Şubat 2021’den beri gerçekleştirdiğimiz SÖYLEŞİYORUZ serisi bir yılını doldurdu. Bu bir küsur yıl içerisinde camiamıza emek ve ciddi katkı sunmuş, ülkemizde Fikri Mülkiyet Haklarının gelişmesi konusunda çalışmış ve alana emek vermiş konuklarla okurlarımızı birleştirmeye çalıştık. SÖYLEŞİYORUZ’un 2022 yılı Mayıs ayı konuğu Dr. Öğr. Üyesi Eda GİRAY.
Eda Hanım’a bizimle söyleşmeyi kabul ettiği için teşekkür ediyoruz. Bu söyleşiyi yazarlarımızdan Özlem FÜTMAN gerçekleştirdi.
Ö.F. – Eda Hanım hoş geldiniz. Her zamanki gibi önce sizi okurlarımıza daha yakından tanıtmayı amaçlayan bir soruyla başlamak istiyorum, çünkü SÖYLEŞİYORUZ serisinin amacı konuklarımızı sadece mesleki olarak değil aynı zamanda kişisel olarak da daha yakından tanıtmak. Eda Giray kimdir, nasıl bir yaşantı bugünkü Eda Giray’ı oluşturmuştur? Mesela nerede doğdunuz, nasıl bir eğitim hayatınız oldu? Bana en sevdiğiniz üç kitabı (iş dışı lütfen!) ve üç filmi sayın desem hangilerini söylersiniz ve neden onları seçersiniz?
E.G – Sizlerle birlikte olmaktan çok mutlu olduğumu söyleyerek başlamak isterim. Herhalde en zor soru ile başlıyorsunuz. Nerede doğduğum ve eğitimime cevap vermek kolay ama nasıl bir yaşantı sürdürdüğüme ve bugünkü Eda’nın nasıl oluştuğuna kısaca cevap vermek gerçekten zor.
İstanbul doğumluyum. Aslında büyükbabalar ve büyükannelerin hiçbiri bu topraklarda doğmamış, sadece annem ve babam. Bu nedenle büyükbaba ve büyükannelerden hikayelerini dinleyerek büyüdüm. Hep doğdukları topraklara ve yaşadıkları için de Atatürk’e duydukları özlem vardı gözlerinde. Büyükbabam yeni yetişirken Atatürk ile tanışma şerefine erişmiş, bizlere hep anılarını anlatırdı. Oğlumun adının “Ata” olmasının bir sebebi de Atatürk’e, diğeri de köklerime olan bağlılığımdır.
Babamın Cumhuriyet Savcısı olması nedeniyle de, Türkiye’nin birçok yerinde bulundum. Tabii bu durum eğitim hayatımın da oradan oraya aktarılmasına neden oldu. Tam bir yere alışmışsınız, hadi tayinimiz çıktı gidiyorsunuz. Görev gereği gezdiğimiz yerler, bana ve erkek kardeşime çok şey kazandırdı ama çocukken arkadaşlarınızdan ayrıldığınız için mırın kırın ediyorsunuz; şimdi ise dönüp baktığımda iyi ki diyorum. Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesini kazanmam ve babamın da tayininin İstanbul’a çıkması ile kendi adıma memleketime dönüş sağlamış oldum.
Hukuk Fakültesi benim için bilinçli bir tercihti. Başka bir ihtimal yoktu zaten. Babamdan dolayı hep adliyelerde büyüdüm. En sevdiğim çocukluk oyunum daktiloda yazı yazmaktı. İlkokuldayken bile sadece özendiğim için alakasız alakasız bir sürü kitabı önüme açardım, ben ödevimi yaparken onlar açık kalırdı; sanki okuyorum, sanki anlıyorum. Çok idealist bir anne- babanın kızıyım, “hukuk insandan bağımsız olamaz” derlerdi hep, “hukuk yaşar, hukuk gelişir”, “hukuk meşrutiyetini halktan alır”, “hukuka yön vermek gerekir”… belki de bu sözlerle büyüdüğüm için hukuk fakültesi ve akademisyenlikten başka bir hedef koymadım kendime. Çocukken bile akademisyen olmak isterdim. Küçükken büyüyünce ne olmak istediğim sorulduğunda “hukukçu öğretmen olacağım ama büyüklere ders anlatacağım” derdim. Benim için ne hukuk fakültesi ne de akademisyenlik sonradan oluşan veya hayatın sürüklediği yerler olmadı. Benim için hedef buydu.
