Etiket: aysu taş

Avrupa Birliği’nde Marka Tescilinde Ahlak, İfade Özgürlüğü ve Sınırlar: “MARICÓN PERDIDO” Kararı



Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi (EUIPO) Büyük Temyiz Kurulu, 25 Kasım 2024 tarihli kararıyla Turner Broadcasting System Europe Limited tarafından yapılan “MARICÓN PERDIDO” ibaresinin marka tescil başvurusunu, Avrupa Birliği Marka Tüzüğü (EUTMR) m. 7(1)(f) bendi uyarınca “kamu ahlakına aykırılık” gerekçesiyle reddetmiştir. Karar, özellikle ifade özgürlüğü ile toplumun ahlaki normları arasındaki sınır çizgisini belirlemeye çalışan Avrupa Birliği (AB) marka hukukunun içtihatlarını derinleştiren niteliktedir.

Olayın Arka Planı: Dizi Adının Marka Olarak Tescil Talebi

Başvuru, 5 Mayıs 2020 tarihinde 9. sınıftaki malları ve 41. sınıflardaki hizmetleri kapsayacak şekilde yapılmıştır. Söz konusu ibare, İspanyol yazar Bob Pop’un anılarına dayanan ve Movistar+ platformunda yayınlanan bir televizyon dizisinin adıdır.

“MARICÓN PERDIDO” ifadesi İspanyolca olup “yoldan çıkmış eşcinsel” kaba bir tabirle “kötü yola düşmüş ibne” anlamına gelmektedir. “Maricón” kelimesi, Real Academia Española sözlüğüne göre hakaret niteliği taşıyan, kadınsı ve aşırı hareketlerle tanımlanan bir eşcinseli ifade ederken, “perdido” kelimesi ahlaki yozlaşma, kontrol kaybı ve çöküş anlamları taşımaktadır.

Kurulun Değerlendirmesi: Toplumun Genel Algısı Belirleyici

EUIPO, kararında “MARICÓN PERDIDO” ibaresinin İspanyolca’da doğrudan ve açık şekilde aşağılayıcı bir anlam taşıdığını tespit etmiştir. Özellikle “maricón” kelimesinin eşcinsellere yönelik ciddi bir hakaret olarak değerlendirildiği, “perdido” kelimesiyle birlikte kullanıldığında bu anlamın daha da derinleştiği belirtilmiştir. Kurula göre bu tür bir ifade, toplumun ortalama düzeyde duyarlılığa sahip bireylerinde ciddi rahatsızlık yaratma potansiyeline sahiptir. Ayrıca başvurunun 9. ve 41. sınıftaki mal ve hizmetleri kapsaması ve bu hizmetlerin kamuya, özellikle de çocuklara açık olması nedeniyle, söz konusu ibarenin tescilinin kamu yararıyla bağdaşmadığı kanaatine varılmıştır. Başvuru sahibi tarafından bu ibarenin saldırgan olmadığını ispatlayan somut ve ikna edici bir delil sunulmamış; önceki tescil örneklerinin ise bağlayıcı olmadığı, içtihatlara göre tek başına emsal oluşturamayacağı vurgulanmıştır. Tüm bu nedenlerle başvuru, EUTMR m. 7(1)(f) (kamu ahlakına aykırılık) ve 7(2) (ret nedeninin AB’nin sadece bir kısmında varolmasının yeterliliği) hükümleri uyarınca reddedilmiştir.

Başvuru Sahibinin İtirazı

Başvuru sahibi Turner Broadcasting System Europe Ltd., uzman kararıyla reddedilen “MARICÓN PERDIDO” ibaresinin tescil edilmesi gerektiğini savunarak bu karara itiraz etmiştir. İtiraz dilekçesinde, başvurunun toplumun geniş kesimi tarafından hakaret olarak algılanmadığı, bilakis söz konusu ifadenin kültürel, sanatsal ve bireysel ifade özgürlüğü kapsamında pozitif ve ironik bir anlam taşıdığı ileri sürülmüştür.

Başvuruya konu ibarenin, İspanyol yazar ve televizyoncu Bob Pop’un otobiyografik yaşam öyküsünü konu alan aynı adlı televizyon dizisinin adı olduğu belirtilmiş; bu dizinin eşcinsel kimliğin baskıcı bir toplumda, özellikle Franco dönemi İspanyasında, mizah yoluyla ifadesine dayandığı vurgulanmıştır. Bu bağlamda, “MARICÓN PERDIDO” ibaresi homofobik bir hakaret değil, LGBT+ bireylerin kendi kimliklerini sahiplenerek dönüştürdükleri bir ifade olarak sunulmuştur.

İtirazda, benzer bağlamdaki ifadelerin Avrupa’da tescil edilmiş olduğu örneklere de yer verilmiştir. Özellikle EUIPO nezdinde daha önce kabul edilmiş “QUEER” ve “MARICONES DEL ESPACIO” gibi ifadelerin mevcudiyeti, eşit işlem ve tutarlılık ilkesi uyarınca bu başvurunun da reddedilmemesi gerektiği yönünde dayanak olarak gösterilmiştir.

Başvuru sahibi ayrıca, Amerika Birleşik Devletleri’nde verilen ve azınlık gruplarının ifade özgürlüğü bağlamında desteklendiği iki önemli karara da atıfta bulunmuştur. DYKES ON BIKES kararında, ABD Yüksek Mahkemesi, “dyke” (lezbiyenler için aşağılayıcı bir kavram) terimini marka olarak kullanmak isteyen bir kadın motosiklet kulübünün başvurusunu değerlendirirken, bu ifadenin sahiplenilip dönüştürüldüğünü ve başvuru sahiplerinin lezbiyen kimliklerini kamusal alanda özgürce ifade etme hakkını vurgulamış, bu nedenle markanın tesciline onay vermiştir.

Benzer biçimde, THE SLANTS davasında Asyalı-Amerikalı bir müzik grubunun, kendilerine yönelik ırkçı bir terim olan “slant” kelimesini ironik biçimde sahiplenerek yaptığı marka başvurusu yine başta reddedilmiş, ancak ABD Yüksek Mahkemesi bu ret kararını, ifade özgürlüğüne aykırı bularak iptal etmiş ve markanın tescil edilmesine hükmetmiştir. Başvuru sahibi, bu kararlar ışığında azınlık toplulukların tarihsel olarak aşağılayıcı olan ifadeleri kendi lehlerine çevirme ve dönüştürme hakkına sahip olduğunu savunmuştur.

Sonuç olarak, başvuru sahibi “MARICÓN PERDIDO” ibaresinin güncel sosyokültürel bağlamda hakaret değil, bir kimlik ifadesi olduğunu; kamuoyunu şaşırtacak ya da rencide edecek nitelikte bulunmadığını ve bu nedenle AB Temel Haklar Şartı kapsamında ifade özgürlüğü çerçevesinde korunması gerektiğini ileri sürmüştür.

Büyük Kurul Değerlendirmesi

EUIPO Büyük Temyiz Kurulu, başvuruya konu olan “MARICÓN PERDIDO” ibaresinin tescilinin 7(1)(f) ve 7(2) EUTMR maddeleri kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini belirterek incelemeye başlamıştır. Kurul, tescil edilmek istenen ibarenin kamu düzenine ve genel ahlaka aykırılık oluşturup oluşturmadığını tespit etmek amacıyla, toplumun ortalama duyarlılık seviyesine sahip bireyleri esas alan nesnel bir değerlendirme yapılması gerektiğini vurgulamıştır.

Kurul, “maricón” kelimesinin İspanyolca’da eşcinsellere yönelik aşağılayıcı ve hakaret niteliğinde bir terim olduğunu, özellikle “perdido” ibaresiyle birlikte kullanıldığında bu ifadenin ahlaki çöküntü ya da sapkınlık ima ederek daha da küçük düşürücü hâle geldiğini tespit etmiştir. Bu bağlamda, ifadenin, İspanyolca konuşan ülkelerde toplumun ortalama üyesi nezdinde açık biçimde saldırgan ve aşağılayıcı olarak algılandığı sonucuna ulaşılmıştır. Kurul ayrıca, tescil konusu ibarenin yer aldığı 9. ve 41. sınıflardaki mal ve hizmetlerin geniş kitlelere, çocuklar ve gençler dâhil olmak üzere kamuya açık bir şekilde sunulduğunu göz önünde bulundurarak, söz konusu ibarenin kamusal alanda serbestçe dolaşmasının ciddi rahatsızlık yaratabileceğine dikkat çekmiştir.

Başvuru sahibinin ileri sürdüğü “yeniden sahiplenme” ve “rehabilitasyon” argümanları da değerlendirilmiştir. Kurul, bazı sosyal grupların tarihsel olarak aşağılayıcı terimleri sahiplenerek dönüştürmesinin mümkün olduğunu kabul etmekle birlikte, bu dönüşümün marka hukukunda dikkate alınabilmesi için yalnızca belirli bir azınlık grubunun değil, toplumun büyük çoğunluğunun bu dönüşümü benimsemiş olması gerektiğini vurgulamıştır. Bu kapsamda, “maricón” kelimesine yönelik algının 2020 itibarıyla henüz dönüşmediği, toplumun önemli bir kesimi nezdinde hâlâ homofobik ve aşağılayıcı biçimde algılandığı sonucuna varılmıştır.

Kurul, başvuru sahibinin dayandığı ABD Yüksek Mahkemesi içtihatlarını (DYKES ON BIKES ve THE SLANTS) da dikkate almıştır. Ancak AB hukuk sisteminde, ABD Anayasası’ndaki gibi ifade özgürlüğüne mutlak bir dokunulmazlık tanınmadığına ve marka tescilinde kamu düzeni ile ahlak ilkelerinin öncelikli olduğuna işaret edilmiştir. AB sisteminde ifade özgürlüğü, özel hukuki koruma statüsü tanınan bir hak olmakla birlikte, marka bağlamında toplumun genel vicdanı ve kamusal huzuru ile dengelenmektedir.

Kurul ayrıca, EUIPO nezdinde daha önce tesciline izin verilmiş olan “QUEER” ve “MARICONES DEL ESPACIO” gibi markalara yapılan atıfların da somut olayda bağlayıcı bir etkisinin bulunmadığını belirtmiştir. Her marka başvurusunun başvuru tarihi itibarıyla, ilgili toplumda yaratabileceği algı dikkate alınarak bireysel koşullar içinde değerlendirilmesi gerektiği, geçmişte yapılan muhtemel hataların yeni başvurular için emsal oluşturamayacağı açıkça ifade edilmiştir.

