Etiket: selin umay özmen

MODA SEKTÖRÜNE HAKİM “İLERİ DÖNÜŞÜM” TRENDİ, MARKA HAKKININ İHLALİNE “DÖNÜŞEBİLİR” Mİ?


1. İleri dönüşüm (“upcycling”) trendi nedir?

Günümüz modern dünyasında, artan çevre sorunları ve iklim krizlerinin bir getirisi olarak çevre bilinci gerek bireysel gerekse toplumsal boyutta küresel çapta yaygınlaşmaktadır. Çevre bilincinin ivmelenmesi, yalnızca bireysel boyutta çevreye duyarlı bir davranış biçiminin gelişmesine yol açmamış, aynı zamanda ticari şirket ve işletmeleri de faaliyetlerini çevre bilinci endeksli olarak yürütmeye iterek, sektörleri aşan bir mesele haline gelmiştir. Nitekim, “ileri dönüşüm” (“upcycling”) kavramı da endüstrinin hemen her tabakasında yaygınlaşmakta olan çevre bilinci ve duyarlılığının bir getirisi olarak hayatımıza girmiştir.

İleri dönüşüm kavramı en temel anlatımıyla, eski ve/veya kullanılmayan nesnelerin orijinalinden daha farklı bir şekilde ve yeni bir değere sahip olacak bir ürüne dönüştürülmesi yoluyla yeniden kullanılmasıdır. İleri dönüşüm, endüstrinin pek çok dalında uygulanabilirliği olan çevre duyarlı bir atık değerlendirme yöntemidir. Tüketiciler ileri dönüşüm uygulanan ürünleri satın alarak, genellikle pahada yüksek markalı ürünlere sahip olma imkanı edinirken, aynı zamanda da çevreye yararlı bir davranış sergilemiş olurlar. Öyle ki, kimi zaman ileri dönüşümle oluşturulan yeni ürünler, ilk üründen daha fazla rağbet görmektedir.

İleri dönüşümün örneklerine en çok rastlanan sektörlerden biri moda sektörüdür. Moda sektörü, ileri dönüşüm işleminin uygulanabilirliği yönünden elverişli bir pratik ve teknik altyapı sunmaktadır. Gerçekten de, eskimiş ve kullanılamaz durumdaki bir bluzun birtakım işlemlerden geçirilerek kolaylıkla kullanıma elverişli bir bez çanta haline getirilmesi, moda sektörünün ileri dönüşüme hazırladığı bu elverişli zeminin göstergesidir. Keza bu elverişli zemin, ileri dönüşüm faaliyetlerinin moda sektörü özelinde yakaladığı ivmelenmeyi de açıklamaktadır.

2.  İleri dönüşüm uygulanan markalı ürünler etrafındaki olası hukuki problemler

Her ne kadar moda sektöründe giderek yaygınlık kazanan ileri dönüşüm faaliyetleri, çevre ve iklim bilincinin de aynı oranda artmakta olduğunu gösteren olumlu bir sektörel ilerleme mahiyetinde olsa da ileri dönüşüm faaliyetleri zaman zaman fikri ve sınai mülkiyet hakkı ihlallerine de sebebiyet verebilmektedir. İleri dönüşüm uygulanmış bir üründe orijinal marka da aynen muhafaza edildiğinde, kimi zaman tüketiciler ileri dönüştürülen ürünün arkasında da yine orijinal marka sahibi olduğunu düşünebilirler. Aynı zamanda ileri dönüştürülen üründe özellikle tanınmış bir markanın yer alması ileri dönüşüm faaliyetini yapan tacirler açısından haksız fayda sağlama aracına dönüşebilir. İleri dönüştürülen ürünlerin piyasadaki kullanımlarına mutlak surette izin verilmesi, marka sahiplerinin markaları üzerindeki itibar ve kontrolü kaybetmelerine yol açabilir.

Keza moda sektörü, özellikle lüks giyim ve aksesuar pazarı yönünden, marka hakkının ön planda olduğu endüstri kollarından birini teşkil etmektedir. Moda sektöründeki ileri dönüşüm faaliyetlerine yönelik güncel eğilimin altında yatan sebep, ileri dönüştürülen markaların sahip olduğu prestij, marka değeri veya tanınmışlıktan kaynaklanabileceği gibi, eski ve/veya kullanılmayan ürünün materyalinin sağlamlığı veya kalitesinden de kaynaklanabilmektedir. Bu bağlamda özellikle lüks giyim ve aksesuar pazarında sıklıkla rastlanan ileri dönüşüm trendinin olası marka hakkı ihlalleriyle ilişkisi de incelenmelidir. Nitekim, eski veya kullanılmayan bir giyim ya da aksesuar ürününün üzerinde yer alan markanın muhafaza edilmesi suretiyle bu ürünün başka ve daha farklı bir ürüne dönüştürülmesi söz konusu olabilmekte ve bu tip ileri dönüşüm işlemleri, özellikle markanın ileri dönüştürülen bir ürünün ana odağı haline gelmesi durumunda, marka hakkına tecavüz tartışmalarını doğurabilmektedir. Diğer yandan, bu iddialara karşı ileri sürülebilecek “hakkın tüketilmesi ilkesinin” ne şekilde yorumlanması gerektiği de gündeme gelmektedir.

