düşünülmektedir. Bu yönüyle, genel bir çerçeve çizen düzenlemenin önemli olduğu, ancak yeterli olmadığı değerlendirilmektedir.

Deprem bölgelerinde denetim sürecinden kaynaklı olarak yaşanabilecek sorunlar olağan dönem Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle yapılacak değişikliklerle kaldırılabilir mi? Bilindiği üzere, Cumhurbaşkanlığı kararnameleri asli niteliğe sahip ve kanunla eşdeğer düzenlemelerdir. Bu nedenle, çıkarılacak bir kararnameyle konunun ve sistemin yeniden düzenlenebileceği söylenebilir. Ancak, Anayasa’nın 104’üncü maddesine göre kanunda açıkça düzenlenen konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamamaktadır. Yine kararnameyle kanunlarda değişiklik yapılamayacağı da kabul edilmektedir. Öte yandan, Anayasa’nın ikinci kısmının ikinci bölümlerinde yer alan kişi hakları ve ödevleri ve bu kapsamda mülkiyet hakkının da Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenlenemeyeceği Anayasa’da hüküm altına alınmıştır. Tüm bu düzenlemeler birlikte değerlendirildiğinde, genel olarak sınai mülkiyet haklarına ilişkin düzenlemelerin kararnameyle yapılmasının bu hakların niteliğine uygun olmadığı değerlendirilmektedir. Bu kapsamda denetim süreci gibi sınai mülkiyet hakkı sahipliğinde değişikliğe veya hakkın sona ermesine neden olabilecek nitelikteki süreçlere ilişkin düzenlemelerin kararnamelerle yapılmasının yerinde bir tercih olmayacağı düşünülmektedir.

Cumhurbaşkanlığı kararları ise kararnamelerden farklı olarak Kanunla eşdeğer olmayan idari işlem niteliğindeki düzenlemelerdir. Tali nitelikteki bu düzenlemelerin kaynağını bir kanundan veya Cumhurbaşkanlığı kararnamesinden alması gereklidir. Oysa SMK’da bu konuda yetki veren bir düzenleme olmadığı görülmektedir. Bu haliyle Cumhurbaşkanlığı kararıyla da mevcut sistemin değiştirilemeyeceği ve sorunların giderilemeyeceği değerlendirilmektedir.

Etkili ve kalıcı çözümün SMK’da yapılacak bir düzenleme ile gerçekleştirilmesi mümkündür. Bilindiği üzere, SMK’nın yürürlüğe girmesinden itibaren beş yıldan daha uzun bir süre geçmiştir. Bu sürede edinilen tecrübe, uygulamadan kaynaklı sorunları görmek, eksiklikleri değerlendirmek ve ihtiyaçlar doğrultusunda yeniden yapılandırmak için kullanılabilir. Deprem gibi mücbir sebeplerin coğrafi işaretlerin denetim sürecinde göz önüne alınması sağlanabilir. Nitekim farklı kanun ve yönetmeliklerde mücbir sebep hallerinin istisnai durumlar olarak düzenlendiği ve bu gibi durumlarda idarelere farklı yetkilerin verildiği bilinmektedir[3]. SMK kapsamında benzer yönde düzenleme yapılmasının mümkün olduğu düşünülmektedir. Mücbir sebeplerin SMK’da örnekseme yöntemiyle sayılması ve Kuruma bu tür durumlar için takdir yetkisinin verilmesi değerlendirilebilir. Denetim süresinin bir yıl olduğu göz önüne alınarak, her olayda değilse de deprem gibi bir mücbir sebep halinin etki ve boyutlarına göre bir değerlendirme yapma imkânının verilmesi yerinde olabilecektir. Bu kapsamda, denetim raporu sunma sürelerinin uzatılması, denetimlerin veya rapor sunma zorunluluğunun kaldırılması gibi esnek yetkilerin Kuruma tanınması söz konusu olabilir. Bu sayede, ileride ortaya çıkabilecek farklı durumlar için de yasal ve kalıcı bir çözüm oluşturulabileceği değerlendirilmektedir. 

Bu çözüm önerisine karşın, kanunun değişikliği yapılmasının son derece zor ve uzun bir süreç olduğu da herkes tarafından bilinmektedir. SMK değişikliğinin yapılmadığı ve diğer düzenlemelerin de ihtiyacı karşılamadığı noktada nasıl bir çözüm benimsenebileceği ayrıca tartışmaya açıktır. Denetim sürecine ilişkin SMK’da mücbir sebep istisnası olmasa dahi Kurum resen mücbir sebebi dikkate alabilir mi? Fiili olarak uygulamasını değiştirerek hak kayıplarının önüne geçebilir mi?

Mücbir sebep sadece idarelerin sorumluluğunu kaldıran bir neden olarak değerlendirilmemelidir. Vatandaş yönünden de ayrıca tanımlanması ve göz önüne alınması gereken bir nedendir. Nitekim vatandaşın kusurundan kaynaklanmayan, öngöremediği ve önleyemeyeceği olaylar idareye karşı yükümlülüğünü yerine getirmesini engelleyebilir. Danıştay tarafından, ilgili mevzuatlarda yer almasa dahi mücbir sebebin dikkate alınması gerektiğine, mücbir sebepten dolayı kişi idareye karşı yükümlülüğünü yerine getiremediğinde bundan dolayı sorumlu olmayacağına karar verilmektedir. Danıştay tarafından, mücbir sebebin hukukun genel kurallarından biri olduğu, idare hukukunun da bundan bağımsız olarak değerlendirilemeyeceği vurgulanmış, kanunda aksi yönde açık bir düzenleme olmadıkça mücbir sebep hallerinin dikkate alınması gerektiği ifade edilmiştir[4]. Yine farklı kararlarda, ilgili mevzuatta açıkça yer almasa dahi, kişilerin mücbir sebepleri göz ardı edilerek yapılan idari işlemlerin iptal edildiği görülmektedir[5].