Hukuk Fakültesi sonrası yüksek lisans ve doktorayı da Marmara Üniversitesi’nde bitirdim. Şanslıydım diyeceğim çünkü hep beni destekleyen hocalarım çıktı karşıma. Yüksek Lisans aşamasındayken, tez babam Prof. Dr. Merih Kemal Omağ’ın desteğiyle İstanbul Ticaret Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ticaret Hukuku Anabilim Dalına asistan olarak girdim. Sonrasında ise yuvama Marmara Üniversitesi’ne geçtim.
En sevdiğim üç kitap ve üç filmi soruyorsunuz. Sadece üç mü demek istiyorum? 45 yaşındayım ve hayatıma anlam katan çok sayıda eser var. Ama yine de ilk olarak Henry David Thoreau tarafından 1800’lerde yazılmış ve her daim güncel, tekrar tekrar okuduğum muhteşem bir eser olan Sivil İtaatsizlik’i saymak isterim. “En iyi yönetim en az yönetendir” aforizması ile kimlere kimlere ilham olmamıştır ki Thoreau.
Sonra yine 1800’lerin eseri olan Suç ve Ceza (Fyodor Dostoyevski) var. Eserde kahramanımız eski bir hukuk öğrencisidir ve hedefi ile ahlaki değerleri arasında gelgitler yaşar. Hedefiniz ne kadar meşru olursa olsun, ona ulaşmak için her yol mubah mıdır? İnsan hedefi için doğrularından ne kadar vazgeçmelidir? Çok tanıdık değil mi, gerçekten muhteşem bir eserdir.
Gorki’nin Ana’sını da saymalıyım. O da 1900’lerin başında yazılmış. Gorki o kadar güzel anlatır ki; kadının, önce anneliğin verdiği sevgi ile sonra da yürekten inanarak oğlunun toplum düşünceleri ile cesaret buluşunu.
Sanırım ben kitaplarda zamansızlığı seviyorum. Her okuduğumda yine yeniden farklı bir duygu verebilmesini seviyorum.
Ama bu kitap seçimlerinden sonra film seçimlerim sizi şaşırtabilir. “Yıldız Savaşları” serisi enlerim arasındadır, arkasında büyük bir felsefe yatar aslında. Gerçi bu da tartışmalı, belki filmin hayranı olan biz bir grup, filmi daha da vazgeçilmez kılmaya çalışıyoruz. Bilemiyorum. Sonra “Harry Potter” serisini ve “Matrix” serisini sayabilirim. Bu filmlerin beni gerçeklikten uzaklaştırmasına, senaryolardaki yaratıcılığa hayranlık duyuyorum.
Ö.F.- Özel Hukuk alanında yapmış olduğunuz yüksek lisansta bitirme teziniz “Anonim Şirketlerin Kendi Hisse Senedini İktisap Yasağı” konusunda. Peki daha sonra Fikri Mülkiyet neden ilginizi çekti ve bu alana yönelme fikri zihninizde ilk ne zaman oluştu?
