SÖYLEŞİYORUZ # IX – EMEKLİ HAKİM ve AVUKAT TÜRKAY ALICA BİZLERLE!



“Söyleşiyoruz” serisinin Ocak 2022 söyleşisiyle tekrar karşınızdayız.

Yeni yılın ilk söyleşisinde konuğumuz Türk fikri mülkiyet hakları camiasının duayen isimlerinden Emekli Hakim ve Avukat Türkay ALICA.

Türkay Bey, çoğu okurumuzun bildiği gibi Fikri ve Sınai Haklar İhtisas Mahkemelerinin ilk kuşak hakimlerinden ve sadece kararlarıyla değil, yazdığı kitaplar, makaleler ve katkı sunduğu çok sayıda seminer ve eğitimle fikri haklar dünyamızda farklılık yaratmış bir isim. Türkay Bey’in deneyimini ve alana olan tutkusunu IPR Gezgini okurlarına da yansıtmak istedik, kendisine söyleşi önerimizi götürdük ve kendisi bizi geri çevirmedi.

Söyleşide IPR Gezgini adına soruları site kurucusu ve yazarı Önder Erol ÜNSAL yöneltti.


Önder Erol ÜNSAL (ÖEÜ): Türkay Bey davetimizi kabul ettiğiniz ve söyleşimizde bizimle birlikte olduğunuz için çok teşekkür ederim. Fikri haklar dünyamızın en saygın ve üretken isimleri arasında bulunduğunuzdan kimsenin şüphesi olduğunu sanmıyorum. Bu söyleşide hem sizi kişisel olarak daha yakından tanı(t)mayı hem de fikri mülkiyet hakları alanındaki kişisel düşüncelerinizi daha yakından öğrenerek okuyucularımıza aktarabilmeyi arzu ediyoruz.

İlk sorum avukat olarak sürdürdüğünüz yeni hayatınıza ilişkin olacak. Birçoğumuz sizi Fikri ve Sınai Haklar İhtisas Mahkemelerinin iz bırakan ilk kuşak hakimlerinden birisi olarak tanıyor. Uzun yıllarınızı hakim olarak geçirdikten sonra kendi isteğinizle kürsüyü bırakarak avukatlığa başladınız.  Bu noktada sizin için nasıl bir dönüşüm veya değişiklikten bahsedebiliriz, kendinizi daha rahat ve keyifli hissediyor musunuz, daha mutlu musunuz? Aslında bu soruyu kamu görevinden istifa yoluyla ayrılmış biri olan kendim ile kıyaslamak için de soruyorum.

Türkay ALICA (TA): Öncelikle fikri mülkiyet alanında önemli bir ihtiyacı karşılayan IPR Gezgini’nde bana yer ayırdığınız için çok teşekkür ederek sözlerime başlamak isterim.

Sorunuzu “Kürsüde mi avukatlıkta mı daha mutlusunuz?” şeklinde anlayacak olursak, her şeyden önce bir hukukçu için mesleki memnuniyetin, ülkenin ve yargının içinde bulunduğu genel şartlar ile doğrudan bağlantılı olduğunu vurgulamak gerekir.

Çünkü bir hukukçu olarak yaptığınız işten memnuniyet veya mutluluk, aslında adalet ve hukuk arayışına gerekli katkıyı verdiğiniz veya verebildiğiniz duygusu ile özdeştir. Bu anlamda,  kürsüde bir yargıç olarak adaletin tesisine katkı verdiğimi düşündüğüm sürece, işimi keyifle yaptığımı ve mutlu olduğumu belirtmeliyim.

Koşulların değişmesiyle birlikte bu memnuniyetin artık sürdürülebilir olamayacağını hissettiğim anda zaten ayrılma kararı vermiştim. Ancak günümüzde giderek artan hukuk ve adalet açığı nedeniyle, avukat olarak da bir katkı ve değer yaratma hissinin, oldukça düşük kaldığı kanaatindeyim. Zira avukatın memnuniyeti, yazdığı dilekçeyi okuyan ve anlayan, hak ettiği değeri veren ve bunu kararına yansıtan hakimlerin sayısı ile doğru orantılıdır. 

Ancak her şeye rağmen, avukatın bir dosyayı kabul veya reddetme özgürlüğü hakim için hiçbir zaman söz konusu değildir. Bunun gibi, avukatlıkta kendi çalışma ortamınızı bir parça da olsa kendiniz belirleyebiliyor ve keyifli hale getirebiliyorsanız, yaptığınız işten memnun olabilirsiniz. İşte sadece “bunu yapabilme ihtimali” nedeniyle kendimi daha mutlu hissettiğimi söyleyebilirim.