Deprem nedeniyle can derdine düşen insanlardan coğrafi işaret denetimi yapmalarını ve Kuruma rapor sunmalarını beklemek insani ve hakkaniyete uygun bir yaklaşım olmayacaktır. Ayrıca, coğrafi işaretlerin kamusal yönü ve kolektif yapısı değerlendirme yapılırken göz önüne alınmalıdır. Tescilin devamlılığında kamu yararı olduğu gözetilmeden, mücbir sebepler göz ardı edilerek işlem tesis edilmesi hak kayıplarına neden olacaktır. İçinde bulunduğumuz süreçte, Danıştay kararlarının emsal alınması gerektiği ve kanunda değişiklik yapılana kadar hak kayıplarının önüne geçilebilmesi için mücbir sebeplerin fiilen göz önüne alınması yerinde bir yaklaşım olacaktır. Sonuç olarak, denetim süreci üzerinde depremin olumsuz etkileri devam ettiği sürece depremden etkilenen bölgelerdeki coğrafi işaretlerle ilgili denetim raporu sunulamaması mümkündür. Bu süreçte denetim raporu sunulamamasının hukuki sonuç doğurmayacağının kabul edilebileceği değerlendirilmektedir.

Gökhan ERGÜL

Mayıs 2023

av.gokhanergul@gmail.com


DİPNOTLAR

[1] Türkiye’deki 1334 tescilli coğrafi işaretten 324’ü depremden etkilenen şehirlerimizden kaynağını alan ürünlere aittir. (Mahreç İşareti tescilleri:  979 / 271; Menşe Adı tescilleri: 355 / 53; Toplamda: 1334 / 324     %24,2)

[2] https://ci.turkpatent.gov.tr/sayfa/avrupa-birli%C4%9Finde-co%C4%9Frafi-i%C5%9Faret

[3] 4735 sayılı Kamu İhale Sözleşmeleri Kanunu m.10; 213 sayılı Vergi Usul Kanunu m. 13 ve m. 15 (mücbir sebepler sayıldığı gibi Kanunda idareye, yeni beyanname verme süreleri belirlenmesi ve beyanname verme zorunluluğunun kaldırılması yetkisinin verildiği de görülmektedir.); 6326 sayılı Petrol Kanunu m. 122; 6446 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu m. 5; 3213 sayılı Maden Kanunu m. 3 ve m. 37; Çevresel Etki Değerlendirme Yönetmeliği m. 14; Doğalgaz Piyasası Lisans Yönetmeliği m. 46

[4] Danıştay 1. Dairesi’nin 4/12/1944 tarih ve 1944/26 E. – 1944/26 K. sayılı kararı, Prof. Dr. Turan YILDIRIM, “Danıştay Kararlarında Mücbir Sebep Kavramı”, Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Araştırmaları Dergisi, Cilt 25, Sayı 2, Prof. Dr. Ferit Hakan Baykal Armağanı, Aralık 2019, s. 1533

[5] İdari Dava Daireleri Kurulu 12/11/2015 tarih ve 2015/3121 E. – 2015/4110 K. sayılı kararı (Erişim: https://www.sinerjimevzuat.com.tr/kullaniciGiris.jsf?dswid=-1455#); Danıştay 8. Dairesi 21/11/1997 tarih ve 1996/4736E. – 1997/3534 K. sayılı kararı (Erişim: https://www.sinerjimevzuat.com.tr/kullaniciGiris.jsf?dswid=-1455#)

MARKANIN 35.06 SINIF SATIŞA SUNUM HİZMETLERİNDE TESCİLİNE İLİŞKİN YENİ BİR YARGITAY KARARI


Markanın, 35.06 alt sınıfta yer alan hizmetler yönünden tescilinin ve korunmasının kapsamı çekişmeli alanlardan biri olarak varlığını sürdürmektedir. Yargı kararlarıyla şekillenen alanda korumanın kapsamı zaman içerisinde değiştirilmiştir. Son içtihatlarla da bu alanda yeni bir yaklaşımın benimsenmeye başlandığı görülmektedir. Nitekim yazı içeriğinde Yargıtay 11. Hukuk Dairesi’nin bu konudaki 18/4/2022 tarih ve 2020/7799 E. – 2022/3109 K. sayılı son kararı paylaşılacaktır.

Bilindiği üzere, Marka Tescil Başvurularına Ait Mal ve Hizmetlerin Sınıflandırılmasına İlişkin Tebliğ’in (BİK/TPE: 2007/2)[1] 35.06 sınıfında yer alan “Müşterilerin malları elverişli bir şekilde görmesi ve satın alması için çeşitli malların bir araya getirilmesi hizmetleri (belirtilen hizmetler perakende, toptan satış mağazaları, elektronik ortamlar, kataloglar ve benzeri diğer yöntemler ile sağlanabilir).” hizmeti 2011 yılında değiştirilmiş[2], 2012 yılında ise “Müşterilerin malları elverişli bir şekilde görmesi ve satın alması için malların * bir araya getirilmesi hizmetleri; (belirtilen hizmetler perakende,  toptan satış mağazaları, elektronik ortamlar, katalog ve benzeri diğer yöntemler ile sağlanabilir.) * Bu kısımda mal veya mal grubu belirtiniz.” şeklinde değiştirilerek son halini almıştır[3].

Yapılan değişiklik sonucunda, “çeşitli malların” satışına ilişkin mağazacılık hizmeti ile mal veya mal grubunun belirtildiği “spesifik olarak belirli malların satışına özgülenen” sınırlandırılmış mağazacılık hizmeti arasındaki ilişkinin yorumlanması temel tartışma konularından biri haline gelmiştir.

Yapılacak yorum, korumanın kapsamının belirlenmesi ve yeni marka başvurularının tescil edilebilmesi açısından son derecede önemlidir. Yorum konusunda yargı kararları yol gösterici kaynaklardan birini oluşturmaktadır. Bu nedenle, içtihat değişikliklerinin takibi uygulamacılar açısından önem arz etmektedir. Bu yazı kapsamında hem gelinen süreç özetlenecek hem de bu konudaki yaklaşım değişikliğini yansıtan son içtihatlar paylaşılacaktır.

Bu iki mağazacılık hizmeti arasındaki ilişkiyi ele alan ilk dönemki yargı kararlarında “çok azı kapsar” ilkesi esas alınmış, önceki tarihli markaya en geniş haliyle koruma imkânı sağlanmış, bu hizmetlerin aynı/aynı tür oldukları kabul edilmiştir[4]. Açıklanacağı üzere, sonraki dönemde korumanın kapsamı “tek tek mallar yönünden kullanımın ispat edilmesi” yönünde daraltılmıştır. Paylaşılacak son kararlarda ise korumanın kapsamının yeniden genişletildiği, “sektörel bazda benzer malların perakendeciliği veya mağazacılığı satışının” yapıldığının ispatlanmasının arandığı görülmektedir.