Elbette ki piyasaya sunulan orijinal bir ürünü satın alan kişi, bu ürünü istediği gibi kullanmakta ve daha sonra tekrar satmakta özgürdür. Kural olarak orijinal marka sahibi bu faaliyetleri engelleme hakkına sahip değildir. Ancak “hakkın tüketilmesi ilkesinin” de Türkiye de dahil çeşitli hukuk düzenlerinde bazı sınırları vardır. Marka sahibi meşru bir nedeni varsa, halihazırda piyasaya sunulmuş markalarının daha fazla ticarileştirilmesine karşı çıkabilir. İleri dönüşüm ile değiştirilen ve farklı bir forma sokulan markalı bir ürünün bu kapsama girip girmediği tartışılmaktadır. Ne yazık ki bugün hangi ileri dönüşüm faaliyetlerinin haklı kullanım sayıldığı, hangilerinin marka ihlali oluşturduğu arasındaki sınır net değildir. Bu noktada, marka hakkına tecavüz teşkil edebilecek nitelikteki ileri dönüşüm faaliyetlerinin neler olabileceğinin, bu durumun “hakkın tüketilmesi ilkesi” ile ilişkisinin  ve bu hususta ne tip kriterlerin aranacağının tartışılması icap etmektedir.

3. İleri dönüşüm uygulanan markalı ürünlerin marka tecavüzü teşkil edip etmeyeceğine ilişkin Amerika Birleşik Devletleri yargı mercileri tarafından verilen kararlar

Moda sektöründe yaygın örnekleri görülen ileri dönüşüm faaliyetlerinin sınai mülkiyet hukukuna uygunluğu ile marka hakkına tecavüz teşkil etmeleri arasındaki ince çizginin tespiti yönünden, küresel çaptaki –özellikle Amerika Birleşik Devletleri nezdindeki– yargı makamları tarafından incelenmiş somut uyuşmazlıklar büyük önem taşımaktadır. Henüz Türk mahkemeleri tarafından ileri dönüşüm ve muhtemel marka ihlalleri hakkında verilmiş doğrudan ve detaylı kararlar bulunmadığından, özellikle yabancı mahkeme kararları ışığında konuyu incelemek faydalı olacaktır. Bu uyuşmazlıkların incelenmesi kapsamında, hangi tip ileri dönüşüm faaliyetlerinin hangi koşullarda marka hakkına tecavüz teşkil edebileceği tartışılmıştır.

Amerika Birleşik Devletleri Kaliforniya Merkez Bölgesi Bölge Mahkemesi nezdinde görülen bir uyuşmazlıkta, lüks bir giyim ve aksesuar firmasının ürettiği bir yüzme şortundan ileri dönüşüm faaliyetleri sonucunda davalı şirket tarafından şapka üretilmesi hususu, bu eylemin marka hakkına tecavüz teşkil edip etmediği bağlamında ele alınmıştır. Mahkeme, davacı firmaya ait marka muhafaza edilmek suretiyle davalı şirket tarafından üretilen şapka ürünlerinin, marka hakkına tecavüz niteliği taşıdığını zira yeniden satışa sunulan bu ürünlerin davacı firmaya ait orijinal yüzme şortundan önemli ölçüde farklı olduğunu ve bu itibarla markanın tükenmesi ilkesi dışında kalarak ihlale yol açtığını karara bağlamıştır.