ÖEÜ: İki yıldır hayatımızın her alanını kuşatan ve bizi önce tüketip, sonra hayatımızı yeniden belirleyip şekillendiren pandemi dönemini yaşıyoruz. Bu dönemi nasıl geçirdiniz, daha üretken mi oldunuz yoksa pandemi ruhunuzu kararttı mı?

TA: Pandemiden aslında hepimiz az veya çok, olumsuz bir şekilde etkilendik. Bu dönem, birçoğumuz gibi, benim için de, evden çalışma ve görüşmelerimi sanal toplantılar şeklinde gerçekleştirmeyi kabullenmek zorunda kaldığım bir süreç oldu. Yine sanal ortamdaki bilimsel toplantılar ve eğitsel faaliyetlerin bana göre olmadığını söylemeliyim. Hatta pandemi bende, kişisel ve sosyal ilişkilerim ve zaman algımda bir kesinti ya da kopuş duygusuna yol açtı. Keyifli ve verimli çalıştığımdan da söz edemem doğrusu. Artık bir an önce bitsin ve yüz yüze konuşalım diyorum. 

ÖEÜ: Türkay Bey, birçok okurumuz sizi ismen tanısa da kişisel olarak yakından tanımıyordur, bundan eminim. Bize kendinizden, hayat öykünüzden, nerelerde – nasıl büyüdüğünüzden, neden hakimlik mesleğini seçtiğinizden, zevklerinizden, nasıl zaman geçirmekten hoşlandığınızdan, tamamen dilediğiniz biçimde kendinizden bahsedebilir misiniz?

TA: Sanayileşmeyi halen yakalayamamış bir kuzey Anadolu şehri olan Çankırı’nın Eldivan ilçesinde 1965 yılında doğdum. Hayata Hasanoğlan Öğretmen Okulu’ndan mezun idealist bir ilkokul öğretmeni baba ve çevresindekilere huzur veren dini duyguları güçlü aydın bir ev hanımı annenin üçüncü çocuğu olarak başladım. İlk anılarım, babamın görevi nedeniyle bulunduğumuz Çankırı’nın Orta ve daha sonra taşındığımız Eldivan ilçelerinde geçen, ilkokul eğitimim ve tipik bir Anadolu kasabası yaşamına aittir. Mahalledeki komşular ve yaz tatilini geçirmek üzere ilçeye gelen yakın akrabalar ile onların çocuklarının ağırlıkta olduğu, hafif bağ – bahçe işlerinin de yapıldığı samimi, sıcak bir ortam.

İlkokul son sınıfta girdiğim Devlet Parasız Yatılı sınavları sonrasında, ortaokula 1976-77 eğitim döneminde Haydarpaşa Lisesi’nde başladım ve İstanbul ile de tanışmış oldum. Haydarpaşa Lisesi o zamanlar, II. Abdülhamid tarafından ilk tıp okulu olarak yaptırılmış, 1934 yılında Atatürk’ün emriyle Lise haline getirilmiş olan tarihi taş binada hizmet vermekteydi. Büyük taş duvarlar ve yüksek pencere ve tavanları, ana girişteki büyük orta merdivenleri ile anımsadığım bu muhteşem binada, “Hababam Sınıfı” tadında bir yatılı okul hayatı sürmekteydi. Şehrin siluetini biçimlendiren tarihi binası kadar her dönemde güçlü eğitim kadrosu ile önemli bir yere sahip olan bu lise, siyasal ve sosyal hayatımıza yön veren önemli isimleri de mezun etmiştir. Haydarpaşa Liseli olmanın aslında önemli bir şans olduğunun farkındaydım.

Haydarpaşa Lisesinde anılarımda yer eden birkaç önemli olay olmuştur. Okulda birtakım yüksekokullardan gelen, yani okuldan dışından getirilen etüt abileri mevcuttu.  Ancak bu etüt abileri ile öğrenciler farklı siyasi görüşte olduklarından silahlı çatışmalar zaman zaman okul içine de sıçrayabiliyordu. Etüt abilerinin neden dışarıdan getirildiğine ve geceyi de okulda geçirdiklerine o tarihte bir anlam verememiştim. Hatırladığım ikinci husus, küçük yaşlarına rağmen ortaokul öğrencilerinin, liseli abileri tarafından 1977 yılındaki 1 Mayıs Taksim Mitingine katılmaya zorlanmaları ve olaylardan etkilenen arkadaşlarımızın yaşadıkları ve anlattıklarıdır. Belleğimde kalan bir diğer husus, okulun hemen önündeki Üsküdar’ı Kadıköy’e bağlayan ana yolun sık sık kapatılıp protesto gösterileri yapılmasıydı. Bu gösterilerde öğrencilerin kendi ders kitaplarını yakmalarını hiçbir zaman anlayamamıştım. Hatta onlar adına kaygılandığımı hatırlarım: “Ertesi günkü sınavlara nasıl hazırlanacaklardı?”  