Uygulamayı yönlendiren kararlarda, taraf menfaatleri arasında bir denge sağlanmaya çalışılmış, bu kararlarda, “çeşitli mallara” ilişkin tescil alan önceki marka sahibinin tek tek hangi mallar yönünden mağazacılık hizmeti verdiğini ispatlaması gerektiği ifade edilmiştir. Bu yöndeki emsal bir kararda Davalı şirkete ait marka ise, genel olarak perakendecilik hizmetlerini içermekte olup, belirli sektör ya da gruplardaki ürünler sınırlandırılmamıştır. Bu itibarla, uyuşmazlık konusu işaretlerin benzerliğine karşın davacı başvurusunda 35. sınıf hizmetlerin kapsamında ticarete konu edilecek malların teker teker sayılması nedeniyle, başvuruya itiraz eden davalı şirketten söz konusu 35. sınıf hizmetler kapsamında başvuruda sayılan malların satış hizmetlerinin de verildiği hususunda varsa delillerinin ibrazı istenmek ve buna göre şayet davalının “…” markası ile 35. sınıf mağazacılık hizmetleri altında davacı marka başvurusunda yer alan ürünleri kapsayan ticareti bulunduğu takdirde bu ürünler yönünden … kararının iptaline karar vermek gerekirken” (Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin 30/3/2016 tarih ve 2015/8504 E. – 2016/3492 K. sayılı kararı)gerekçesine yer verildiği görülmektedir. Aynı yönde başka bir kararda ise “Bu durumda, başvurunun ilanı halinde, dava dışı marka sahibinin itiraz etmesi durumunda itiraz edenin başvuru kapsamında sınırlı olarak belirtilen malların satışı hizmetlerinin aynı ya da benzeri bir ticari faaliyeti olup olmadığının da araştırılması suretiyle (11. HD. 10/10/2013 T 18919/18046 ve 20/02/2014 T 13850/3087 sayılı kararları[5]) 556 sayılı KHK’nın 8/1-b maddesi kapsamında benzerlik araştırması yapılması gerekeceğinden, bu hizmet bakımından da başvurunun aynı KHK’nın 7/1-b maddesi uyarınca değerlendirme yapılmak suretiyle davanın reddi doğru görülmemiştir.” (Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin 12/5/2016 tarih ve 2015/11817 E. – 2016/5411 K. sayılı kararı) gerekçesine yer verildiği görülmektedir. Yine başka bir kararda “Somut uyuşmazlıkta, davalı tarafça davacı başvurusunda sınırlandırılan malların satışı faaliyetinde bulunulduğu hususundaki delilleri de sorulup bu konuda değerlendirme yapılmaksızın eksik inceleme sonucu davacı marka başvurusunun 35.07 sınıf genel nitelikteki perakende satış hizmetleri (mağazacılık) bakımından da reddi doğru görülmediğinden” (Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin 27/2/2017 tarih ve 2015/12715 E. – 2017/1112 K. sayılı kararı) gerekçesine yer verilmiştir.

Farklı uygulamalara yönlendiren kararlar olduğu, esasen uygulamanın net olmadığı kabul edilebilir. Ancak, yargı uygulamalarında daha yaygın olarak “çeşitli malların” satışa sunum hizmetleri yönünden tescil edilmiş olan önceki tarihli marka sahibinden, sonraki başvuruda sınırlı ve spesifik olarak sayılan malların satışa sunum hizmetlerinin verildiğinin ispatlamasının talep edildiği görülecektir. Yargılama aşamasında, sonraki tarihli başvuru kapsamında sınırlı olarak sayılanlar yönünden mağazacılık hizmetinin verildiğinin özel olarak ispatlanması koşulu aranmakta ve ilgilisine delillerini sunması için süre verilmektedir.

Gelinen aşamada ise Yargıtay tarafından konuya yeni bir yaklaşımın getirildiği söylenebilir. Güncel bazı kararlarda[6]sektörel bazda benzerlik” vurgusunun yapıldığı görülmektedir. Bu vurgu yakın tarihli bazı kararlarda yapılmış olsa da esasen son içtihatta inceleme yöntemi olarak açıkça dile getirilmiş. Yargıtay 11. Hukuk Dairesi’nin 18/4/2022 tarih ve 2020/7799 E. – 2022/3109 K. sayılı kararında,daha önce 35. sınıfta genel mağazacılık hizmetleri yönünden adına marka tescili bulunan taraftan sonra tescil başvurusuna konu yapılan ve özel mağazacılık hizmetlerini konu alan marka başvurularına itirazda bulunulabilmesi için kendisi adına 35. sınıfta genel perakendecilik ve mağazacılık hizmetlerinde markayı kullanması gerekmekle birlikte, tek tek her bir mal yönünden kullanımın ispat edilmesi gerekmeyip, sektörel bazda benzer malların perakendeciliği veya mağazacılığı yönünden kullanımın ispat edilmesi yeterlidir. Bölge Adliye Mahkemesince bu ilkeler doğrultusunda bir inceleme ve değerlendirme yapılarak karar verilmesi gerekirken hatalı değerlendirmeye dayalı olarak davanın kısmen kabulüne karar verilmesi doğru olmamış” gerekçesine yer verilerek Bölge Adliye Mahkemesi kararının bozulduğu görülmektedir.

Bozmaya konu Bölge Adliye Mahkemesi kararı incelendiğinde; Mahkeme tarafından, yukarıda paylaşılan yaygın uygulamaya ve emsal kararlara uygun bir inceleme yapıldığı, başvuru kapsamında sayılan mallar yönünden kullanım ispatının arandığı, “Ancak redde mesnet markanın kapsamında genel olarak mağazacılık hizmeti bulunmakta iken dava konusu başvurunun kapsamında belli bir takım malların satışına özgülenmiş mağazacılık hizmeti bulunmasına rağmen mahkemece davalı Şirketten, markasının 12 ve 20. sınıf mallar yönünden itiraza dayanak markasını kullanıp kullanmadığı sorulmadan ve bu yönde bir araştırma yapılmadan yazılı şekilde karar verilmesi doğru olmamış,” tespitlerine yer verildikten sonra bu araştırmanın yapıldığı görülmektedir. Bölge Adliye Mahkemesi tarafından verilen bozmaya konu kararda, “davalı Şirket vekiline, redde mesnet 2011/9924 sayılı markasını, 12. ve 20. sınıfa özgülenmiş biçimde 35. sınıftaki mağazacılık hizmetleri yönünden kullandığına dair delillerini sunmak için usulüne uygun biçimde kesin süre verildiği, davalı Şirket vekili tarafından dosyaya sunulan delillerin hiçbirinin davalının … sayılı markasının, 12. ve 20. sınıf malların satışına özgülenmiş biçimde mağazacılık hizmetlerinde kullanıldığını ispata elverişli olmadığı, davalı Şirketin genel olarak mağazacılık hizmetlerinde tescilli markası ile 12. ve 20. sınıf malların satışına özgülenmiş 35/05. sınıftaki mağazacılık hizmetleri yönünden dava konusu başvuru arasında benzerlik olmadığı,” sonucuna varılmıştır. Bozma ilamında ise bu değerlendirme yönteminin hatalı olduğu gerekçesine yer verildiği görülmektedir.

Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin 18/4/2022 tarih ve 2020/7799 E. – 2022/3109 K. sayılı kararıyla, yargı uygulamasında benimsenen başvuruda spesifik olarak satışı sınırlandırılan her bir mal yönünden kullanımın ispat edilmesi şartının yerine, “sektörel bazda benzer malların perakendeciliği” yönünden kullanımın ispatlanmasının benzerlik için yeterli kabul edildiği anlaşılmaktadır. Nitekim kararda, Bölge Adliye Mahkemesi’nin 12. ve 20. sınıfta yer alan malların satışına sunumunun ispatıyla sınırlı yaptığı inceleme yönteminin yerinde olmadığı, “tek tek her bir mal yönünden kullanımın ispat edilmesi”nin gerekmediği belirtilmiştir. Bu yöndeki kararların benimsenmesi durumunda, uygulamanın değişeceği, yargılama sırasında ve bilirkişi heyetlerince yapılan incelemede sektörel bazda benzer malların satışa sunumuna ilişkin delillerin de göz önüne alınması gerektiği söylenebilir. Bu kapsamda, sadece sonraki marka başvurusunda sınırlı olarak sayılan malların değil, “sektörel bazda benzer malların” perakendeciliği veya mağazacılığının yapıldığının ispatlanası durumunda da emtia benzerliği koşulunun gerçekleşeceği kabul edilebilecektir. Bu kararlarla önceki tarihli marka sahibine sağlanan korumanın kapsamının yeninden genişletildiğini söylemek mümkündür. Kararların uygulamaya ve yargılama süreçlerine yansımaları ise zaman içerisinde ortaya çıkacaktır.

Gökhan ERGÜL

Eylül 2022

av.gokhanergul@gmail.com


DİPNOTLAR

[1] https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2007/01/20070108-2.htm

[2]Müşterilerin malları elverişli bir şekilde görmesi ve satın alması için “… ” * bir araya getirilerek sunulması hizmetleri (belirtilen hizmetler perakende, toptan satış mağazaları, elektronik ortamlar, kataloglar ve benzeri diğer yöntemler ile sağlanabilir).* Bu bölümde hizmetin gerçekleştirileceği mal, mal grubu ya da sektör adını belirtiniz. Hizmetin mal ve sektörlerin tamamını kapsaması durumunda “çeşitli malların” ifadesini kullanınız.” şeklinde değiştirilmiştir. 19 Ekim 2011 tarih ve 28089 sayılı Resmi Gazete

(Erişim:https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2011/10/20111019-22.htm)

[3] 2007/2 sayılı Tebliğ yürürlükten kaldırılmış, 2012/2 sayılı Tebliğ 28 Ocak 2012 tarih ve 28187 sayılı Resmi Gazete’de de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. (https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2012/01/20120128-20.htm)

[4] Emsal nitelikte bir kararda “…”çeşitli malların” ibaresi kullanılarak ve herhangi bir sınırlandırma yapılmadan, bir başka ifadeyle tüm sektör ve malları kapsayacak biçimde tescil edilmiş olduğu, dolayısıyla, davacıya ait başvuru, redde dayanak marka ile aynı olduğu gibi, kapsamlarındaki hizmetlerin de aynı veya aynı tür olduğu zira, redde mesnet marka kapsamında tescilli bulunan 35/06. sınıfta tüm sektörleri kapsayan mağazacılık hizmetleri, davacının sınırlandırarak talep ettiği belirli mallara ya da sektörlere dair mağazacılık hizmetlerini de içerdiği” tespitlerine yer verildiği görülmektedir (Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin 14/1/2015 tarih ve 2014/14402E. – 2015/323 K. sayılı kararı).

[5] Söz konusu kararda “…karar gerekçesindeki 03. sınıfta yer alan malların 35/07. sınıf perakendecilik hizmeti kapsamında satışa sunulması mümkün olduğundan iltibas tehlikesine yol açılacağına ilişkin mahkeme görüşü, davacının 03. sınıf malların perakende ticareti yaptığı hususunda delil bulunmaması nedeniyle isabetli olmamakla birlikte somut uyuşmazlıkta kötüniyetli tescil olgusunun gerçekleşmiş bulunmasına göre, mümeyyiz davalı vekilinin tüm temyiz itirazları yerinde değildir.” gerekçesine yer verildiği görülmektedir.

[6] “Marka sahibi 556 sayılı KHK’nın 8/1-b maddesi uyarınca, önceki markasını kullanarak, ancak fiilen perakendeciliğini veya mağazacılığını yaptığı mallar ile bu mallarla sektörel benzerlik gösteren mallar yönünden başkalarının aynı veya karıştırılmaya yol açacak düzeyde benzer markayı tescil ettirmesine veya tescilsiz kullanımına karşı çıkabilir.” (Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin 12/9/2019 tarih ve 2018/582 E. – 2019/5345 K. sayılı kararı); Aynı yönde 17/9/2019 tarih ve 2018/4108E. – 2019/5503 K. sayılı karar

PATENT VEKİLLİĞİ VE MARKA VEKİLLİĞİ SINAV, SİCİL VE DİSİPLİN YÖNETMELİĞİNDE GETİRİLEN TEMEL YENİLİKLER

Atama kararları Resmi Gazete'de yayımlandı | NTV

Patent Vekilliği ve Marka Vekilliği Sınav, Sicil ve Disiplin Yönetmeliği 07/04/2021 tarihli ve 31447 Sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir[1]. Bu Yönetmelikle birlikle 27/6/2015 tarihli ve 29399 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Türk Patent ve Marka Kurumu Patent Vekilliği ve Marka Vekilliği Sınav ve Sicil İşlemlerine Dair Yönetmelik ve 18/5/2017 tarihli ve 30070 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Türk Patent ve Marka Kurumu Patent Vekilleri ve Marka Vekilleri Meslek Kuralları ve Disiplin Yönetmeliği yürürlükten kaldırılmıştır (m. 27).