Sonuç olarak Kurul, “MARICÓN PERDIDO” ibaresinin EUTMR 7(1)(f) ve 7(2) maddeleri kapsamında kamu düzenine ve genel ahlaka aykırı olduğu gerekçesiyle marka olarak tescil edilemeyeceğine hükmetmiştir. İfade özgürlüğü gerekçesiyle yapılan savunmaların ise, toplumda hâlen yoğun şekilde saldırganlık barındıran bu tür ifadeler bakımından tescil engelini ortadan kaldıracak yeterlilikte olmadığı değerlendirilmiştir.

Kararın İçtihadı Dayanakları

Kurul, kararında çok sayıda AB içtihadına atıf yapmıştır:

  • Fack Ju Göhte (C-240/18 P): Filmin adının kamuoyu tarafından skandal yaratmadan kabul edilmesi nedeniyle marka tesciline engel teşkil etmediği belirtilmiştir. Ancak MARICÓN PERDIDO başvurusunda dizi yayına girmeden önce başvuru yapıldığından, benzer bir değerlendirme yapılamamıştır.
  • Screw You (R 495/2005-G): Sadece kaba olmakla kalmayıp “derin şekilde rahatsız edici” olan ifadelerin tescilinin reddedileceği vurgulanmıştır.
  • PAKI (T-526/09) ve HIJOPUTA (T-417/10): Belirli azınlıklar tarafından benimsenmiş ifadelerin, toplumun genelince hâlâ saldırgan bulunması hâlinde kamu ahlakına aykırı sayılacağı kabul edilmiştir.

Sonuç

EUIPO Büyük Temyiz Kurulu, başvuru konusu “MARICÓN PERDIDO” ibaresinin İspanyolca konuşan toplumun önemli bir kesimi tarafından hâlâ ciddi biçimde homofobik, aşağılayıcı ve küçük düşürücü olarak algılandığını tespit etmiştir. Kurul, bu ifadenin toplumun ortalama hassasiyet seviyesindeki bireylerde ciddi rahatsızlık yaratabileceğini ve genel ahlak anlayışıyla bağdaşmadığını belirterek, ibarenin EUTMR 7(1)(f) ve 7(2) maddeleri uyarınca marka olarak tescil edilemeyeceğine karar vermiştir.

Başvuru sahibinin ileri sürdüğü ifade özgürlüğü, sanatsal amaç, sosyokültürel sahiplenme ve daha önceki tescil örneklerine ilişkin savunmalar Kurul tarafından değerlendirilmiş; ancak bu unsurların, kamusal düzeyde hâlâ saldırgan ve küçük düşürücü olarak algılanan bir ibarenin marka olarak tesciline engel teşkil eden hükümleri bertaraf edecek düzeyde olmadığı sonucuna varılmıştır. Özellikle ABD’deki DYKES ON BIKES ve THE SLANTS kararlarına yapılan atıfların AB sistemi bakımından bağlayıcı nitelikte olmadığı, çünkü AB marka hukukunda ifade özgürlüğünün kamu düzeni ve genel ahlak ilkeleriyle dengelendiği açıkça vurgulanmıştır.

Aysu TAŞ AYDIN

aaaysutas@gmail.com

Ekim 2025

Hindistan’da PepsiCo’nun Patates Çeşidi Tescili İptal Edildi: Yeni Bitki Çeşitlerinin Korunması Hakkında Çarpıcı Bir Karar mı Yoksa Sadece Şekli Şartların Eksikliği mi Tespit Edildi?


Potatoes in Practice Welcomes Visitors on August 8 – Potato Business

3 Aralık 2021 tarihinde Hindistan Bitki Çeşitlerini Koruma ve Çiftçi Hakları Kurumu[1] tarafından PepsiCo India Holding’e (PepsiCo) ait bir patates çeşidine verilen bitki çeşidi koruma tescili iptal edildi.[2]

PepsiCo firması ünlü cips markası Lays’de kullanıldığı söylenen patates çeşidini Hindistan’da Bitki Çeşitlerinin Korunması ve Çiftçi Hakları Yasası kapsamında 2016 yılında tescil ettirmiştir.

Peki dünyaca ünlü Lays markalı cipslerin yapıldığı bu patatesleri önemli ve özel kılan nedir?

Bu patatesler, sıradan patateslerden daha düşük nem seviyesine sahiptir ve böcek ile bakterilere karşı dayanıklılıklarının daha yüksek olması gibi özellikleri bulunmaktadır.

Bilindiği üzere, bitkiler üzerinde sui generis bir koruma sağlanması gerektiğinden hareketle 1961 yılında Yeni Bitki Çeşitlerinin Korunması Uluslararası Birliği Sözleşmesi (UPOV Sözleşmesi) kabul edilmiştir. Bu düzenleme ile ıslahçı hakları ilk defa uluslararası düzeyde tanınmıştır. Bu sözleşmede ülkeler koruma çeşitleri olarak sınırlandırılmamış, her devlet kendi rejimi ile korumanın sağlanması konusunda düzenlemeler getirmekte serbest bırakılmıştır.[3] Bu doğrultuda, Hindistan’da 2001 yılında kabul edilen “Bitki Çeşitlerini Koruma ve Çiftçi Hakları Kanunu (PPVFRA)” da UPOV Sözleşmesi çerçevesinde yürürlüğe girmiştir. Ancak, Hindistan’ın ekonomik ve sosyal hayatında tarımın önemli rolü nedeniyle, Hindistan bitki çeşitlerine verilen sui generis hakların büyük tepkiyle karşılandığı ülkelerden biri olmuştur.  Bu bağlamda, yasal düzenlemeler çoğunlukla ve mümkün olduğu ölçüde çiftçiler lehine düzenlenmiştir. Örneğin, Kanunun 39. maddesinde “Çiftçi Hakları” başlıklı madde bulunmakta olup, ilgili madde kapsamında çiftçilerin haklarının korunması amacıyla bazı istisnalar getirilmiştir. Şöyle ki; Kanunun 39. maddesinin dördüncü bendinde bir çiftçinin, bu kanuna göre korunan çeşitlerin tohumları da dahil olmak üzere çiftçilik ürünlerini, aynı şekilde tasarruf etme, kullanma, ekme, yeniden ekme, değiştirme, paylaşma veya satma hakkına sahip olduğu kabul edilmiştir.[4]

Genel açıklamaların ardından yazımızın konusu ihtilafa gelecek olursak.

Hindistan’da PepsiCo firmasına ait FL 1867 (tescil no: 50 of 2016) ve FL 2027 (tescil no: 59 of 2016) isimleriyle kayıtlı iki adet bitki çeşidi tescili bulunmaktadır.[5]

Sürdürülebilir ve Bütünsel Tarım İttifakı’ndan aktivist Kavitha Kuruganti tarafından 11 Haziran 2019 tarihinde FL 2027 patates çeşidi tescilinin iptal başvurusu gerçekleştirilmiştir. 2016 yılında tescil edilen bitki çeşidinin iptal başvurusunun 2019 yılında gerçekleşmesi tesadüfi değildir. Bu başvuru PepsiCo’nun çiftçilere karşı açtığı davanın takibinde gerçekleşmiştir.

İptal kararını açıklamadan önce PepsiCo firması ve çiftçiler arasında ortaya çıkan uyuşmazlıktan bahsetmek gerekmektedir.

2019 yılında PepsiCo firması Hindistan’da yürürlükte olan Bitki Çeşitlerinin Korunması ve Çiftçi Hakları Kanunu’nun (PPV&FR) 64. maddesi[6] çerçevesinde, tescilli bitki çeşidi hakkını ihlal ettikleri gerekçesiyle Gujarat’ta rakip yerel firmalara, soğuk hava deposu ve tohum işletmelerine ve de dört adet çiftçi aleyhine dava[7]  açmıştı.

Bu davanın Hindistan’da büyük tepki toplaması üzerine PepsiCo, çiftçiler aleyhindeki tüm davalarını hükümet ile yapılan görüşmeler sonunda, uzlaşmazlıkların uzun vadeli ve dostane şekilde çözülmesini amaçladıklarını belirterek geri çekti.[8]

Bu davayı takiben, aktivist Kavitha Kuruganti tarafından 2019 yılında tescilin iptali için yapılan başvuru 3 Aralık 2021 tarihinde karara bağlanmıştır. Kararda birden fazla gerekçe ile PepsiCo firmasına ait yeni bitki çeşidi tescilinin iptaline karar verilmiştir. İptal gerekçeleri aşağıdaki şekildedir:

  1. PPVFRA 34. madde (a) bendinde düzenlenen, tescil belgesinin verilmesinin başvuran tarafından sağlanan yanlış bilgilere dayanması hükmü.
  2. PPVFRA 34. madde (b) bendinde düzenlenen tescil belgesinin bu kanun çerçevesinde koruma elde etmeye uygun olmayan bir kişiye verilmesi hükmü.
  3. PPVFRA 34. madde  (c) bendi doğrultusunda tescil için gerekli olan bilgi, belge veya materyallerin tescil otoritesine sunulmaması hükmü.
  4. PPVFRA 34. madde (h) bendi doğrultusunda tescilin kamu yararına aykırı olması hükmü.[9]

Bazı dernek ve kuruluşlara göre; çiftçi hakları savunucuları tarafından PepsiCo India gibi çok uluslu büyük bir şirkete karşı dava kazanılması büyük bir başarıdır ve bu kararın çiftçilerin tohumları kullanma serbestisini desteklediği ve kararın kamu yararı bendine atıf yapması nedeniyle çok önemli ve tarihi olduğu düşünülmektedir.

Ancak, kararda çok uluslu büyük şirketlerin haklarının kapsamı ve etkisi hakkında bir unsur bulunmadığı, dolayısıyla çıkarılacak tek sonucun başvuru sahiplerinden beklenen şekli şartlara dikkat edilmesi gerektiği olduğu ve kararın tamamen şekli bir karar olduğu yönünde görüşler de bulunmaktadır.