Dönemin siyasal kargaşası ve okullara da sıçrayan terör sorunu, öğrenim hayatımı Haydarpaşa Lisesi’nde sürdürmemi imkansız hale getirmişti. Bu sırada abim de İnebolu Lisesi’nde öğrenciydi. Büyük şehirlerdeki öğrenim özgürlüğünü tümüyle kaldıran terör olayları ve ailenin parçalanmışlığına bir son vermek adına, öğrenimime Eldivan Lisesi’nde devam etmek zorunda kaldım.

Sonraki yıllarım terörden uzak kalmayı başarabilmiş bir lisede ve 12 Eylül 1980 darbesinin siyasal ve sosyal iklimi altında geçti. 1982 yazında, hayatıma yön veren önemli bir karar vermek zorundaydım. Üniversite sınavlarında kazandığım Ankara Hukuk Fakültesi ile askeri yönetim zamanlarında en gözde okullardan biri olan Kara Harp Okulu arasında bir seçim yapmalıydım. Tabii seçimimi Hukuk Fakültesinden yana kullandım. Bu seçim benim için aynı zamanda, her Anadolu kasabasında hüküm süren kapalı ve dar bir çevreye sıkışmış hayatın sona ermesi;  özgürlük, insan hakları ve demokrasi, hukukun üstünlüğü ve adalet fikirlerine aralanan bir kapının açılması anlamını taşıyordu.   

Ankara Hukuk Fakültesi’nde Anayasa Hukuku derslerini de aldığımız ilk yılımızda, aynı yıl kabul edilen 1982 Anayasası üzerine yapılan tartışmalar gündeme oturmuştu. Askeri yönetim gölgesi altında geçen bu tartışmaların, daha çok 1960 Anayasası ile karşılaştırmalı ve insan hakları, temel hak ve özgürlükler odaklı geçtiğini hatırlıyorum. Bu dönemde iki yıl kadar Yurt-Kur’a ait Atatürk (eski adı Site) Öğrenci Yurdunda kalmıştım ve çok sayıda farklı okuldan – özellikle Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden – arkadaşlarım oldu.

Hukuk Fakültesini 1986’da bitirdim ve aynı yıl avukatlık stajına başladım. Birkaç üniversitede yüksek lisans sınavlarına girdim. Aynı zamanda araştırma görevliliği, banka müfettişliği, kaymakamlık, hakimlik sınavlarına da başvurdum. Tabii o dönem, hukuk fakültesinden mezun olmak birçok iş arasından seçim yapma imkanına sahip olmak anlamına geliyordu.  Hakimlik sınavını kazandığımda, -bir daha gerekmeyeceğini düşündüğüm için- Avukatlık Stajımı yarıda keserek 1987 yazında, Ankara Hakim adayı olarak mesleğe başladım.  Bizim için Ankara Hukuklu olmak aslında en azından bir süreliğine, Anadolu’da hakimlik ve savcılık yaparak, yani adalet için çalışarak, toplumun bize verdiğini geri ödemek anlamını taşıyordu.  Zaten hakimlik, “peygamber postunda oturmak” değil miydi?

Hakimlik stajımı -isteksiz bir şekilde ayrıldığım şehir olan- İstanbul’a taşıdım. Amacım İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde yüksek lisans derslerine de devam etmekti. Hakim adaylığı bitiminde 1989 yılında kurayla Kars –Arpaçay Cumhuriyet Savcısı olarak atandım. Gazetelerin en erken ertesi gün ilçeye ulaştığı, şehirlerarası telefonun sadece kıdemli savcı odasında veya PTT binasında olduğu yıllardı.