Yönetmeliğin temelde iki kısımdan oluştuğu, ilk kısımda marka ve patent vekillerinin sınav ve sicil işlemlerinin düzenlendiği, ikinci kısımda ise disiplin hükümlerine yer verildiği görülmektedir.

Önceki düzenlemelerle kıyaslandığında, yeni Yönetmelikte vekillik sınavına ilişkin esas ve usul yönünden bir takım değişiklikler getirildiği görülmektedir. Bu kapsamda dikkati çeken ilk düzenleme sınav ilan tarihlerine ilişkindir. Sınavın, sınav tarihinden en az 30 gün önce ilan edilmesine ilişkin düzenleme, en az 60 gün olarak değiştirilmiştir. Bu sayede sınava hazırlanacak adayların önceden bilgilendirilmeleri sağlanmıştır. Yeni Yönetmelikte, sınav başvurularının fiziki olarak alınması yöntemi kaldırılmış, sadece online başvuru alınmasına imkan verilmiştir (m. 7). Bu alandaki en önemli yenilik ise ilk aşama olan genel yeterlilik sınavında başarılı olan adayın bir sonraki sınav döneminde mesleki yeterlilik sınavına doğrudan girmesine imkân sağlanması olmuştur (m. 13/4). Bu hak 2019 yılında yapılan genel yeterlilik sınavında başaralı olan adaylara da tanınmıştır (Geçici m. 2). Bu kapsamda, 2019 yılında yapılan genel yeterlilik sınavını geçmiş ancak ikinci aşamayı geçememiş olan adaylar, bu yıl açılması planlanan ilk sınavda mesleki yeterlilik sınavına doğrudan katılabileceklerdir.

Yönetmelikte, sınavlardaki konu dağılımlarının ve yeterlilik puanlarının değiştirilmediği görülmektedir. Sınav sorularına ve sonuçlara itiraz yöntemi ise değiştirilmiş ve ayrı ayrı düzenlenmiştir. Bu kapsamda, önceki düzenlemeden farklı olarak, sınav sonuçlarına değil, öncelikle sorulara itiraz etme hakkı tanınmıştır. Buna göre, genel yeterlilik sınavının sonuçlarının ilanından önce soruların ilan edilmesi ve sorulara itiraz edilmesi imkânı getirilmiştir (m. 10). Bu aşamada öncelikle sorular üzerindeki ihtilaflar giderilecektir. Yanlış olduğu tespit edilen sorular herkes için doğru kabul edilecek ve genel yeterlilik sınav puanı bu yeni duruma göre hesaplanıp ilan edilecektir. Adaylara açıklanan bu sonuçlara itiraz etme hakkı da tanınmıştır. Ancak bu aşamada sorulara yeniden itiraz etme hakkı verilmemiştir (m. 11). Mesleki yeterlilik sınavında ise eski uygulama devam etmektedir. Sadece sınav sonuçlarına itiraz edilmesi imkânı bulunmaktadır (m. 13).

Yönetmelikte, sicil işlemleri konusunda en önemli yeniliğin gerçek kişi vekiller yönünden yapıldığı görülmektedir. Sicile kayıt için aranan ve gerçek kişi vekillerin başka bir gerçek kişinin yanında vekil olarak çalışmasına imkan veren “ğ) Gerçek kişi yanında çalışan vekilin, yanında çalıştığı kişiyi (Değişik ibare:RG-5/5/2017-30057) Kurum nezdinde temsile yetkili olduğunu gösterir noter onaylı belge.” hükmü yeni Yönetmeliğe alınmamıştır[2]. Bu durumda çalışan mevcut vekiller için ise “Bu Yönetmeliğin yayımı tarihinde Sicile kayıtlı olup da vekillik yetkisini başka bir gerçek kişi yanında çalışarak kullanan vekil, 14 üncü maddenin ikinci fıkrasının (g) bendinde yer alan belgeyi, bu Yönetmeliğin yayımı tarihinden itibaren 6 ay içerisinde Kuruma sunmak zorundadır.” hükmüyle 6 aylık bir geçiş süresi öngörülmüştür (Geçici m. 3). Buna göre, söz konusu kişilerin süresi içerisinde bağlı oldukları vergi dairesinden alınmış yazıyı Kuruma sunmaları gerektiği düzenlenmiştir.

Yönetmeliğin madde 18 vd. disiplin hükümlerine ayrılmıştır. Önceki düzenlemeden farklı olarak, Yönetmelikte disiplin hükümlerine ilişkin genel ilkeler belirlenmiştir (m. 18). Ancak, vekillik meslek kurallarının içeriğinde önemli bir değişikliğe gidilmediği görülmektedir (m. 19).  Önceki Yönetmelikte yer alan “h) Vekil, kendi hizmeti karşılığı dışında müvekkilinden herhangi bir ücret talep edemez.” yönündeki meslek kuralının “Vekil, Kurumun yapacağı hizmetler karşılığında alacağı ücretlere ve harçlara ilaveten kendi hizmeti karşılığı dışında müvekkilinden herhangi bir ücret talep edemez” şeklinde değiştirildiği görülmektedir. “Kurum tarafından müvekkiline yapılan talepleri iletmek ve gerekli irtibatı kurmak zorundadır.” yönünde, esasen vekilin özen yükümlülüğü kapsamında değerlendirilebilecek bir duruma ise Yönetmelikte açıkça yer verilmiştir (m. 19/1-o). Meslek kurallarında yapılan diğer bir değişikliğin, dosyanın başka bir vekil tarafından devralınması durumunda, yeni vekile yapılacak bildirime ilişkin olduğu görülmektedir. Yeni Yönetmelikte öncekinden farklı olarak, yetki alan vekilin halihazırdaki vekile bu durumu gecikmeden bildirmesi gerektiği düzenlenmiştir. Bu durumda, halihazırdaki vekil dosyanın takibi için gerekli tüm belgeleri, önceki düzenlemeden farklı olarak, talep edilmesi halinde yeni vekile iletmek zorundadır (19/1-m) Yönetmelikte gerekli belgeler konusunda ise bir istisna ya da sınırlandırmanın getirilmediği görülmektedir. Vekilin reklam yapma hakkı ve sınırları her iki yönetmelikte de yer almakla beraber, önceki yönetmelikte yer alan “kurumların açıkça izni olmaksızın adını ve logosunu kullanmak,” şeklindeki sınırlandırma (m. 5/1-e), “kurum ve kuruluşların adını veya logosunu yanıltıcı biçimde kullanmak” şeklinde değiştirilmiştir (m. 19/1-e).