Lüks moda sektörüyle ilişkili olarak gerçekleştirilen başka bir ileri dönüşüm faaliyetinin marka hakkıyla ilişkisi, Amerika Birleşik Devletleri Kuzey Teksas Bölgesi Bölge Mahkemesi nezdinde görülen bir uyuşmazlığa da konu olmuştur. İşbu uyuşmazlık kapsamında mahkeme, lüks bir saat üreticisi olan davacı tarafından üretilen eski ve orijinal saatleri ithal ederek bu saatlere üçüncü kişilerce üretilen parçaları entegre eden ve ürünlerin “orijinal” olduğu iddiasıyla satış faaliyetleri gerçekleştiren davalı firmaya ait ileri dönüşüm ürünlerinin taklit ürün niteliğinde olduğunu karara bağlamıştır. Bu bağlamda mahkeme davalı şirketi, söz konusu ileri dönüştürülmüş saatleri üretmekten ve bu ürünlerin “orijinal” nitelikte olduğu yönünde pazarlama faaliyetlerinde bulunmaktan menetmiştir. Her ne kadar mahkeme, davalı şirket tarafından ileri dönüşüm suretiyle üretilen bu saatlerin taklit ürün niteliğinde olduğuna kanaat getirmişse de davalı şirketin işbu faaliyetlerinden on yılı aşkın süredir haberdar bulunan davacı lüks saat üreticisinin, davalı şirketin söz konusu ürünlerden elde ettiği karın tarafına ödenmesi yönündeki istemini reddetmiştir.

Bununla birlikte, Amerika Birleşik Devletleri Güney New York Bölgesi Bölge Mahkemesi nezdinde görülen ve başka bir lüks saat üreticisine ait eski ürünlerden ileri dönüşüm suretiyle yeni kol saatleri üretip pazarlanmasını konu alan bir uyuşmazlık kapsamında mahkeme, marka hakkına tecavüz teşkil eden herhangi bir eylemin söz konusu olmadığı yönünde hüküm kurmuştur. İlgili uyuşmazlık, lüks bir saat firması olan davacı tarafından 1894 ile 1950 yılları arasında üretilmiş cep saatlerinden ileri dönüşüm faaliyetleri sonucunda davalı şirket tarafından kol saati üretilmesi ve satılmasına ilişkindir. Her ne kadar ileri dönüşüm suretiyle üretilen bu kol saatlerinde halihazırda davacı firmanın markaları okunaklı şekilde muhafaza edilmiş olsa da davalı şirket, gerek söz konusu ürünlerin üzerinde gerekse bu ürünlerin pazarlama ve satışını yürüttüğü internet sitesi ile reklam materyallerinde, ürünün ticari kaynağının bizzat davalı şirket olduğunu açıkça belirtmiştir. Mahkeme bu itibarla makul ölçüde ihtiyatlı tüketicilerin, ileri dönüşüm suretiyle meydana getirilen ürünlerin ticari kaynaklarının davalı şirket olduğu yönünde herhangi bir şüpheye düşmeyeceklerini ve dolayısıyla ilgili tüketici nezdinde karıştırılma ihtimalinin ortaya çıkmayacağını belirterek davacı şirketin iddialarını reddetmiştir.

Her ne kadar yukarıda işaret ettiğimiz uyuşmazlıkta, davalı şirket tarafından davaya konu ileri dönüşüm ürünlerine eklenen ve ürünlerin ticari kaynağının kendisi olduğunu belirten nüansların karıştırılma ihtimalini elimine ederek olası bir marka tecavüzünü engellediği hükme bağlanmışsa da, yine lüks bir saat firması tarafından açılan bir davada Amerika Birleşik Devletleri Kaliforniya Merkez Bölgesi Bölge Mahkemesi farklı yönde hüküm kurmuştur. Nitekim ilgili dava dosyası kapsamında davalı şirket, lüks bir saat firması tarafından üretilmiş eski saatleri ileri dönüşüm faaliyetleri sonucunda yeni saatlere dönüştürmektedir. Bu kapsamda davalı şirket, özellikle eski saatlerin kadranlarını değiştirmekte ve bu değişim esnasında, davacı lüks saat firmasına ait tescilli markaları çıkarmaktadır. Bununla birlikte davalı şirket, kadran değişimi ve yeni boya uygulanmasının akabinde, davacı şirkete ait söz konusu markaları yeniden kadrana yerleştirmiştir. Her ne kadar davalı şirket birtakım ürünlerinin üzerine, bu saatlerin ticari kaynağının kendisi olduğuna yönelik baskılar yapmışsa da mahkeme, davalı şirketi işbu ileri dönüşüm ürünlerini üretmekten kalıcı olarak menetmiştir.

