Etiket: söyleşiyoruz

SÖYLEŞİYORUZ # XI- Dr. Öğr. Üyesi EDA GİRAY BİZLERLE!


Şubat 2021’den beri gerçekleştirdiğimiz SÖYLEŞİYORUZ serisi bir yılını doldurdu. Bu bir küsur yıl içerisinde camiamıza emek ve ciddi katkı sunmuş, ülkemizde Fikri Mülkiyet Haklarının gelişmesi konusunda çalışmış ve alana emek vermiş konuklarla okurlarımızı birleştirmeye çalıştık. SÖYLEŞİYORUZ’un 2022 yılı Mayıs ayı konuğu Dr. Öğr. Üyesi Eda GİRAY. 

Eda Hanım’a bizimle söyleşmeyi kabul ettiği için teşekkür ediyoruz. Bu söyleşiyi yazarlarımızdan Özlem FÜTMAN gerçekleştirdi.


Ö.F. – Eda Hanım hoş geldiniz. Her zamanki gibi önce sizi okurlarımıza daha yakından tanıtmayı amaçlayan bir soruyla başlamak istiyorum, çünkü SÖYLEŞİYORUZ serisinin amacı konuklarımızı sadece mesleki olarak değil aynı zamanda kişisel olarak da daha yakından tanıtmak. Eda Giray kimdir, nasıl bir yaşantı bugünkü Eda Giray’ı oluşturmuştur? Mesela nerede doğdunuz, nasıl bir eğitim hayatınız oldu? Bana en sevdiğiniz üç kitabı (iş dışı lütfen!) ve üç filmi sayın desem hangilerini söylersiniz ve neden onları seçersiniz?   

E.G –   Sizlerle birlikte olmaktan çok mutlu olduğumu söyleyerek başlamak isterim. Herhalde en zor soru ile başlıyorsunuz. Nerede doğduğum ve eğitimime cevap vermek kolay ama nasıl bir yaşantı sürdürdüğüme ve bugünkü Eda’nın nasıl oluştuğuna kısaca cevap vermek gerçekten zor.

İstanbul doğumluyum. Aslında büyükbabalar ve büyükannelerin hiçbiri bu topraklarda doğmamış, sadece annem ve babam. Bu nedenle büyükbaba ve büyükannelerden hikayelerini dinleyerek büyüdüm. Hep doğdukları topraklara ve yaşadıkları için de Atatürk’e duydukları özlem vardı gözlerinde. Büyükbabam yeni yetişirken Atatürk ile tanışma şerefine erişmiş, bizlere hep anılarını anlatırdı. Oğlumun adının “Ata” olmasının bir sebebi de Atatürk’e, diğeri de köklerime olan bağlılığımdır.

Babamın Cumhuriyet Savcısı olması nedeniyle de, Türkiye’nin birçok yerinde bulundum. Tabii bu durum eğitim hayatımın da oradan oraya aktarılmasına neden oldu. Tam bir yere alışmışsınız, hadi tayinimiz çıktı gidiyorsunuz. Görev gereği gezdiğimiz yerler, bana ve erkek kardeşime çok şey kazandırdı ama çocukken arkadaşlarınızdan ayrıldığınız için mırın kırın ediyorsunuz; şimdi ise dönüp baktığımda iyi ki diyorum. Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesini kazanmam ve babamın da tayininin İstanbul’a çıkması ile kendi adıma memleketime dönüş sağlamış oldum.

Hukuk Fakültesi benim için bilinçli bir tercihti. Başka bir ihtimal yoktu zaten. Babamdan dolayı hep adliyelerde büyüdüm. En sevdiğim çocukluk oyunum daktiloda yazı yazmaktı. İlkokuldayken bile sadece özendiğim için alakasız alakasız bir sürü kitabı önüme açardım, ben ödevimi yaparken onlar açık kalırdı; sanki okuyorum, sanki anlıyorum. Çok idealist bir anne- babanın kızıyım, “hukuk insandan bağımsız olamaz” derlerdi hep, “hukuk yaşar, hukuk gelişir”, “hukuk meşrutiyetini halktan alır”, “hukuka yön vermek gerekir”… belki de bu sözlerle büyüdüğüm için hukuk fakültesi ve akademisyenlikten başka bir hedef koymadım kendime. Çocukken bile akademisyen olmak isterdim. Küçükken büyüyünce ne olmak istediğim sorulduğunda “hukukçu öğretmen olacağım ama büyüklere ders anlatacağım” derdim. Benim için ne hukuk fakültesi ne de akademisyenlik sonradan oluşan veya hayatın sürüklediği yerler olmadı. Benim için hedef buydu.

Hukuk Fakültesi sonrası yüksek lisans ve doktorayı da Marmara Üniversitesi’nde bitirdim. Şanslıydım diyeceğim çünkü hep beni destekleyen hocalarım çıktı karşıma. Yüksek Lisans aşamasındayken, tez babam Prof. Dr. Merih Kemal Omağ’ın desteğiyle  İstanbul Ticaret Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ticaret Hukuku Anabilim Dalına asistan olarak girdim. Sonrasında ise yuvama Marmara Üniversitesi’ne geçtim.

En sevdiğim üç kitap ve üç filmi soruyorsunuz.  Sadece üç mü demek istiyorum? 45 yaşındayım ve hayatıma anlam katan çok sayıda eser var. Ama yine de ilk olarak Henry David Thoreau  tarafından 1800’lerde yazılmış ve her daim güncel, tekrar tekrar okuduğum muhteşem bir eser olan Sivil İtaatsizlik’i saymak isterim. “En iyi yönetim en az yönetendir” aforizması ile kimlere kimlere ilham olmamıştır ki Thoreau.

Sonra yine 1800’lerin eseri olan Suç ve Ceza (Fyodor Dostoyevski) var. Eserde kahramanımız eski bir hukuk öğrencisidir ve hedefi ile ahlaki değerleri arasında gelgitler yaşar. Hedefiniz ne kadar meşru olursa olsun, ona ulaşmak için her yol mubah mıdır? İnsan hedefi için doğrularından ne kadar vazgeçmelidir? Çok tanıdık değil mi, gerçekten muhteşem bir eserdir.

Gorki’nin Ana’sını da saymalıyım. O da 1900’lerin başında yazılmış. Gorki o kadar güzel anlatır ki; kadının, önce anneliğin verdiği sevgi ile sonra da yürekten inanarak oğlunun toplum düşünceleri ile cesaret buluşunu.

Sanırım ben kitaplarda zamansızlığı seviyorum. Her okuduğumda yine yeniden farklı bir duygu verebilmesini seviyorum.

Ama bu kitap seçimlerinden sonra film seçimlerim sizi şaşırtabilir.  “Yıldız Savaşları” serisi enlerim arasındadır, arkasında büyük bir felsefe yatar aslında. Gerçi bu da tartışmalı, belki filmin hayranı olan biz bir grup, filmi daha da vazgeçilmez kılmaya çalışıyoruz. Bilemiyorum. Sonra “Harry Potter” serisini ve “Matrix” serisini sayabilirim. Bu filmlerin beni gerçeklikten uzaklaştırmasına, senaryolardaki yaratıcılığa hayranlık duyuyorum.

Ö.F.- Özel Hukuk alanında yapmış olduğunuz yüksek lisansta bitirme teziniz “Anonim Şirketlerin Kendi Hisse Senedini İktisap Yasağı” konusunda. Peki daha sonra Fikri Mülkiyet neden ilginizi çekti ve bu alana yönelme fikri zihninizde ilk ne zaman oluştu? 

E.G.- Hukuk Fakültesine Ticaret Hukuku asistanı olarak girdim ve şirketler hukuku alanında çalışmak  istedim. İstanbul Ticaret Üniversitesi yeni kurulmuştu ve bildiğiniz üzere Ticaret Hukuku 3. sınıf dersidir. Bu bir asistan için talihsizlik gibi görünse de, benim sahip olduğum bilgime temel teşkil eden harika bir fırsata dönüştü.  İlk iki sene ve sonrasında 3. sınıfta Ticaret Hukuku yanında Medeni Hukuk Anabilim Dalı derslerini asiste etmem gerekti. Prof. Dr. Cevdet Yavuz ve Prof. Dr. Saba Özmen’in asistanı olarak çalıştım. Sayelerinde aslında bir ticaret hukukçusu için vazgeçilmez olan Medeni Hukuk ve Borçlar Hukuk bilgisine kavuştum. Asistan olduğum Hukuk Fakültesinde bu gelişmeler olurken, danışmanın Prof. Dr. Merih Kemal Omağ ile birlikte yüksek lisans tezimi şirketler hukuku alanında yazmaya karar verdik. Öğrencilik yıllarımda Prof. Dr. Osman Gürzumar hocanın harika anlatımıyla fikri mülkiyet hukuk dersi almış olsam da, o tarihte fikri mülkiyet hukukunda tez yazmak aklıma gelmemişti, ta ki Dr. Öğr. Üyesi Tamer Pekdinçer Hocamın asistanlığını yapmaya başlayıncaya kadar. Fikri Mülkiyet Hukukunun duayenlerinden olan Tamer Hocam, doktorada fikri mülkiyet alanına yönlenmemi tavsiye etti ve her şey böyle başladı. Bu kadar gelişmeye açık, bu kadar beynelmilel, ülke sınırları içinde kalmayan bir alan olamaz diye düşündüğümü hatırlıyorum. Bu arada her ne kadar tezim sınai haklar alanında olsa da, aslında benim aşkım fikri haklardır.

Ayrıca ticaret hukukçusuysanız, fikri mülkiyet hukuku da bu alanın altında konumlanmış durumda ve neye elinizi atsanız bir ucu ticaret hukukuna değiyor. Bu durum alanı daha da sevmemi sağladı. Hatta medeni ve borçlar alanındaki hukuk bilgimi de kullanmak arzusu ile, bütün bu bilgileri yorumlayabileceğim bir tez konusu seçtim. “Markanın Devri ve Devir Hükmü Doğuran Hukuki İşlemler”; bu konu ile markanın şirketlere sermaye olarak getirilmesinden tutun da, markanın miras yoluyla devri dahil bir çok ihtimali değerlendirme imkanı buldum.

Yurtdışı sempozyumları ise alanda Türkiye’de nerede olduğumuzu ve neler yapabileceğimi anlamamı sağladı. Ülke uygulamalarının bizim yaptığımız gibi henüz hazır değilken tercüme düzenlemelerle değil, ülke şartlarına uygun düzenlemeler ile şekil aldığını gördüm. Mesela Hindistan’da ilaç patentlerine ilişkin bir sempozyumda, patente ilişkin bazı düzenlemeleri bizdeki gibi 1995 yılında değil de sonradan kendilerine uygun şekilde yürürlüğe koymalarının Hindistan ekonomisine faydalarını gözlemledim. Gördüm ki bu alan toplum hayatından uzak değil ve zamanında yapılan doğru gelişmelere ihtiyaç duyuyor. Çok çalıştım ve çok okudum, alanda çalıştıkça sevgim ve bağım arttı.

Ö.F.- Akademik çalışmalar yanında İstanbul Barosu Fikri ve Sınai Haklar Komisyonu’na da aktif biçimde katkı sunduğunuzu biliyorum. Baroların Fikri ve Sınai Haklar Komisyonlarının mesleki eko-sistemimiz içindeki fonksiyonu hakkında ne düşünüyorsunuz ve şu ankinden daha farklı neler yapılabilir Barolar eliyle sizce?  

