COVİD-19 İNSANLIK DRAMININ ORTASINDA PATENT HAKLARI


Sitenin Notu: IPR Gezgini, fikri mülkiyet hakları konusunda yazı ilkelerine uygun olmak kaydıyla her görüşten yazılara açıktır ve fikir ve ifade özgürlüğünü temel politika olarak benimsemiştir. Bu yazı IPR Gezgini veya Editörler Kurulu’nun konu hakkındaki görüşlerini temsil etmemektedir ve yazarının bakış açısını yansıtmaktadır.



“İnsanı yaşat ki devlet yaşasın”

Şeyh EDEBALİ

“Güneşin patentini alabilir misiniz?”

Dr. Jonas SALK

Bu yazı aşağıda üç ana başlık altında belirtilen konuları inceleyecektir.

1. GİRİŞ

İnsanlık tarihi içindeki savaşlar ve salgınlardan COVİD-19 sürecine gelinen aşamada aşı, aşılanma dağılımlarını da ortaya koyarak salgın  sürecinin nasıl başladığı ve sonrasında dünyada yarattığı genel durum

2. GELİŞME

İnsanın hukuk metinleri karşısında en temel hakkı olan yaşam hakkı, sağlık hakkı ve bu konuda devletlere düşen yükümlülükler

3. SONUÇ

Devletlerin, kurumların yapabileceklerini yapmadıkları görüşü çerçevesinde  gelinen noktada alınabilecek acil önlemler ve çözümler konusunda kişisel görüşler ve öneriler.



Yaşamını sürdürebilmek için doğanın varlığına muhtaç olan insan, tarih boyunca bu varlığı acımasızca ve bencilce tüketerek, gücü daima elinde tutmaya uğraşmış ve paylaşımdan uzaklaşarak yeryüzündeki tüm kaynaklara sahip olma egosuyla ve büyük bir savurganlıkla bunları hızla tüketmiştir. Güç savaşları içinde savrulan insanlık kendi doğallığını kaybetmiş ve varlığını korumak gerekçesiyle kendi yarattığı savaşların neden olduğu dayanılmaz acı ve yıkımlar ile karşı karşıya kalmıştır.  Savaşlarda kaybedilen milyonlarca insanın yanı sıra, savaşın yarattığı açlık, hastalıklar ve savaşlar sebebiyle yayılan salgınlar yok oluşlara neden olmuştur. Tarih sahnesinde savaştan dönen askerler yanlarında sadece savaş alanlarında elde ettikleri acımasız zaferler, ganimetleri değil hastalıkları da ülkelerine taşımışlardır. Roma ordusu, milattan sonra 165 yılında Doğudan dönerken, 5 milyon insanın ölümüne neden olan bir salgın hastalığını da yanında getirmiştir. Bugünkü bilimin bilgisiyle bu hastalığın kızamık ya da çiçek olduğu öne sürülmektedir. Tarihteki ilk büyük pandemi “kara ölüm” adıyla bilinen 1346-1353 yılları arasında  Asya’ dan Avrupa’ ya yayılarak Avrupa nüfusunun yarısını yok eden vebadır. Moğol ordusu 1347’de Kırım’da bir Ceneviz ticaret merkezini kuşatmış ve vebalı cesetleri mancınıkla kentin içine atarak vebanın Çin’den tüm Avrupa’ya yayılmasına neden olmuştur 1.  Veba sadece 14. yüzyılda yaklaşık 200 milyon insanı yok etmiştir.  Bu büyük salgın Avrupa’nın sosyal temellerini de değiştirerek, Roma Katolik Kilisesinin büyük darbe almasına neden olmuştur. Kilisenin dini gücünü kullanarak başlattığı Haçlı Seferleri sırasında Orta Asya’dan gelen Moğolların, vebalı cesetleri bir savaş tekniği olarak kullanmaları nedeniyle Avrupa adeta Kara Ölüm’ e teslim olmuştur. Ne acıdır ki, bu dönemde Avrupa kendisi ile yüzleşememiş, bilakis ortaçağ karanlığı içinde Museviler, Müslümanlar, yabancılar, azınlıklar, yoksullar ve dilenciler büyük zulümlere uğramıştır. Yaşamın belirsizliği, insanın acıdan ve yokluktan düştüğü durum bir o kadar da kötülüklerin ve  zulümlerin tarihiyle yaşanmıştır. Veba dönemini en güzel anlatan eser Giovanni Boccaccio’ nun 1353 yılında yazdığı “Decameron” isimli başyapıtıdır 2.

14. yüzyılda, veba felaketine  tanıklık eden Avrupa, Rönesans döneminde yeni göç ve deniz ticareti yollarının bulunmasıyla Amerika kıtasına adımını attığı andan itibaren bu kıtanın kaynaklarını yağmalamak için harekete geçmiştir. Avrupalı askerlerin getirdiği çiçek mikrobu yüzünden Yeni Kıta’da yaşayan yerli İnka ve Aztek halkları, büyük bir kırıma uğrayarak adeta yok olmuştur. Sömürgeciliğin ilk örneğini sergileyen Hernan Cortes 3 yönetimindeki İspanyollar Amerika kıtasında 7 ila 18 milyon arasında olduğu tahmin edilen insanın hastalanıp ölmesine neden olmuştur 4.

28 Temmuz 1914 tarihinde başlayıp 11 Kasım 1918’de sona eren Avrupa merkezli Büyük Savaş’a (Harb-i Umumi, 2. Dünya Savaşı’na değin bu şekilde anılmıştır) doğu ve batı cephelerinde Birleşik Krallık orduları içinde savaşan Avustralya, Yeni Zelanda, Hindistan ve Afrika ülkelerinden gelenlerle birlikte 65 milyondan fazla asker katılmıştır. Bu savaş arkasında, resmî rakamlara göre, toplam 8.556.315 ölü, 21.219.452 yaralı ve 7.750.945 kayıp veya esir bırakmıştır 5.  A.B.D.’nin de 6 Nisan 1917 yılında Almanya’ya savaş ilan etmesinin sonuçları tüm dünyayı etkisi altına almıştır. Sanayi devrimi ve sömürgecilik sonrasında Avrupa merkezli güç mücadelesi Eski Kıta’nın çökmesine, imparatorlukların dağılmasına, savaşın yarattığı yıkım sonucunda açlık, salgın ve hastalıklar nedeniyle tüm cephelerde milyonlarca insanın ölümüne neden olmuştur.

Savaşın yarattığı acımasız tabloya “İspanyol gribi” adıyla bilinen tarihteki en büyük pandemi de eklenmiştir.  İnfluenza virüsünden kaynaklanan bu salgın Şubat 1918 – Nisan 1920 tarihleri arasında dünya nüfusunun yaklaşık üçte birini etkilemiştir. Üç dalga yapan pandemi iki yıl sürmüş ve virüsün ilk dalga sırasında geçirdiği bir mutasyonla başlayan ikinci dalga savaş nedeniyle yiyecek ve diğer kaynaklar konusunda zaten zorluk çeken Avrupa’da muazzam kayıplara neden olmuştur. İspanyol Gribi, o tarihte dünya nüfusunun üçte birini oluşturan 500 milyondan fazla kişiye bulaşırken 18 ay içinde 50 milyona yakın insanın yaşamına mal olmuştur 6. Bütün dünyayı kasıp kavuran İspanyol Gribi, o dönem düşünsel, edebiyat, resim alanında önemli birçok eserde de yer almıştır 7. 2. Dünya Savaşı sonrasında,  ikinci büyük grip dalgası Asya gribi olarak Çin’den başlamış ve 1957 – 1958 yılları arasında 1 milyondan fazla insanın ölümüne neden olmuştur.