4. Sonuç

Yukarıda işaret ettiğimiz, Amerika Birleşik Devletleri nezdindeki çeşitli mahkemelerce karara bağlanan ve ileri dönüşüm ürünlerini konu alan dosyalar kapsamında mahkemeler, pek çok kriteri dikkate alarak esasa ilişkin değerlendirme yapmış ve davaya konu ürünlerin marka hakkı ihlaline sebebiyet verip vermediğini hükme bağlamıştır. İlgili dosyalar kapsamında ele alınan başlıca kriterler arasında, ileri dönüşüme konu eski ve yeni ürünlerin cinsi, ileri dönüşüm sonucunda meydana getirilen ürünlerin ticari faaliyete önemli ölçüde konu edilip edilmediği, ileri dönüşüme konu eski ürünün taşıdığı markanın ne şekilde kullanıldığı, özellikle ileri dönüşüm suretiyle meydana getirilen yeni ürünün ticari kaynağının ne şekilde belirtildiği ve bu itibarla ileri dönüşüm suretiyle üretilen yeni ürünlerin ilgili tüketici nezdinde karıştırılma ihtimaline yol açıp açmayacağı hususları yer almaktadır. Mahkemeler söz konusu kriterleri somut olay bazında, olayın vuku buluş şekli ve koşullarıyla birlikte kümülatif bir yaklaşımla ele alarak ileri dönüşüm suretiyle üretilen yeni ürünlerin marka hakkına tecavüze yol açıp açmadıkları hususunu karara bağlamıştır.

İklim krizinin ve tüketim toplumunun yan etkilerinin azaltılması amacıyla ileri dönüşüm kavramının desteklenmesi elbette ki çok önemlidir. Bu sebeple belli başlı kriterlere uygun, haklı kullanım çerçevesinde gerçekleştirilen ileri dönüşüm faaliyetlerinin ihlal teşkil etmediğinin kabulü gerekmekteyse de, ileri dönüştürülen bir üründe, orijinal markanın ya da diğer fikri ve sınai mülkiyet haklarının kullanılması her zaman zorunlu değildir. Örneğin, lüks bir giyim markasının logolu bluzu bir bez çantaya dönüştürülürken, ürünün orijinal halinde yer alan ve marka niteliğinde olan logo kullanılmadan da ileri dönüşüm faaliyeti tamamlanabilir. Üründeki markalı bölümlerinin ileri dönüşüm faaliyeti sırasında üründen ayrılamadığı durumlarda ise, ileri dönüşüm faaliyetini gerçekleştirenlerin, dönüştürülmüş ürünlerin gerçek menşeini belirtmek suretiyle etiketleme ve açıklamalar yapmaları tüketiciler nezdinde oluşabilecek karıştırılma ihtimali riskini düşürebilir. Aksi durumda, ileri dönüştürülen ürün sahibi ile orijinal marka sahibi arasında gerçekte olmayan bir bağlantı, sponsorluk veya iş birliği ilişkisi bulunduğu algısı yaratılabilir. İleri dönüşüm faaliyetlerine sınırsızca izin verilmesi, ileri dönüştürülmüş ürünler aracılığı ile, marka hakları aleyhine büyüyen yeni bir pazar yaratabilecektir. Bu hususu konu alan dosya sayısının giderek artmakta olduğu dikkate alındığında, ileri dönüşüm faaliyetleri ile marka hakkı ve marka hakkının tükenme ilkesi arasındaki girift ilişkinin sınırlarının mahkemeler tarafından daha net bir şekilde çizilmesi beklenmektedir.

Fulden TEZER  

fuldentzr@gmail.com

Selin Umay ÖZMEN

selinumay@gmail.com

Eylül 2023

BİRLEŞİK KRALLIK YÜKSEK MAHKEMESİ’NDEN DABUS KARARI: YAPAY ZEKA BULUŞ SAHİBİ OLARAK KABUL EDİLEMEZ!



Birleşik Krallık Yüksek Mahkemesi, Dabus davasında yapay zekanın buluş sahibi olarak kabul edilmesinin mümkün olup olmadığına ilişkin nihai kararını verdi. İlk derece mahkemesinin kararıyla paralel olarak, yapay zekanın buluş sahibi olamayacağı şeklindeki nihai kararını veren Birleşik Krallık Yüksek Mahkemesi, fikri mülkiyet hukuku alanında uzun süredir varlığını sürdüren güncel bir tartışmaya yön vermiş oldu.



DABUS ADLI YAPAY ZEKA SİSTEMİ VE PATENT BAŞVURUSUNA KONU OLAN BULUŞLAR

Dabus, Dr. Stephen Thaler tarafından icat edilen ve geliştirilen bir yapay zeka sistemidir. Thaler, daha önce pek çok farklı ülkede Dabus adına patent başvurusu yapma girişiminde bulunmuştur. Örneğin Avustralya Dabus’u mucit olarak kabul ederken, A.B.D. bu yöndeki talebi reddetmiştir.