E.G.- Hukuk Fakültesine Ticaret Hukuku asistanı olarak girdim ve şirketler hukuku alanında çalışmak istedim. İstanbul Ticaret Üniversitesi yeni kurulmuştu ve bildiğiniz üzere Ticaret Hukuku 3. sınıf dersidir. Bu bir asistan için talihsizlik gibi görünse de, benim sahip olduğum bilgime temel teşkil eden harika bir fırsata dönüştü. İlk iki sene ve sonrasında 3. sınıfta Ticaret Hukuku yanında Medeni Hukuk Anabilim Dalı derslerini asiste etmem gerekti. Prof. Dr. Cevdet Yavuz ve Prof. Dr. Saba Özmen’in asistanı olarak çalıştım. Sayelerinde aslında bir ticaret hukukçusu için vazgeçilmez olan Medeni Hukuk ve Borçlar Hukuk bilgisine kavuştum. Asistan olduğum Hukuk Fakültesinde bu gelişmeler olurken, danışmanın Prof. Dr. Merih Kemal Omağ ile birlikte yüksek lisans tezimi şirketler hukuku alanında yazmaya karar verdik. Öğrencilik yıllarımda Prof. Dr. Osman Gürzumar hocanın harika anlatımıyla fikri mülkiyet hukuk dersi almış olsam da, o tarihte fikri mülkiyet hukukunda tez yazmak aklıma gelmemişti, ta ki Dr. Öğr. Üyesi Tamer Pekdinçer Hocamın asistanlığını yapmaya başlayıncaya kadar. Fikri Mülkiyet Hukukunun duayenlerinden olan Tamer Hocam, doktorada fikri mülkiyet alanına yönlenmemi tavsiye etti ve her şey böyle başladı. Bu kadar gelişmeye açık, bu kadar beynelmilel, ülke sınırları içinde kalmayan bir alan olamaz diye düşündüğümü hatırlıyorum. Bu arada her ne kadar tezim sınai haklar alanında olsa da, aslında benim aşkım fikri haklardır.
Ayrıca ticaret hukukçusuysanız, fikri mülkiyet hukuku da bu alanın altında konumlanmış durumda ve neye elinizi atsanız bir ucu ticaret hukukuna değiyor. Bu durum alanı daha da sevmemi sağladı. Hatta medeni ve borçlar alanındaki hukuk bilgimi de kullanmak arzusu ile, bütün bu bilgileri yorumlayabileceğim bir tez konusu seçtim. “Markanın Devri ve Devir Hükmü Doğuran Hukuki İşlemler”; bu konu ile markanın şirketlere sermaye olarak getirilmesinden tutun da, markanın miras yoluyla devri dahil bir çok ihtimali değerlendirme imkanı buldum.
Yurtdışı sempozyumları ise alanda Türkiye’de nerede olduğumuzu ve neler yapabileceğimi anlamamı sağladı. Ülke uygulamalarının bizim yaptığımız gibi henüz hazır değilken tercüme düzenlemelerle değil, ülke şartlarına uygun düzenlemeler ile şekil aldığını gördüm. Mesela Hindistan’da ilaç patentlerine ilişkin bir sempozyumda, patente ilişkin bazı düzenlemeleri bizdeki gibi 1995 yılında değil de sonradan kendilerine uygun şekilde yürürlüğe koymalarının Hindistan ekonomisine faydalarını gözlemledim. Gördüm ki bu alan toplum hayatından uzak değil ve zamanında yapılan doğru gelişmelere ihtiyaç duyuyor. Çok çalıştım ve çok okudum, alanda çalıştıkça sevgim ve bağım arttı.
Ö.F.- Akademik çalışmalar yanında İstanbul Barosu Fikri ve Sınai Haklar Komisyonu’na da aktif biçimde katkı sunduğunuzu biliyorum. Baroların Fikri ve Sınai Haklar Komisyonlarının mesleki eko-sistemimiz içindeki fonksiyonu hakkında ne düşünüyorsunuz ve şu ankinden daha farklı neler yapılabilir Barolar eliyle sizce?