Şöyle ki[10]; PepsiCo’ya ait FL2027 bitki (patates) çeşidi tescili, Amerikalı Dr. Robert W. Hoopes tarafından geliştirilmiştir. Dr. Hoopes haklarını, unvanını daha sonra Frito-Lay North America, Inc. olarak değiştirilen Recot Inc, ABD’ye ve daha sonra bitki çeşidi başvuru sahibi olan PepsiCo India Holdings Private Limited’e devretmiştir. Dr. Hoopes ve Recot Inc. arasındaki devrin 1999 tarihli Hindistan Damga Yasası’nın gerektirdiği şartlarda yapılmadığı ve devreden tarafından imzalanmış gibi görünmediği tespit edilmiştir. Buna ek olarak, Recot, Inc. ile PepsiCo India arasında herhangi bir devir sözleşmesi yapılmadığı ve iki firma arasında sözlü olarak devir gerçekleştirdiği iddia edilmiştir.

Ayrıca, kararda başvuru tarihinin ABD’nde 2002 yılında, Hindistan’da ise 2009 yılında olduğu ve bu çelişki nedeniyle başvurunun “mevcut çeşit” olarak kaydedilmesi gerekirken “‘yeni bir çeşit” olarak kaydedildiği tespit edilmiştir. Bu çerçevede; PepsiCo tarafından gerçekleştirilen başvuruda yeni çeşidin tescili için gerekli olan “yenilik” kriterinin bulunmadığı görülmüştür. Şöyle ki; başvuruya konu bitki çeşidinin satış tarihi, Hindistan’daki başvuru tarihinden öncedir ve bu bağlamda “yenilik” kriteri sağlanamamıştır ve bu nedenle de mahkeme kararında tescilin iptal edilmesi gerektiği ifade edilmiştir.  Dolayısıyla, materyal ve şekli şartların göz ardı edilmesi gibi eksiklikler, tescilin iptal gerekçelerinin büyük bir bölümünü oluşturmaktadır. Dünyaca ünlü büyük bir şirket olan PepsiCo’nun bunun gibi usul eksiklikleri nedeniyle tescilinin iptal edilmesi ise epeyce şaşırtıcıdır.

Uygun belgeler ile PepsiCo firmasına yeniden ilgili tescilin verilip verilmeyeceği şu anda net olarak bilinmiyor. Ancak, yeniden tescile kadar bu ihtilaf, kimilerine göre çiftçi haklarına, kimilerine göre ise tescil prosedürlerindeki eksiklere ilişkin önemli davalardan biri olarak hatırlanacaktır.

Aysu TAŞ

Mart 2022

aaaysutas@gmail.com


DİPNOTLAR

[1] Protection of Plant Varieties and Farmers Rights’ Authority (PPV&FRA) . https://plantauthority.gov.in/

[2] https://plantauthority.gov.in/judgement-dated-03122021-revocation-application-relating-fl-2027-kavita-kuruganti-vs-pepsico-india

[3] Mustafa Tüysüz, ‘Sınai Mülkiyet Hakları Çerçevesinde Yeni Bitki Çeşitleri Üzerindeki Islahçı Hakkının Korunması’ (Ankara Üniiversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Özel Hukuk (Ticaret Hukuku) Anabilim Dalı, 2006). s.38

[4] Section 39 in The Protection of Plant Varieties and FarmersRights Act, 2001

(iv) a farmer shall be deemed to be entitled to save, use, sow, resow, exchange, share or sell his farm produce including seed of a variety protected under this Act in the same manner as he was entitled before the coming into force of this Act: Provided that the farmer shall not be entitled to sell branded seed of a variety protected under this Act. Explanation.—For the purposes of clause (iv), “branded seed” means any seed put in a package or any other container and labelled in a manner indicating that such seed is of a variety protected under this Act.

[5] https://spicyip.com/2019/04/the-farmers-rights-law-lays-the-ipr-trap.html

[6] Section 64 in The Protection of Plant Varieties and FarmersRights Act, 2001

64. Infringement.—Subject to the provisions of this Act, a right established under this Act is infringed by a person—

(a) who, not being the breeder of a variety registered under this Act or a registered agent or a registered licensee of that variety, sells, exports, imports or produces such variety without the permission of its breeder or within the scope of a registered licence or registered agency without permission of the registered licensee or registered agent, as the case may be;

(b) who uses, sells, exports, imports or produces any other variety giving such variety, the denomination identical with or deceptively similar to the denomination of a variety registered under this Act in such manner as to cause confusion in the mind of general people in identifying such variety so registered.

[7] PepsiCo India Holdings Pvt Ltd versus Atop Food Products Pvt Ltd R/SCA No. 6244 of 2018

PepsiCo India Holdings Pvt Ltd versus M/s Krishna Cold Storage Civil Suit No. 8 of 2018

PepsiCo India Holdings Pvt Ltd versus M/s Prabhudas Patel & Others Civil Suit No. 7 of 2018

[8] https://www.thehindu.com/business/Industry/pepsico-to-withdraw-case-against-gujarat-potato-farmers/article27013935.ece?homepage=true&utm_campaign=socialflow&fbclid=IwAR1ALQoY3XVnlMD47dfuPOcI_Z7KM_fRgQDSnGKgXIZSGvMdyd-anjlmh60

[9] 34. Revocation of protection on certain grounds.—Subject to the provisions contained in this Act, the protection granted to a breeder in respect of a variety may, on the application in the prescribed manner of any person interested, be revoked by the Authority on any of the following grounds, namely:—

(a) that the grant of the certificate of registration has been based on incorrect information furnished by the applicant;

(b) that the certificate of registration has been granted to a person who is not eligible for protection under this Act;

(c)that the breeder did not provide the Registrar with such information, documents or material as required for registration under this Act;

(h)that the grant of the certificate of registration is not in the public interest: Provided that no such protection shall be revoked unless the breeder is given a reasonable opportunity to file objection and of being heard in the matter.

[10] https://spicyip.com/2021/12/looking-at-ppvfr-authoritys-cancellation-of-pepsico-indias-extant-potato-variety-protection.html

ZİRAİ İLAÇLARIN RUHSATLANDIRILMASI VE BOLAR İSTİSNASI



Bolar istisnasını bitki koruma ürünleri bakımından değerlendireceğimiz bu yazıda detaylara girmeden önce, bir ilacın patent hakkı kapsamında korunması ve ruhsatlandırılması arasındaki farkı açıklamak faydalı olacaktır. Şöyle ki; bir ilacın patent ile korunması ve ruhsat alarak piyasaya sunulması birbirinden farklı iki sisteme tabidir.  

Patent hakkı, hak sahibine tescil sağlanan ülkede ürünün başkaları tarafından üretilmesini ve pazarlanmasını engelleme hakkı vermektedir. Ancak, patent hakkına sahip olunması ürünün piyasaya sunulabilmesi izni için yeterli değildir. Ürünün piyasaya sunulabilmesi için ulusal mevzuat çerçevesinde yetkili makamlarda ruhsatlandırılması gerekmektedir.[1]

Tarımsal ilaçlara ilişkin araştırmaların zararsız bir şekilde yapılabilmesi için en az iki deneme gerçekleştirilmesi gerekmektedir. İlgili kuruluşlar bu denemeleri yapabilmek için Tarım ve Orman Bakanlığı’ndan izin almak zorundadır. Bu araştırmalar sonunda tarımsal ilaçlar da tıpkı tıbbi ilaçlar gibi belirli bir başvuru sürecinden geçirilerek ruhsatlandırılırlar. Ülkemizde şu an itibariyle 5000’i aşkın bitki koruma ürünü ruhsatı bulunmaktadır.

Ayrıca, ülkemizde Bayer, Sumitomo Chemical, Novartis gibi firmalar başta olmak üzere, pek çok firma adına kayıtlı bitki koruma ürün patentleri bulunmaktadır.

Bitki Koruma Ürünlerinde Bolar İstinası

Bilindiği üzere patentin koruma süresinin dolması itibariyle patent hakkı sona ermektedir. Türk Hukukunda patent koruması başvuru tarihinden itibaren 20 yıl olup, bu süre dolduğunda koruma sona ermektedir. Ancak, patent süresinin dolması ile patentin herkes tarafından kullanılabilir hale gelmesi ve halkın patent hakkı bulunan ilaca tek başına erişimi mümkün olmayacaktır. Bu nedenle, patent korumasının sona ermesinden sonra eşdeğer ilaçlar[2] piyasaya sunulmaktadır.

Ancak, eşdeğer ilaçların da patent hakkına konu olmamakla birlikte ruhsatlandırılması gerekmektedir ve ruhsatlandırma çalışmaları çok uzun sürmektedir. Hukuk dünyası orijinal ilacın patent süresinin sona ermesi ile başlayan eşdeğer ilaçlar ve orijinal ilaçlar arasındaki rekabet için bazı düzenlemeler getirmiştir.  Böylelikle, Türk Hukukunda buluşu yapan kişi ile kamu menfaati arasında bir denge sağlanmaya çalışılmıştır.

Eşdeğer ilaçların patent süresinin dolmasının hemen ardından piyasaya sunulmasının sağlanması için, henüz patent süresi dolmadan patent sahibinin izni olmaksızın deney ve test amacıyla buluşun kullanılmasına izin verilmiştir.

Bu ruhsat çalışmaları sırasında patent sahibinin izni olmaksızın buluş üzerine test ve deneyler yapılmasına izin verilmesine “Bolar istisnası” denilmektedir.

Bu istisnanın düzenlenmesi ilk defa A.B.D.’nde ilaç üreticisi olan “Roche” isimli şirket ve jenerik ilaç üreten “Bolar” isimli şirket arasındaki bir uyuşmazlıktan kaynaklanan “Roche vs Bolar” isimli davaya dayanmaktadır. Roche, patentli etken maddesi üzerinde denemeler yaparak patent hakkını ihlal ettiği gerekçesiyle Bolar aleyhine dava açmıştır. Federal Mahkeme yaptığı incelemede bu deneylerin ekonomik amaçla yapılması nedeniyle deneme amaçlı fiillerin patent hakkını ettiğini belirtmiş ve başka bir hukuki istisna getirilmesi gerektiği görüşüne varılmıştır. Bu kararı takiben “Hatch-Waxman Act” adıyla bilinen kanunla değişiklik yapılmış ve Bolar İstisnası yasalaşmıştır.[3]

Türk Hukukunda ilk defa 22 Haziran 2004 tarihinde 551 sayılı Patent Haklarının Korunması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin (Pat. KHK) 75 (f) bendinde ilaçların ruhsatlandırılması ve bunun için gerekli test ve deneyler de dahil olmak üzere, ruhsat konusu buluşu içeren deneme amaçlı fiiller patent ile tanınan hakkın kapsamı dışında bırakılmıştır.