E.G. İstanbul Barosu Fikri ve Sınai Haklar Komisyonu’nu inanılmaz önemsiyorum. Daha önce farklı dönemlerde de katkı sağlamaya çalışmıştım, bu dönemde de fırsat bulduğum için çok mutluyum. Neden orada olduğumdan başlamak istiyorum. Bir akademisyen olarak genç meslektaş adaylarının yetişmesine katkı sağlamaya çalışıyorum, uygulamanın da içinde olan biri olarak aktardığım bilgilerin sadece teori ile sınırlı kalmamasına ve uygulanabilir olmasına da önem veriyorum. Bunun yanında uygulanabilir nitelikte olan dünyadaki gelişmeleri aktarma fırsatlarını da kaçırmıyorum.  Ama yine de yargı kararları gösteriyor ki, genellikle meslektaşlarımız ezberlerle hareket ediyor. Sizlerin de bildiği üzere Fikri Mülkiyet Hukuku ezberler ile sürdürülebilecek bir alan değildir. Bu alanda karşılıklılık ilkesi dikkate alınmadan kanun maddelerini lafzi olarak yorumlayarak kararlar verilmesi, dünyada güçsüz duruma düşmenize neden olur. Diğer bir deyişle bu alan sadece uyuşmazlığın taraflarını değil, tüm toplumunun hem sosyolojik algısını hem de ekonomik hayatını etkiler. Komisyondaki şahsi amacım; meslektaşlarımıza kanun maddelerinin, diğer ülke uygulamalarını dikkate alarak doğru yorumlanmasında yardımcı olmaktır. Kanunda yer almasına rağmen meslektaşlar tarafından tercih edilmeyen maddeleri uygulamaya sokmak, hukuk kitaplarında yer alan öğretilerin hayal ürünü olmadığını anlatmak istiyorum.

Meslektaşlarımıza ulaşarak, sadece mesleki ekosistemi değiştirmiyorsunuz; meslektaşlarımız eliyle kişilerin ticaret hayatında doğru adımlar atmasını ve  emeklerini ve sermayelerini doğru fikri mülkiyet hakkına yatırmasını sağlamış oluyorsunuz. Sonuç olarak da doğru mesleki uygulamalarla, emek ve sermayenin korunması ile kişilerde adalet duygusunun zedelenmesini önlüyorsunuz ve hukuka duyulan güvenin artmasına katkı sağlıyorsunuz.  Her şey buradan mı başlıyor diyeceksiniz tabii. Ancak emin olun her şey hukuk düzeninin aktörlerinin gelişmesi ile başlıyor. Meslektaşların, Anayasal güvenceye sahip ve yasal baskı kurabilme gücü olan Barolar eliyle mesleki eğitimlerine daha fazla mesai harcanması, meslektaşlarımızın uzmanlaşmasına imkan sağlanması gerektiğini düşünüyorum.  Ancak şüphesiz bir yandan ekonomik koşullar ile mücadele edip, bir yandan da uzmanlaşmaya yoğunlaşmak mümkün değil. Burada yine Barolara döneceğim, gücünün temeli olan avukatlara ekonomik güvence sağlaması gerekiyor. Mesleğinin ilk yılında avukat ruhsatı için 3500 TL kredi alıp ve önündeki uzun yıllar boyunca borcunu ödemenin yollarını arayan yeni bir avukattan ne kadar beklentiniz olabilir ki? Baroların yeni meslektaşları, yeni uzmanlık alanlarına yönlendirmesi gerektiği ve daha fazla katkı sağlaması gerektiği kanaatindeyim.  

Ö.F.- Türkiye önce, 1995’ten başlayarak, bir KHK’ler dönemi geçirdi ve akabinde 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu’nun kabul edilmesi Fikri Mülkiyette önemli dönüm noktalarından biri oldu. Sizce Türkiye tüm bu süreçler boyunca iyi yol aldı mı? Size göre sistemdeki eksiklikler nelerdir, nerelerde hala iyileştirmeye ihtiyaç var, nereler iyi çalışıyor?

E.G.- KHK dönemine ilişkin eleştirebilecek çok sayıda başlık var aslında, ama sonunda Fikri Mülkiyetin bir kısmının Sınai Mülkiyet Kanunu ile kanunilik zeminine oturmuş olmasından mutluyum. Fikri Mülkiyet Hukukunun gelişmesinde önemli bir dönüm noktası olduğu kanaatindeyim, ancak sadece AB müktesebatı dikkate alınarak, “zaten AB düzenlemesinde varsa doğrudur” şeklindeki ön kabul ile tercüme maddeler şimdilik biz akademisyenleri ve emin olun ileride de yargı kararlarını çok yaralayacak nitelikte. Zira kanun koyucunun gelişmelerin gerisinde kalmamak amacıyla tercüme ettiği AB düzenlemeleriyle ilgili unutulan veya yanlış bilinen bir husus var. AB tarafından kabul edilen çoğu düzenlemenin, üye ülkelerin iç hukuklarında uyumunun sağlanması için üyelere süreler veriliyor ve üye ülkeler bu düzenlemeleri kendi ülke içtihatları ve şartlarına uygun olarak alıyor. Diğer bir deyişle büyük ve etkili ülkeler bile doğrudan bir kabul ile iç hukuklarına geçirmiyor. Dolayısıyla aslında birçok AB düzenlemesi bir çerçeve metin halinde kabul ediliyor, üye ülkelerin düzenlemelerine  göre de zaman zaman revize ediliyor. Sınai Mülkiyet Kanununun bazı maddeleri ise üzerinde düşünülmeden, AB müktesebatında neden yer aldığına ilişkin önceki ve sonraki tartışmalar dikkate alınmadan, örneğin Almanya veya Fransa bu maddeyi kendi iç hukukunda nasıl düzenledi ve nasıl uyguluyor diye düşünmeden alınmış durumda. Bazı maddeler arasında da bağlantılar kopuk, madde havada kalıyor. Bu nedenle SMK’nın bazı hükümlerinin bizi dünyaya yakınlaştırmaktan çok uzaklaştıracağı endişesini taşıyorum. Zaten bir kanun yürürlüğe girdikten sonra uygulama aşamasında, amaçsal yorumu yapmayan, sadece lafzi yorumla hareket etmeye meyilli bir toplumuz, işte bu yüzden de yukarıda ifade ettiğim gibi Barodaki Komisyonu çok önemsiyorum.

Daha yapılacak çok iş olduğunu her an hissediyorum. Şüphesiz bu bir süreç ama kendi haline bırakılabilecek bir süreç değil, zira hatalı uygulama ve kararlar doğrudan gelişmeyi baltalıyor. Bu nedenle meslektaşlarımızın SMK maddelerini yorumlarken büyük bir sorumluluğu bulunuyor.  

Ö.F.- Kişisel gözlemime göre, maalesef, toplumumuzda uzlaşma kültürü hemen hemen yok oldu gibi. Bireylerde “evet ben burada hata yaptım, kusura bakma” deme iç görüsü ve olgunluğu kalmadığı gibi, haksızlık oluşturduğu ayan beyan ortada olan durumlarda bile güç birliği oluşturup birbirini olumlayarak dediğini yaptırmış olmak bir meziyet gibi sunuluyor-değerlendiriliyor. Bir çeşit “ben yaptım, oldu” dönemi sanki bu, oysa “yapılmış” olması bir şeyin “olduğu” anlamına gelmez. Sizin Fikri Mülkiyet Hukukunda Arabuluculuk konusuna önem verdiğinizi, bu konuda çalışmalar yürüttüğünüzü biliyorum. Toplumun algısı ve genel davranış yönelimi yukarıda belirttiğim gibiyken, Fikri Mülkiyet uyuşmazlıklarında arabuluculuk yoluyla gerçekten bir neticeye varılabiliyor mu? Arabuluculuk konusundaki deneyimlerinizi ve fikirlerinizi bizimle paylaşır mısınız rica etsem. Özellikle konu aile şirketleri olunca uyuşmazlıklar daha da çetrefilli hale geliyor çünkü işin içine, ne yaparsanız yapın, duygusal faktörler de giriyor; geçmiş yıllarda gazetelere çıkmış aile şirketlerinde marka paylaşımının trajik neticeler doğurduğu örnekler hatırlıyorum. Hem genel olarak hem de aile şirketleri özelinde uyuşmazlık çözüm yolu  konusunda neler söylersiniz bize?    

E.G.- Uzlaşı kültürüne ilgim Prof. Dr. Şükran Şıpka ile başladı. Kendisine buradan teşekkürlerimi iletiyorum. Sene de 2007-2008. Hocamız bizleri topladı ve bir çalışma başlattı. Konu Türkiye kamuoyu için o kadar yeniydi ki, tüm asistanların ilgisini çekti. Sonra 2010 yılında bir Avrupa Birliği projesi başlatıldı ve burs ile İngiltere’ye arabuluculuk uygulamalarında kısa bir eğitim almak için gitme fırsatı yakaladık. Türkiye o yıllarda “Arabuluculuk Nedir?” diye tartışmak yerine “Kimler Arabulucu Olmalıdır?” sorusuna odaklanmıştı. Sonunda 2013 yılında Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanunu yürürlüğe girdi ve ardından eğitimler başladı. İlk eğitimciler konuyu öncesinde çalışmış olanlar arasında seçildi ve bu şekilde ilk sürecin başından itibaren dahil olma fırsatı buldum. İlk senelerde derslerin çoğu, katılımcılara uzlaşı kültürünü tanıtmak ve ikna etmeye çalışmakla geçiyordu. Sanırım yargı sisteminin uzunluğu ve geç gelen adalet, o dönemde kısmi bir motivasyon sağladı. Genellikle de İngiltere’deki anımı paylaşarak başlıyordum derslere; Bir hâkim ile görüşmek üzere mahkeme salonuna gitmiştik, duruşma devam ediyordu. Alışkın olmadığımız bir manzaraydı. Herkesin kendisini ifade edebildiği, ifade etmek için yeterli süresinin olduğu bir dava izledik ve akabinde hâkim bizi kabul etti. Bizi geç kabul ettiği için özürlerini iletti ve “bugün çok yoğun bir gündü, 4 duruşmam vardı” dedi. Bu olayı hala aramızda konuşuruz. Arabuluculuk olmasa İngiliz yargı sistemi çöker demişti.

Türkiye arabuluculuk uygulamalarında yerini bulamadı henüz. Bir anda olamaz, birkaç yılda da olmaz. İddiaların aksine toplumun köklerinde uzlaşı kültürünün olduğunu düşünmüyorum. Tam tersine bence biz her şeyi şahsileştiriyoruz ve en basit olaylarda bile intikam duygusu ile hareket ediyoruz. Uzlaşma imkanı bulunan uyuşmazlıklar açısından, mahkemeler karşı tarafı akıllandırmak, intikam duygusu ile süründürmek için başvurulan bir yer adeta. Bence insanlar uzlaşabilecek durumdayken, kendi duygularını tatmin etmek için mahkemelere başvurarak adaleti yavaşlatıyorlar. Kanun koyucu dava şartı arabuluculukları getirerek yaptırımlar ile arabuluculuğu yerleştirmeye çalışıyor, ancak kanaatimce bu bir çözüm değil. Ben dava şartı arabuluculuğu hiçbir zaman destekleyemedim. Evet artık arabuluculuk nedir diye sorduğunuzda bir cevap alıyorsunuz ama cevap; davadan önce bir basamak, bir ayak bağı şeklinde oluyor. Dava şartları nedeniyle, gereksiz tartışmalarla arabuluculuk rayından çıkıyor.  Önemli olan ihtiyari arabuluculuğu yerleştirmektir. Ne zaman yerleşir derseniz; en az 20-30 yıl. İşte bu zamana bırakılması gereken bir süreç; algının tamamen değişmesi gerekiyor, zaman gerekiyor, meslektaşların ekonomik olarak uyuşmazlıkların 10 yıl sürmesinden değil, 3 günde ihtiyari arabuluculuk ile bitmesinden fayda sağlamaları gerekiyor. İlköğretimden başlayarak şiddetsiz iletişim ve müzakere derslerinin verilmesi gerekiyor. Diğer bir deyişle daha çok yol var.