Savaşların yarattığı yıkımlar, açlık, yokluk ve beraberinde ortaya çıkan kırımlardan, salgınlardan acı tecrübeler edinen insanlık, ancak bilimin ve uygar insan olabilme çabasının getirdiği katkılar sonucunda bu hastalıklarla baş edebilmeyi öğrenmiştir. Bilimin ışığında çalışan, mücadele eden insanların buluşlarıyla ortaya çıkan aşılar salgınlarla mücadele edebilmenin en önemli silahı olmuştur. İnsanoğlu bir yandan kendi yarattığı savaşlarla soyunu tüketirken, diğer yandan yine kendi bulduğu aşılarla varlığını devam ettirmenin yollarını inşa etmiştir.

Çin’in Hubei eyaleti Wuhan şehrinde 2019 yılı sonunda ortaya çıkan COVİD-19 hastalığı tüm dünyaya hızla yayılarak şu ana kadar 160 milyona yakın insanı etkilemiştir (tespit edilebilen resmi rakamlar bu satırların yazıldığı 07.05.2021 tarihinde 156 milyondur) . Maalesef üç milyon 272 bine yakın kişi bu hastalıktan kaybedilmiştir. Ülkemizde ise, devletin verdiği resmi rakamlara göre, vaka sayısı 5 milyona yaklaşmıştır (tespit edilebilen resmi rakamlar bu satırların yazıldığı 07.05.2021’ de 4.977.982 olarak ilan edilmiştir). Salgın, ülkemizde Sağlık Bakanlığı’nın ilan ettiği resmi rakamlara göre 42.197 insanımızın ölümüne neden olmuştur 8. Tüm dünya, COVİD-19 salgınıyla mücadele içindedir. Bu mücadeleye en büyük katkıyı cephenin en önünde yer alan doktorlar, sağlık çalışanları, laboratuvarlarda zamanla yarışan bilim insanları vermektedir. Gelişmiş ülkelerin laboratuvarlarında bilim insanları aşılar geliştirerek salgına çözüm aramaktadır.

Bilim ve tıp, savaşlarla yazılan insanlık tarihinin acı tablosunu insanların yaşam/a hakkı lehine değiştirmeye çalışmaktadır. İngiliz Doktor Edward JENNER’ in 1796 yılında 8 yaşındaki bir çocuğa deri altına enjekte ettiği materyal ile ilk aşılamayı yaptığı andan beri salgınlarla mücadelede aşıların rolü çok önemli olmuştur 9.  Çiçek hastalığından sadece 20. yüzyılda 300 milyon kişi ölmüş, hastalığa yakalananların önemli bir kısmında ciltte kalıcı izler oluşmuştur. Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ – İngilizce kısaltması WHO) 1966 yılında başlattığı aşı kampanyası sonucunda 1977 yılında dünyadan çiçek hastalığı silinmiştir. DSÖ’nün bir diğer hedefi olan çocuk felci aşısının en ücra köylerde bile uygulanmasıyla dünyada Afganistan ve Pakistan haricindeki tüm ülkelerden bu hastalık büyük bir başarı ile silinmiş durumdadır. DSÖ verilerine göre 1963’te kızamık her yıl 2 milyon 600 bin ölüme yol açarken, aşılama sayesinde 2000 – 2017 yılları arasında kızamıktan ölüm % 80 azalmıştır. Dünya genelinde 1980’de her 10 çocuktan sadece 3’ü aşılanırken bugün % 85’i aşı ile korunabilmektedir ve her yıl ortalama 3 milyon çocuğun hayatı kurtulmaktadır. Küresel boyutta ilk büyük salgın olarak addedilen  İspanyol Gribi salgınında 50 milyon insan yaşamını yitirmişken, 1957 yılındaki ikinci salgında ölüm oranının çok daha düşük olması geliştirilen aşılar, ilaçlar ve özellikle ikincil enfeksiyona (iltihap) karşı antibiyotikler ile mümkün olabilmiştir.

Aralık 2019’da ilan edilen ilk vakadan sonra tüm dünyaya hızla yayılan COVİD-19 pandemisini yenebilmek için çağımızın tüm teknolojik olanakları seferber edilmiş ve tarihte görülmemiş bir hızla geliştirilen aşılar birçok ülkede uygulanmaya başlanmıştır. COVİD-19 aşı uygulamalarıyla ilgili verilerin derlendiği ourworldindata internet sitesine göre, dünya genelinde 1,13 milyar dozdan fazla aşı yapılmış bulunmaktadır. Bu satırlar yazılırken, insanlık adeta yaşama tutunmak için aşı kuyruklarında beklemektedir. Ülkelerin nüfuslarına göre en az bir doz aşı alan kişi oranlarına bakıldığında İsrail aşılamada en başarılı ülke olarak görünmektedir, çünkü nüfusunun % 62,59’unu en az bir doz aşılamayı başarmıştır. İsrail’in ardından nüfus oranlarına göre en az bir doz aşılama yapabilmiş ülkeler sırasıyla İngiltere (% 51,46), Bahreyn (% 45,38), A.B.D. ( % 44,69), Şili, (% 43,44), Macaristan (% 43), Uruguay (% 34,95), Almanya (% 31. 3), Sırbistan (% 30,7), Fransa (% 24,64), Türkiye (% 17, 06), Hindistan (% 9,5) olarak verilebilir 10.  Ülkemizde 10.05.2021 tarihi itibarıyla 10.372.812 kişiye iki doz aşı uygulanabilmiş ve ancak nüfusumuzun % 12’sinin biraz üzerinde insan aşıya kavuşabilmiştir11. Bilim insanları, sürü bağışıklığının olabilmesi için ülke nüfusunun en azından % 60 – % 70 oranında iki doz aşılanması gerektiğini söylemektedir. Türkiye’de gelinen aşamada aşının herkese ne zaman ulaşacağı konusundaki belirsizlik sürmektedir. Aşıya ulaşamayan yoksul ülkelerin durumu ise bir felaket tablosu ortaya koymaktadır. Yoksullar ve yoksul ülkeler aşıya ulaşamamaktadır. Üretilen aşıların % 80’inden fazlasına gelişmiş ülkeler sahip olurken, yoksul ülkelerin aşıların  % 1’inin de altında (% 0,03) aşıya ulaşabilmesi eşitsizliktir. Aradaki bu inanılmaz büyük uçurum insanlık tarihi için kara ve acı bir tablodur. Dünya genelinde tüm ülkelerde, pandemiden en çok etkilenenler azınlıklar, göçmenler, yoksullar olup; sağlık sistemine ulaşmadaki eşitsizlikler, maalesef kaybedilen hasta sayısında belirgin olarak ortaya çıkmaktadır. Aşılara erişimde yaşanan küresel adaletsizlik, dünyayı bir “bağışıklık uçurumuyla” karşı karşıya bırakmaya aday görünmektedir. DSÖ Başkanı Dr. Tedros Adhanom Ghebreyesus, 18 Ocak’ta yaptığı açıklamada, dünyada aşılara erişimdeki eşitsizliği vurgulayarak bir Afrika ülkesine yalnızca 25 doz aşı gönderildiğine dikkat çekmiş ve “açık konuşmam gerekiyor, dünya feci bir ahlaki başarısızlığın eşiğinde. Bu başarısızlığın bedeli de dünyanın en yoksul ülkelerinde insanların hayatıyla ödenecek ” demiştir. Aşılara ulaşmada,  ülkeler arasındaki gelir seviyelerine bağlı oluşan bu korkunç dengesizlik, insanların en temel hakkı olan “yaşam/a hakkı”nın karşısında aşıların fikri mülkiyet hakları kapsamında patentlerinin sorgulanmasına neden olmuştur. Aşıya ulaşamayan yoksul ülkeler lehine olmak üzere salgın süresince aşı patentleri konusunda DTÖ nezdinde, Ticaretle İlgili Fikri Mülkiyet Hakları Anlaşması (TRIPS) korumasının askıya alınması tartışmaya açılmıştır. Aslında insanlık “İnsanlar için yaşam/a hakkı mı üstün görülecektir yoksa mülkiyet hakları içerisinde kabul edilen patent hakları mı?” sorusuyla karşı karşıyadır denebilir.