Dabus’un herhangi bir insanın müdahalesine ya da yönlendirmesine gerek olmaksızın yeni fikirler üretebiliyor ve geliştirebiliyor olması, bu yapay zeka sisteminin en önemli özelliklerinden birini teşkil etmektedir. Dr. Thaler, Dabus’un kendiliğinden yeni fikirler üretebilmesini sağlamak için söz konusu yapay zeka sisteminde birlikte işleyen iki ayrı nöral ağ kullanmıştır. Bu ağlardan biri yeni fikirlerin oluşturulmasında görev alırken, diğeri ise oluşturulan bu fikirlerin özellikle getirdikleri yenilik bakımından ikincil bir değerlendirmesini gerçekleştirmektedir.

Dr. Thaler’ın Dabus’un işletim sisteminde kullandığı ikili nöral ağ yapılanması, bu yapay zeka sisteminin patentlenebilme potansiyeline sahip iki ayrı buluş geliştirmesiyle ilk meyvelerini vermiş oldu. Bu buluşlardan ilki, bir tür yiyecek ve içecek saklama kabı olan “Fraktal Konteyner“di (“Fractal Container“). Bu yiyecek ve içecek saklama kabını mevcut saklayıcılardan daha özel ve yenilikçi hale getiren inovasyon ise, birkaç saklama kabının kolaylıkla üst üste dizilerek kenetlenebilmesi ve böylelikle hem çok daha kolay taşınabilmesi hem de yiyecek ve içeceklerin ısı korumasını çok daha üst düzeyde tutabilmesiydi.

Dabus’un diğer buluşu ise acil durumlarda dikkat çekmek üzere geliştirilmiş bir çeşit uyarı ışığı olan “Sinirsel Alev“di (“Neural Flame“).

Dr. Thaler, yaratıcılığını üstlendiği yapay zeka tarafından üretilen ve patentlenebilirlik kriterlerini sağlayan bu buluşların, patent korumasından yararlanmasını sağlamak amacıyla İngiltere, Avustralya, Amerika Birleşik Devletleri’nin yetkili otoriteleri ve Avrupa Patent Ofisi nezdinde, buluş sahibi olarak Dabus adlı yapay zeka sistemini göstererek başvurularda bulundu. Dr. Thaler’ın yapmış olduğu bu patent başvurularını, standart patent başvurularından ayıran özellik ise buluş sahibi olarak bir gerçek kişinin değil, yapay zekanın gösterilmiş olmasıydı. Nitekim, gerek bahsi geçen devletlerin yetkili makamlarıyla yargı organları nezdinde gerekse küresel çapta fikri mülkiyet camiasında hararetle tartışılan husus da bir yapay zeka sisteminin buluş sahibi olarak nitelendirilmesinin mümkün olup olamayacağıydı.

Birleşik Krallık Yüksek Mahkemesi, 21 Eylül 2021 tarihinde söz konusu tartışmanın gidişatına yön veren oldukça önemli bir karara imza attı. Birleşik Krallık Yüksek Mahkemesi, 21 Eylül 2021 tarihli kararında, -tıpkı temyize konu ilk derece mahkemesi kararında olduğu gibi- yapay zekanın hiçbir şekilde buluş sahibi olarak nitelendirilemeyeceğine hükmetti. Belirtilmelidir ki, her ne kadar yetkili merciler ve yargı organları tarafından yapay zekanın buluş sahibi olarak nitelendirilmesi sorununa ilişkin olarak İngiltere’de bunun şu an için mümkün olmadığına dair nihai bir çözüme varılmışsa da; Dr. Thaler’ın Avustralya’da yapmış olduğu başvuruya ilişkin olarak Federal Mahkeme tarafından başvurunun Avustralya Fikri Mülkiyet Ofisi tarafından yeniden değerlendirmeye alınması gerektiği yönünde hüküm kurulmuştur.

Her ne kadar yapay zekanın buluş sahibi olarak nitelendirilebilirliği sorununa ilişkin olarak dünya genelinde fikir birliğine varılmış değilse de yazımızda, İngiltere’nin yapay zekanın buluş sahibi olarak kabul edilemeyeceği yönündeki çoğunluk görüşüne katılmasını sağlayan 21 Eylül 2021 tarihli Birleşik Krallık Yüksek Mahkemesi kararı irdelenecektir.