E.G.– İstanbul Barosu Fikri ve Sınai Haklar Komisyonu’nu inanılmaz önemsiyorum. Daha önce farklı dönemlerde de katkı sağlamaya çalışmıştım, bu dönemde de fırsat bulduğum için çok mutluyum. Neden orada olduğumdan başlamak istiyorum. Bir akademisyen olarak genç meslektaş adaylarının yetişmesine katkı sağlamaya çalışıyorum, uygulamanın da içinde olan biri olarak aktardığım bilgilerin sadece teori ile sınırlı kalmamasına ve uygulanabilir olmasına da önem veriyorum. Bunun yanında uygulanabilir nitelikte olan dünyadaki gelişmeleri aktarma fırsatlarını da kaçırmıyorum. Ama yine de yargı kararları gösteriyor ki, genellikle meslektaşlarımız ezberlerle hareket ediyor. Sizlerin de bildiği üzere Fikri Mülkiyet Hukuku ezberler ile sürdürülebilecek bir alan değildir. Bu alanda karşılıklılık ilkesi dikkate alınmadan kanun maddelerini lafzi olarak yorumlayarak kararlar verilmesi, dünyada güçsüz duruma düşmenize neden olur. Diğer bir deyişle bu alan sadece uyuşmazlığın taraflarını değil, tüm toplumunun hem sosyolojik algısını hem de ekonomik hayatını etkiler. Komisyondaki şahsi amacım; meslektaşlarımıza kanun maddelerinin, diğer ülke uygulamalarını dikkate alarak doğru yorumlanmasında yardımcı olmaktır. Kanunda yer almasına rağmen meslektaşlar tarafından tercih edilmeyen maddeleri uygulamaya sokmak, hukuk kitaplarında yer alan öğretilerin hayal ürünü olmadığını anlatmak istiyorum.
Meslektaşlarımıza ulaşarak, sadece mesleki ekosistemi değiştirmiyorsunuz; meslektaşlarımız eliyle kişilerin ticaret hayatında doğru adımlar atmasını ve emeklerini ve sermayelerini doğru fikri mülkiyet hakkına yatırmasını sağlamış oluyorsunuz. Sonuç olarak da doğru mesleki uygulamalarla, emek ve sermayenin korunması ile kişilerde adalet duygusunun zedelenmesini önlüyorsunuz ve hukuka duyulan güvenin artmasına katkı sağlıyorsunuz. Her şey buradan mı başlıyor diyeceksiniz tabii. Ancak emin olun her şey hukuk düzeninin aktörlerinin gelişmesi ile başlıyor. Meslektaşların, Anayasal güvenceye sahip ve yasal baskı kurabilme gücü olan Barolar eliyle mesleki eğitimlerine daha fazla mesai harcanması, meslektaşlarımızın uzmanlaşmasına imkan sağlanması gerektiğini düşünüyorum. Ancak şüphesiz bir yandan ekonomik koşullar ile mücadele edip, bir yandan da uzmanlaşmaya yoğunlaşmak mümkün değil. Burada yine Barolara döneceğim, gücünün temeli olan avukatlara ekonomik güvence sağlaması gerekiyor. Mesleğinin ilk yılında avukat ruhsatı için 3500 TL kredi alıp ve önündeki uzun yıllar boyunca borcunu ödemenin yollarını arayan yeni bir avukattan ne kadar beklentiniz olabilir ki? Baroların yeni meslektaşları, yeni uzmanlık alanlarına yönlendirmesi gerektiği ve daha fazla katkı sağlaması gerektiği kanaatindeyim.
Ö.F.- Türkiye önce, 1995’ten başlayarak, bir KHK’ler dönemi geçirdi ve akabinde 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu’nun kabul edilmesi Fikri Mülkiyette önemli dönüm noktalarından biri oldu. Sizce Türkiye tüm bu süreçler boyunca iyi yol aldı mı? Size göre sistemdeki eksiklikler nelerdir, nerelerde hala iyileştirmeye ihtiyaç var, nereler iyi çalışıyor?