Tarihte milyonlarca insanı etkileyen, bazılarını ömür boyu sakat bırakan çocuk felci hastalığının da etkeni bir virüstür ve bu hastalıkla bahşedebilmek ancak 1952 yılında Jonas Salk’ın bulduğu aşıyla mümkün olabilmiştir. 1957 yılına gelindiğinde, Salk’ın aşısı sayesinde, ABD’de görülen çocuk felci vakaları % 80-90 oranında azalmıştır Salk, bulduğu çocuk felci aşısı için patent almamıştır. Bir röportajında aşının patentinin kime ait olduğunu soran gazeteciye Salk  “İnsanlara derim. Bu aşının patenti yok. Güneşe patent çıkarabilir misiniz?” diye cevap vermiştir 12.

En Temel Hak Olan Yaşam/a Hakkı ve Bunun Uzantısı Olan Sağlık Hakkının Temel Hukuk Metinleri Bağlamında Değerlendirilmesi

İnsan varlığının somut tezahürü yaşamıdır. İnsan biyolojik ve toplumsal bir varlık olsa da, birey olarak kendine özgü kişiliği bulunmaktadır. Bu kişilik hem insani olarak (diğer bir deyişle madden varlığıyla) hem de hukuki (diğer bir deyişle diğer insanlar ve kurumlar karşısında varlığından meydana gelmiş haklarıyla) bir değer taşır. Bunun sonucudur ki yaşam/a hakkı (right to live) en temel insani haktır. Diğer tüm hakların, ortaya çıkabilmesinin, eskinin deyişiyle tecessüm etmesinin ve kullanılabilmesinin yegâne şartı öncelikle yaşam/a hakkının varlığıdır. Bu mutlak hak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde (AİHS) dokunulmaz bir hak olarak korunmakta diğer bir deyişle hakların özü, sert çekirdeği olarak tanımlanmaktadır.

İnsanların, toplum içinde birlikte yaşamaları ve birbirlerine karşı davranışlarının oluşturduğu güç dengeleri eşitsizlikler yaratmış ve ayrımcılık karşısında direnen insanların özgürlük mücadeleleri acı tecrübeler sonucunda tarihsel gelişimini sağlayabilmiştir. Bu süreçte tüm insanların özgür ve haklar bakımından ayırım yapılmaksızın eşit olduğunun kabul edilmesi; dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez, hak ve özgürlüklerinin olduğu düşüncesi sanayi döneminin başlangıcı ile birlikte insan ilişkilerinin etkin güç karşısında aydınlanma dönemi filozofların çabalarıyla 17. yüzyıl başlarında ortaya çıkarak anayasalarda yer almıştır 13.    

Yaşam/a hakkının açık biçimde tanındığı hukuk metinlerine baktığımızda karşımıza aşağıdaki metinler çıkar:

  • 1948 tarihli Birleşmiş Milletler (BM) Evrensel İnsan Hakları Bildirisi
  • 1966 tarihli BM Milletlerarası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi (m.6)
  • 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (m.2)
  • 1969 tarihli Amerikalılararası İnsan Hakları Sözleşmesi (m.4)
  • 1981 tarihli Afrika İnsan ve Halkların Hakları Şartı (m.4)
  • 2000 tarihli Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı (m.2) 14

Ülkemizin en temel hukuk metni olan 1982 Anayasası’nda yaşama hakkı m. 17/1’de “Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.” şeklinde tüm bireylere eşit ve birincil bir hak olarak devlete, kurumlara karşı en başta korunması gereken hak olarak yerini almıştır.

Yaşam/a hakkının konusunu esasen, en başta devlet olmak üzere kamusal makamlar tarafından öldürülmeme ve yaşama yönelik her türlü tehlike ve risklere karşı yine devlet olmak üzere kamusal makamlar tarafından korunma, yani insanın varlığını sürdürebilmesinin fiziksel ve ruhsal olarak tümden güvence altına alınabilmesini kapsar. Yaşam/a hakkına sahip olan birey, yaşamsal varlığını devam ettirebilmesinin birincil temeli olan bu hakkı ile en başta kendisine karşı, sonra üçüncü kişilere karşı, tek başına ve diğer insanlarla birlikte bir bütün olarak da topluma ve devlete karşı korunmak hakkına sahiptir.  Yaşam/a hakkının korunmasında en büyük sorumluluk kamu otoritelerindedir. Kamu otoritelerinin başında da devletler gelir. Ülkelerde egemenlik otoritesinin güç temsili olan devletlerin esas varlık sebebi o ülke vatandaşlarının kişilik haklarının dokunulmaz, vazgeçilmez, devredilmez olması ve eşit, özgür olarak yaşayabilmeleri için yaşam/a hakkının varlığının ortaya konulmasıdır. Devletin varlığı ancak insanların varlığına bağlıdır. Osmanlı Devleti’nin kuruluş ruhuna önemli fikirsel güç vermiş olan Şeyh EDEBALİ’nin “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” sözü bu durumu çok güzel ortaya koymaktadır. İnsanı yaşatabilmek, devletin asıl, birincil vazifesidir. Devlet, esasen bunun için vardır. İnsanları yaşatamayan, insanların varlığını dikkate almayan bir devletin kendi kuruluş özüne aykırı hareket ettiği için gittikçe varlık sebebini kaybederek tarih sahnesinden kaybolup gideceği aşikârdır. Tarih, bunun sayısız örnekleri ile bize ışık tutmaktadır. İnsan hakları açısından, devletin yaşam/a hakkını korumak üzere negatif, pozitif ve usuli yükümlülükleri ayrı bir yazının konusu olabilecek kadar geniştir. Bu yazının konusuyla sınırlı kalarak kamu otoritesi olarak devletin tüm dünyanın COVİD–19 pandemisi sürecinde geçtiği bu çok sıkıntılı dönemde, insan – devlet ilişkileri açısından pozitif anlamda yapabileceklerini sorgulamak uygundur diye düşünmekteyiz.

Yaşam/a hakkının, kamu otoritesi devlet karşısındaki klasik öldürülmeme güvencesinin dışında, içinden  geçtiğimiz süreçte yaşama yönelik her türlü tehlike ve risklere karşı yine en başta devlet olmak üzere kamusal makamlar tarafından korunmanın somut uzantısı “sağlık hakkı” dır. Sağlık hakkı, diğer haklarda olduğu gibi, kamu otoritelerine saygı duyma, koruma ve yerine getirme sorumluluğunu yüklemektedir. Sağlık hakkı, ilk defa 2. Dünya Savaşı sonrasında 1946 yılında yayınlanan DSÖ Anayasası’nda yer almıştır. DSÖ15 BM’in toplum sağlığıyla ilgili uluslararası çalışmalar yapan ve küresel sağlık politikalarının belirlenmesinde rol oynayan kuruluşudur. Temel amacı, olanaklar ölçüsünde, mümkün olan en fazla sayıda insanı fiziksel, ruhsal ve sosyal anlamda sağlıklı kılmaktır.