Fikri Mülkiyet Hukuku alanında arabuluculuk ise daha farklı bir konu. Sanki bu alan arabuluculuğun tam ortasında oturuyor, öyle elverişli ki.  Alanda çalışanlar dışında pek kimse bilmez ama 1995 tarihli 551 sayılı Patent Haklarının Korunması Hakkındaki KHK’nin 104 ve devamı maddeleri arabuluculuğu anlatır. Tabii bu maddede Türk Hukuk sisteminde yerini bulamamış maalesef. Öylesine âtıl hükümler olarak kalmış. Maddede arabuluculuk yapma hakkı eski adıyla Türk Patent Enstitüsüne verilmiş. Hiç yaptınız mı diye sorduğumda bir cevap alamamıştım.

Şimdiki durum nedir diye sorarsanız; mevzuatlarda daha doğru hükümler yer alıyor, mesela SMK’da açık hüküm var. Söylemeden geçemeyeceğim, hüküm Arabuluculuk Kanunu ile uyumlu değil maalesef. Ama bunların çözülebilir nitelikte eksiklikler olduğu kanaatindeyim. Fikri Mülkiyet Hukuku açısından en önemli konu uyuşmazlıkların uzlaşı ile sora erdirilmesi yönündeki inancın daha fazla olması. Diğer hukuk alanlarına kıyasen neden fikri mülkiyet alanında inancın daha yüksek olduğunu merak edebilirsiniz. Birkaç nedenini saymak isterim; öncelikle bu alanı Türkiye özelinde düşünemezsiniz, mesela özellikle WIPO bünyesinde uyuşmazlıkların çözümünde arabuluculuk oturmuş durumda. İkincisi Türkiye’deki tacir ithalat veya ihracatında devamlılık istiyorsa, uzlaşmak zorunda olduğunu biliyor ve neredeyse her tacirin hedefi yurtdışı ile ticari ilişkilerini arttırmak. Bu da Türkiye’deki taciri fikri mülkiyet alanında yurtdışında yerleşmiş olan uzlaşı kültürünü istese de istemese de kabul etmek zorunda bırakıyor. Ayrıca Fikri Mülkiyet Hukuku uyuşmazlıklarının çözümü noktasında tarafların tasarruf serbestîsi geniş, bu nedenle menfaatleri doğrultusunda farklı farklı, hâkim tarafından asla hükme geçirilemeyecek çözümler çıkabiliyor. Günün sonunda tarafların, hâkimin iradesi yerine, kendi iradelerine uygun bir çözüme ulaştıkları için çözüme bağlılıkları artıyor.   

Aile şirketlerini sormuşsunuz, evet hem ticaret hukuku hem de fikri mülkiyet hukuku açısından aile şirketlerindeki uyuşmazlıklar özel ilgi alanım. Belki uzlaşı kültürüne olan yakınlığım beni bu konulara yönlendirdi veya aile şirketlerindeki uyuşmazlıklar beni arabuluculuğa yönlendirdi, önce hangisi oldu bilemiyorum. Genelde uyuşmazlığın temelinde basit bir fikri mülkiyet uyuşmazlığı olsa da, aile üyelerinin birbirine bağlılıkları nedeniyle doğan uyuşmazlığın yol açtığı hayal kırıklığını daha da şiddetli hissediyorlar. Aslında benim gördüğüm; yıllardır süregelen zor  uyuşmazlıklar değil,  sadece yanlış bakış açısı ve çözümsüzlük hissi.

Ö.F.- Bizim ofisin bahçesinde sokak kedileri için bir kedi evi yaptık ve oraya düzenli olarak mama ve su koyuyoruz. İsteyen kediler gelip bizimle vakit geçiriyor. Geçenlerde sizinle röportaj yapacağımı duyunca kediler yanıma gelip dediler ki (!) “Oooo Eda Hanım mı, hem kendisine hem de onunla yaşayan bizim kardeşler Leo, Aşure ve Darvin’e selam söyleyin. Eda Hanım buralarda iyi bilinir”. İşin şakası bir yana, sizin gerçek bir kedisever olduğunuzu biliyoruz. IPR Gezgini yazar ve takipçileri arasında da ev hayvanı olanlar olduğu gibi, evinde hayvan beslemese bile gezegendeki bu dilsiz dostlarımıza büyük sempati duyanlar var. Bize biraz hayvan sevginizden, kedilerinizden ve varsa baktığınız diğer hayvanlardan bahseder misiniz? Sokaktan hayvan sahiplenmek konusunda bize neler söylersiniz?   

E.G.- Evsiz bir tavşan” ister misiniz? Diye başlasam söze. Gerçekten şu anda yer bulmaya çalıştığım bir tavşan var fakültedeki odamda.

Onlardan bahsederken yüreğim kabarıyor, arkamı dönemiyorum; bazen insanoğlunun ekosisteme ne faydası var diye düşündüğümde cevabım koca bir hiç oluyor. Belki de diyorum varlık nedenlerimden biri de elimden geldiğince insanoğlunun yarattığı yıkımın acılarını dindirmeye çalışmaktır. Birisi köpeğimizin ağzında geldi; bebekken diğerleri zarar vermesin diye fakülteye gelirdi benimle, bilirkişi dosyaları için gittiğimde adliyelerde de benimleydi hep;  biri karlı bir gecede karşıma çıktı (Darwin- zeka küpü); biri çöp tenekesinde acı miyavlamaları ile duyurdu bana kendini; birinin annesi kış günü sokak ortasında doğum yaptı, böyle böyle birikti evdeki çocuklar ve 5 oldular. Tabii seneler içinde kayıplarımız da oldu, mis kokulu Kekik kızımız gitti mesela. Ama yer hep doluyor, kapının önünde kadro bekleyenler var daha.

Sahiplendirmek konusunda hep çok şanslıydım. Bir şekilde hep güzel insanlara verebildim. Ama en nefret ettiğim cümle; “sen hayvanlarla ilgileniyorsun, bize bir Scottish, Chinchilla… bulsana” oluyor. Sokaklar yuva bekleyen, asıl yuvaları olan doğada yaşayamayan ve insanın merhametini bekleyen canlılarla doluyken para vererek cins hayvan peşinde koşmalarına dayanamıyorum. Sahiplenmek isteyenlerin etrafına bakması yeterli, işte mevsimi geldi, bir sürü yavru dolu sokaklar. Ama ne olur yaşam düzenleri uygun olanlar,  fedakarlık yapabilecekler alsın. Sahiplenmek isteyenlere tek cümle söyleyebilirim; ömürleri bizlerden çok kısa olan bu canlılara, son nefesini sizin kollarınızda verme güvencesi verebiliyorsanız sahiplenin. 

Ö.F.- Bunu sormasam olmaz; pandemi sizin için nasıl geçti? Neler değişti, dönüştü sizin için pandemiyle birlikte?   

E.G.- İlk gün önlemlerimi aldım ama ne kadar sürecek, bizleri ne kadar etkileyecek öngöremedim. Şanslı bir meslek grubunda olduğum için, online olarak da devam edebilmenin verdiği bir rahatlıkta oldu. Sizinle tamamen iç dünyamdaki düşüncelerimi paylaşacağım; hep koşuyorum, hep yetişmeye çalışıyorum ve hayat durunca kocaman bir nefes aldım ve dedim ki “şimdi herkes durdu!”.

Ama kısa süre sonra bunun bir yanılsama olduğunu anladım, hayat daha hızlı akmaya başladı. Online dersler, online sunumlar, bilgisayar başında geçirilen saatler saatler saatler… zaten zaman ayırıp görüşemediğiniz dostlarınızla, bu defa hiç görüşememek, sarılamamak… ancak yine de sağlıklı atlattık, birçok kişinin aksine bir kaybımız olmadı.

Ö.F.- IPR Gezgini okurları/takipçileri arasında mısınız bilemiyorum. Eğer Siteyi takip etme fırsatınız olmuşsa bu konuda neler düşünüyorsunuz ve sizce daha başka neler yapabiliriz, bize tavsiyeleriniz olur mu?    

E.G-Kesinlikle takipçilerinizdenim. Fikri mülkiyet alanında bir misyon üstlendiniz bence. Bilimsel ve özgür, gelişimi destekleyen paylaşımlarınıza bayılıyorum. Mesela sizin Harry Potter davalar serinizi de büyük bir zevkle okumuştum. Nedenini ilk soruya verdiğim yanıttan da anlamışsınızdır tabii. Böyle bir siteyi oluşturmak ve aynı çizgisinde devam etmesini sağlamak büyük bir emek istiyor farkındayım, böyle devam etmenizi dileyebilirim sadece. Ellerinize sağlık.


SÖYLEŞİYORUZ ilerleyen günlerde fikri mülkiyet camiamıza katkı veren diğer isimlerle devam edecek. Bizi takipte kalın!

IPR GEZGİNİ

Mayıs 2022

iprgezgini@gmail.com

SÖYLEŞİYORUZ X- Doç. Dr. FÜLÜRYA YUSUFOĞLU BİLGİN BİZLERLE!

IPR Gezgini “Söyleşiyoruz” Mart ayı söyleşimizden herkese merhabalar. Bu ayki konuğumuz Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Fülürya YUSUFOĞLU BİLGİN!

Fülürya Hocamıza bizimle söyleşmeyi kabul ettiği için teşekkür ediyor ve bir gün bu söyleşiyi yüz yüze yapabilmeyi umarak başlamak istiyoruz. Bugünkü sohbetimizde IPR Gezgini adına soruları site yazarı Elif AYKURT KARACA yöneltecek.



Başında EAK yazan kısımlar IPR Gezgini’nin soruları; FYB ile başlayan kısımlar ise Fülürya Hocamızın yanıtlarıdır. Şimdiden keyifli bir okuma diliyoruz.

EAK: Fülürya Hocam, öncelikle davetimizi kabul ederek Söyleşiyoruz serimize katıldığınız için IPR Gezgini adına teşekkür ediyorum. Bu söyleşide sizi kişisel olarak daha yakından tanımak yanında fikri mülkiyet hakları alanındaki kişisel düşüncelerinizi daha yakından öğrenerek okuyucularımıza aktarabilmeyi arzu ediyorum. İlk sorum sizi kişisel olarak daha yakın tanımaya ve okurlarımıza tanıtmaya ilişkin olacak. Okurlarımız için kendinizden, hayat öykünüzden, nerelerde – nasıl büyüdüğünüzden, zevklerinizden, nasıl zaman geçirmekten hoşlandığınızdan bahsedebilir misiniz?

FYB: Öncelikle, beni davet ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Bulgaristan’da doğdum ve 13 yaşıma kadar orada yaşadım. Liseyi ve Üniversiteyi Galatasaray’da okudum ve bundan dolayı kendimi çok şanslı hissediyorum. Belki çok klasik olacak, ama klasik müziği çok seviyorum, edebiyat ve sinema sanatını seviyorum. Tiyatro ve operaya gitmeyi çok seviyorum, ama pandemiden dolayı, son 2 yıldır maalesef o zevkten mahrum kaldım. Onun dışında doğada olmaktan, uzun doğa gezilerinden ve seyahatlerden keyif alırım. Sevdiklerimle zaman geçirmek benim için büyük mutluluktur, ben biraz evcimen bir insanım.