10 Ocak 2017 tarihinde Pat. KHK mülga olmuş ve yerine 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu yürürlüğe girmiştir. Bu kanunda da 85/3-c bendi KHK’ya paralel şekilde düzenlenmiştir.[4]

Türk hukuku uyarınca patentin koruma süresi dolmadan numune üretimi, etkin madde hazırlanması, üretilmesi, geliştirilmesi, seri üretim yapılması ve depolanması Bolar istisnasının kapsamına girmemekte, Bolar istisnası sadece ruhsatlandırma aşamasındaki test ve deneyleri kapsamaktadır.  Başka bir deyişle, numune üretimi, etkin madde hazırlanması üretilmesi geliştirilmesi patent hakkına ihlal oluşturmakta, ancak ruhsatlandırma aşamasındaki test ve deneyler ihlal oluşturmamaktadır.[5]

Bitki koruma ürünlerinin ruhsatlandırılması için beşeri ilaçlardan farklı düzenlenmeler bulunmaktadır. Bitki Koruma Ürünlerinin Ruhsatlandırılması ve Piyasaya Arzı Hakkında Yönetmelik’in 5. maddesine göre Bakanlıktan bitki koruma ürünü ruhsatı alacak bütün firmaların yönetmelikte yer alan Bitki Koruma Ürünleri İştigal İzin Belgesini almaları zorunludur. Belgenin geçerlilik süresi iki yıldır. Bu Yönetmeliğe göre ruhsatlandırılmamış bitki koruma ürünlerinin ülke sınırları içerisinde piyasaya arzı ve kullanılması yasaktır. Bakanlığa hangi belgelerin verilmesi gerektiğine ilişkin belgeler de ayrıntılı olarak yönetmelikte düzenlenmiştir.

Zira, bitki koruma ürünleri için ruhsat başvurusunda bulunulmasının ve ruhsat başvurusu nedeniyle gerçekleşen test ve deneylerin kanunda istisna olarak düzenlenen ‘deneme amaçlı fiiller’ kapsamında olması nedeniyle patent hakkını ihlal etmediğine ilişkin emsal Yargıtay kararları bulunmaktadır.  

Aşağıda bu kararlardan önemli bulduğumuz ikisi hakkında kısa açıklamalar yapılacaktır:

  • Yargıtay’ın 11. Hukuk Dairesi’nin 03.03.2015 tarihli kararı[6]:

X1 sc 240 ilacının aktif maddesi olan “spiro diklofen” maddesinin patent hakkı sahibi ve Tarım ve Orman Bakanlığında da ruhsatlandıran X firması, aktif maddesi spiro diklofen olan X2 adlı ürünü tanıtıp ruhsat başvuru aşamasında olduğu gerekçesiyle davalının haksız rekabetinin tespitiyle menine ve hükmün ilanına karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Mahkeme, davalının ruhsatlandırma için Tarım Bakanlığı’na yaptığı başvurunun 551 sayılı Pat. KHK’nın 75/1-f maddesi uyarınca patent sahibinin patent belgesinden doğan haklarının ihlali mahiyetinde olmadığı ve davacının diğer iddialarını kanıtlayamadığı gerekçesiyle davanın reddi kararının ONANMASINA karar vermiştir.  

  • Yargıtay’ın 11. Hukuk Dairesi’nin 21.12.2016 tarihli kararı[7]:

İlaç başvurusunun davacı şirkete ait ilaç patentine tecavüz oluşturduğu gerekçesiyle dava açılmıştır. Mahkeme kararında 551 sayılı Pat. KHK’nın 75/f bendi gereğince, ilacın ruhsatlandırılması ve bunun için gerekli test ve deneyler de dahil olmak üzere, ruhsat konusu buluşu içeren deneme amaçlı fiiller patentten doğan hakların sağladığı koruma kapsamı dışında kaldığı ve davalının ilaç ruhsat başvurusu dışında tecavüz tehlikesi oluşturan başkaca bir eylemi bulunduğu kanıtlanamadığından, ilaç ruhsatı için başvuruda bulunmuş olmasının tek başına davacıların patent hakkına tecavüz yaratmayacağı belirtilmiştir.

Deneme amaçlı test ve deneylerin patent hakkını ihlal etmeyeceğine ilişkin istisna “Bolar istisnası” olarak adlandırılmaktadır ve bu istisna kapsamında ilaç patentlerinin ruhsat başvuruları için gereken test ve deneyler patent hakkına tecavüz oluşturmamaktadır. Tıbbi beşeri ilaçlarda olduğu gibi, zirai ilaçların da kullanımı için ruhsatlandırılması gerekmekte olup, emsal kararlarda bu ruhsat başvuruları için yapılan test ve deneylerin de Bolar istisnası kapsamında değerlendirildiği görülmektedir. Bu bağlamda, Bolar istisnası olarak adlandırılan hem 551 sayılı KHK’da hem de SMK’da düzenlenen ilaçların ruhsatlandırılması ve bunun için gerekli test ve deneylerin patent hakkına ihlal oluşturmayacağı yönündeki istisnanın kapsamının tıbbi beşeri ilaçlarla sınırlı olmadığı ve istisnanın zirai ilaçlara ilişkin ruhsat başvurularında da uygulandığı anlaşılmaktadır.

Aysu TAŞ

Mart 2022

aaaysutas@gmail.com


DİPNOTLAR

[1] Huysal, Ayşegül Sezgin. “İlaç patenti.“ Marmara Üniversitesi, 2009, https://tez.yok.gov.tr/UlusalTezMerkezi/tezDetay.jsp?id=bzOTJUyXjCc8vjBU9I5PMA&no=2exxumkZFr_FnYke6ER6lQ s. 33

[2] Eşdeğer ilaçlar, referans ilaçlarla aynı özelliklere sahip olduğu, dolayısıyla, hasta üzerinde aynı tedaviyi sağladığı bilimsel çalışmalarla kanıtlanan ve referans ilaçların koruma süreleri bittikten sonra satışa sunulan ürünlerdir. ( Kaynak: http://www.ieis.org.tr/ieis/tr/esdeger_ilaclar#:~:text=E%C5%9Fde%C4%9Fer%20ila%C3%A7lar%2C%20referans%20ila%C3%A7larla%20ayn%C4%B1,ayn%C4%B1%20etkinlik%2C%20kalite%20ve%20g%C3%BCvenilirliktedir.)

[3] Kaya, B. “Sınai Mülkiyet Kanunu Madde 85/3 Hükmü Kapsamında Bolar İstisnasının Uygulanması“. İstanbul Hukuk Mecmuası 76 (2018 ): s. 430 <https://dergipark.org.tr/tr/pub/ihm/issue/44579/553298&gt;

[4]6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu’nun Patent hakkının kapsamı ve sınırları başlıklı 85. maddesi:

MADDE 85- (1) Patent sahibi, buluşun yeri, teknoloji alanı ve ürünlerin ithal veya yerli üretim olup olmadığı konusunda herhangi bir ayrım yapmaksızın patent hakkından yararlanır.

(2) Patent sahibinin, izinsiz olarak yapılması hâlinde aşağıda belirtilen fiillerin önlenmesini talep etme hakkı vardır:

a) Patent konusu ürünün üretilmesi, satılması, kullanılması veya ithal edilmesi veya bu amaçlar için kişisel ihtiyaçtan başka herhangi bir nedenle elde bulundurulması.

b) Patent konusu olan bir usulün kullanılması.

c) Kullanılmasının yasak olduğu bilinen veya bilinmesi gereken usul patentinin kullanılmasının başkalarına teklif edilmesi.

ç) Patent konusu usul ile doğrudan doğruya elde edilen ürünlerin satılması, kullanılması, ithal edilmesi veya bu amaçlar için kişisel ihtiyaçtan başka herhangi bir nedenle elde bulundurulması.

(3) Aşağıda sayılan fiiller patentin sağladığı hakkın kapsamı dışındadır:

a) Sınai veya ticari bir amaç taşımayan ve özel maksatla sınırlı kalan fiiller.

b) Patent konusu buluşu içeren deneme amaçlı fiiller.

c) İlaçların ruhsatlandırılması ve bunun için gerekli test ve deneyler de dâhil olmak üzere, patent konusu buluşu içeren deneme amaçlı fiiller.

ç) Sadece bir reçetenin oluşturulması için eczanelerde yapılan ilaçların seri üretim olmadan hazırlanarak kullanılması ve bu şekilde hazırlanan ilaçlara ilişkin fiiller.

[5] Kaya, a.g.e, s. 433

[6] Yargıtay’ın 11. Hukuk Dairesi’nin E. 2014/18055 K. 2015/3118 T. 03.03.2015

[7]  Yargıtay’ın 11. Hukuk Dairesi’nin E. 2015/11873 K. 2016/9752 21.12.2016

AARHUS SÖZLEŞMESİ ÇERÇEVESİNDE TİCARİ SIR KAVRAMININ VE FİKRİ MÜLKİYET HAKKININ İNCELENMESİ

Çevrenin korunması konusunun son yıllarda daha da önem kazanması sonucunda ‘çevresel bilgiye erişim’ toplumun gündeminde daha fazla yer tutar hale gelmiştir. Günümüzde hemen hemen her çevre sorununda, sivil toplum örgütleri ve/veya konuya duyarlı bireyler tarafından ilgili kurum ve kuruluşlara çevresel bilgilerin verilmesi amacıyla başvurular yapılmaktadır. Büyük şirketler tarafından verilen çevresel zararlar nedeniyle ilgili sivil toplum kuruluşlarınca gerçekleştirilen bilgi edinme taleplerinin, kuruluşlar tarafından ticari sır veya fikri mülkiyet hakkı ile çatışması nedeniyle reddedildiği hallere de sıklıkla rastlanmaktadır. Ayrıca, ülkeler önemli bir hak olan çevresel bilgiye erişim hakkına ilişkin uluslararası düzenlemeleri, ticari sır ve fikri mülkiyet gibi hakların zarar görebileceği gibi gerekçelerle de imzalamaktan kaçınmaktadır. Bu yazının yazıldığı tarihten yaklaşık bir hafta önce, termik santrallerin saldığı zararlı gazlar için yapılması gereken sürekli emisyon ölçüm verilerinin ‘ticari sır’ olup olmadığı ülkemizde de tartışıldığından, meselenin bizler için de güncel bir konu olduğu söylenebilir.[1]

Bu yazıda fikri mülkiyetin doğrudan konusu olmamakla beraber, disiplinler arası etkileşimde olduğu çevre hakkı, Aarhus Sözleşmesi çerçevesinde incelenecektir.