Temmuz 1946’da New York’ta düzenlenen Uluslararası Sağlık Konferansı’nda, BM’ye üye 51 ülkenin temsilcisi ile FAO, ILO, UNESCO, OIHP (Merkezi Paris’te bulunan Uluslararası Halk Sağlığı Bürosu), Kızılhaç, Dünya İşçi Sendikaları Federasyonu ve Rockefeller Vakfı Temsilcileri DSÖ Anayasası’nı hazırlamışlardır. Aynı tarihte Türkiye dâhil 62 ülke bu Anayasa’yı imzalamıştır. Anayasa’nın yürürlüğe girme koşulu olan 26 üye ülkenin onayı 7 Nisan 1948’de gerçekleşmiş ve DSÖ bu tarihte resmen BM ihtisas kuruluşu haline gelmiştir. Halen 195’i asil, ikisi ortak [Porto Riko ve Tokelau (Yeni Zelanda’ya bağlı özerk bir ada ülkesi)] üyesi bulunmaktadır. Örgüt’ün kuruluş yıldönümü olan 7 Nisan, her yıl “Dünya Sağlık Günü” olarak kutlanmaktadır. 2 Ocak 1948 günü DSÖ kurucu anlaşmasını imzalayan Türkiye, 9 Haziran 1949 tarih ve 5062 sayılı Kanun ile Anayasası’nı onaylayarak DSÖ’ye resmen üye olmuştur.

1946 tarihli, DSÖ Anayasası başlangıç bölümünün ilk iki paragrafına göre sağlık hakkı;

“Sağlık bir bütün olarak fiziksel, ruhsal ve sosyal esenlik durumudur ve yalnızca hastalık ya da maluliyet yokluğu değildir.

Ulaşılabilir en yüksek sağlık standartlarından yararlanma, ırk, din, siyasi görüş, ekonomik ya da sosyal durum farkı gözetilmeksizin her insanın temel haklarından biridir.”

hükmü ile açıklanmıştır. Buradan anlaşılmaktadır ki, BM Şartı’nın kabulünden hemen sonra, Evrensel İnsan Hakları Bildirisi’nden önceki bir dönemde, sağlık hakkı bir “temel hak” olarak tanımlanmıştır 16. Bu belgenin en önemli özelliği uluslararası bir hukuk metninde sağlık hakkının ilk defa yer almasıdır.  

Sağlık hakkı, DSÖ Anayasası’nın ardından, 6-12 Eylül 1978 tarihlerinde düzenlenen Uluslararası Temel Sağlık Hizmetleri Konferansı’nın sonuç bildirgesi olan Alma Ata Bildirgesi’nde yer almıştır 17. Sağlık hakkının normatif olarak kapsamını belirleyen uluslararası hukuk metinleri Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi ile Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’dir. 10 Aralık 1948 tarihinde kabul edilmiş olan “Evrensel İnsan Hakları Bildirisi”nin (EİHB) Md. 25 şöyledir 18:

Madde 25

  1. Herkesin, yiyecek/(beslenme), giyim, konut, tıbbi bakım ve gerekli sosyal hizmetler dâhil olmak üzere, kendisinin ve ailesinin sağlık ve refahını/(esenliğini)temin için, yeterli bir yaşama standardına (sahip olma) hakkı ve işsizlik, hastalık, maluliyet/(sakatlık), dulluk, yaşlılık hallerinde ya da geçim olanaklarından kendi kontrolü dışındaki koşullardan doğan diğer yoksunluk durumlarında, (sosyal) güvenceye (sahip olma) hakkı vardır.
  2. Analık ve çocukluk (durumları), (ana ve çocuğu) özel bakım ve yardım görmeye hak sahibi kılar. Tüm çocuklar, ister evlilik içinde isterse evlilik dışında doğmuş olsun, aynı sosyal korumadan yararlanacaklardır.

EİHB’ de, sağlık hakkının başlı başına bir insan hakkı olarak değil de yaşama standardı hakkının bir öznesi olarak değerlendirildiği anlaşılmaktadır. Burada, dikkat edilmesi gereken önemli bir ayrıntı da sağlık hakkının günümüzde yorumlanırken beslenme, giyim, konut ve tıbbi bakım ile birlikte olan bağlantılarıyla birlikte yorumlanmasıdır. Diğer bir deyişle, sağlık hakkının diğer haklarla olan bütünsel bağı açık biçimde ortaya konulmuştur.

Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nin 12. maddesi temel insan hakları sözleşmeleri çerçevesinde  sağlık hakkının kapsamı hakkında en geniş bilgiyi içermektedir. Yukarıda belirtilen EİHB madde 25’deki “yaşama standardının” bir öznesi olarak görülen sağlık hakkı sözleşmenin 12. maddesi ile başlı başına bir temel hak olarak düzenlenmiştir. Sözleşme madde 12 aşağıdaki biçimdedir 19:

Madde 12

1. Bu Sözleşmeye Taraf Devletler, herkesin ulaşılabilir en yüksek düzeyde fiziksel/(bedensel) ve ruhsal sağlık standartlarından yararlanması hakkını tanır.

2. Bu Sözleşmeye Taraf Devletlerce bu hakkın tam olarak gerçekleştirilmesini sağlamak için alınacak önlemler:

(a) Ölü doğum oranının ve çocuk ölümlerinin düşürülmesi ve çocuğun sağlıklı gelişmesinin sağlanması;

(b) Çevresel ve sınai sağlık şartlarının bütün yönleriyle iyileştirilmesi;

(c) Salgın, yöresel, mesleki ve diğer hastalıkların önlenmesi, tedavisi ve denetim altında tutulması;

(d) Hastalık durumunda bütün sağlık hizmetlerini ve tıbbi bakımı temin edecek koşulların yaratılması,

için gerekli bulunan önlemleri de kapsayacaktır.

Madde 12’de yer alan vurgulamalar tarafımca yapılmış olup; sağlık hakkının normatif kapsamı belirlenirken yaşadığımız pandemi sürecinde sözleşmeye imza atan devletlerin yükümlülüklerini de açık bir biçimde ortaya koymaktadır.  Türkiye, “Birleşmiş Milletler Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi” ni 15 Ağustos 2000 tarihinde imzalamıştır. Bugüne kadar BM üyesi 193 ülkeden 137’sinin imzaladığı sözleşme, 4 Haziran 2003 tarihinde TBMM’de onaylandıktan sonra, 17 Haziran 2003 tarihinde Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından onandıktan sonra Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir 20.  

Diğer BM insan hakları belgelerinde ve bölgesel düzlemde imzalanan belgelerde de “sağlık hakkı” konusunda imzalanmış hukuk metinleri var olmasına karşın, bunlara bu yazı içerisinde değinilmeyecektir. Sağlık hakkının öznesi, hakkı kullanan ve haktan yararlanandır. Günümüz dünyasında özellikle yaşadığımız COVİD-19 sürecinde bu haktan herkes, bütün insanlar tartışmasız olarak yararlanabilmelidir zira birey olan her insan bu hakkın bizatihi öznesidir. Sağlık hakkının öznesinin birey olmasından dolayı genel özneli hukuk belgelerinin varlığı yanında ayrıca spesifik öznelerinin de normatif olarak tanındığı hukuk metinleri de mevcuttur. Bu hukuk metinlerinde başta kadınlar, çocuklar, göçmenler, engelliler, yerli halklar ve gençlere sağlık hakkının öznesi olarak öncelik verilmektedir 21.       