DR. STEPHEN THALER’IN DABUS’U BULUŞ SAHİBİ OLARAK GÖSTERDİĞİ, BİRLEŞİK KRALLIK FİKRİ MÜLKİYET OFİSİ NEZDİNDE YAPMIŞ OLDUĞU BAŞVURULAR VE YETKİLİ MERCİİN KARARI

Dr. Thaler, yaratıcılığını üstlendiği Dabus adlı yapay zeka sistemi tarafından geliştirilen “Fraktal Konteyner” ve “Sinirsel Alev” buluşlarına yönelik olarak Birleşik Krallık Fikri Mülkiyet Ofisi (“UKIPO“) nezdinde patent başvurularında bulunmuş; her ne kadar başvuru sahibi olarak kendisini belirtmiş olsa da buluş sahibi olarak Dabus adlı yapay zeka sistemini göstermiştir. UKIPO nezdinde yaptığı bu patent başvurusunda Dr. Thaler, buluş sahipliğinin yalnızca gerçek kişilere indirgenmemesi gerektiğini, zira buluş sahipliğinin buluş meydana getirme becerisine sahip olan her varlığı kapsayacak şekilde geniş yorumlanması gerektiğine yönelik bir beyanda bulunmuş; Dabus’u buluş sahibi olarak gösterdiği iki patent başvurusunu bu gerekçeye dayandırmıştır. Buna ek olarak Dr. Thaler, buluşu gerçekleştirenin bir gerçek kişi olmadığı -örneğin bir yapay zeka sistemi olduğu- durumlarda, söz konusu buluş için patent başvurusunda bulunmaya,  buluşu meydana getiren yapay zeka sisteminin mucidi olan gerçek kişinin yetkili olacağını savunmuştur.

Dr. Thaler tarafından yapılan bu açıklamaları pozitif hukuk bağlamında isabetli bulmayan UKIPO, Dr. Thaler’ın Kasım 2018’de yapmış olduğu bu patent başvurularını takiben Patent Uygulaması Kılavuzu‘na Ekim 2019’da şu şekilde bir ekleme yapmıştır:

“Patent başvurusunda belirtilen buluş sahibinin bir yapay zeka olduğu durumlarda, Şekli İnceleme Denetçisi buluş sahibi bilgisinin değiştirilmesini talep etmelidir. Bir yapay zekanın buluş sahibi olarak kabul edilmesi mümkün değildir çünkü bu, yasaların gerektirdiği gerçek bir kişiyi karşılamaz. Bu koşulun sağlanmamasının sonucu, başvurunun (1977 tarihli Patent Kanunu’nun) 13(2) bölümü uyarınca geri çekilmiş sayılmasıdır.”

Böylelikle UKIPO 4 Aralık 2019 tarihinde, Patent Kanunu’nun 13. maddesinin 2. fıkrası uyarınca Dr. Thaler’ın başvurusunun geri çekilmiş sayılması yönündeki kararını vermiştir. Nitekim UKIPO’ya göre Dr. Thaler, buluş sahibi olarak bir “gerçek kişinin” adını belirtmemiş ve bu yüzden patent başvurusuna konu edilen buluşların mucidi olduğuna inandığı kişiyi ve bu kişinin patent alma hakkını nasıl edindiği konularında yeterli tespiti yapamamıştır. UKIPO özellikle, Patent Kanunu’nun amacı ve ruhu dikkate alındığında gerçek kişi olmayan Dabus’un buluş sahibi olarak kabul edilemeyeceğinin altını çizmiştir. Son olarak UKIPO, bir yapay zeka olan Dabus’un gerek hak ehliyetinin bulunmadığını gerekse bir hakkı başkasına temlik etmeye ehil olmadığını belirtmiş ve bundan dolayı da Dr. Thaler’ın söz konusu buluşlar için patent başvurusunda bulunma hakkının olmadığını vurgulamıştır.

İLK DERECE MAHKEMESİNİN KARARI

Dr. Thaler, UKIPO tarafından verilen karara ilişkin olarak pek çok ilk derece mahkemesi nezdinde itirazda bulunmuştur. Dr. Thaler’ın, Patent Uygulaması Kılavuzu‘nda yapılan güncellemenin, kendisinin adil yargılanma hakkından mahrum bırakılmasına yol açtığına ve UKIPO’nun Patent Kanunu’na ilişkin yürüttüğü amaçsal yorumun isabetsiz olduğuna ilişkin ilk argümanı mahkeme tarafından evleviyetle reddedilmiştir. Mahkemeye göre, Dr. Thaler’ın Dabus’un buluş sahibi olduğuna yönelik subjektif kanaati, tek başına Dabus’u patent hakkı elde etmeye yetkin hale getirememektedir. Keza mahkeme, bu argümandan ziyade Dr. Thaler’ın Patent  Kanunu’nun 13. maddesinin 2. fıkrasına uygun şekilde başvuruda bulunduğu, nitekim patent başvurusuna konu edilen buluşların mucidi olduğuna inandığı kişiyi ve bu kişinin patent alma hakkını nasıl edindiğine ilişkin tespitleri yaptığı yönündeki iddialarını değerlendirmeye almayı uygun görmüştür.

