
Dünyaca ünlü İngiliz şair ve oyun yazarı William Shakespeare’in “Hamlet” isimli oyununda, Prens Hamlet “To be, or not to be, that is the question” dizesiyle açılış yapar. Hamlet bu cümlesiyle yaşam ve ölüm hakkında düşünür, acı ve dert dolu olan insan yaşamı karşısında ölümün özellikle intiharın ne derece tercih edilebileceğini tartışır. İngiliz edebiyatının en çok alıntılanan bu dizesine biz de atıf yaparak marka hukukunda ciddi kullanımın (genuine use) ispat yükünü “To use or not to use, that is the question!” sözleriyle başlayarak inceliyoruz.
Bir şeyin varlığını mı, yoksa yokluğunu mu ispatlamak daha kolaydır? Markanın ciddi biçimde kullanımını ispatlamak, marka sahibinin markayı özellikle düzensiz kullanımının söz konusu olduğu olaylarda oldukça zordur. Buna karşın markanın ciddi anlamda kullanılmadığını, yani zaten yok olan bir hususu ispatlamak daha zor olsa gerek. İşte tam da bu noktada AB Adalet Divanı, 10 Mart 2022 tarihli C-183/21 sayılı yorum kararıyla[1] ulusal usul hukuku hükümleri karşısında markanın ciddi kullanımına[2] ilişkin ispat külfetinin hangi tarafın üzerinde olduğunu değerlendirir.
Uyuşmazlığın arka planı:
Alman şirketi olan Globus, “MAXUS” kelime markası ile yine aynı kelimeden oluşan figüratif marka olmak üzere iki adet markanın sahibidir. Söz konusu markalar 1996 yılında Nice Sınıflandırmasının 1 ila 9. ve 11 ila 34. sınıflarındaki mallarda Alman Patent ve Marka Ofisi (Deutsches Patent- und Markenamt) nezdinde tescil edilmiştir.
Yine Alman şirketi olan Maxxus, 28 Kasım 2019’da Globus’a ait söz konusu markaların kullanılmama sebebiyle iptalini Saarbrücken Bölge Mahkemesi (gönderen mahkeme) nezdinde talep eder. Diğer bir deyişle Maxxus, Globus tarafından son beş yılda bu markaların kullanılmadığını ileri sürer. Maxxus, Globus’un internet sitesi dahil olmak üzere online soruşturmalar yürüttüğünü ve kullanımı işaret eden hiçbir veriye ulaşılmadığını belirtir. Globus’a ait sitenin iç arama motorunda “Maxus” ifadesi arandığında, sadece iki adet sonucun görüntülendiğini; bu sonuçların ise Globus’a bağlı bir şirket tarafından işletilen, Almanya’daki bir içecek mağazasına ilişkin olduğunu söyler. Ayrıca internet üzerinden yapılan araştırmada, bu şirketin sattığı içeceklerin Maxus markasını değil, üçüncü kişi üreticilere ait markaları taşıdıkları görülür. Bu sonuç, Maxxus’un talimat verdiği bir dedektiflik ajansının söz konusu mağazalarda gerçekleştirdiği soruşturmalarla ayrıca doğrulanır.
Globus, bu iddialara itiraz eder ve söz konusu iki markayı, bunlar üzerindeki haklarını koruyacak şekilde kullandığını iddia eder.
Gönderen mahkemenin değerlendirmesi ve soruları:
Gönderen mahkeme önce, olguları ortaya koyma külfeti (Darlegungslast) ile ispat külfeti (Beweislast) arasında bir ayrım yapılmasını gerektiren Alman Federal Yüksek Mahkemesi (Bundesgerichtshof) içtihadına dikkat çeker. Olguları ortaya koyma külfeti, başvuru sahibinin (Maxxus), markanın kullanılmadığını gösteren hususları kanıtlarla temellendirerek ortaya koymakla yükümlü olduğunu ifade eder. Buna göre başvuru sahibi, kendi kaynaklarını kullanarak, marka sahibinin ilgili markayı üzerindeki haklarını devam ettirecek şekilde kullanıp kullanmadığını araştırmak zorundadır. Başvuru sahibinin, marka hakkı sahibinin iş süreçleri hakkında bilgi sahibi olması genellikle mümkün olmadığından, marka sahibi de olguların ortaya konulmasını üstlenebilir, ancak bu husus ikincil niteliktedir. Nihai olarak bu içtihada göre; kullanılmamayı ispat yükü, esas olarak başvuranın (davacının) üzerindedir.