Sağlık hakkı, ülkemizde ilk defa 1961 Anayasası’nda “Sağlık Hakkı” başlığı altında 49. maddede yer almıştır. 1982 Anayasası’nda ise VII. bent  “Sağlık, çevre, konut” başlığı altında “Sağlık hizmetleri ve çevrenin korunması” A bendi altında 56. maddede düzenlenmiştir. 1961 Anayasası’nda düzenleniş biçimin madde başlığının doğrudan “Sağlık Hakkı” olarak belirlenmiş olmasının, 1961 Anayasası’nın insanların temel haklarına özen gösteren bir anlayışa önem verdiğinin bir kanıtı olduğunu söylemek isterim 22.

Ulusal ve uluslararası hukuk metinlerinde özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında yer almaya başlayan 23 sağlık hakkı, başta DSÖ olmak üzere tüm devletlerin sorumluluğu altındadır. DSÖ’nün BM çatısı altında yer alan bir uluslararası kamu otoritesi olarak, kendi kuruluş sözleşmesi 19. maddeye göre sözleşme ya da anlaşma yapma yetkisi bulunmaktadır. Üstelik DSÖ’nün normatif yetkisi sadece bununla sınırlı olmayıp, hukuki bağlayıcılığı olan düzenleyici işlemler  (regulations) yapma yetkisi de 21. maddede belirtilmiştir. DSÖ’nün bu hakkını kullanması tüm dünyanın ve insanlığın yoğun biçimde etkilendiği COVİD-19 sürecinde değerlendirilmesi gereken bir avantajdır. DSÖ, kuruluş sözleşmesinden gelen bu önemli yetkileri, kendisinden çok daha sonra 1995 yılında İsviçre, Cenevre’de kurulan, 164 ülkenin üye olduğu Dünya Ticaret Örgütü’nü ( DTÖ) (World Trade Organization WTO) de harekete geçirerek tüm dünyada “sağlık hakkı” açısından ivedi etkin ve çözüm getiren kararlara imza atacak bir dönemin içindedir. İnsanlığın, tarih sahnesinde geldiği aşama kanaatimizce bunu zaten  zorunlu kılan bir  süreci dayatmaktadır. DSÖ, Çin’de ortaya çıkan COVİD-19 salgınını 30.01.2020 tarihinde “Uluslararası Halk Sağlığı Acil Durumu” ilan etmiş ve 11 Ocak 2020 tarihinde “küresel pandemi” olarak tanımlamıştır. Sağlık hakkı, insanların yaşam/a hakkı ve diğer temel hakları ile birlikte ele alındığında; COVİD-19 pandemisi kamu otoritelerinin, kurumların, devletlerin yükümlülüklerinin somutlaşması açısından etkin biçimde anlam kazanmak zorunluluğu ile karşı karşıyadır.

Yaşam/a hakkı kapsamında bir temel hak olarak tüm bireylere tanınan “sağlık hakkı” nın COVİD-19 döneminde etkinleştirilmesi somut bir acil durumdur. Küreselleşmenin kendini  hissettirdiği iki büyük alan karşı karşıyadır: Sağlık ve Ticaret. Sağlık haklarının etkinleştirilmesinde kanaatimizce en büyük engel olan küreselleşme ve özellikle küresel ilaç endüstrisinin TRIPS kapsamındaki patent hakları ve sağlık hakkının olmazsa olmazı olan ilaçlara erişim hakkıyla ilgili hukuki sorunlar konumuz açısından özellikle önem arz etmektedir. Sağlık hakkının, etkin biçimde uygulanmasının önündeki diğer bir engel olan, ve yine küreselleşme olgusunun dayattığı, özelleştirmenin bu hak ve buna dayalı hizmetler üzerindeki etkisine bu yazının konusu olmadığı için değinilmeyecektir. Bu konu esasen muhatapları tarafından ülkemizde de son 15 yıldır yoğun biçimde tartışılmaktadır.     

Sağlık hakkı ile fikri mülkiyet haklarının (FMH) karşı karşıya geldiği ve tartışmalara neden olan konu, hepimizin bildiği üzere, ilaç patentleridir. DSÖ tarafından her yıl yayınlanan listede yer alan temel ilaçlar (essential medicines) insanların yaşam/a hakkı açısından adeta bir eşik oluşturmaktadır. Bu temel ilaçlara ulaşabilme hakkı, kamu otoritesi olan devletlerin yükümlülüğü altına alınmış olmasına rağmen ilaç patentleri bu hak karşısında bir engelleyici olarak durmaktadır. COVİD-19 pandemisi sürecinde DSÖ’nün küresel pandemi ilanı sonrasında aşıların henüz “faz 3” aşaması tamamlanmadan acil kullanım onayı almasıyla gündemde bir tartışma başlamıştır. Bu tartışmanın kaynağını, Hindistan ve Güney Afrika’nın, 2 Ekim 2020 tarihinde DTÖ, TRIPS Konseyi’ ne sundukları bir bildirim kapsamında COVİD-19 pandemisinin önlenmesi, sınırlandırılması ve tedavi edilmesi için TRIPS Sözleşmesi’nin belli hükümlerinin askıya alınarak, geçici muafiyet tanınması için görüşme açılarak karar alınmasını talep etmeleri oluşturmuştur. Bu talebi daha sonra Bolivya, Estvatini, Kenya, Moğolistan, Mozambik, Mısır, Pakistan, Venezuela, Zimbabve desteklemiştir. Bildirim metni, DTÖ’yü doğrudan ilgilendirmektedir 24. DTÖ’nün gündeminde olan bildirim, bugün itibarıyla 100’den fazla ülkenin içinde yer aldığı yoksul ülkeler başta olmak üzere, az gelişmiş ülkeler ve hatta gelişmiş ülkeler tarafından da desteklenmektedir. TRIPS’ın oluşmasında en büyük güç olan Amerika’nın konuya ilişkin görüşlerini açıklaması da gündemi daha ilgi çekici bir hale dönüştürmüştür 25.     

DTÖ kurucu anlaşmasına ek olarak kabul edilen TRIPS Konseyi’nin 10-11 Mayıs olağan toplantısının gündemine konu olacak bu mesele konunun tarafları açısından ilk defa tartışılacaktır. İlgili talep bildirgesinde özetle salgına yönelik olmak üzere aşı ve ilaçların üretimine, dağıtımına, uygulanmasına yönelik bileşenlerinin araştırılması, geliştirilmesi, uygulanmasına yönelik her türlü ürün açısından TRIPS uygulamalarının geçici olarak askıya alınması talep edilmektedir. Bildirinin içinde yer alan talepler sadece patent hakları için değil aynı zamanda belirtilen bileşen, ekipman, ürün ve mallara yönelik tasarım, telif hakkı ve kamuya sunulmamış bilgiler açısından da korumanın askıya alınması talebini içermektedir 26. TRIPS Komisyonu gündemine alınan talep bildirgesinde özetle; FMH koruması ile insan ölümleri arasında bir tercih durumunun ortaya çıktığı, bu tercihin insan ölümlerinin önlenmesi lehine kullanılması gerektiği savunulmaktadır. Bahsi geçen önerinin kabulü halinde ülkeler arasındaki gelir dağılımı uçurumundan kaynaklanan aşıya ulaşımın önündeki engellerin kalkması ve herkesin aşıya ulaşımının sağlanmasıyla ölümlerin azaltılmasının mümkün olabileceği belirtilmektedir. Bildirgeye karşı çıkarak TRIPS korumasının askıya alınmaması gerektiği görüşünü savunan grupların itirazları ise aşağıdaki şekilde özetlenebilir:

  1. TRIPS korumasının kaldırılması durumunda, ileride benzer sınırlamalar ve muafiyetlerin önü açılarak fikri mülkiyet haklarına sağlanan koruma zayıflayacaktır.
  2. İlaç ve aşı patentlerinin geliştirilmesi yüksek AR-GE maliyetleri ile mümkün olabildiğinden ileride yapılacak yatırımlara olan güvenin kırılmaması, yatırımların azalmaması için koruma kaldırılmamalıdır.
  3. Aşı üretimi için oldukça kapsamlı alt yapı ve teknik donanım gerekmektedir. Özellikle yeni teknolojilerle geliştirilen (mRNA tabanlı aşılar gibi) aşılar başta olmak üzere, aşı üretilmesi konusunda teknik bilgi, donanım, yetişmiş insan gücüne sahip olmayan ülkelerde kısa ve orta vadede aşı üretiminin artırılması mümkün olamayacaktır 27.
  4. COVİD-19 ile mücadele için gerekli bileşen, aşı, ilaç, cihaz ve ekipmanlara sağlanan TRIPS korumasının kaldırılması yerine TRIPS’in 31. maddesinde yer alan zorunlu lisans hükümlerine başvurularak çözüm bulunması önerilebilir.