Arpaçay’da iki yıl görev yaptım ve Kars’ın hemen tüm ilçelerinde “geçici yetkili” olarak çalıştım.  Iğdır ve Doğubayazıt’tan,  Ardahan ve Posof’a kadar tüm coğrafyayı gezme imkanı buldum. Bu arada daktilo ile yazdığım yüksek lisans tezimin taslağını bölümler halinde danışman hocam Prof. Dr. Şener Akyol’a gönderiyordum. O’nun tez çalışmam sırasında verdiği katkıları ve desteği hiçbir zaman unutamam. Bir adli tatil sürecinde tamamladığım “Banka Kredi Açma Sözleşmeleri” konulu tezimi, İstanbul’a giderek jüri önünde savundum ve  yüksek lisans derecesini aldım.

1992–1993 yılları arasında, zorunlu askerlik görevimi, her fırsatta gitmeyi çok sevdiğim İstanbul’da Kuzey Deniz Saha Komutanlığı Askeri Savcılığı’nda yerine getirdim. Bu süreçte o dönemin önemli ve tartışmalı bir kurumu olan, askeri yargıya ilişkin doğrudan deneyim ve gözlemlerde bulunma fırsatı elde etmiş oldum. Askerlik sonrası 1995 yılına kadar Bolu / Mengen Cumhuriyet Savcısı olarak görev yaptım. Mengen, doğası güzel olduğu kadar,  iş yükü de fazla olmayan bir ilçeydi. Bu dönemde lisede deneyimlediğim yağlı boya resim çalışmalarına yeniden başlama fırsatı buldum.

1995 sonunda Yargıtay 8. Ceza Dairesi’ne raportör hakim olarak atandım. Böylece hukuk fakültesi öğrenciliği yıllarımın geçtiği Ankara’ya dönüş yapmış oldum. Tetkik (inceleme) hakimliği olarak da anılan raportör hakimliğin en iyi yönü, çalışma yer ve zamanını sizin belirlemenize olanak vermesidir. Temyiz için Yargıtay’a gelen ve size dağıtımı yapılan dosyaları inceleyip, haftada bir gün “takrir / anlatım” için müzakere günü Daire’ye gitmeniz yeterlidir. Bu dönemde, çalışma şartlarının esnekliğinden de yararlanarak, Ankara’da İngilizce kurslarına devam ettim ve KPYS (Kamu Personeli Yabancı Dil Sınavı) yeterliğini aldım.

Müzik dinlemek, okumak, sanat ve sinema ile vakit geçirmeyi severim. Hukukçu olmasaydım, sanat tarihi veya arkeoloji çalışmayı isterdim. Belki de bu nedenle Hukuk Fakültesinden sonra DTCF Sanat Tarihi Bölümüne kaydoldum; ancak sonunu getiremedim. 

ÖEÜ: Hakimlik kariyeriniz ile fikri haklar alanı ne zaman ve nerede kesişti? Fikri haklar alanına ilginiz veya bu bir tutkuysa tutkunuz neden kaynaklanıyor? Fikri haklar dünyamızın artık söylence haline gelmiş sözlü aktarım biçimlerinden birisi, yıllar önce yurtdışında çalışma alanlarında özel eğitim alan bir grup hakimin Türkiye’de fikri haklar ihtisas mahkemelerinin ilk kuşak hakimleri olarak sistemi şekillendirmeleri ve çok başarılı olmalarıdır. Bahsedilen ilk kuşak hakimlerden birisi de sizsiniz. Eğitime katılmış olsun ya da olmasın ihtisas mahkemelerinin ilk kuşağına, bu alanda çalışan herkesin borcunun olduğu bence de çok açık; ancak bu başarının “yurtdışında eğitim almaya indirgenmesi” bana çok yerinde gelmiyor, bu başarıyı daha çok mesleki bağlılık, çalışkanlık, heves, adanmışlık ile ilişkilendiriyorum ve de yurtdışında eğitim denilen konunun -ne kadar önemli olsa da- aslında sihirli bir değnek olmadığını da düşünüyorum. Siz bugünden geriye baktığınızda o günleri nasıl görüyorsunuz, ihtisas mahkemelerinin başlangıç döneminiz, yurtdışı eğitimleriniz, arkadaşlıklarınız ve o kuşak hakkında neler söylemek istersiniz?

TA: Aslında fikri haklar hukuku, Hukuk Fakültesi’ndeki öğrenciliğimden bu yana ilgilimi çeken bir alan oldu. Hatta o dönemde üçüncü sınıfta seçimlik derslerden olan Fikri Haklar Hukuku’nugeçmesi zor bir ders” olarak bilinmesine rağmen özellikle seçmiştim. Çünkü fikri yaratıcılığın ve sanatın hukuk sistemi tarafından korunması ve teşviki, yeniliklere açık sürekli gelişen bir toplum için vazgeçilmez bir husus. Bu nedenle “teknolojinin ve yaratıcılığın hukuku” olarak tanımlayabileceğim fikri mülkiyet hukuku çalışmak, her zaman heyecan veren, sizi sınayan ve zorlayan bir alan olarak ilgimi çekmiştir.  