E.G.- KHK dönemine ilişkin eleştirebilecek çok sayıda başlık var aslında, ama sonunda Fikri Mülkiyetin bir kısmının Sınai Mülkiyet Kanunu ile kanunilik zeminine oturmuş olmasından mutluyum. Fikri Mülkiyet Hukukunun gelişmesinde önemli bir dönüm noktası olduğu kanaatindeyim, ancak sadece AB müktesebatı dikkate alınarak, “zaten AB düzenlemesinde varsa doğrudur” şeklindeki ön kabul ile tercüme maddeler şimdilik biz akademisyenleri ve emin olun ileride de yargı kararlarını çok yaralayacak nitelikte. Zira kanun koyucunun gelişmelerin gerisinde kalmamak amacıyla tercüme ettiği AB düzenlemeleriyle ilgili unutulan veya yanlış bilinen bir husus var. AB tarafından kabul edilen çoğu düzenlemenin, üye ülkelerin iç hukuklarında uyumunun sağlanması için üyelere süreler veriliyor ve üye ülkeler bu düzenlemeleri kendi ülke içtihatları ve şartlarına uygun olarak alıyor. Diğer bir deyişle büyük ve etkili ülkeler bile doğrudan bir kabul ile iç hukuklarına geçirmiyor. Dolayısıyla aslında birçok AB düzenlemesi bir çerçeve metin halinde kabul ediliyor, üye ülkelerin düzenlemelerine göre de zaman zaman revize ediliyor. Sınai Mülkiyet Kanununun bazı maddeleri ise üzerinde düşünülmeden, AB müktesebatında neden yer aldığına ilişkin önceki ve sonraki tartışmalar dikkate alınmadan, örneğin Almanya veya Fransa bu maddeyi kendi iç hukukunda nasıl düzenledi ve nasıl uyguluyor diye düşünmeden alınmış durumda. Bazı maddeler arasında da bağlantılar kopuk, madde havada kalıyor. Bu nedenle SMK’nın bazı hükümlerinin bizi dünyaya yakınlaştırmaktan çok uzaklaştıracağı endişesini taşıyorum. Zaten bir kanun yürürlüğe girdikten sonra uygulama aşamasında, amaçsal yorumu yapmayan, sadece lafzi yorumla hareket etmeye meyilli bir toplumuz, işte bu yüzden de yukarıda ifade ettiğim gibi Barodaki Komisyonu çok önemsiyorum.
Daha yapılacak çok iş olduğunu her an hissediyorum. Şüphesiz bu bir süreç ama kendi haline bırakılabilecek bir süreç değil, zira hatalı uygulama ve kararlar doğrudan gelişmeyi baltalıyor. Bu nedenle meslektaşlarımızın SMK maddelerini yorumlarken büyük bir sorumluluğu bulunuyor.
Ö.F.- Kişisel gözlemime göre, maalesef, toplumumuzda uzlaşma kültürü hemen hemen yok oldu gibi. Bireylerde “evet ben burada hata yaptım, kusura bakma” deme iç görüsü ve olgunluğu kalmadığı gibi, haksızlık oluşturduğu ayan beyan ortada olan durumlarda bile güç birliği oluşturup birbirini olumlayarak dediğini yaptırmış olmak bir meziyet gibi sunuluyor-değerlendiriliyor. Bir çeşit “ben yaptım, oldu” dönemi sanki bu, oysa “yapılmış” olması bir şeyin “olduğu” anlamına gelmez. Sizin Fikri Mülkiyet Hukukunda Arabuluculuk konusuna önem verdiğinizi, bu konuda çalışmalar yürüttüğünüzü biliyorum. Toplumun algısı ve genel davranış yönelimi yukarıda belirttiğim gibiyken, Fikri Mülkiyet uyuşmazlıklarında arabuluculuk yoluyla gerçekten bir neticeye varılabiliyor mu? Arabuluculuk konusundaki deneyimlerinizi ve fikirlerinizi bizimle paylaşır mısınız rica etsem. Özellikle konu aile şirketleri olunca uyuşmazlıklar daha da çetrefilli hale geliyor çünkü işin içine, ne yaparsanız yapın, duygusal faktörler de giriyor; geçmiş yıllarda gazetelere çıkmış aile şirketlerinde marka paylaşımının trajik neticeler doğurduğu örnekler hatırlıyorum. Hem genel olarak hem de aile şirketleri özelinde uyuşmazlık çözüm yolu konusunda neler söylersiniz bize?