Değerlendirme esnasında mahkeme, patent başvurusunda bulunma hakkının yalnızca “kişilere” tanındığına ilişkin temel prensipten hareket ederek Dabus’un ne gerçek ne de tüzel kişi olduğunu göz önünde bulundurmuş ve bu bağlamda UKIPO ve Dr. Thaler arasındaki görüş ayrılığını ele almıştır. Dr. Thaler başvuru sahibi konumunda bulunan bir gerçek kişi olduğundan, mahkemeye göre ilk handikap aşılmış görünüyordu. Bunun üzerine mahkeme, başvuru sahibi olan gerçek kişinin;

(a) buluş sahibi olması,

(b) buluş üzerinde mülkiyet hakkını haiz kişilerden biri olması ya da

(c) bu iki gruptaki kişilerden birinin halefi olması

gerektiğini belirterek incelemeyi bu sorun üzerine yoğunlaştırmıştır.

Dr. Thaler’ın, patent başvurularına konu edilen buluşların sahibinin kendisi değil Dabus olduğuna ilişkin iddiası karşısında mahkeme, buluş sahibinin yalnızca gerçek kişiler olabileceğine ilişkin UKIPO tarafından savunulan görüşü benimsemiştir. İkinci olarak mahkeme, Dr. Thaler’ın söz konusu buluşlar için patent başvurusunda bulunmaya yetkili olup olmadığı sorunu üzerinde yoğunlaşmıştır. Mahkeme, buluş sahibinin aksine (b) ve (c) alt başlıklarında bahsi geçen kişilerin gerçek kişi olma zorunluluklarının bulunmadığını, bu bağlamda tüzel kişilerin de (b) ve (c) alt başlıklarında ele alınan kişilerden biri olmak kaydıyla patent başvurusunda bulunabileceklerini vurgulamıştır. Mahkemeye göre, Dr. Thaler (b) ve (c) alt başlıklarında belirtilen kişiler arasında değerlendirilebilecek, patent başvurusunda bulunmaya ehil bir gerçek kişidir. Buna karşın, Dabus bir fikri mülkiyet hakkını haiz olmaya ve bu hakkı bir başkasına devretmeye ehil olmadığından mahkeme, Dr. Thaler’ın patent başvurusunda bulunmasına temel teşkil edecek başvuru sahipliği sıfatının yoksun olduğuna dikkat çekmiştir.

Dolayısıyla ilk derece mahkemesi UKIPO tarafından verilen karara paralel yönde hüküm kurmuştur. Nitekim her iki merci de buluş sahibinin bir yapay zeka olamayacağı hususunu temel alarak nihai kararlarını vermiştir.

İLK DERECE MAHKEMESİ KARARININ DR. THALER TARAFINDAN TEMYİZİ ÜZERİNE BİRLEŞİK KRALLIK YÜKSEK MAHKEMESİ TARAFINDAN VERİLEN KARAR

Dr. Thaler, UKIPO tarafından başvurunun işleme alınmamasını, buluş sahibi olarak bir gerçek kişi gösterilmediği ve Dr. Thaler’ın başvuru sahipliği sıfatına sahip olmadığı gerekçeleriyle haklı bulan ilk derece mahkemesi kararına karşı Birleşik Krallık Yüksek Mahkemesi (“Yüksek Mahkeme“) nezdinde temyiz başvurusunda bulunmuştur.

Temyiz başvurusu üzerine Yüksek Mahkeme tarafından oy çokluğu ile verilen 21 Eylül 2021 tarihli karar uyarınca, bir yapay zeka sisteminin buluş sahibi olarak kabul edilmesi mümkün olmadığı gibi Dr. Thaler’ın başvuru sahipliği sıfatını haiz olmadığı belirtilmiş ve böylelikle Dr. Thaler’ın temyiz başvurusu reddedilerek ilk derece mahkemesinin bahsi geçen kararı onanmıştır.

Yüksek Mahkeme nezdinde ele alınan hukuki sorunlar, üç başlık altında aşağıdaki şekilde toparlanabilir:

  • Patent Kanunu uyarınca başvuru sahibinin gerçek kişi olması zorunlu mudur?
  • Patent Kanunu’nun 13. maddesi neyi ifade etmektedir ve hangi durumlara/nasıl uygulanır?
  • Patent Kanunu’nun 13. maddesinin 2. fıkrasına ilişkin olarak Dr. Thaler’ın ileri sürdüğü argümanlara yönelik doğru yanıt nedir?

Yüksek Mahkeme’nin inceleme konusu yaptığı ilk hususa ilişkin olarak yargıçlar, ilk derece mahkemesi tarafından yapılan çıkarımı isabetli bulmuş, nitekim Patent Kanunu’nda buluş sahibinin buluşun “gerçek mucidi” olarak tanımlanmasından yola çıkarak yalnızca gerçek kişilerin buluş sahibi sayılabileceğine yönelik saptamayı tekrarlamışlardır. Bu husus, temyiz başvurusunu incelemekte olan üç yargıç tarafından oybirliğiyle kabul edilerek nihai karara yansıtılmıştır.