Bu düşünceyle, 1998-99 yıllarında devam ettiğim, Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi (ATAUM) Temel Eğitim ve Avrupa Birliği Hukuku Uzmanlık Eğitimi programlarında, fikri mülkiyet hukukuna yöneldim ve bitirme tez konusu olarak, “Avrupa Topluluğu Patenti”  konusunu seçtim. Bu konu, esasında günümüzde önemli bir aşama kaydeden ve uygulamaya aktarılmak üzere olan Avrupa Patenti ve Birleşik Patent Mahkemesi’nin (Unified Patent Court) atası ya da öncülüdür.

1999 yılında Adalet Bakanlığı tarafından yapılan bir ilan ile “Türkiye’de Fikri Mülkiyet Haklarının Etkin Uygulanması Projesi” kapsamında Fikri ve Sınai Haklar Hukuk ve Ceza Mahkemeleri’nin kurulması amacıyla, belirli sayıda hakim veya savcının eğitim programına alınacağı duyuruldu. Yabancı dil şartı yanında mülakat da yapılan bir dizi seçmenin ardından bu projeye kabul edildim. (Projenin oluşturulmasında ve uygulanmasında her aşamada önemli katkısı olan dönemin Adalet Bakanlığı Avrupa Birliği Genel Müdürü Sayın Ayşe Saadet Arıkan’ı, ülkemize bu projeyi kazandırdığı için burada şükranla anmak isterim.) Anılan proje kapsamında Avrupa’da önemli Fikri Mülkiyet Enstitüleri ve bazı üniversitelerin fikri mülkiyet yüksek lisans programlarına katıldığımız bir yıllık eğitim sonrasında 2003 yılında kurulan Ankara Fikri ve Sınai Haklar Ceza Mahkemesine atandım ve bu mahkemenin kuruluşunu gerçekleştirme fırsatı buldum.

Hiç kuşkusuz ihtisas mahkemelerinin kuruluşundaki ruh ve amaç, uygulamayı doğrudan etkileyen önemli bir motivasyon oluşturmuştur. Zira kurucu hakimlerin içinde bulunduğu idealizm ve adanmışlık ruhu, en doğru uygulamaya, en adil kararlara ve ilkesel içtihatlara yaklaşabilme yolculuğu içinde olmaktan ibarettir. Bu coşku, eğitim programına katılsın veya katılmasın, aynı yolculuğa birlikte çıkmış olan, tüm kurucu hakimlerde mevcuttu. Bu anlayışla yol arkadaşlığı yaptığım, benimle birlikte ihtisas mahkemelerinin kuruluşunda görev alan, Ankara’da Levent (Yavuz), Serdar (Arıkan) ve Fethi (Merdivan) Bey; İstanbul’da Zerrin (Eymirlioğlu) ve Hazal (Zengingül) Hanım ile Uğur (Çolak) Bey; İzmir’de ise İlhami (Güneş) ve -Cumhuriyet Savcısı olarak da- Nevhan (Akyıldız) Bey’in adlarını anmadan geçemeyeceğim.

Her bir araya geliş, bıkmadan usanmadan fikir alışverişi ve öğrenme serüvenine dönüştüğünde, oluşan çalışma atmosferi kaçınılmaz olarak yaratıcı ve keyifli bir üretimi de beraberinde getirdi.  Bu atmosfer, meslektaşlarına ve verdiği kararlara –Yargıtay tarafından bozulmuş da olsa- güvenen, gerçekten teknik bir sorun olmadıkça bilirkişi raporu almadan uyuşmazlığa karar veren hakimlerden oluşan bir geleneğin başlangıcı olabilirdi şüphesiz. Çünkü sürekli, kuşaktan kuşağa aktarılan birikimin ve bu yolculuğun kendisi aslında bir eğitimdir. İhtisas mahkemelerini kuran kuşak, bu anlamda eğitici olarak da bir sorumluluk aldı. Ne var ki, süreklilik ve öncekilerden mirası devralacak bir kuşağın oluşması sağlanamadı. Bu anlamda, ihtisas mahkemeleri geleneği oluşturulamadı. Ancak bundan vazgeçmemek gerekir.  Görev konularının teknik özelliği de gözetilerek, en azından ihtisas mahkemelerine yeni atanacak veya atanmış olan hakimlere meslek içi eğitim imkanı sağlanmalıdır.  Hatta, kanaatimce bu mahkemelerin, patent, marka ve tasarım, fikir ve sanat eserleri ihtisas mahkemeleri şeklinde yeniden yapılanmasında da yarar olacaktır.