EAK: Bildiğim kadarıyla lisans mezuniyetinizden sonra yüksek lisans aşamasındayken akademiye katıldınız. Akademisyen olmaya nasıl karar verdiniz? Hukuk fakültesinden mezun olurken aklınızdaki meslek akademisyenlik miydi?

FYB: Araştırmayı ve incelemeyi çok seviyorum. Sanırım akademisyenliği aslında ben seçmedim, zaten araştırmayı sevdiğim için ve akademideki esas uğraş araştırmak ve araştırma sonuçlarını kaleme almak olduğu için, akademisyen oldum. Bu bir seçim değildi, yapmayı sevdiğim şeyin doğal bir sonucuydu. Akademisyenlik benim için bir iş gibi değil. Konfiçyus’un çok güzel bir sözü vardır, “Sevdiğiniz iş ile uğraşırsanız, hayatınızda bir gün bile çalışmış olmazsınız”. Ben de aslında zaten yapmaktan keyif aldığım şeyi yapıyorum. Hukuk fakültesinden mezun olurken akademisyenliği istiyordum. Bizim hocalarımızın bize öğrettikleri en önemli şeylerden birisi, farklı kaynaklardan araştırmak ve bir tek kaynakla yetinmemekti. Aynı konuda farklı kaynaklara bakınca ve farklı bakış açıları görünce, kişinin kendi bakış açısı da mecburen oluşuyor.

EAK: Önceki sorumuzla bağlantılı olarak akademideki ilk günlerinizden ve akademiye giriş sürecinizden bahsedebilir misiniz?

FYB: Yüksek lisans tezi araştırması yapmak için ve İngilizcemi geliştirmek için İngiltere’ye gitmiştim. Bu süreç benim için çok verimli geçti. Sürecin sonlarına doğru, çok yakın arkadaşım Mehtap İpek İşleten, Galatasaray Üniversitesi Ticaret Hukuku Kürsüsü için asistan alımı ilanının çıktığını bana söyledi. O da zaten Medeni Kürsüsünde asistandı ve benim ticaret hukuku ve fikri haklarla ilgilendiğimi ve akademisyen olmak istediğimi biliyordu. Bana telefon edip, ilanın çıktığını söylediğinde, apar topar döndüm tabii ki. Sonrasında sınava katıldım ve asistan oldum. Asistan olduğum haberini, doğum günümden bir gün önce aldığım için, bu benim aldığım en büyük doğum günü hediyesiydi diyebilirim

EAK: Akademisyen olmak için gerekli olduğunu düşündüğünüz nitelikler nelerdir?

FYB: Akademisyen olmak aslında akademik eserler vermek ve öğrenci yetiştirmek anlamına gelir. Makale ve kitap yazarken iki husus beni harekete geçirir: o an araştırılmasına ihtiyaç duyulan konu ve benim kişisel olarak merak ettiğim konu. Bir konuyu öğrenmek istediğimde, makale yazmaya başlarım. Bir de tabii, o an uygulamadaki gelişmeler ve ihtiyaç hissedilen konularda yazmak da çok önemlidir. Neticede ben eğer akademisyensem, bana verilen görev, çalıştığım alandaki gelişmeleri izlemek ve bunların Türk hukukunda uygulanması konusunda gerekli çabayı göstermektir.

Akademisyen olmak için gerekli olan diğer husus da ders vermeyi sevmektir. Ders anlatmayı gerçekten de çok seviyorum. Öğrencilerle beraber olmak, benim için çok eğitici ve beni güncelleştirici bir olay. Öğrencilerin sordukları birçok soru, ciddi araştırma gerektiren konular olabiliyor. Geçenlerde derste kültürel temellük [cultural appropriation] hakkında ne düşündüğümü sordular… Derslerde NFT’leri ve bu gibi konularda verilen kararları tartışmak isteyebiliyorlar. Bu gibi sorulara cevap verebilmek için, mutlaka çok çalışmak ve yenilikleri takip etmek gerekir. Onlarla olmak benim için çok ufuk açıcı.

EAK: Yüksek lisansınızı yaparken, araştırmalarınız için bir süre Dünya Fikri Mülkiyet Teşkilatı’nda (WIPO) bulunduğunuzu biliyorum. WIPO’daki deneyimlerinizden ve size yaptığı katkılardan bahsedebilir misiniz?

FYB: Doktora tezimi hazırlarken, 3 aylığına Neuchatel Üniversitesinde araştırma yaptım. İsviçre’de bulunduğum süreçte, Lozan’da bulunan İsviçre Mukayeseli Hukuk Enstitüsü’nde (Institut Suisse de droit comparé) ve WIPO’nun kütüphanesinde çalıştım. Orada olmak ve orada çalışmak benim için çok faydalıydı. Çok verimli bir dönem geçirdim. Her üç kurumun da dev kütüphaneleri var. Pandora’nın kutusu gibi (ama tabii ki olumlu anlamda), açtığınızda içinde her şeyi bulabiliyorsunuz. Günümüzde her şey dijital olsa da, ben hala kitap sayfalarını çevirirken çıkan o kitap konusunu çok seviyorum. O kitapların arasında olmak, orada bulunan insanlarla konuşmak bana çok şey kattı.

EAK: Hali hazırda ticaret hukuku bilim dalında görev yapıyorsunuz. Ancak sizin fikri mülkiyet hukukuna nasıl ilgi duyduğunuzu merak ediyorum. Alana ilgi duymanıza neden olan bir olay veya kişi var mı? Bu alanda eser üretmeye başlamanızdaki süreçten bahsedebilir misiniz?

FYB: Yeni gelişen bir alan olduğu için ve sürekli yenilikler olduğu için fikri mülkiyete ve internet hukukuna ilgi duyuyordum. Ben Prof. Hamdi Yasaman’ın asistanıydım ve Hoca Türkiye’de fikri mülkiyet konusundaki çalışmaların gelişmesi gerektiğini söylüyordu. Benim yüksek lisans tezimin ve doktora tezimin konusunu Hamdi Hoca seçti ve beni o alana yönlendirdi. Bu yüzden bu alandaki çalışmalarımın temelinde sanırım Hamdi Hoca var. Bu kapıyı bana açtığı için hocaya minnettarım.

Makale yazmak güzel bir süreç. Bir konuyu öğrenmek istediğimde, o konuda araştırma yapmaya başlarım. Araştırmalar derinleşince, bir şekilde makale çıkıyor. Karşıma ilginç bir konu çıktığında, o konuya ilişkin makale, kitap ve kararları toplamaya başlarım, sonrasında onları okuyup yazmaya başlarım. Bir de elbette ki uygulama akademik çalışmaları çok besliyor.  Uygulamada çıkan sorunlar, normalde sadece teorik olarak düşündüğümüzde aklımıza gelmeyecek şekilde karmaşık olabiliyor. Onları çözmek için kaynak toplamaya başladığımda, bir bakmışım ki bir makale yazmaya başlamışım. Fikri haklar sürekli gelişen ve değişen bir alan, kişinin bu gelişmelerin karşısında güncel kalması gerekiyor.

EAK: 6769 Sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu (SMK) hakkındaki görüşlerinizi merak ediyorum. Kanunun hazırlanma sürecinde görüş ve önerilerinizi Türk Patent ve Marka Kurumu ile paylaşarak sağladığınız değerli katkılar için de fırsatını bulmuşken teşekkür etmek isterim. SMK hakkındaki düşünceleriniz, olumlu ve olumsuz gördüğünüz yahut geliştirilmesini düşündüğünüz alanlar nelerdir?

FYB: Sınai Mülkiyet Kanunu’muzun hazırlık çalışmalarına katılmak benim için onurdu. Bu vesileyle TÜRKPATENT’e davetleri için teşekkür ediyorum. Davet edildiğim için çok mutlu olmuştum. Sınai Mülkiyet Kanunu, AB’deki düzenlemelere uygun olarak çıkarılmış ve günümüzün ihtiyaçlarına cevap veren bir Kanun. Nitekim AB ilerleme raporlarına baktığımızda da, SMK’nın AB hukuku ile uyumlu olduğu belirtilmektedir. Tabii aynı rapora göre maalesef Türkiye’de taklidin önüne geçilemiyor. Nitekim birçok ünlü marka sırf bu yüzden Türkiye piyasasından ayrılmayı düşünüyor.

Benim sorunlu olarak gördüğüm konu SMK md.9’daki markanın kullanılmamasından dolayı iptaline ilişkin olarak çıkan kargaşa. Sınai Mülkiyet Kanunu’nun yürürlüğe girmesinden sadece dört gün önce, Anayasa Mahkemesi markanın kullanılması zorunluluğuna aykırılığı düzenleyen 556 sayılı KHK’nın 14. maddesini iptal ederek, bir boşluk yarattı. Böylelikle, SMK’nın yürürlüğe girdiği tarihte, markanın kullanılması zorunluluğu ve bu zorunluluğa bağlanan bir sonuç bulunmadığı için bir kargaşa yaşandı. Kanunların yürürlüğe girdikleri tarihten sonraki olaylara uygulanmalarının bir sonucu olarak, markanın kullanılması zorunluluğunun hangi tarihten itibaren başladığı konusu gri bir alan olarak kaldı. Bu konuda verilen Yargıtay kararları konuyu düzenleyecek nitelikte olsa da, bence Kanun’daki sorunun bir Kanun ile çözülmesi gerekirdi. Neticede hakkaniyete uygun olan her şey Kanun’a uygun olmayabilir.

Bunun dışında, cezai hükümlerin sadece markaya ilişkin olması başlarda biraz eleştirildi, ama bence bu konudaki düzenleme de doğru bir düzenleme. Nitekim TRIPS sadece marka ve telif hakları için cezai hükümlerin konulmasını zorunlu tutmuştur. Bunun dışındaki sınai haklar için cezai hükümlerin öngörülmesi, TRIPS’in öngördüğü korumanın ötesindedir. AB dahil birçok ülke cezai hükümler koymamıştır. Bundan dolayı, bu yöndeki düzenlemeleri başarılı buluyorum.

EAK: Pandemi dönemini nasıl geçiriyorsunuz? Bu süreçte Prof. Dr. Hamdi Yasaman, Prof. Dr. Tolga Ayoğlu, Doç. Dr. Pınar Memiş Kartal, Dr. Sinan H. Yüksel ve Dr. Zeynep Yasaman ile birlikte Sınai Mülkiyet Kanunu Şerhi’ni yayınladınız. Çıkar çıkmaz inceledim. Oldukça faydalı ve kapsamlı olan böyle bir eseri literatüre kazandırdığınız için size ve sizin nezdinizde emeği geçen herkese teşekkür ederim. Şerhin hazırlanma sürecinden de kısaca bahsedebilir misiniz? Ayrıca patent ve tasarım ile ilgili kısımlarının yayın zamanı ile ilgili belirli bir tarih var mı?

FYB: Pandemi süreci, çalışmalarım açısından oldukça verimli geçti. İki yıllık pandemi sürecinde 8 makale yazdım. Ayrıca SMK Şerhi de bu sürecin bir meyvesi.  Bu benim için kapanma ve yazma süreciydi. SMK Şerhini hazırlamak; marka hukukunu, güncel kaynakları, güncel kararları taramak için bir fırsattı. Bu süreçte çok çalıştık ve sonunda güzel bir eser çıktı.

SMK Şerhinin patent ve tasarım ile ilgili kısımları için kesin bir yayın zamanı öngörmek biraz zor. Ama umarım yakında patent ve tasarım kısımlarını da takvime alabiliriz.

EAK: Lisans eğitiminde fikri mülkiyet hukuku dersleri hakkında ne düşünüyorsunuz?  Lisans öğrencilerinde alana yönelik yeteri kadar farkındalık oluşturulabildiğini düşünüyor musunuz?