Uygulanacak disiplin cezaları ve Disiplin Kurulunun yapısı 5000 sayılı Kanunda belirlenmiş olup, bu konularda Yönetmelikte önceki düzenlemeden ve Kanundan farklı bir değişiklik yapılmadığı görülmektedir. Buna karşın, şikayet hakkı olanlar yeni Yönetmelikte açıkça düzenlenmiştir. Kural olarak herkes şikayet hakkına sahiptir. Ancak, Yönetmeliğin 19 uncu maddesinde yer alan (b), (f), (g), (ğ), (j) ve (k)  bentlerinde yazılı meslek kurallarına aykırı davranıldığı gerekçesiyle sadece hakları ihlal edilenler şikâyet başvurusunda bulunabilirler (m. 23). Buna göre, somut bir müvekkil veya başka bir vekille olan ilişkilerde ilgililere şikayet hakkının tanındığı, diğer durumlarda ise herkese bu hakkın tanındığı görülmektedir.

Yönetmelikle soruşturma usulü değiştirilmiştir. Bu kapsamda, Disiplin Kurulu, usulüne uygun yapılmamış, gerekçesiz ve delil içermeyen başvuruları soruşturma açmadan reddedebilecektir (m. 24/2). Disiplin Kurulu şikayetçinin yapacağı hukuki nitelendirmeyle bağlı değildir. Kendisi re’sen tespitte bulunabileceği gibi gerek görmesi halinde soruşturmayı da genişletebilecektir (m. 24/3). Yeni düzenleme ile Kurula re’sen inceleme yapma ve soruşturmayı genişletebilme imkanının verildiği görülmektedir. Bu maddeyle de bağlantılı olacak şekilde, başvuru veya taleplerle ilgili belgelerin Kurum tarafından doğrulanabilmesi durumunda taraflardan istenmeyeceği düzenlenmiştir (m. 26/3). Ayrıca, başvuru ve taleplerin elektronik ortamda sunulması imkanı da getirilmiştir (m. 26/1).

Son olarak, önceki Yönetmelik döneminde Sicile kayıt veya Sicil yenileme için yapılmış başvuruların, başvurunun yapıldığı tarihte yürürlükte olan Yönetmelik hükümlerine göre sonuçlandırılacağı hüküm altına alınmıştır (Geçici m. 1).

Gökhan ERGÜL

Nisan 2021

gokhan.ergul60@gmail.com


[1] https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2021/04/20210407-19.htm

[2] Mülga Türk Patent ve Marka Kurumu Patent Vekilliği ve Marka Vekilliği Sınav ve Sicil İşlemlerine Dair Yönetmelik m. 12/2-ğ

TÜRKPATENT TANINMIŞ MARKA SİCİLİ TUTAMAZ (MI?)!

Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin 5 Şubat 2020 tarihinde verdiği bir karar, yıllardır tartışma konusu olan “Tanınmış Marka Sicili” hakkındaki tartışmaları alevlendirecektir. Bu yazıda önce mevcut uygulamanın dayanakları ilgili yargı kararları çerçevesinde açıklanacak, devamında ise bir kırılma olarak görülebilecek Şubat 2020 tarihli karar okuyuculara aktarılacaktır.

Bilindiği gibi Türk Patent ve Marka Kurumu (Kurum) nezdinde tanınmış marka başvuruları incelenmekte ve tanınmışlığına karar verilen markalar ayrı bir sicile kaydedilmektedir. Ancak bu sicillerde güncelleme yapılmadığından bir kez tanınmışlık kaydı alan marka, bu vasfı daha sonra yitirse dahi,teorik olarak sonsuza dek bu kayda sahip olmaktadır. Avrupa’da uygulamasına rastlamadığımız bu kayıt sistemi, açıklanacağı üzere ülkemizde yargı kararları ile benimsenmiş özel bir uygulamanın ürünüdür. Bu yazıda, Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin 05/02/2020 tarih ve 2019/2980 E. – 2020/991 K. sayılı konuya ilişkin son kararı inceleme konusu yapılmıştır.Henüz kesinleşmemiş olan bu içtihat, kesinleşmesi durumunda yargı ve Kurum uygulamasını değiştirebilecek nitelikte görülmektedir.

15/07/2018 tarih ve 4 sayılı “Bakanlıklara Bağlı, İlgili, İlişkili Kurum ve Kuruluşlar ile Diğer Kurum ve Kuruluşların Teşkilatı Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi” ile Kurumun teşkilat yapısı ve görevleri yeniden düzenlenmiştir. Kurumun görevleri arasında “Patentler, faydalı modeller, markalar, coğrafi işaretler, geleneksel ürün adları, tasarımlar ile entegre devre topoğrafyalarının ilgili mevzuat hükümleri uyarınca tescilini ve bu hakların korunması ile ilgili işlemleri yapar” (m. 360/1-a) ve bununla ilişkili olarak Markalar Dairesinin görevleri arasında “İlgili mevzuat hükümlerine göre, belirli nitelikleri haiz işaret ve ibarelerin koruma altına alınması, markaların tanınmışlık düzeyleri ile ilgili esasların belirlenmesi ve uygulamaya konulması işlemlerini” (m. 370/1-ç) yapmak yer almaktadır. Benzer yönde düzenlemeye 5000 sayılı Kanunun mülga 3/1-a ve 13/1-d maddelerinde de yer verilmiştir.

Görüleceği üzere, markaların tescili ve korunması ile ilgili işlemleri yapmak ve bunların korunma altına alınması Kurumun görevleri arasındadır. Bu noktada, markaların tanınmış marka olup olmadığı ayrımı yapılmadığı görülmektedir. Öte yandan markaların tanınmışlık esaslarının belirlenmesi de Kurumun/Dairenin görevleri arasında sayılmıştır.