Tabii ihtisas mahkemelerinin kuruluşu, Türkiye’de fikri mülkiyet hukukunun uygulanması ve bir içtihat birikimi sağlandı ise bunun oluşumuna katkı verilmesi bakımından önemli bir dönüm noktasıdır. Esasen genel anlamda yargıda ihtisaslaşma, ülkemizde hep sorunlu bir alan olan hakimlik güvencesinin fiilen hayata geçirilmesine fırsat veren bir uygulamaya dönüştüğü sürece anlamlıdır. Zira hakim güvencesi, sadece coğrafi güvenceden ibaret ve hukuk devleti ilkesinin sadece Anayasa’da yer alan sembolik / göstermelik bir ilkesinden ibaret değildir. Aksine gerçek anlamda bir hukuk devletinde, hakimlerin yer ve görev güvencesi adalet hizmetinden yararlanan tüm vatandaşlara sağlanması gereken adil yargılanma hakkının önemli bir unsuru niteliğindedir. Bu ilkenin gerçek anlamda uygulanması, hayata aktarılması, aslında hakimlerden çok, vatandaş için önem taşır. Çünkü su gibi hava gibi zaruri bir ihtiyaç olan, adalete erişim hakkının, hukuki güvenlik ilkesinin tesisi için bu hayati bir adımdır. Bunun için, ilk olarak ihtisas mahkemelerine (ve şüphesiz diğer tüm mahkemelere de) atanan hakimlerin görev alan ve yerlerinin sık sık değiştirilmesi uygulamasından vazgeçilmesi gerekir. Aksi halde ihtisas mahkemelerinin varlığı tek başına kendisinden beklenen amacın sağlanmasına yeterli değildir. Bu nedenle, ihtisas mahkemelerinin yapısının güçlendirilmesi yanında bu mahkemelere atanan hakimlerimize gerçek anlamda yer ve görev güvencesinin sağlanması da zorunludur.    

ÖEÜ: Türkiye KHK’ler döneminden yani 1995’ten başlayarak fikri haklar alanında önemli yol aldı, gelişme fikri mülkiyetin özellikle sınai haklar alanında yoğunlaştı ve 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu’nun kabul edilmesi de önemli yol taşlarından birisi oldu. Siz alanın tecrübeli isimlerinden birisi olarak, özellikle 1990’lu yıllardan günümüze dek geçen yolu nasıl görüyorsunuz? Sizce Türkiye iyi yol aldı mı bu süreçte?

TA: Şüphesiz fikri haklar alanında gerek mevzuat ve gerekse uygulama alanında kat edilen mesafe önemlidir. KHK’lar dönemimde yürürlükteki mevzuatın gerek kendi arasında ve gerekse AB müktesebatıyla ciddi uyumsuzluk içinde olması, uygulamada duraksamaya ve verilen kararlarda istikrarsızlığa yol açmaktaydı. Sınai Mülkiyet Kanunu ile özellikle AB müktesebatına uyum açısından şüphesiz önemli bir yol alınmış oldu. Ancak detaylara inilecek olursa mevzuat açısından hala önemli iyileştirmelere ihtiyaç bulunduğu da ifade edilmelidir. Ne var ki, bu söyleşinin süresi ve kapsamı bu detayları ele almak açısından yeterli olmayacaktır.

ÖEÜ: Fikri mülkiyet alanında Türkiye’de her olumlu gelişme bizleri de çok sevindiriyor, ancak tablonun olumsuz tarafları olduğunu da gözlemliyoruz. Sizin bu konuda dikkatinizi çeken, fikri haklar ekosistemimizdeki olumsuz yönler olarak niteleyebileceğiniz durumlar mevcut mu ve eğer varsa, mevzuat alanındaki eksiklikler de dahil olmak üzere bunları nasıl özetlersiniz?