Alman usul hukukuna göre, olguları ortaya koyma külfeti, başvurunun olabildiğince somut olmasını gerektirir ve bu yükümlülük yerine getirilmediğinde başvuran davayı kaybetme riski altındadır. Olguları ortaya koyma hususunda davalıya ise ikincil derecede bir sorumluluk yükler.
Gönderen mahkeme, bu belirlemeleri yaptıktan sonra Alman usul hukukunun AB hukuku ile nasıl uzlaşacağı hususunda kararsız kalır ve davayı bekletici sorun yaparak Divanın görüşünü almak üzere aşağıdaki soruları yöneltir:
AB hukukunun özellikle 2015/2436 sayılı Direktifin m. 16, 17 ve 19 hükümlerinin uygulanması, ulusal usul hukukunun aşağıdaki kurallarını bertaraf eder mi?
- Ulusal usul hukuku, tescilli bir markanın kullanmama nedeniyle iptaline ilişkin medeni yargılamada başvurana ispat külfetinden ayrı olarak olguları ortaya koyma külfeti de yükler.
- Olguları ortaya koyma yükümlülüğü kapsamında (i) bu tür yargılamalarda başvuran, mümkün olduğu ölçüde davalının markayı kullanmadığına ilişkin kanıtlar sunar ve (ii) başvuran bunun için, dava konusu markanın doğasına özgü ve iptal talebine uygun olarak pazarda kendi soruşturmasını yürütür.
Yorum Kararı:
AB Adalet Divanı öncelikle, AB Marka Direktifinin ciddi kullanım kavramına ilişkin 16. maddesi ile tecavüz davalarında kullanmama def’ine ilişkin 17. maddesinin gönderen mahkemenin sorusuyla ilgili olmadığını saptar. Asıl sorunun, kullanmama nedeniyle markanın iptali için başvuranın, bir tür pazar araştırması da dahil olmak üzere kanıtlarla temellendirilmiş bir başvuru yapmak zorunda olup olmadığı noktasında toplandığını ifade eder.
Divan daha sonra, Marka Direktifi m. 19/1 hükmü uyarınca, markanın ciddi biçimde kullanımına ilişkin ispat yükü meselesinin, kullanmama nedeniyle markanın iptaline ilişkin yargılamada üye devletlerin yetki alanlarına giren bir usul hükmü tesis edilmediğinin altını çizer.
Eğer sorun üye devletlerin ulusal hukuku meselesi olsaydı, marka sahipleri için sonuç, korumanın ilgili hukuk sistemine göre değişecek ve böylece Marka Direktifinin 10 numaralı resitalinde belirtilen “bütün üye devletler hukuk sistemlerinde aynı koruma” amacına ulaşılamayacaktı.
Buna ilaveten markanın ciddi kullanımının marka sahibi tarafından ispatlanması hususu, özellikle pratikliğin ve usuli etkinliğin bir gerekliliğidir. Nitekim, uyuşmazlık konusu markanın ciddi kullanıma konu edildiği iddiasını en iyi ispatlayabilecek konumda olan marka sahibidir. Dolayısıyla Marka Direktifi m. 19/1 hükmü, markanın ciddi biçimde kullanıldığına ilişkin ispat yükünün o markanın sahibi üzerinde olduğu şeklinde yorumlanmalıdır. Öte yandan başvuranın ispat yükünü taşımaması, onu iddiasına dayanak teşkil eden olguları tam olarak açıklama yükümlülüğünden kurtardığı anlamına gelmeyeceği de hemen eklenir.
Direktif m. 19/1 hükmün kapsamında yapılan başvuru, marka sahibi tarafından markanın ciddi biçimde kullanılmadığı iddiasına dayanmaktadır ve bu iddia doğası gereği çok ayrıntılı bir açıklamanın sunulmasına elverişli değildir.