FYB: Günümüz öğrencileri çok ilgililer, gelişmeleri takip ediyorlar ve ilgilendikleri konularda bilgi topluyorlar. Bir konu dikkatlerini çektiği zaman, soru soruyorlar ve bu konuyu tartışmak istiyorlar. Son yıllarda internetin gelişmesi ile beraber sosyal medya çok gelişti, bilgisayar oyunları gelişti, metaverse, NFT, kripto paralar, big data, nesnelerin interneti, yapay zeka, yapay zekanın eser ve buluş sahipliği gibi konular sürekli olarak gündemde ve yeni nesil bu konularla çok yakından ilgileniyor. Bu yenilikçi konuları anlamak için, onların içine sağlıklı bir şekilde girmek ve bu konularda sorunsuz bir şekilde işlemler yapmak için, bunları öğrenmek istiyorlar. Derslerde öğrenciler bu konuları tartışmak istiyor, kendi fikrini söylemek ve sizin fikrinizi duymak istiyor. Ben gerçekten de öğrencilerin bu ilgisinden çok memnunum. Yukarıda da dediğim gibi, onların bu konulardaki bilgi iştahını karşılamak için, sürekli olarak güncel gelişmeleri takip etmem gerekiyor.  Ancak elbette ki her şeyden önce, bu konulardaki temelin özümsenmesi gerekir. Fikri ve sınai haklar konusunda öğrenciler birçok sorunla ve haberle karşılaşıyorlar ve bunları çözebilmek için fikri mülkiyet hukuku derslerine gerçekten ilgi gösteriyorlar. Galatasaray Üniversitesi’nde fikri ve sınai haklar seçimlik dersler arasında yer aldığı için, belirli bir kontenjan var. Ancak fikri ve sınai haklar derslerinin kontenjanının artırılması için her sene öğrenciler dilekçe veriyor ve her sene dersin kontenjanı, öngörülenden çok daha yüksek oluyor. Lisans öğrencileri, fikri mülkiyet konusunu öğrenmek ve bu alanda gelişmek için çaba sarf ediyor.



EAK: Fikri Mülkiyet Hukukunun ayrı bir doçentlik alanı ve müstakil bir anabilim dalı olarak kabul edilmesi konusundaki düşünceleriniz nedir?

FYB: Ben 2017 aralıkta doçent olduğumda, ticaret hukukundan sınava girmiştim ve ticaret hukukunda doçent oldum. Fikri Mülkiyet Hukukunun ayrı bir anabilim dalı olması, çok isabetli olmakla beraber, geç bile kalınmış bir karar. Hamdi Hoca 2003 yılından beri fikri hakların ayrı bir anabilim dalı olması için birçok başvuru yaptı. Bu konuda birçok rapor hazırladık ve Avrupa’daki üniversitelerinden birçok örnek verdik. Ayrıca Fikri Haklar Mahkemeleri’nin açılması dahi başlı başına bu konunun bağımsız ve önemli bir konu olduğunu göstermek için yeterliydi. O yüzden ben Fikri Mülkiyet Hukuku’nun ayrı bir anabilim dalı olarak kabul edilmesinden dolayı çok memnunum.

EAK: Türkiye’de fikri haklar ve korumasının hak ettiği değeri gördüğü kanaatinde misiniz?

FYB: Fikri hakların ve korunmasının hak ettiği değerden bahsetmek için, üç farklı açıdan yaklaşmak gerekir. Kişiler fikri haklara gerekli saygıyı gösteriyor mu sorusuna maalesef cevabım olumsuz olmak zorundadır. Ne yazık ki Türkiye’de özellikle marka taklitleri çok ciddi bir sorun. Nitekim AB İlerleme raporunda da bu konu belirtilmiştir. Bunun dışında, internetin gelişmesi elbette ki bilgiye erişimi kolaylaşırdı, ama buna bağlı olarak da bilginin kopyalanmasını kolaylaştırdı. Bu açılardan yaklaştığımda fikri hakların hak ettiği değeri görmediğini söylemek gerekir. Bunun temelindeki sebep, kopyalamanın kolaylaşması ve kişilerin kendi çabaları ile gelişmelere katkıda bulunmak yerine, başkalarının kendi emekleri sonucunda geliştirdikleri ürünlerden faydalanmayı tercih etmeleridir. Kısacası, kişiler başkaları tarafından sarf edilen emeğe saygı duymak yerine, ondan haksız olarak faydalanmayı tercih ettikleri için, fikri haklara gereken değer gösterilmemektedir.

Fikri hakların Türkiye’de korunması için gerekli idari altyapının bulunduğunu düşünüyorum. TÜRKPATENT sınai hakların tescil edilmesi hususunda büyük bir görev üstlendi. TÜRKPATENT uzmanlaşmış ve çok iyi işleyen bir kurumdur. Sürelere uygun olarak hareket ediyor ve uzmanlığı çerçevesinde çok önemli kararlar veriyor. TÜRKPATENT, 2016 yılında WIPO Genel Kurulu’nda alınan kararla, Patent İşbirliği Anlaşması çerçevesinde yapılacak patent başvurularına ilişkin  uluslararası araştırma ve ön inceleme yapmak üzere yetkilendirilmiştir. 2016 yılından beri TÜRKPATENT uluslararası bir otorite haline gelmiştir. Kararda, TÜRKPATENT’in, hizmetlerini uluslararası standartlarda sunabilecek konuma geldiğinin altı çizilmiştir. Bu çok önemli bir gelişme ve TÜRKPATENT’in, fikri haklar sisteme katkısının bir göstergesidir. TÜRKPATENT, sadece Türkiye’de değil, uluslararası arenada hizmet vermesine yol açacak kadar donanımlı bir kurumdur. Sabırsızlıkla, marka iptalleri konusundaki gelişmeleri bekliyorum. Zira marka hakkının iptali konusunda karar verme yetkisi 2024 yılında TÜRKPATENT’e geçecektir.

Yargı açısından baktığımızda da, Fikri Haklar Hukuk Mahkemeleri’nin sayıları göz önünde bulundurulduğunda, bu konuya büyük önem verildiği görülmektedir. Ancak ne yazık ki mahkemelerin üzerindeki yük gerçekten de çok büyük. Bundan dolayı, mahkeme sayısının yeterli olmadığını düşünüyorum. Fikri hakların korunabilmesi için, bu koruma ihtiyacına cevap verecek kadar çok mahkemenin açılması gerektiğini düşünüyorum. Mahkemeler tarafından verilen kararlara baktığımda, Fikri Haklar Mahkemeleri tarafından verilen kararların çok iyi olduğunu düşünüyorum. Bu hususu ben makalelerimde de ve genel olarak yazdığım eserlerde belirttiğim için, burada tekrar etmekte bir sakınca görmüyorum. Ancak adaletin geç işlememesi için, Fikri Haklar Hukuk Mahkeme sayısının artırılması gerekir.

EAK: Özellikle hukuk fakültesi lisans öğrencilerine ve sektöre yeni girenlere tavsiyeleriniz nelerdir?

FYB: Öğrenciler hep yaptıkları gibi, internet konusundaki, yapay zeka konusundaki gelişmeleri ve yenilikleri merak etsinler ve takip etsinler. Zaten bunları merak etmeye başlayınca, okumaya ve araştırmaya da başlarlar. Öğrenciler, sektöre yeni girenler ve uzmanlaşmaya çalışanlara göre daha şanslılar, çünkü karşılarında spesifik olarak odaklanmaları gereken bir konu yok, onlar istedikleri konuyu merak edip araştırabilirler. Sektöre yeni girenlerin daha ziyade karşılarına çıkan konularda yoğunlaşmaları gerekir. Bir konuyu araştırmak için, bu konudaki doktrini ve yargı kararlarını okumaları gerekir. Ancak bunun yanında ABAD ve genel olarak Türk Hukuk sistemi ile uyumlu yabancı mahkeme kararlarını da incelemeleri önemlidir. Zira bildiğimiz üzere, Mehaz Kanundaki uygulamalar, doğrudan Türk hukukunu da etkilemektedir. Türk Sınai Mülkiyet Kanunu’muzun mehazı AB düzenlemeleri olduğu için, mehaz kanuna dayanılarak verilen AB kararları bizim açımızdan yol göstericidir.

EAK: Son olarak, IPR Gezgini hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Ayrıca, IPR Gezgini okurları içerisinde yer alıp almadığınızı ve öğrencilerinizi Sitemizi takip etmeleri konusunda teşvik edip etmediğinizi merak ediyorum.

FYB: IPR Gezgini’ne üyeyim ve çıkan yeni yazıları takip ediyorum. Ama bunun da ötesinde, merak ettiğim bir konu olduğunda, IPR Gezgini’ne bakıyorum ve orada gerçekten de aradıklarımı buluyorum. Az yukarıda NFT’lerden, yapay zekanın hak sahipliğinden ve bu gibi yenilikçi konulardan bahsetmiştim ya, bunları IPR Gezgini bilgi bankasında çok rahatlıkla buluyorum. Burası gerçekten de bilgi bankası, yeni çıkan ABAD kararları, yeni çıkan konular, fikri haklar konusunda merak edilen neredeyse her şeyi burada bulabiliyorum. Şimdi bakınca, bir tek kültürel temellük konusunu bulamadığımı fark ettim, ama bunun dışında gerçekten de her konuyu buluyorum.

IPR Gezgini, birçok önemli konuda, akademik makalelerin şekilciliğinden uzak, kısa ve eğitici bilgi bulunması dolayısıyla ve herkese hitap etmesi açısından çok faydalı bir platformdur. Okuyucular, sıkılmadan önemli konular hakkında kısa bir sürede bilgi sahibi oluyor. Ayrıca ben makalelerimde IPR Gezgininde çıkan makalelere çok sık atıf yapıyorum. IPR Gezgini takip etmeleri konusunda öğrencileri teşvik ettiğim gibi, herkese bu platformu takip etmesini öneriyorum.

Burada ayrıca sadece hukuk da yok, burada hukukla karışık kültürel konular da işleniyor. Özlem Fütman’ın bir yazısını okuduktan sonra “Women in Gold” filmini seyrettim ve bu yazıyı okumasaydım, bu güzel filmi kaçıracağımı düşündüm; Mine Güner Sunay’ın bir yazısını okuduğumda, şimdiye kadar seyretmediğim “Little Miss Sunshine” filmini seyretmek istedim ve şimdi listemde. IPR Gezgini platformu, fikri mülkiyet hukuku ve fikri mülkiyet konularını ilgilendiren kültürel konularda bence eşsiz bir platform. Belki benim eksikliğim, ama ben gerçekten de dünya çapında böyle bir platforma rastlamadım. Birçok fikri mülkiyet platformunu takip ediyorum, ama gerek yazı çeşitliliği, gerek konulara yaklaşım tarzı, gerek kaleme alma tarzı açısından IPR Gezgini çok farklı bir yerde. Bu vesileyle, 2011 yılında bu platformu kuran ve bizlere kazandıran sayın Önder Erol Ünsal’a teşekkür ederim.

Umarım IPR Gezgini çizgisini ve kalitesini hiç bozmaz ve aradığım her yenilikçi konuyu burada bulmaya devam ederim. Beni bu sohbete davet ettiğiniz için çok teşekkür ederim!



SÖYLEŞİYORUZ ilerleyen günlerde fikri mülkiyet camiamıza katkı veren diğer isimlerle devam edecek. Bizi takipte kalın!