TA: Mevzuat yönünden detaylı bir analiz yapılması bu görüşmenin kapsamını aşar. Ancak her bir hak türü yönünden bir kısım aksaklıkların bulunduğu gözlenmektedir. Örneğin marka ile ilgili olarak, SMK md. 5/1-ç hükmünün, kullanım ispatı ve kullanmama def’inin kabul edildiği bir sistemde hala neden muhafaza edildiğini anlamanın gerçekten zor olduğunu düşünüyorum. Patentler yönünden ikincil tıbbi kullanım düzenlemesindeki AB mevzuatı ile uyumsuzluğa bilerek yer verilmesi kuşkusuz ısrarla eleştirilmesi gereken bir husus. Yine ilaç patentleri için mevzuatımızda ek koruma sertifikası öngörülmemesi kanaatimce AB müktesebatının iç hukukumuza aktarılması bakımından önemli bir eksiklik olarak durmaktadır. 

ÖEÜ: Ülkemizde sınai haklar alanındaki kurumsal yapı Türk Patent ve Marka Kurumu ve temel yargı organı da Fikri ve Sınai Haklar İhtisas Mahkemeleri, emekli hakim ve aktif avukat kimliğinizle bu kurumsal yapılar hakkındaki görüşleriniz nedir? İyi işleyen veya aksayan noktalar var mı sizce? Kendi adıma en sorunlu gördüğüm alanlardan birisi bilirkişilik sistemi; şöyle açıklayayım, özellikle Ankara’da Türk Patent ve Marka Kurumu kararlarına karşı açılan davalarda, iptali talep edilen kararı bir uzmanlık kuruluşu veriyor ve dava gene bir uzmanlık makamı olan Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemeleri’nde, yani ihtisas mahkemelerinde görülüyor. Ancak, mahkemeler bir ihtisas kurumunun kararlarını, kendi ihtisas alanlarında kendileri değerlendirmek yerine bilirkişilere yönlendirerek çoğunlukla onların raporları doğrultusunda karar veriyor. Örneğin, marka alanında iki marka arasında karıştırılma olasılığının bulunup bulunmadığına karar vermek için sizce ihtisas mahkemelerinin bilirkişi değerlendirmesine ihtiyacı var mıdır? Yahut bir uzmanlık kuruluşunun Kurul halinde verdiği bir kararı, alanda birkaç yıllık tecrübe dışında birikimi bulunmayan bir bilirkişinin değerlendirmesi sizce doğru bir yöntem midir?

TA: Bu konuda işaret edilmesi gereken en önemli sorun, gerek TÜRKPATENT ve gerekse yargı uygulamaları bakımından yeknesak, öngörülebilir, şeffaf bir sürece ihtiyacımızın giderek artmasıdır. Kurum kararları yönünden, özellikle markalar bakımından, eskiye göre soyut ilke ve gerekçelere daha fazla yer ayırıldığı gözlenmekle beraber, somut olaya özgü gerekçelerin hala yetersiz ve denetlenebilir olmaktan uzak bulunduğu gözlenmektedir.

Patent ile ilgili süreç ve kararların, veri tabanının güncel ve sağlıklı tutulması dahil, önemli düzeltmeler yapılmasına ihtiyaç gösterdiğini belirtmemiz gerekir.

Yargı uygulamaları yönünden ise, sizin de belirttiğiniz gibi, özellikle ve öncelikle bilirkişi raporlarına bağımlı bir yargılama yönteminden kurtulmanın yolunu hep birlikte bulmalıyız. Tabii bunun nedenleri ve sonuçları ile çözüm yolları üzerinde ayrıntılı ve ciddi olarak durmak gerekir. Fakat en önemli etkenlerin, hakimlere yer ve görev güvencesi sağlanması ile sürekli eğitim imkanı verilmesi olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle markalar yönünden karıştırma (iltibas) ihtimali değerlendirmesinin tümüyle hukuki bir değerlendirme olduğunu ve bilirkişiye bu hususun sorulmaması gerektiğini, hatta Yargıtay ilgili Dairesi’nin ve Hukuk Genel Kurulu’nun bu konuda gayet net kararlarının bulunduğunu tekrar tekrar vurgulamak gerekir. Ancak buna rağmen yargının iş yoğunluğu, davanın taraflarca hazırlanması ilkesinin hiçbir zaman dikkate alınmaması gibi bir takım mazeretler ile bu uygulamanın devam ettiği gözlenmektedir. Bu konuda çözüm odaklı, radikal çareleri hep birlikte üretmek zorundayız.