Gelinen Noktada Alınabilecek Acil Önlemlere Dair Kişisel Öneriler

FMH içerisinde yer alan “patent hakkı” esasen mülkiyet hakkının bir unsuru olarak insan hakkıdır. AİHS denetim organları, vermiş oldukları yargı içtihatlarında fikri ve sınai hakları mülkiyet hakkı içinde değerlendirmiştir. AİHS’nin 1 nolu Protokolü madde 1’de düzenlenen mülkiyet hakkı, fikri mülkiyet haklarını da kapsamaktadır 28.

Patent hakkı, FMH içinde teknik özelliklerinden dolayı, diğer haklardan ayrılmaktadır. Patent hakkı, koruma kapsamındaki buluşun içerdiği teknik özelliklerden dolayı alt yapıda AR-GE çalışmaları sonucunda ortaya çıkan bir yenilik olduğu için başlı başına ekonomik bir değer  oluşturmaktadır. Ortaya çıkan somut ürünün değeri, esasen buluş olarak da tescile bağlanması sürecinde artan bir maliyetle buluşu yapana maddi olarak da getirdiği yük nedeniyle artmaktadır. Bunun içindir ki, teknolojinin ön plana çıktığı bir durumda ancak gelişmiş ülkelerde ve ekonomik bir güce sahip kişilerin patente yatırımlarının artması ile patent başvuruları çoğalmaktadır. Bunun en somut örneği ilaç şirketleridir. İlaç şirketleri, gelişmiş laboratuvar ortamlarında AR-GE çalışmalarıyla ortaya çıkardıkları patentli ürünleri ilaç mevzuatının kendi özelliklerinden dolayı (insan sağlığının ön planda olması) zorunlu olarak alınması gereken izinlerden sonra piyasaya sunmaktadırlar. Patentli ilaçların, insanlara ulaşması sırasında, ruhsat izinlerinin oluşturduğu süre kayıplarını aşmak ve bir an önce patentli ürünlerden kazanç elde ederek AR-GE’ye yatırım isteği patentli ilaçların önemini daha da artırmaktadır. Esasında, patent korumasının uluslararası boyut kazanmasının altında da A.B.D. kökenli ilaç şirketlerinin 1970’li yıllardan itibaren A.B.D.’nin yabancı ülkelerle olan ticari ilişkilerinde fikri mülkiyet haklarının da gündeme alınmasına yönelik yoğun çalışmaları yatmaktadır. 80’li yıllardan itibaren serbest piyasa ekonomisinin, 90’lı yıllarla birlikte de küreselleşme olgusunun tüm dünyada yaygınlaşmasıyla A.B.D. yönetimlerinin, başta ilaç şirketleri olmak üzere kendi şirketlerine ait FMH’nın ticaret yapılan ülkelerde korumasının artırılmasını istemesiyle FMH başka bir boyut kazanmıştır denebilir. Süreç, 1994 yılında TRIPS’in kabulüyle bir başka aşamaya geçmiştir. TRIPS Anlaşmasının 5. Bölümü 27-34 maddeleri patentleri kapsamaktadır.  Bu süreçle birlikte aynı dönemlerde DTÖ’nün kurulması ve bu örgüte üyelik şartı olarak TRIPS’e taraf olma zorunluluğu getirilmesi FMH ve dolayısıyla ilaç patentlerinin önemli bir güce dönüşmesinin başlangıcı olmuştur. A.B.D., bu konuda Avrupa Birliği ve Japonya’dan gelen eleştirilere karşı uzlaşma adına belli istisnalar tanıyarak (geçiş/uyum dönemleri, zorunlu lisanslama) ve iki taraflı ya da bölgesel anlaşmalar ile süreci yürütmüştür. TRIPS Anlaşması imzalanırken hiçbir zaman FMH üreticisi olmayan ancak bilakis bunların tüketicisi olan yoksul ve az gelişmiş ülkelerin görüşleri ve onlar için ortaya çıkabilecek sonuçlar dikkate alınmamıştır.  

Bu noktada bir müzik eseri ya da ünlü bir moda markasının bir tasarımına ilişkin FMH ile milyonlarca insanın yaşamasını sağlayacak aşıların ve ilaçların üzerindeki patent hakkının koruduğu değerin aynı olduğunu savunmak insanlık açısından mümkün görünmemektedir. 

DSÖ’nün COVİD-19 hastalığını küresel pandemi olarak ilan ettiği günden bu yana dünya neredeyse 500 gündür büyük bir felaketin içindedir. Yeryüzünde virüsün ulaşmadığı hiçbir ülke kalmamıştır. Aşıya ulaşımda büyük sorunların yaşanmasının yanı sıra, virüsün mutasyona uğraması aşılanan kişilerin dahi bu hastalıktan korunabilmesinin önünde engel oluşturmaktadır 30. Maddi gücü ve teknolojik imkânları olan büyük devletler dahi pandemiye bağlı ölümleri önleyememektedir. Dünyada gelir dağılımına bağlı büyük adaletsizlik sonucu yoksul ülkelerdeki insanların aşıya ulaşmasında yaşanan sıkıntılar büyük bir insanlık dramına neden olmaktadır.  Milyarlarca insan aşı olup bu virüsten korunmayı umut ederken,  aşı kuyruklarında yerini dahi alamayan, aşıya hiçbir zaman ulaşamayacak insanların varlığı bir gerçektir. Bunu önlemek adına DSÖ’nün içinde bulunduğu COVİD-19 Vaccines Global Access (COVAX) projesi 31 dışında somut bir çalışma bulunmamaktadır.

COVAX aşıların geliştirilmesini ve üretimini hızlandırmak ve dünyadaki her ülke için adil ve eşit erişimi garanti etmek için Nisan 2020’de başlatılmış çok uluslu bir işbirliği sistemidir. COVAX’ı DSÖ, Küresel Aşı İttifakı (GAVI) ve Epidemi Hazırlık İnovasyonları Koalisyonu (CEPI), BM Çocuklara Yardım Fonu’nun (UNICEF) partnerliğiyle yönetmektedir. Aşı uygulaması ile trajik can kayıplarının önüne geçmek yanında  her ay küresel boyutta 375 milyar doların kaybedilmesine engel olunması hedeflenmektedir.  COVAX’a üye olan 190 ülkenin 98’i yüksek gelirli ülkelerdir ve her ülkede nüfusun en azından %20’sinin aşılanabilmesi için gerekli olan aşıların temin edilmesi, pandeminin sonlandırılması ve sonrasında ekonomilerin yeniden inşa edilmesi amaçlanmaktadır. Türkiye henüz COVAX’ın yükümlülüklerini sağlayacak şekilde teminat vermediğinden üye ülkeler arasında yer almamaktadır. COVAX düşük ve orta gelirli ülkelerin aşıya ulaşabilmesini hedeflemektedir zira küresel bir pandemiyi ulusal çözümlerle yenmek mümkün değildir. Bugüne kadar dünya genelinde, DSÖ tarafından verilen bilgiler ışığında, 1 milyar 160 milyon doz aşı yapılırken, COVAX aracılığıyla dağıtılan aşı miktarı ancak 49 milyonda kalmıştır.