IPR GEZGİNİ

Mart 2022

iprgezgini@gmail.com



Önemli bir ekleme:

IPR Gezgini’nde Elif Aykurt Karaca ile yaptığım söyleşide, sitede bulamadığım tek konunun kültürel temellük konusu olduğunu yazmıştım. Ancak tekrar incelediğimde, benim yazımdan tam 4 yıl önce Önder Erol Ünsal’ın bu konuda IPR Gezgini’nde bir makale yayınladığını gördüm. Söyleşiyi okuyup, kültürel temellük konusunu merak eden olduysa, aşağıdaki linkten bu konuda yazılan güzel ve doyurucu yazıya ulaşabilir.

https://iprgezgini.org/2018/02/25/maasai-kulturel-mirasinin-korunmasi-maasailer-fikri-mulkiyet-haklarini-kendileri-kullanmak-istiyor/

Bu eklemeyi özellikle yayınlamak istedim, çünkü Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek gerekir ve verilen emeğin her zaman takdir edilmesi ve değer görmesi gerekir. Zaten fikri mülkiyet hukukunun temelinde de bu düşünce yatmıyor mu….

Saygılarımla,

Fülürya Yusufoğlu Bilgin



SÖYLEŞİYORUZ # X – Doç. Dr. FÜLÜRYA YUSUFOĞLU BİLGİN CUMA GÜNÜ BİZLERLE!



IPR Gezgini’nin Türkiye’de fikri haklar alanına katkı vermiş önemli isimlerle söyleşileri devam ediyor.

SÖYLEŞİYORUZ’un Mart ayı konuğu, Türk fikri mülkiyet camiasının akademi alanındaki önemli isimlerinden Doç. Dr. Fülürya YUSUFOĞLU BİLGİN!

IPR Gezgini adına Elif AYKURT KARACA‘nın yönelttiği soruların yanıtlandığı Söyleşi 25 Mart Cuma günü yayında olacak!

Fülürya Hoca’ya sorularımıza verdiği içten yanıtlar için teşekkür ediyor ve tüm okurlarımızı bu keyifli söyleşiyi okumak için Cuma günü IPR Gezgini’ne davet ediyoruz.

IPR Gezgini

Mart 2022

iprgezgini@gmail.com

SÖYLEŞİYORUZ # IX – 31 Ocak’ta Sizlerle – Konuğumuz Emekli Hakim ve Avukat Türkay ALICA



IPR Gezgini’nin Türkiye’de fikri haklar alanına katkı vermiş önemli isimlerle söyleşileri devam ediyor.

SÖYLEŞİYORUZ’un Ocak ayı konuğu fikri haklar dünyamızın duayen isimlerinden Fikri ve Sınai Haklar İhtisas Mahkemeleri Emekli Hakimi ve Avukat TÜRKAY ALICA olacak. Türkay ALICA’nın, IPR Gezgini adına Önder Erol ÜNSAL’ın yönelttiği soruları yanıtladığı söyleşi 31 Ocak Pazartesi günü yayında olacak!

Türkay Bey’e sorularımıza verdiği içten yanıtlar için teşekkür ediyor ve tüm okurlarımızı bu keyifli söyleşiyi okumak için 31 Ocak Pazartesi günü IPR Gezgini’ne davet ediyoruz.

IPR Gezgini

Ocak 2022

iprgezgini@gmail.com

SÖYLEŞİYORUZ # VII- Prof. Dr. Gül OKUTAN NILSSON BİZLERLE!



“Söyleşiyoruz” serisinin Eylül ayı söyleşisiyle tekrar karşınızdayız.

Bu ayki konuğumuz Türk fikri mülkiyet camiasının akademi alanındaki önde gelen isimlerinden biri olan Prof. Dr. GÜL OKUTAN NILSSON.

Gül Hocamıza kendisi ile söyleşi yapma teklifimizi kabul ettiği için teşekkür ediyoruz. Bugünkü söyleşide soruları IPR Gezgini adına Elif AYKURT KARACA yöneltecek.



Başında EAK yazan kısımlar IPR Gezgini’nin soruları; GON ile başlayan kısımlar ise Gül Hocamızın yanıtlarıdır. Şimdiden keyifli bir okuma diliyoruz.



EAK: Gül Hocam, öncelikle Söyleşiyoruz serimize katıldığınız için IPR Gezgini adına teşekkür ederek başlamak istiyorum. Türkiye’nin fikri  mülkiyet hukuku alanında literatüre önemli katkı sunan önemli hocalarından biri olarak hem mesleki faaliyetleriniz hakkında bilgi edinmek, fikri mülkiyet ve özellikle telif hukuku alanına dair görüşlerinizi duymak hem de kişisel olarak sizi daha yakından tanımak istiyoruz. Bu anlamda röportajımızın, okurlarımızın ilgisini çekeceğini düşünüyorum.

Fikri mülkiyet hakları alanında çalışanların sizi yakından tanıdığına eminim ancak bu durum tabii ki sizi ve yaşam öykünüzün yakından bilinmesi anlamına gelmemekte.  Bu vesileyle bize kendinizden bahsedebilir misiniz? Prof. Dr. Gül Okutan Nilsson kimdir, kendini nasıl geliştirdi ve bugünlere geldi; kişisel zevkleriniz, uğraşlarınız, sizi hayata daha bağlayan özellikleriniz nelerdir?

GON: Merhabalar, öncelikle davetiniz için ben teşekkür ederim. IPR Gezgini fikri mülkiyet hukukunda günceli takip imkanı veren, öğrencilerimize de tavsiye ettiğimiz önemli bir bilgi kaynağı. Davetiniz beni onurlandırdı.

Kendimden biraz bahsetmem gerekirse, İstanbul’da doğdum. Ortaokul ve liseyi İstanbul Amerikan Robert Lisesi’nde yatılı olarak okudum. Yatılı öğrenci olmak, hem kendi başınıza yaşamayı öğrenmek ve özgüveninizi geliştirmek, hem de sıkı dostluklar kurmak için çok güzel bir fırsat. Bu sayede çok iyi arkadaşlar kazandım, çok güzel anılarım oldu.

Hukukçu bir aileden geliyorum, annem ve babam avukattı. Babamı ne yazık ki çok genç yaşta kaybettik. Ağabeyimi ve beni, annem yetiştirdi. Annem, mesleği sayesinde kendi ayakları üzerinde durmayı başarmış olan, çalışkan ve azimli bir insandır. Ben küçükken komşularımız, akrabalarımız, çevremizdeki insanlar anneme gelip fikir danışırdı. Hukukçu olmanın insanı güçlendiren bir yönü olduğunu o zaman fark ettim. Ben de hukuk fakültesinde okumayı seçtim.

Mesleğimi seviyorum ve çok çalışıyorum. Ancak tabii iş dışında insanı hayata bağlayan başka şeyler de var. Bana en çok enerji veren şey, sevdiğim insanlarla, arkadaşlarımla, ailemle birlikte zaman geçirmektir. Seyahat etmeyi severim. Fakat pandemide ne yazık ki bunu yapamadık. Bu süreçte ancak gezip görmek istediğim yerlerle ilgili belgeseller izleyebildim. Bunun dışında müzik ve edebiyat beni mutlu eder. Son yıllarda özellikle sesli kitaplara yöneldim. İyi bir seslendirme sanatçısından dinlediğiniz bir kitap sizi başka bir aleme götürebiliyor.

EAK: Lisans mezuniyetinizden sonra doğrudan akademiye mi katıldınız?  Akademideki ilk günlerinizden ve akademisyen olmaya nasıl karar verdiğinizden bahsedebilir misiniz?

GON: İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra Avrupa Birliği’nin Jean Monnet Bursunu kazandım. Burs komitesi Amsterdam’da iyi bir okul olduğunu söyleyerek beni oraya yönlendirdi. O yıllarda henüz Avrupa Birliği ile Türkiye arasında Gümrük Birliği kurulmamıştı; Türkiye aday ülkeydi ama AB hukukuna yabancıydı. Bizi daha ziyade damping ve subvansiyonlar gibi uluslararası ticaret konuları ilgilendiriyordu. Ben de bu yüzden hem Avrupa Hukukunu, hem de uluslararası ticaret hukukunu öğrenebileceğim bir hukuk yüksek lisans programına başvurdum ve kabul edildim. O programda, lisans eğitiminden farklı olarak, araştırma yapmamız, seminer ödevleri hazırlamamız isteniyordu. Böylece araştırma yapmanın ne kadar keyifli bir iş olduğunu gördüm.

Türkiye’ye döndükten sonra Prof. Dr. Ünal Tekinalp Hocamın yanında avukatlık stajına başladım. Akademisyen olmak konusunda örnek aldığım ve akademiye girmemi sağlayan kişi, çok sevgili Ünal hocamdır. Onun yanında staj yaparken, hocaya fikir danışmak için gelenlerin, başlarından geçen bir sürü olayı karma karışık şekilde anlattıklarını görürdüm. Hoca sessizce ve dikkatle dinler, daha iyi anlamak için bazı sorular sorar ve ardından müthiş etkileyici bir hukuki tahlile başlardı. O karışık gözüken olay birden berraklaşır, adeta röntgeni çekilirdi. Hoca önce hukuki problemi tespit eder, sonra da çözüm yollarını son derece sistematik bir şekilde ortaya koyardı. Hocamın bu engin ve derin bilgisi, hukuki sorunları tespit ve analiz becerisi beni çok etkilemişti. Ben de onun gibi bir hukukçu olmak istedim ve bunun yolunun akademiden geçeceğini düşündüm. Prof. Dr. Ünal Tekinalp ile tanışmış ve onun yanında staj yapmış olmak benim hayatımın en önemli dönüm noktalarından biridir. Hocama buradan sevgilerimi, saygılarımı ve şükranlarımı göndermek isterim.

Ailem de akademisyenliğe başlama kararımda beni çok destekledi. Özellikle asistanlık ve doktora sürecinde, annem ve ağabeyim bana her zaman maddi ve manevi destek verdiler. Onlara da minnettarım.

Gerek doktora çalışmalarım sırasında gerek sonrasında burslu olarak Almanya’nın ve İsviçre’nin en iyi karşılaştırmalı hukuk enstitülerinde uzun dönemler araştırma yapma fırsatını elde ettim. Doçentlikten sonra İngiltere’de LSE’de misafir araştırmacı olarak bulundum, Amerika’da Vanderbilt Hukuk Fakültesi’nde misafir öğretim üyesi olarak bir ders verdim. Tüm bu kurumlarda çok değerli akademisyenlerle tanışma fırsatı buldum. Yurtdışındaki üniversite yaşamını, akademik aktivitelerin düzeyini, akademik camianın görgüsünü, etik değerlerini ve iş disiplinini gözlemlemek kişisel gelişimimi olumlu yönde etkiledi.

EAK: Fikri mülkiyet alanında özellikle telif hukuku ile ilgilendiğinizi biliyorum. Fikri mülkiyet hukukunda telif hakları kısmının daha karmaşık ve zor bir yöne sahip olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle de açıkçası sizi telif hukuku ile ilgilenmeye iten olay veya kişiler var mı merak ediyorum. Hangi gerekçeyle fikri mülkiyet hukuku alanına yöneldiğinizi aktarabilir misiniz?