Diğer taraftan, Yargı uygulamasında SMK ile getirilen bazı yeni düzenlemeler konusunda hala bir uygulama ve içtihat birliği sağlanabilmiş değildir. Örneğin sonraki tescilli hakkın etkisine dair SMK md. 155 uygulamasında duraksamalar devam etmektedir. Yine  “sınai mülkiyet hakkının kullanılması ile ilgili belgelerin, tazminat yükümlüsü tarafından mahkemeye sunulması“  ile ilgili SMK md. 150/3 hükmünün hala yok sayılması ve hiçbir koşulda uygulanmaması örnekler arasında sayılabilir.

ÖEÜ: Peki ya gelecek? Fikri Haklar alanında gelecekte hangi konuların önem kazanacağını düşünüyorsunuz, ayrıca Türkiye dünyadaki gelişmelerin dışında kalmamak için sizce neler yapmalıdır? Nispeten genç kuşaklara ve yeni başlayanlara alana ilişkin tavsiyeleriniz neler olacaktır?

TA: Fikri haklar alanının kendisi, umarım gelecekte ülkemizde önemiyle paralel olacak bir düzeyde ve hak ettiği ilgiye kavuşur. Bunu sadece tescil ve yargı uygulaması yönünden söylemiyorum. Ülkemizdeki siyasi, hukuki ve ekonomik atmosfer, inovasyon, yenilik, ar-ge çalışmalarının teşviki, buluşların yapılması ve tescilinin sağlanması bakımından yeterli ve sürdürülebilir bir ekosistemin gereklerini karşılamaktan ve dünya ölçeğinde rekabet edebilme koşullarından oldukça uzak düştüğünü düşünüyorum. Bu alandaki farkındalığın her düzeyde ve özellikle yönetsel, siyasi, ekonomik ve sektörel düzlemde artması ve daha çok yatırım yapılması gerekir.

Gelecekte önemi artacak alanlar arasında özellikle, yeni bitki çeşitlerinin geliştirilmesi ve korunması, bio-teknoloji ve sağlık, özellikle yeşil enerji temelli buluşlar ve IT alanlarının öneminin artacağını düşünüyorum.

Genç kuşaklar yerel günceli izlemekle beraber bunun içinde boğulmaktan kendilerini koruma yollarını bir şekilde bulmalılar, bulacaklardır; dahası özellikle küresel gelişmeleri takip edip, keyifle çalışabilecekleri belirli bir ya da birkaç alanda uzmanlaşmalılar. Belirledikleri bu alanlarda ısrarla ve vazgeçmeden çalışmayı, küresel günceli yakalayıp geçmeyi ve ona öncülük etmeyi bir amaç olarak koyabilmeliler.  İş bulmak, geçim kaygısı gibi güncel sorun ve zorlukların da ancak bu yolla aşılabileceği kanısındayım.

ÖEÜ: IPR Gezgini’ni takip ediyor musunuz? Sizce sitenin Türkiye’de fikri haklar alanına etkileri olumlu veya olumsuz boyutlarıyla ne yönde? Alana daha fazla katkı sağlamak için bizlere öneri veya tavsiyeleriniz olur mu?

TA: IPR Gezgini bence, bu alana katkı yapan, sürekliliği ve günceli yakalayabilmiş, birkaç blogdan biridir. Bu anlamda önemli bir işlevi yerine getirmektedir. Makaleler ve akademik çalışmalar yanında, yargı kararlarında da IPR Gezgini’ne yapılan atıfları görmek artık sıkça karşılaştığımız bir durum.

Muhakkak bir tavsiyede bulunmak gerekirse, genç yazarları artırarak yola devam etmek derim. Yine güncel İstinaf ve Yargıtay kararlarını konu alan yazılara da yer vermek yararlı olur. Son olarak, nadir de olsa çeviri tadında olan yazılar gönderilmesi halinde, bunların gerçek anlamda bir çeviri olarak hazırlanmasını yazara önererek yayınlanmasına imkan verilmesini önerebilirim.  

Bu vesile ile IPR Gezginine ve bu görüşmeyi gerçekleştiren ve katkıda bulunanlara, emeği geçenlere ve zaman ayırıp okuyan herkese sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Sağlıkla ve sevgiyle kalın.  


Türkay Bey’e bize ayırdığı zaman ve verdiği samimi yanıtlar için çok teşekkür ediyoruz. Umuyoruz ki söyleşiyi okuyanlar da bizler kadar keyif almıştır.

Sonraki konuğumuzla yapılacak söyleşide görüşmek üzere!

IPR Gezgini

Ocak 2022

iprgezgini@gmail.com

Bir Cevap Yazın