Mevzuattaki bu düzenlemelerden hareket eden Yargıtay 11. Hukuk Dairesi, markanın tanınmışlığının tespiti talebi ile ilgili olarak açılan davada, “Bir markanın tanınmışlığının tespitine hangi kurumun karara vereceği uluslararası sözleşmelerde de net bir şekilde ifade edilmemiştir.Ancak, WIPO’nun 34 ncü Yönetim Birliği toplantısında kabul edilen, “ortak kararın” 1 nci maddesindeki tanımlarda tanınmış markalara karar vermeye yetkili otoritelerin, markaların korunmasını sağlayan yetkili kurumlar ve mahkemeler olduğu açıklanmıştır.Ülkemiz açısından da, 554 sayılı KHK.nin 1 ve 10/3, 556 sayılı KHK.nin 7/1-ı ve 8/4 ncü maddeleri ile taraf olduğumuz uluslar arası sözleşme hükümleri dikkate alınarak davalı TPE ile mahkemelerimizin tanınmış marka tespitinde yetkili olduğunun kabulü gerekir.

Öte yandan, tanınmışlık talebi yönünden TPE’ye başvurmadan doğrudan tescil davası yolu ile bu sonuca ulaşılmak istenilmesi markaların tescil sistemine de uygun düşmemektedir. Markanın tanınmışlığı yönünde TPE’ne başvurulup, tescil prosedürü tamamlanmadan, bu yönde nihai bir karar oluşmadan doğrudan açılan tespit davasında hukuki yarar yoktur.”(Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin 24/06/2004 tarih ve 2003/12431 E. – 2004/7020 K. sayılı kararı[1]) gerekçesiyle, tanınmış marka tescilinde Kurumun öncelikle görevli olduğuna karar vermiştir.[2] Aynı yönde başka bir davada da Yargıtay tarafından, “Davadan önce davacı tarafça ” … ” markasının tanınmışlığının tespitine karar verilmesi yönünde TPE Başkanlığı’na yapılmış bir başvuru bulunmamaktadır. 5000 sayılı Türk Patent Enstitüsü Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun’un Markalar Dairesi Başkanlığı’nın görev ve yetkilerine ilişkin 13. maddesinin d bendi, ilgili mevzuat hükümlerine göre belirli nitelikleri haiz işaret ve ibarelerin koruma altına alınması, markaların tanınmışlık düzeyleri ile ilgili esasların belirlenmesi ve uygulamaya konulması işlemlerini düzenlemektedir. Buna göre, bir markanın tanınmış olduğunun tespiti yönündeki istemin, öncelikle kanunen bu konuda yetkili kılınan TPE Başkanlığı’na yapılması gerekmektedir. TPE Başkanlığı’na başvuru koşulu yerine getirilmeden, doğrudan anılan Kurum davalı olarak gösterilmek suretiyle markanın tanınmış olduğunun tespiti davası açılabilmesinin kabul edilmesi, 5000 sayılı Kanun’un Kuruma tanıdığı inceleme yapma ve karar verme hakkının ortadan kaldırılması sonucunu doğuracağından, bu şekilde açılan bir davanın mahkemece dinlenebilmesi mümkün değildir.(Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin 17.04.2008 tarih ve 2007/3468 E. – 2008/5173 K. sayılı kararı[3])gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. Bu kapsamda görüleceği üzere, tanınmışlık tespit davasının açılabilmesinin ön şartı olarak Kuruma başvuru yapılması gerektiği, tescil yapılabileceği ve tescile ilişkin yetkinin Kurumda olduğu kabul edilmiştir. Nitekim aynı yönde başka bir davada Yargıtay tarafından, “Oysa, doğrudan doğruya dava açmak suretiyle markanın tanınmışlığının tespitinin sağlanması mümkün değildir.Bir markanın tanınmışlığının tesciline ilişkin yetki TPE’ne aittir. Bunun için de usulüne uygun şekilde anılan kuruma başvurulması ve gerekli prosedürün tamamlanması gerekmektedir.”(Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin 22.07.2011 tarih ve 2009/15033 E. – 2011/9297 K. sayılı kararı[4]) gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir[5]. Bu kapsamda, tanınmış marka ile ilgili tescil işlemlerinde görevli ve yetkili merciin Kurum olduğu, öncelikle Kuruma başvuru yapılması gerektiği ve YİDK tarafından nihai olarak başvuru reddedildikten sonra ancak dava açılabileceği kabul edilmiştir.

Tanınmışlığın sabit bir durum olmadığı, bir markanın zaman içerisinde tanınmışlık kazanabileceği gibi yine zaman içerisinde tanınmışlığını kaybedebileceği de yargı kararlarında ifade edilmekte, bu nedenle her somut olayda bu hususun incelenmesi gerektiği ilkesi kabul edilmektedir. Ancak bu kabule karşın, ilgililerin tanınmış marka tescili yaptırmalarında hukuki yararlarının bulunduğu, Yargıtay tarafından, “Bir markanın tanınmışlığının tespit ve tescili ileride yapılacak muhtemel tecavüzleri önleme, karışıklığa, markanın itibarı ve şöhretinden yararlanmaya yönelik tescillere engel olma gibi sonuçlar doğuracağından bu yönde yapılan bir tespitte hak sahibinin hukuki yararı bulunduğunun kabulü gerekmektedir. Bu itibarla marka sahibi markasının tanınmış marka olduğunun tespiti ile tanınmış marka olarak Kurum nezdinde tutulan sicile kaydını isteyebilirse de somut olayda davalı nezdinde yapılmış bir tanınmış marka tescil başvurusu bulunmadan markanın tanınmış olduğunun tespiti doğrudan dava yolu ile istenmektedir. Oysaki Türkiye’de marka tescili konusunda tek yetkili Kurum olan TPE’ye başvuruda bulunmadan doğrudan tescil davası yolu ile bu sonuca ulaşılmak istenilmesi markaların tescili sistemine de uygun düşmemektedir. (Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin 25/01/2007 tarih ve 2005/13979 E. – 2007/827K. sayılı kararı) şeklinde ifade edilmiştir[6]. Markanın tanınmışlığının tescilinde hukuki yarar bulunmakla beraber, Kuruma başvuru yapılmadan doğrudan tespit davası açılmasında hukuki yarar olmadığı da kararlarda ifade edilmiştir.

Görüleceği üzere, yargı uygulamalarında, tanınmış marka tespit ve sicil kaydının Kurum tarafından yapılması, bu nedenle de dava açılmadan önce Kuruma başvuruda bulunulması ve tarafların bu tescilde hukuki yararının olduğu kabul edilmektedir. Söz konusu içtihatlardan hareketle uygulama da bu şekilde gelişmiş ve Kurum nezdinde tanınmış markalara ilişkin özel sicil oluşturulmuştur.

Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin 05/02/2020 tarih ve 2019/2980 E. – 2020/991 K. sayılı kararında ise bu yerleşik içtihattan dönüldüğü görülmektedir. İlgili davada, marka sahibi tarafından, markasının tanınmışlığının tespiti için Kuruma başvuru yapılmış, başvuru Kurumun Yeniden İnceleme ve Değerlendirme Kurulu (YİDK) tarafından nihai olarak reddedilmiştir. Bu ret kararına karşı da süresi içerisinde dava açılmıştır. Mahkeme tarafından yapılan incelemede davanın kısmen kabulüne karar verilmiş, karara karşı istinaf talebinde bulunulmuş, ancak talep esastan reddedilmiştir. Bunun üzerine temyiz kanun yoluna gidilmiştir. Bu aşamada Yargıtay tarafından yapılan incelemede, “Dava şartları bir davada yargılamanın her aşamasında mahkemelerce re’sen dikkate alınması zorunlu ön şartlardır. Maddi hukuka ilişkin dava şartları birçok kanun maddesine ayrı ayrı düzenleme konusu olmakla birlikte, usule ilişkin dava şartları 6100 sayılı HMK’nın 114. maddesinde düzenlenmiştir. Buna göre HMK’nın 114/-h maddesinde, “Dava açmakta hukuk yararın bulunması” dava şartlarından sayılmıştır. Hukuki yarara ilişkin dava şartının sonradan tamamlanması da mümkün değildir. Her ne kadar davalı Kurum tarafından Tanınmış Marka Sicili oluşturularak kendisine başvuru halinde başvuru konusu markanın tanınmışlık niteliğine haiz olup olmadığı konusunda inceleme yaparak bu nitelikte gördükleri markalar için sicil oluşturulmuş ise de; davalı Kurumun kanunen böyle bir sicil oluşturma yetkisi olmadığı gibi, tanınmışlık özelliği sabit bir olgu olmadığından, Dairemizin yerleşik kabullerine göre de, herhangi bir davada dayanılan markanın tanınmış olduğunun ileri sürülmesi halinde, her bir somut olayda o markanın tanınmış olup olmadığı ve tanınmışlığını sürdürüp sürdürmediğinin münferiden ispatlanması gerektiği kabul edilmektedir. O halde İlk Derece Mahkemesince, yukarıda yapılan açıklamalar göz önüne alınarak, davacının eldeki somut davayı açmakta hukuki yararının bulunmaması nedeniyle davanın reddine karar verilmesi gerekirken hatalı değerlendirme ile davanın kısmen de olsa kabulüne karar verilmesi doğru görülmemiş kararın bu sebeple re’sen bozulmasına karar vermek gerekmiştir.” (Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin 05/02/2020 tarih ve 2019/2980 E. – 2020/991 K. sayılı kararı) gerekçesi ile kararın bozulmasına, dava dosyasının ilk derece mahkemesine gönderilmesine karar verilmiştir.

Görüleceği üzere söz konusu kararda, önceki içtihatlarından ayrılan Yargıtay, Kurumun tanınmış marka sicili oluşturma gibi bir yetkisinin olmadığını, tanınmışlığın durağan bir kavramı ifade etmediğini bu nedenle de her somut olay için ayrı ayrı incelenmesi gerektiğini ifade etmiştir. Bu kapsamda da aslında, tanınmışlığa dayanan tarafın her davada bunu ispata ilişkin delilleri sunması gerektiği, önceden yapılmış olan tescilin ve tespitin tanınmışlık kabulünde tek başına yeterli olmayacağı kabul edilmiştir. Henüz kesinleşmemiş de olsa, Yargıtay’ın söz konusu kararı ile önceki içtihatlarından tamamen ayrıldığı, Kurumun böyle bir tescil yapma ve özel sicil tutma yetkisinin olmadığına karar verdiği görülmektedir. Yine kararda sadece doğrudan dava açılması durumunda değil, bu konuda Kuruma başvuru yapılmasında ve başvuru yapıldıktan sonra dava açılması durumunda da marka sahibinin hukuki yararının olmadığı kabul edilerek, önceki içtihatlardan farklı yönde bir karar verildiği görülmektedir. Bu noktadan hareketle de aslında Kuruma tanınmışlık tespiti için başvuruda bulunulmasında ve böyle bir tespit yaptırılmasında kişilerin hukuki yararının olmadığı kabul edilmiştir.

Öte yandan tanınmışlığın tespiti için doğrudan dava açılmasında hukuki yarar olup olmadığı kararda irdelenmemiştir. Ancak geneline bakıldığında, her somut olay için ispat arandığından, önceden tespit kararı alınmasında diğer bir ifadeyle doğrudan tespit davası açılmasında da hukuki yarar olmadığının kabul edildiği söylenebilir. Bu içtihadın etkilerinin neler olacağı, kesinleşmesi durumunda hem Kurum hem de yargı uygulamasının nasıl şekilleneceği önümüzdeki dönemde görülecektir.

Av. Gökhan ERGÜL

Nisan 2020

gokhan.ergul60@gmail.com


[1]https://www.lexpera.com.tr/ictihat/yargitay/11-hukuk-dairesi-e-2003-12431-k-2004-7020-t-24-06-2004

[2] Aynı yönde Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin 09/10/2006 tarih ve 2005/8700  E. – 2006/9899 K. sayılı kararı (erişim: http://www.kazanci.com.tr)

[3]http://www.kazanci.com/kho2/ibb/files/dsp.php?fn=11hd-2007-3468.htm&kw=`2007/3468`#fm

[4]http://www.kazanci.com/kho2/ibb/files/dsp.php?fn=11hd-2009-15033.htm&kw=`2009/15033`#fm

[5] Aynı yönde kararlar için bkz. Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin 24/06/2004 tarih ve 2003/12431E. -2004/7020 K. sayılı kararı; Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin 28/12/2004 tarih ve 2004/12794 E. – 2004/12995 K. sayılı kararı; Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin 25/01/2007 tarih ve 2005/13979 E. – 2007/827K. sayılı kararı (erişim: http://www.kazanci.com.tr)

[6]Aynı yönde yukarıda bahsi geçen Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin 24/06/2004 tarih ve 2003/12431 E. – 2004/7020 K. sayılı karar