DTÖ’nün TRIPS Komisyonu gündeminde bulunan Hindistan ve Güney Afrika’nın sunduğu somut öneri (bkz. Dipnot 24)  dışında, kamu otoritelerinin, kanaatimizce, COVİD- 19 salgınını en azından yavaşlatmak ve aşının önündeki engelleri kaldırmak için ivedi bir çalışmasının görülmemesi düşündürücüdür. Bu noktada, salgının tüm insanlığın sorunu olduğunu dikkate alarak,  somut önerilerimizi aşağıdaki şekilde sunmak isteriz.

  • DTÖ TRIPS Komisyonu gündeminde bulunan, TRIPS hükümlerinin belli bir süre askıya alınması talebi ivedi olarak dikkate alınmalı ve aşının herkese ulaşabilmesinin önündeki engeller kaldırılarak salgının yavaşlatılabilmesi için en az 2 yıl süre ile muafiyet tanınarak ilgili TRIPS hükümlerinin uygulanmaması sağlanmalıdır,
  • DSÖ, Kuruluş Sözleşmesinin kendisine tanıdığı 19. ve 21. maddeleri işleterek gerektiğinde bu konuda devletleri ortak bir anlaşmaya dâhil etmelidir. DSÖ, aynı bağlamda DTÖ ile de bu konuyu çözmek üzere ortak bir anlaşma ortaya koyabilmelidir.
  • Aşılamanın en hızlı biçimde yapılabilmesi için yeterli aşı üretimi elzemdir. Bunun içindir ki aşı patentlerinin belli bir süre, aşıyı üretecek ülkeler tarafından kullanılmasına izin verilmesi gerekmektedir. DSÖ ve DTÖ bir aday ülke listesi ilan ederek aşı üreten tüm ülkelerin aşılarının ve aşıyla birlikte diğer bileşenlerin, ilaçlar, ekipmanlar vs. hangilerinin ülkelerin gelişmişlik düzeyine bağlı olarak hangisine dağıtılabileceğini belirlemelidir. Bu aday ülke listesi belirlendiğinde adayların, patentli aşıları nerede, nasıl ve hangi süre içinde kaç adet üreteceği şeffaf biçimde denetlenebilir olmalı ve üretimin koşullarını belirleyen herkesçe takip edilebilir bir sistem kurulmalıdır.
  • Gelişmiş ülkelerden başlamak üzere, her ülke nüfus ve yapısına uygun biçimde yoksul başka bir ülke ile eşleştirilerek “aşı kardeş ülkesi” listesi oluşturulabilir. Eşleşen ülkelerin en büyük sağlık meslek topluluklarının yer aldığı bir yapı ve o ülkenin sağlık bakanlığının halk sağlığı biriminden uzman doktorun ve DSÖ’nün belirlediği üçüncü bir ülkenin uzmanın yer aldığı beş kişilik kurullar oluşturularak ilgili yoksul ülkede öncelikli olarak aşılanması gereken kişi ve grupları belirlenerek, denetlenebilir bir yapıda aşılama takvimi ve aşı sayısı saptanabilir ve tüm verilerin DSÖ’yle paylaşıldığı ortak bir eşgüdüm çalışma mekanizması kurulabilir.
  • “Aşı Kardeş Ülkesi” listesindeki gelişmiş ülkeler, eşleştiği ve aşıya muhtaç olan ülkedeki her aşılamaya karşılık gelmek üzere kendi nüfusuna oranlı biçimde ayrıca aşı bağışı yapabilir ve aşı patentlerinin askıya alındığı süre içinde bağış yapılan aşı miktarı (dozu) kayıt altına alınabilir.
  • TRIPS hükümlerinin uygulanmadığı muafiyet süresi (kanaatimizce en az 2 yıl olmalıdır) ilgili ürünlerin, aşıların patent koruma sürelerine daha sonra + 2 yıl olarak eklenmesinin yasal koşulları DTÖ TRIPS Anlaşmasına ek madde ile ne şekilde ve hangi bölgeler için eklenebileceği (yoksul bölgelerde, ülkelerde uygulanmamak koşuluyla) hukukçulardan oluşmuş bir komisyon tarafından hazırlanabilir. Bu sayede aşı üreticileri ek süre ile patentlerini korumaya devam edebilir.
  • DSÖ, aşının yoksul ülkelere ve yoksullara ulaşımı konusunda eylem planı hazırlarken şeffaf, denetlenebilir bir yapı içinde her aşının hangi bölgeye, kaç doz gittiğinin tüm dünya kamu otoriteleri ve insanların görebileceği şekilde bir sanal aşılama izleme portalı oluşturabilir. Her ülke, eşleştiği “Aşı Kardeş Ülkesi” dışında kendi ülkesinin zenginlerini, sivil toplum örgütlerini harekete geçirerek ayrıca ek “Askıda Aşı” kampanyası başlatarak 32 bu süreç içinde aşılamanın hızlanarak ölümlerin önüne geçmek için eylem birliği içinde olmalıdır. “Askıda Aşı” kampanyasına katılan her kişiye DSÖ tarafından “Aşı İyilik Elçisi” unvanı verilerek yaşam/a hakkına sahip çıktıkları için teşekkür belgesi ile bu açık sanal portalda ortak bir bildirgeyle tüm dünyaya sürenin sonunda ilan edilebilir.    
  • “Aşı Kardeş Listesi” ve yine “Askıda Aşı” kapsamında muafiyet süresi içinde yoksullara ulaştırılan aşı miktarı (dozunun) toplam bedeli belirlenen sürenin sonunda DSÖ tarafından tüm dünyaya açıklanmalıdır. Patent sahiplerinin, aşıyı üreten şirketlerin kaybı olarak görülen bu paranın karşılığında kaç insan hayatının kurtarıldığı ve bunun ekonomiye ne kattığı da uzman ekonomist, sosyolog, psikolog, istatistik vd. bilim insanlarının hazırladığı bir rapor ile tüm dünya ile paylaşılmalıdır. Bu muafiyetten dolayı ilaç şirketlerinin AR-GE maliyetlerini azaltacağı iddiasının doğruluk payı bu rapor ışığında DSÖ ve DTÖ kurullarında gerektiğinde tartışıldıktan sonra tüm dünyaya ilan edilmelidir. Yüksek AR-GE maliyetleri sebebiyle zor durumda kalıp bu maliyetleri bir daha yüklenemeyecek şirketler varsa bunlar belirlenerek sadece bu şirketlere bilim alanındaki çalışmalarına devam edebilmesi için yine DSÖ ve DTÖ’ nün birlikte oluşturacağı bir fon yaratılarak belli oranda, vermiş oldukları katkı dikkate alınarak bir destek programı sağlanabilir.     