GON: Fikri mülkiyet hukuku alanına yönelmem aslında biraz tesadüfe dayanıyor. Yüksek lisans yaparken aldığım derslerden birinde fikri mülkiyet haklarının tükenmesi konulu bir seminer ödevi hazırlamıştım. Türkiye’ye dönünce bu çalışmamı Ünal Hoca’ya gösterdiğimde, bunu yayımlamamı söyledi. Böylece ilk bilimsel yayınım fikri mülkiyet hukukundan çıkmış oldu. Zamanlama da biraz fikri mülkiyet hukukunu gündeme getirdi aslında. 1995 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ticaret Hukuku Anabilim Dalı’nda araştırma görevlisi olarak çalışmaya başladım. O yıl Dünya Ticaret Örgütü kuruldu ve TRIPS Anlaşması imzalandı. Aynı yıl AB-Türkiye Gümrük Birliği Kararı kabul edildi ve Türkiye, gümrük birliği kuralları gereği fikri mülkiyet hukukunu AB hukuku ile uyumlaştırma çalışmalarını başlattı. Hızlıca sınai mülkiyetle ilgili KHK’lar çıkartıldı, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nda değişiklikler yapıldı. Böyle olunca fikri mülkiyet hukuku çalışmak kaçınılmaz oldu. Ben daha ziyade telif hukuku ve marka çalıştım. Doktorayı bitirdikten sonra 2002 yılında İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde yardımcı doçent olarak atandım. 2007’de Bilgi’de bir Fikri Mülkiyet Hukuku Araştırma Merkezi (BİLFİM) kurduk ve MÜYAP başta olmak üzere meslek birlikleri ve Kültür Bakanlığı ile işbirliği yaparak telif hukuku ağırlıklı çalışmaya başladık. Sevgili çalışma arkadaşım Dr. Eda Çataklar ile birlikte o zamandan beri BİLFİM’deki faaliyetlerimize fikri mülkiyet hukukunun her alanında devam ediyoruz.

EAK: Türk telif hakları hukukunda ve uygulamasında ilerleme ve/veya duraksama olarak gözlemlediğiniz hususlar var mı ve Türkiye’de telif haklarının geçmişi ve bugünü hakkındaki görüşlerinizi bizimle paylaşabilir misiniz? Kültür ve Turizm Bakanlığı Telif Hakları Genel Müdürlüğü’nde çalıştığım dönemde FSEK’te değişiklik yapılması çalışmaları vardı. O dönemde gerçekleştirdiğimiz çalışmalara yaptığınız katkıları ve özverili desteğinizi hatırlıyorum. Öncelikle katkılarınız için bir kez daha teşekkür etmek istiyorum. Kanun değişikliği çalışmaları uzun süre devam etti. En son 2019 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne dek gelmesine rağmen, maalesef kanunlaşamadan kadük oldu. İnceleme fırsatı bulabildiyseniz son tasarı hakkındaki görüşlerinizi duymak isterim.

GON: 5846 sayılı Kanun, çağına göre ileri bir kanun olarak Prof. Dr. Ernst Hirsch tarafından Bern Konvansiyonuna uygun şekilde hazırlanmış. Ancak aradan geçen yıllarda, kanunun güncel ihtiyaçlara cevap vermesi için birçok değişiklik yapmak gerekmiş. Bu değişiklikler nedeniyle kanunun sistematiğinde bazı sorunlar var. Ben akademik hayata atıldığımdan beri Kanunda değişiklik yapıldığını görüyorum ve hâlâ da buna ihtiyaç olduğunu gözlemliyorum. Kanunda son kapsamlı değişiklik 2008 yılında yapıldı. O tarihten beri defalarca değişiklik çalışmaları oldu, Avrupa Birliği destekli projeler yapıldı, çeşitli taslaklar hazırlandı. Bu çalışmalara sizin de belirttiğiniz gibi biz de BİLFİM olarak Dr. Eda Çataklar arkadaşımla birlikte destek verdik. Sizin de o zaman dahil olduğunuz, Kültür Bakanlığı Telif Hakları Genel Müdürlüğü’nde çalışan uzman arkadaşlarımız gerçekten çok emek verdi. Akademisyenlerin ve Bakanlığın yanı sıra, meslek birlikleri başta olmak üzere telif hukukunun aktörleri çalıştı, önerilerde bulundular. Fakat bu çalışmalar çeşitli sebeplerle bir türlü tamamına erdirilemedi. Taslak çalışmalarına katılmıştık ama sanırım sonradan bazı değişiklikler olmuş, son halini görmedim. Neticede yıllarca yoğun emek verilen bu çalışmaların kanunlaşamamasını telif hakları açısından bir kayıp olarak görüyorum.

EAK: Sınai mülkiyet hakları ile telif hakları, esasen fikri mülkiyet hakları içerisinde olmasına rağmen ülkemizde sınai mülkiyet haklarına dair iş ve işlemler Türk Patent ve Marka Kurumu tarafından, telif haklarına dair olanlar ise Kültür ve Turizm Bakanlığı Telif Hakları Genel Müdürlüğü tarafından gerçekleştirilmektedir. Her iki kurumun birleştirilmesi yahut iş ve işlemlerin tek bir çatı altında gerçekleştirilmesine yönelik uzun yıllardır devam eden bazı tartışmalar veya görüş açıklamaları mevcut. Sizin bu konu hakkındaki görüşünüzü merak ediyorum.

GON: Burada farklı modeller var. Bazı ülkelerde fikri mülkiyet haklarına ilişkin idari birimler tek çatı altında toplanırken bazılarında iki ayrı kurum konuyu sahipleniyor. Örneğin İngiltere ve Kanada’da tek fikri mülkiyet ofisi varken, Amerika, Almanya, Fransa ve İtalya’da bizdeki gibi ayrı yapılanmalar var. Genellikle sınai haklar, asli görevi tescil sistemini kurup yönetmek olan bir kurumda, kültür varlığı olarak görülen fikir ve sanat eserleri ise ayrı bir yapı altında idare ediliyor. Bizde de tarihsel olarak bu şekilde gelişmiş. Aslında her iki kurumun birleştirilmesi, çalışmaların koordineli şekilde yürütülmesini kolaylaştırabilir, kaynakların da daha verimli kullanılmasını sağlayabilir. Şimdilerde hem fikri hem sınai haklar alanını kapsayan bir Fikri Mülkiyet Akademisi hayata geçirilmeye çalışılıyor ama bu daha ziyade eğitim ve bilinçlendirme odaklı bir kurum. Bu Akademi içerisinde Türk Patent ve Marka Kurumu ile Kültür ve Turizm Bakanlığı Telif Hakları Genel Müdürlüğü birlikte çalışacak. Belki bu işbirliği ileride başka gelişmelere vesile olur.

EAK: Telif hakları alanındaki idari ve yargısal yapılanma hakkındaki görüşleriniz nelerdir?

GON: İdari yapılanma kısmından az önce bahsettik. Yargısal yapılanmaya gelince, Fikri ve Sınai Haklar İhtisas mahkemelerinin kurulmuş olması bu alandaki en iyi gelişme oldu. Ancak bunlar sadece üç ille sınırlı kaldı ve geçtiğimiz yıllarda daire sayıları da azaltıldı. Bu mahkemelerin kuruluşu aşamasında, Adalet Bakanlığı Avrupa Birliği Genel Müdürü Sayın Dr. Ayşe Saadet Arıkan çok güzel bir projeyi hayata geçirdi ve mahkemelerin kurucu hakimlerinin, Avrupa’da önde gelen fikri mülkiyet hukuku enstitü ve kurumlarında eğitim almalarını sağladı. Böylece mahkemeler çok sağlam bir ekiple kuruldu. Bu uzman hakimlerimiz kendilerini daha da geliştirdiler, bu alanda çok değerli yayınlar yaptılar. Ne yazık ki şimdi neredeyse tamamı emekli oldu. Fikri ve sınai haklar mahkemelerinde görev yapacak hakimlerin bu alanda eğitim alması son derece faydalı olur. Biz 2008 yılında, Adalet Bakanlığı ile işbirliği içinde, hakim ve savcılara yönelik iki haftalık yoğun bir fikri mülkiyet eğitim programı hazırlamıştık. Oraya yanlış hatırlamıyorsam Samsun’dan bir hakim gelmişti. Önüne fikri haklarla ilgili bir dosya gelmiş. Konuyu hiç bilmediği için dosyayı kenara koymuş. Bizim eğitimden sonra gidip çözeceğini, onun için çok heyecanlı olduğunu söylemişti, hiç unutmuyorum.

Ayrıca, Yargıtay’da bu konuda ayrı bir daire kurulması düşünülebilir. Fikri mülkiyet hukuku uyuşmazlıkları 11. Hukuk Dairesi’nin görev alanına giriyor. Aynı daire ticaret, banka ve sigorta hukuku uyuşmazlıklarına da bakıyor. Yani tüm şirketler hukuku, sermaye piyasası hukuku, kıymetli evrak, taşıma, banka, sigorta gibi her biri ayrı uzmanlık isteyen birçok hukuk dalına ilişkin uyuşmazlık 11. Dairenin önüne geliyor. Özetle çok geniş bir alan. Daire’deki üye ve tetkik hakimlerinin bu konuların tamamında uzmanlaşmasını bekleyemeyiz. Anladığım kadarıyla fikri mülkiyet uyuşmazlıkları da Dairenin önüne gelen dosya sayısında önemli bir yer tutuyor. Dolayısıyla hem ihtisaslaşmanın ve kalitenin artırılması hem de iş yükünün azaltılması açısından fikri mülkiyet ve haksız rekabet uyuşmazlıkları için ayrı bir daire kurulmasının faydalı olabileceğini düşünüyorum.  

EAK: Telif hakları alanında en önemli aktörlerden birinin de meslek birlikleri olduğu kanaatindeyim. Türkiye’de meslek birliklerinin durumu ve sisteme katkıları ve işleyişleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

GON: Çok haklısınız, meslek birlikleri telif hakları alanının en önemli aktörlerinden. Özellikle müzik meslek birlikleri bu alanda başı çekti ve toplu hak yönetimini sağlıklı bir şekilde gerçekleştirebilmek için çok çalıştı. Diğer alanlardaki meslek birlikleri de kendi alanlarında hukuki korumayı artırmak, üyelerinin menfaatlerini korumak için gayret sarf ediyorlar. Tüm meslek birliklerinin özellikle toplu hak yönetimi konusunda başarıya ulaştığını söyleyemeyiz. Fakat bu durum, meslek birliklerinin gayreti dışındaki bazı olgulardan kaynaklanabiliyor. Örneğin sinema ve dizi sektöründe, genellikle eser sahibi ve icracı sanatçıların haklarının yapımcıya, dizi sektöründe yapımcının haklarının da televizyon kanalına devredilmesi gibi bir uygulama var. Bu durumda meslek birliğine hak takibi yapacak bir alan kalmıyor. Kişisel kopyalama harcı da yurtdışında meslek birlikleri için önemli bir kaynak. Ancak Türkiye’de bunun da dağıtımı sağlanamadı. Meslek birlikleri bu konuları dile getirdiler. Bildiğim kadarıyla bu konularla ilgili yasa taslağında bazı öneriler gelmişti ama hayata geçmedi.

EAK: Telif hakları hukuku ile ilgilenen ve bu alana eserleriyle katkı sağlayan bir akademisyen olarak fikri mülkiyet haklarının diğer alanlarına göre telif hakları alanındaki yazın/ makale sayısını yahut akademik çalışmaları yeterli buluyor musunuz? Bulmuyorsanız bu eksikliğin sebebi hakkında ne düşünüyorsunuz?