Çevre hakkı ve halkın çevresel bilgiye erişimi konularında en temel uluslararası hukuk metinlerinden birisi olan kısaca Aarhus Sözleşmesi olarak adlandırılan 1998 tarihli “Çevre Konularında Bilgiye Erişim, Karar Vermeye Halkın Katılımı ve Yargıya Başvuru Sözleşmesi”[2] çoğu ülkenin ulusal mevzuatını etkilemiş, ancak Türkiye milli güvenlik de dahil çeşitli nedenlerle sözleşmeye taraf olmamıştır.

Sözleşmenin 4. maddesinin birinci fıkrasında, kurumların talep halinde çevresel bilgileri ve ilgili bilgileri içeren gerçek belgelerin kopyaları dâhil olmak üzere belgeleri, herhangi bir menfaat şartı aramadan halkın kullanımına sunmakla mükellef olduğu belirtilmiştir.[3] Dolayısıyla; Aarhus Sözleşmesi’nde herhangi bir koşul aranmadan halka, çevresel bilgilere erişim hakkını tanındığı görülmektedir.

Ancak, Sözleşmenin 4. maddesinin dördüncü fıkrasında bazı hallerin mevcut olması durumunda çevresel bilgi talebinin reddedilebileceği kabul edilmiştir. Bu düzenlenmenin (d) ve (e) bentleri şu şekildedir:

‘(d) Meşru ekonomik çıkarları korumak amacıyla hukuken korunan ticari ve işletme sırlarının olumsuz etkilenebileceği durumlar,

e) Fikri mülkiyet haklarının olumsuz etkilenebileceği haller’

Sözleşme ile paralel şekilde ulusal mevzuatımızda yer alan 4982 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kanunu’nun da 23. ve 24. maddelerinde ticari sır ve fikir ve sanat eserleri sınırlamaları mevcuttur.[4]

Ticari sır kavramını en basit şekilde, ticari sır sahibinin bu bilgileri paylaşması halinde zarar göreceği ya da bu sırların saklanmasında menfaati bulunduğu durumlarda sağlanan hukuki koruma şeklinde tanımlayabiliriz. Net bir tanımı olmayan bu kavramın çevresel bilgiye erişim hakkı karşısında ne kapsamda, ne şekilde yorumlanması gerekmektedir?

Aarhus Sözleşmesi’nin uygulama kılavuzunda özel kuruluşların meşru ekonomik çıkarının korunması kavramının nasıl yorumlanması gerektiğine yer verilmiştir. Bu belgede, meşru ekonomik çıkarın korunması için bilginin gizliliğin belirlenmesinin ve zararın tespit edilmesinin gerekliliği belirtilmiş ve Aarhus Sözleşmesi’nin 4. maddesi dördüncü fıkrasında bu sınırlandırmaların, söz konusu bilgilerin açıklanmasıyla elde edilecek kamu yararı ve çevreye salınan emisyonlarla ilgili olup olmadığının göz önünde bulundurularak dar bir biçimde yorumlanacağı düzenlenmiştir.[5]

Bilgiye erişimle ilgili çeşitli şikayetler, Aarhus Sözleşmesine Uyum Komitesi (bundan sonra “Komite” olarak anılacaktır) tarafından ele alınmış ve ticari şirketlerin meşru ekonomik çıkarına ilişkin ticari işletme sırları ile ilişkisi değerlendirilmiştir. 

Bu uyuşmazlıkların birine örnek vermek gerekirse; Romanya’da kurulan bir Nükleer Santral için bilgi talep edilmiş ve iki kez bilgi talebine yanıt verilmemiştir. Üçüncü kez talep edilmesine karşılık yetkililerin bilgileri vermeyi reddetmesi üzerine konu ACCC/C/2010/51 sayılı Greenpeace; Nükleer Enerji Santrali, Romanya şikayeti başlığı ile Komite tarafından değerlendirilmiştir. Değerlendirmede; Sözleşmenin 4. maddesinin 4(d) paragrafının, meşru ekonomik çıkarları korumak için bu tür bilgilerin kanunla korunduğu durumlarda yetkili makamların ticari ve endüstriyel bilgilere erişimi reddetmelerine izin verdiği, ancak sözleşmede hangi bilginin ticari ve endüstriyel bilgi olduğunun tanımlanmadığı ve bu istisnanın kullanımında yetkililerin bilgileri keyfi bir şekilde vermemesini önlemek amacıyla bilginin gizli olarak nitelendirilmesi için kriterlerin ve izlenecek yolun açıkça yasayla tanımlanması gerektiği belirtilmiştir.

Komite değerlendirmesi sonucunda; kuruluşun nükleer santral için talep edilen bilginin kamuya verilmesi talebini reddetme gerekçesini açıklaması gerektiğini ve Sözleşmenin 4. maddesi dördüncü fıkrasındaki kamu yararı dikkate alınmayarak sözleşmeye uyulmadığını belirtmiştir.

Ticari ve işletme sırlarının korunması çevresel bilgi taleplerinde daha çok karşımıza çıkmaktadır. Bununla birlikte; Sözleşmenin 4. maddesi dördüncü fıkrasındaki kısıtlamaların (e) bendindeki fikri mülkiyet hakkının olumsuz etkilenebileceği durumlarda özel kuruluşlarının bilgi edinme taleplerini reddedebileceği düzenlenmesine istinaden, fikri mülkiyet hakları ile özellikle telif hakkı ile çatıştığı örnekler az da olsa bulunmaktadır. Bunlardan biri; ACCC/C/2005/15 sayılı  Alburnus Maior, NGO, Romanya başlıklı şikayet sonucunda Komite’nin değerlendirmesidir.[6]

Bilgi vermeyi reddeden taraf; Komite’ye, Romanya Telif Hakkı Ofisinin, Ulusal Çevre Koruma Ajansını, çevresel etki çalışmalarının telif hakkı yasasıyla korunan bilimsel çalışmalar olduğu ve bu nedenle yalnızca eser sahibinin açık rızası ile kullanılabileceği ve kamuya açıklanabileceği konusunda bilgilendirdiğini bildirmiştir.

Telif Hakkına konu olduğu iddia edilen Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) raporları, bir projenin çevreye verebileceği olumlu ve olumsuz etkilerinin değerlendirip, olumsuz etkilerin en aza indirilmesi, bu projelerin uygulanmasının izlenmesi ve kontrolünün sağlanması için hazırlanan çalışmalardır.[7]

Bunun üzerine; telif hakkı ile korunan menfaatlerle ilgili makamların ve halkın belirli bir faaliyetin potansiyel çevresel etkilerine ilişkin bilgiye erişim hakkının değerlendirilmesi amacıyla Komite’ye başvurulmuştur.

Komite görüşünün 29. maddesinde; ÇED çalışmalarının, idari prosedürde kamuya açık dosyada kullanılmak üzere hazırlandığı ve bu nedenle yazarın veya geliştiricinin, fikri mülkiyet hukuku gerekçesiyle bilgileri kamuya açıklamaktan alıkoyma hakkına sahip olmaması gerektiği belirtilmiştir.

Devamla, telif hakkı yasalarının, Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) çalışmalarına uygulanmasının ve idari usulde kamuya açık niteliğe sahip ve karar verirken yetkililere sunulan -özellikle “karar verme ile ilgili bilgilerin” bir parçasını oluşturdukları durumlarda- bu tür çalışmaların, kamuyu aydınlatma dışında bırakılmasının hiçbir şekilde haklı gösterilemeyeceği ve bu tür çalışmaların halkın katılımını sağlayarak halkın kullanıma açık hale getirilmesi gerektiği belirtilmiştir.

Komite; Aarhus Sözleşmesi belirli durumlarda fikri mülkiyet hakları nedeniyle kamudan gelen bazı bilgilere yönelik taleplerin reddedilebilmesine izin verse de, sözleşmede yer alan istisna düzenlemelerinin, ilgili kurum/kuruluş tarafından bilgilerin verilmesinin sağladığı kamu yararı dikkate alınarak, kısıtlayıcı ve dar bir şekilde yorumlanması gerektiğini belirtmiştir.

Genel çerçevede, Komite’nin görüşleri incelendiğinde; ticari sır ve fikri mülkiyet sınırlamalarının ezbere kullanılmaması, hakların karşılaştırma yapılarak değerlendirilmesi gerektiği ve bu sınırlamaların mümkün olduğu kadar kamu yararı ilkesi de gözetilerek ve gerekçelendirilerek uygulanabileceği belirtilmiştir.

Ticari sır olduğu gerekçesiyle çevresel bilgi verilmemesinin etkilerini somutlaştırmak için verilebilecek en önemli örneklerden birisi, 3 Aralık 1984 tarihinde gerçekleşen ve 18.000 kişinin ölümüne, 150.000’den fazla insanın zehirlenmesine sebep olan Bhopal felaketidir. Felaket, A.B.D. menşeili Union Carbide firmasının Hindistan‘da Bhopal‘de kurduğu böcek ilacı üreten fabrikadan yanlışlıkla 40 ton metil isosiyanat gazının dışarı atılması sonucunda gerçekleşmiştir. Union Carbide firması bir “ticari sır” olduğu gerekçesiyle toksik maddenin adını bile açıklamaktan kaçınmıştır. Bu durumun, zehirlenenlere bir tanı konmasını imkânsız kılarken, hastanelerde ölümlerin artmasına yol açtığı söylenmektedir.[8] Hindistan’da yaşanan bu felaket bize çevresel bilgiye ulaşmanın ne kadar önemli olduğunu, ticari sır ve fikri mülkiyet gibi gerekçelerle bilgi talebinin ‘ezbere’ şekilde reddedilmesinin doğuracağı sonuçları göstermektedir.

Bknz. Bhopal: A Prayer for Rain (2014) film afişi

Çevre hakkı; fikri mülkiyet hakları ve ticari sır kavramları ile doğrudan kesişen bir konu olmasa da, çevre hakkıyla ilgili çoğu sözleşme ve kanunda istisna olarak bu iki kavram düzenlenmektedir. Çevrenin korunması konusu bu kadar gündemdeyken, söz konusu hak ve kavramların çatışması ileride ülkemizde de tartışmalara konu olabilecektir. Belirtilen hak ve kavramların çatışması sonucu ülkemizde ve dünyada doğacak uyuşmazlıklarda yargının bakış açısının ne şekilde gelişeceğini merakla beklemekteyiz.