Aşı patenti sahiplerinin, TRIPS uygulamalarının geçici olarak askıya alınması durumunda bunun ileride de örnek teşkil edeceği yönündeki iddiası kanaatimizce insanlık tarihi açısından çok anlaşılabilir değildir.  Bu düşünce içinde olanlara söyleyebileceğimiz tek şey; içinde yaşanılan bu acı süreçte, esasen insanların yaşam/a hakkının tüm hakların üstünde olduğunun tam da şimdi herkes tarafından hatırlanması gerektiğidir. Dünya ve insanlık ancak bu kabulle iyileşmeye başlayacaktır.  

İbrahim EKDİAL (Avukat – İstanbul Barosu (1878))

Mayıs 2021

ibrahim.ekdial@gmail.com


DİPNOTLAR

1 http://news.bbc.co.uk/2/hi/health/1576875.stm

2 Decameron’u, Türkçe’ ye eksiksiz olarak tercüme eden Rekin TEKSOY’ un, Oğlak yayınlarından çıkan kitabı ilk defa 1996 yılında basılmıştır. Bu kitabın önsözü aslında edebiyatın, sanatın insanlığı nasıl etkilediğinin de güzel bir müjdesi gibidir. İtalyan yönetmen Pier Paola Pasolini, Boccaccio’nun Decameron’ unu 1971 yılında “İl Decameron” (Dekameron’un Aşk Öyküleri) adıyla sinemaya uyarlamıştır.

3 https://arkeofili.com/silahlar-virusler-ve-atlar-azteklere-karsi-cortese-zafer-getirdi/

4 https://kurious.ku.edu.tr/haberler/beyaz-adamin-hastaligi-azteklerin-sonunu-getirmis/

5 NTV Tarih Dergisi – Şubat 2009, Sayı 1, s. 21

6 M. Kemal Temel. Gelmiş Geçmiş En Büyük Katil: 1918 “İspanyol” Gribi. İstanbul, BETİM Kitaplığı, 2015.

7 Nazım Hikmet, 1965, Kuvayı Milliye Destanı. Nazım Hikmet dizelerinde İspanyol Gribine şöyle yer verir:

Biz ki İstanbul şehriyiz,

Seferberliği görmüşüz:

Kafkas, Galiçya, Çanakkale, Filistin,

Vagon ticareti, tifüs ve İspanyol nezlesi

bir de İttihatçılar, bir de uzun konçlu Alman çizmesi 1914’ten 1918’e kadar yedi bitirdi bizi.

8 https://covid19.saglik.gov.tr/

9 İngiltere’nin Osmanlı büyükelçisinin eşi Lady Mary Wortley Montagu 1717 yılında Osmanlı topraklarındayken buradaki halkın çiçek hastalığından ölen kişilerin vücudundan alınan sıvıları sağlıklı kişilerin deri altına enjekte ettiğini görmüş ve ülkesine döndüğünde bu bilgiyi doktorlarla paylaşmıştır.(https://tr.wikipedia.org/wiki/Mary_Wortley_Montagu) / Şark Mektupları, Mary Wortley Montagu, tercümesi Ahmet Refik, Timaş Yayınları, İstanbul, 1998

10 https://ourworldindata.org/covid-vaccinations  

11 https://covid19asi.saglik.gov.tr/

12 Patenting the Sun: Polio and the Salk Vaccine, 1990, IPEG

13 Cengiz Topel ÇİFTÇİOĞLU. TBB Dergisi, 2012 (103), s. 139

14 Mehmet Semih GEMALMAZ. Devlet ve Birey Özgürlük, İstanbul 2010, s.  497 – 498

15 www.who.int

16 İzzet Mert ERTAN.  Ulusal üstü İnsan Hakları Hukukunda Sağlık Hakkı ve Etkinleştirilmesi. İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kamu Hukuku Ana Bilim Dalı, Doktora Tezi, İstanbul 2012, s.11

17 https://www.ttb.org.tr/mevzuat/index.php?option=com_content&task=view&id=521&Itemid=36

18 Mehmet Semih GEMALMAZ, Ulusalüstü İnsan Hakları Hukuku Belgeleri – II. Cilt/Uluslararası Sistemler, İstanbul, Legal, 2010, s. 3-19.

 19 Mehmet Semih GEMALMAZ, Uluslarüstü İnsan Hakları Hukuku Belgeleri/II. Cilt, s. 21-50.

20 https://tihv.org.tr/iskenceye-karsi-uluslararasi-belgeler/bm-ekonomik-sosyal-ve-kulturel-haklar-uluslararasi-sozlesmesi/

21 Bu konuda kapsamlı bir değerlendirme için bkz. İzzet Mert ERTAN. Ulusal üstü İnsan Hakları Hukukunda Sağlık Hakkı ve Etkinleştirilmesi. İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kamu Hukuku Ana Bilim Dalı, Doktora Tezi, İstanbul 2012, sayfa (19-44)

22 Anayasa metinleri için bkz. Suna KİLİ, Şeref GÖZÜBÜYÜK, Sened-i İttfaktan Günümüze Türk Anayasa Metinleri, İstanbul, Türkiye İş Bankası Yayınları, 2000.

23 Bunun tek istisnası 1925 tarihli Şili Anayasası’dır. Şili, sağlık hakkını Anayasa’sında belirten ilk ülkedir. Madde 10’ da, devletin halk sağlığını ve ülkenin sağlığa uygun esenliğini gözetim” ödevi yer almaktadır. (Aktarım, ERTAN,  Ulusalüstü İnsan Hakları Hukukunda Sağlık Hakkı ve Etkinleştirilmesi başlıklı doktora tezi, s.10)

24 İlgili metne WTÖ web sitesinden ulaşabilirsiniz.

https://docs.wto.org/dol2fe/Pages/SS/directdoc.aspx?filename=q:/IP/C/W669.pdf&Open=True

25 https://www.who.int/news/item/05-05-2021-who-director-general-commends-united-states-decision-to-support-temporary-waiver-on-intellectual-property-rights-for-covid-19-vaccines

26 Belirtilen bildiri hakkında yapılan bir çeviri ve çalışma için bkz. Gonca Adalı BASMAKÇI / Önder Erol ÜNSAL. Dünya Ticaret Örgütü’nde Covid19 Gündemi – Salgınla Mücadelede Trips Muafiyetler Sistemi https://iprgezgini.org/son-yazilar/   

27 Belirtilen bildiri hakkında yapılan bir çeviri ve çalışma için Abdürrahim AYAZ. Covid19 Gerekçesi İle TRIPS’ in Askıya Alınması Talebi Hakkında Son Gelişmeler https://iprgezgini.org/son-yazilar/

28 AİHS kapsamında FMH ilişkin ayrıntılı bilgi için bkz. H. Burak GEMALMAZ. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde Mülkiyet Hakkı, İstanbul, Beta Kitapevi, 2009

29 Anlaşmanın İngilizce metnine ulaşmak için;  https://www.wto.org/english/tratop_e/trips_e/trips_e.htm

30 Hindistan’ın içinde bulunduğu acı durumu gösteren, insanın büyük bir üzüntüyle izlemekten hicap duyduğu bir video için bkz. https://www.youtube.com/watch?v=ZhjL17Y5RIA  

31  https://www.who.int/initiatives/act-accelerator/covax

32 Kampanyanın marka hakkının herhangi bir sorun olmayacağını düşünüyorum. Türkiye’de bunun en başarılı örnekleri İstanbul, Ankara BB tarafından somut olarak verilmiştir. Dünya genelinde buna bu ad ve/veya başka bir ad altında çok daha üretken ve hızlı bir model elbette bulunabilir. Bizim, burada önerimiz sadece bu tür bir kampanyanın sonucunda bile birçok insanın aşılanarak ölümden kurtulabileceğinin ironik anlamda bir tespitinin yapılmasıdır.  

Bir Cevap Yazın