GON: Telif hakları alanındaki yayın faaliyeti son yıllarda arttı. Yalnızca telif hakları değil, sınai mülkiyet bakımından da durum böyle. Bunun içinde bir yandan az önce bahsettiğim, fikri ve sınai haklar konusunda son derece uzmanlaşmış değerli hakimlerimizin yıllardır edindikleri tecrübe ve yaptıkları bilimsel araştırmalar ışığında ortaya koydukları çok kıymetli temel eserler var. Diğer yandan akademik yükseltme ve performans değerlendirme koşullarında gerçekleşen değişiklikler genç akademisyenlerin de yayın sayılarının artmasını sağladı. Ben bu alandaki çalışmaların ileride daha da zenginleşeceğini düşünüyorum. Zira 2019 yılında fikri mülkiyet hukuku doçentlik bilim alanı olarak kabul edildi. Bundan önce fikri mülkiyet hukuku akademisyenlikte bir yan dal olarak görülüyordu. Kendi başına bir anabilim dalı yapılanması yoktu ve doçentlik alanı da sayılmıyordu. Doktoranızı yaptıktan sonra, doçent olabilmek için ya ticaret hukuku ya da medeni hukuk gibi bir temel alandan başvuru yapmanız gerekiyordu; fikri mülkiyet hukukundan başvuramıyordunuz. Öyle olunca tabii akademisyenler önce başvuracakları temel alana ilişkin yayın yapmak durumunda kalıyorlardı, fikri mülkiyet hukukundan eser verseler de bu ancak bir iki yayınla sınırlı kalıyordu. Örneğin benim de temel alanım ticaret hukuku. Her ne kadar bu söyleşiyi fikri mülkiyet hukuku üzerinden yapıyorsak da benim aslında doktora, doçentlik ve profesörlük tezlerim hep şirketler hukuku üzerine. Doçentliği ve profesörlüğü ticaret hukuku dalında aldım. Bu nedenle bir yandan ticaret, diğer yandan fikri mülkiyet hukuku çalışıyorum. Bundan sonra gelecek genç akademisyenler ise, isterlerse sadece fikri mülkiyet hukukuna yoğunlaşabilecekler. Böylece daha derin bilgiye sahip olabilecekler, ulusal ve uluslararası gelişmeleri daha yakından takip edebilecekler, bu alanda daha çok yayın yapabilecekler.  Dolayısıyla bu alandaki yayınların hem artacağını hem de kalitenin yükseleceğini düşünüyorum.

EAK: Okuyucularımız arasında öğrenciler ve mesleğe yeni başlayan meslektaşların da olduğunu biliyorum. Bu nedenle fikri mülkiyet hukuku ve özellikle telif hakları hukuku alanında takip ettiğiniz kişi veya kurumlar varsa bunlardan bahsedebilir misiniz? Telif hukuku ile ilgili yurtdışında yayınlanan makale veya yazınları nasıl ve hangi kanallardan takip ediyorsunuz?

GON: Yurtdışında bu alanda yayınlanan bazı temel dergiler var, Queen Mary Intellectual Property Journal, GRUR  International,  IIC (International Review of Intellectual Property and Competition Law), EIPR (European Intellectual Property Review) gibi. Genç arkadaşlara bu dergileri incelemelerini öneririm. Ayrıca SSRN.com adresinde dünyanın her yerinden akademisyenlerin kamuya açık şekilde yayınlarını paylaştıkları bir platform var, orada da güzel yayınlar çıkıyor. Tabii IPR Gezgini, IPKat, Kluwer Copyright Blog gibi bloglar en güncel gelişmeleri takip etmek açısından çok faydalı. Bu alanda yapılan konferansları da takip etmeye çalışıyorum. 

EAK: Mensubu olduğunuz üniversite kapsamında öğrencileriniz için sunduğunuz Pan-European Seal Programından konuyu açmak istiyorum. Sizin ve çalışma arkadaşlarınızın bu hususa verdiğiniz önemi ve titizlikle gerçekleştirdiğiniz çalışmalarınızı takip ediyorum. Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi (EUIPO) nezdindeki görevimin süresi içinde öğrencilerinizin bir kısmı ile tanışma fırsatı bulabildim. Birçoğu ile hala iletişimimiz devam etmekte J Bu vesileyle Pan European Seal programından (kapsamı, avantajları ve konusu gibi) ve bu programın nasıl ortaya çıktığından bahsedebilir misiniz?

GON: Bunu duyduğuma çok sevindim! Alicante’de çalışabilmek büyük bir ayrıcalık. Biz BİLFİM olarak üniversitemizdeki başvuruları koordine ediyoruz ama bazen keşke ben de öğrenci olsam, gidip orada çalışabilsem diye düşünüyorum 😊

Pan European Seal programının kuruluşundan beri İstanbul Bilgi Üniversitesi – BILFIM olarak programın üyesiyiz. Türkiye’den programa katılan tek üniversiteyiz. Bu programın öncesinde, EUIPO – ki o zamanki adı OHIM (Office for Harmonization in the Internal Market) idi – üniversiteler arasında işbirliğini sağlamak üzere bir üniversite ağı kurmuştu. Biz OHIM’deki kişisel networkümüz sayesinde bu ağa girmeyi başardık. Başlangıçta her yıl Alicante’de bir öğrenci semineri yapılıyordu; konular dağıtılıyordu, hukuk fakültemizden de her yıl bir öğrencimiz, seçtiği bir konuda oraya gidip sunum yapıyordu. Daha sonra bu program bir staj programına dönüştürüldü. Avrupa Patent Ofisi (EPO) de dahil oldu. Hedef, fikri mülkiyet bilincini artırmak, geleceğin fikri mülkiyet hukuku profesyonellerinin yetişmesine katkı sağlamak. Her yıl belli sayıda ücretli stajyer alınıyor. Bu programa katılanların, orada elde ettikleri bilgi ve becerilerle program sonrasında iş bulmalarının kolaylaştırılması amaçlanıyor. Programa katılanlar hem bir departmanda çalışıyor hem de birçok eğitim programına dahil olabiliyorlar.

Geçenlerde EUIPO’nun ilgili birimi, Pan European Seal ağına dahil üniversitelere bir sunum yaptı. Orada yıllar içinde EUIPO’ya en yüksek sayıda stajyer gönderen ülkeler arasında bizim bulunduğumuzu görüp çok mutlu olduk. Üniversitemizden sadece hukukçular değil, mühendislik, iletişim gibi başka bölümlerden de başvuru alıyoruz. Zira hem EUIPO’nun hem de EPO’nun insan kaynaklarından ar-ge’ye kadar birçok farklı departmanına stajyer alınıyor. Dördüncü sınıfta okuyan veya programı yeni bitirmiş lisans ve yüksek lisans mezunlarımız başvurabiliyorlar. Biz bir ön eleme yapıyoruz. EUIPO ve EPO’nun izin verdiği sayıda adayın ismini bildiriyoruz. Bundan sonrasını kurumlar üstleniyor ve kendi stajyer ihtiyaçlarına göre adaylar arasından seçim yapıyorlar. Bu programa katılma şansını yakalayan arkadaşların Türkiye’deki iş başvuruları bakımından kendilerine bir avantaj sağladığını düşünüyorum.

EAK: Üniversitelerdeki fikri mülkiyet hukuku eğitimlerini veya derslerini yeterli buluyor musunuz? Lisans eğitiminde öğrencilerde bu alana yönelik yeteri kadar farkındalık oluşturulduğu kanaatinde misiniz?

GON: Bizim üniversitemizde fikri mülkiyet hukuku uzun yıllardır zorunlu ders programı içerisinde. Lisans eğitiminde biz bu farkındalığı vermeye çalışıyoruz. Bu konu ekonomi açısından çok önemli. Sanayide, teknolojiye dayalı sektörlerde, hizmet sektörlerinde, sinema, dizi, müzik, edebiyat, sanat, reklamcılık gibi birçok kültür endüstrisinde, yazılım ve bilgisayar oyunu piyasasında, kısacası ekonominin birçok alanında fikri mülkiyet konusu ürünler çok değerli. Yüksek lisans düzeyine gelen öğrenciler bu konunun önemini kavrıyorlar ve bu alana ilgi gösteriyorlar.

EAK: Son iki yılımız pandemiyle geçtiği için bu konuyla ilgili soru sormadan röportaja son vermek istemedim. Pandemi sürecini, özellikle kapanma dönemini nasıl geçirdiniz ve geçiriyorsunuz? Pandemiyle birlikte kişisel ve meslek hayatınızda neler değişti? Kişisel ve mesleki yaşantınız bakımından pandemiyi fırsata çevirdiğinizi söyleyebilir misiniz?

GON: Pandemi sürecinde ilk kapanma döneminde açıkçası biraz tempoyu düşürme, koşturmacayı azaltma ve dinlenme imkanı bulduğum için sevinmiştim. Zira çok yoğun bir tempoda ders, konferans, toplantı vs. koşturuyorduk. İlk zamanlar bu koşturmacanın durması bana sakinlik ve huzur verdi. Ama baştaki sakinliğin yerini kısa sürede başta türlü yoğunluklar aldı. Tüm eğitim, sınav, tez jürisi vs. faaliyetlerimizi online ortama taşımak durumunda kaldık. Ders veriş şeklimizi, sunumlarımızı, sınav yapış şeklimizi değiştirdik. Başlangıçta öğrencilerimiz için power point dosyalarına ses kayıtları yaptık. İkinci yıl Zoom platformunda online ders vermeye başladık. Bu arada İstanbul trafiğinde harcamaktan tasarruf ettiğimiz zamanı da başka işlere harcarken bulduk kendimizi. Örneğin bir tez savunma tutanağı için ıslak imza toplamak başlı başına bir iş haline geldi. Tuhaf bir şekilde iş yükümüz arttı. Toplantılar, konferanslar Zoom ortamına taşındı. Dolayısıyla pandemiyi özel olarak fırsata çevirecek bir vakit bulduğumu söyleyemem. Bu arada evdeki zamanımızda sağlığımıza, beslenmemize dikkat ettik. Zaten pandemi başlı başına sağlıklı olmanın önemini ortaya koydu. Kişisel yaşamda da dostlukların, sevdiklerimizle birlikte olabilmenin anlamını daha iyi kavradık. Bu açılardan hayata bakışımın biraz değiştiğini söyleyebilirim. İş – özel yaşam dengesini kurmak her zaman mümkün olmuyor ama buna gayret etmek lazım.

EAK: IPR Gezgini’nin Türkiye’de fikri haklar özellikle telif hakları alanına katkısını olumlu veya olumsuz yönleriyle değerlendirebilir misiniz? Bizlere kendimizi geliştirmemiz için önerileriniz olur mu?

GON: IPR Gezgini’ni çok başarılı buluyorum. Yıllar içinde içerik çok zenginleşti. Özellikle güncel mahkeme kararlarının ele alınması, yeni, ilgi çekici konulara değiniliyor olması çok faydalı. Fikri mülkiyetle ilgilenen öğrencilerime de tavsiye ediyorum. Hem IPR Gezgini konusundaki emekleriniz, hem de bu söyleşiye davetiniz için tekrar teşekkür ederim.



Hocamıza söyleşi önerimizi kabul ettiği, nezaketi ve içten yanıtları için çok teşekkür ediyoruz.

Bir sonraki SÖYLEŞİYORUZ‘da görüşmek üzere!

IPR GEZGİNİ

Eylül 2021

iprgezgini@gmail.com

SÖYLEŞİYORUZ #VII – 6 Eylül’de Sizlerle – Konuğumuz Prof. Dr. Gül OKUTAN NILSSON


IPR Gezgini’nin Türkiye’de fikri haklar alanına katkı vermiş önemli isimlerle söyleşileri devam ediyor.

SÖYLEŞİYORUZ’un Eylül ayı konuğu, Türk fikri mülkiyet camiasının akademi alanındaki önemli isimlerinden Prof. Dr. Gül OKUTAN NILSSON! Söyleşi 6 Eylül Pazartesi günü yayında olacak!

Gül Hoca’ya sorularımıza verdiği içten yanıtlar için teşekkür ediyor ve tüm okurlarımızı bu keyifli söyleşiyi okumak için Pazartesi günü IPR Gezgini’ne davet ediyoruz.

IPR Gezgini

Eylül 2021

iprgezgini@gmail.com