Aysu TAŞ

Mayıs 2021

aaaysutas@gmail.com


[1] https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/bakanliktan-halk-sagligi-uyarisina-ticari-sir-yaniti-1829559

[2] https://treaties.un.org/Pages/ViewDetails.aspx?src=TREATY&mtdsg_no=XXVII-13&chapter=27

[3] A. Güneş , “Aarhus Sözleşmesi ve Çevresel Bilgiye Erişim Hakkı”, Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, c. 17-18, sayı. 26-27-28-29, Mar. 2015 , s. 29

[4] 4982 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kanunu:

Madde 23- Kanunlarda ticarî sır olarak nitelenen bilgi veya belgeler ile, kurum ve kuruluşlar tarafından gerçek veya tüzel kişilerden gizli kalması kaydıyla sağlanan ticarî ve malî bilgiler, bu Kanun kapsamı dışındadır.

Madde 24- Fikir ve sanat eserlerine ilişkin olarak yapılacak bilgi edinme başvuruları hakkında ilgili kanun hükümleri uygulanır.

[5] A. Güneş , a.g.e., s. 31

[6] https://unece.org/env/pp/cc/accc.c.2005.15_romania

[7] https://cevreselgostergeler.csb.gov.tr/cevresel-etki-degerlendirmesi-kararlari-i-85829

[8] “Alfred de Grazia, A Cloud over Bhopal – Causes, Consequences and Constructive Solutions, 1985; aktaran; Zehra ALTUN GENCER, BHOPAL FELAKETI, FarmaKolaj, 3 Aralık 2019 ss. 29

MİMARİ ESERLERİN VE MİMARİ PROJELERİN FİKRİ HAKLAR BAKIMINDAN SARAÇOĞLU MAHALLESİ KAPSAMINDA İNCELENMESİ

Cumhuriyet tarihinin ilk toplu konut projesi olan Ankara’daki Saraçoğlu Mahallesi’nin yenilenerek halkın kullanımına sunulması amacıyla bir dönüşüm projesi planlanmaktadır. Bu dönüşüm projesine karşı mahallenin mimarı Paul Bonatz’ın mirasçısı olan Brigitte Dübers’ın, mimarın telif hakkının ve Saraçoğlu’nun korunması için Mimarlar Odası Ankara Şube Başkanına ve oda avukatlarına vekalet verdiği ve bu vekalet ile odanın telif hakkına müdahalenin men’i davası açılacağı duyuruldu.[1]

Mimarlar Odası Ankara Şube Başkanı yaptığı açıklamada; muhalefet tarafından Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na restorasyon amacıyla projelendirilen Saraçoğlu Mahallesi’ne ilişkin olarak yöneltilen “Saraçoğlu’nun mimarı Paul Bonatz’ın varislerinden izin alındı mı?’ sorusunun önce yanıtsız bırakıldığını, daha sonra Bakanlık tarafından yazılı açıklama yapılarak “660 sayılı ilke kararı gereği restorasyon işlemi öncesi yapılmış rölöve işlemimize dayalı olarak telif hakkı iddia edilemez.” şeklinde yanıt verildiğini belirtmiştir.

Saraçoğlu Mahallesi uzun yıllardan beri imar hukuku, sit alanlarının korunması gibi pek çok hukuk dalı yönünden hukuki davalara konu olmuştur. Bu toplu konut projesinin telif hukuku bakımından incelenmesi hem yargısal açıdan hem de Ankara için çok önemli olacaktır. Bu nedenle, bu yazıda hem Saraçoğlu Mahallesi’ndeki süreç hakkında hem de mimari projeler ve mimari eserlerin telif hukuku bakımından hak sahipliği hakkında kısaca bilgi verilecektir.

Öncelikle mimari projeler ve mimari eserler üzerinde fikri bir hakkın mevcut olup olmadığı ve bu hakkın kapsamının açıklanması gerekmektedir. 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu md 1’e göre eser, “Sahibinin hususiyetini taşıyan ve aşağıdaki hükümler uyarınca ilim ve edebiyat, musikî, güzel sanatlar veya sinema eserleri sayılan her nevî fikir ve sanat mahsulüdür.” şeklinde tanımlanmıştır. Bu maddeden de anlaşılacağı üzere telif hakkından söz edebilmek için eser, eser sahibinin hususiyetini taşımalı ve kanunda tahdidi olarak sayılan eser türlerinin birine girmelidir.

FSEK md. 2/1, b.3 bendinde, estetik niteliği bulunmayan bir nevi teknik ve ilmi mahiyette haritalar, planlar, projeler, krokiler gibi her çeşit mimarlık ve şehircilik tasarım ve projelerinin sahibinin hususiyetini taşıyor ise eser sayılabileceği düzenlenmiştir.  Bu maddeden de görüleceği üzere mimari projelerin korunması için herhangi bir estetik niteliği bulunması şartı aranmamaktadır. Bu madde kapsamında korunan eser proje olup, projeye uygun inşa edilen bina değildir.  Ancak, binalar  estetik nitelik taşıyorlar ise mimari eserler olarak korunabilirler.  Bu yapılar, bilim ve edebiyat eseri olarak değil, FSEK md. 4’te düzenlenen güzel sanat eseri olarak korunmaktadır.

Peki bu mimari projeler ve mimari eserler üzerinde değişiklik yapılabilir mi?

Bakanlık 660 sayılı ilke kararı gereği restorasyon işlemi öncesi yapılmış bir rölöve işlemi olduğu belirtilmiş ve bu nedenle telif hakkı bulunmadığı söylenmiştir.[2]

Restorasyon işlemi rölöve projesi, restitüsyon projesi, restorasyon projesi ve uygulama olmak üzere dört aşamadan oluşan bir mimari eserin zarar görmüş bozulmuş kısımlarını, o eserin değerine zarar vermeden onarımıdır.  

Bir yapının eskimesi, yıpranması ve zarar görmesi nedeniyle bakım ve onarıma ihtiyaç doğar. Bu onarımın mimari projelerde herhangi bir değişikliğe neden olmaması yalnızca onarım amacını taşıması önemlidir.

Mimari yapıda gerçekleşen onarımın aslına bağlı kalınarak yapılması önemlidir. Ayrıca, mimari bir yapının onarımı aslına uygun olsa bile kullanılan malzeme veya onarımın işçiliği etkilemesi halinde yapının bütünlüğü bozuluyor ise bu tür değişiklikler mimarın şeref ve itibarını zedeleyecektir. Bu gibi durumlarda eser sahibi, FSEK md 16’ya dayanarak söz konusu değişikliği yasaklayabilmektedir.[3]

Bazı yargı kararlarında, mimari projelerde ve eserlerde yapılan değişiklikler ile meydana gelen telif hakkı ihlalleri incelenirken eserin mimari proje mi yoksa mimari eser kapsamında mı olacağı ayrımına gidilmiştir.

Örneğin Yargıtay 11. Hukuk Dairesi’nin 2010 yılında verilen bir kararında “FSEK kapsamında mimari projelerin eser olarak kabul edildiği, proje mükelleflerinin eser sahipliğinin yapıda değil, bu yapı ile ilgili projede olduğu, projede değişiklik yapılmadığı, davacının binada yapılan değişikliğe müdahale etme hakkının olmadığı” belirtilmiştir. (Yargıtay 11. H.D 21.0.2010 E. 2009/1346, K. 2010/7136)[4]

Aynı zamanda yargı kararlarında bir önemli husus ise mimari proje ve eserde yapılacak değişikliğin zaruri olup olmamasıdır. Mahkeme tarafından eserdeki değişikliğin zaruri bir değişiklik olduğu takdirde hak ihlalinden söz edilemeyecektir.

Yargıtay 11. Hukuk Dairesi’nin 25.10.2005 tarihli 2005/3748E 2005/10277K sayılı kararında değişikliklere ilişkin bazı kriterler belirlenerek eserde yapılan değişikliğin zaruri olup olmadığı incelenmiştir. Bu kriterler şunlardır:

  1. Yapının sağlamlığı ve kullanım alanını büyütmek için zorunlu tadilat ve değişikliğin yapılabileceği,
  2.  Değişen konfor ve hizmet ihtiyaçlarının dikkate alınması gerektiği,
  3. Yapılan değişikliğin eserin bütünlüğünün bozmaması gerektiği,
  4. Eser sahibinin şeref ve itibarına zarar vermemesi. [5]

Telif hakkı bakımından ihlal oluşturup oluşturmadığı incelenirken, yukarıdaki kriterler eserdeki değişikliğin zaruri olup olmadığı incelemesinde yol gösterici olabilecektir.

Buna paralel olarak, AŞTİ-Ankara Otobüs Terminali’nin mimari projesinde davalıların yapmış olduğu teknik değişikliklerin eserin estetik görünümünü değiştirmeyeceği ve kullanım amacı bakımından zorunlu değişiklikler olduğu, eser sahibinden izin alınmasına gerek olmadığı gerekçeleriyle davanın reddi kararı onanmıştır.[6]

Bir başka konu ise; olası davada mirasçının telif hakkının ihlali nedeniyle dava açma hakkının bulunup bulunmadığıdır. Telif hakkı, kural olarak eseri kim meydana getirmişse o eser sahibinindir. Eser sahibi Bonaltz 1956 yılında vefat ettiğinden mirasçıların bu eser ile ilgili olarak haklarının incelenmesi gerekmektedir. Bir eser hakkı üzerinde mali ve manevi haklar bulunmaktadır.  Eser sahipliğinden doğan mali hak; eser sahibinin eseriyle olan mal varlıksal ve ekonomik haklarını ifade eder. Mali haklar yasada sınırlı bir şekilde sayılmıştır. Bunlar; işleme, çoğaltma, yayma, temsil, işaret-ses ve/veya görüntü nakline yarayan araçlarla umuma iletim (m. 21-25); güzel sanat eserlerinde satış bedelinden pay talep etme (m. 45) haklarıdır.

Manevi haklar ise yine kanunda sınırlı olarak sayılmış olup bunlar; “eserin umuma sunulması” (m. 14); “eser sahibinin adının belirtilmesi” (m. 15), “eserde değişiklik yapılmasını yasaklama” (m. 16); “eser sahibinin esere ulaşma” (eserin cisimlendiği madde üzerinde zilyet ve malik olanlardan eserini incelemeye ve sergilerde teşhir etmeye müsaade etmesini isteme) (m. 17) haklarıdır.