E.G.- Uzlaşı kültürüne ilgim Prof. Dr. Şükran Şıpka ile başladı. Kendisine buradan teşekkürlerimi iletiyorum. Sene de 2007-2008. Hocamız bizleri topladı ve bir çalışma başlattı. Konu Türkiye kamuoyu için o kadar yeniydi ki, tüm asistanların ilgisini çekti. Sonra 2010 yılında bir Avrupa Birliği projesi başlatıldı ve burs ile İngiltere’ye arabuluculuk uygulamalarında kısa bir eğitim almak için gitme fırsatı yakaladık. Türkiye o yıllarda “Arabuluculuk Nedir?” diye tartışmak yerine “Kimler Arabulucu Olmalıdır?” sorusuna odaklanmıştı. Sonunda 2013 yılında Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanunu yürürlüğe girdi ve ardından eğitimler başladı. İlk eğitimciler konuyu öncesinde çalışmış olanlar arasında seçildi ve bu şekilde ilk sürecin başından itibaren dahil olma fırsatı buldum. İlk senelerde derslerin çoğu, katılımcılara uzlaşı kültürünü tanıtmak ve ikna etmeye çalışmakla geçiyordu. Sanırım yargı sisteminin uzunluğu ve geç gelen adalet, o dönemde kısmi bir motivasyon sağladı. Genellikle de İngiltere’deki anımı paylaşarak başlıyordum derslere; Bir hâkim ile görüşmek üzere mahkeme salonuna gitmiştik, duruşma devam ediyordu. Alışkın olmadığımız bir manzaraydı. Herkesin kendisini ifade edebildiği, ifade etmek için yeterli süresinin olduğu bir dava izledik ve akabinde hâkim bizi kabul etti. Bizi geç kabul ettiği için özürlerini iletti ve “bugün çok yoğun bir gündü, 4 duruşmam vardı” dedi. Bu olayı hala aramızda konuşuruz. Arabuluculuk olmasa İngiliz yargı sistemi çöker demişti.
Türkiye arabuluculuk uygulamalarında yerini bulamadı henüz. Bir anda olamaz, birkaç yılda da olmaz. İddiaların aksine toplumun köklerinde uzlaşı kültürünün olduğunu düşünmüyorum. Tam tersine bence biz her şeyi şahsileştiriyoruz ve en basit olaylarda bile intikam duygusu ile hareket ediyoruz. Uzlaşma imkanı bulunan uyuşmazlıklar açısından, mahkemeler karşı tarafı akıllandırmak, intikam duygusu ile süründürmek için başvurulan bir yer adeta. Bence insanlar uzlaşabilecek durumdayken, kendi duygularını tatmin etmek için mahkemelere başvurarak adaleti yavaşlatıyorlar. Kanun koyucu dava şartı arabuluculukları getirerek yaptırımlar ile arabuluculuğu yerleştirmeye çalışıyor, ancak kanaatimce bu bir çözüm değil. Ben dava şartı arabuluculuğu hiçbir zaman destekleyemedim. Evet artık arabuluculuk nedir diye sorduğunuzda bir cevap alıyorsunuz ama cevap; davadan önce bir basamak, bir ayak bağı şeklinde oluyor. Dava şartları nedeniyle, gereksiz tartışmalarla arabuluculuk rayından çıkıyor. Önemli olan ihtiyari arabuluculuğu yerleştirmektir. Ne zaman yerleşir derseniz; en az 20-30 yıl. İşte bu zamana bırakılması gereken bir süreç; algının tamamen değişmesi gerekiyor, zaman gerekiyor, meslektaşların ekonomik olarak uyuşmazlıkların 10 yıl sürmesinden değil, 3 günde ihtiyari arabuluculuk ile bitmesinden fayda sağlamaları gerekiyor. İlköğretimden başlayarak şiddetsiz iletişim ve müzakere derslerinin verilmesi gerekiyor. Diğer bir deyişle daha çok yol var.
Fikri Mülkiyet Hukuku alanında arabuluculuk ise daha farklı bir konu. Sanki bu alan arabuluculuğun tam ortasında oturuyor, öyle elverişli ki. Alanda çalışanlar dışında pek kimse bilmez ama 1995 tarihli 551 sayılı Patent Haklarının Korunması Hakkındaki KHK’nin 104 ve devamı maddeleri arabuluculuğu anlatır. Tabii bu maddede Türk Hukuk sisteminde yerini bulamamış maalesef. Öylesine âtıl hükümler olarak kalmış. Maddede arabuluculuk yapma hakkı eski adıyla Türk Patent Enstitüsüne verilmiş. Hiç yaptınız mı diye sorduğumda bir cevap alamamıştım.