Patent Kanunu’nun 13. maddesiyle ilişkili ikinci ve üçüncü hususlarda ise yargıçlar oy çokluğuyla temyiz başvurusunun reddedilmesi gerektiği yönünde hüküm kurmuşlardır. Bu hususa ilişkin olarak yargıçlar, Patent Kanunu’nun 13. maddesinin 2. fıkrası uyarınca başvuru sahibinin belirtilmesindeki dürüstlük ve iyiniyet kurallarını aşmayan hataların başvuru sahibinin patent almasını engellemeyeceği hususunda hemfikir olduklarını belirtmişlerdir. Buna karşın, çoğunluk görüşü uyarınca söz konusu fıkra başvuru sahibinin buluş sahibini saptamaya yönelik subjektif bir görüşe sahip olmasının bir adım ötesine geçmekte ve UKIPO nezdinde yapılacak incelemede bu ifadelerin buluş sahibi olan bir kişiyi ve Patent Kanunu’nda belirtilen yasal gerekçeler dahilindeki bir sıfatı tanımlayıp tanımlamadığını incelemesini gerektirmektedir.

Yüksek Mahkeme’nin temyiz yargılamasındaki çoğunluk görüşü uyarınca, her ne kadar Dr. Thaler buluş sahibi olarak Dabus’u belirtirken kendi dürüst subjektif görüşünü ifade etmişse de Dabus’un buluş sahibi olarak nitelendirilişi, Patent Kanunu’nun buluş sahibinde aradığı nitelikleri taşımayan bir belirleme olmuştur. Dolayısıyla UKIPO’nun bahsi geçen patent başvurularına ilişkin kararı Yüksek Mahkeme nezdinde de isabetli bulunmuştur. Buna paralel olarak, oy çokluğuyla Dr. Thaler’ın ilgili buluşlar için başvuru sahibi sıfatını haiz olabileceğine ilişkin yeterli bir temellendirmenin sunulamadığı da Yüksek Mahkeme tarafından belirtilmiştir.

Dr. Thaler, Dabus’un meydana getirdiği buluşların da kendi mülkiyetinde sayılabileceğini, nitekim kendisi Dabus’un sahibi olduğundan Dabus’un buluşlarının da doğrudan sahibi olacağını, bu sebeple de başvuru sahibi sıfatıyla patent başvurularında bulunabileceğini ileri sürmüştür. Bu iddiasını “bir meyve ağacının sahibinin aynı zamanda ağacın ürettiği meyvelerin de doğrudan sahibi sayılacağı” prensibiyle açıklayan Dr. Thaler’ın argümanı, Yüksek Mahkeme tarafından oy çokluğuyla reddedilmiştir. Nitekim yargıçlar, eşya hukukuna tabi olan bu durumun yalnızca Dr. Thaler’ın Dabus’un mülkiyetini kazandığı hukuk sistemine göre irdelenebileceğini; kaldı ki bu prensibin maddi varlığı haiz mallar üzerindeki mülkiyet hakkı açısından hüküm ve sonuç doğurabileceğini, buna karşın fikri mülkiyet hakları gibi gayrimaddi varlıklar üzerindeki mülkiyet hakkı bakımından sonuç doğurmayacağını belirtmiştir.

SONUÇ

Tüm bu değerlendirmelerin ışığında Yüksek Mahkeme de Dabus’un buluş sahibi olarak nitelendirilemeyeceğini, herhangi bir hakka sahip olmaya ve bunları devretmeye ehil bulunmayan yapay zeka sisteminin bu iki buluştan doğan haklarını Dr. Thaler’a devrettiğini kabule olanak bulunmadığını belirtmiş ve böylelikle son zamanların en tartışmalı konularından birinde çoğunluk görüşüne katılmıştır. Yapay zeka tarafından yaratılan veya geliştirilen fikri mülkiyet haklarının hak sahipliği konusunda, gelecekte daha çok tartışma ile karşılaşacağımız tartışmasız, ancak şimdilik hukuk sistemleri çoğunlukla robotlardan değil insanlıktan yana diyebiliriz. Robotlar bu mücadeleyi kazancak mı? Bunu da izleyerek ve yaşayarak göreceğiz.

Mine GÜNER SUNAY

mine.guner@gmail.com

Selin Umay ÖZMEN

selinumay@gmail.com

Kasım 2021


KAYNAKÇA