Mali haklar miras yoluyla mirasçılara geçebilmektedir. Ancak manevi haklar niteliği gereği mirasçılara devredilemez haklardır. Bu nedenle kanunda ayrı bir düzenlemeyle manevi hakların devrinin gerçekleşmediği ancak mirasçıları tarafından kullanılabileceği düzenlenmiştir.

Somut olayda da olduğu gibi manevi hakların ihlali halinde mirasçıları tarafından manevi hakların tecavüzünün ref’i ve men’i davası açılabilecektir.

Olası davaya konu olan Saraçoğlu Mahallesi neden önemlidir?

Saraçoğlu Mahallesi memurların oturması amacıyla Türkiye’de düzenlenen ilk toplu konut projesidir. 1944 yılında Başbakan Saraçoğlu tarafından temeli atılan mahalle, içinde kütüphane, çocuk parkı gibi ortak yaşam alanlarını da barındıran örnek bir projedir.

Mahalle kültürünü yaşatmak amacıyla kurulan mahalle, çevresinde herhangi bir çit vb. bulunmayan çevresiyle iç içe planlanan bir proje olup, üst düzey devlet memurlarına ev sahipliği yapmıştır. 1979 yılında binalar ve çevresindeki ağaçlar ile birlikte 1. derece kentsel sit alanı ilan edilmiştir.

Saraçoğlu Mahallesi’ndeki tartışmaların temeli 2013 yılına dayanmaktadır. 2013 yılında kentsel risk alanı ilan edilmiş, daha sonrasında Danıştay 14. Dairesi tarafından verilen kararda; “Davalı idarelerin savunmalarında belirttiği rapordaki incelemenin sadece 15,17,19 numaralı binalara ilişkin olduğu, yapıların tamamına yönelik bir inceleme bulunmadığı, en son hazırlanan raporda da yapıların hangi yönlerden can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığına dair tespitin bulunmadığı” gerekçesiyle karar iptal edilmiştir.[7] 18 Kasım 2013’te Bakanlık Kurulu tarafından yeniden riskli alan ilan edilmiştir.  3 Nisan 2014 tarihinde Danıştay 14. Dairesi riskli alan kararına ilişkin yürütmeyi durdurma kararı vermiş, ancak 2014 yılında konutlarda tahliyeler başlamış ve bütün konutlardaki sakinler tahliye edilmiştir.

Saraçoğlu Mahallesine ilişkin davalar ve kararlar bununla kalmamış günümüze kadar devam etmiştir. Ankara Mimarlar Odası 2020 Güncel Dava Raporunda devam eden bazı davalar aşağıdaki şekilde gösterilmiştir:

  • 5 Ağustos 2014 tarih ve 29079 sayılı Resmî Gazetede yayımlanan Ankara İli, Çankaya İlçesi, Namık Kemal ve Yenişehir Mahallelerinde bulunan bazı taşınmazların tahsislerin kaldırılmasına ilişkin 2014/6645 sayılı Bakanlar Kurulu kararının iptali hakkında dava şu an temyiz aşamasındadır.
  • 2014 yılında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından Fikir Projesi Yarışması başlatılmış bu proje de iptal davasına konu oluşmuştur. Bu dava da aynı şekilde temyiz aşamasındadır.
  • 7 Ağustos 2017 tarih ve 30157 sayılı Resmî Gazetede yayımlanan Ankara İli, Çankaya İlçesi, Namık Kemal ve Yenişehir Mahallelerinde bulunan bazı taşınmazların Emlak Konut Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı A.Ş. ile gayrimenkul satış vaadi ve arsa payı karşılığında hasılat paylaşımı esasına göre inşaat sözleşmesi yapılmak suretiyle değerlendirilmesi hakkında 2017/10562 sayılı Bakanlar Kurulu kararının yürütmesinin durdurulması ve iptali talepli dava açılmıştır. Yürütmeyi durdurma kararı verilmiş ancak bu karar Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu tarafından kaldırılmıştır.

Bunun gibi ihale kararının ve imar planının iptali gibi pek çok dava halen devam etmektedir.

En güncel olarak, Saraçoğlu Mahallesi yeniden dönüşüm projesi başlatılmış ve Emlak Konut Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı tarafından yapılan ihalede bir şirket ile anlaşılmıştır.

Yıllardır ayakta kalmak için mücadele veren Saraçoğlu Mahallesi’ne telif hakkı kapsamında korunma sağlanıp sağlanmayacağının mahkeme tarafından; mahallenin eser kapsamına girip girmemesi, mahallenin mimarın hususiyetini taşıyıp taşımaması, eserin mimari proje mi mimarı eser olarak mı değerlendirilmesi gerektiği, yapılan değişikliklerin aslına bağlı kalınarak mı yapılacağı, bu değişikliklerin zaruri olup olmadığı, mirasçının dava açma ehliyeti bulunup bulunmadığı gibi pek çok konu bakımından incelenmesi gerektiğinden dava sürecini merakla beklemekteyiz.

Aysu TAŞ

Aralık 2020

aaaysutas@gmail.com


[1] http://www.mimarlarodasiankara.org/?Did=11225

[2] “Rölöve, bir yapının, kent dokusunun veya arkeolojik kalıntının yakından incelenmesi, belgelenmesi, mimarlık tarihi açısından değerlendirilmesi ve restorasyon projeleri hazırlanabilmesi için binanın iç ve dış mimarisine, özgün dekorasyonuna ve taşıyıcı sistemi ile yapı malzemelerine ait mevcut durumunun ölçekli çizimlerle anlatımıdır.”(Kaynak : https://www.sanalsantiye.com/rolove-projesi-nasil-hazirlanir-rolove-nedir/#:~:text=R%C3%B6l%C3%B6ve%2C%20bir%20yap%C4%B1n%C4%B1n%2C%20kent%20dokusunun,malzemelerine%20ait%20mevcut%20durumunun%20%C3%B6l%C3%A7ekli)

[3] DOĞRUL Gürhan Sefa, MİMARIN TELİF HAKKI, ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ ÖZEL HUKUK ANABİLİM DALI , Ankara–2013 ss. 228

[4] SULUK Cahit, Mimari Eserlerde Eser Sahibi ile Yapı Malikinin Menfaatlerinin Dengelenmesi, Ankara Barosu Fikri Mülkiyet ve Rekabet Hukuku Dergisi, Sayı 12, 2011,ss. 60

[5] SULUK Cahit, ss. 61

[6] ÖZTUNALI Duygu, ESER SAHİBİNİN MANEVİ HAKLARI, T.C. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Özel Hukuk Anabilim Dalı,İstanbul, 2010, ss. 109

[7] Danıştay 14. Dairesi 2013/1493E 2013/5670 K sayılı kararı (KAYNAK: https://www.danistay.gov.tr/upload/guncelkarar/12_06_2014_081842.pdf)

ABAD İkinci Tıbbi Kullanım Ürünlerine İlişkin Ek Koruma Sertifikası Hakkında Son Sözünü Söyledi: Santen Yorum Kararı (C‑673/18)

Bilindiği üzere, patent koruması mevzuat gereğince buluş sahibine 20 yıl süreyle pazarda tekel olma hakkı tanımaktadır. Yeni keşfedilen bir etken maddenin patentinin alınması ile söz konusu etken maddeden üretilen bir ilacın piyasaya çıkması uzun yıllar aldığından koruma süresi ilaç firmalarına yetmemektedir. İlaç firmalarını bu olumsuz etkiden korumak amacıyla, Avrupa Birliği ülkelerinde Ek Koruma Sertifikası gündeme gelmiş, düzenleme 2 Ocak 1993 tarihinde yürürlüğe girmiş ve Avrupa Parlamentosu’nun 6 Mayıs 2009 tarihli ve 469/2009 sayılı Tüzüğü ile günümüzdeki şeklini almıştır. Türkiye, henüz bir Avrupa Birliği üyesi olmadığından ek koruma konusundaki AB mevzuatı ile bağlı değildir.

İlaç şirketleri, ek korumadan yalnızca Ek Koruma Sertifikası Tüzüğü (SPC) kapsamındaki koruma kriterlerini karşıladıkları takdirde yararlanabilirler. ABAD’ın önündeki bu dava, kriterlerin nasıl uygulanması gerektiği ile ilgilidir.

İlk olarak, Japon ilaç şirketi Santen, bir göz damlası emülsiyonu için bir SPC başvurusunda bulundu ve Ikervis için bir pazarlama izni verdi.  Fransız Patent Ofisi (INPI), 1983’te Sandimnun ürünü için daha önce verilen bir pazarlama izninin varlığına dayanarak SPC başvurusunu reddetti.

INPI, Santen’in AB’nin SPC tüzüğünün 3(d) maddesine uymadığını savundu. SPC tüzüğünün 3(d) maddesi, SPC başvurusuna temel teşkil eden pazarlama izninin ‘ürünü tıbbi ürün olarak piyasaya sürmek için ilk izin’ olması gerektiğini belirtir. Neurim davası olarak bilinen 2012 tarihli kararda; ABAD, bu maddenin ilaç şirketlerinin aynı ürünün farklı bir uygulaması için bir SPC elde etmesine engel olmadığına karar vermiştir. Ancak bu karar nelerin ‘ürün’ olduğu konusunda pek çok tartışma konusuna neden olmuştur.

ABAD; 9 Temmuz 2020 tarihli C‑673/18 sayılı Santen kararında[1] Tüzüğün 1 (b) maddesinin bir SPC’nin “ürününü” kullanımından veya onaylanmış terapi amaçlı uygulamasından bağımsız olarak tanımladığını gerekçelendirmiştir. Bu nedenle, yeni bir terapi amaçlı uygulama için bir aktif bileşen kullanılıyorsa, bu, aynı aktif bileşenin daha önce farklı bir terapi amaçlı uygulama için zaten kullanılmış olduğu durumlarda onu farklı bir “ürün” yapmayacağını belirtmiştir. Bu çerçevede, Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın “ürün” kavramını yukarıda belirtilen katı yorumundan, Madde 3 (d)’nin, aktif bileşeni (veya aktif bileşenlerin kombinasyonunu içeren herhangi bir tıbbi ürün için ilk pazarlama ruhsatı ile ilgili olarak anlaşılması gerektiği) onaylandığı terapi amaçlı uygulamaya bakılmaksızın değerlendirdiği anlaşılmaktadır.  Sonuç olarak, yeni bir tedavi amaçlı kullanım için bir aktif bileşenin veya aktif bileşenlerin bir kombinasyonunun kullanılabileceği gerçeği, bu yeni tedavi amaçlı kullanım nedeniyle onu ayrı bir “ürün” haline getirmez. Yani ikinci tıbbi kullanımlar ‘ürün’ olarak kabul edilmemektedir.