Şimdiki durum nedir diye sorarsanız; mevzuatlarda daha doğru hükümler yer alıyor, mesela SMK’da açık hüküm var. Söylemeden geçemeyeceğim, hüküm Arabuluculuk Kanunu ile uyumlu değil maalesef. Ama bunların çözülebilir nitelikte eksiklikler olduğu kanaatindeyim. Fikri Mülkiyet Hukuku açısından en önemli konu uyuşmazlıkların uzlaşı ile sora erdirilmesi yönündeki inancın daha fazla olması. Diğer hukuk alanlarına kıyasen neden fikri mülkiyet alanında inancın daha yüksek olduğunu merak edebilirsiniz. Birkaç nedenini saymak isterim; öncelikle bu alanı Türkiye özelinde düşünemezsiniz, mesela özellikle WIPO bünyesinde uyuşmazlıkların çözümünde arabuluculuk oturmuş durumda. İkincisi Türkiye’deki tacir ithalat veya ihracatında devamlılık istiyorsa, uzlaşmak zorunda olduğunu biliyor ve neredeyse her tacirin hedefi yurtdışı ile ticari ilişkilerini arttırmak. Bu da Türkiye’deki taciri fikri mülkiyet alanında yurtdışında yerleşmiş olan uzlaşı kültürünü istese de istemese de kabul etmek zorunda bırakıyor. Ayrıca Fikri Mülkiyet Hukuku uyuşmazlıklarının çözümü noktasında tarafların tasarruf serbestîsi geniş, bu nedenle menfaatleri doğrultusunda farklı farklı, hâkim tarafından asla hükme geçirilemeyecek çözümler çıkabiliyor. Günün sonunda tarafların, hâkimin iradesi yerine, kendi iradelerine uygun bir çözüme ulaştıkları için çözüme bağlılıkları artıyor.
Aile şirketlerini sormuşsunuz, evet hem ticaret hukuku hem de fikri mülkiyet hukuku açısından aile şirketlerindeki uyuşmazlıklar özel ilgi alanım. Belki uzlaşı kültürüne olan yakınlığım beni bu konulara yönlendirdi veya aile şirketlerindeki uyuşmazlıklar beni arabuluculuğa yönlendirdi, önce hangisi oldu bilemiyorum. Genelde uyuşmazlığın temelinde basit bir fikri mülkiyet uyuşmazlığı olsa da, aile üyelerinin birbirine bağlılıkları nedeniyle doğan uyuşmazlığın yol açtığı hayal kırıklığını daha da şiddetli hissediyorlar. Aslında benim gördüğüm; yıllardır süregelen zor uyuşmazlıklar değil, sadece yanlış bakış açısı ve çözümsüzlük hissi.
Ö.F.- Bizim ofisin bahçesinde sokak kedileri için bir kedi evi yaptık ve oraya düzenli olarak mama ve su koyuyoruz. İsteyen kediler gelip bizimle vakit geçiriyor. Geçenlerde sizinle röportaj yapacağımı duyunca kediler yanıma gelip dediler ki (!) “Oooo Eda Hanım mı, hem kendisine hem de onunla yaşayan bizim kardeşler Leo, Aşure ve Darvin’e selam söyleyin. Eda Hanım buralarda iyi bilinir”. İşin şakası bir yana, sizin gerçek bir kedisever olduğunuzu biliyoruz. IPR Gezgini yazar ve takipçileri arasında da ev hayvanı olanlar olduğu gibi, evinde hayvan beslemese bile gezegendeki bu dilsiz dostlarımıza büyük sempati duyanlar var. Bize biraz hayvan sevginizden, kedilerinizden ve varsa baktığınız diğer hayvanlardan bahseder misiniz? Sokaktan hayvan sahiplenmek konusunda bize neler söylersiniz?
E.G.- “Evsiz bir tavşan” ister misiniz? Diye başlasam söze. Gerçekten şu anda yer bulmaya çalıştığım bir tavşan var fakültedeki odamda.