Divan, Direktif hükümlerine ilişkin bu saptamaları yaptıktan sonra gönderen mahkemenin dile getirdiği ulusal usul hukukunu değerlendirir. İlk olarak, yukarıda arz ettiğimiz ulusal usul hukuku düzenlemesinin, olguları ortaya koyma külfetinin çok ötesinde olduğunu belirtir. Daha sonra 22 Ekim 2020 tarihli Ferrari kararına (C–720/18 ve C–721/18)[3] atıf yaparak, markanın ciddi biçimde kullanımını ispat yükünün münhasıran marka sahibine ait olduğunu, fakat markanın kullanılmadığına ilişkin ispat yükünün en azından kısmen de olsa başvuru sahibinin üzerinde olduğunu söyler. Üstelik gönderen mahkeme tarafından vurgulanan kullanmama nedeniyle iptal başvurusunun kötüye kullanılması ve sayısının artması riski, farklı bir yoruma varmayı gerektirmez ve ulusal hukuklar tarafından bu kötüye kullanmalar çeşitli şekillerde yaptırıma bağlanabilir.
Yine gönderen mahkeme tarafından dikkat çekilen diğer bir risk, kullanmama nedeniyle açılan markanın iptali davasının, sadece o marka sahibinin ticari sırlarının ifşasını sağlamak amacıyla açılmasına ilişkindir. Bu tereddüde ilişkin olarak Divan, Direktif m. 19/1 hükmü anlamında markanın ciddi biçimde kullanımının, markanın teşebbüs tarafından dahili kullanımını değil de, o marka ile korunan mal ve hizmetlerin pazardaki kullanımını teşkil ettiğini belirtir. Dolayısıyla, bir markanın ciddi kullanımını ispat, o markanın piyasadaki kullanımıyla ilgili olmasını gerektirir ve marka sahibinin ticari gizliliği kapsamında değerlendirilemez.
Divan, tüm bu değerlendirmelerin neticesinde, gönderen mahkemenin yönelttiği soruya olumlu cevap verir ve yorum kararında, bir markanın kullanmama nedeniyle iptali yargılamasında, 2015/2436 sayılı Direktifin 19. maddesinin, üye devletin ispat yüküne ilişkin -yukarıda belirtilen- usul hukuku kurallarını dışladığına hükmeder.
Değerlendirme:
AB Adalet Divanının kullanmama nedeniyle markanın iptali taleplerinde ispat yüküne ilişkin vermiş olduğu yorum kararı son derece yerindedir. Gerçekten de markanın kullanılmadığının, yani olumsuz bir hususun (menfi vakıanın) ispatlanması işin doğası gereği mümkün değildir ve dolayısıyla markanın pazarda kullanıldığını en iyi şekilde ispatlayacak konumda olan muhakkak ki marka sahibidir. Bir an için markanın ciddi biçimde kullanılmadığına ilişkin ispat yükünün davacıda olduğu kabul edilirse ve davacı bu durumu ispatlayamazsa, bu ihtimalde zaten mevcut olmayan delilin eksikliğinden başvurunun reddedilmesi gibi paradoksal bir sonuç doğacaktır. Öte yandan Divan tarafından, başvuranın da ispat yükünden tamamen kurtulmadığı, iddiasına dayanak teşkil edecek olguları mümkün olduğunca somutlaştırması gerektiğinin de altı çizilerek menfaat dengesinin gözetildiği görülmektedir. Son olarak kullanmama nedeniyle markanın iptali taleplerinin, marka sahibinin ticari sırlarının ifşası riski taşımadığı, yani ticari gizlilikle ilgili olmadığı teyit edilmiştir.
Sergül BALSEVER
Nisan 2022
Dipnotlar
[1]https://curia.europa.eu/juris/document/document.jsf?text=&docid=255426&pageIndex=0&doclang=EN&mode=req&dir=&occ=first&part=1&cid=6836098
[2] Markanın ciddi kullanımından (genuine use) ne anlaşılması gerektiği ne AB Marka Direktifi ne de AB Marka Tüzüğü kapsamında tanımlanmıştır. Buna karşın ABAD tarafından, 11 Mart 2003 tarihli Minimax kararında (C-40/01) ciddi kullanımın kapsamını belirleyen temel ilkeler benimsenmiştir. https://curia.europa.eu/juris/document/document.jsf?docid=48120&doclang=en
[3]https://curia.europa.eu/juris/document/document.jsf?text=&docid=232724&pageIndex=0&doclang=EN&mode=lst&dir=&occ=first&part=1&cid=2088263