SPC tüzüğü; herhangi bir veya tüm araştırmayı ödüllendirmeyi amaçlamamakta, daha ziyade yalnızca bir aktif bileşenin veya bir ilaç olarak aktif bileşenlerin kombinasyonunun ilk kez piyasaya sürülmesini sağlayan araştırmayı ödüllendirmeyi amaçlamaktadır. Mahkeme bu amaç çerçevesinde bir yoruma giderek, ikinci tıbbi kullanımlar için Ek Koruma Sertifikasının mümkün olamayacağını belirterek uzun süredir devam eden tartışmaları nihayet sona erdirmiştir.

Ülkemizde ilaçla ilgili temel hukuksal sorunları özel olarak düzenleyen bir “ilaç yasası” bulunmamaktadır. Buna karşılık çeşitli yasalarda ve yönetmeliklerde ilaçla ilgili genel düzenlemelere yer verildiğinden söz edilebilir. Bunlardan Beşeri ve Tıbbi Ürünler Ruhsatlandırma Yönetmeliği’ne göre ilaç, “etkin madde/ maddeler açısından bilimsel olarak kabul edilebilir etkinlik, kalite ve güvenliğe sahip olduğu kanıtlanarak, dünyada pazara ilk defa sunulmak üzere ruhsatlandırılmış/ izin verilmiş ürün”dür.[2] Tıbbi bir ürün olan ilaç, patentin konusunu oluşturan diğer buluşlar gibi patent koruması altındadır. Ülkemizde, ikinci tıbbi kullanımlar tartışma konusu olmakla birlikte ek koruma sertifikası koruması bulunmamaktadır. Bahsi geçen Ek Koruma Sertifikasının uygulanmaya başlamasının Türkiye bakımından maliyetleri azaltma konusunda olmasa da patent süresinin uzamasına bağlı olarak kârlılığı artırma konusunda sağlayacağı faydanın, yerli ilaç firmalarını orijinal ilaç geliştirmeye yöneltebileceği düşünülebilir.[3] Ancak, Rekabet Kurulu’nun raporlarına göre; patent sahibi ilaç firmalarının idari izinler nedeniyle yaşadıkları olası kayıp sürelerin pek önemli olmadığı tespit edilmiştir.[4] Bu bakımdan, ilaçların ek koruma süresine ihtiyaç olup olmadığı ülkemizde halen bir tartışma konusudur.

Aysu TAŞ

Eylül 2020

aaaysutas@gmail.com


[1] http://curia.europa.eu/juris/document/document.jsf;jsessionid=B757697B9B84F487781FFEA60EC8DD30?text=&docid=228371&pageIndex=0&doclang=en&mode=lst&dir=&occ=first&part=1&cid=1760612

[2] ÖZCAN BÜYÜKTANIR Dr. Burcu G., İlaç Patenti Sahibinin İlaç Kullanımına Bağlı Zararları Tazmin Yükümlülüğü, Ankara Barosu Dergisi, 2012/2 , s.125,126

[3] KONCA Murat, ÖZER Özlem, UĞURLUOĞLU Özgür , ‘İlaç Sektöründe Ürün Geliştirme, Ek Koruma Sertifikasının Önemi ve Türkiye’deki Durum’ , Balıkesir Sağlık Bilimleri Dergisi, Cilt:4 Sayı:3 Aralık 2015, s.195

[4] GÜLERGÜN C. Emin/KARAKOÇ H. Deniz/ HATİPOĞLU C. Atalay; 27.03.2013 Tarihli Rekabet Kurumu Sektör Araştırma Raporu, s. 223. www. rekabet.gov.tr (erişim: 12.06.2014)

Kullanılmama Nedeniyle İptal Edilen Markanın İptal Edilmesinden Önce Gerçekleşen İhlal Nedeniyle Tazminat Talep Edilebilir mi?

AB Adalet Divanı’nın C-622/18 Sayılı Yorum Kararı

İnceleme konusu Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD) kararında (26 Mart 2020, C-622/18); ihlale konu tescilli bir markanın ihlal tarihinden sonra kullanılmama nedeniyle iptal edilmesi halinde, ihlalden kaynaklı tazminatın hala mevcut olup olmadığı değerlendirilmiştir.

Temyiz eden AR, alkol ve alkollü içecekler pazarlamaktadır. AR, 5 Aralık 2005 tarihinde, “SAINT GERMAIN” markasının Fransız Ulusal Sınai Mülkiyet Enstitüsünde tescili için başvuruda bulunmuştur. Söz konusu marka, 12 Mayıs 2006 tarihinde “alkollü içecekler (biralar hariç), elma şarabı, sindirim maddeleri, şaraplar ve alkollü içeceklerin yanı sıra alkollü özler ve esanslar” bakımından tescil edilmiştir.

AR, 8 Haziran 2012 tarihinde, Cooper International Spirits, St Dalfour ve Établissements Gabriel Boudier tarafından üretilen bir likörün “St-Germain” markasıyla dağıtıldığını öğrenip, bu üç şirket aleyhinde tazminat talepli ihlal davası açmıştır.

Buna paralel olarak, 13 Mayıs 2011 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere AR’nin SAINT GERMAIN ibareli markası kullanılmama nedeniyle iptal edilmiş ve bu karar kesinleşmiştir.

AR, ihlal davası için Bölge Mahkemesi’ne başvurarak, iptalden önceki sürede, yani 8 Haziran 2009 – 13 Mayıs 2011 tarihleri arasında ihlalin gerçekleştiği iddiasını ileri sürmüştür. 

Bu iddia, söz konusu markanın başvurusunun yapıldığı tarihten bu yana kullanılmadığı gerekçesiyle 16 Ocak 2015 tarihli Bölge Mahkemesi kararıyla tamamen reddedilmiştir.

Paris Temyiz Mahkemesi, Bölge Mahkemesinin kararını 13 Eylül 2016 tarihinde onamıştır. AR, Paris Temyiz Mahkemesi kararının marka mevzuatını ihlal ettiği gerekçesiyle bu karara karşı temyiz başvurusunda bulunmuştur. Bu koşullarda, üst mahkeme yargılamayı durdurmaya ve aşağıdaki soruyu ABAD’a sormaya karar vermiştir:

“Bir markayı hiç kullanmayan ve kullanılmadığı andan itibaren iptal edilen bir markanın sahibi, markanın tescilli olduğu dönem boyunca meydana gelen tecavüz fiilleri için tazminat talep edebilir mi?”

(Not: Somut olaydaki markanın tescilli olduğu tarihler 12 Mayıs 2006 – 12 Mayıs 2011 arasıdır.)

ABAD’ın uyuşmazlık hakkındaki değerlendirmesi şu şekildedir:

2008/95 Direktifi uyarınca, AB üye ülkeleri bir markanın iptalinin yürürlüğe gireceği tarihi belirlemekte özgürdür. Buna ek olarak, üye devletler, markanın iptal edilebileceğini tespit ederlerse, markanın ihlal davasında kullanılamayacağını belirtmek isteyip istemediklerine karar verebilirler (Madde 11 (3) Direktif 2008/95).

Fransız yasalarına göre, bir markanın kullanılmaması nedeniyle iptali hali, markanın tescilini izleyen beş yıllık sürenin sona ermesiyle ortaya çıkabilir. ABAD’a göre, Fransız yasama meclisinin 2008/95 sayılı Direktifin 11 (3) maddesinde belirtilen seçeneği kullandığını gösteren hiçbir şey yoktur.  Yani başka bir deyişle, Fransız mevzuatı, markadaki haklar sonradan iptal edilmiş olsa bile, bu süre içinde meydana gelen ihlallerle ilgili olarak işlem yaparken, sürenin bitiminden sonra, bir ticari marka sahibinin tescile güvenmesi için kapıyı açık bırakmaktadır.

Buna ek olarak, ABAD bir ticari markanın kullanılmamış olmasının kendi başına ihlal edici fiillerle ilgili olarak tazminatı engellemediğine, ancak maruz kalınan zararın varlığı ve zararın miktarının belirlenmesinde dikkate alınması gereken önemli bir faktör olduğuna karar vermiştir.

Sonuç olarak, Mahkeme, 2008/95 sayılı Direktifin 10 (1) maddesinin ilk alt paragrafı olan 5 (1) (b) maddesinin ve 12 (1) maddesinin ilk alt paragrafının, Direktif başlangıç kısmının altıncı maddesi ile bağlantılı olarak okunduklarında; tescilli bir markanın tescil tarihini takip eden beş yıl içerisinde tescil kapsamındaki mal veya hizmetler bakımından ciddi kullanımının gerçekleşmemesi nedeniyle iptal edilmesi halinde, üye devletlere, tescilli markanın sahibinin iptal tarihinden önce kendi markasıyla karıştırılabilecek bir işaretin aynı veya benzer mal veya hizmetler için üçüncü kişilerce kullanımından kaynaklanacak zarar nedeniyle tazminat talep edebilme hakkına izin verme ya da vermeme imkanını sağladığı şeklinde yorumlanması gerektiğini belirtmiştir.  

Söz konusu karardan da anlaşılacağı üzere Fransa’da kullanılmayan bir markanın sahibi, markası kullanılmama nedeniyle iptal edilmiş olsa bile haklarına tecavüz eden kullanıma ilişkin dava açabilecektir.

ABAD’ın kararı ilk bakışta alışagelmişin dışında bir karar gibi gelse de Türk mevzuatında da 6769 sayılı kanunun 26 ncı maddesinde markanın iptaline karar verilmesi hâlinde; bu kararın, iptal talebinin Kuruma sunulduğu tarihten itibaren etkili olması ana kural olup, talep üzerine, iptal hâllerinin daha önceki bir tarihte doğmuş olması hâlinde iptal kararının bu tarihten itibaren etkili olacağına karar verileceği düzenlenmiştir. İptal kararının etkileri hukukumuzda markanın hükümsüzlüğü gibi başvuru tarihinden itibaren sonuç doğurmadığı düşünüldüğünde ABAD’ın kararının Türkiye bakımından yerinde olduğu düşünülmektedir.   

Aysu TAŞ

Eylül 2020

aaaysutas@gmail.com