Onlardan bahsederken yüreğim kabarıyor, arkamı dönemiyorum; bazen insanoğlunun ekosisteme ne faydası var diye düşündüğümde cevabım koca bir hiç oluyor. Belki de diyorum varlık nedenlerimden biri de elimden geldiğince insanoğlunun yarattığı yıkımın acılarını dindirmeye çalışmaktır. Birisi köpeğimizin ağzında geldi; bebekken diğerleri zarar vermesin diye fakülteye gelirdi benimle, bilirkişi dosyaları için gittiğimde adliyelerde de benimleydi hep; biri karlı bir gecede karşıma çıktı (Darwin- zeka küpü); biri çöp tenekesinde acı miyavlamaları ile duyurdu bana kendini; birinin annesi kış günü sokak ortasında doğum yaptı, böyle böyle birikti evdeki çocuklar ve 5 oldular. Tabii seneler içinde kayıplarımız da oldu, mis kokulu Kekik kızımız gitti mesela. Ama yer hep doluyor, kapının önünde kadro bekleyenler var daha.
Sahiplendirmek konusunda hep çok şanslıydım. Bir şekilde hep güzel insanlara verebildim. Ama en nefret ettiğim cümle; “sen hayvanlarla ilgileniyorsun, bize bir Scottish, Chinchilla… bulsana” oluyor. Sokaklar yuva bekleyen, asıl yuvaları olan doğada yaşayamayan ve insanın merhametini bekleyen canlılarla doluyken para vererek cins hayvan peşinde koşmalarına dayanamıyorum. Sahiplenmek isteyenlerin etrafına bakması yeterli, işte mevsimi geldi, bir sürü yavru dolu sokaklar. Ama ne olur yaşam düzenleri uygun olanlar, fedakarlık yapabilecekler alsın. Sahiplenmek isteyenlere tek cümle söyleyebilirim; ömürleri bizlerden çok kısa olan bu canlılara, son nefesini sizin kollarınızda verme güvencesi verebiliyorsanız sahiplenin.
Ö.F.- Bunu sormasam olmaz; pandemi sizin için nasıl geçti? Neler değişti, dönüştü sizin için pandemiyle birlikte?
E.G.- İlk gün önlemlerimi aldım ama ne kadar sürecek, bizleri ne kadar etkileyecek öngöremedim. Şanslı bir meslek grubunda olduğum için, online olarak da devam edebilmenin verdiği bir rahatlıkta oldu. Sizinle tamamen iç dünyamdaki düşüncelerimi paylaşacağım; hep koşuyorum, hep yetişmeye çalışıyorum ve hayat durunca kocaman bir nefes aldım ve dedim ki “şimdi herkes durdu!”.
Ama kısa süre sonra bunun bir yanılsama olduğunu anladım, hayat daha hızlı akmaya başladı. Online dersler, online sunumlar, bilgisayar başında geçirilen saatler saatler saatler… zaten zaman ayırıp görüşemediğiniz dostlarınızla, bu defa hiç görüşememek, sarılamamak… ancak yine de sağlıklı atlattık, birçok kişinin aksine bir kaybımız olmadı.
Ö.F.- IPR Gezgini okurları/takipçileri arasında mısınız bilemiyorum. Eğer Siteyi takip etme fırsatınız olmuşsa bu konuda neler düşünüyorsunuz ve sizce daha başka neler yapabiliriz, bize tavsiyeleriniz olur mu?
E.G-Kesinlikle takipçilerinizdenim. Fikri mülkiyet alanında bir misyon üstlendiniz bence. Bilimsel ve özgür, gelişimi destekleyen paylaşımlarınıza bayılıyorum. Mesela sizin Harry Potter davalar serinizi de büyük bir zevkle okumuştum. Nedenini ilk soruya verdiğim yanıttan da anlamışsınızdır tabii. Böyle bir siteyi oluşturmak ve aynı çizgisinde devam etmesini sağlamak büyük bir emek istiyor farkındayım, böyle devam etmenizi dileyebilirim sadece. Ellerinize sağlık.
SÖYLEŞİYORUZ ilerleyen günlerde fikri mülkiyet camiamıza katkı veren diğer isimlerle devam edecek. Bizi takipte kalın!
IPR GEZGİNİ
Mayıs 2022